Ğâşiye sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 26 âyettir. İsmini, birinci âyette geçen ve “dehşeti her şeyi saran, her tarafı kuşatan kıyâmet” mânasına gelen اَلْغَاشِيَةُ (ğâşiye) kelimesinden alır. هَلْ اَتٰيكَ (Hel etâke) adıyla da anılır. Mushaf tertîbine göre 88, iniş sırasına göre 68. sûredir.
Fânî olan dünya hayatı, her tarafı kuşatan büyük bir kıyamet olayıyla acı bir şekilde son bulacak, gerçek ebedî hayat bundan sonra başlayacaktır. O gün insanlar iki grup olur. Hesabını veremeyen grup şiddetli cehennem azabına çarptırılırken, hesaptan yüzünün akıyla çıkabilenlerin sonsuz bir mutluluk ve saadete ereceği bildirilir. Kâinattaki ilâhî kudret ve azamet tecellilerinin, böyle bir günün gerçekliğine delâlet ettiğine dikkat çekilir.
Mushaftaki sıralamada seksen sekizinci, iniş sırasına göre altmış sekizinci sûredir. Zâriyât sûresinden sonra, Kehf sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
1. Dehşetli felâketleri her şeyi sarıp kaplayacak olan kıyâmetin haberi sana geldi, değil mi?
2. Yüzler vardır o gün korku ve zillet içinde eğilmiştir.
3. Sadece dünya için çalışmış; o gün eli boş kalmış olmaktan ötürü yorgun ve bitkin düşmüştür.
4. Onlar, yanıp kavrulmak üzere kızgın bir ateşe girecekler.
5. Kendilerine son derece sıcak bir su kaynağından içirilecek.
6. Yiyecekleri, yalnız zehirli ve kuru dikenli bir bitkiden ibaret olacak.
7. O da ne besleyecek, ne de açlığı giderecek!
Bütün
varlığı geçici bir süre için kullarını imtihan ederek iyilerini kötülerinden
ayırmak için yaratan ve bir gün kurduğu bu nizamı bozacak olan Allah Teâlâ,
sûreye kıyamet olayını haber vermekle başlar. Kıyâmetin bir ismi اَلْغَاشِيَةُ (ğâşiye)dir. Ğâşiye, bir şeyi her
tarafından sarıp bürüyen, salgın, sargın ve kaplayıcı şey demektir. Bu sebeple
kalp zarına, insanı veya hayvanı içinden saran derde ve kâbus gibi her taraftan
saran salgın belâya “ğâşiye” denilir. Kıyâmetin dehşetli afetleri, yıkıp
darmadağın eden felaketleri bütün kâinatı kuşatacak ve her şeyi altüst edecek
olduğundan, o böyle isimlendirilmiştir.
Belası
ve kötülüğü her yandan bütün dünyayı kuşatacak olan kıyamet günü insanlar iki
grup olur. Âyette, “bazı insanlar” yerine, “bazı yüzler” ifadesi kullanılır.
Çünkü insanların en mühim azalarından biri yüzleridir. Onlar yüzlerinden
tanındığı gibi, ayrıca iyi ya da kötü bir durumda oldukları da yüzlerinden
anlaşılır. Birinci grup, geçici kısacık ömrünü gaflet, günah ve haksızlıklarla
hebâ edip küfür ile sonlandıran bedbahtlardır. Bunları âhirette büyük bir
hüsran ve azap beklemektedir:
›
Dünyada iken hakkı kabule yanaşmayan, büyüklük taslayan,
mü’minleri küçümseyen kâfirlerin o gün yüzlerini korku bürüyecek, utançtan
başları yere eğilecek, boyunları bükülecek, zelil ve hakîr olacaklardır.
›
Aslında bunlar dünyada öyle boş duran, boş yatan kimseler de
değildir. Çalışıp çabalamışlardır. Fakat bunu Allah’a iman ve âhiret korkusuyla değil, dünyevi hesaplar uğruna
yaptıkları için o gün yaptıkları boşa gidecek, kârları sadece çektikleri
yorgunluk olacaktır.
Nitekim
onların bu hâli âyet-i kerîmede şöyle haber verilir:
“Rasûlüm! De ki: «Yaptıkları ameller yüzünden en çok zarara
uğrayacakları haber verelim mi? Onlar, güzel şeyler yaptıklarını zannetmelerine
rağmen, dünya hayatında yaptıkları çalışmalar boşa giden kimselerdir. İşte
onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr etmişler de bu yüzden
bütün amelleri boşa gitmiştir. Tartılacak şeyleri kalmadığından kıyamet günü
onlar için artık bir terâzi koymayacak, onlara hiçbir kıymet vermeyeceğiz. İşte
inkâr etmeleri, âyetlerimi ve peygamberlerimi alaya almaları sebebiyle onların cezası
cehennemdir!»” (Kehf 18/103-106)
Bunlar,
dünyada fayda vermeyecek işlerin peşinde koşup yoruldukları gibi, kıyamet günü
de boyunlarını bükecek, zilletler içinde dayanılmaz ezici cezalara maruz
kalacak, yorgunluk ve bitkinlikle sıkıntılar çekeceklerdir. Bu yorucu cezalar,
cehennem ateşi içinde esaret zincirlerini ve tomruklarını sürükleyerek aşağı
yukarı bata çıka boğuşup durmalarıdır.
›
Onlar son derece sıcak ve kızgın bir ateşe girecekler. Sıcaktan
iyice bunalmış bu kâfirlere, serinletici bir içecek yerine, aşırı decede sıcak
içecekler verilecektir.
›
Yiyecekleri ise sadece ضَر۪يعٌ
(darî‘) denen bir dikendir. Bu, arapların yaş olanına اَلشِّبْرِقُ (şibrık) kurusuna darî’ dedikleri dikenli bir ağaçtır.
Hem dikenli hem de zehir gibi acıdır.
Bazı
âyetlerde, cehennemliklerin “zakkum” ve “irin”den başka yiyeceklerinin olmadığı
haber verilirken, burada da “zehirli ve kuru dikenli bir bitki”den başka
yiyeceklerinin olmadığı anlatılır. Bunlar arasında bir çelişki yoktur. Çünkü
cehennemde farklı farklı dereceler vardır. Cehennemliklerin suçlarına göre veya
her suç için ayrı bir azabın verilmesi sözkonusudur. Yahut “zakkum” yemekten
kaçınacaklar, onlara “irin” verilecektir. Ondan da kaçınacaklar, bu kez
yemeleri için “zehirli kuru diken” verilecektir. Hâsılı onlara sevdikleri
hiçbir yiyecek verilmeyecek, yedikleri ve içtikleriyle bile devamlı azap
edileceklerdir.
Kâfirlerin
bu hazin ve perişan hallerinin karşısına, cennet-cehennem gerçeği iyice
anlaşılsın diye, mü’minlerin nimet, huzur ve saadet dolu tablosu konur:
8. Yüzler de vardır o gün nimetler içinde mutludur.
9. Dünyada yaptıklarının sonucundan gâyet memnundur.
10. Pek üstün ve yüksek bir cennettedir.
11. Orada boş bir söz işitmezler.
12. Orada akan berrak pınarlar vardır.
13. Pek yükseklere kurulmuş tahtlar,
14. Servise hazırlanmış dolu kadehler,
15. Sıra sıra dizilmiş yastıklar,
16. Döşenmiş değerli halılar vardır.
İkinci
grup, dünyadaki ömür sermayelerini kârlı bir alışverişe çevirip sonunu kamil
imanla mühürlemeyi başaran bahtiyarlardır:
› Bunlar
nimetler içinde mesut olurlar. Bu halin güzel izleri yüzlerine akseder, tarifi imkânsız
bir neş’e, letâfet ve yumuşaklık içinde bulunurlar. “Öyle ki, onları saran
nimetlerin sevinç ve parıltısını yüzlerinden okursun” (Mutaffifîn 83/24)
âyeti onların bu hâlini anlatır.
› Dünyada
yaptıkları ibâdet ve taata, âhiret saadeti için çektikleri sıkıntı ve
meşakkatlere razı ve hoşnut olurlar. Çünkü işledikleri sâlih amellerin ve Allah
yolunda göğüs gerdikleri zorluk ve sıkıntıların burada karşılığını görürler.
Cennette de boş durmazlar; her daim zevk alacakları, neş’e ve sevinç
duyacakları işlerle meşgul olurlar. Yeme, içme, dostlarla muhabbet, eşleriyle
beraber olma gibi. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Cennet ehli o gün tatlı,
mutluluk dolu meşguliyetler içinde cennet nimetlerinden yiyip içerler.” (Yâsîn
36/55)
› Bunlar gerek
mekân gerek kıymet itibariyle yüksek olan cennetlerde konaklarlar. Orada yalan,
iftira, inkâr, küfür, hakaret, alay ve benzeri hiçbir kötü söz duymazlar. Orada
hiç bir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir insanın hatrına
gelmeyen güzel nimetlerle perverde olurlar. (bk. Buhârî, Tevhid 35; Müslim,
İman 312) Şarıl şarıl durmadan akan cennet ırmakları, üzerine oturdukları
yüksek koltuklar, karyola ve döşekler, en güzel cennet içeceklerini içtikleri
hazırlanıp önlerine konmuş dolu dolu kadehler, yaslandıkları sıra sıra dizilmiş
yastıklar ve bulundukları köşklerin tabanlarına döşenmiş en güzel halılar bu
nimetlerden bazılarıdır.
Kur’an’ın
verdiği bu haberlerin doğruluğunda şüphesi olanlar, Allah’ın yüce kudretini
gösteren şu açık deliller üzerinde ibretle tefekküre davet edilir. Burada dört
mühim delilden bahsedilir. Birinci dikkat çekilen delil devenin yaratılışıdır:
17. Deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmış?
Deve,
Kur’an’ın ilk muhatapları olan Araplar için büyük bir ehemmiyet taşımaktaydı.
Onların sosyal, ticârî ve iktisâdî hayatlarında devenin vazgeçilmez bir yeri
vardı. Onu çok iyi tanıyorlar ve tüm özelliklerini biliyorlardı. Etinden,
sütünden, yününden, derisinden, gücünden istifade ediyorlardı. Gerçi küçücük bir
kelebekten kocaman file kadar Allah’ın yarattığı her canlının kendine mahsus
özellikleri vardır ve yaratıcısının kudretine delâlet etmektedir. Nitekim Kur’ân-ı
Kerîm’de sivrisinek misal verilir ve bütün insanlar el birliği yapsalar bile
bir sivrisinek yaratamayacakları beyân edilir. (bk. Bakara 2/26; Hac 22/73)
Demek ki, Allah’ın kudretini tanımak için bir sineğe, bir böceğe bakmak bile
kâfîdir. Ancak canlılar içinde elbette devenin de kendine mahsus dikkat çekici
yaratılış hususiyetleri vardır. Şöyle ki:
İri
bir cüsseye sahiptir. Son derece kuvvetli, sabırlı ve dayanıklıdır. Şekil
itibariyle câlib-i dikkattir. Başka hayvanların yetinmediği çok az yem ve
dikenli otlarla yetinir. Ağır yüklerle uzun yolculuklara dayanır. Günlerce
susuz kalabilir. Tecrübe edenler devenin sekiz gün hiç su içmeden durabildiğini
söylerler. O kadar iri cüsse ve kuvvetine rağmen en zayıf bir hayvandan, bir
koyundan, bir merkepten daha kolay yedilip güdülebilecek derecede itaat ve
boyun eğme özelliği vardır. Bir çocuk bile onun yularını eline alıp
götürebilir. Gittiği bir yolu birçok insandan daha sağlam bir hafıza ile
belleyip çıkarabilir. Zâhiren iri oluşuna rağmen güzel sesle seslenildiğinde
hemen etkilenir, şevk ve neşe ile coşar.Yüce Allah onu insanların hizmetine
öylece âmâde kılmıştır. Onun bu dikkat çekici yaratılışı üzerinde düşünen
insan, elbette ki onu yaratan kudretin büyüklüğünü ve istediği her şeye güç
yetirebileceğini anlar.
İkinci
delil gökyüzüdür:
18. Göğe bakmazlar mı, nasıl yükseltilmiş?
Allah
Teâlâ onu görebildiğimiz bir direk olmaksızın yükseltmiştir. (bk. Lokmân 31/10)
Yüksekliğinin sınırını bilmek mümkün değildir. Birbiriyle âhenktâr, tabaka
tabaka yedi kat semanının nerelere kadar uzandığını, buutlarının, eninin,
çapının ne olduğunu idrak etmek aklın imkân ve ihtimal dairesinde değildir. Ona
derin bir nazarla bakan ve ibretle tefekkür eden elbette yüce kudreti tanır,
küfründen vazgeçer, O’nun huzurunda boyun büker, eğilir ve: “Rabbimiz! Sen
bunları boşuna yaratmadın. Sen bütün eksik sıfatlardan pak ve uzaksın. Bizi
cehennem azabından koru!” (Âl-i İmran 3/191) demekten kendini alamaz.
Üçüncü delil dağların yeryüzüne sağlam kazıklar
halinde çakılıp dikilmesidir:
19. Dağlara bakmazlar mı, nasıl çakılıp dikilmiş?
Onlar
da büyük bir kudret nişânesi, ilâhî azamet tecellisidir. Eğer dağlar olmasa,
yerin istikrarlı durması ve üzerin canlıların yaşaması mümkün olamaz. Dağlar,
yeryüzünün olduğu kadar, akarsuları, ormanları ve madenleriyle aynı zamanda
insan ve canlı hayatının da direkleridir. (bk. Lokmân 31/10; Nebe’ 78/7)
Dördüncü delil yeryüzünün yayılıp
döşenmesidir:
20. Yeryüzüne bakmazlar mı, nasıl serilip döşenmiş?
Bu
ifade onun küre şeklinde olmasına mâni değildir. Cenâb-ı Hak onu bu şekilde
yayıp döşemiş, içine hayatın tüm ihtiyaçlarını yetleştirmiş, insanın kolaylıkla
yaşayıp Rabbine kulluk edebilmesi için tüm imkânlar hazırlanmıştır. Bunun
üzerinde de ibretle tefekkür eden insan, Allah’ın kudretini anlar ve onun ölüleri diriltebilecek güç ve kuvvet sahibi
olduğuna inanır. Küfür ve nankörlükten vazgeçip, Peygamber’in ve Kur’an’ın
davetine koşar, güzel bir kul olur.
O
halde:
21. İnsanlara öğüt ver; çünkü sen ancak bir öğüt vericisin!
22. Onların başına dikilip inanmaları için baskı yapan bir zorba değilsin!
23. Ama kim gerçeğe sırt çevirir ve inkâr ederse,
24. Allah onu en büyük azapla cezalandırır.
25. Şüphesiz onların dönüşü bizedir.
26. Onların hesaplarını görmek de elbette bize aittir.
Bunca
açık ve anlaşılabilir delile rağmen inanmamakta ısrar edenlere yapılacak bir
şey yoktur. Peygamber (s.a.s.)’in, onları zorlayarak inandırmak gibi bir
vazifesi bulunmamaktadır. Onun vazifesi, insanlara neyin doğru, neyin yanlış
olduğunu öğretmek, yolun doğrusunu da eğrisini de göstermek ve bunların
varacağı neticeyi haber vermektir. Ona düşen apaçık tebliğdir. Neticede
herkesin dönüşü Rabbine olacak; O da layık oldukları şekilde onları hesaba
çekip karşılık verecektir. Şimdi insanların dünyadaki inanç ve amellerine göre Allah’a
dönüşlerinin nasıl olacağı hususunu derin ve etraflıca izah etmek üzere Fecr
sûresi geliyor:
Vâkıa sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 96 âyettir. İsmini, kıyametin isimlerinden biri olan ve “hâdise, olay” gibi mânalara gelen birinci âyetteki اَلْ ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَنْ نَشَٓاءُۜ وَفَوْقَ كُلِّ ذ۪ي عِلْمٍ عَل۪يمٌ Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim s ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًاۖ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ “Allah en iyi koruyandır ve O, merhametlilerin en merhametlisid ...
A'râf Sûresi 40-43. Ayetler 40: "Şüphesiz ki âyetlerimizi yalanlayan ve büyüklenip onlardan yüz çevirenler yok mu, göğün kapıları onlar içi ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْس۪يۚ اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪يۜ اِنَّ رَبّ۪ي غَفُورٌ رَح۪يمٌ ...
er-Riaye tecvid konusunda günümüze ulaşan ilk çalışma olduğu kabul edilen eserdir. Müellifi Mekki b. Ebi Talib'dir. MEKKÎ b. EBÛ TÂLİB KİMDİR? 23 ...