Tārık sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 17 âyettir. İsmini birinci âyette geçen ve “yıldız” mânasına gelen اَلطَّارِقُ (tārık) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 86, iniş sırasına göre 36. sûredir.
Sûrede temel inanç esasları ve Allah’ın büyüklüğünü gösteren deliller ele alınır. İnsanın değersiz atılgan bir sudan yaratıldığına dikkat çekilerek, Cenâb-ı Hakk’ın onu, bütün sırların ortaya döküleceği günde yeniden diriltip huzuruna çıkaracağı vurgulanır. Bu gerçekleri haber veren Kur’ân-ı Kerîm’in doğru bir söz olduğu ve asla şaka olmadığı dolayısıyla kâfirlerin Kur’an aleyhinde planladıkları entrikaların ilâhî plan karşısında söneceği ifade edilir.
Mushaftaki sıralamada seksen altıncı, iniş sırasına göre otuz altıncı sûredir. Beled sûresinden sonra, Kamer sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
1. Yemin ederim göğe ve Tãrık’a.
2. Bilir misin Tãrık ne?
3. O, karanlıkları delip geçen parlak bir yıldızdır.
4. Hiçbir kimse yoktur ki, üzerinde bir gözetleyici, bir koruyucu bulunmasın.
Sûrede
vurgulanmak istenen hakikatleri beyân için iki şey üzerine yemin edilir: Semâ
ve târık. Semâ, sırlarına vakıf olmamız takatimizin ötesinde olan, ancak cüz’i
bir şekilde görüp bilebildiğimiz gökyüzüdür. اَلطَّارِقُ
(tārık) ise, bir aletle veya herhangi bir cisimle vurmak, çarpmak anlamına
gelen اَلطَّرْقُ (tark) kelimesinden
isimdir. Bu bakımdan ayaklarımızla vurup yürüdüğümüz yola, ayaklarını vurarak
yola giden yolcuya ve geceleyin gelip gönül hoplatan ziyaretçiye “târık” denilir.
Sonra bu mânadan hareketle her ne olursa olsun geceleyin ortaya çıkıp göze
gönle çarpan her şeye hatta hayalî şekillere de târık denilmiştir. Sabaha yakın
ortaya çıkan Sabah yıldızına da parlaklığıyla göze çarptığından dolayı bu isim
verilmiştir. Nitekim burada onun “necm-i sâkıb” olduğu beyân edilir. اَلنَّجْمُ
الثَّاقِبُ (en-necmu’s-sâkıb), “delen yıldız” anlamına gelip ışığının
kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi gözüken her parlak yıldıza denir. Bu
kelimenin “yüksek yıldız” anlamı da vardır. Bu anlamlardan hareketle Necm-i
sâkıbın gece doğan herhangi bir parlak ve yüksek yıldıza, Sabah yıldızına, Necm
sûresinin birinci ayetinde zikredilen Süreyyâ yıldızına veya Kur’an’ın inen
parçalarının her birine isim olması mümkündür.
Bu
yeminlerin gâyesi, her insan üzerinde, onu koruyan, onun düşünce, niyet, söz ve
davranışlarını görüp gözeten, takip edip kaydeden bir bekçi bir koruyucu
muhâfız bulunduğunu haber vermektir. Bu muhâfız öncelikle mutlak bir kudret ve
sonsuz ilim sahibi olan Allah zü’l-celâl Hazretleridir. Cenâb-ı Hakk’ın bu
vasfını dile getiren şu âyet-i kerîmeler ne kadar dikkat çekicidir:
“Allah, üzerinizde kusursuz bir gözetleyici ve koruyucudur.” (Nisâ 4/1)
“Allah, her şeyi hakkiyle görüp gözetendir.” (Ahzab
33/52)
“Gerçek şu ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona neler
fısıldadığını da çok iyi biliyoruz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf 50/16)
Bu
ayetler, insanın üzerindeki en büyük bekçinin yüce Allah olduğunu haber verir.
Rivayet
edildiğine göre Hz. Ömer, hilâfeti devrinde Muâz (r.a.)’ı Kilâboğulları
aşiretine göndermişti. Devlet hazinesinden ödenmesi gereken paraları ödeyecek,
verilmesi gereken malları verecek, zenginlerden alınan zekâtları fakirlere ve
muhtaçlara dağıtacaktı. Hz. Muâz, üzerine aldığı bu vazîfeyi îtinâ ile îfâ
ediyor, gönüller fethederek tatlı hatıralarla geri dönüyordu. Geri döndüğünde, dünya
malı olarak Sadece omuzuna attığı atkısı kalıyordu. Bu atkı zaten, giderken de
var olan bir atkıydı. Bir defâsında hanımı dayanamayıp sordu:
“–Böyle
bir vazîfe üstlenenler, belli bir ücret alırlar, evlerine de hediye getirirler.
Senin hediyelerin nerede?”
Muâz
(r.a.) cevap verdi:
“–Benimle
birlikte yanımdan hiç ayrılmayan bir murâkıp vardı. Her aldığımı, verdiğimi
hesap ediyordu.”
Hanımı
kızdı:
“–Resûlullah
(s.a.s.) her şeyde sana güvenirdi. Ebubekir de öyle. Ömer geldi; seninle
birlikte murâkıp mı gönderiyor? Her yaptığını tâkip mi ettiriyor?” dedi.
Söz,
Hz. Ömer’in hanımına, ondan da Hz. Ömer’e ulaştı. Hz. Ömer, Muâz (r.a.)’ı
çağırıp sitemle sordu:
“–Ben
senin ardından böyle bir murâkıp göndermediğim hâlde, duyduklarım nedir yâ
Muâz? Benim sana îtimâdım yok mu zannediyorsun?”
Hz.
Muâz’ın cevâbı pek mânidardı:
“–Ey
Mü’minlerin Emîri! Hanımıma özür olarak öne sürebilecek ancak bunu bulabildim.
Hem murâkıp dediğim, sizin murâkıbınız değil, Allah’ın murâkabesi idi. Bu
sebeple yaptığım hizmetin ecri zâyi olmasın diye -câiz bile olsa- nefsim için
hiçbir şey alamam…”
Hz.
Ömer, onun bu sözlerle neyi kasdettiğini anlamıştı. Zira Muâz (r.a.) nefsine ve
dünyaya âit her şeyden müstağnî idi. Halîfe, onu taltîf ederek kendinden bir
miktar hediye verdi ve:
“–Git
bununla âilenin gönlünü al!” dedi.
Bununla
birlikte ayette bahsedilen “hâfız”ın bekçi melekler olması da mümkündür. Zira:
“Oysa yanıbaşınızda sizi sürekli gözetleyenler var. Her söz ve
davranışınızı kayda geçiren tertemiz, şerefli melekler. Yaptığınız her şeyi
bilirler.” (İnfitâr 82/10-12)
“Allah, kullarının üzerinde her istediğini yapma kudret ve
kuvvetine sahiptir. Ayrıca üzerinize, yaptıklarınızı kaydeden ve sizi koruyan
melekler gönderir...” (En‘âm 6/61) ayetleri, insanı takip eden, onun söz ve
davranışlarını yazıp kaydeden bekçi meleklerin varlığını haber vermektedir. Bu
sebeple insanın, azgın nefsin aldatmalarına kanmayıp hayatını bu ilâhî ikazlar
ışığında tanzim ederek düzene sokmaya çalışması gerekir. Özellikle
çocuklarımızı terbiye ederken, üzerlerinde böyle ilâhî bir kontrolün olduğu
onların körpe dimağlarına kesinlikle nakşedilmelidir.
İnsanın
başıboş bırakılmadığına, kontrol edildiğine ve birgün hesaba çekileceğine delil
isterseniz:
5. Hangi şeyden yaratıldı, bir düşünsün insan!
6. Yaratıldı fışkırarak dökülen basit bir sudan,
7. Omurga kemiği ile göğüs bölgesi arasından çıkan.
8. Elbette insanı yoktan var eden Allah’ın, onu yeniden hayata döndürmeye de gücü yeter.
9. O gün bütün gizlilikler meydana serilir.
10. İnsanın, Allah’ın cezalandırmasına mâni olacak ne bir gücü olur, ne de bir yardımcısı.
Bitki
olsun hayvan olsun bütün canlı varlıklar gibi insan da toprak ile sudan
yaratılmıştır. Fakat insanın diğerlerinden çok büyük farklılığı ve üstünlüğü
vardır. İnsanın dışındaki canlı varlıklar yaratılışlarını, başlangıç ve
sonlarını düşünmekten mahrum iken insan tefekkür edebilme, düşünüp anlayabilme
yeteneğiyle donatılmıştır. İşte âyet-i kerîmedeki “düşünsün” ifadesi, insanın
sadece topraktan yaratılan maddî varlığına değil, düşünen ve anlayan ma’nevî
varlığına dikkat çeker. İnsan, dünya gözüyle göremediği ve fakat var olduğu da
en doğru sözlü tarafından haber verilen yanındaki gözetleyici ve koruyucu
karşısındaki acizliğini ve zayıflığını düşünmeli; kibir, gurur ve küstahlığa
kapılmamalıdır. Bir taraftan değerli, diğer taraftan her tarafı kuşatılmış
olduğu bilincini taşıyarak şuurlu ve maksatlı bir hayat sürmeye çalışmalıdır.
Daha önemlisi insan, kendisini değersiz bir sudan yaratıp geliştirerek düşünen
ve anlayan bir varlık düzeyine çıkaran Yüce Yaratıcı’nın yaratma, koruma ve
takip etme kudretinin büyüklüğünü tefekkür ederek yeniden dirilişin gayet kolay
olduğu inancına ulaşmalı; kendi iradesiyle kalbinden ve ruhundan fışkıran bir
gayretle samimi olarak Allah’a doğru mânen yükselmeye çalışmalıdır.
İnsanın
hangi şeyden yaratıldığı sorusuna, onun, اَلصُّلْبُ
(sulb) ve اَلتَّرَٓائِبُ (terâib) arasından
çıkan اَلدَّافِقُ (dâfık) bir sudan
yaratıldığı belirtilerek cevap verilir. Dökmek ve atmak anlamlarına gelen اَلدِّفْقُ (dıfk) kelimesinden türeyen اَلدَّافِقُ (dâfık), embriyonun oluşumuna başlangıç
teşkil eden suyun vasfı olarak “dökülen ve atılan” mânasını taşımaktadır. Bu
suyun dökülüşünde bir gayret, bir sürat, bir atılganlık bulunmaktadır. Bu su,
icra ettiği görev bir tarafa bırakılarak dışarıdan bakıldığında göze hoş
gelmeyen değersiz bir su görünümündedir.
İnsanın
yaratılışına başlangıç teşkil eden ve “meni, nutfe” diye isimlendirilen bu su,
sulb ile terâib arasından çıkar. Sözlük anlamıyla katı, sert ve şiddetli anlamlarına
gelen اَلصُّلْبُ (sulb) kelimesi, daha
çok omurgaya ve omurga bölgesine denilir. Burası, insan bedeninin güç ve
kuvvetinin temelini teşkil eden bir bölgedir. اَلتَّرَٓائِبُ
(terâib) ise göğüs, gerdanlık yeri, iki meme arası; kadının iki eli, iki ayağı,
iki gözü, iki omuzu ile göğüs arası; göğüs bölgesinde dördü sağda dördü de
solda olan sekiz kaburga kemiğinin kapsadığı kısım, göğüs kemiği, meme ve
çevresindeki et gibi mânalar taşımaktadır. Şunu belirtelim ki sulb ve terâib
hem erkek hem de kadının anatomisinde bulunmaktadır. Ancak burada kadının
devreye sokulup sokulmadığı tartışmalıdır:
Sulbün
erkekle, terâibin kadınla alakalı olduğu düşünülünce meninin sulbden,
yumurtanın terâibden kaynaklanıp oluştuğu anlaşılır. Böylece her ikisinden
kaynaklanan ayrı sıvılar hakkında, erkeğinki öne alınarak “tek su” ifadesi
kullanılmıştır.
Hem
sulbün hem de terâibin erkekle ilgili olduğu düşünülünce, erkeğin menisinin
oluşma ve akışma alanı sözkonusudur ki bu alanın sınırları bu iki kavramla
çizilmiştir.
Üçüncü
bir ihtimalle erkek ve kadının sulb ve terâibinden çıkan iki suyun birleşmiş
haline işaret edilmektedir. Bu ihtimal, bugünkü bilimsel araştırmalarla da
desteklenmektedir.
Şüphesiz
bütün varlığı yoktan var eden Allah Teâlâ, ölümünden sonra insanı hayata
döndürmeye elbette kâdirdir. İnsanın yaratılış biçimine bakıldığında onu ilk
olarak yaratanın tekrar geri döndürmeye, mahşer günü dirilterek huzuruna
dikmeye ve kendi azamet, kuvvet ve kudretini göstermeye kâdir olduğu anlaşılır.
Allah Teâlâ’nın insanı yeniden dirilteceği o dehşetli gün, bütün sırların
yoklanacağı, imtihan meydanına serilip Allah’a arzedileceği hesap günüdür. Bu
hesap gününde kalplerde gizlenen niyetler, düşünülen gizli şeyler; kin, haset,
intikam, şehvet, sevgi, rahmet ve merhamet gibi olumlu olumsuz bütün duygular;
namaz, oruç, hac ve zekât gibi emirlerin yerine getirilip getirmediği gibi
durumlar birer birer ortaya serilecek, iyisi kötüsünden ayırdedilecek ve teker
teker hesabı görülecektir. Böylece gizli tutulan her düşünce, niyet ve duygu o
gün ya kişinin yüzünde bir zînet bir süs, ya da kara bir leke olarak
belirecektir. Bu durumda artık kişinin yüzünü karartacak şeyleri gizli tutmaya
ne gücü yeter ne de onlardan dolayı kendisini Allah Teâlâ’ya karşı savunacak
bir yardımcısı bulunur. Bu bakımdan o dehşetli günde insanın ortaya dökülen
sırları yüz karartmayacak, güzel ve temiz sırlar ise; o kimse selîm bir kalple
Mevlâsının huzuruna varmış ise ona ne mutlu! Yok eğer fâş olunan sırlar yüz
karası olacak iğrenç şeyler ise kulun vay haline!
Bu
gerçekleri hesap ederek insan, yaratılışına bakmalı da sulb ile terâib arası
gibi bir kafes, bir geçit olan dünyada Yaratıcı’nın kendisine verdiği kuvvet,
istidat ve kabiliyetleri kötü yollarda kullanmamalı, kendini nefsinin alçak
arzularına kaptırmamalı, üzerinde daima hazır bulunan bir bekçi bulunduğunu
bilerek, sırların ortaya çıkacağı günde temiz sırlarla Hakk’ın huzuruna varmak
için lekesiz bir kalb-i selîm ile hareket etmeli, bu dünya geçidinde zorluklara
göğüs gererek bu ten kafesinden kamil iman ve sâlih amellerle Allah’a gitmeye
gayret etmelidir. Bunun için de Kur’an’ın verdiği haberlerin gerçekleğine ve
bunların asla şaka olmadığına tam anlamıyla inanarak, onun gösterdiği yolda
yürümelidir:
11. Yemin ederim dönümlü ve döndürümlü göğe,
12. Bitkilerin çıkması için çatlayıp patlayan yere ki:
13. Bu Kur’an, hiç şüphesiz, hak ile bâtılı ayıran kesin bir sözdür.
14. O, asla bir şaka, bir eğlence değildir.
Kur’ân-ı
Kerîm’in hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden ayırdeden ilâhî bir söz olduğu
bildirilmek üzere önce önemli birer vasıfları ile göğe ve yere yemin edilir.
İlk olarak içindeki cisimlerle beraber dönen ve aşağıdan yükselen suyu yağmur
olarak geri döndüren göğe yemin edilir. Ayette geçen اَلرَّجْعُ
(rec‘) kelimesinin hem “dönümlü” hem de “döndürümlü” anlamına gelmesi mümkün
olduğundan ayet “dönümlü ve döndürümlü göğe yemin olsun” mânasını taşır.
Nitekim gökyüzü, içinde bulunan kocaman cisimlerle birlikte hareket halinde
olup dönmektedir. Aralarındaki mesafeler ancak ışık yılıyla ölçülebilecek kadar
büyük olan gökteki sayısız yıldızlar, yıldız kümeleri, galaksiler sürekli
hareket halindedir. Bu gün bilimsel araştırmalar, içinde bulunduğumuz Samanyolu
galaksisinin saniyede
İkinci
olarak dünyayı yemyeşil zümrüt gibi bir cennet halinde süslemek ve üzerinde
yaşayan canlıları besleyip büyütmek için her türlü bitkiyi çıkarmak üzere
çatlayıp patlayan, şerha şerha yarılan yere yemin edilir. Ayette zikredilen اَلصَّدْعُ (sad‘) kelimesinde yarılmak, çatlamak ve
çatlak mânaları bulunur ki bu, ilk olarak yeryüzünün bitkileri bitirmek için
çatlayıp yarılışını anlatır. Bununla birlikte yeryüzünde değişik sebeplerle
meydana gelen çatlaklar, yarıklar, hendekler, vadiler ve yolları; yarılıp
insanların defnedildiği ve yine yarılıp insanların mahşere çıkacağı kabirleri
de ifade eder.
Sûrenin
akışı üstten ve alttan gelen şeylerin birleşip kaynaşarak yeni oluşumlar
meydana gelmesiyle alakalıdır. Dolayısıyla göğün dönüşlü olması yukarıdan gelen
fiil ve etkiyi, yerin yarılışlı olması da aşağıda bulunan alıcı kabiliyet ve
istidadı ifade ederek gök ve yer biri diğerini sararak aşılayan karı ve koca
konumunda olmaktadır. İkisinin izdivacından en faziletli ve en mükerrem varlık
olarak doğan insan yine bunlar arasından, sulb ve terâib arasından çıkar gibi
çıkarak Allah’a dönmek üzere âhiret âlemine gidecektir. Bütün bunlar da, Allah Teâlâ’nın
kudreti altında yine O’nun yaratması ve korumasıyla cereyan etmektedir.
Rec’
yağmur, sad’ bitki diye mülahaza edildiğinde, fışkırarak çıkan erkeğin
menisinin kadının yumurtacığını aşılaması gibi, yağmur da uzay boşluğunda bir
yumurtayı andıran yeryüzünü, bitkileri bitirmek üzere aşılamakta böylece ilâhî
bir fiil olarak canlılar yoktan var edilmektedirler.
Göklerdeki
düzenli hareket ve yerdeki faydalı yarılma, sürülme ve açılma Allah’ın yüce
kudretini yansıttığı; her olay ve harekette O’nun düzenlemesiyle ilgili bir
proğramın bulunduğunu ortaya koyduğu gibi Kur’an da her ayet ve kelimesiyle
ilâhî kudretten süzülüp gelen ve beşer idrakine seslenip onun aklını ve
düşüncesini harekete geçiren, sonra da ona en doğru yolu ve en iyi hayat
düzenini öğreten son ilâhî kitaptır. O kitap muhaliflerini, içinde taşıdığı
binlerce hakikat belgeleriyle susturmaktadır. O, şüphesiz ki hak ile bâtılı
ayıran kesin bir hükümdür. O asla şaka değildir. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm ve
ayetlerini alaya almak, mizah ve şaka konusu yapmak büyük günahtır, hatta
kişinin küfrüne bile sebep olabilir.
Bütün
bunlara rağmen:
15. Kâfirler, vargüçleriyle tuzak kurup duruyorlar.
16. Ben de onların tuzaklarına karşı tuzak kuruyorum.
17. Onun için sen o kâfirlere biraz mühlet ver, bir süre onları kendi hallerine bırak!
Kur’ân-ı
Kerîm’in verdiği bilgilerin bu kadar önemli olmasına karşın kâfirler onun
nûrunu söndürmek ve tesirini engellemek için her türlü hile ve tuzak kurmakta
ve değişik entrikalarla tedbirler almaktadırlar. Bu ışığı önleyebilmek ve
insanları şüpheye düşürebilmek için Peygambere karşı acımasızca iftira
kampanyası yürütmektedirler. Önceden de böyle olmuştur, şimdi de böyle
olmaktadır. Halbuki onların hilelerine karşılık Allah da hile kurmaktadır.
Allah’ın planı sayesinde onların tüm hileleri boşa çıkacak ve engellemeye
çalıştıkları Kur’an’ın mesajı hızla yayılacaktır.
Şâir
Sünbüllüzâde Vehbî şöyle der:
“Cümle
erbâb-ı hiyel müdbir olur,
Hîlesi
pek çoğa varmaz duyulur.
Yoğ
iken tilki gibi hîle-güzâr,
Yine
postu soyulur âhir-i kâr.”[1]
Sûrenin
son kelimesi olan رُوَيْدًا (ruveydâ), az mühlet
anlamındaki اَلرُّودُ (rûd) kelimesinin
daha da küçültülmüşü olup “oldukça az müddet” mânasına gelir. Dolayısıyla
mü’minler lehindeki ilâhî hükmün çok yakında geleceğini müjdelemektedir. Bu
müjdenin gerçekleşmesi ve hakiki bayram sevinci olan âhiret mutluluğunun elde
edilmesi için gereken kulluk şartlarını açıklamak üzere de Yüceler Yücesi
Rabbin ismini tesbih emriyle başlayan A’lâ sûresi gelmektedir:
[1] Erbâb-ı hiyel: Hîle
sahipleri, tuzak kuranlar. Müdbir: Duruma göre hareket eden. Hîle-güzâr:
Hîle yapan. Âhir-i kâr: Sonunda.
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...
Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...
"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...
Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...
Enbiya suresinin 37. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 37. Ayet Arapça: خُلِقَ الْاِنْسَانُ مِنْ عَجَلٍۜ سَاُر۪يكُمْ اٰيَات۪ي فَلَا تَسْتَعْجِ ...
Saff sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 14 âyettir. İsmini, 4. ayetinde geçen صَفًّا (saffen) kelimesinden alır. Sûrenin “İsa” ve اَلْحَوَارِيُّونَ (Hav ...