6236 kayıt bulundu
Sure Ayet Karşılaştır
Bakara / 224

Âyet-i kerîmenin iniş sebebiyle ilgili şöyle bir olay rivayet edilmektedir: Beşîr b. Nûmân el-Ensârî, Abdullah b. Revâha’nın kız kardeşi olan hanımını boşadı. Sonra onunla yeniden evlenmek istedi. Bu sırada Abdullah, Beşîr’in yanına gitmemeye, onunla konuşmamaya ve kız kardeşiyle onun arasını düzeltmemeye yemin etmişti. Kendisine Beşîr’in yeniden evlenme teklifi bildirilince: “Ben şöyle şöyle yapmamağa Allah adına yemin ettim. Dediğiniz şeyi yapabilmem için yemînimi bozmam gerekir” dedi. Bu olay üzerine bu âyet nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 80; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 65)

Yemin, Allah’ın adını zikrederek, “vallahi, billâhi” diyerek bir sözün doğuluğunu kuvvetlendirmeye çalışmaktır. Bu şekilde yapılan yeminin mânası ise, “doğru söylediğime ve dediğimi yapacağıma Allah’ı şâhit tutuyorum” demektir. İslâm’a göre insanlar ancak Allah adına yemin edebilirler; başka varlıklar üzerine yemin etmeleri caiz değildir.

En yüce varlık olan Allah adına yapılan yeminin, O’na olan tâzimin bir gereği olarak tutulması ve bozulmaması lâzımdır. Bunun için de mü’min, hangi şeye ne maksatla yemin ettiğine ve yemininin Allah’ın rızâsına uygun olup olmadığına dikkat etmelidir. Eğer yapılan yemin “iyilik yapmak, kötülüklerden sakınmak, insanların arasını düzeltmek” gibi hayırlı işleri engellemek gayesini taşıyorsa, bu Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına aykırıdır. Öncelikle böyle bir yemin yapılmamalıdır; yapıldıysa da mutlaka bozulmalıdır. Bunun Allah’a bir saygısızlık olacağı zannedilmemelidir. Bu hususu daha da açıklığa kavuşturmak üzere diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“İçinizden fazilet ve servet sahibi kimseler, bundan böyle akrabalarına, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere mallarından bir şey vermeyeceklerine dair yemin etmesinler. Affetsinler, hoş görsünler! Öyle ya, onları bağışlamanıza karşılık Allah’ın da sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Nûr 24/22)

Resûlullah (s.a.s.) de şöyle buyurur:

“Bir şey hakkında yemin edip başkasını daha hayırlı gören kişi yemîninin kefâretini versin ve daha hayırlı gördüğü şeyi yapsın.” (Müslim, Eymân 12; Tirmizî, Nüzür 5)

İnsanın sorumlu tutulacağı yemine gelince:

Bakara / 225

Bir insan, ya bilerek, ne dediğinin farkında olarak ve neticesini düşünerek yemin eder. Veya ne dediğinin farkında olmadan, doğru veya yalan olduğuna dikkat etmeden alışkanlık gereği ağzından yemin sözleri dökülür. Yahut yalan ve asılsız olduğu bilinmeyen bir hususta yemin eder.

Birinci kısım “kasıtlı” yapılan yemindir ve bunun sorumluluğu vardır. Yalan olduğunu bile bile yemin eden kişinin, kefâretle günahını affettirmesi mümkün değildir. Âhirette mutlaka cezasını çekecektir. Âyetteki “fakat bile bile yaptığınız yalan yeminlerden sorumlu tutar” (Bakara 2/225) ifadesi, yeminin bu çeşidinden bahseder. Geleceğe yönelik “vallahi şöyle yapacağım, böyle yapmayacağım, şöyle yaparsam şöyle olsun” şeklinde kasıtlı olarak yapılan yeminlerden dönüldüğü takdirde ödenmesi gereken kefâret ise, Mâide sûresi 89. âyette beyân edilmektedir.

İkinci ve üçüncü kısım yemin, âyette اَللَّغْوُ (lağv) diye ifade buyrulan ve itibar edilmemesi gereken bir yemin çeşididir. Allah Teâlâ, bu tür yeminlerden sorumlu tutmayacağını ve bunların dünyada bir kefâret, âhirette de bir ceza gerektirmeyeceğini haber vermektedir.

Kocanın, hanımından uzaklaşmak için yaptığı yeminle ilgili hükümse şöyledir: 

Bakara / 226

  اَلْإيلَاءُ (îlâ), kocanın bir müddet hanımıyla ilişkide bulunmayacağına dâir yemin etmesidir. Câhiliye döneminde bir erkek, eğer hanımından hoşlanmaz ve onun başka biriyle de evlenmesini istemezse, ebedî olarak ona yaklaşmayacağına yemin ederdi. Böylece onu ne dul ne de kocalı, ikisi arasında perişan bir duruma düşürürdü. Hedef, kadınları baskı altında tutmak, zulmetmek ve onlardan bir takım haksız menfaatler elde edebilmekti. Bu sebeple İslâm, kadına zarar vermek niyetiyle yapılan îlâyı yasaklamış, iyi niyete bağlı yapılan îlâyı ise dört aylık bir süreyle sınırlandırmıştır. Bundan böyle hanımına yaklaşmamak üzere yemin eden kişinin, en fazla dört ay bekleme hakkı vardır. Bu süre içinde yeminini bozup eşine dönerse, yemininin keffâretini öder ve evlilik hayatına devam eder. Eğer yemininden dönmez ve dört aylık süre tamamlanırsa bu, boşanmayı kastetmek mânasına geldiğinden Hanefî mezhebine göre hanım kesin (bâin)  talâk ile kocasından boşanmış olur.

Bu vesileyle şimdi de boşanmış kadınları ilgilendiren hükümler açıklanmak üzere şöyle buyruluyor:

Bakara / 227

  اَلْإيلَاءُ (îlâ), kocanın bir müddet hanımıyla ilişkide bulunmayacağına dâir yemin etmesidir. Câhiliye döneminde bir erkek, eğer hanımından hoşlanmaz ve onun başka biriyle de evlenmesini istemezse, ebedî olarak ona yaklaşmayacağına yemin ederdi. Böylece onu ne dul ne de kocalı, ikisi arasında perişan bir duruma düşürürdü. Hedef, kadınları baskı altında tutmak, zulmetmek ve onlardan bir takım haksız menfaatler elde edebilmekti. Bu sebeple İslâm, kadına zarar vermek niyetiyle yapılan îlâyı yasaklamış, iyi niyete bağlı yapılan îlâyı ise dört aylık bir süreyle sınırlandırmıştır. Bundan böyle hanımına yaklaşmamak üzere yemin eden kişinin, en fazla dört ay bekleme hakkı vardır. Bu süre içinde yeminini bozup eşine dönerse, yemininin keffâretini öder ve evlilik hayatına devam eder. Eğer yemininden dönmez ve dört aylık süre tamamlanırsa bu, boşanmayı kastetmek mânasına geldiğinden Hanefî mezhebine göre hanım kesin (bâin)  talâk ile kocasından boşanmış olur.

Bu vesileyle şimdi de boşanmış kadınları ilgilendiren hükümler açıklanmak üzere şöyle buyruluyor:

Bakara / 228

 اَلطَّلَاقُ (talâk), belli sözlerle evlilik bağını kaldırmak ve çözmek demektir. Bunun geri dönülebilir olanı vardır ki buna fıkıhta “ric‘î talâk” denilir. Bu, yeniden mehir ve nikaha gerek olmaksızın kocaya, boşadığı hanımıyla normal evlilik hayatına dönme imkânı veren bir boşamadır. Bir de geri dönülemeyeni vardır ki bu da “bâin talâk”tır. Bu ise, yeni bir mehir ile nikahlanmadıkça normal evlilik hayatına dönüş imkânı bırakmayan boşama şeklidir.

Nikah altında olduğu halde kendileriyle ilişkide bulunulmamış kadınların, boşanmaları durumunda iddet beklemeleri gerekmez. (bk. Ahzâb 33/49) Herhangi bir sebeple hayız görmeyen kadınların bekleme süreleri üç ay, hâmile kadınların iddeti ise rahimlerinde bulunan çocuğu doğuruncaya kadardır. (bk. Talâk 65/4) Câriyenin iddeti ise iki hayız veya temizlik süresidir. (Ebû Dâvûd, Talâk 6) Dolayısıyla âyette bahsedilen “boşanmış kadınlar”dan maksat, kendileriyle nikah sûretiyle cinsî münâsebette bulunulmuş, hayız gören, hür ve geri dönülebilir talâkla boşanmış kadınlardır. Bunların bekleme süreleri Hanefilere göre üç hayız müddeti, Şafiilere göre ise üç temizlik müddetidir. Bu ihtilaf, اَلْقُرُوءُ (kurû’) kelimesinin hem “hayız” hem de “temizlik” mânasına gelmesinden kaynaklanmaktadır.

İddet beklemenin hikmeti, boşanmış olan hanımda kendisini boşayan kocasından bir çocuk olup olmadığını tespit ederek nesli korumaktır. Bu sebeple boşanmış kadınlar, bu bekleme süresi içinde kendilerini gözetlemeli, hayız veya hamilelik durumlarını yakından takip etmeli ve Allah Teâlâ neyi takdir buyurmuşsa ondan herhangi bir şeyi kesinlikle gizlememelidirler. Doğru olanı söylemelidirler. Mü’min olmanın, Allah’a ve âhirete inanmanın gereği budur.

Diğer taraftan kocalar, pişmanlık duyarlar, hanımlarıyla aralarında bulunan sürtüşmeyi düzeltmek ve onlara iyilikle muamele etmek niyetiyle yeniden evliliğe dönmek isterlerse, bekleme müddeti içinde hanımlarına dönüp onları tekrar nikâhları altına alma hakkına sahiptirler. İddet müddeti içinde bunda herhangi bir problem yoktur. Fakat boşanmış kadınlar iddetlerini tamamlamış olurlarsa, eğer üçüncü defa boşanmamış iseler, bu durumda evlilik hayatına dönebilmek için kadının da bunu istemesi gerekir ve yeniden mehir belirlenerek nikah kıyılır. Her iki durumda da, aile hayatının devamını sağlamak ve çocukların haklarını korumak gibi hikmetlere binâen diğerlerine nispetle eski kocalara öncelik verilmiştir.

İslâm dinine göre koca ile hanım arasında karşılıklı yerine getirilmesi gereken bir takım haklar ve sorumluluklar vardır. Bunlar, erkeğin ve hanımın sahip oldukları istidat ve kabiliyetleri, fizikî ve ruhî durumları, aile ve ictimâî hayat içindeki konumları dikkate alınarak ehliyet, adâlet ve hakkaniyet ölçüleri içerisinde dengeli bir şekilde taksim edilmiştir. Evlilik hayatının sıhhatli yürüyebilmesi, ailenin bir huzur ve saadet mekânı hâline gelebilmesi için bu sorumlulukların titizlikle ifâ edilmesi zaruridir. Hülasa etmek gerekirse koca hanımının mehrini verecek, meşrû çerçevede nafaka ve meskenini temin edecek ve ona en güzel şekilde davranmaya gayret gösterecektir. Haklarını koruyacak, zulüm ve haksızlık yapmaktan uzak duracaktır. Aynı şekilde hanım da kocasına itaat edecek, iffetini koruyacak ve çocuklarını İslâm ahlâkı üzere terbiye edecektir. Erkek ve hanım, evlilikten beklenen hedefleri gerçekleştirmek üzere ortak hareket etmelerine rağmen, hak itibariyle erkeklerin hanımlar üzerinde bir derece üstünlükleri bulunmaktadır. Erkeğin fizikî gücünün hanımınkinden üstün olduğunda şüphe yoktur. Yine erkek ve hanımın kalbî ve ruhî yapıları birbirinden farklılık arzettiği gibi, biyolojik yapılarında da belirgin farklar mevcuttur. Buna bağlı olan hak ve sorumluluklar da farklıdır. Meselâ aile düzeninin tesisi ve evin geçiminin sağlanması hususunda birinci derecede sorumluluk erkeğe aittir. Buna dayalı olarak erkeğe verilen hak da bir derece fazla olmuştur. Bu hak Nisâ sûresi 34. âyette açıklanan “kavvâmlık” yani “koruma ve idâre etme” hakkıdır.

Talâkın sayısı ve kadına verilen mehrin akıbeti hakkında şöyle buyruluyor:

Bakara / 229

İslâm boşama hakkını erkeğe vermiştir. Tarafların anlaşmasına bağlı olarak bu hakkın kadına verilmesi de mümkündür. Yine İslâm, boşama sayısını üçle sınırlandırmak sûretiyle, câhiliye dönemi zulümlerinden biri olan kadının sınırsız boşanıp geri alınma hakkını kocanın elinden almıştır. Buna göre kocanın üç boşama hakkı vardır. Bunlar kadının temizlik hâlinde olacak ve bir temizlik müddeti içinde ancak bir kez boşama mümkün olabilecektir. (bk. Müslim, Talâk 1 vd.) Geri dönülebilir talâkla hanımını iki kez boşayan koca, bundan sonra ya onu iyilikle nikahı altında tutmalı veya iddet müddeti bittiği halde hanıma dönmemek sûretiyle onu güzellikle serbest bırakmalıdır. Ona malî haklarını tam olarak ödemeli ve onu kötülükle yâd edip insanları ondan nefret ettirmeye çalışmamalıdır.

Erkeklerin, nikah sırasında hanımlarına verdikleri mehirden, daha sonra onlara verdikleri mal ve hediyelerden az veya çok herhangi bir şeyi geri almaları helâl değildir. Verdiklerini almaları caiz olmadığına göre, hanımların diğer mallarından almaları ise asla caiz olamaz. Kocalar buna tenezzül etmemeli, hanımlarına baskı yaparak boşama bahanesiyle verdiklerini geri almaya ve onlardan istifade etmeye kalkışmamalıdırlar. Böyle bir teşebbüs, kesinlikle haramdır. Bu hususta şu âyet-i kerîmeler de dikkat çekicidir:

Eğer siz bir eşi boşayıp da yerine bir başka eş almak isterseniz, boşadığınız eşe yüklerle mehir vermiş olsanız bile, ondan hiçbir şeyi geri almayın. Yoksa siz fuhuş yaptı diye eşinize iftira ederek ve apaçık bir vebâl yüklenerek mi verdiğinizi geri alacaksınız?” (Nisâ 4/20)

 “Onlar apaçık bir hayâsızlık yapmadıkça, kendilerine verdiğiniz şeylerin bir kısmını geri almak için onları sıkıştırmayın…” (Nisâ 4/19)

Fakat tefsirini yaptığımız âyet-i kerîmede bir istisnâ bulunmaktadır. Eğer karı koca, Allah’ın evlilikle ilgili ölçülerini, emir ve yasaklarını yerine getirememekten, karşılıklı hakların ihlâlinden endişe ederler ve hatta gayr-i meşrû yollara düşmekten korkarlarsa bu durumu ayrı değerlendirmek gerekir. Bu noktada hâkimlere ve yetkili şahıslara söz düşmektedir. Eğer yetkili şahıslar, erkek ve hanımın Allah’ın ölçülerine riâyet edememelerinden endişe duyar ve bunun da bir kısım alâmetleri görünmeye başlarsa, bu durumda kadın, nikah bağından kurtulmak için boşanma karşılığında gerek mehir gerekse başka mallarından kocasına bir bedel ödeyebilir. Bunda ne verdiği için hanıma ne de aldığı için kocaya bir günah terettüp etmez. Bu şekilde meydana gelen boşanmaya fıkıhta اَلْمُخَالَعَةُ (muhala‘a) denilmekte olup, yeni bir nikah yapmadan eşlerin birbirine dönüşüne imkân vermez. Bununla alakalı olarak asr-ı saadette şöyle bir hâdise cereyan etmiştir:

Sâbit b. Kays’ın hanımı Resûlullah (s.a.s.)’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Sâbit b. Kays’ın ne dinine ne de ahlâkına bir şey diyeceğim var. Fakat müslüman olduktan sonra tekrar küfre dönmek istemiyorum. Çünkü, artık ona katlanacak tâkatım kalmadı” dedi. Efendimiz: “Bahçesini geri verecek misin” diye sorunca kadın “Evet” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Sâbit’e. “Bahçeyi kabul et ve onu boşa” buyurdu. (Buhârî, Talâk 12)

Nihâî boşanmayı ve ondan sonraki durumu beyân etmek üzere de şöyle buyruluyor:

Bakara / 230

Âyete göre erkeğin, hanımını iki talâkla boşadıktan sonra, üçüncü bir kez daha boşadığı takdirde, artık ne ric’at yoluyla ne de yeni bir nikah akdiyle ona dönmesi mümkün olabilir. Ancak bu kadın başka bir erkekle sahih bir nikahla evlenir, onunla birlikte olur, vardığı ikinci koca da onu boşarsa, bu takdirde eski karı-kocanın tekrar evlenebilme imkânı doğar. Eğer Allah’ın koyduğu ölçülere riâyet edebileceklerse bunların tekrar evlenmelerinde ikisine de bir günah yoktur.

Âyette “nikah” kelimesi mutlak olarak kullanılmıştır. Bundan pek çok âlim, nikah akdiyle beraber cinsî münasebetin de vuku bulması gerektiği hükmünü çıkarmışlardır.  Çünkü Allah Resûlü (s.a.s.)’in bu yönde bir açıklaması vardır. Rivayete göre Rifâa isimli sahâbînin hanımı, Resûlullah (s.a.s.)’e gelerek: “Yâ Resûlallah! Rifâa beni üç talâkla boşadı. Sonra Abdurrahman b. Zübeyr benimle evlendi” dedi ve yeni kocasından bir kısım şikâyetlerde bulundu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.) tebessüm ederek: “Tekrar Rifâa’ya dönmek istiyor musun?” diye sordu. Kadın, “Evet”, deyince Peygamberimiz cinsî münasebetiş kastederek: “Fakat, sen ikinci kocanın balcağızından, o da senin balcağızından tatmadan bu mümkün olmaz” buyurdu. (Buhâri, Talâk 4)

Gelen âyetlerde ise boşanma ile alakalı diğer bir kısım hükümler şöyle beyân edilmektedir:

Bakara / 231

Bir kısım erkekler hanımını boşuyor, iddet müddeti bitmeye yaklaşınca onu yanına alıyor, sonra sırf ona zarar vermek ve baskı uygulayarak verdiği mehri geri alabilmek kastıyla tekrar boşuyordu. Bu durum böylece tekrar edip duruyordu. Allah Teâlâ, bu yanlış uygulamayı yasaklamak ve kadınları zarardan korumak üzere bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 652)

Buna göre hanımları boşayıp iddetleri bitmeye yaklaşınca ya iyilikle, meşrû ölçüler içinde onları nikah altında tutmak ve onlarla güzel bir şekilde geçinmek gerekir. Ya da onları yine iyilik ve güzellikle salıvermek, iddetlerini tamamlayıp boşanmalarına imkân tanımak gerekir. Bunun dışında onlara zarar vermek, intikam almak ve haklarına tecâvüzde bulunmak gibi yanlış düşüncelerle onları nikah altında tutmaya çalışmak haramdır. Böyle davrananlar, günaha girdiklerinden dolayı sadece hanımlarına değil gerçekte kendilerine zulmetmiş olacaklardır. Âyetteki “Sakın Allah’ın âyetleriyle eğlenmeye kalkmayın” (Bakara 2/231) ifadesi, ciddi bir uyarı özelliği taşımaktadır. Allah’ın herhangi bir konudaki emrini veya yasağını görmezlikten gelmek, hiçe saymak ve ona uygun davranmamak, bir mânada onlarla alay etmek olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla her konuda olduğu gibi, evlenme ve boşanma konusunda da ciddi olunmalı, Allah’ın emrine uygun davranılmalıdır. Bunun için de Allah’ın üzerimizde bulunan nimetlerini, bunlar içinde de özellikle bize öğüt vermek, gerçekleri öğretmek ve yanlışlardan sakındırmak üzere indirdiği Kur’ân-ı Kerîm’i, ondaki mâna, hüküm ve hikmetleri, bununla birlikte Kur’an’ın canlı bir tefsiri olan Allah Resûlü’nün sünnetini hep hatırda tutmak, onlardan gereği gibi istifade etmek lazımdır.

Şimdi de boşanmış ve bekleme müddetini tamamlamış kadınların yeniden evlilikleriyle ilgili önemli bir noktaya dikkat çekmek üzere buyruluyor ki:

Bakara / 232

Âyet-i kerîmenin iniş sebebi şöyledir: Ma‘kıl b. Yesâr’ın kız kardeşini, kocası boşadı ve iddetini tamamlayıncaya kadar bekledi. İddeti bittikten sonra onu tekrar nikahlamak üzere müracatta bulundu. Fakat Ma‘kıl bunu kabul etmedi. Bu hâdise üzerine bu âyet indi. (Buhâri, Tefsir 2/40) Tirmizî rivayetinde şöyle bir detay bulunmaktadır: Adam ağabeyi Ma‘kıl’den hanımını isteyince o: “Alçak herif, sana iyilik ettim ve kız kardeşimi seninle evlendirdim. Sen de onu boşadın. Allah’a yemin olsun ki, sonsuza kadar o bir daha sana dönmeyecektir” dedi. Bu âyet inip Ma‘kıl onu işitince: “Rabbimin emrini işittim ve ona itaat ettim” dedi. Sonra adamı çağırıp ona da: “Kardeşimi seninle tekrar evlendiriyorum ve sana ikramda bulunuyorum” dedi. (Tirmizî, Tefsir 2/28)

Âyet-i kerîme, boşanmış kadınların yeniden evlenmesinde bir şekilde söz sahibi olan kocalara ve velilere hitap ederek, onların meşrû çerçeve içinde ve huzurlu bir evlilik hayatı sürmek niyetiyle istedikleri erkeklere varmalarına engel olmamalarını istemektedir. Buna göre kocalar, boşadıkları hanımların sahih bir akitle başka erkeklerle evlenmelerine mani olmamalı, velîler de sorumlulukları altında bulunan boşanmış kadınların, istedikleri takdirde, önceki eşleriyle tekrar evlenmelerini engellememelidirler. Zira böyle bir davranış, o hanımlara bir fayda sağlamayacağı, nefislerinin arınıp ruhlarının temizlenmesine vesile olamayacağı gibi, aksine fert ve toplum hayatında bir kısım ahlâkî problemlere, aile şerefini zedeleyecek davranışlara ve rezâletlere yol açabilir. Böyle tehlikeli durumlara kapı aralamamak için Allah Teâlâ’nın bu hususta koyduğu hükümleri tatbik etmek, tek çıkar yoldur. Bu hükümler, Allah ve âhirete inananlara öğüt veren, doğruyu gösterip yanlıştan sakındıran ilâhî yasalardır. Yine bunlar, insanlık için en feyizli, en bereketli, en temiz olan ve pek ziyâde temizliği sağlayan hükümlerdir. Şöyle ki: Meşrû şartlar altında kadının rızâsı ile istediği erkekle nikahlanmasına engel olmamak, zorluk çıkarmamak ve baskı yapmamak öncelikle ilâhî emre sarılmak olacağından bir hayır ve sevaptır. İkinci olarak, karı ve kocanın iffetli davranabilmeleri açısından son derece temiz ve nezih bir durumdur. Çünkü evlenmelerine mâni olunduğu takdirde şüphe altında kalmalarından korkulur. Özellikle hanımlar ve erkekler arasındaki kalbî alakâların esrârengiz bir boyutu olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Zira bütün işlerin hakikatini, gizli ve açık yönlerini en iyi Allah Teâlâ bilir, fakat biz bilemeyiz.

Şimdi de ister nikahlı ister boşanmış olsun annelerin yavrularını emzirmeleri ve onların nafakaları beyân edilmektedir:

Bakara / 233

Cenâb-ı Hakk’ın, kullarına tavsiye buyurduğu emzirme süresi, tam olarak iki yıldır. Anne-baba istedikleri takdirde çocuklarını iki yıla kadar emzirebilirler. Fakat, çocuğun büyümesi ve gelişmesi bakımından bir sıkıntı oluşmayacak tarzda, aralarında istişâre edip anlaşarak iki seneden önce de çocuğu sütten ayırabilirler. Buradan, iki sene emzirmenin farz değil, bir tavsiye olduğu anlaşılmaktadır. Çocuğu öz annesinin emzirmesi önemlidir. Herhangi bir zaruri durum olmadığı takdirde bu, annenin dinî bir vazifesidir. Fakat şartlar gerektirdiğinde çocuğu süt anne de emzirebilir. “Çocuk kendisine ait olan” baba, hem annenin yiyecek ve giyeceğini meşrû ölçüler içinde imkânları nispetinde karşılamalı, hem de eğer çocuğu süt anneye verirse, onun ücretini en uygun miktarda ve vaktinde ödemelidir. Öldüğü takdirde bu sorumlulukları vârisi yerine getirmelidir. Allah Teâlâ, hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle sorumlu tutmadığından, bu uygulamalar esnasında herkes imkânlarına göre hareket etmeli, ne ana, ne baba, ne çocuk, ne süt anne ne de bir başkası asla zarar görmemelidir. Diğer bir ifadeyle şeriat, örf ve aklın güzel gördüğü bir yol takip edilerek onlara zarar verecek söz ve davranışlardan uzak durulmalıdır. Zira Allah, bütün yaptıklarımızı tam olarak görmektedir. Dolayısıyla O’ndan, zât-ı ulûhiyetine yaraşır bir şekilde korkmak, emir ve yasaklarına uygun hareket etmek ve çocukları da anne sütü ile beslemeye özen göstermek lazımdır.[1]

Peki kocaları ölen kadınlar ne yapmalılar? Onlar hakkındaki hükümler de şöyle haber verilir:

[1] Bebek için en tabiî ve en faydalı beslenme maddesi, anne sütüdür. Anne sütünde bebeğin büyümesini ve gelişmesini sağlayacak tüm besinler, en ideal miktar ve nispette yer almaktadır. Anne sütü temizdir ve en uygun sıcaklıktadır. Bu sebeple hiçbir yiyecek veya içecek anne sütünün yerini tutamaz. Anne sütünün, beslenmeye ilâveten, aynı zamanda bebeği hastalıklardan koruyucu özelliği de vardır. Anne sütüyle beslenen çocuklarda başta enfeksiyon hastalıkları olmak üzere birçok hastalığın ve allerjilerin görülme sıklığı azalmakta, üstelik beyin ve zeka gelişimi daha iyi olmaktadır. Emzirme sırasında anne ile bebek arasında aynı zamanda güçlü bir duygusal bağ oluşmakta ve bu güven bağı, bebeklerin çocukluk dönemlerini dahi müspet yönde etkilemektedir. Emzirmenin, sadece bebek açısından değil, anne sağlığı açısından da büyük önemi vardır. Bebeklerini emziren kadınlar, doğumun menfi etkilerinden daha erken bir zamanda kurtulabilmekte, kanamanın azalıp rahmin bir an önce toparlanmasına yardımcı olmakta ve ileri yaşlarda göğüs kanseri görülme riski azalmaktadır.

 

Bakara / 234

Kocaları vefat etmiş kadınların, dört ay on gün beklemeleri farzdır. Bu süre içinde hem hamile olup olmadıkları kesin olarak anlaşılır, hem de eşlerinin ölümüyle sarsılan ruh hallerinin düzelip hayata intibak sağlamalarına zemin hazırlanmış olur. Eğer hâmile iseler, çocuklarını doğuruncaya kadar beklemeleri gerekir. (bk. Talâk 65/4) Bu süre zarfında evlenemezler, kendilerine açıktan evlilik teklifi yapılamaz ve zaruri bir durum olmadıkça kocalarının evlerinde kalırlar. Bu hususla alakalı olarak Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Allah’a ve âhiret gününe inanan bir kadının, herhangi bir ölü için üç günden fazla yas tutması caiz değildir. Ancak ölen kişi kocası ise, onun için dört ay on gün yas tutar.” (Buhârî, Talâk 46; Müslim, Talâk 58) Yas tutan kadın ise renkli elbiseler giymez, makyaj yapmaz ve koku sürünmez. (bk. Buhârî, Cenâiz 31) Yas tutmanın sebebi nafaka, mesken ve benzeri ihtiyaçlarının karşılanmasının yegâne sâikı olan nikah nimetinden mahrum kalmasından dolayı kadının, gönül kırıklığı ve üzüntüsünü ortaya koymasıdır. Zira ölüm ve bununla gelen nikahtan mahrumiyet, sevinilecek bir durum değil, iffetli yaşama hassasiyeti taşıyan ince ruhlu kadınlar için ciddi bir mâtem sebebidir. Fakat bunlar, iddetlerini tamamladıklarında, bu süre içinde yapmaları yasak olan bazı meşrû şeyleri yapmalarında bir sakınca yoktur. Mesela makyaj yapıp süslenebilir, koku sürünebilir ve açıktan evlilik tekliflerine muhatap olabilirler. İçlerindeki kadınlık duygularını meşrû ölçüler içinde hayâ ve edep dairesinde ortaya koyabilirler. Onlar üzerinde söz sahibi olan kişiler, buna mâni olmamalıdırlar. Çünkü bunda kendileri için bir günah söz konusu değildir. Evlenecek olan erkekler de onlara evlilik tekliflerini adabına uygun yapmalıdırlar. Şöyle ki:

Bakara / 235

 Burada kullanılan اَلتَّعْر۪يضُ (ta‘rîz), bir şeyi üstü kapalı olarak bildirmek, çıtlatmak, hem o mânaya hem de başka mânaya ihtimâli olacak şekilde ifade etmeye çalışmaktır. Vefât iddeti bekleyen kadınlara, “sen çok güzel ve sâliha bir hanımsın”, “senin gibi bir hanıma istek duyuyorum”, “şöyle şöyle vasıflara sahip bir hanıma muhtacım”, “sana arzu duyan niceleri var”, “ben ahlâkı güzel, infakı bol, hanımlarla geçimi güzel biriyim” gibi üstü kapalı sözlerle nikâhlarına tâlip olunduğunu çıtlatmakta bir sakınca yoktur. Bu tür evlenme arzu ve düşüncelerini açığa vurmayıp içimizde saklamamızda da bir günah yoktur. Fakat “ben seninle evlenmek istiyorum”, “ben senin nikâhına tâlibim” gibi açık ifadeler kullanmak caiz değildir.

Belirtilen şekilde meşrû sözler söylemek dışında o kadınlarla gizlice anlaşmak, neticesi gayr-i meşrû ilişkiye varacak şekilde sözleşmek haramdır. Farz olan bekleme süresi dolmadan önce onlarla nikah akdinde bulunmak ve buna azmetmek de haramdır. Allah’ın helâl kıldıklarıyla yetinmeli, sabırsızlık göstererek böyle yasak yollara teşebbüs edilmemelidir. Allah, içimizden geçirdiğimiz düşünce ve niyetlerimizi de en iyi şekilde bilmektedir. Bu inançla, haramlardan uzak durarak Allah’ın azabından sakınmak gerekir. Şayet daha önce bir kısım hatalarımız olduysa, şüphesiz Allah günahları çok bağışlayandır. Günah işliyor, fakat cezasını hemen görmüyorsak, bu da Rabbimizin Halîm olmasından, yâni cezalandırmada acele etmemesindendir. Dolayısıyla buna da aldanmamak ve bir an önce hatalardan dönmek gerekir.

Bundan sonraki iki âyet-i kerîme, boşanma ve mehirle alakalı bazı özel durumları açıklığa kavuşturmaktadır:

Bakara / 236

Mehri belirlenmeden ve kendisiyle cinsî münasebette bulunulmadan boşanılan kadına verilecek şeyin asgarisi, baştan aşağı örtünmeyi sağlayacak bir başörtüsü, bir elbise ve bir pardesüdür. Bunların bedelini para olarak vermek de mümkündür.

Kur’ân-ı Kerîm’in tesis etmek istediği fert, aile ve toplum düzeninin ruhunu pek güzel aksettiren bu âyetler, önce boşanmayla ilgili kaidelerden bir kısmını belirleyerek karşılıklı hakları tespit etmekte, sonra da insanlara bu kaidelerin ötesinde pek yüce bir hedef göstermektedir. O da “faziletli davranmak, insanlar arası ilişkilerde fazileti elden bırakmamak”tır. Özellikle 237. âyetin verdiği bu dersi safhalar halinde şöyle ele alabiliriz:

    Önce her iki tarafın hak ve sorumlulukları net bir şekilde ortaya konmuştur ki, bu “kararlaştırılmış mehrin yarısını vermek” şeklindedir.

    Daha sonra her iki tarafa da, kendilerine verilmiş olan haklarda tasarruf yetkisi tanınmış ve bu haklardan fedakârlıkta bulunabilecekleri hatırlatılmıştıur. Buna göre, kadın isterse hakkı olan mehri almayıp karşı tarafa bağışlayabilir. Veya erkek, mehrin sadece yarısını vermekle yükümlü olduğu halde, gönül alma yolunu seçerek kadına mehrin tamamını verebilir.

    Kullar “mehri tamamen ödemek, hiç almamak veya tümünü bağışlamak” şıklarından birini tercih etme hususunda serbest bırakılmışlardır. Ancak Kur’an, mecbur tutmamakla birlikte, Allah’ın rızâsını arayanları, üçüncü şıkka yönlendirmektedir.

    Böylece fedakârlığın kuvvetli tarafa yakıştığını belirtmek suretiyle, Kur’an medeniyetinin en önemli esası tespit edilmiş bulunmaktadır: “Aranızda fazileti ihmal etmeyin.” Bu, hakkı kuvvette arayan maddeci anlayışa karşılık, kuvvetini haktan alan bir muhteşem medeniyet anlayışıdır ki, bu âyetten sonra Bakara sûresinin sonuna kadar devam eden âyetler, özellikle faiz ve zekâtla ilgili emir, yasak, teşvik ve sakındırmalar hep bu anlayışı perçinlemekte ve müslümanları tepeden tırnağa bir fazilet âbidesi hâline getirecek bir terbiyeyi işlemektedir.

    Âyetin en son cümlesi ise, her şeyi açıklayan ve insanın içindeki bütün iyilik çekirdeklerini bir nükleer enerji santralı gibi harekete geçiren bir cümledir: “Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir.” (Bakara 2/237) Hiçbir hakkın zâyi olmayacağı, hiçbir iyiliğin de karşılıksız kalmayacağı büyük hesap gününe inanan bir kimse için bundan başka bir öğüde ihtiyaç var mıdır? (Kandemir ve diğerleri,  Kur’ân-ı Kerîm Meâli, I, 133)

Dolayısıyla müslüman Kur’an’ın bayraklaştırdığı bu fazilet anlayışını iyi anlamalı, kendini tamamen dünyaya kaptırmamalı, faziletlerle dolu bir hayat yaşamaya çalışmalı, bunun için de namaza gereken ehemmiyeti vermelidir:

Bakara / 238

“Namazı muhafaza”, en kıymetli varlıklarımızı koruduğumuz gibi, namazları da öyle korumak, onları eksiksiz bir şekilde vakitlerine, rukûn ve şartlarına, vâciplerine, sünnetlerine ve âdâbına dikkat ederek, huşû içinde devamlı kılmaktır. “Namazlar”dan maksat, bir günde kılınan beş vakit namazdır. “Orta namaz”ın hangisi olduğu hakkında ise farklı rivayetler vardır. Bu göre:

1. Maksat ikindi namazıdır. Çünkü o, geceleyin kılınan akşam ve yatsı namazlarıyla gündüzün kılınan sabah ve öğle namazları ortasında yer almaktadır. Bu mânaya, Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz’in Hendek gazvesi sırasında buyurduğu şu söz de delâlet etmektedir:

“Müşrikler bizi orta namaz yâni ikindi namazından alıkoydular. Allah onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun.” (Müslim, Mesâcid 205; Buhârî, Cihâd 98)

İkindi vaktinde insanlar, ticâret, alış veriş ve diğer çalışmalarla yoğun bir şekilde meşgul olduklarından, bu hengâmede ikindi namazının kaçırılmamasına dikkat çekilmiştir. Efendimiz de, “İkindi namazını kılmayan kimse ehlini ve malını kaybetmiş gibidir” ikâzında bulunmuştur. (Buhârî, Mevâkît 14; Müslim, Mesâcid 200)

2. Sabah namazıdır. Nitekim Rasûllullah (s.a.s.), bir gün sabah namazını kılıp rukudan önce kunut yapmış, elini kaldırıp dua etmiş ve sonunda: “İşte bu, içerisinde boyun büküp dua ederek kılmamız emredilen orta namazıdır” buyurmuştur. (Beyhaki, Sünenü’l-Kübra, I, 461)

3. Öğle namazıdır. Zeyd b. Sabit (r.a.) şöyle anlatır: “Peygamber (s.a.s.), öğle sıcağında namaz kılar, insanlar da kendilerini sıcaktan koruyacak barınaklarında bulunurlar, cemaate gelmezlerdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, orta namazdan bahseden âyeti indirdi ki maksat öğle namazıdır.” Rivayete göre o zaman öğleyin Efendimiz (s.a.s.)’in arkasında ancak bir iki saf cemaat bulunurdu. Resûlullah (s.a.s.): “Vallahi, gönlümden geçiyor ki şu namaza gelmeyen kavmin üzerlerine evlerini yakayım” buyurmuş, bunun üzerine bu âyet inmiştir. (Buhârî, Ezan 29; Nesâî, İmâmet 49) Bir de öğle namazı, Resûlullah’ın Cebrâil’in imamlığı ile kıldığı ilk namazdır. Bundan başka cuma namazı bu vakittedir. Bunun fazileti ise bilinmektedir.

4. Akşam namazıdır.

5. Yatsı namazı olduğu da söylenmiştir.

6. Beş vakit namazın tamamıdır. Çünkü namaz, iman ile diğer ameller arasında ortada bulunan bir ibâdettir.

7. Orta namaz beş vakit namazdan başka bir namaz olup, mesela gece namazı olması da mümkündür. Çünkü en özenilen ve insanın en dingin olduğu vakitte kılınan namaz olması sebebiyle bu mâna da göz ardı edilemez. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 164-165; Elmalılı, Hak Dini, I, 810-812)

Bu görüşler içinde orta namazın “ikindi namazı” olması görüşünün delilleri daha kuvvetli olup müfessirler daha çok bu görüş üzerinde karar kılmışlardır. Fakat mevsimlere ve iklimlere göre bu vakitlerden birinin önem kazandığı da bir gerçektir. Mesela Mekke-Medine için orta namaz ikindi iken, Türkiye için sabah namazı olabilir. Bunun delillerinden biri ay takvimine göre günün ilk namazı akşam olup buna göre orta namaz sabah namazıdır. Ayrıca Türkiye’de en çok kaçırılan namaz da sabah namazıdır. “Orta namaz” ifadesinin beş vakti içine alması ise ayrı bir mâna ve önem taşımaktadır.

Âyetin, “Allah’ın huzurunda derin bir saygıyla el bağlayıp divan durun” (Bakara 2/238) kısmı, namaz kılarken kulun Allah huzurunda saygıyla duruşunun nasıl olması gerektiğini haber verir. Burada geçen “kunût” kelimesinde “bir şeye ısrarla devam edip durmak, itaat etmek, huşû içinde olmak, susmak ve kıyamda durmak” gibi mânalar vardır. Dolayısıyla âyet bize, Allah’a gönülden itaat ve kulluğa devam etmemizi, ibâdetlerimizi huşû içinde edâ etmemizi, susarak ve etraftan alakamızı keserek dikkatimizi namaza teksif etmemizi ve mümkün olduğu ölçüde kıyam, kıraat, rukû, secde ve dualarımızı uzun yapmamızı emretmektedir.

Âyetin şöyle bir de iniş sebebi vardır:

Zeyd b. Erkam (r.a.) der ki: “Biz namaz kılarken konuşurduk. Yine kişi namazda yanında bulunan arkadaşı ile konuşurdu. Bu âyetle, namazda susmakla emrolunduk ve konuşmamız yasaklandı.” (Müslim, Mesâcid 35; Buhârî, Amel fi’s-Salât 2)

Namaz kulu Allah’a bağlayan o kadar mühim bir ibâdettir ki, Yüce Rabbimiz, ne durumda olunursa olunsun hiçbir şekilde onun terk edilmesine izin vermemektedir:

Bakara / 239

Bu âyet-i kerîme, düşmanın saldırması, yırtıcı hayvanın parçalaması, yılan, akrep gibi haşerâtın sokması gibi tehlikeli ortamlarda bile namazın nasıl kılınabileceğini öğretmektedir. Bu durumdaki kişi, piyâde veya binitli olarak nasıl durabilirse, hangi tarafa yönelebilirse, belki imâ ile de olsa öylece namazını kılabilir. Yâni mevcut şartların tanıdığı imkânlar doğrultusunda imâ ve işaret dâhil olmak üzere nasıl kılınabilecekse namaz öylece kılınmalıdır. Namazın vücut hareketleriyle ilgili olarak bir kısım farz, vacip ve sünnetleri bulunsa da, ondan maksat gönülden Allah’ı zikretmek ve kulluğumuzu O’na arzetmektir. Bu sebeple, vücut hareketlerini yapmaya bir mâni çıktığında, onlar terk edilebilir, fakat namaz asla terk edilemez. Zira namazın ruhunu teşkil eden zikir, her durumda mümkündür. Bu şekilde kılınan namaza “korku namazı” denilir. Bu namazın savaş esnâsında cemaatle kılınması konusu Nisâ sûresi 101-13. âyetlerde açıklanmıştır. Şartlar normale döndüğünde ve korku gidip emniyet hâli geldiğinde ise namazlar, Allah Teâlâ’nın öğrettiği ve Peygamber Efendimiz’in tatbik ettiği şekilde bütün şartlarına, farz, vâcip, sünnet ve âdâbına dikkat edilerek kılınacaktır. Ruhsatların ne zaman ve hangi şartlar altında kullanılacağı bellidir. Bunları normal zamanlara da taşırmamak ve gevşeklik göstermemek lazımdır.

Yaratılışın esas gayesi olan kulluğa ve kulluğun da en mühim vasıtası olan namaza temas edildikten sonra şimdi de kocası ölmüş kadınların kalan bir kısım haklarını da beyân etmek üzere şöyle buyrulmaktadır:



https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/enbiya-suresinin-81-ayeti-ne-anlatiyor-199155-m.jpg
Enbiya Suresinin 81. Ayeti Ne Anlatıyor?

Enbiya suresinin 81. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 81. Ayet Arapça: وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/butun-varligin-allahi-tesbih-etmesi-ne-anlama-geliyor-199160-m.jpg
Bütün Varlığın Allah'ı Tesbih Etmesi Ne Anlama Geliyor?

"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Saf Sûresi ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/peygamber-efendimizin-incildeki-ismi-nedir-199148-m.jpg
Peygamber Efendimiz'in İncil'deki İsmi Nedir?

"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/enbiya-suresinin-69-ayeti-ne-anlatiyor-199132-m.jpg
Enbiya Suresinin 69. Ayeti Ne Anlatıyor?

Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/adn-cenneti-nedir-199125-m.jpg
Adn Cenneti Nedir?

"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/enbiya-suresinin-46-ayeti-ne-anlatiyor-199120-m.jpg
Enbiya Suresinin 46. Ayeti Ne Anlatıyor?

Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...