Sure | Ayet | Karşılaştır |
---|---|---|
Bakara / 224 |
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebiyle ilgili şöyle bir olay rivayet edilmektedir: Beşîr b.
Nûmân el-Ensârî, Abdullah b. Revâha’nın kız kardeşi olan hanımını boşadı. Sonra
onunla yeniden evlenmek istedi. Bu sırada Abdullah, Beşîr’in yanına gitmemeye,
onunla konuşmamaya ve kız kardeşiyle onun arasını düzeltmemeye yemin etmişti.
Kendisine Beşîr’in yeniden evlenme teklifi bildirilince: “Ben şöyle şöyle
yapmamağa Allah adına yemin ettim. Dediğiniz şeyi yapabilmem için yemînimi
bozmam gerekir” dedi. Bu olay üzerine bu âyet nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 80; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 65) Yemin,
Allah’ın adını zikrederek, “vallahi, billâhi” diyerek bir sözün doğuluğunu
kuvvetlendirmeye çalışmaktır. Bu şekilde yapılan yeminin mânası ise, “doğru
söylediğime ve dediğimi yapacağıma Allah’ı şâhit tutuyorum” demektir. İslâm’a
göre insanlar ancak Allah adına yemin edebilirler; başka varlıklar üzerine
yemin etmeleri caiz değildir. En
yüce varlık olan Allah adına yapılan yeminin, O’na olan tâzimin bir gereği
olarak tutulması ve bozulmaması lâzımdır. Bunun için de mü’min, hangi şeye ne
maksatla yemin ettiğine ve yemininin Allah’ın rızâsına uygun olup olmadığına
dikkat etmelidir. Eğer yapılan yemin “iyilik yapmak, kötülüklerden sakınmak,
insanların arasını düzeltmek” gibi hayırlı işleri engellemek gayesini
taşıyorsa, bu Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına aykırıdır. Öncelikle böyle bir yemin
yapılmamalıdır; yapıldıysa da mutlaka bozulmalıdır. Bunun Allah’a bir
saygısızlık olacağı zannedilmemelidir. Bu hususu daha da açıklığa kavuşturmak
üzere diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “İçinizden fazilet ve servet sahibi kimseler, bundan böyle
akrabalarına, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere mallarından bir şey
vermeyeceklerine dair yemin etmesinler. Affetsinler, hoş görsünler! Öyle ya,
onları bağışlamanıza karşılık Allah’ın da sizi bağışlamasını istemez misiniz?
Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Nûr 24/22) Resûlullah
(s.a.s.) de şöyle buyurur: “Bir şey hakkında yemin edip başkasını daha hayırlı gören kişi
yemîninin kefâretini versin ve daha hayırlı gördüğü şeyi yapsın.” (Müslim,
Eymân 12; Tirmizî, Nüzür 5)
İnsanın
sorumlu tutulacağı yemine gelince: |
|
Bakara / 225 |
Bir
insan, ya bilerek, ne dediğinin farkında olarak ve neticesini düşünerek yemin
eder. Veya ne dediğinin farkında olmadan, doğru veya yalan olduğuna dikkat
etmeden alışkanlık gereği ağzından yemin sözleri dökülür. Yahut yalan ve
asılsız olduğu bilinmeyen bir hususta yemin eder. Birinci
kısım “kasıtlı” yapılan yemindir ve bunun sorumluluğu vardır. Yalan olduğunu bile
bile yemin eden kişinin, kefâretle günahını affettirmesi mümkün değildir.
Âhirette mutlaka cezasını çekecektir. Âyetteki “fakat bile bile yaptığınız
yalan yeminlerden sorumlu tutar” (Bakara 2/225) ifadesi, yeminin bu çeşidinden
bahseder. Geleceğe yönelik “vallahi şöyle yapacağım, böyle yapmayacağım,
şöyle yaparsam şöyle olsun” şeklinde kasıtlı olarak yapılan yeminlerden
dönüldüğü takdirde ödenmesi gereken kefâret ise, Mâide sûresi 89. âyette beyân
edilmektedir. İkinci
ve üçüncü kısım yemin, âyette اَللَّغْوُ
(lağv) diye ifade buyrulan ve itibar edilmemesi gereken bir yemin çeşididir.
Allah Teâlâ, bu tür yeminlerden sorumlu tutmayacağını ve bunların dünyada bir
kefâret, âhirette de bir ceza gerektirmeyeceğini haber vermektedir.
Kocanın,
hanımından uzaklaşmak için yaptığı yeminle ilgili hükümse şöyledir: |
|
Bakara / 226 |
Bu
vesileyle şimdi de boşanmış kadınları ilgilendiren hükümler açıklanmak üzere
şöyle buyruluyor: |
|
Bakara / 227 |
Bu vesileyle şimdi de boşanmış kadınları ilgilendiren hükümler açıklanmak üzere şöyle buyruluyor: |
|
Bakara / 228 |
Nikah
altında olduğu halde kendileriyle ilişkide bulunulmamış kadınların, boşanmaları
durumunda iddet beklemeleri gerekmez. (bk. Ahzâb 33/49) Herhangi bir sebeple
hayız görmeyen kadınların bekleme süreleri üç ay, hâmile kadınların iddeti ise
rahimlerinde bulunan çocuğu doğuruncaya kadardır. (bk. Talâk 65/4) Câriyenin
iddeti ise iki hayız veya temizlik süresidir. (Ebû Dâvûd, Talâk 6) Dolayısıyla
âyette bahsedilen “boşanmış kadınlar”dan maksat, kendileriyle nikah
sûretiyle cinsî münâsebette bulunulmuş, hayız gören, hür ve geri dönülebilir talâkla
boşanmış kadınlardır. Bunların bekleme süreleri Hanefilere göre üç hayız
müddeti, Şafiilere göre ise üç temizlik müddetidir. Bu ihtilaf, اَلْقُرُوءُ (kurû’) kelimesinin hem “hayız” hem de
“temizlik” mânasına gelmesinden kaynaklanmaktadır. İddet
beklemenin hikmeti, boşanmış olan hanımda kendisini boşayan kocasından bir
çocuk olup olmadığını tespit ederek nesli korumaktır. Bu sebeple boşanmış
kadınlar, bu bekleme süresi içinde kendilerini gözetlemeli, hayız veya
hamilelik durumlarını yakından takip etmeli ve Allah Teâlâ neyi takdir
buyurmuşsa ondan herhangi bir şeyi kesinlikle gizlememelidirler. Doğru olanı
söylemelidirler. Mü’min olmanın, Allah’a ve âhirete inanmanın gereği budur. Diğer
taraftan kocalar, pişmanlık duyarlar, hanımlarıyla aralarında bulunan
sürtüşmeyi düzeltmek ve onlara iyilikle muamele etmek niyetiyle yeniden
evliliğe dönmek isterlerse, bekleme müddeti içinde hanımlarına dönüp onları
tekrar nikâhları altına alma hakkına sahiptirler. İddet müddeti içinde bunda
herhangi bir problem yoktur. Fakat boşanmış kadınlar iddetlerini tamamlamış
olurlarsa, eğer üçüncü defa boşanmamış iseler, bu durumda evlilik hayatına
dönebilmek için kadının da bunu istemesi gerekir ve yeniden mehir belirlenerek
nikah kıyılır. Her iki durumda da, aile hayatının devamını sağlamak ve
çocukların haklarını korumak gibi hikmetlere binâen diğerlerine nispetle eski
kocalara öncelik verilmiştir. İslâm
dinine göre koca ile hanım arasında karşılıklı yerine getirilmesi gereken bir takım
haklar ve sorumluluklar vardır. Bunlar, erkeğin ve hanımın sahip oldukları
istidat ve kabiliyetleri, fizikî ve ruhî durumları, aile ve ictimâî hayat
içindeki konumları dikkate alınarak ehliyet, adâlet ve hakkaniyet ölçüleri
içerisinde dengeli bir şekilde taksim edilmiştir. Evlilik hayatının sıhhatli
yürüyebilmesi, ailenin bir huzur ve saadet mekânı hâline gelebilmesi için bu
sorumlulukların titizlikle ifâ edilmesi zaruridir. Hülasa etmek gerekirse koca
hanımının mehrini verecek, meşrû çerçevede nafaka ve meskenini temin edecek ve
ona en güzel şekilde davranmaya gayret gösterecektir. Haklarını koruyacak,
zulüm ve haksızlık yapmaktan uzak duracaktır. Aynı şekilde hanım da kocasına
itaat edecek, iffetini koruyacak ve çocuklarını İslâm ahlâkı üzere terbiye edecektir.
Erkek ve hanım, evlilikten beklenen hedefleri gerçekleştirmek üzere ortak
hareket etmelerine rağmen, hak itibariyle erkeklerin hanımlar üzerinde bir
derece üstünlükleri bulunmaktadır. Erkeğin fizikî gücünün hanımınkinden üstün
olduğunda şüphe yoktur. Yine erkek ve hanımın kalbî ve ruhî yapıları
birbirinden farklılık arzettiği gibi, biyolojik yapılarında da belirgin farklar
mevcuttur. Buna bağlı olan hak ve sorumluluklar da farklıdır. Meselâ aile
düzeninin tesisi ve evin geçiminin sağlanması hususunda birinci derecede
sorumluluk erkeğe aittir. Buna dayalı olarak erkeğe verilen hak da bir derece
fazla olmuştur. Bu hak Nisâ sûresi 34. âyette açıklanan “kavvâmlık” yani
“koruma ve idâre etme” hakkıdır.
Talâkın
sayısı ve kadına verilen mehrin akıbeti hakkında şöyle buyruluyor: |
|
Bakara / 229 |
İslâm
boşama hakkını erkeğe vermiştir. Tarafların anlaşmasına bağlı olarak bu hakkın
kadına verilmesi de mümkündür. Yine İslâm, boşama sayısını üçle sınırlandırmak
sûretiyle, câhiliye dönemi zulümlerinden biri olan kadının sınırsız boşanıp
geri alınma hakkını kocanın elinden almıştır. Buna göre kocanın üç boşama hakkı
vardır. Bunlar kadının temizlik hâlinde olacak ve bir temizlik müddeti içinde
ancak bir kez boşama mümkün olabilecektir. (bk. Müslim, Talâk 1 vd.) Geri
dönülebilir talâkla hanımını iki kez boşayan koca, bundan sonra ya onu iyilikle
nikahı altında tutmalı veya iddet müddeti bittiği halde hanıma dönmemek
sûretiyle onu güzellikle serbest bırakmalıdır. Ona malî haklarını tam olarak
ödemeli ve onu kötülükle yâd edip insanları ondan nefret ettirmeye
çalışmamalıdır. Erkeklerin,
nikah sırasında hanımlarına verdikleri mehirden, daha sonra onlara verdikleri
mal ve hediyelerden az veya çok herhangi bir şeyi geri almaları helâl değildir.
Verdiklerini almaları caiz olmadığına göre, hanımların diğer mallarından
almaları ise asla caiz olamaz. Kocalar buna tenezzül etmemeli, hanımlarına
baskı yaparak boşama bahanesiyle verdiklerini geri almaya ve onlardan istifade
etmeye kalkışmamalıdırlar. Böyle bir teşebbüs, kesinlikle haramdır. Bu hususta
şu âyet-i kerîmeler de dikkat çekicidir: “Eğer siz bir
eşi boşayıp da yerine bir başka eş almak isterseniz, boşadığınız eşe yüklerle
mehir vermiş olsanız bile, ondan hiçbir şeyi geri almayın. Yoksa siz fuhuş
yaptı diye eşinize iftira ederek ve apaçık bir vebâl yüklenerek mi verdiğinizi
geri alacaksınız?” (Nisâ 4/20) “Onlar apaçık bir hayâsızlık yapmadıkça, kendilerine verdiğiniz
şeylerin bir kısmını geri almak için onları sıkıştırmayın…” (Nisâ 4/19) Fakat
tefsirini yaptığımız âyet-i kerîmede bir istisnâ bulunmaktadır. Eğer karı koca,
Allah’ın evlilikle ilgili ölçülerini, emir ve yasaklarını yerine
getirememekten, karşılıklı hakların ihlâlinden endişe ederler ve hatta gayr-i
meşrû yollara düşmekten korkarlarsa bu durumu ayrı değerlendirmek gerekir. Bu
noktada hâkimlere ve yetkili şahıslara söz düşmektedir. Eğer yetkili şahıslar,
erkek ve hanımın Allah’ın ölçülerine riâyet edememelerinden endişe duyar ve
bunun da bir kısım alâmetleri görünmeye başlarsa, bu durumda kadın, nikah
bağından kurtulmak için boşanma karşılığında gerek mehir gerekse başka
mallarından kocasına bir bedel ödeyebilir. Bunda ne verdiği için hanıma ne de
aldığı için kocaya bir günah terettüp etmez. Bu şekilde meydana gelen boşanmaya
fıkıhta اَلْمُخَالَعَةُ (muhala‘a) denilmekte
olup, yeni bir nikah yapmadan eşlerin birbirine dönüşüne imkân vermez. Bununla
alakalı olarak asr-ı saadette şöyle bir hâdise cereyan etmiştir: Sâbit
b. Kays’ın hanımı Resûlullah (s.a.s.)’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Sâbit b.
Kays’ın ne dinine ne de ahlâkına bir şey diyeceğim var. Fakat müslüman olduktan
sonra tekrar küfre dönmek istemiyorum. Çünkü, artık ona katlanacak tâkatım
kalmadı” dedi. Efendimiz: “Bahçesini geri verecek misin” diye sorunca
kadın “Evet” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Sâbit’e. “Bahçeyi kabul
et ve onu boşa” buyurdu. (Buhârî, Talâk 12)
Nihâî boşanmayı ve ondan sonraki durumu beyân etmek
üzere de şöyle buyruluyor: |
|
Bakara / 230 |
Âyete
göre erkeğin, hanımını iki talâkla boşadıktan sonra, üçüncü bir kez daha
boşadığı takdirde, artık ne ric’at yoluyla ne de yeni bir nikah akdiyle ona
dönmesi mümkün olabilir. Ancak bu kadın başka bir erkekle sahih bir nikahla
evlenir, onunla birlikte olur, vardığı ikinci koca da onu boşarsa, bu takdirde
eski karı-kocanın tekrar evlenebilme imkânı doğar. Eğer Allah’ın koyduğu
ölçülere riâyet edebileceklerse bunların tekrar evlenmelerinde ikisine de bir
günah yoktur. Âyette
“nikah” kelimesi mutlak olarak kullanılmıştır. Bundan pek çok âlim, nikah
akdiyle beraber cinsî münasebetin de vuku bulması gerektiği hükmünü
çıkarmışlardır. Çünkü Allah Resûlü (s.a.s.)’in
bu yönde bir açıklaması vardır. Rivayete göre Rifâa isimli sahâbînin hanımı, Resûlullah
(s.a.s.)’e gelerek: “Yâ Resûlallah! Rifâa beni üç talâkla boşadı. Sonra
Abdurrahman b. Zübeyr benimle evlendi” dedi ve yeni kocasından bir kısım
şikâyetlerde bulundu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.) tebessüm ederek: “Tekrar
Rifâa’ya dönmek istiyor musun?” diye sordu. Kadın, “Evet”, deyince
Peygamberimiz cinsî münasebetiş kastederek: “Fakat, sen ikinci kocanın
balcağızından, o da senin balcağızından tatmadan bu mümkün olmaz” buyurdu.
(Buhâri, Talâk 4)
Gelen
âyetlerde ise boşanma ile alakalı diğer bir kısım hükümler şöyle beyân
edilmektedir: |
|
Bakara / 231 |
Bir
kısım erkekler hanımını boşuyor, iddet müddeti bitmeye yaklaşınca onu yanına
alıyor, sonra sırf ona zarar vermek ve baskı uygulayarak verdiği mehri geri
alabilmek kastıyla tekrar boşuyordu. Bu durum böylece tekrar edip duruyordu.
Allah Teâlâ, bu yanlış uygulamayı yasaklamak ve kadınları zarardan korumak
üzere bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 652) Buna
göre hanımları boşayıp iddetleri bitmeye yaklaşınca ya iyilikle, meşrû ölçüler
içinde onları nikah altında tutmak ve onlarla güzel bir şekilde geçinmek
gerekir. Ya da onları yine iyilik ve güzellikle salıvermek, iddetlerini
tamamlayıp boşanmalarına imkân tanımak gerekir. Bunun dışında onlara zarar
vermek, intikam almak ve haklarına tecâvüzde bulunmak gibi yanlış düşüncelerle
onları nikah altında tutmaya çalışmak haramdır. Böyle davrananlar, günaha
girdiklerinden dolayı sadece hanımlarına değil gerçekte kendilerine zulmetmiş
olacaklardır. Âyetteki “Sakın Allah’ın âyetleriyle eğlenmeye kalkmayın” (Bakara 2/231) ifadesi, ciddi
bir uyarı özelliği taşımaktadır. Allah’ın herhangi bir konudaki emrini veya yasağını
görmezlikten gelmek, hiçe saymak ve ona uygun davranmamak, bir mânada onlarla
alay etmek olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla her konuda olduğu gibi,
evlenme ve boşanma konusunda da ciddi olunmalı, Allah’ın emrine uygun
davranılmalıdır. Bunun için de Allah’ın üzerimizde bulunan nimetlerini, bunlar
içinde de özellikle bize öğüt vermek, gerçekleri öğretmek ve yanlışlardan
sakındırmak üzere indirdiği Kur’ân-ı Kerîm’i, ondaki mâna, hüküm ve hikmetleri,
bununla birlikte Kur’an’ın canlı bir tefsiri olan Allah Resûlü’nün sünnetini
hep hatırda tutmak, onlardan gereği gibi istifade etmek lazımdır.
Şimdi
de boşanmış ve bekleme müddetini tamamlamış kadınların yeniden evlilikleriyle
ilgili önemli bir noktaya dikkat çekmek üzere buyruluyor ki: |
|
Bakara / 232 |
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebi şöyledir: Ma‘kıl b. Yesâr’ın kız kardeşini, kocası boşadı
ve iddetini tamamlayıncaya kadar bekledi. İddeti bittikten sonra onu tekrar
nikahlamak üzere müracatta bulundu. Fakat Ma‘kıl bunu kabul etmedi. Bu hâdise
üzerine bu âyet indi. (Buhâri, Tefsir 2/40) Tirmizî rivayetinde şöyle bir detay
bulunmaktadır: Adam ağabeyi Ma‘kıl’den hanımını isteyince o: “Alçak herif, sana
iyilik ettim ve kız kardeşimi seninle evlendirdim. Sen de onu boşadın. Allah’a
yemin olsun ki, sonsuza kadar o bir daha sana dönmeyecektir” dedi. Bu âyet inip
Ma‘kıl onu işitince: “Rabbimin emrini işittim ve ona itaat ettim” dedi. Sonra
adamı çağırıp ona da: “Kardeşimi seninle tekrar evlendiriyorum ve sana ikramda
bulunuyorum” dedi. (Tirmizî, Tefsir 2/28) Âyet-i
kerîme, boşanmış kadınların yeniden evlenmesinde bir şekilde söz sahibi olan
kocalara ve velilere hitap ederek, onların meşrû çerçeve içinde ve huzurlu bir
evlilik hayatı sürmek niyetiyle istedikleri erkeklere varmalarına engel
olmamalarını istemektedir. Buna göre kocalar, boşadıkları hanımların sahih bir
akitle başka erkeklerle evlenmelerine mani olmamalı, velîler de sorumlulukları
altında bulunan boşanmış kadınların, istedikleri takdirde, önceki eşleriyle
tekrar evlenmelerini engellememelidirler. Zira böyle bir davranış, o hanımlara
bir fayda sağlamayacağı, nefislerinin arınıp ruhlarının temizlenmesine vesile
olamayacağı gibi, aksine fert ve toplum hayatında bir kısım ahlâkî problemlere,
aile şerefini zedeleyecek davranışlara ve rezâletlere yol açabilir. Böyle
tehlikeli durumlara kapı aralamamak için Allah Teâlâ’nın bu hususta koyduğu hükümleri
tatbik etmek, tek çıkar yoldur. Bu hükümler, Allah ve âhirete inananlara öğüt
veren, doğruyu gösterip yanlıştan sakındıran ilâhî yasalardır. Yine bunlar,
insanlık için en feyizli, en bereketli, en temiz olan ve pek ziyâde temizliği
sağlayan hükümlerdir. Şöyle ki: Meşrû şartlar altında kadının rızâsı ile
istediği erkekle nikahlanmasına engel olmamak, zorluk çıkarmamak ve baskı
yapmamak öncelikle ilâhî emre sarılmak olacağından bir hayır ve sevaptır.
İkinci olarak, karı ve kocanın iffetli davranabilmeleri açısından son derece
temiz ve nezih bir durumdur. Çünkü evlenmelerine mâni olunduğu takdirde şüphe
altında kalmalarından korkulur. Özellikle hanımlar ve erkekler arasındaki kalbî
alakâların esrârengiz bir boyutu olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Zira bütün
işlerin hakikatini, gizli ve açık yönlerini en iyi Allah Teâlâ bilir, fakat biz
bilemeyiz.
Şimdi
de ister nikahlı ister boşanmış olsun annelerin yavrularını emzirmeleri ve
onların nafakaları beyân edilmektedir: |
|
Bakara / 233 |
Cenâb-ı
Hakk’ın, kullarına tavsiye buyurduğu emzirme süresi, tam olarak iki yıldır.
Anne-baba istedikleri takdirde çocuklarını iki yıla kadar emzirebilirler.
Fakat, çocuğun büyümesi ve gelişmesi bakımından bir sıkıntı oluşmayacak tarzda,
aralarında istişâre edip anlaşarak iki seneden önce de çocuğu sütten
ayırabilirler. Buradan, iki sene emzirmenin farz değil, bir tavsiye olduğu
anlaşılmaktadır. Çocuğu öz annesinin emzirmesi önemlidir. Herhangi bir zaruri
durum olmadığı takdirde bu, annenin dinî bir vazifesidir. Fakat şartlar
gerektirdiğinde çocuğu süt anne de emzirebilir. “Çocuk kendisine ait olan”
baba, hem annenin yiyecek ve giyeceğini meşrû ölçüler içinde imkânları
nispetinde karşılamalı, hem de eğer çocuğu süt anneye verirse, onun ücretini en
uygun miktarda ve vaktinde ödemelidir. Öldüğü takdirde bu sorumlulukları vârisi
yerine getirmelidir. Allah Teâlâ, hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle
sorumlu tutmadığından, bu uygulamalar esnasında herkes imkânlarına göre hareket
etmeli, ne ana, ne baba, ne çocuk, ne süt anne ne de bir başkası asla zarar
görmemelidir. Diğer bir ifadeyle şeriat, örf ve aklın güzel gördüğü bir yol
takip edilerek onlara zarar verecek söz ve davranışlardan uzak durulmalıdır.
Zira Allah, bütün yaptıklarımızı tam olarak görmektedir. Dolayısıyla O’ndan,
zât-ı ulûhiyetine yaraşır bir şekilde korkmak, emir ve yasaklarına uygun
hareket etmek ve çocukları da anne sütü ile beslemeye özen göstermek lazımdır.[1] Peki
kocaları ölen kadınlar ne yapmalılar? Onlar hakkındaki hükümler de şöyle haber
verilir:
[1] Bebek için en tabiî ve en
faydalı beslenme maddesi, anne sütüdür. Anne
sütünde bebeğin büyümesini ve gelişmesini sağlayacak tüm besinler, en ideal
miktar ve nispette yer almaktadır. Anne sütü temizdir ve en uygun sıcaklıktadır.
Bu sebeple hiçbir yiyecek veya içecek anne sütünün yerini tutamaz. Anne
sütünün, beslenmeye ilâveten, aynı zamanda bebeği hastalıklardan koruyucu
özelliği de vardır. Anne sütüyle beslenen
çocuklarda başta enfeksiyon hastalıkları olmak üzere birçok hastalığın ve
allerjilerin görülme sıklığı azalmakta, üstelik beyin ve zeka gelişimi daha iyi
olmaktadır. Emzirme sırasında anne ile bebek arasında aynı zamanda güçlü
bir duygusal bağ oluşmakta ve bu güven bağı, bebeklerin çocukluk dönemlerini
dahi müspet yönde etkilemektedir. Emzirmenin, sadece bebek açısından değil,
anne sağlığı açısından da büyük önemi vardır. Bebeklerini emziren kadınlar,
doğumun menfi etkilerinden daha erken bir zamanda kurtulabilmekte, kanamanın
azalıp rahmin bir an önce toparlanmasına yardımcı olmakta ve ileri yaşlarda
göğüs kanseri görülme riski azalmaktadır. |
|
Bakara / 234 |
Kocaları
vefat etmiş kadınların, dört ay on gün beklemeleri farzdır. Bu süre içinde hem
hamile olup olmadıkları kesin olarak anlaşılır, hem de eşlerinin ölümüyle
sarsılan ruh hallerinin düzelip hayata intibak sağlamalarına zemin hazırlanmış
olur. Eğer hâmile iseler, çocuklarını doğuruncaya kadar beklemeleri gerekir. (bk.
Talâk 65/4) Bu süre zarfında evlenemezler, kendilerine açıktan evlilik teklifi
yapılamaz ve zaruri bir durum olmadıkça kocalarının evlerinde kalırlar. Bu
hususla alakalı olarak Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a ve âhiret gününe inanan bir kadının, herhangi bir ölü
için üç günden fazla yas tutması caiz değildir. Ancak ölen kişi kocası ise,
onun için dört ay on gün yas tutar.” (Buhârî, Talâk 46; Müslim, Talâk 58) Yas tutan kadın ise renkli
elbiseler giymez, makyaj yapmaz ve koku sürünmez. (bk. Buhârî, Cenâiz 31) Yas
tutmanın sebebi nafaka, mesken ve benzeri ihtiyaçlarının karşılanmasının yegâne
sâikı olan nikah nimetinden mahrum kalmasından dolayı kadının, gönül kırıklığı
ve üzüntüsünü ortaya koymasıdır. Zira ölüm ve bununla gelen nikahtan
mahrumiyet, sevinilecek bir durum değil, iffetli yaşama hassasiyeti taşıyan
ince ruhlu kadınlar için ciddi bir mâtem sebebidir. Fakat bunlar, iddetlerini
tamamladıklarında, bu süre içinde yapmaları yasak olan bazı meşrû şeyleri
yapmalarında bir sakınca yoktur. Mesela makyaj yapıp süslenebilir, koku
sürünebilir ve açıktan evlilik tekliflerine muhatap olabilirler. İçlerindeki
kadınlık duygularını meşrû ölçüler içinde hayâ ve edep dairesinde ortaya
koyabilirler. Onlar üzerinde söz sahibi olan kişiler, buna mâni olmamalıdırlar.
Çünkü bunda kendileri için bir günah söz konusu değildir. Evlenecek olan
erkekler de onlara evlilik tekliflerini adabına uygun yapmalıdırlar. Şöyle ki: |
|
Bakara / 235 |
Burada kullanılan اَلتَّعْر۪يضُ
(ta‘rîz), bir şeyi üstü kapalı olarak bildirmek, çıtlatmak, hem o mânaya hem de
başka mânaya ihtimâli olacak şekilde ifade etmeye çalışmaktır. Vefât iddeti
bekleyen kadınlara, “sen çok güzel ve sâliha bir hanımsın”, “senin gibi bir
hanıma istek duyuyorum”, “şöyle şöyle vasıflara sahip bir hanıma muhtacım”,
“sana arzu duyan niceleri var”, “ben ahlâkı güzel, infakı bol, hanımlarla
geçimi güzel biriyim” gibi üstü kapalı sözlerle nikâhlarına tâlip olunduğunu çıtlatmakta
bir sakınca yoktur. Bu tür evlenme arzu ve düşüncelerini açığa vurmayıp
içimizde saklamamızda da bir günah yoktur. Fakat “ben seninle evlenmek
istiyorum”, “ben senin nikâhına tâlibim” gibi açık ifadeler kullanmak caiz
değildir. Belirtilen
şekilde meşrû sözler söylemek dışında o kadınlarla gizlice anlaşmak, neticesi
gayr-i meşrû ilişkiye varacak şekilde sözleşmek haramdır. Farz olan bekleme
süresi dolmadan önce onlarla nikah akdinde bulunmak ve buna azmetmek de
haramdır. Allah’ın helâl kıldıklarıyla yetinmeli, sabırsızlık göstererek böyle
yasak yollara teşebbüs edilmemelidir. Allah, içimizden geçirdiğimiz düşünce ve
niyetlerimizi de en iyi şekilde bilmektedir. Bu inançla, haramlardan uzak
durarak Allah’ın azabından sakınmak gerekir. Şayet daha önce bir kısım
hatalarımız olduysa, şüphesiz Allah günahları çok bağışlayandır. Günah işliyor,
fakat cezasını hemen görmüyorsak, bu da Rabbimizin Halîm olmasından, yâni
cezalandırmada acele etmemesindendir. Dolayısıyla buna da aldanmamak ve bir an
önce hatalardan dönmek gerekir.
Bundan
sonraki iki âyet-i kerîme, boşanma ve mehirle alakalı bazı özel durumları açıklığa
kavuşturmaktadır: |
|
Bakara / 236 |
Mehri
belirlenmeden ve kendisiyle cinsî münasebette bulunulmadan boşanılan kadına
verilecek şeyin asgarisi, baştan aşağı örtünmeyi sağlayacak bir başörtüsü, bir
elbise ve bir pardesüdür. Bunların bedelini para olarak vermek de mümkündür. Kur’ân-ı
Kerîm’in tesis etmek istediği fert, aile ve toplum düzeninin ruhunu pek güzel
aksettiren bu âyetler, önce boşanmayla ilgili kaidelerden bir kısmını
belirleyerek karşılıklı hakları tespit etmekte, sonra da insanlara bu
kaidelerin ötesinde pek yüce bir hedef göstermektedir. O da “faziletli
davranmak, insanlar arası ilişkilerde fazileti elden bırakmamak”tır. Özellikle
237. âyetin verdiği bu dersi safhalar halinde şöyle ele alabiliriz: › Önce her iki
tarafın hak ve sorumlulukları net bir şekilde ortaya konmuştur ki, bu
“kararlaştırılmış mehrin yarısını vermek” şeklindedir. › Daha sonra
her iki tarafa da, kendilerine verilmiş olan haklarda tasarruf yetkisi tanınmış
ve bu haklardan fedakârlıkta bulunabilecekleri hatırlatılmıştıur. Buna göre,
kadın isterse hakkı olan mehri almayıp karşı tarafa bağışlayabilir. Veya erkek,
mehrin sadece yarısını vermekle yükümlü olduğu halde, gönül alma yolunu seçerek
kadına mehrin tamamını verebilir. › Kullar “mehri
tamamen ödemek, hiç almamak veya tümünü bağışlamak” şıklarından birini tercih
etme hususunda serbest bırakılmışlardır. Ancak Kur’an, mecbur tutmamakla
birlikte, Allah’ın rızâsını arayanları, üçüncü şıkka yönlendirmektedir. › Böylece fedakârlığın
kuvvetli tarafa yakıştığını belirtmek suretiyle, Kur’an medeniyetinin en önemli
esası tespit edilmiş bulunmaktadır: “Aranızda fazileti ihmal etmeyin.” Bu,
hakkı kuvvette arayan maddeci anlayışa karşılık, kuvvetini haktan alan bir
muhteşem medeniyet anlayışıdır ki, bu âyetten sonra Bakara sûresinin sonuna
kadar devam eden âyetler, özellikle faiz ve zekâtla ilgili emir, yasak, teşvik
ve sakındırmalar hep bu anlayışı perçinlemekte ve müslümanları tepeden tırnağa
bir fazilet âbidesi hâline getirecek bir terbiyeyi işlemektedir. › Âyetin en son
cümlesi ise, her şeyi açıklayan ve insanın içindeki bütün iyilik çekirdeklerini
bir nükleer enerji santralı gibi harekete geçiren bir cümledir: “Şüphesiz
Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir.” (Bakara 2/237) Hiçbir hakkın zâyi
olmayacağı, hiçbir iyiliğin de karşılıksız kalmayacağı büyük hesap gününe
inanan bir kimse için bundan başka bir öğüde ihtiyaç var mıdır? (Kandemir ve diğerleri, Kur’ân-ı Kerîm Meâli, I, 133)
Dolayısıyla
müslüman Kur’an’ın bayraklaştırdığı bu fazilet anlayışını iyi anlamalı, kendini
tamamen dünyaya kaptırmamalı, faziletlerle dolu bir hayat yaşamaya çalışmalı,
bunun için de namaza gereken ehemmiyeti vermelidir: |
|
Bakara / 238 |
“Namazı
muhafaza”, en kıymetli varlıklarımızı koruduğumuz gibi, namazları da öyle
korumak, onları eksiksiz bir şekilde vakitlerine, rukûn ve şartlarına,
vâciplerine, sünnetlerine ve âdâbına dikkat ederek, huşû içinde devamlı
kılmaktır. “Namazlar”dan maksat, bir günde kılınan beş vakit namazdır. “Orta
namaz”ın hangisi olduğu hakkında ise farklı rivayetler vardır. Bu göre: 1.
Maksat ikindi namazıdır. Çünkü o, geceleyin kılınan akşam ve yatsı namazlarıyla
gündüzün kılınan sabah ve öğle namazları ortasında yer almaktadır. Bu mânaya, Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) Efendimiz’in Hendek gazvesi sırasında buyurduğu şu söz de
delâlet etmektedir: “Müşrikler bizi orta namaz yâni ikindi namazından alıkoydular.
Allah onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun.” (Müslim,
Mesâcid 205; Buhârî, Cihâd 98) İkindi
vaktinde insanlar, ticâret, alış veriş ve diğer çalışmalarla yoğun bir şekilde
meşgul olduklarından, bu hengâmede ikindi namazının kaçırılmamasına dikkat
çekilmiştir. Efendimiz de, “İkindi namazını kılmayan kimse ehlini ve malını
kaybetmiş gibidir” ikâzında bulunmuştur. (Buhârî, Mevâkît 14; Müslim,
Mesâcid 200) 2.
Sabah namazıdır. Nitekim Rasûllullah (s.a.s.), bir gün sabah namazını kılıp
rukudan önce kunut yapmış, elini kaldırıp dua etmiş ve sonunda: “İşte bu,
içerisinde boyun büküp dua ederek kılmamız emredilen orta namazıdır”
buyurmuştur. (Beyhaki, Sünenü’l-Kübra, I, 461) 3.
Öğle namazıdır. Zeyd b. Sabit (r.a.) şöyle anlatır: “Peygamber (s.a.s.), öğle
sıcağında namaz kılar, insanlar da kendilerini sıcaktan koruyacak
barınaklarında bulunurlar, cemaate gelmezlerdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, orta
namazdan bahseden âyeti indirdi ki maksat öğle namazıdır.” Rivayete göre o
zaman öğleyin Efendimiz (s.a.s.)’in arkasında ancak bir iki saf cemaat
bulunurdu. Resûlullah (s.a.s.): “Vallahi, gönlümden geçiyor ki şu namaza
gelmeyen kavmin üzerlerine evlerini yakayım” buyurmuş, bunun üzerine bu
âyet inmiştir. (Buhârî, Ezan 29; Nesâî, İmâmet 49) Bir de öğle namazı, Resûlullah’ın
Cebrâil’in imamlığı ile kıldığı ilk namazdır. Bundan başka cuma namazı bu
vakittedir. Bunun fazileti ise bilinmektedir. 4.
Akşam namazıdır. 5.
Yatsı namazı olduğu da söylenmiştir. 6.
Beş vakit namazın tamamıdır. Çünkü namaz, iman ile diğer ameller arasında
ortada bulunan bir ibâdettir. 7.
Orta namaz beş vakit namazdan başka bir namaz olup, mesela gece namazı olması
da mümkündür. Çünkü en özenilen ve insanın en dingin olduğu vakitte kılınan
namaz olması sebebiyle bu mâna da göz ardı edilemez. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
VI, 164-165; Elmalılı, Hak Dini, I, 810-812) Bu
görüşler içinde orta namazın “ikindi namazı” olması görüşünün delilleri daha
kuvvetli olup müfessirler daha çok bu görüş üzerinde karar kılmışlardır. Fakat
mevsimlere ve iklimlere göre bu vakitlerden birinin önem kazandığı da bir
gerçektir. Mesela Mekke-Medine için orta namaz ikindi iken, Türkiye için sabah
namazı olabilir. Bunun delillerinden biri ay takvimine göre günün ilk namazı
akşam olup buna göre orta namaz sabah namazıdır. Ayrıca Türkiye’de en çok
kaçırılan namaz da sabah namazıdır. “Orta namaz” ifadesinin beş vakti içine
alması ise ayrı bir mâna ve önem taşımaktadır. Âyetin,
“Allah’ın huzurunda derin bir saygıyla el bağlayıp divan durun” (Bakara
2/238) kısmı, namaz kılarken kulun Allah huzurunda saygıyla duruşunun nasıl
olması gerektiğini haber verir. Burada geçen “kunût” kelimesinde “bir şeye
ısrarla devam edip durmak, itaat etmek, huşû içinde olmak, susmak ve kıyamda durmak”
gibi mânalar vardır. Dolayısıyla âyet bize, Allah’a gönülden itaat ve kulluğa
devam etmemizi, ibâdetlerimizi huşû içinde edâ etmemizi, susarak ve etraftan
alakamızı keserek dikkatimizi namaza teksif etmemizi ve mümkün olduğu ölçüde
kıyam, kıraat, rukû, secde ve dualarımızı uzun yapmamızı emretmektedir. Âyetin
şöyle bir de iniş sebebi vardır: Zeyd
b. Erkam (r.a.) der ki: “Biz namaz kılarken konuşurduk. Yine kişi namazda
yanında bulunan arkadaşı ile konuşurdu. Bu âyetle, namazda susmakla emrolunduk
ve konuşmamız yasaklandı.” (Müslim, Mesâcid 35; Buhârî, Amel fi’s-Salât 2)
Namaz
kulu Allah’a bağlayan o kadar mühim bir ibâdettir ki, Yüce Rabbimiz, ne durumda
olunursa olunsun hiçbir şekilde onun terk edilmesine izin vermemektedir: |
|
Bakara / 239 |
Bu
âyet-i kerîme, düşmanın saldırması, yırtıcı hayvanın parçalaması, yılan, akrep
gibi haşerâtın sokması gibi tehlikeli ortamlarda bile namazın nasıl
kılınabileceğini öğretmektedir. Bu durumdaki kişi, piyâde veya binitli olarak
nasıl durabilirse, hangi tarafa yönelebilirse, belki imâ ile de olsa öylece
namazını kılabilir. Yâni mevcut şartların tanıdığı imkânlar doğrultusunda imâ
ve işaret dâhil olmak üzere nasıl kılınabilecekse namaz öylece kılınmalıdır.
Namazın vücut hareketleriyle ilgili olarak bir kısım farz, vacip ve sünnetleri bulunsa
da, ondan maksat gönülden Allah’ı zikretmek ve kulluğumuzu O’na arzetmektir. Bu
sebeple, vücut hareketlerini yapmaya bir mâni çıktığında, onlar terk
edilebilir, fakat namaz asla terk edilemez. Zira namazın ruhunu teşkil eden
zikir, her durumda mümkündür. Bu şekilde kılınan namaza “korku namazı” denilir.
Bu namazın savaş esnâsında cemaatle kılınması konusu Nisâ sûresi 101-13.
âyetlerde açıklanmıştır. Şartlar normale döndüğünde ve korku gidip emniyet hâli
geldiğinde ise namazlar, Allah Teâlâ’nın öğrettiği ve Peygamber Efendimiz’in
tatbik ettiği şekilde bütün şartlarına, farz, vâcip, sünnet ve âdâbına dikkat
edilerek kılınacaktır. Ruhsatların ne zaman ve hangi şartlar altında
kullanılacağı bellidir. Bunları normal zamanlara da taşırmamak ve gevşeklik
göstermemek lazımdır.
Yaratılışın
esas gayesi olan kulluğa ve kulluğun da en mühim vasıtası olan namaza temas
edildikten sonra şimdi de kocası ölmüş kadınların kalan bir kısım haklarını da beyân
etmek üzere şöyle buyrulmaktadır: |
|
Enbiya suresinin 81. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 81. Ayet Arapça: وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ ...
"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Saf Sûresi ...
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...
Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...
"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...
Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...