Sure | Ayet | Karşılaştır |
---|---|---|
Bakara / 133 |
Bu âyetler, yahudilerin Allah Resûlü’ne: “Bilmiyor
musun? Yakup öldüğü gün oğullarına yahudiliği tavsiye etmişti” demeleri üzerine
inmiştir. (Vâhidî, Esbâbu’n-nuzûl, s. 44) Dolayısıyla böyle bir soru,
olayı reddetmek için olup şu mânayı ifade eder: “Hayır, orada değildiniz. O
halde Yakub’un ne söylediğini nereden bileceksiniz. Onun ne dediğini en iyi biz
biliyoruz. Yakup ölmek üzereyken oğullarına: «Benden sonra kime kulluk
edeceksiniz?” diye sordu Oğulları da: «Sadece senin ilâhına; ataların İbrâhim,
İsmâil ve İshâk’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz. Biz sadece O’na
teslim olmuşuz» dediler”. Hz. Yakup, bu sualiyle oğullarından tevhîd ve İslâm
inancı üzerinde kalacaklarına dâir söz almak istemişti. Zira Mısır’a geldiğinde
halkın türlü türlü putlara taptıklarını görmüş, onların arasında yaşayacak olan
evlatları hakkında endişeye kapılmış ve kendisinden sonra da dinin elden
bırakılmamasını hatırlatmak gereğini duymuştu. O, gerçekten Allah’a bağlı bir
kul olduğunu ve İslâm üzere ölmenin önemini kendi şahsında örnek olarak
göstermiştir. Oğulları da verdikleri cevapla bu uğurda kararlı ve azimli
olduklarını ortaya koymuşlardır. Allah Teâlâ, bu ibretli hadise ile Ehl-i kitabı
ve diğer inanmayanları, İslâm dinini kabule davet etmektedir. Devam eden âyet-i kerîmede ise sorumluluğun
ferdiliğine dikkat çekilerek, herkesin kendini kurtaracak bir amel ve gayret
peşinde olması gerektiği vurgulanmaktadır: Kıssaları anlatılan ve tevhid innacına
mensup olan Hz. İbrâhim, Hz. Yakup ve onların vasiyetini tutarak Allah’ın
birliğine inanan oğulları bir ümmet idiler. Çeşitli insan gruplarının birliği
için, onların önüne geçmiş, uyulmaya ve itaat edilmeye layık bir cemaat
mevkiinde bulunuyorlardı. İşledikleri bütün ameller ve yaptıkları iyilikler
kendi sevap defterlerine yazıldı. Bunların mükafatı onlara verilecektir. Peki
siz ne durumdasınız ve neler yapmaktasınız? Şunu bilin ki, sizin yaptığınız ve
kazandığınız şeyler de sizin amel defterinize kaydedilmektedir. Bunların iyi
veya kötü karşılığı da size verilecektir. Üstelik, öncekilerin yaptıklarından
size herhangi bir şey sorulmayacaktır. Siz, sadece kendinizden ve kendi yaptıklarınızdan
mesul tutulacaksınız. Bu âyet-i kerîmede, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yâkub gibi
peygamberlerin soyundan gelen, bu sebeple seçilmiş ve imtiyazlı bir ümmet
olduklarını zanneden, dolayısıyla Allah huzurunda da özel bir muameleye tâbi tutulup
mükâfat göreceklerini savunan yahudilere ciddi bir uyarı bulunmaktadır. Zira
böyle bir düşünce, boş bir hayal ve asılsız bir kuruntudan başka bir şey
değildir. Dolayısıyla ayet, “üstün ırk”, “imtiyazlı ümmet” gibi mesnetsiz
iddiaları reddettiği gibi, dolaylı olarak Âdem ve eşinin işlediği hata yüzünden
bütün insanların günahkâr olduğu şeklindeki hıristiyanlık anlayışını da ortadan
kaldırmaktadır.
Bundan sonra gelen ayetlerde de yine Ehl-i kitabın
kendiliklerinden ileri sürdükleri bir takım delilsiz düşünceleri ortaya konup düzeltilmekte
ve İslâm’ın dosdoğru hakikatleri beyân buyrulmaktadır: |
|
Bakara / 135 |
Sûrenin 135. âyet-i kerîmesi, Medine’deki yahudi ileri
gelenleriyle Necran hıristiyanları hakkında nâzil olmuştur. Bunlar din hususunda
müslümanlarla münakaşa etmiş ve en üstün dinin kendi dinleri olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Yahudiler: “Yahudi olun, çünkü bizim peygamberimiz Mûsâ,
peygamberlerin en üstünüdür. Kitabımız Tevrât kitapların en iyisidir, dînimiz
ise dinlerin en mükemmelidir” deyip Hz. İsa’nın peygamberliğini ve İncil’i,
yine Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini ve Kur’ân’ı inkâr ettiler. Hıristiyanlar
ise: “Hıristiyan olunuz. Çünkü peygamberimiz İsa, peygamberlerin en üstünüdür,
kitabımız İncil kitapların en iyisidir, dînimiz de dinlerin en mükemmelidir”
diyerek, Hz. Mûsâ’yı ve Tevrât’ı, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i ve Kur’ân’ı inkâr
ettiler. (Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 44; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 743) Allah Teâlâ, bu âyet-i kerîmede gerçek dinin hangi din
olduğunu haber vermektedir. Bu din, Hz. İbrâhim’in şirk ve küfür gibi her türlü
bâtıl inançlardan uzak, dosdoğru tevhid dinidir. Buna Kur’an, “hanif dini”
demektedir. İbrâhim, hiçbir zaman müşriklerden de olmamıştır. Dolayısıyla bütün
bâtıl ve muharref dinleri bir kenara bırakarak işte bu dine tabi olmak gerekir.
Doğru yolu bulabilmek için yahudilerin de, hıristiyanların da müşriklerin de bu
dini kabul etmeleri lazımdır. Hz. İbrâhim’in getirdiği tevhid dininin mensubu
olabilmek, onun gereklerini yerine getirebilmek, hatta onu ihya edip
yenileyerek yepyeni bir müslüman ümmet oluşturabilmek için öncelikle şöyle
külli bir inanç sisteminin kabulüne ihtiyaç vardır: Allah’a iman ilk sırada yer
almaktadır. Çünkü o, inanç esaslarının en temel umdesidir. Sonra insanlık
tarihi boyunca Allah’ın gönderdiği peygamberler ve onlara indirdiği vahiylere
iman sözkonusu edilmektedir. Bir müslüman, Allah’a ve Kur’an’a inandığı gibi
daha önce gönderilmiş bulunan bütün peygamberlere ve onlara gelen kitaplara,
suhuflara ve diğer vahiylere inanır. Hepsinin Allah’ın gönderdiği peygamber ve
Allah’ın indirdiği vahiy olması açısından, bunlar arasında bir ayırım yapmaz.
Bunlardan bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek gibi dinin tabiatına
aykırı bir davranış içine giremez. Ancak o, bütün benliği ile Allah’a ve O’nun
emirlerine teslim olur. Allah’ın rızâsına uygun müslüman ve mü’min olabilmenin
gereği budur. Bu bakımdan diğer insanlar; yahudi, hıristiyan ve müşrikler, müslümanların
inandıkları gibi inandıkları takdirde hidâyete erecek, doğru yolu bulacaklardır.
Dolayısıyla onlara, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ve Kur’an’a iman
etmeleri şart koşulmaktadır. Böyle bir imanı kabul etmediklerinde ise tevhitten
kopacak ve ihtilaf, anlaşmazlık, tefrika ve münakaşanın içine
yuvarlanacaklardır. İslâm’la dostluk ve ülfet yolunu terk edecek, ona ve
taraftarlarına düşmanlık yolunu seçmiş olacaklardır. Bu noktada Cenab-ı Hak
Peygamber Efendimizi teselli etmektedir. Özellikle yahudi ve hıristiyanların
menfi düşünce ve davranışları karşısında üzülmemesini, zira Allah’ın yardımının
onun için yeterli olacağını haber vermektedir. O, her şeyi işitmekte ve
görmektedir. Nitekim Allah Teâlâ, bu yüce va‘dini, Benî Kurayza yahudilerinin
öldürülmesi ve esir edilmesiyle, Benî Nadir yahudilerinin
Medine dışına çıkarılıp Şam ve diğer yerlere sürülmesiyle ve Necrân hıristiyanlarının
da zelîl bir şekilde cizye vermeyi kabul etmeleriyle yerine getirmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 792) 138. ayette “Allah’ın boyası” şeklinde tercüme edilen صِبْغَةُ
اللّٰهِ (sıbğatullah) ifadesine müfessirler: “İslâm, İslâm boyası, Allah’ın
ezelî-ebedî değişmez dini, Allah’ın insan tabiatına lütfetmiş olduğu temiz
fıtrat, sünnetullah dediğimiz ilâhî kanunlar, Allah’ın hücceti” gibi mânalar
vermişlerdir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 792; Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IV, 78-79) Dolayısıyla bu ifade ile inanç, ibâdet,
ahlâk ve muâmelâtıyla Allah yanında yegane din olan İslâm dini kastedildiği
anlaşılmaktadır. Aynı zamanda bu hak dine uyma ve onu yaşama sayesinde elde
edilen ruhî ve ahlâkî kemal de sözkonusu edilmektedir. Diğer taraftan ayette dolaylı olarak hıristiyanların
vaftiz uygulamalarının yanlışlığı ortaya konmaktadır. Zira onlar, yeni doğan
çocukları sarımtırak boyalı bir suya batırarak gerçek hıristiyanlığa
soktuklarına, onunla boyadıklarına inanırlardı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 792) Kur’an’a göre, böyle göstermelik işler ve sembolik
uygulamalarla gerçek dindarlığa ulaşılamaz. Gerçek iman, sadece boyalı suya
girip çıkmakla kazanılamaz. Hakiki iman ancak Allah’ın boyasıyla boyanmak ve
insanın temiz fıtratının gereği olan hak dinle bezenmekle elde edilir. Böyle
bir dinin muhtevasında yaşayarak öğrettiği güzel ahlâk ile ahlâklanmak, onun mânevî
zinetleriyle süslenmek ve örnek bir müslüman şahsiyet seviyesine
yükselebilmekten daha güzel bir şey düşünülemez. Hele vaftiz gibi sunî
uygulamalar böyle bir dinin ve inancın yerini asla tutamaz. Maddi âlemde;
bitkilerde, ağaçlarda, çiçeklerde, insanların yüzlerinde seyredilen Allah’ın
fıtrî boyasından daha güzel boya olamayacağı gibi, mânevî âlemde de iman, İslâm,
ihsan, ihlas, takvâ, ilâhî aşk ve muhabbet boyası, boyaların en güzelidir.
Dolayısıyla müslüman, kendisine ve genel olarak insanlığa bu güzellikleri
bahşetmiş olan Allah’a lâyık olduğu şekilde kulluk etmelidir. Bu kulluğunu “Biz, yalnızca
O’na kulluk ederiz” (Bakara 2/138) şeklinde bir şükran ifadesi olarak da dile getirmelidir.
Ehl-i kitap böyle bir kulluk anlayışını benimseyecek
yerde Allah ve peygamber gibi en temel dinî esasları tartışma konusu
yapmışlardır: |
|
Bakara / 139 |
Ehl-i kitap, daha önce peygamberlerin pek çoğu
onlardan gelmesi sebebiyle, nübüvvetin kendilerine daha lâyık olduğunu söylüyor
ve İsrâiloğulları dışından peygamber gelmesini reddediyorlardı. Din ve imana,
putlara tapan Araplardan daha müstehak olduklarını iddia ediyorlardı. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IV, 80) Kendilerinin Allah’ın oğulları ve
dostları olduklarını zannediyor (Mâide 5/18); cennete ancak, yahudi veya hıristiyan
olanların girebileceğini sanıyor (Bakara, 2/111) ve insanlara hidâyete
erebilmeleri için yahudi veya hıristiyan olmalarını (Bakara 2/135)
öneriyorlardı. Hâsılı onlar, son Peygamberin Araplardan gelmesini bir
türlü hazmedemiyor ve Allah’ın bu takdiri hususunda sürekli bir münakaşa ve
mücadele içine giriyorlardı. Halbuki buna hakları olmadığı gibi, gerek de
yoktur. Çünkü Allah, herhangi bir ırkın değil, bütün insanların Rabbidir. O,
dilediğini yaratmada, seçmede ve istediğine istediğini vermede mutlak tasarruf
sahibidir. O’nun iradesini sınırlandıracak hiçbir kuvvet yoktur. Diğer taraftan
herkesin ameli kendine aittir. Hiç kimse bir diğerinin ne günahını
yüklenebilecek, ne de yaptığı iyilikten fayda görebilecektir. Yaratılmışların
Allah ile bir nesep bağı yoktur. Herkes ancak O’nun emirlerine riayeti
nispetinde bir şeref ve üstünlük elde edebilecektir. O halde faydasız
tartışmaları bir tarafa bırakarak, son derece lüzumlu olan hususlara ehemmiyet
vermek gerekir. Allah’a ihlasla kulluk etmek, O’na gönülden bağlanmak ve O’nun rızâsına
ermek için çaba ve gayret gösterilmelidir. Zira ihlâs; ameli şirk ve
gösterişten temizlemek, daha açık bir ifadeyle onu kulların mülâhazasından
arındırmaktır. İşte Hz. Peygamber ve ona inanan müslümanlar bu yolda
yürümektedirler. Dolayısıyla ey Ehl-i kitap ve diğer insanlar siz de bu yola
girmelisiniz! Böyle davranacak yerde, sağa sola kıvranıyor ve
kendinize bir çıkış yolu aramaya çalışıyorsunuz: İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yakup
ve torunlarının yahudi veya hıristiyan olduğunu söylüyorsunuz. Halbuki bunların
yahudi veya hıristiyan olmaları imkân dışıdır. Zira Tevrat ve İncil Hz. İbrâhim’den
sonra indirilmiş (Âl-i İmrân 3/65), yahudilik
ve hıristiyanlık isimleri de bu peygamberlerden asırlarca sonra ortaya
çıkmıştır. Nitekim “yahudi” kelimesi, Hz. Ya’kub’un oğullarından Yahuda’nın
ismine nispetle türetilen ve başlangıçta Yahuda nesline mensup olanları ifade
eden bir kabile ismidir. Ancak Hz. Mûsâ’dan en az yedi yüzyıl sonra İsrâil
soyuna aynı zamanda yahudi, bunların dini inançlarına da yahudilik denilmiştir.
“Hıristiyan” kelimesi ise ilk defa Hz. İsa’dan sonra Antakya’daki İsâ (a.s.)’a
inananlar için ve sadece onlarla sınırlı olarak kullanılmıştır. Bu sebeple
âyette anılan peygamberlere ne dinî ne de ırkî anlamda yahudi veya hıristiyan demek mümkün değildir. (Karaman
ve diğerleri, Kur’an Yolu, I, 223-224) Bu gerçekleri en iyi bilen şüphesiz Allah’tır. O
peygamberlerin dinleri, aynen Hz. İbrâhim’de olduğu gibi, yahudilik ve hıristiyanlık
değil, hanîfliktir. (bk. Âl-i İmrân 3/67) Allah’ın, başlangıçtan itibaren
insanlara bildirdiği ve insanın tabiatına en uygun olan tevhid dinidir. Allah
Resûlü’nün getirdiği ve tebliğ ettiği de aynı dininin devamıdır. Yahudi ve hıristiyan
din âlimleri de bu gerçeği bilmekte, fakat bunu kendi toplumlarından gizlemekte
idiler. Şu bir gerçek ki, böyle ilâhî hakikatlere ait bilgileri ve delilleri
gizlemek, büyük bir haksızlıktır. Böyle davranandan daha büyük zalim yoktur.
Ayetin sonundaki “Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara
2/140) ikazı da, işlenen bu günahın ağırlığına ve büyüklüğüne dikkat
çekmektedir. İsmi geçen bu peygamberler ve tabileri bir ümmet
idiler. Tarihin bir bölümünde vazife ve hizmetlerini ifa edip dünyadan göçtüler.
Yaptıkları iyilikler ve kazandıkları mükâfatlar onlara aittir. Şimdi sıra
sizdedir. Şu an bir hayat imtihanı vermektesiniz. O peygamberler ve sâlih
insanlarla kurmaya çalıştığınız ırkî veya dinî irtibatlar size bir fayda
sağlamayacaktır. Size esas fayda verecek olan, kendi hür iradenizle karar verip
yaptığınız hayırlı işler olacaktır. Bu sebeple, boş ve faydasız sözlerden
uzaklaşarak güzel ameller yapmaya çalışın. Sizi ilgilendirmeyen şeyleri
bırakıp, ilgilendiren şeylere önem verin. Şunu bilin ki siz, sadece kendi
yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz; öncekilerin yaptıklarından sorumlu
tutulmayacaksınız!
Buraya kadar âyet-i kerîmeler, Allah’tan gelen dinin
birliğini ve peygamberlerin toplumlarına hep aynı mesajı getirdiklerini beyân
ederek inanç ve amel itibariyle kalplerde ve ruhlarda bir birlik oluşturmaya
çalıştı. Şimdi ise mü’minlerin hem ruhen hem de bedenen birliğini temin edecek
önemli bir ilâhî hüküm olan kıble mes’elesine geçilmektedir: |
|
Bakara / 142 |
Sözlükte
“yön” mânasına gelen “kıble”, dini terim
olarak “namaz kılarken döndüğümüz istikâmetin” adı olmuştur. Müslümanlar,
hicretten önce Mekke’de Kâbe’ye yönelerek namaz kılıyorlardı. Allah Resûlü (s.a.s.),
Medine’ye hicret edince Allah’ın emriyle yahudilerin kalplerini İslâm’a
ısındırmak için ve daha başka hikmetlerle on altı veya on yedi ay süreyle
Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kıldı. Fakat Efendimiz, kıblenin Kâbe tarafına
çevrilmesini çok istiyordu. Bu âyet-i kerîmelerin nüzûlüyle Kâbe, kıyamete
kadar müslümanların kıblesi oldu. (Buhârî, Salât 31; Müslim, Mesâcid 13) Allah Teâlâ, henüz kıblenin değiştirilmesi ile
alakalı emir gelmeden önce bu hususta Peygamberimiz ve müslümanları
hazırlamaktadır. Akıl ve izandan mahrum bir kısım beyinsizlerin böyle bir durum
karşısında takınacakları tavra dikkat çekmektedir. Onlar, ilâhî emri kabule
yanaşmayacak ve itiraz edeceklerdir. Dolayısıyla Peygamber ve mü’minler, buna
hazır olmalı ve böyle huzursuz edici sözlerin söylenmesi halinde sıkıntıya
düşmemelidirler. Diğer yönden âyet, kâfirlerin itirazlarına nasıl cevap
verileceğini öğretmektedir: Doğu da batı da bütün yönler Allah’a aittir. O,
bunlardan istediğini dilediği vakit kıble olarak tayin edebilir. Dilediği
kullarını sırât-ı müstakîme, en doğru olana ve en güzel yöne yönlendirir.
Mutlak irade, hüküm ve icrâ yetkisi O’nundur. O halde sefihlerin ileri geri
konuşmalarının bir mânası yoktur. Bunları dikkate almamalı ve gereken ne ise o
yapılmalıdır. Cenab-ı
Hak, ümmet-i Muhammed’i en doğru yola iletmek suretiyle onları vasat bir ümmet
yapmıştır. “Vasat ümmet”, her bakımdan aşırılıklardan uzak, adâletli, dengeli
ve hayırlı; her türlü inanç, amel, hal ve davranışlarında insaflı, ölçülü ve
uyumlu olan örnek bir toplum demektir. Onlar, dünya ile âhiret, madde ile mâna
arasındaki dengeyi en iyi bir şekilde tesis ederek âhenkli ve mutedil bir hayat
sürerler. Allah, din, insan, dünya ve âhiret telakkileri mükemmeldir. Bu
halleriyle onlar, bütün insanlara, bütün toplumlara örnek teşkil ederler. Bu
ümmet merkez ümmettir. Bütün ümmetleri görebilen bir mevkidedir. Mesela وَسَطُ الْمَد۪ينَةِ (vasatu’l-medine)
şehir merkezi demektir. Muhammed ümmeti hiçbir peygamberi dışlamamakta, hepsini
kabul etmekte, hepsine gelen vahiyleri kabul edip değerlendirmektedir. Dolayısıyla
bütün ümmetlerin merkezinde olmayı hak etmektedir. Şâhit vasfının bir gereği
olarak hepsini görmektedir, peygamberi de onu görmektedir. Şâhit
kelimesinin “gözetim altında tutma” anlamı da vardır. Buna göre bütün insanları
gözetim altında tutma görevini Allah müslümana vermektedir. Buna göre demek ki
Allah Teâlâ, müslümanların bütün insanları kontrol etme gücünde olmasını murat
etmektedir. Bunun için müslümanların da Resûlullah (s.a.s.)’in gözetimi ve
kontrolü altında bulunması gerekmektedir. Hâsılı müslüman Peygamberi’nin, gerek
yahudi, gerek hıristiyan bütün insanlar da müslümanın kontrolünde olmalıdır. Şâhit,
davacıyla davalı arasında ortada, tarafsız, adil, yalnızca gerçeği söyleyen,
sözü dinlenir ve sözüne itibar edilir kimse mânasına da gelir. Bu açıdan bakıldığında
hal, hareket ve davranışları bakımından örnek alınabilecek kimselere de şâhit
denilir. Bu mânada Cenab-ı Hak, Muhammed ümmetini insanlar arasında hakşinas,
doğru sözlü, adil, dürüst, iyi ahlâk sahibi, ilim ve irfanla seçkin, şâhitlik etmeye
layık, önder bir cemaat kılmak ve böylece tam mânasıyla adil ve hakim bir ümmet
teşkil etmek için, Resûlullah (s.a.s)’in izinde insanları yeni bir sırât-ı
müstakîme yönlendirmiştir. Dolayısıyla çeşitli toplumlar arasında İslâm ümmeti,
bu mesuliyetinin şuurunda olması ve bu vazifesini unutmaması gerekir. Bu sayede
müslümanlar diğer insanlara şâhit ve örnek olacak; Peygamber de onlar üzerine şâhit
ve onlar için uyulacak, ardına düşülecek bir önder olacaktır. “Allah Resûlü’nde
sizin için; Allah’a ve âhirete kavuşmayı uman ve Allah’ı çok çok zikreden
kimseler için her bakımdan uyulması gereken mükemmel bir örnek vardır”
(Ahzab 33/21) âyetinin işaretiyle, Muhammed ümmeti Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’i her
türlü söz, fiil ve davranışlarında kendilerine şâhit tutar, imam ve önder kabul
eder; bir örnek, bir nümûne-i imtisal edinirler, onun getirdiği sırat-ı
müstakim üzerinde giderlerse bütün insanlar onların arkasından yürür ve onları
kendisine imam tanır, hakkın açığa çıkması için onların söz ve görüşlerine başvururlar.
Hâsılı ümmetin diğer toplumlar nezdinde delil ve örnek olması, her şeyden önce
onların Kur’an’a ve sünnete uygun yaşamasına bağlıdır. (Elmalılı, Hak Dini, I,
525) Bu
hususta Kur’an ve sünnetin talimatlarına uygun hareket etmek gerektiği gibi, namaz
kılarken nereye yönelmemiz gerektiği hususunda da aynı dikkati göstermelidir.
Nitekim kıble ilk zamanlar Beytullah iken sonra Beyt-i Makdise sonunda da
tekrar Beytullah’a çevrildi. Şüphesiz kıblenin Beyt-i Makdis’ten Kâbe’ye
çevrilmesinde pek çok hikmet vardır. Bunlardan biri, Allah Resûlü’ne gerçekten
inanıp tabi olan samimi mü’minlerle, böyle olmayanları birbirinden ayırmaktır.
Allah’tan gelen her emre kayıtsız şartsız tabi olacaklarla, bahaneler ileri
sürerek itaatten yüz çevirecekleri ortaya çıkarmaktır. Gerçekten de kıble değişikliği,
müslümanları sevindirirken diğerleri için bir fitne sebebi olmuştur. Özellikle
yahudiler ve münafıklar bunu bir dedikodu vesilesi yapıp Allah Resûlü’ne dil
uzatmaya kalkışmışlardır. Kıble değişikliği, Allah’ın hidâyet ettiği kimseler
dışında kalanlara çok ağır gelmiştir. Zira alışılmış şeyleri terk etmek zordur.
Fakat Allah’ın emrettiği hükümlerin belli bir hikmete bağlı olduğunu bilenler,
O’na itâat edenlerin kurtulup mutlu olacaklarını, O’na isyan edenlerin ise şakîlerden
olup hüsrâna uğrayacaklarını yakînen kabul edenler için bir sıkıntı ve zorluk
sözkonusu değildir. Fakat yahudi ve münafıkların menfi konuşmaları sebebiyle
bir kısım müslümanlar, kıble değiştirilmeden önce Beyt-i Makdis’e doğru namaz
kılan ve bu hal üzere ölen mü’minler hakkında endişeye kapıldılar. Ayetin, “Allah
sizin imanınızı, önceden Beyt-i Makdis’e yönelerek kıldığınız namazları zayi
etmeyecektir” (Bakara 2/143) kısmı,
onların bu endişe ve üzüntülerini gidermek üzere gelmiştir. (Buhârî, Tefsir 2/12)
Çünkü Allah, insanlara çok şefkatli, çok merhametlidir. Şefkat ve merhamet
adına ne varsa hepsinin kaynağı O’dur. Dolayısıyla Allah, kendisine iman ve
itaatin gereği olarak yapılan amelleri kabul eder. Onların mükafatlarını zayi
etmez. Hatta imanları sebebiyle kullarının günahlarını affeder ve onları
durmadan rızıklandırır. Dolayısıyla bu hususta bir endişeye kapılmaya gerek
yoktur.
Kıblenin
değiştirileceği hususunda yapılan ilmi, fikrî ve siyasî bir hazırlıktan sonra
şimdi de namazda Kâbe’ye dönülmesiyle alakalı kesin hüküm gelmektedir: |
|
Bakara / 144 |
Resûl-i
Ekrem Efendimiz, Kâbe’nin kıble olmasını gönülden istiyordu. Bu ümit içerisinde
zaman zaman yüzünü edeple göğe doğru çeviriyordu. Artık kıblenin değiştiğini
haber veren vahyin gelmesini bekleyip duruyordu. Adeta gökten Cibrîl’in yolunu
gözlüyor ve bir an önce yahudilerin kıblesinden ayrılıp atası Hz. İbrâhim’in
kıblesi olan Kâbe’ye yönelmeyi arzu ediyordu. İşte yukarıdaki ayetler bu sebeple
nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 46) Bu
ayetlerle eski kıble olan Beyt-i Makdis’e yönelmek kaldırılmış ve namazda
Kâbe’ye dönmek farz kılınmıştır. Yanında bulunanlar bizzat Kâbe’ye, uzağında
olanlar ise çoğunluğun görüşüne göre Kâbe tarafına yönelirler. Ayette bizzat
“Kâbe”ye denilmeyip, “Mescid-i Haram tarafına” buyrulması buna işaret kabul
edilmiştir. Zira Mescid-i Haram, Kâbe’nin kendisi değil, çevresindeki Harem-i
şeriftir. Burada savaş, kavga ve her türlü saldırı yasaklandığı ve tam bir emniyet
hedeflendiği için oraya “harem” bölgesi denilmiştir. Allah
Teâlâ, Hz. Peygamber’e Mescid-i Haram’a yönelmeyi emrettikten sonra aynı emri
mü’minler için de tekrarlamaktadır. Bundan maksat, Kâbe’nin bütün mü’minlerin
kıblesi olduğunu beyân ve ümmeti ona uymaya teşvik etmektir. Kıyamete kadar
bütün zamanlar ve bütün mekanlarda, nerede olursak olalım namaz kıldığımızda
Kâbe tarafına dönmemiz lazımdır. Zaruri durumlar bunun dışındadır. Ehl-i
kitap, kıblenin Allah tarafından Kâbe’ye çevrildiğini ve bunun Peygamber’in
kendiliğinden ihdas ettiği bir şey olmadığını çok iyi biliyorlardı. Çünkü
kitaplarında Rasulüllah (s.a.s.)’in Beyt-i Makdis’ten sonra Kâbe’ye doğru namaz
kılacağı haber verilmekteydi. Ancak onlar, inat ve hasetleri sebebiyle bu
tahvil işinin Hz. Peygamber tarafından uygulandığını iddiâ ediyorlardı. Bu
sebeple onlara hangi delil, hangi mûcize getirilse getirilsin, bu inatlarından
vazgeçmeleri ve İslâm’ın kıblesine dönmeleri mümkün değildir. Bu hüküm, kâfir
olarak ölecekler için geçerlidir. Sonradan hidâyete erecek kimseler için geçerli
değildir. Peygamber ve müslümanların da onların kıblesine yönelmesi mümkün
değildir. Çünkü bu hüküm, imanı ve dinin aslını ilgilendiren bir hükümdür. İşin
ilginç yanı, ikisi de aynı kitabın taraftarları olan yahudi ve hıristiyanlar da
birbirlerinin kıblesine itibar etmezler. Bilakis her biri kendi kıblesinde
ısrar ederler. Bu, kesin bir bilgiye dayandıklarından dolayı değil, sadece
nefislerinin bir arzusudur. Bu sebeple ayetin sonunda Allah Resûlü ikaz
edilmektedir: Kendisine dini mevzularla alakalı herhangi bir vahiy ve bilgi
geldikten sonra Ehl-i kitap veya diğer insanların arzularına uymanın büyük bir
yanlışlık, haksızlık ve zulüm olacağı vurgulanmaktadır. İnsanların arzularını
bırakıp sadece vahye tabi olma hususunda öncelikle Peygamberimiz, onun şahsında
da bütün müslümanlar uyarılmaktadır.
Devam
eden ayette Ehl-i kitabın bir diğer yönüne temas edilmektedir: |
|
Bakara / 146 |
Ehl-i
kitap, özellikle de yahudi ve hıristiyan din adamları, kutsal kitaplarında yer
alan bilgilerden hareketle Peygamber Efendimizi, ona yeni bir kitap, yeni bir
din verileceğini ve tabii olarak bir kısım yeni düzenlemelerin yapılacağını
biliyorlardı. Ki, kıblenin değiştirilmesi de bunlardan biridir. Hal böyle iken
onlar, bile bile gerçekleri gizliyorlardı. Çünkü onlar da bir peygamber bekliyorlar
ve fakat bunun kendi kavimleri arasından çıkması gerektiğini düşünüyorlardı. Bu
sebeple Araplar arasından fakir bir aile çocuğunun, yetim bir yavrunun büyüyüp
peygamber olmasını hazmedemiyorlardı. Dolayısıyla onun peygamberliğini,
tebliğini ve getirdiği hükümleri reddediyorlardı. Böylece kendi kutsal
kitaplarının verdiği gerçekleri de gizlemiş oluyorlardı. Onların gerçekleri
gizlemelerinin bir anlamı ve değeri yoktur. Çünkü Allah Teâlâ, gerekli bütün
hükümleri Peygamberine vahyetmektedir. Kıble ile ilgili hüküm de bunlardan
sadece biridir. O halde herhangi bir zihni karışıklığa ve şüpheye düşmeye gerek
yoktur. Her şey ayan beyân ortadadır.
O
halde siz şüphe, kuruntu ve hayalleri bir tarafa bırakarak Allah’ın emrine
sarılmaya ve hayırda yarışmaya çalışın: |
|
Bakara / 148 |
Herkesin;
her bir millet ve ümmetin değişik maksatlarla yöneldiği bir takım yönler
vardır. Yahudiler ve hıristiyanlar gibi farklı din mensupları, ibâdet ve
ayinlerini, kendi adetleri gereği belli bir yöne yönelerek yerine
getirirler. Bunlardan herhangi birinin,
mesela yahudilerin yöneldiği Beyt-i Makdis’in mutlaka kıble olarak sonsuza
kadar devam ettirilmesi şart değildir. Bundan böyle İslâm ümmetinin kıblesi,
Kâbe’dir. Bütün müslümanlar, namaz kılarken buraya yönelmelidirler. Yeryüzünün
çeşitli bölgelerinde bulunan müslüman halkların Kâbe’ye yönelecek bir yönleri
vardır. Kuzey halkı, Kâ’be’nin kuzey tarafına, güney halkı güney tarafına, doğu
halkı doğu tarafına, batı halkı batısına, aradakiler de aradan bir yöne
yönelirler. Hepsinin yönleri farklı olmakla beraber tamamı, bir Kâbe etrafında
toplanmış olmaktadır. Böylece ona yönelen yeryüzündeki bütün müslümanlar, adeta
Kâbe’nin etrafında sıra sıra yuvarlak saflar yaparak, düzenli, intizamlı ve tek
hedefe yönelmiş büyük bir cemaat teşkil etmektedirler. O
halde bundan böyle en mühim düstur, hayır yollarına koşmak ve hayırda
yarışmaktır. “Hayır”, Allah ve Rasûlü’nün emir ve tavsiye buyurdukları her
husustur. Mü’minler, Allah’ın emrine uygun olarak hayırlarda yarışmalıdırlar.
Kıbleden maksat da böyle düzenli bir beraberlikle hayır yarışına girişmektir. müslümanlar,
diğer din mensuplarından daha fazla hayır yapmalı, onları geçmeli, çeşitli
yönlerde, başka başka beldelerde bulunduklarından dolayı aralarında ictimai bir
birlik olmadığını düşünmemelidirler. Çünkü her nerede olurlarsa olsunlar, Allah
hepsini bir araya getirir. Aynı kıbleye yönelmek suretiyle, yön farklılığına
rağmen hepsi bir cemaat olur, hepsi Mescid-i Haram içinde namaz kılıyor gibi
düzenli bir sosyal cemaat hali elde eder ve mükâfatlarını da o şekilde alırlar.
Yine Allah, bütün insanları öldürecek, tekrar diriltecek ve hepsini hiçbir
eksik olmadan mahşer yerinde toplayacaktır. Dünyada tek kıbleye yönelip orada
toplandığınız gibi âhirette de sadece Allah’ın huzurunda toplanacaksınız.
Dolayısıyla kalbinizin kâbesi şimdiden Cenâb-ı Hak olsun. Bunların hepsini
gerçekleştirmek mümkündür; çünkü, Allah her şeye güç yetirendir. Namaz
kılarken Kâbe’ye yönelmek sadece mukim olanlar için değil, aynı zamanda sefere
çıkanlar için de farzdır. Ayetler bu hususu önemle vurgulamaktadır. Hem
Peygamberimiz hem de mü’minlere, sefere çıktıkları zaman karada, havada, denizde
nerede olurlarsa olsunlar mutlaka namazda kıbleye dönmelerini tekrar tekrar
emretmektedir. Zira bu, Allah’ın kesin bir buyruğudur. Yüce Allah, böyle irade
buyurmaktadır. Allah, kimsenin yaptığından gafil değildir. Emre uyanlarla
uymayanları, hayırda yarışanlarla tembel davrananları çok iyi bilmektedir.
Onlara gerektiği şekilde muamele edecektir.
Hem
mü’minler nerede olurlarsa olsunlar Kâbe’ye yönelmelidirler ki, içlerinden
zulmedenleri hariç, insanların kendi aleyhlerine ileri sürecekleri ve
tutunacakları bir delilleri olmasın. Bu davranışları, hem “Tevrat’ta vasfı
geçen peygamberin kıblesi Kâbe’dir. Halbuki Muhammed, Beyt-i Makdis’e
yöneliyor” diyen yahudilerin, hem de: “Muhammed kendisinin İbrâhim milletinden
olduğunu söylediği halde onun kıblesine muhalefet ediyor” diyen Arapların haklı
sayılabilecek delillerini ortadan kaldıracak ve onları hüccetsiz bırakacaktır.
İçlerinden zulmedenler ise, hiçbir delil ve mesnet tanımadan ağızlarına geleni
söyleyeceklerdir. Onların bu şekildeki belgesiz, delilsiz ve haksız sözlerini
asla dikkate almamak gerekir. Dolayısıyla Kâbe’ye yönelmek konusunda onlardan
korkmayın, size düşman olup saldırmalarından veya sizi kınamalarından
çekinmeyin. Çünkü bunlar size hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Ancak Allah’tan
korkun ve onun emrine uyun. Sizin dünya ve âhiret faydanıza olan emirlerine
itaat edin. Böylece Allah, size olan nimetlerini tamamlasın da hidâyet üzere
yolunuza devam edesiniz. Allah’ın bütün emirlerinde olduğu gibi, kıblenin Kâbe
olması da büyük bir nimettir. İslâm ümmetinin teşekkülü, büyümesi ve yükselmesi
açısından onun sağlayacağı faydalar pek çoktur. Cenab-ı Hakk’ın bu ümmete
lutfettiği en büyük nimetlerden biri de hiç şüphesiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’i
onlara peygamber olarak göndermesidir: |
|
Bakara / 151 |
Peygamberimiz
(a.s.), her hususta insanlara model olabilecek beşer bir elçidir. Örnek
alabilmemiz açısından insan olması son derece önemlidir. O, sistemini bütünüyle
ilim, irfan ve ahlâk üzerine kurmuştur. Âyet-i kerîme onun asıl vazifelerini
sayarken bu noktaya dikkat çekmektedir: O Peygamber, ümmetine her biri bir ilim
ve irfan kaynağı olan Allah’ın âyetlerini okuyor, onları her türlü günah ve ahlâksızlık
kirlerinden arındırıp tertemiz yapıyor, onlara Kur’an’ı ve hikmeti öğretiyor ve
yine onlara bilmedikleri ve akıllarıyla asla bilemeyecekleri imanî esasları,
uhrevî bilgileri, yaratan ve yaratılana ait varlığın sırlarını öğretiyor.
Bundan daha büyük nimet olabilir mi? Dolayısıyla
Allah’ın nimet, rahmet ve yardımına nâil olabilmek için Hz. Peygamber’in
getirdiği davete kulak verip bize okuduğu ayetleri anlamak, nefsimizi tezkiye
ve ruhumuzu tasfiye ederek ahlâkımızı güzelleştirmek, onun öğrettiği şekilde
Kur’an’ı ve sünneti özümseyip kavramak, bilmediğimiz fakat öğrenmemiz lazım
gelen şeyleri de öğrenerek ilim ve irfanda gelişmek mecburiyeti vardır. Cehalet
karanlıklarından kurtulup ilim, irfan ve medeniyetin aydınlığına kavuşmak,
böylece insanlığa örnek ve önder bir seviyeye yükselmek ancak bu yolla mümkün
olabilecektir. Bütün
güç, kuvvet ve kudret Allah’a ait olduğundan, öncelikle O’na tam olarak
bağlanmak ve O’nun yardımını celbetmek esastır. Bütün başarıların temelinde bu
gerçek yatmaktadır. Bu bakımdan Allah Teâlâ bize üç mühim vazife vermektedir:
Zikretmek, şükretmek ve nankörlük etmemek. Biz
Allah’ı zikredince, Allah da bizi şanına uygun bir tarzda zikretmekte; rahmet
ve yardımda bulunmaktadır. Kulluğumuzu kabul buyurmakta, tevbe ve
istiğfarlarımızı işitmekte ve dualarımıza icâbet etmektedir. Hadis-i kudside
şöyle buyrulur: “Kulum beni zikrettiğinde ben onunla beraberim. O beni kendi
içinde zikrederse ben de onu zâtımda zikrederim. O beni bir topluluk içinde
zikrederse, ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde
zikrederim.” (Buhârî, Tevhid, 15) Allah’ı
zikir dille, kalple ve bedenle olur. Dille zikir, Allah
Teâlâ’yı en güzel isimleriyle anmak, O’na hamd etmek, O’nu tüm noksanlıklaran
pak ve uzak tutmak, kitabını okumak ve dua etmektir. Kalb ile zikir, Allah’ı
gönülden anmak, O’nun varlığının delilleri, isim ve sıfatları üzerinde
düşünmektir. Bedenle zikir ise vücudun azalarından her birinin görevli
bulundukları vazifeyle meşgul ve dopdolu olması, kendilerine yasaklanan
şeylerden uzak bulunmasıdır. Büyük
velilerden Ubeydullâh Ahrâr (k.s.), Allah Teâlâ’nın zikriyle eriyebilmek için
şöyle bir yol tavsiye eder: “Hayal
et ki, dünya yeşil bir kubbedir. Onun içinde de Allah’tan başkası yoktur; bir
de sen varsın. Bu hâlinle Allah’ı anmaya devam et ki, ezilip eriyip gitme
tecellisi seni sara… Bundan sonra sana ihtiyaç kalmaya, ancak O (c.c.) kala…” (el-Hadâiku’l-Verdiyye,
s. 474) Şükür,
verdiği nimetlerden dolayı kulun Allah’a teşekkür etmesi, minnettarlık duyması,
bunu söz ve amelleriyle göstermesidir. Dolayısıyla şükür de yine bu üç yolla
yani dil, kalp ve bedenle yerine getirilir. Kul, şânına layık bir şekilde
Allah’ı zikredecek, Allah da kulunu şanına layık bir şekilde anıp
hatırlayacaktır. Yine kul, verdiği nimetlerden dolayı Rabbine teşekkür edecek
ve fakat O’na asla nankörlük etmeyecek, nimetlerini görmezden gelmeyecektir.
Şükür nimetin artmasına, nankörlük ise nimetin elden gidip ilâhî azabın
inmesine sebeptir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Şâyet şükrederseniz size olan
nimetlerimi artırır da artırırım. Yok eğer nankörlük ederseniz, şunu bilin ki
benim azabım çok şiddetlidir.” (İbrâhim 14/7)
Şu
kadar var ki müminler, “Beni zikrediniz!” emri karşısında acizliğini
hissederek, önce “Rabbimiz! Sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım
isteriz” (Fâtiha 1/4) sözünü hatırlayarak Rabbini zikretmek ve O’na
şükretmek için yine Allah’tan yardım isteyecektir. Bu sebeple devam eden ayette
iman edenlere hitaben şöyle buyrulmaktadır: |
|
Bakara / 153 |
Allah’ın
yardımını kazanabilmek için gösterilen birinci yol sabırdır. Sabır, ahlâkî
güzelliklerin temelidir. Kalbî amellerin en zorudur. Nefsin arzularını
frenleyebilmenin, günahlardan uzak durabilmenin, her türlü bela ve musibetlere
göğüs gerebilmenin yegane ilacıdır. İmandan sonra takip edilecek yolun başı
sabır, ahlâkın başı sabır, ilmin başı sabır, amelin başı sabır, kısaca bütün
başarıların başı sabırdır. İnsan hem ruhen hem de bedenen nefsini terbiye
edecek; sabır ve tahammüle, kararlı ve metin olmaya alışacak, böylece Allah’ın
yardımının ilk sebeplerinden birini elde etmiş olacaktır. Aksi halde en ufak
bir sıkıntı ve acı karşısında korkmak, sızlanmak, ümitsizliğe ve gevşekliğe
düşmek gibi ahlâki zafiyetler baş gösterir. Sabır iki yönlüdür. Birincisi hoşa
gitmeyecek durumların acısına tahammül göstererek onların güzel neticelerini
beklemektir. Bu, acı ilaçlarla tedavi olmaya benzer. Hoşumuza gitmese de onları
kullanırız. İkincisi ise çabucak gelecek olan lezzet ve şehvetlerden uzak durarak
onların hazin sonuçlarından sakınmaktır. Bu ise zehirli tatlılardan sakınmak
gibidir. Görüldüğü
üzere sabır kalbî amellerin, namaz ise yapılması emredilen zahiri amellerin en
önemlisi ve aynı zamanda en zorudur. Namaz, mü’minin miracıdır. İlâhî yardımın celbi
için en mühim vasıtalardan biridir. Bu sebeple yüce Rabbimiz bütün
inananlardan, bu iki yolla sonsuz kudretinden yardım talep etmelerini emir
buyurmaktadır. Allah Rasulü (s.a.s.), bir durum kendisine ağır geldiğinde hemen
namaza durur ve bu âyet-i kerîmeyi okuyarak Hak Teâlâ’dan yardım dilerdi. (Bursevî,
Ruhu’l-Beyân, I, 257)
Şüphesiz
Allah, sabır ve namazla kendisinden yardım dileyenlerin dualarına icâbet etmek
ve yardımını göndermek suretiyle, bu hususta sabır gösterenlerle beraberdir. Bu
beraberlik, sabır ve namaza bağlı daimi bir murakabe ve gözetimdir. Namazın
ehemmiyetine ve faziletine dair başka ayetlerde pek çok açıklama yer alması
sebebiyle burada sabra vurgu yapılmıştır. Ayrıca namaza devam da bir sabır işi
olduğundan dolayı, sabredenlerle beraber olan Allah Teâlâ’nın, namaz kılanlarla
daha çok beraber olduğunda şüphe yoktur. Şunu da belirtmek gerekir ki, burada
sabra vurgu yapılması, bu âyetin gelecek âyetlerle irtibatını sağlamaktadır. Bu
âyetlerde ifade buyrulacak imtihan şekillerinde başarılı olabilmek için de daha
baştan sabra davet etmektedir. Nitekim en faziletli sabrın, canı Allah yolunda
kurban edip şehitlik mertebesine ulaşmak için gösterilen sabır olduğuna işaret
etmek üzere buyruluyor ki: |
|
Bakara / 154 |
Bu
âyet müslümanları, nefisle mücâhedenin ötesinde İslâmı yok etmeye azmetmiş din düşmanlarıyla
mücadeleye ve onların vereceği sıkıntılara karşı sabır ve metânetli olmaya
hazırlamaktadır. Hatta Allah yolunda seve seve can verip şehit olmaya teşvik
etmektedir.[1] Zira
Allah yolunda şehit olmak sıradan bir ölüm gibi değildir. O bakımdan âyet-i kerîme,
Allah yolunda öldürülenlere “ölü” denmesini yasaklamaktadır. Onlar, mâhiyetini
bizim bilemeyeceğimiz ve tam olarak hissedemeyeceğimiz bir hayatla diridirler.
Allah onları rızıklandırmakta ve onlara huzur dolu bir hayat yaşatmaktadır.
Bedir savaşında Ensâr’dan sekiz, muhacirlerden de altı sahâbe şehit oldu.
İnsanlar, Allah yolunda öldürülmüş olanlar için: “Falan öldü; dünya
nimetlerinden ve lezzetlerinden mahrum kaldı” diyorlardı. Bu hâdise üzerine bu âyet-i
kerîme nâzil oldu. Şu âyet-i kerîmeler ise, şehitlerin içinde bulundukları o
yüksek hayatı ve güzel hali daha derinlemesine izah etmektedir: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Aksine onlar
diridirler ve Rableri yanında rızıklanmaktadırlar. O
şehitler, Allah’ın kendilerine bağışladığı nimetlerle sonsuz bir mutluluk
duyarlar. Arkalarından gelecek olup, henüz kendilerine katılmamış olan mücâhid
kardeşleri adına da: «Onlara hiçbir korku yok, onlar asla üzülmeyecekler»
müjdesiyle sevinirler. Yine onlar, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine olan büyük lütfu
ve ihsânıyla sevindikleri gibi, ayrıca Allah’ın, mü’minlerin mükâfatını zâyi
etmeyeceği yolundaki va’dinden dolayı da büyük bir sevinç duyarlar.” (Âl-i
İmrân 3/169-171) Şehitlik gibi en güzel bir ölümle Allah’a kavuşmanın faziletinden
bahseden bu âyetlerin derin mânasını ruhuna sindirmiş olan ünlü sahâbî Selmân-ı
Fârisî (r.a.)’a bir gün: “- Bize bir tavsiyede bulun” dediler. Şu tavsiyede bulundu: “- Öleceğin zaman şu hallerin biri içinde öl: ›
Hac yolunda, ›
Allah için savaşta, ›
Allah Teâlâ’nın bir mescidini tamir ederken… Gücün yeterse bunları yap!” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 409) Zira dünya ızdırap, çile ve mihnetler diyarıdır. Zor bir imtihan
yeridir. Bu hayatı, böyle telakki etmek ve ona göre hazır bulunmak zarureti
vardır:
[1] Allah
Resûlü (s.a.s.) Efendimiz’e bir sahâbî gelerek: “Ya Rasûlallah! Birisi
kahramanlık göstermek için, birisi aile ve yakınlarını koruma gayreti için,
birisi de gösteriş için savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolundadır?” diye
sordu. Rasul-i Ekrem (s.a.s.): “Ancak Allah’ın kelimesi daha yüce olsun diye
savaşan kimse Allah yolundadır” buyurdu. (Buhârî,
İlim 45; Müslim, İmâre 150-151) |
|
Bakara / 155 |
Her insanın imtihana tabi tutulacağı hâdiseler olacaktır. Açlık ve korku; mal, can ve mahsullerin noksanlaşması gibi hususlar bunların başında gelmektedir. Rabbimiz bu yolla, belâya sabredip kadere rızâ gösterenlerle göstermeyenleri birbirinden ayırmaktadır. Çünkü belâlar, iyilerle kötüleri ayırmada ve insanların kıymetlerini belirlemede önemli bir ölçüdür. Bunlara sabredenler imtihanı kazanacak, sabredemeyenler ise kaybedeceklerdir. Bu sebeple ayetin sonunda “Sabredenleri müjdele!” buyurmaktadır. Onlar, Allah’tan geldiklerinin, yine Allah’a döneceklerinin şuurunda olan ve bütün varlıklarının Allah’a ait olduğunu bilen akl-i selim sahibi kimselerdir. Onlara büyük müjdeler vardır. Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Mü’mine herhangi bir yorgunluk, çaresiz bir hastalık, bir keder, bir eziyet veya gam isabet etse hatta bir diken batsa mutlaka bu sebeple Allah onun hatalarını bağışlar.” (Buhârî, Merdâ 1) Musîbete uğrayan kişinin, “Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz” (Bakara 2/156) demesinde pek çok fayda ve hikmet bulunmaktadır: Bu sözü söylemekle meşgul olmak o anda insanın ağzından uygunsuz birtakım sözlerin çıkmasını engeller. Belâya uğrayan kişinin kalbi tesellî bulur ve üzüntüsü azalır. Şeytanın o kişiye uygunsuz söz söyletme arzusu kesilir. Bu sözü duyanlar, aynı şeyi tekrar ederek ona uyarlar. Diliyle bunu söyleyenin kalbine güzel düşünceler ve Allah’ın kazâ ve kaderine teslimiyet arzûsu gelir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Belâya uğrayan bir kul: اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنّاَۤ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ. اَللّٰهُمَّ أَجِرْن۪ي ف۪ي مُص۪يبَت۪ي وَأَخْلِفْ لي۪ خَيراً منها «Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz. Ya Rabbi bu musîbet sebebiyle bana ecir ver ve bana aldığından daha hayırlısını bağışla» derse, Allah onu bu vesileyle mükâfâtlandırır ve ona daha hayırlısını verir.” (Müslim, Cenâiz 4) Bu sebeple Allah dostlarından Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri şöyle der: “Alan sensin veren sensin kılan sen Ne verdinse odur dahi nemiz var!” Son olarak 157. âyet-i kerîme ise sabredenlere müjdelenen ilâhî ihsanları, bağış, rahmet ve bereketi haber vermektedir. Onlara Rableri katından bol bol mağfiretler, bağışlanmalar, övgü ve senâlar vardır. “Salavât” kelimesinin çoğul gelmesi bu mânaları ifade eder. Yine onlara Rableri katından büyük ve kesintisiz bir rahmet vardır. Allah onlara dünya ve âhirette faydalı ve sevindirici nimetler ihsan edecek ve hususiyle âhirette onları her türlü zarardan koruyacaktır. Hidâyete erenler de ancak onlardır. Onlar, Allah’a teslimiyet ve kadere rızâ göstermek suretiyle en doğru yolu bulmuşlardır. Şâir ne güzel söyler: “Iztırâb-ı hâl bâdî-î sükûnet olduğu Tıfl iken mâlûmum oldu cünbüş-î gehvâreden.” (Ârif) “İnsanoğlu her ıstırap verici durumdan hemen şikâyet etmemelidir. Çünkü bu haller bazan insana kalp huzuru verecek imkanlar sağlayabilir. Ben bunu, daha küçücük çocukken ve beşikte sallanırken anladım. Önce beşiğin sallanması biraz başımı döndürür gibi oldu ama, sonra rahat ve sâkin uykulara daldığımı da inkâr edemem.”
Önceki ayetlerde insanı kemale erdirecek ve ilâhî yardımı celbedip kâfirlerle mücadele azmini kuvvetlendirecek “sabır” ve “namaz” gibi iki mühim mânevî silaha sarılmanın lüzumundan bahsedildi. Aşağıdaki ayette ise insanın bu yüksek değerlerden uzaklaşmaması için iç âleminde nefis denilen düşman ile de mücadelenin ihmal edilmemesine işaret buyrulmakta; bunun için sabır ve namazın yanında hac, umre, tavaf ve sa’y gibi nefis tezkiyesine matuf ibâdetlere de önem verilmesi gerektiği hatırlatılmaktadır. Bu ayetle aynı zamanda yakın bir tarihte Mekke’nin fethedilip Kâbe’nin putlardan temizleneceği ve İslâm fetihlerinin genişleyeceği müjdesi verilmektedir: |
|
Bakara / 158 |
Safâ
ile Merve, Kâbe’nin yakınında bulunan iki tepeciğin ismidir. Hz. Hacer, oğlu İsmâil’e
su ararken bu iki tepe arasında koşup durmuştur. Câhiliye döneminde Safâ
tepesinde İsâf, Merve tepesinde ise Nâile isimli iki put bulunuyordu. Putperest
Araplar da bu iki tepe arasında gidip geliyor ve adı geçen putların yanında
kurban kesiyorlardı. Müşriklerin devam ettirdikleri bu çirkin adet sebebiyle müslümanlar,
bu iki tepe arasında sa’y etmenin günah olabileceğini düşündüler ve bundan
çekindiler. Bu hâdise üzerine âyet-i kerîme nâzil olup, böyle davranmada bir sakınca
bulunmadığını haber verdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 62) Çünkü Allah
bu iki tepeyi, kullarının ibâdet etmesi için kutsal birer işaret kılmıştır.
Zira “şeâir”, “şâira”nın çoğulu olup insana ibâdet etme duygusu telkin eden,
hissettiren alametler, yerler demektir. Bir mânada bunlar Allah’a ibâdet etmeye
vesile olan işaretlerdir. Mü’minler, bu iki tepeyi ziyaret etmek, aralarında
sa’yetmek ve bu sırada Allah’ı zikretmek suretiyle O’na kulluk yapacaklardır.
Müşriklerin sa’yi ile müslümanların sa’yi bir değildir. Onlar kâfir olarak
böyle hareket ederken, müslümanlar, Allah Resûlü’nü tasdik ve Allah’ın emrine
itaat niyetiyle bu vazifeyi ifa ederler. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Safâ ile Merve arasında sa’yedin. Çünkü Allah burada sa’yetmenizi
sizden istemektedir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 422) اَلْحَجُّ (hac), sözlükte kasdetmek, اَلْعُمْرَةُ (umre) ise ziyâret etmek mânasınadır. Meşrû
olan hac ve umrede hem kasd yâni niyet, hem de ziyâret vardır. “Tatavvû”,
herhangi bir işi zorla değil de, gönül hoşnutluğu ile yapmak demektir. Her kim,
Allah’a yaklaşılabilmek niyetiyle herhangi bir işi gönül hoşnutluğu ile yaparsa
Allah onu mutlaka kabul buyurur. Çünkü Allah Şâkir’dir; kulundan razı olur ve
yapılan taatlerin karşılığını kat kat fazlasıyla verir. Alîm’dir; kulun yaptığı
ameli de o ameli hangi niyetle yaptığını da bilir. Âyet-i kerîme, bizleri farz
ibâdetlere olduğu gibi nâfile ibâdetlere de teşvik etmektedir. Zira farzlarla
beraber nafile ibâdetler, kulun Allah’a yaklaşması ve ilâhî muhabbete nâil
olması için çok büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Bu gerçek, hadîs-i kudside
şöyle beyân buyrulur: “Her kim benim velî bir kuluma düşmanlık ederse, ben ona karşı savaş
ilân ederim. Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan daha sevimli
herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana farzlara
ilâveten işlediği nâfile ibâdetlerle de durmadan yaklaşır; nihâyet
ben onu severim. Kulumu sevince de ben onun işiten kulağı, gören gözü,
tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse mutlaka veririm,
bana sığınırsa onu korurum.” (Buhârî,
Rikâk 38)
Kulun bu seviyeye ulaşabilmesi için, dini
bütün hakikatiyle öğrenip yaşaması, sahip olduğu imkânlar nispetinde
sorumluluğunu yerine getirmesi ve “bildiği gerçekleri gizlemek” gibi ilâhî
lânete uğramasına sebep olacak yanlış davranışlardan uzak kalması gereklidir: |
|
Bakara / 159 |
Peygamberimiz
(s.a.s.)’in nübüvveti, gönderileceği yer ve bir kısım sıfatları hem Tevrat’ta
hem de İncil’de yazılı bulunmaktaydı. Yahudi ve hıristiyan din adamları bunları
okuyup durmakta ve pekiyi bilmekte idiler. (bk. A‘râf 7/157) Fakat onlar, bu gerçekleri insanlardan
gizliyorlar ve insanları ona tabi olmaktan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Rivayete
göre Ensâr’dan bir grup, yahudi âlimlerinden bazılarına Peygamberimiz’in
Tevrat’taki vasıflarını ve ahkamla ilgili bazı âyetleri sormuşlardı. Yahudiler
bunu gizlediler ve söylemekten çekindiler. Bu hâdise üzerine âyet-i kerîme
nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 72-73) Fakat sebebin hususi
oluşu, hükmün umumi olmasını engellemeyeceğinden dolayı âyetin hükmü, dini
hükümler ve bilgilerle alakalı olarak bildiği herhangi bir gerçeği gizleyip
söylemeyen herkesi içine almaktadır. Allah
Resûlü (s.a.s.) bu hususta şöyle ikazda bulunur: “Bildiği bir ilimden
sorulup da onu gizleyen kimseye, Allah kıyamet günü ateşten bir gem vurur.”
(Ebû Dâvûd, İlim 9; Tirmizî, İlim 3) Bu
sebple meşhur muhaddis sahâbe Ebu Hüreyre (r.a.): “İnsanlar Ebu Hureyre’nin çok
hadis rivayet ettiğini söylüyorlar. Eğer Kur’ân’da şu iki âyet-i kerîme
olmasaydı, hiçbir hadis rivayet etmezdim” demiş, sonra da bu âyeti okumuştur. (Buhârî,
İlim, 42) Diğeri ise Âl-i İmrân sûresi
178. âyet-i kerîmedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 74) Dolayısıyla
Allah Teâlâ’nın, gerek Tevrat ve İncil, gerekse Kur’ân gibi ilâhî kitaplarda
haber verdiği apaçık delilleri; Allah’ın emirlerine, hükümlerine, bunlara iman
edip tabi olmanın lüzumuna işaret eden ve hidâyetin ta kendisi olan âyetleri
gizlemek haramdır ve büyük bir günahtır. Bunları gizleyen, ihtiyaç anında
söylemeyen, yaymayan ya da yayılmasına engel olan, yahut onu tamamen veya
kısmen değiştirip karıştırmak gibi yollarla gizleyenler büyük bir yanlışlık
içinde bulunmaktadırlar. Bu âyetler onlara va‘dedilen dehşet verici azap ve
tehlikeleri haber vermektedir.
Gelen
âyetler ise, ebedi saadet yolunu göstermek üzere bütün insanları böyle küfür, inkâr
ve anlaşmazlık uçurumlarından vazgeçip tevhid inancının aydınlık dünyasına çağırır: |
|
Bakara / 163 |
Din
adına kulun yapacağı ilk iş, tevhidin bir gereği olarak Allah’ın tek ilâh
olduğunu doğrulamak ve kabul etmektir. Peki “ilâh” nedir? الإله (ilâh), kendisine kulluk edilen, gönülden bağlanılıp
sığınılan ve yüceliğinin karşısında hayrete düşülen varlık demektir. الواحد (vâhid) ise eşi, ortağı, dengi ve benzeri
olmayan, her bakımdan bir ve eşsiz olan mânasına gelir. Bütün insanların ve
bütün varlıkların ilâhı, tek ve ilâhlığa yegâne hak sahibi olan Allah’tır.
O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun dışında ilâh ve ma’bud olarak telakki
edilen hiçbir varlık ulûhiyete asla layık değildir. Bu açıdan hepsi boş,
anlamsız ve bâtıldır. O halde tevhid hususunda yanlış yollara sapmış inanç
grupları ve bütün insanlık, Allah’tan başka varlıkları ilâh edinmekten vazgeçip
bir tek ilâh olan Allah’a inanmak ve sadece O’na kulluk etmek
mecburiyetindedir. Zira Allah’ın rahmet ve merhametine erişmenin tek yolu
budur. Gerçekten de Allah, yaratıklarına karşı sonsuz merhamet sahibi olan ve
onlara bol bol nimetler verendir. Kâbe’nin etrafında üçyüz altmış tane putları bulunan müşriklerin Allah’ın tek ilâh olduğunu haber veren bu âyeti duyunca şaşırıp: “Bu kadar insanı tek bir ilâh nasıl idâre edecek? Eğer Hz. Muhammed (s.a.s.) sadece bir ilâhın varlığı iddiâsında doğru ise bize bunu ispatlayacak delil getirsin” demeleri üzerine 164. ayet inmiştir: [1] (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 84; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 51) [1] Rivayet edilen diğer bir
iniş sebebi de şöyledir: Kureyş müşrikleri yahudilere: “Mûsâ’nın getirdiği mûcizeler
nelerdi?” diye sordular. Onlar da asâsının yılan haline gelişini ve elinin
bembeyaz parıldamasını anlattılar. Hıristiyanlara da Hz. İsa’nın mûcizelerini
sordular. Onlar da doğuştan kör olanı, alaca hastalığına tutulanı
iyileştirmesini ve ölüleri diriltmesini haber verdiler. Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz’e: “Allah’a dua et, bize şu Safâ tepesini altın yapıversin de
imanımız ve düşmanlarımıza karşı kuvvetimiz artsın” dediler. Allah Resûlü bunu
Rabbinden niyaz etti. Allah Teâlâ: “Bunu yaparım, fakat bundan sonra yine
yalanlamaya devam ederlerse, onlara dünyada hiç kimseye yapmadığım şekilde azab
ederim” buyurdu. Buna cevâben Peygamber Efendimiz’in: “Rabbim! Kavmimi ve beni
kendi hâlimize bırak, ben onları günden güne davet edeyim” niyâzı üzerine bu
âyet-i kerîme indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 85) Bu
ayetle, göklerin ve yerin yaratılması ve buna bağlı yaratılış olaylarının, Safâ
tepesinin “altın”a dönüştürülmesi gibi istenen mûcizelerden daha büyük, daha
faydalı ve daha etkileyici olduğu beyân edilmiştir. |
|
Bakara / 164 |
Bu
ayete göre, varlık âleminde Yüce Allah’ın tek ilâh olduğunu ve O’ndan başka hiçbir
ilâhın bulunmadığını gösteren pek büyük, kesin ve açık deliller
sergilenmektedir. Bunlar her gün karşılaştığımız, âşina olduğumuz ve fakat
ülfetimiz sebebiyle hakikatleri üzerinde derinlemesine tefekkür edemediğimiz
kevnî bir takım hâdiselerdir. Âyet-i kerîmede şu birkaç tanesi örnek olarak
verilmiştir: ❂ Göklerin ve
yerin yaratılışı, ❂ Geceyle
gündüzün uzayıp kısalarak birbiri ardınca gelişi, ❂ İnsanlara
fayda sağlayacak şeylerle denizde akıp giden gemiler, ❂ Gökten inen
yağmur ve bununla ölümünden sonra yeryüzünün diriltilmesi ve üzerinde dolaşan
her türlü hayvanın, canlıların var edilmesi, ❂ Gökle yer
arasında emre hazır bekleyen rüzgârların ve bulutların farklı yönlerde evrilip
çevrilmesi. Bu
ibretli hâdiselerin meydana gelmesi sonsuz bir kudreti gerekli kıldığı gibi
aynı zamanda bunlar arasında son derece mükemmel ve ince bir nizam, bir âhenk
bulunmaktadır. Bu muntazam işleyiş, sadece Allah’ın varlığını değil, O’nun
birliğini, ortaksızlığını; ilminin, iradesinin ve kudretinin mükemmelliğini,
devamlılığını ve varlıklar üzerindeki sınırsız tasarrufunu ortaya koymaktadır.
Eğer Cenab-ı Hakk’ın kâinatla alakası bir an kesilecek olsa her şey o anda yok
olur. Dolayısıyla bunlarda akl-ı selim sahibi olanlar ve aklını çalıştıranlar
için Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren kesin deliller bulunmaktadır. Şâir,
bu muazzam kudret tecellilerinden hisse almanın yolunu şöyle gösterir: “Olanlar feyzyâb-ı intibâh âsâr-ı kudretten Alırlar hisse-i ibret temâşây-ı tabîattan.” (Recâîzâde
Ekrem) “Cenâb-ı
Hakk’ın kâinatta tecellî eden kudret eserleri karşısında kalbî bir uyanıklığa
erişenler, tabiatta bulunan varlıkları temâşâ etmekten gereken ibreti alırlar.” Şâir
Fuzûlî ise şu tesbitte bulunur: “Olsa isti’dâd-ı ârif kabil-i idrâk-i vahy Emr-i Hak irsâline her zerredir bir Cebrâil.” “Ârif
insanın kabiliyeti, Allah Teâlâ’nın vahiylerini anlayıp kavrıyabilecek kudrette
olsa, kâinatta mevcut varlıkların her zerresi, ilâhî emirleri kendisine getirip
tebliğ edecek birer Cebrâil demektir. Her zerre, Allah’ın varlığını anlatmakta,
fakat biz onu idrak edememekteyiz.” Hz.
Mevlânâ ne güzel söyler: “Şunu
iyi bil ki, kâinatta var olan her şey, sevgilinin tecellîsinden ibârettir,
onun yarattıklarıdır. Onun kudretini, yaratma gücünü göstermektedir. Aslında,
âşık bir perdedir. Var olan, diri olan ancak sevgilidir. Âşık ise bir ölüdür.
Var gibi görünen bir yoktur. Bu hakîkati sezemeyen, ilâhî aşka meyli, isteği
olmayan kimse, kanatsız bir kuş gibidir. Vay onun haline, yazıklar olsun
ona...” (Mevlânâ, Mesnevî, 30-31. beyt)
Gerçeğin
bu kadar açık ve berrak olmasına rağmen, insanların her biri iman ve hidâyet
güneşine ulaşabilme başarısını gösterememektedir: |
|
Enbiya suresinin 81. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 81. Ayet Arapça: وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ ...
"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Saf Sûresi ...
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...
Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...
"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...
Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...