A‘lâ sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 19 âyettir. İsmini, Allah Teâlâ’nın birinci âyette geçen ve “en yüce, en üstün” mânasına gelen اَلْاَعْلٰى (A‘lâ) adından alır. Mushaf tertîbine göre 88, iniş sırasına göre 8. sûredir.
Cenab-ı Hakkın her türlü kusurdan, beşeri sıfatlardan ve yakışıksız isnatlardan tenzih edilmesinin gereği vurgulanır. Sonra da kullar için hazırlanan maddi ve mânevî nimetlerden bahsedilerek kâfirler imana, nankörler şükre davet edilir. İslâm davetinin kabul görüp yayılacağı ve mü’minlerin yakın zamanda başarıya erişeceği müjdesi verilir.
Mushaftaki sıralamada seksen yedinci, iniş sırasına göre sekizinci sûredir. Tekvîr sûresinden sonra, Leyl sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (Şevkânî, V, 492).
Peygamberimiz (s.a.s.) A’lâ sûresini çok severdi. Vitir namazında çoğunlukla birinci rekatta bu sûreyi, ikinci rekatta Kâfirûn sûresini üçüncü rekatta ise İhlâs ve Muavvizeteyn’i okurdu. Bayram ve Cuma namazlarında da bu sûreyi sık sık okudukları rivayet edilir. (Ebû Dâvûd, Vitr 4; Tirmizî, Vitr 9)
1. Yüceler yücesi Rabbinin ismini tesbih et; onu her türlü kusurdan ve ortaktan uzak tut.
“Tesbih”;
yüce Allah’ın, şanına ve şerefine layık olmayan sıfat ve vasıflardan uzak tutulması
ve arındırılmasıdır. اَلْاَعْلٰى (A‘lâ) sıfatı, mekan itibariyle yüksek olmak
anlamında değil, ezici güç ve iktidar sahibi olmak anlamındadır. Bu bakımdan
“A‘lâ” hem “Rabb” hem de “isim” kelimelerinin sıfatı olabilir. Buna göre mâna:
“Yüce Rabbinin ismini” veya “Rabbinin yüce ismini tesbih et” olur. Bu bakımdan
yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm ve sünnette vasfedilen isimlerle anılmalı, mâna
bakımından noksanlık ifade eden ve yanlış anlaşılmalara sebep olan isim ve
sıfatlarla anılmamalıdır. Allah için kullanılan isim ve sıfatlar, Allah’a kullanıldığı
gibi yaratıklara verilmemelidir. Ayrıca Allah’ın isimlerini tâzimle anmak
gerekir. Bu isimler alay ile, hafife alınarak fuzûli işlerin yapıldığı uygunsuz
yerlerde anılmamalıdır. İmam Malik (r.h.) ile alakalı şu nükte ne kadar
mühimdir:
Anlatıldığına
göre İmam Malik, bir dilenci para istediğinde, şayet vermeye gücü yetmiyorsa,
başkalarının dediği gibi “Sana Allah versin” demez, dilenci de bir şey
söylemeden kızgın bir halde çeker gidermiş. O, diğer insanlar gibi
davrandığında, dilencinin sırf bu sebepten ötürü Allah’a isyan edebileceğinden
çekinirmiş.
Allah
Resûlü (s.a.s.) bu âyet-i kerîme nâzil olduktan sonra secde ederken سُبْحَانَ رَبِّيَ الأعْلٰي (Sübhâne
Rabbiye’l-a‘lâ) denmesini; Vakıa sûresinin son ayetinin inmesinden sonra da
rukû ederken سُبْحَانَ رَبِّي الْعَظ۪يمِ
(Sübhâne Rabbiye’l-azîm) denmesini istemiştir. (Ebû Dâvûd, Salât 147; İbn
Mâce, İkâme 20)
Âyet-i
kerîmede “Rabbini” değil “Rabbinin ismini tesbih et” emri vardır. Çünkü bu
dünyada Allah Teâlâ’nın zâtı bizim akıl ve zihinlerimizin doğrudan doğruya
yönelip idrak etmesinden çok yücedir. O’nu tanımamız ancak sıfatlarına delalet
eden isimler ve bunların görülen eserleri aracılığıyla olmaktadır.
Yüce
Rabbin ismini tesbih etmemiz emredildikten sonra, O’nun her an tesbih ve
tenzihe layık olduğunu gösteren fiilleri ve eserleri sıralanmaktadır. Bu
eserler üzerinde ciddi olarak durulduğu takdirde, Cenâb-ı Hakk’ın söz
kalıplarına sığmayacak derecede yüce olduğu anlaşılacaktır:
2. O ki, her şeyi yarattı ve onları güzel ve düzgün bir şekilde biçimlendirdi.
İlk
olarak o yüce Rab, yeryüzünden gökyüzüne, zerreden kürreye, proton ve nötrondan
en büyük galaksiye kadar evrendeki her şeyi: melekleri, cinleri, insanları,
hayvanları, böcekleri, bitkileri, taşı, toprağı yaratmış, en mükemmel surette
ölçülü ve düzenli kılmıştır. Bu sınırsız yaratıklar arasında mükemmel bir düzen
kurmuştur. Bu nizamın mükemmel bir ölçüyle kurulduğuna ve onun bir yaratıcısı
olduğuna, bizzat bu muazzam nizamın kendisi tanıklık etmektedir. Bu bir tesadüf
eseri değil, sonsuz ilim ve hikmet sahibi, kudretli ve güçlü bir Allah’ın hür
iradesiyle özenerek ortaya koyduğu bir sanat şahikasıdır. Âyet-i kerimede şöyle
buyrulur:
“İşte bunlar, Allah’ın yarattıklarıdır. Peki, gösterin bana, O’nun
dışındakiler ne yaratmış?” (Lokmân 31/11)
İkincisi:
3. O ki, her şeye belli bir ölçü ve gâye takdir etti; buna göre onlara yol gösterdi.
O
yüce Rab, daha yaratmadan önce herbir varlığın yaratılış maksadını, kendisini
diğer varlıklardan ayıracak nitelik ve özelliklerini belirlemiş ve buna göre
şekil vermiştir. Herbirinin meydana geleceği zaman ve zemini tesbit, yaşamaları
için gerekli imkân ve şartları temin etmiş ve akıbetlerinin ne olacağını da
kararlaştırmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın evrendeki küçük-büyük her varlık için böyle
ince bir planı mevcuttur.
Üçüncüsü:
4. O ki, yeşillikleri, otlakları, meyve ve ekinleri çıkardı.
O
yüce Rab, hiçbir varlığı başıboş bırakmamış, yarattığı her şeye bir vazife
vermiş ve o vazifeye göre hepsini yönlendirmiştir. Yani Allah, hem yaratıcı hem
de yol gösterici olmaktadır. Yüce Allah göğe, yere, aya, güneşe, yıldızlara yol
gösterdiği gibi; meleklere, cinlere, insanlara, hayvanlara, bitkilere de
yaratılış gayelerine uygun olarak yol göstermektedir. Bu hikmete dayalı olarak
tüm varlıklar görevlerini yerine getirirler. Arı, yaratıldığı günden beri petek
petek bal yapıp insanlara ikram eder, görevini hiç aksatmaz. Koyun sabah akşam
şarıl şarıl süt verir. Meyve ağaçları Allah’ın emrine uyarak köklerini toprağın
derinliklerine salarlar, yerleşip büyürler sonra da dal budak tutarak her
renkten ve her tattan çeşit çeşit sebze meyve verirler. Yeryüzünü, havayı,
suyu, bütün canlıları teker teker ele alıp bu şekilde incelemek mümkündür.
İnsan
için iki türlü “hidâyet: yol gösterme” sözkonusudur. Birincisi yaratılmasından
büyüyüp olgunlaşıncaya, vefat edip kabre girinceye kadar kendi iradesine değil,
tamamen Allah’ın iradesine bağlı olarak hareket etmesi; göz, kulak, burun,
boğaz, beyin, kalp, mide, ciğerler, kaslar, damarlar gibi tüm organların kendi
görevlerini yapmalarıdır. Bunları çalıştırmak insanın kedi elinde değildir,
Allah’ın iradesine bağlı olarak meydana gelen olaylardır. Bu yol gösterme,
insan şuurunun dışında cereyan etmektedir. İkinci yol gösterme ise insanın aklı
ve zihnî hayatıyla ilgilidir. Burada birincisinden çok farklı bir yol gösterme
sözkonusu olup, bu bakımdan insana geniş bir özgürlük tanınmıştır. Ama yine de
bu özgürlüğünü faydasına olacak en ideal şekilde kullanabilmesi ve istikametini
tayin edebilmesi için peygamber göndermek ve kitap indirmek suretiyle yol
göstermiştir.
Dördüncüsü:
5. Sonra da onları çürüyüp kararmış artıklara çevirdi.
O
yüce Rab, insanların ve hayvanların faydalanmaları için yaylaları, mezraları,
otlakları, bağ, bahçe ve ormanları, oralardaki her türlü bitkileri,
yeşillikleri, ağaçları, meyve ve sebzeleri ilâhî kudretiyle terütâze yetiştirip
çıkarmaktadır. Sayıları milyonlarla ifade edilen bu bitkilerden her biri, Allah
Teâlâ’nın ayrı bir tecellisinin ve ezeli plandaki takdirinin bir gereği olup,
taşıdıkları çeşitli renk, tat, koku ve güzelliklerle insan ve hayvanlara
faydalı oldukları gibi, ayrıca kendilerini çıkaran o yüce gücün varlığına,
birliğine ve kudretinin üstünlüğüne delalet etmektedirler. O yüce Rab, sadece
yeşillikleri çıkarıp ilkbaharı getiren değil, aynı zamanda onları kurutup
karartarak sonbaharı da getirendir. Bir tarafta baharın getirdiği yeşillikler,
temiz hava, bitkilerin açması, diğer tarafta ise bitkilerin solması, kurumuş
yapraklar haline dönüşmesi, rüzgarların dağıtmasıyla birlikte derelerde
nehirlerde çerçöp olarak akması manzaraları bulunmaktadır.
Ayette
zikredilen غُثَٓاءً (ğusâ), sel sularının meralardaki otları ve
çöpleri birbirine katarak sürükleyip getirdiği ve derelerin etrafına fırlattığı
ot, çöp ve yapraktan oluşan sel kusuğudur. اَحْوٰى (ehvâ) ise karamsı, esmer, koyu yeşil ve isli
renklere denmektedir. Bu lafızlar yaylalar ve otlaklardaki yeşil bitkilerin
kuruyup dökülerek veya hayvanlar tarafından yenilip dışarı atılarak sel
sularının süpürüp sürükleyeceği gübreler haline getirilmesini ifade eder ki, o
zaman kömür gibi siyah veya esmer yanıcı bir madde olur. Bu ayette yeraltı
katmanlarında taşkömürünün teşekkülüne bir işaret olabileceği zamanın
geçmesiyle daha iyi anlaşılmaktadır.
Yemyeşil
otlak ve ekinlerin bir zaman sonra çürüyüp kararmış atıklara çevrilmesi, kendi
varlığımız ve sağlığımız da dâhil şu an fevkalade göz kamaştırıcı olan dünya nimetlerinin
birgün böyle yok olup gideceğine işaret etmektedir. Öyleyse insan, dünyanın
gelip geçici nimetlerine takılıp kalmamalı; kendisini ebedî cennet nimetlerine
götürecek Kur’an gibi emsalsiz bir rehbere sımsıkı sarılmalıdır. Resûlullah (s.a.s.)’e
bir daha unutmayacak ve unutulmayacak şekilde vahyedilen o Kur’an’a:
6. Rasûlüm! Biz sana Kur’an’ı okutacağız; ondan hiçbir şeyi unutmayacaksın.
7. Allah’ın unutmanı dilediği müstesnâ. O, açık olanı da bilir, gizli kalanı da.
8. Biz, her hususta dine uygun tarzda gâyeni gerçekleştirebilmen için yürümen gereken yolu sana kolaylaştıracağız.
Kâinattaki
eşsiz güzellik ve nizama, bu mükemmel düzeni dağılıp yok olmaktan koruyan yüce
yaratıcıya değinildikten sonra, kendisine indirilen Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinden
az da olsa bazı kısımlarını kaybetmekten ya da unutmaktan tir tir titreyen ve
onu okuyup ezberlemek için kendini yoran Allah Resûlü (s.a.s.)’e bu bakımdan
büyük müjdeler içeren ayetler gelmektedir. Bu ayetler Kur’an’ın ezberlenmesi ve
korunması hususunda Peygamber Efendimize tam bir güven telkin etmekte ve inen
ayetlerin herhangi bir zorlanmaya gerek kalmaksızın hafızasına kaydedileceğini
ve bir daha asla unutmayacağını müjdelemektedir.
Hakikaten
Sevgili Peygamberimiz Cebrâil’in kendisine getirdiği ayetleri unutmamak için
korkudan aceleyle tekrarlardı. (bk. Tâhâ 20/114; Kıyâmet 75/16-19) Bu yüzden
yüce Allah değerli elçisine: “Rasûlüm! İşte biz böylece sana emrimizle ölü
kalplere hayat bahşeden bu Kur’an’ı vahyettik. Yoksa daha önce sen kitap nedir,
iman nedir, bilmezdin...” (Şûrâ 42/52) ayeti gereğince onun daha önce kitap
nedir, iman nedir bilmezken bundan böyle Cebrâil vasıtasıyla okuyacağı bir
kitap olan Kur’an’ı vahyederek bunu ona okutacağını, hafızasına yerleştirip
iyice belleteceğini haber vermektedir.
Kur’ân-ı
Kerîm Allah Resûlü (s.a.s.)’e bir mûcize olarak indirildiği gibi, her ayetin
ona Allah tarafından tek tek ezberletilmesi ve bir daha unutmaması da bir başka
mûcizedir. Buna göre Peygamberimizin, kendisine okunan bir kelimeyi unutarak
yerine aynı anlamda farklı bir kelime dahi söylemesi mümkün değildir. Bu
unutmama va‘dinin gelecek zamanları da kapsayacak şekilde haber verilmesi ve
öylece vuku bulması da diğer bir mûcize olmuştur. Dolayısıyla âyet-i kerîmedeki
“okutmak”tan kastedilen “ezberden okutmak”tır; yoksa yazı ile yüzünden okutmak
değildir. Unutmamaktan maksadın, inen ayetlerin gereği ile amel etmek olduğu da
anlaşılabilir.
Burada
bir garanti verilmekte ancak, “Allah’ın dilediği başka” kaydıyla buna bir
istisna getirilmektedir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in Kur’an’ı ezberlemesi, kendi
kabiliyet ve istidadıyla başardığı bir iş değil, tamamen sonsuz kerem sahibi
Allah’ın lutuf ve yardımıyla olmuştur. Her şeyin mutlak sahibi Cenâb-ı Hak
olduğundan, şayet O dilerse istediğini yapar, sana da Kur’an’ı unutturabilir.
Sana garanti verdi diğe kendini aciz bırakmış değildir. Onu hiçbir şey aciz
bırakamaz. Dilerse böyle bir hafıza kuvveti verdikten sonra onu geri alabilir, hatta
bütünüyle yok edebilir. (bk. İsrâ 17/86)
Şunu
da gözden uzak tutmamak gerekir ki Hak Teâlâ sevgili Peygamberine değişik
hikmetlere dayalı olarak bir kısım ayetleri tamamen unutturmuş olabilir. Bunlar
neshedilerek uygulamadan kaldırılmış ayetlerdir.
Ayetteki
istisna zaman ve miktar açısından “azlık” bildiriyor da olabilir. Zira Allah
Resûlü bazı ayetleri bir anlık unutabiliyordu. Rivayete göre Resûl-i Ekrem (s.a.s.)
bir gün sabah namazını kıldırırken bir ayeti atlamış, Übey b. Ka’b: “Ey
Allah’ın Rasûlü, siz şu ayeti okumadınız, yoksa nesh mi oldu?” diye sormuş,
Sevgili Peygamberimiz de: “Hayır okurken ben bu ayeti unutmuşum” buyurmuştur.
(Buhârî, Ezan 69; Müslim, Mesâcid 97-99)
Şu
kadar var ki bu tür unutmalar, daimî değil anlık durumlardır. Peygamberimizin
bu neviden unutmaları beşer olması cihetiyle normaldir. Fakat Efendimiz için
devamlı ve tamamen unutma söz konusu değildir.
Burada
açığı da gizliyi de çok iyi bilen Yüce Allah, fert ve toplum olarak herkesi
ilâhî murakabe altında yaşamaya çağırmaktadır. Sonra Peygamberimiz (s.a.s.)’e
ve onun mübârek şahsında her mü’mine, istikbâle ait müjdeler vermektedir.
Allah’ın her şeyi gördüğü ve bildiği şuuruyla istikâmet üzere hareket ettiği
takdirde onu:
› Her hususta
en kolay yola ve gayeye erdireceğini,
› Gerekli her
işi kolaylıkla yapıp bitirebileceği bir kabiliyet ve istidâdı ona
yerleştireceğini,
› Buna bağlı
olarak bilgide, amelde, eğitim-öğretimde ve insanlara dini tebliğde en kolay
yolu ona göstereceğini müjdeler. Çünkü, en büyük gayelere en kolay yollardan
varmak, Peygamberimiz (s.a.s.)’in getirdiği İslâm dini ve şeriatinin bir
hususiyetidir.
Bunun
da temeli tevhid inancı, ihlas, doğru bilgi ve bu bilgiye göre ihlaslı ameldir.
Her kolaylığın başı budur. Öyleyse:
9. Sen öğüt fayda verse de vermese de öğüt vermeye devam et.
10. Çünkü Allah’a karşı duyduğu korkuyla kalpleri ürperen öğüt alacaktır.
11. Bedbaht olan ise ondan kaçınacaktır.
12. Ama o bedbaht, sonunda yanıp kavrulmak üzere en büyük ateşe girecektir.
13. Artık orada ne ölüp kurtulacak, ne de yaşayıp bir rahat yüzü görecektir.
Allah
Resûlü (s.a.s.), doğru yola gelmelerini sağlamak üzere kendisini parçalarcasına
insanlara tebliğde bulunurdu. Fakat âlemlere rahmet olan Efendimizin bu gayreti
bir kısım kişilerin ancak küfür, inat ve ısrarlarının artmasına sebep olurdu.
Bu bakımdan ayette Allah Resûlü’ne ve onun izinden gidecek olanlara sadece az
veya çok faydalanacağını umdukları kimselere öğütte bulunmaları; fayda verse de
vermese de öğüde devam etmeleri, ancak aslandan kaçan yabani merkepler gibi
inat ve azgınlıkla Hak’tan kaçan kimselerin ardından koşarak da kendilerini
helak edercesine yorulmamaları tavsiye edilmektedir.
Esasen
İslâmî tebliğ ve hatırlatma herkese şamildir; umûmîdir. Peygamberin de vazifesi
sadece tebliğdir; gerçekleri açık ve anlaşılır bir şekilde kulaklara
duyurmaktır. Bundan istifade edecek olanlar özel kimselerdir. Bu ise neticede
belli olacaktır. İlâhî irşat, ikaz ve nasihatlerden ancak kalbinde derin bir
Allah korkusu taşıyan, O’na son derece saygılı olan ve huzurunda boyun bükenler
istifade edeceklerdir. الخشية (haşyet) kalbin
ürpermesidir. Allah’a olan sevgi ve saygısını yitirmekten korkması ve
titremesidir. Yüce Rabbinin sevgisini ve rızâsını kazanacağı yollarda yürümesi;
ondan mahrum bırakacak sapık yolları terketmesidir. İşte ilâhî öğüt ve
hatırlatmaları dinleyecek, nasihat alacak, düşünüp istifade edecek olanlar,
böyle gönülden Allah zü’l-celâle saygılı kimselerdir.
Diğer
taraftan, ilâhî rahmetten ümidini kesip akıbetlerini karartmak suretiyle en
bedbaht olanlar, bu hatırlatmalardan ve öğütlerden uzak duracak; kabule ve inkıyada
yaklaşmayacaklardır. اَلْاَشْقٰى (eşkâ), Allah ve Resûlullah
düşmanlığında ileri giden azılı kâfirlerdir. Dilimizde dağlarda, sahralarda
insanların yolunu kesen, kendilerini öldürüp mallarını talan eden kimselere
“eşkıya” denilir. Ayette bahsedilen bunların en kötüsüdür. Çünkü bu yapıda ve
karakterdeki kimseler, Allah’ın mülkünde O’na başkaldırıp hâkimiyet taslamakta;
ferdî ve içtimâî hayata Yüce Yaratıcı’nın müdahalesini engellemekte ve onun
hükmünü tanımamaktadırlar. Bunlar adeta Allah Teâlâ’ya: “Bu dünya benimdir; burada
ne senin, ne kitabının ne de Peygamberinin sözü geçer. Burada sözü ve hükmü
geçerli olacak sadece benim” diyen kimselerdir. Bu gibilere öğüt verip Cenâb-ı
Mevlâ’yı hatırlattığın zaman duymazlıktan gelir, yüzlerini çevirirler. Bununla
kalmaz, fırsat bulunca Allah’a karşı savaş ilan ederler. İşte ilâhî ikazlara
kulak tıkayıp öğüt almaktan yüz çeviren o tînetteki kişiler âhirette en büyük
ateşe, ebedî olan cehennem ateşine yaslanacaklardır. Allah’ın yakıcı, kavurucu
azabına düçar kalacaklardır. Hiç kimseden ne bir yardım ne de bir fayda
göreceklerdir. Sonra orada ne ölecek ne de hayat bulacaklardır. Onlara asla bir
daha ölüm gelmeyecek. Azabdan da kurtulamayacaklar. Dünyada olduğu gibi güzel
bir şey göremeyecek ve tadamayacaklar. Bundan daha büyük bir bedbahtlık
düşünülemez. İlâhî hikmetlere, öğüt ve nasihatlara sırt çevirenlerin feci
akıbeti işte budur. Böyle bir ceza ölene kadar iman etmeyen, küfür ve şirk
üzere ölen kimseler içindir. Halbuki insan için dünyada tevbe edip temizlenme
kapısı devamlı açıktır:
14. Doğrusu kurtuluşa ermiştir her türlü kötülük ve günahlardan arınan,
15. Rabbinin ismini anıp namaz kılan.
16. Fakat siz dünya hayatını âhirete tercih ediyorsunuz.
17. Oysa âhiret hayatı hem çok daha hayırlı, hem de devamlıdır.
Şüphesiz
kendini arıtan; Kur’an’ın ve Peygamberin öğütlerine kulak verip kalbini küfür,
şirk ve kötü ahlâktan, bedenini madi mânevî pisliklerden, zekât verip malını
kul hakkından temizleyen böylece takvâ ve haşyet duygularını geliştirip artıran
ve Allah huzurunda temize çıkmak için çalışıp çabalayan; kalbiyle ve diliyle
Allah Teâlâ’yı zikredip O’nu sürekli hatırda tutan ve farz namazlar başta olmak
üzere vacip ve sünnet diğer namazlara da devam eden felâha erer; korktuklarından
kurtulur ve umduklarına kavuşur.
İnsanın
sorumlu olduğu bütün fiil ve davranışlar üç grupta toplanabilir. Birincisi
kalpten yanlış inanç ve bozuk düşünceleri temizlemektir ki ayetteki اَلتَّزَكّ۪ي (tezekkî) buna tekâbül eder. İkincisi
Allah zü’l-celâli zâtı, sıfatları ve fiileriyle tanıyıp sürekli Allah bilinci
ile yaşamaktır ki buna da ayetteki اَلذِّكْرُ
(zikir) karşılık gelir. Üçüncüsü ise Allah’a kulluk ve mahlukatına hizmetle
sürekli meşgul olmaktır ki ayetteki اَلصَّلٰوةُ
(salât) kelimesi de bunu karşılar. Zira salât, tevazu ve huşûdan ibarettir.
Dolayısıyla bu üç lafızla müslümanın sorumlu olduğu bütün vazifelere işaret
edilmiştir. Kalbini Allah bilinciyle aydınlatan kişinin diğer bütün azalarından
bu tevazu ve huşûun göstergeleri ortaya çıkar.
Cenâb-ı
Hak secdeye elverişli yüzler, ibret almaya elverişli gözler, hizmete elverişli
bedenler, mârifete elverişli kalpler ve ve muhabbete elverişli gönüller
yaratmıştır, Eğer insan dili tevhid okuyan, kalbi Allah’ı tanıyan ve bedeniyle
kulluk eden biriyse üzerindeki bu nimetlerin kıymetini bilmesi gerekir. Fakat
o, kendini kurtuluşa götürecek işler yapmıyor bilakis dünya hayatını tercih
ediyor; orada hemen elde edebileceği yeme, içme, eğlenme ve benzeri zevklerin
peşine düşüyor ve bütün varlığını o uğurda harcıyabiliyor. Âhiret mutluluğunu
temin edecek hayırlı, temiz ve güzel işleri erteleyebiliyor. Halbuki nimetleri
ve lezzetleri itibariyle âhiret hayatı, şüphesiz dünyadan çok daha iyi, üstün
ve ebedidir. Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir
beşer aklının düşünmediği emsalsiz nimetler bulunmaktadır. Diğer yönden dünya
gelip geçici, cennetteki hayat ise ebedidir, süreklidir. Onda asla kesinti
olmayacaktır. O halde dünya hayatını tercih edip günden güne korkunç uçurumlara
doğru yuvarlanarak sonunu berbat etmektense, âhiret hayatını tercih edip orada
huzur ve mutluluğa erdirecek sâlih ameller işlemek, dünyadaki sıkıntı ve
zahmetlere de bu gayeyle sabretmek daha uygun bir yol olacaktır.
Kur’an’ın
bu eşsiz mesajlarına mü’min, kâfir veya Ehl-i kitap tüm insanlar kulak
vermelidir. Zira:
18. Bu uyarıcı bilgiler elbette önceki ilâhî sayfalarda da vardı:
19. İbrâhim’e ve Mûsâ’ya verilen sayfalarda.
Elbette
Yüce Rabbimizin bu sûrede temas ettiği bu gerçekler; özetle Allah’ın azameti ve
kudretinin büyüklüğü, Kur’an’ın indirilmesi, korunması ve Peygamberin başarıya
ulaşması, kurtuluş yolunu seçenle seçmeyenin akıbetleri, âhiretin dünyadan
hayırlı ve ebedi oluşu gibi hakikatler önceki peygamberlere indirilmiş olan
sahifelerde ve kitaplarda da yer almaktadır. Özellikle İbrâhim ve Mûsâ’nın
sahifelerinde de bulunmaktadır. Bunlar her peygambere bildirilen ve buna uygun
davranmaları istenen evrensel gerçeklerdir; geçerliliği süreklidir.
Şimdi
ise, A’lâ sûresinde haber verilen âhirette ateşe yaslanacak bedbahtlarla,
kurtuluşa erecek bahtiyarların hallerini açıklayıp hatırlatmaya devam etmek
üzere Gâşiye sûresi gelecektir:
Kur’an’da şöyle buyrulur: فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًاۖ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ “Allah en iyi koruyandır ve O, merhametlilerin en merhametlisid ...
A'râf Sûresi 40-43. Ayetler 40: "Şüphesiz ki âyetlerimizi yalanlayan ve büyüklenip onlardan yüz çevirenler yok mu, göğün kapıları onlar içi ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْس۪يۚ اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪يۜ اِنَّ رَبّ۪ي غَفُورٌ رَح۪يمٌ ...
er-Riaye tecvid konusunda günümüze ulaşan ilk çalışma olduğu kabul edilen eserdir. Müellifi Mekki b. Ebi Talib'dir. MEKKÎ b. EBÛ TÂLİB KİMDİR? 23 ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدّ۪يقُ “Yûsuf! Ey özü sözü doğru arkadaş!” (Yûsuf, 12/46) EY DOĞRU ARKADAŞ! Bilgi: Zindan arkada ...
Şifa; deva demektir. Şifa; insanın hastalıktan kurtulması, sıhhat bulması, iyilik bulması anlamlarına gelir. Peki hastalara ne şifa olur? KUR’AN’DA G ...