Sure | Ayet | Karşılaştır |
---|---|---|
Nisâ / 167 |
Dinî
hakîkatleri inkâr edenler, peygambere inanıp tâbi olmaları gerekirken ona sırt
çevirmek suretiyle zulüm yolunu tutanlar, bu yetmiyormuş gibi başkalarını da
çeşitli yalan ve hilelerle Allah’ın yolundan engellemeye çalışanlar gerçekten
derin bir sapıklık içine düşmüşlerdir. Çünkü onlar kendileri haktan saptıkları
gibi başkalarını saptırmışlardır. Böylece sapıklık onlarda, kurtuluşu olmayacak
şekilde iyice kökleşmiştir. Bu sebeple bağışlanmaları ve doğru yolu bulmaları
imkânsız hale gelmiştir. Tuttukları bu sapıklık yolunun neticesi ise içinde
ebedi kalacakları cehennemdir. Yüce Rabbimiz tüm insanlığı böyle hazin bir sonuçtan
sakındırmak içinşu davette bulunmaktadır: |
|
Mâide / 39 |
Hırsızlık
yapan, daha sonra tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder ve âhirette
karşılaşacağı cezayı affedip, ona rahmet ve mağfiretle muamele eder.
Dolayısıyla eli kesilmiş ve tevbekâr olmuş kimselere, daha önce hırsızlık etmiş
diye kötü gözle bakmamalı, acıyıp yardımda bulunmalıdır. Âyet-i
kerîmenin zahirinden, yaptığına pişman olup tövbe eden hırsızın, tövbesinde
samimi olduğu anlaşıldığı takdirde elinin kesilmeyeceği anlaşılmaktadır. Ancak
bu mevzuda farklı görüşler dile getirilmiştir. Özetle Hanefîler’e göre hırsız
çaldığı malı yakalanmadan önce iade edip tövbe ederse eli kesilmez. Hanbelî ve
bir kısım Şâfıîler’e göre hırsız yakalanıp mahkemeye sevkedilmeden önce tövbe
ederse, belli şartlarda ceza düşer. Bazı âlimlere göre ise hırsız, dava hâkime
götürülmeden önce bile tövbe etse had cezası düşmez. Nitekim Peygamber
Efendimiz (s.a.s.) Mahzûm kabilesinden hırsızlık eden, fakat yaptığına pişman
olan bir kadının elinin kesilmesine hükmetmiştir. (Buhârî, Enbiyâ’ 54; Müslim,
Hudûd 9) Çünkü el kesme, suçun cezasıdır; tövbe ise işlediği günahtan Allah’a
sığınmadır. İslâm
hırsızlığı yasaklamış bununla birlikte hırsızlığa sebep olacak yolları da kapatmaya
çalışmıştır. Zira İslâm’ın hedefi insanları cezalandırmak değil, bilakis onları
huzur içerisinde ve mutlu bir şekilde yaşatmaktır. Bu nevi hedeflerini
gerçekleştirmek için de zekâtı farz kılmış (bk. Tevbe 9/60), sadakayı teşvik
etmiş, zenginlerin mallarında fakir ve yoksullar için bir hak olduğunu
bildirmiş (Zâriyât 51/19), hâsılı her fırsatta zenginlerin fakirlere yardım
etmelerini istemiştir. Diğer taraftan, zaruret hallerinde haram olan şeylerden
bile ölçülü bir şekilde yiyip içmeye ruhsat vermiştir. (bk. Bakara 2/173; Mâide
5/3)
Göklerin
ve yerin mülkünü, saltanatını ve tasarrufunu kudret elinde bulunduran Yüce
Allah, istediği kullarını cezalandırır, dilediği kullarını bağışlar. İstediğini
murad etmesini, murad ettiğini yapmasını ve istediği hükmü vermesini
engelleyebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Çünkü O’nun her şeye gücü yeter. Öyleyse
Allah’a inanıp güvenen bir kişinin, İslâm düşmanlarından gelecek her türlü
baskı, eziyet ve kötülükler karşısında metanetini koruması, sarsıntıya
uğramadan vazifesine devam etmesi gerekir. Bu vesileyle münafıkların ve
yahudilerin düzenbazlıkları karşısında Resûlullah (s.a.s.)’i teselli etmek
üzere şöyle buyrulur: |
|
Mâide / 68 |
Ayetin
nüzûl sebebiyle alakâlı şöyle bir rivayet nakledilir: Yahudilerden bir grup
Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’e geldiler ve: “Ey Muhammed! Sen, İbrâhim milleti ve
dini üzere olduğunu, bizim yanımızdaki Tevrat’a iman ettiğini söyleyip onun
Allah’tan gelen bir hak olduğuna şehâdet etmiyor musun?” dediler. Efendimiz: “Evet
öyledir. Fakat sizler sonradan birçok şeyler uydurdunuz, onda sizden alınmış
olan kesin ve bağlayıcı sözü inkâr ettiniz, onda benim peygamberliğim ve vasıflarım
gibi insanlara açıklamakla emrolunduğunuz şeyleri gizlediniz. Ben, sizin bu
sonradan uydurduklarınızdan berîyim” buyurdu. Onlar yine: “Biz, elbette
yanımızda mevcut olanı alacağız. Hiç şüphesiz biz hak ve hidâyet üzereyiz; sana
iman edecek ve sana tabi olacak da değiliz” dediler de bu âyet-i kerîme nâzil
oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VI, 417-418) Buna
göre kitap ehli, yaşadıkları dönem itibariyle Allah’ın kendilerini sorumlu
tuttuğu ilâhî hükümler, emir ve yasaklar istikâmetinde hareket etmedikçe, din
nâmına makbul herhangi bir şeye sahip olamayacaklardır. Kur’an’a
inanmadıklarından dolayı da, inen her bir ayet, onların küfrüne küfür katacak,
inkârlarını artıracaktır. “Artık o kâfirler topluluğu için üzülme!” (Mâide
5/68) emri, Efendimiz’in üzülmesini yasaklamak için değil, onu teselli etmek
içindir.
Netice
itibariyle: |
|
Mâide / 73 |
Hıristiyanlardan
bir kısmı da Allah’ın üçün üçüncüsü, yani üç ilâhtan biri olduğunu söyleyerek
küfre girmişlerdir. Bir görüşe göre onlar bu sözleriyle “Allah, Meryem ve
İsa’nın üç ayrı ilâh olduğunu” kastetmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Allah’ın, Hz.
İsa’ya: “Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: «Allah’ın yanı sıra beni ve annemi
de iki tanrı kabul edin» diye sen mi söyledin?” (Mâide 5/116) buyurması bu
görüşü destekler. Diğer bir görüşe göre ise bir kısım hıristiyanlar “Cevher
tek, uknumları (unsurları) ise üçtür: Baba, Oğul ve Ruhu’l-Kudüs. Bu üçü, bir
tek ilâhtır” demişlerdir. Buna göre hıristiyanlar, “Baba” kelimesiyle, Allah’ın
zâtını; “Oğul” ile, kelimesini; “Ruh” ile de onun hayatını kastetmişlerdir.
Yine onlar, “Baba”nın bir ilâh, “Oğul”un bir ilâh ve “Ruh”un bir ilâh ve
hepsinin birlikte tek bir ilâh olduğunu iddia etmişlerdir. Halbuki bir tek ilâh
olan Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde âhirette can yakıcı azaptan
kurtulmak için şirki terk edip Kur’an’ın davet ettiği tevhid inancını
kabullenmek zarureti vardır. Son nefese kadar bunun kapısı da açıktır. Allah’a
tevbe ve istiğfar edildiği takdirde, mutlaka Allah bunu kabul buyuracak ve
günahları bağışlayacaktır. Rabbimiz, çok bağışlayıcı, çok merhamet edici
olduğunu vurgulamak suretiyle kullarını buna teşvik etmektedir. Bunun peşinden
de Hz. İsa ve Hz. Meryem’in ilah olmalarının imkansızlığını şu açık aklî
delillerle zihinlere yerleştirmektedir: |
|
Mâide / 119 |
Dünyada
Allah ve peygamberine iman, itaat ve teslimiyetinde doğru, samimi ve dürüst
olanlar, akitlerini yerine getirip sözlerinde duranlar, o dehşetli kıyamet
gününde, bütün insanların toplanıp hesaba çekilecekleri o korkunç günde bu
doğruluk ve samimiyetlerinin faydasını göreceklerdir. Her türlü korku, keder ve
hüzünden uzak bir mükafat elde edeceklerdir. Onlara altlarından ırmaklar akan,
içinde ebedi kalacakları cennetler verilecektir. Hepsinin ötesinde Allah
onlardan, onlar da Allah’tan razı olacaklardır. Ki Allah’ın razı olması bütün
cennet nimetlerinin fevkinde bir nimettir. En büyük zafer, başarı ve kurtuluş
da bu rızâ makâmına ulaşabilmektir. O halde kula düşen Allah’ı tanımak,
birliğini ve büyüklüğünü idrak etmeye çalışmak ve O’na samimi bir kul
olabilmektir. Bu kulluğa en layık olan şüphesiz ki Allah Teâlâ’dır. O’nun
dışında herhangi bir şeyin veya herhangi bir kimsenin rızâsını kazanmaya
çalışmanın bir önemi yoktur. Ebedi olarak faydalı olacak olan doğruluk ve
samimiyet, ancak Allah’a olan doğruluk, samimiyet ve ihlastır. Çünkü bütün
gökleri, yeri ve bunlarda bulunan her şeyi O yaratmıştır, hepsinin tek sahibi
O’dur; onların her birinde istediği tasarrufu yapabilme güç ve kuvvetine
sahiptir.
Mâide
sûresinin sonunda Cenâb-ı Hakk’ın sadık ve samimi kullara müjdelediği içlerinde
ırmaklar çağıldayan ebedî cennetlere ve ilâhî rızâya hamd ile mukâbelenin
gerekliliğini hatırlatma sadedinde şimdi En‘âm sûresi gelmektedir: |
|
A'râf / 132 |
Kıtlık
ve açlık Firavun hânedânının başına gelen ilk musibetti. Fakat bundan lazım
gelen ibreti alamadılar. İsyan ve taşkınlıklarına devam ettiler. Allah’a ve
peygamberine meydan okuyacak kadar ileri gittiler. Hz. Mûsâ’yı sihirbazlıkla
itham edip, gözlerini boyamak için ne tür bir mûcize, bir işaret getirirse
getirsin, ona asla inanmayacaklarını söylediler. Bu sebeple 133. âyette beyân
edilen musibetler, Allah’ın birer kudret nişânesi, varlığının apaçık delilleri
olarak onların üzerine peş peşe gelmeye başladı: اَلطُّوفَانُ (tufan): Bir hafta aralıksız devam eden
şiddetli bir yağmur yağdı, Nil nehri taştı ve büyük bir sel tufanı meydana
geldi. Bu tufan Mısır halkının evlerini basıp hepsini tahrip etti. Fakat İsrâiloğullarına
bir zararı olmadı. اَلْجَرَادُ (cerâd): Çekirgeler demektir. Bunlar,
bütün yeşil ürünleri yiyip bitirir, araziyi kısa sürede çırılçıplak hale
getirirler. Anlaşılan o ki, bu çekirgeler, tufandan sonra biten kuvvetli ve gür
ekinleri yiyip bitirmişlerdir. اَلْقُمَّلُ (kummel):
Bit, pire ve güve gibi çeşitli cinsteki küçük böceklerdir. Bunlar Firavun
kavminin hem bedenlerine hem ürünlerine Musallat olmuşlar, onları son derece
sıkıntıya sokmuşlardır. اَلضَّفَادِعُ (dafâdi‘): Kurbağalar demektir. Her tarafı
kurbağalar doldurmuş, âdetâ başlarına kurbağa yağmıştır. اَلدَّمُ (dem): Kan demektir. İçecekleri bütün
sular ve Nil nehri kan olarak akmaya başlamıştır. Onlar,
çeşitli isyan ve günaha teşebbüs ettikçe, Allah da onlara çeşitli cezalar
vermiştir. Bir türlü günahlardan kurtulup temizlenmeye yönelememişlerdir.
Esasında onlar, kalp cihetiyle, hakikatin delillerini görmekten uzaklaştırılmak
suretiyle cezalandırılmışlardır. Bu ise, zahirlerine dokunan pek çok felâketten
daha büyük bir belâdır.
Gelen
bu musibetler karşısında inkarcı halkın sergilediği tavır pek gülünçtür: |
|
A'râf / 182 |
Hikem-i
Ataiyye’de şöyle denilir: “Devamlı kötülük işlediğin halde Cenâb-ı Hakk’ın
sürekli sana iyilikte bulunmasının bir istidrâc olmasından kork. Çünkü O, hiç
bilmeyecekleri yerden bu tür kimseleri yavaş yavaş helâke sürükleyeceğini haber
vermektedir.” İstadrâcla
ilgili şu işaretlere dikkat çekilmektedir: “İstidrâc, fitne korkusu olmadan
nimetin ardı ardına gelmesidir. İstidrac, tuzak korkusu olmaksızın şöhretin
yayılmasıdır. İstidrac, arzuladığı şeyi elde etme imkânı bulduktan sonra esas
maksattan yüz çevirmektir. İstidrac, arzu ve isteklerle oyalanıp vefakârlık
göstermeksizin boş emeller peşine düşmektir. İstidrâc, zâhirinin düzgün,
sırrının ise Allah’ın dışındaki şeylere bağlı olmasıdır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
III, 367) “İstidrâc,
gerçekte ayrılık ehlinden iken vehimlerine kendilerinin vuslat ehli oldukları
kuruntusu düşmesidir. İstidrâc, Hak katında şerirliği günden güne artarken,
halk arasında hayırlı bir kimse olarak ün yapmasıdır. İstidrâc, gelecekte
manevî muhitlerle sohbeti arttıkça, hak ettiği manevî derecesinin gittikçe
azalmasıdır. İstidrâc, temiz ve güzel bir hali terk edip kötü amelleri işlemeye
yönelmektir. Eğer o temiz halinde sâdık olsaydı, amelleri de temiz ve güzel
olurdu. İstidrâc, şükrün noksanlığına rağmen iyilik ve nimetlerin bol bol
gelmesidir,” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 371)
En
büyük istidrâc, önlerinde Resûlullah (s.a.s.) gibi Allah’ın en sevgili
peygamberi bulunduğu halde onu tanıyarak, ona inanıp bağlanarak kurtulma
fırsatı varken, bu en büyük lütfun mahrumu olarak hayvanlar gibi hayatta
kalmayı bir meziyet sayıp büyük bir aldanış içinde olmaktır. Bu vesileyle
buyruluyor ki: |
|
A'râf / 202 |
“Şeytanın kardeşi” (A‘râf 7/202) denilecek kadar inkâr ve günahlara
saplanmış olanlara gelince, dostları olan şeytanlar onları azgınlığa sürükler;
azgınlıklarını daha da arttırırlar. Şeytanın en küçük vesvesesi karşısında
hemen Allah’a sığınan müttakîlerin aksine, bu günahkârların Allah akıllarına
gelmez, böylece azgınlık yapmakta kusur etmez ve bundan geri durmazlar.
Şeytanlar da onların yakalarını bir daha bırakmazlar; onların günah, fesat ve
azgınlık temayüllerini daha da güçlendirirler. Böylece onlar şeytanlıkta
azdıkça azar, saptıkça sapar ve helak uçurumlarına yuvarlanır giderler. Şeytanın
insanlara olan bu düşmanlığı şu âyet-i kerîmelerde dikkat çekici bir üslupla beyân
edilir: “İblîs şunları söyledi: «Beni azdırmana karşılık, yemin olsun ki
ben de kullarını saptırmak için senin doğru yolun üzerinde pusu kurup
oturacağım. Sonra onlara mutlaka önlerinden, arkalarından, sağlarından ve
sollarından sokulacağım. Sen de onların çoğunu şükredici bulamayacaksın.»” (A‘râf 7/16-17)
Artık
şeytanın kardeşi haline gelmiş kâfirlerin durumuna müşahhas bir örnek olması
bakımından şöyle buyruluyor: |
|
A'râf / 205 |
Âyet-i
kerîme gizli zikri emretmekte ve onun âdâbını öğretmektedir: Bu zikir iç âlemle,
gönülle, ruhla yapılacaktır. Tazarru ve yakarış içinde, yalvararak ve
ürpererek, kalben ve fikren yapılacaktır. Sesli olmayan bir sözle, yani sırrî
olanın biraz üstünde, yalnızca kendin işitecek kadar bir sesle yapılacaktır.
Sabah ve akşamları, yani bütün vakitler, kesintisiz yapılacaktır. Böyle olunca
gaflet gidecek, kalp daima uyanık olacak ve kişi Rabbiyle beraberlik şuuru
içinde ve O’na muhabbetlerin en yücesini duyarak Allah’ı zikre devam edecektir.
Bu şekilde yapılan zikir ibâdetlerin en faydalısı olup, mü’minin mâneviyatının
ve ahlâk-ı hamîdesinin gelişmesine yardımcı olur. Âyetin
işârî açıklaması şöyledir: “Rabbini içten içe zikret”: Allah’ın
emrettiği amellerle nefsinin fiillerini, Allah’ın ahlâkıyla da nefsinin ahlâkını
değiştirmek ve nefsinin varlığını Allah’ın zâtında yok etmek suretiyle
fiillerle, ahlâkla ve zât ile O’nu içinden zikret. Nitekim bir kudsî hadiste: “Kulum
beni kendi içinde zikrederse ben de onu kendi içimde zikrederim” (Buhârî,
Tevhid 15, 43; Müslim, Zikir 18-19) buyrulur. Bu da “Siz beni anın, ben de
sizi anayım” (Bakara 2/152) ayetinin sırrını ifade etmektedir. Tıpkı
kelebeğin, kendi zâtını onun zâtında yok ederek içinden mumu anınca, mumun da
onu kendi bekasıyla bâkî kılarak anması gibi. Ancak Allah misil ve misalden
münezzehtir. “Boyun büküp yalvara yakara, derin bir ürpertiyle ve ancak kendin
işitebileceğin bir sesle zikret”: Yalvarmakta zorlama vardır. Çünkü zikrin başlangıcında, nefsin
fiillerini şeriatin emrettiği ameller ile değiştirmek gerektiğinden zâhiren bir
kısım zorluklar olur. Zikrin orta hâli Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp tarikatın
âdâbıyla edeplenmek sûretiyle gizli ve içten olur. Zikrin nihayeti, hakikat
nurlarıyla zâtını Allah’ın zâtında ifnâ etmekle olur ki, bu makama gelen kişi
sözle açıktan zikretmekten men olunur. “Sabah akşam zikret”: “Sabah”, ezel sabahına, “akşam” ise ebed akşamına işaret eder.
Çünkü hakiki zikir ve hakiki mezkûr, hakiki zâkirdir. Hakikatte zâkir ve
mezkûr, ezelî ve ebedî olan Allah’tır. Çünkü Allah Teâlâ ezelde “Siz beni
anın, ben de sizi anayım” (Bakara 2/152) buyurmuştur. Allah’ın kulları
ezelde zikretmesi, onlara hitap ettiği zamanda olmuştur. Aslında zâkir de
mezkûr da O’dur. Dolayısıyla hakîki mânada Allah’ı, Allah’dan başka kimse
zikredemez. Bu sebeple Allah Teâlâ: Sakın hakîkatte zâkir ve mezkûrun Allah
Teâlâ olduğunu bilmeyen “gafillerden olma” buyurur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
III, 393) Kalbin
devamlı Allah’ın zikriyle hemhâl olması ve ondan bir an gafil kalmamasını izah
bakımından şu misâl pek ibretlidir: Rivayete
göre Îsâ (a.s.), teninde alacalar bulunan ve iki şakağı da çökmüş, hasta bir
şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan âdeta habersiz bir hâlde
kendi kendine: “–Yâ
Rabbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu müptelâ
kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu. Hz.
İsa, muhâtabının idrâk seviyesini anlamak ve mânevî kemâlini yoklamak
maksadıyla ona: “–Ey
kişi! Allah’ın seni halâs eylediği hangi dert var ki?!.” dedi. Hasta şöyle
cevap verdi: “–Ey
Rûhullâh! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gâfil ve mahrum olmasıdır.
Şükürler olsun ki ben Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve füyûzâtı
içindeyim. Sanki vücûdumdaki hastalıklardan haberim bile yok...” (Topbaş, Faziletler
Medeniyeti-1, s. 384)
Allah’a
güzel kulluğun müşahhas bir örneğini vermek üzere buyruluyor ki: |
|
A'râf / 206 |
“Rabbin katındakiler”den maksat, “O gün melekleri de görürsün; arşın etrafını
kuşatmış, Rablerini överek tesbih ediyorlar” (Zümer 39/75) âyetinde bahsedilen Allah’a yakın meleklerdir.
Bunlara aynı zamanda “Mele-i A’lâ” denilir. Bunlar büyüklenip Cenâb-ı Hakk’a
kulluktan bir an bile geri durmazlar. Daima O’nu tesbih ederler ve O’nun için
secde ederler. Bu hususta diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “Göklerde ve yerde kim varsa hepsi Allah’a aittir. O’nun yakınında
bulunan melekler ise, ne büyüklenip O’na ibâdetten yüz çevirirler, ne de
yorulurlar. Gece gündüz usanmadan, ara vermeden Allah’ı tesbih ederler.” (Enbiyâ
21/19-20) Âyetlerde
bahsedildiği üzere Allah’a yakınlıkları âşikâr olan melekler bile Allah’a
kulluk etmekten bir an geri durmayıp tesbih ve secde ederek kulluğa devam
ettiklerine göre, her an günah işleme durumunda bulunan insanların ibâdete
daha çok ihtiyaçları bulunduğu açıktır. Buna göre yaratılış maksatları kulluk
olan insanların, Allah’a kulluğu en büyük şeref bilip dil ve kalpleriyle O’nu
tesbih etmeleri, O’nun karşısında tam bir tevazu ile secdeye kapanmaları;
Allah’ın rızâsını nefsânî isteklerinden üstün bilip âyette örnek gösterilen
melekler gibi bir kulluk şuuruna ve yaşayışına ulaşmaları istenmektedir › Bu âyet-i kerîme
okunduğu vakit tilâvet secdesi yapmak gerekir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.)
tilâvet secdesi hakkında şöyle buyurur: “Âdem oğlu secde âyetini okuyup da secde ettiği zaman şeytan
ağlayarak çekilir ve kendi kendine «vay» diyerek hayıflanır ve «bu kişi secde
ile emrolundu, secde etti, ona cennet var; ben ise secde ile emrolundum isyan
ettim, bana da ateş var» der.” (Müslim, İman 133)
Bundan
sonra, bir mânada güzel ahlâk, takvâ, zikir, ibâdet ve secde ile ulaşılacak
cennet ganimetlerini hatırlatan Enfâl sûresi gelmektedir: |
|
Şuarâ / 210 |
Müşrikler
Peygamberimiz (s.a.s.)’i kehânetle suçluyor ve Kur’an’ın şeytanların ona
öğrettiği bir söz olduğunu söylüyorlardı. (bk. Tûr 52/23) Söz konusu âyetler bu
tür iddiaları reddetmektedir. Çünkü Kur’an gibi hem lafız hem mâna cihetiyle
fevkalade üstün özellikleri bulunan mûcize bir söz getirmek şeytanlara düşmez.
Onların böyle bir vazifesi bulunmamaktadır. İsteseler bile böyle bir söz
getirmeye güçleri de yetmez. Çünkü Kur’an’ın inmeye başlamasıyla beraber
onların göğe yükselmeleri ve meleklerin sözüne kulak verip oradan bazı şeyler
kapmaları tamamen yasaklanmıştır. (bk. Sâffât 3777-10; Cin 72/8-9) Vahiy, Allah
katından hususi melekler kanalıyla meydana gelen bir hâdisedir. Şeytanların
bunu dinlemeleri veya başka bir yolla almaları mümkün olmadığına göre nereden
bir yol bulup da Kur’an gibi pür vahiy bir söz getirebilecekler? O halde Allah
kelâmı olduğunda şüphe bulunmayan Kur’an’ın tâlim ettiği gibi tevhid akîdesini
anlayıp yaşamalı ve inanç dünyamızı buna göre tanzim etmeliyiz. Yoksa
şeytanların telkin ettiği şirk günahından kurtulamadığımız takdirde azaba
uğramanın kesin olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.
İnsanları
ebedî azaptan kurtarmak için tebliğ yaparken en etkili uslup ve metodu
kullanmak gerektiğini hatırlatmak üzere buyruluyor ki: |
|
YAPMAKTA OLDUĞU İYİLİĞİ DEVAM ETTİRMEKLE İLGİLİ ÂYETLER “Bir toplum inanç ve davranışlarını değiştirmedikçe, Allah da onların durumunu değiştirme ...
Müminûn suresinin 84. ayetinde şöyle buyrulur: Müminûn Suresi 84. Ayet Arapça: قُلْ لِمَنِ الْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهَٓا اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ Müm ...
Teğâbün sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 18 âyettir. İsmini, 9. âyette geçen ve “aldanma, aldatma, kar-zarar” mânasına gelen اَلتَّغَابُنُ (teğâbün) k ...
Müminûn suresinin 62. ayetinde şöyle buyrulur: Müminûn Suresi 62. Ayet Arapça: ِ وَلَا نُكَلِّفُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا وَلَدَيْنَا كِتَابٌ يَنْطِ ...
Müminûn suresinin 53. ayetinde şöyle buyrulur: Müminûn Suresi 53. Ayet Arapça: ِ فَتَقَطَّعُٓوا اَمْرَهُمْ بَيْنَهُمْ زُبُرًاۜ كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَ ...
Yâsîn sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. 83 âyettir. İsmini birinci âyette geçen يٰسٓ (Yâsîn) kelimesinden alır. Resmî sıralamada 36, iniş sırasına gör ...