Fecr sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 30 âyettir. İsmini, birinci âyette geçen ve “tan yerinin ağarması, sabah aydınlığı” mânasına gelen اَلْفَجْرُ (fecr) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 89, iniş sırasına göre 10. sûredir.
Bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudretini, nihâyetsiz ilim ve hikmetini gösteren varlık ve hadiselere yemin edilerek, bir taraftan da helak edilmiş önceki toplumlardan misaller verilerek insanlık, dünya imtihanının farkında olmaya, Allah’a ve âhirete imana ve O’na kulluk ve teslimiyete çağrılır. Kıyâmetin dehşetli manzaralarından kesitler sunularak, mü’minlerin ve kâfirlerin âkıbetleri haber verilir.
Mushaftaki sıralamada seksen dokuzuncu, iniş sırasına göre onuncu sûredir. Leyl sûresinden sonra, Duhâ sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
1. Yemin olsun fecre,
2. On geceye,
3. Çifte ve teke,
4. Geçip gitmekte olan geceye!
5. Akıl sahibi olanlar için, bunlarda gerçeği kanıtlayan bir yemin değeri var, değil mi?
Cenâb-ı
Hakk’ın yüce kudretini gösteren ve böyle sonsuz bir kudret sahibi olan Zât’ın
ölüleri yeniden diriltip âhiret hayatını var etmeye, orada kâfirleri
cezalandırmaya kâdir olduğunu bildiren varlıklar üzerine yemin edilerek söze
başlanır:
Yemin
edilen birinci husus, اَلْفَجْرُ (fecir)dir. Fecr, tan
yerinin ağarmaya başlama ve sabah aydınlığının ortaya çıkıp ufuktan dünyaya
doğru yayılma vaktidir. Fecirle birlikte gece karanlığı sona erer ve gündüz
başlar. Her insanın hayat defterinde yeni bir sayfa açılır. Bu vakit zihnin en
sâkin, gönlün en huzurlu, ortalığın en durgun olduğu bir zamandır. O vakit ibâdet
ve ilimle meşgul olmak çok feyizli ve bereketlidir. Bu sebeple günlük hayat
içinde o vaktin ehemmiyetine dikkat çekilir. Ayrıca fecir vakti, ortalığın
yavaş yavaş ağarmaya başlamasıyla birlikte, uykuya dalmış canlıların uyanmaya
başladığı zamandır. Bu uyanış, hem İslâm’la birlikte ruhların uyanışına hem de
âhiretteki yeniden dirilişe işaret eder.
Yemin
edilen ikinci husus, “on gece”dir. Bundan maksat ayın otuz gecesinin her on
gecesidir. Yâni ayın ince bir tırnak şeklinde olduğu ve her gece büyüyerek
aydınlığa ulaştığı ilk on gece; ayın büyük bir kısmının aydınlık olduğu ikinci
on gece; nihâyet ayın yavaş yavaş küçülerek gecenin karanlık kısmının arttığı
ve sonunda tamamen karanlık olduğu son on gecedir. Her ay aksamadan devam eden
bu nizam, ne müthiş bir kudret akışı ve azamet tecellisidir. Ayın bu
hareketlerinin, peyderpey büyütülüp küçültülmesinin, hem zamanın tespiti hem de
insan hayatının devamı bakımından çok büyük ehemmiyete sahip olduğu
bilinmektedir.
Yemin
edilen üçüncü ve dördüncü husus, “çift olan” ve “tek olan”dır. Tek olan, sadece
ve sadece Allah Teâlâ’dır. Çift olan ise O’nun yarattığı bütün mahlukattır.
Zira Cenâb-ı Hak kendisinin tek olduğunu (bk. İhlas 112/1), varlıkları ise çift
yarattığını haber verir. (bk. Yâsîn 36/36; Zâriyât 51/49)
Yemin
edilen beşinci husus ise “geçip gitmekte olan gece”dir. Bu yemin de gündüz
aydınlığının yaklaştığını haber verir. Dolayısıyla hem fecre, hem de geçip
gitmekte olan geceye yemin edilmesi, dünyayı bastırmış olan şirk, küfür ve
isyan karanlıklarının Resûlullah (s.a.s.)’e inmekte olan vahiy nuruyla
aydınlanmaya başladığına işaret eder. Mü’minleri kuşatan çile, işkence, her
türlü zorluk ve meşakkat karanlıklarının dağılmaya yüz tuttuğunu ve bunların
yerini kurtuluş ve başarının aydınlığına bırakacağını müjdeler. Ayrıca karanlık
gecelere benzeyen dünya hayatının, mahşerin aydınlığına doğru yol almakta
olduğuna ışık tutar.
Üzerine
yemin edilen bu varlıklar, kâinatta büyük ve eşsiz bir nizamın ve bunu tanzim
eden nihâyetsiz bir kudretin var olduğunu gösterir. Bu sebeple yemin edilmeye
değer varlıklardır. Bunu yapan kudret elbette istediği her şeyi yapmaya,
ölüleri de diriltmeye kadirdir. Nitekim, âhirete inanmayıp peygamberlerine
karşı gelen, bu sebeple yeryüzünde azgınlık ve bozgunculuk eden önceki
kavimlerin başlarına gelenler, ilâhî kudretin bir başka tezâhürü, onun gözler
önünde cereyan eden canlı şâhitleridir. Şöyle ki:
6. Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine?
7. Yüksek binalarla dolu İrem’e?
8. Ki, beldeler arasında onun eşi benzeri yaratılmamıştı.
9. Vâdilerde kayaları oyup yontarak sağlam evler yapan Semûd kavmine?
10. Büyük saltanat ve çok sağlam kaleler sahibi Firavun’a?
11. Bunların hepsi, yaşadıkları ülkelerde azdıkça azdılar.
12. Taşkınlıklarıyla oralarda çokça bozgunculuk yaptılar.
13. Bu yüzden Rabbin onlar üzerine azap kamçıları yağdırdı.
14. Çünkü Rabbin, kullarını devamlı sûrette gözetlemektedir.
Azgınlıkları
sebebiyle helak edilen üç kavme yer verilir. Bunlar Âd ve Semûd kavimleri ile
Firavun’dur. Kur’ân-ı Kerîm bunların ibret verici kıssalarını tekrar tekrar
anlatır. Ancak burada o kavimlerin dünya hayatındaki zenginlik, saltanat ve
şa’şaalarına dikkat çekilir:
Âd
kavmi, Hûd (a.s.)’ın peygamber olarak gönderildiği kavimdir. Uzun boylu, iri
cüsseli, güçlü kuvvetli kimseler idiler. Şan, şöhret ve kuvvet itibariyle
onlardan daha üstün kimse yoktu. Güçlerine güvenir, bununla iftihar ederlerdi.
Nitekim onlar hakkında şöyle buyrulur:
“Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar
ve: «Bizden daha güçlü kim varmış?» dediler. Kendilerini yaratan Allah’ın,
onlardan daha güçlü olduğunu görmüyorlar mıydı? Doğrusu onlar, bizim
âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.” (Fussilet 41/15)
Bunlar
bir şehir yapmışlardı. İsmi “İrem”di. Bu şehir ذَات
الْعِمَادِ (zâtü’l-imâd), yâni
“sütunlar, direkler sahibi” olarak vasfedilir. Bu vasıf, bu şehirde evlerin
direkler üzerine kurulduğunu anlatır. Bu şehir evleri, bağları, bahçeleri,
sularıyla güzellik numunesi olarak dillere destan olmuştur. “İrem bağları” diye
edebiyata girmiştir. Âyet-i kerîme, bu şehrin dünyada benzeri görülmemiş bir
güzellik ve ihtişama sahip olduğunu haber vermektedir.
Semûd,
Sâlih (a.s.)’ın peygamber olarak gönderildiği kavimdir. Onlar da güçlü,
varlıklı, nimetler içine gark olmuş bir toplumdu. Burada dikkat çekilen,
yaptıkları evlerdir. Onlar vâdi kenarındaki dağları, kayaları yontarak evler
yaparlardı. Nitekim bunlar hakkında: “Şımarık kimseler olarak dağlardan
büyük bir ustalıkla görkemli evler yontuyorsunuz” (Şuarâ 26/149) buyrulur.
Firavun
ise ذُو الْاَوْتَادِ (zü’l-evtâd) yani
“direkler sahibi” olarak vasfedilir. Bu ifade onun askerlerinin ve bu
askerlerin çadırlarının çokluğunu gösterir. Ayrıca bununla Firavun’un yaptırmış
olduğu saraylara, derin temeller üzerine oturtulmuş sağlam binalara ve meşhur
piramitlere işaret edilir. (bk. Sād 38/12) Buna göre Firavun, askerî gücüyle,
bina ve saraylarıyla büyük bir saltanat sahibiydi. Zaten kendisi de: “Ey
kavmim! Mısır’ın mülkü ve hâkimiyeti, sonra ayaklarımın altından akan şu
ırmaklar bana ait değil mi?” der, özellikle Hz. Mûsâ ve İsrâiloğullarına
karşı böbürlenirdi. (bk. Zuhruf 43/51)
Bunlar,
kendilerine verilen nimetlerle şımardılar. Gururlanıp kibirlendiler. Azgınlaşıp
taşkınlık yaptılar. Bulundukları ülkeleri fesada boğup oradaki düzeni alt üst
ettiler. Zulüm ve haksızlık yaptılar. Bu yüzden ilâhî cezaya çarptırılıp azap
kamçılarıyla helak edildiler:
“Biz bu topluluk ve kişilerden her birini günahları yüzünden
kıskıvrak yakalayıverdik: Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik.
Kimini o korkunç çığlık yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de suda
boğduk. Allah, böyle yapmakla kesinlikle onlara zulmetmedi; lâkin onlar kendi
kendilerine zulmettiler.” (Ankebût 29/40)
Çünkü
Allah, bir gözetleme yerinden pür dikkat gözetleme yapan bir gözetleyici gibi,
her an ve her durumda onların yaptıklarını gözetlemektedir. Olan biteni
görmekte ve şâhit olmaktadır. O hiçbir şeyi kaçırmamaktadır. Her birine
bakmaktadır. Ameline göre de hem dünya hem âhirette uygun bir karşılık verecektir.
O
halde bir toplumda idareciler ve mesuliyet sahibi kimseler, her türlü inanç,
amel, davranış ve uygulamalarında Allah’ın hükümlerini, O’nun peygamberinin ve
kitabının davetini hiçe sayar, yalanlar, hak ve adâlet ölçülerinden sapar ve
neticede ülkeyi fitne ve fesat ortamı hâline getirirlerse, kaçınılmaz bir
şekilde helaki hak etmiş olurlar. Bu tehdit, ilk olarak zenginlikleriyle
şımarıp Peygamberimiz (s.a.s.)’in davetini reddeden, onun beraberindeki fakir müslümanları
küçümseyen müşrik liderlere olsa da, kıyamete kadar durumu bu şekilde olan
herkes için geçerlidir. Çünkü zaman geçse de insan gerçeği, insan psikolojisi,
onun nefsine ve ruhuna terettüp eden hadiseler değişmemekte, her devirde müspet
ya da menfi ayniyle tekerrür etmektedir:
15. Ama insan, Rabbi onu varlıkla sınayıp da kendisine ikramda bulunduğu ve bol bol nimetler verdiği zaman: “Rabbim beni şerefli kıldı” der.
16. Buna karşılık onu darlıkla sınayıp da rızkını kısıverince: “Rabbim beni rezil, perişan etti” der.
Genel
olarak insanın, özel olarak da inanmayan insanın zayıf karakteri anlatılır:
Dünya imtihan yeridir. Burada insana sunulan her nimet, her imkân aslında birer
imtihan sorusudur. Nimetlerin bolluğu veya azlığı da sadece imtihanla alakalı
bir durumdur. Nitekim Cenâb-ı Hak: “…Biz sizi, gerçek değerinizi ortaya
çıkarmak için şerle de hayırla da imtihan ediyoruz” (Enbiyâ 21/35)
buyurmaktadır. Yoksa bunlar, kesinlikle kişinin Allah katındaki derecesini
gösteren bir şey değildir. Fakat Allah’a ve âhirete imanı tam olmayan insan, bu
dünyada mal, varlık ve iktidar elde etmeyi her şeyin ölçüsü kabul eder.
Kendisine bunlar verildiğinde “Allah bana değer verdi, beni şerefli kıldı” der.
Allah katında değerli bir kişi olduğu için kendisine bu malın mülkün
verildiğini sanır. Bu sebeple övünür, gururlanır ve başkalarına üstünlük
taslar. Tam aksine imkânları daraltılırsa, mâlî bakımdan biraz zor durumda
kalsa bu kez “Allah bana değer vermedi, beni zelil ve perişan etti” der. Çünkü
ona göre şeref ya da zilletin ölçüsü, dünyada mal ve iktidar sahibi olmaktır.
Bu kesinlikle yanlış bir düşüncedir. Kur’an’a göre, izzet ve zilletin ölçüsü
madde değil mânadır. Mal, mülk ve iktidar değil, takvâdır. Yani kişinin kulluk
keyfiyeti ve ahlâkî kemâlidir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve
O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır.” (Hucurât
49/13)
“Mal ve oğullar dünya hayatının zînetidir. Asıl kalıcı olan sâlih
ameller ise Rabbinin katında hem mükâfat bakımından daha hayırlı, hem de ümit
bağlamaya daha layıktır.” (Kehf 18/46)
Bu
sebeple devam eden âyetlerde değer ölçüsü olarak takvâyı, iman ve sâlih
amelleri değil de dünya malını tanıyan insanda baş gösteren nefsânî
hastalıklara dikkat çekilir:
17. Hayır! Doğrusu siz, Allah’tan ikram bekliyorsunuz ama kendiniz yetîme değer vermiyor, ona ikram etmiyorsunuz.
18. Muhtaçları doyurmaya birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.
19. Mirastan ne gelse, helâl-haram demeden alabildiğine yiyorsunuz.
20. Malı mülkü de sınırsız bir sevgiyle seviyorsunuz.
Âyetlerin
meâlinden de anlaşılacağı üzere bu tip insanlar:
Birincisi;
kendileri Allah’tan ikram beklerken, en çok ikrama muhtaç olan yetimleri
görmezden gelir, onlara ikram etmezler. Onlara değer verip, ellerinden tutarak
hallerini düzeltmeye çalışmazlar. Halbuki yetimlere alaka gösterip onları
koruyup kollamak, Allah katında çok makbul bir ameldir.
İkincisi;
fakiri, yoksulu, yâni muhtaçları yedirip doyurmaya, ihtiyaçlarını karşılamaya
teşvik etmezler. Kendileri bu işi yapmadıkları gibi, başkalarını da
yönlendirmezler. Aksine ondan kaçınır, birbirlerini bunu yapmaktan nefret
ettirirler. Hatta o fakirler üzerinden geçinmek isteyip taşkınlık ederler.
Çünkü onların böyle bir dertleri yoktur. Bütün dert ve kaygıları kendi
menfaatlerinin peşinden koşmak, midelerini tıka basa doldurmak, her türlü
nefsânî hazlarını tatmin yollarını aramaktır. Zira bu tipler, nefsin derin
çukurları içinde boğulup kalmış zavallılardır.
Üçüncüsü;
yine aynı dünya perestliğin ve madde tutkusunun sevkiyle mirası yerler. Onun helâl
mi haram mı olduğuna bakmadan üzerine konar, oburca yerler. اللم (lemm), iyisine kötüsüne bakmayıp toplamak, derleyip biriktirmek,
bir de bir yere inip konmak mânalarına gelir. Burada “yeme”nin sıfatı olması
bakımından, “haramına helâlına bakmayıp yiyişte toplamak, toptan yemek, yahut
hazıra konarak nereden geldiğini düşünmeksizin acımadan yemek” mânalarını ifade
eder. Bu, hak ve hukuku gözetmeyerek şiddetli hırs ve iştah ile oburcasına
yemek, demektirr.
Dördüncüsü;
malı çok severler. Bütün hırslarıyla, arzu ve tutkularıyla malı severler. Helâl,
haram demeden, bulup alıp biriktirmek isterler. Kapıp göğüslerine basarlar.
Halbuki sahibinin elinde hayır için sarf edilmeyip yığılan mal, mirasyedilerin
ellerinde eğlence yollarında yenilip yok olup gitmektedir. Kazanıp yığana günah
ve vebalinden başka bir şey kalmamaktadır. Şâirin ifadesiyle:
“Cem‘-i mal eylediğin râhat içündür ammâ
Renci artar ağır oldukça yükü hammâlın.” (Sâmî,
Arpaemînizâde)
“Gerçi
sen biraz rahat yaşamak için para ve mal sahibi olmaya bakıyor ve eline
geçenleri de biriktiriyorsun. Ama düşün ki, hammalın sırtındaki yük çoğaldıkça
veya ağırlaştıkça, zavallının da sıkıntısı, ağrı ve sızısı o nispette
fazlalaşır.”
Gerçek
şu ki, bütün bunlar âhireti düşünmemek, Yüce Allah’ın her an “gözetleme
yerinde”n, bir avcı dikkatiyle kullarını gözetlediğini hesaba katmamaktan
kaynaklanmaktadır. Halbuki hesaba katmadıkları o kıyamet mutlaka kopacaktır:
21. Hayır! Böyle yapmayın! Yeryüzü birbiri ardınca şiddetle sarsılıp toz-toprak, dümdüz olduğu,
22. Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman!
23. O gün cehennem de bütün dehşetiyle getirilir. İnsan o gün, tüm yaptıklarını birer birer hatırlar; ama bu hatırlamanın ona ne faydası olur ki?
24. Ölümcül bir pişmanlık içinde: “Keşke sağlığımda şu ebedî hayatım için bir hazırlık yapmış olsaydım” der.
25. O gün Allah’ın vereceği azabı hiç kimse veremez.
26. O’nun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz.
Kıyâmetten
korkunç bir manzara sunulur: الدك (dekk), duvar ve dağ
gibi yüksek olan şeyleri çarpıp darmadağın etmek, parçalayıp toz toprak haline
getirmek veya yükseği dümdüz etmek anlamlarına gelir. Bu, birbiri ardınca gelen
iki şiddetli sarsıntı ile dağların yerle bir edilip, yüksekliklerin ve
alçaklıkların düzleneceğine işaret eder. Mevzu ile alakalı âyet-i kerîmelerde
şöyle buyrulur:
“O gün bir sarsıntı dünyayı şiddetle sarsar her şeyi yıkar. Onu
arkadan gelip insanları kabirlerinden kaldıran ikinci sarsıntı izler.” (Nâziât
79/6-7)
“Artık sûra şiddetli bir üfleyişle üflendiğinde, yer ve dağlar
yerlerinden kaldırılıp, birbirine tek çarpışla çarpılıp paramparça edildiğinde,
işte o gün olacak olur; kaçınılması ve engellenmesi mümkün olmayan kıyâmet
kopar.” (Hâkka
69/13-15)
“Rasûlüm! Sana kıyâmet gününde dağların ne halde olacağını
soruyorlar. De ki: «Rabbim onları ufalayıp savuracak. Böylece yerlerini dümdüz,
bomboş bir halde bırakacak. Öyle ki, orada ne bir çukur göreceksin, ne de bir
tümsek!»” (Tâhâ 20/105-107)
O
gün Rabbimiz gelecek, melekler de saf saf dizilecektir. Görüldüğü üzere,
“Rabbin gelmesi” müteşâbih bir ifadedir. Bu, “Allah’ın bir yerden bir başka
yere gelmesi” şeklinde anlaşılmaz. Dolayısıyla burada temsilî bir anlatım vardır. O gün Allah Teâlâ’nın
hâkimiyet, iktidar, saltanat ve kahhâriyet alametleri tüm netliği ile ortaya
çıkacaktır. Nitekim dünyada bir padişahın askerleri ve yüksek memurları bir yere
geldiklerinde, padişahın kendi gelişindeki psikolojik havayı oluşturamazlar.
İşte âyette “Rabbin gelmesi” tabiri bunun için kullanılmıştır.
İşte
böyle dehşetli bir günde imansız veya suçlu insan, dünyada ne yaptığını
hatırlayacak ve bu yüzden çok üzülecek, pişman olacak, utanacaktır. Fakat o gün
üzülmenin ve utanmanın hiç faydası olmayacaktır. İkinci olarak, o gün insanın
aklı başına gelecek ve peygamberlerin dediğinin doğru olduğunu anlayacaktır.
Ayrıca peygamberlerin tebliğini kabul etmemekle ne büyük aptallık ettiğini
görecektir. Ancak bu, ona hiçbir yarar sağlamayacaktır.
Fakat
iman, sâlih ameller ve güzel ahlâk ile itiminâna ermiş insanın durumu
farklıdır. Yüce Allah ona şöyle hitap edecek:
27. Ey kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzûra ermiş nefis!
28. Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!
29. Dürüst ve samimi kullarımın arasına katıl!
30. Cennetime gir!
Bu
hitap, kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzur ve itminâna erişmiş, gönül
huzurunu elde etmiş mü’mine ölüm anında veya mahşer yerinde yapılır. Gaybın
kapılarının açıldığı, ilâhî sır perdelerinin aralandığı o kritik anda mü’min,
kendine verilen ebebî cennet müjdesi ile sevinir. Korkuları zâil olur, içi
huzurla dolar. Çok güzel bir yolculuğa çıkmanın, cennet ve cemâlullaha doğru
yol almanın son derece tatlı heyecanını duymaya başlar. Âyet-i kerîmelerde
buyrulur:
“«Rabbimiz Allah’tır!» diye ikrarda bulunup, sonra da özde ve
sözde dosdoğru olarak inanç, amel ve ahlâkta sapmadan doğru yolu takip
edenlerin üzerine melekler iner ve şöyle derler: «Korkmayın ve üzülmeyin! Size
va‘dolunan cennetle sevinin! Biz dünya hayatında da, âhirette de size dostuz.
Cennette canınızın çektiği her şey vardır; orada istediğiniz her şey sizindir.
Çok bağışlayıcı, sonsuz merhamet sahibi Allah’tan bir ikram olarak!»” (Fussılet
41/30-32)
Bu
âyetlerde “mutmainne, râziye ve merziye” olmak üzere nefsin üç mertebesine
işaret edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de başka âyet-i kerîmelerde de yine nefsin
“emmâre, levvâme ve mülhime” mertebelerine işaret edildiği görülür. Dolayısıyla
bunlar, emmâre derekesindeki ham bir nefisten tezkiye edile edile merziye ve
kâmile seviyesine erişmiş ve cennete girmeyi hak etmiş kâmil bir nefse
ulaşmanın kademelerini gösterir. Âlimlerimiz ve mutasavvıflarımız bunlar
üzerinde derinlemesine tetkikler yaparak İslâm ahlâk ve tasavvufunun temel
esaslarını tespit etmişlerdir. Kur’an ve sünnet çerçevesinde nefsin terbiyesi,
tezkiyesi ve kalbin tasfiyesiyle alakalı son derece makul ve uygulanabilir
usuller ortaya koymuşlardır. Bu vesileyle kısaca nefsin mertebelerini izah
etmek faydalı olacaktır.
Mânevî
terbiye ve tekâmül esnâsında müşâhede edilen nefsin hâl ve mertebeleri
yedi kısımda mütâlaa olunur:
Birincisi;
اَلنَّفْسُ الأمَّارَةُ (nefs-i emmâre): Kulu
Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye sevk eden en ağağı
durumdaki isyankâr nefistir. “Emmâre” çok emredici demektir. Bu sıfata
sahip olan nefsin tek gayesi, olur olmaz arzularını ölçüsüzce tatminden
ibârettir. Şehvetin esîri, şeytanın yardımcısı olmuş; keyfine, zevkine
ve günaha düşkün olan nefistir. Nefsin düşkünlükleri ve aşırı istekleri
demek olan şehvetlere karşı her hangi bir mücâdele göstermemek,
onun arzularına tâbî olarak şeytanın yoluna uyup gitmek de, nefs-i
emmâre seviyesinde bulunan kimselerin ahvâli cümlesindendir.
Aslında nefs-i emmâre, sahibine karşı şeytandan bile tehlikeli olabilmektedir.
“Rabbimin merhamet edip koruduğu kimseler dışında, nefis insana sürekli
kötülüğü emreder” (Yûsuf 12/53) âyet-i kerîmesi, bu mertebedeki nefsi
anlatır.
İkincisi;
اَلنَّفْسُ اللَّوَامَةُ (nefs-i levvâme):
Nefs-i emmâresini pişmanlıkla hesâba çekip, onun çirkin hâl ve hareketlerinden
kurtulmak için gayret gösterenler, nefs-i levvâmeye doğru mesâfe
alırlar. “Levm etmek”; kınamak ve ayıplamak demektir. Nefs-i levvâme;
yaptığı kötülüklerden, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gösterdiği
ihmâl ve kusurlardan pişmanlık duyarak vicdânı sızlayan, bu yüzden de
kendisini şiddetle kınayan nefistir. Bu mertebede olan kişi, nefs-i
emmâredeki fiillerin bâzılarından tevbe edip kurtulmuştur. Yâni
gafletten bir nebze sıyrılmış ve günah arzusu azalmıştır. Ancak bu
hisler yeterince olgunlaşmadığı için dayanamayıp tekrar günahlara
düşmekten de kendini kurtaramaz. Bu kimselerin, Allah Teâlâ’nın
emirlerine bağlılıkta ve sâlih amellerinde çoğalma görülür. Amelleri
çoğunlukla Allah içindir. Ancak ilâhî ilhâmların bahşettiği huzûr ve
sükûna tam mânasıyla kavuşamadıklarından, Allah için yaptıkları
sâlih amellerinin halk tarafından bilinmesini de içten içe isterler.
Yâni nefs-i emmârenin bazı kötü huyları devam etmekte, ancak kul bu
hâlinden dolayı kendini kınamaktadır. Nefsin ulaştığı bu merhalenin
ismi, Kur’ân-ı Kerîm’deki, “Yemin ederim pişmanlık duyup dâima kendini
kınayan nefse…” (Kıyâmet 75/2) âyetinden gelmektedir.
Üçüncüsü;
اَلنَّفْسُ الْمُلْهِمَةُ (nefs-i mülheme):
Nefs-i emmâreden pişmanlık duyarak levvâmeye doğru yükselen mümin,
bu merhalede de tevbe ve istiğfara devam eder, günahlardan sakınır,
mânevî irşâda gönül verir ve nefisle mücâhedeye devam ederse yavaş
yavaş “mülheme” mertebesine ulaşır. Bu mertebede kul, Allah’ın lutfuyla
iyi ile kötüyü net bir şekilde ayırt edebilme ve şehevî duygularının
aşırılıklarına direnebilme gücüne kavuşur. Kalbi Allah’tan gâfil
kılan her şeyden uzaklaşır. Artık halk nazarındakinden çok, Hak katındaki
mevkiinin endîşesiyle dolar. İmanî gerçekler kalpte günden güne açılmaya
başlar. Lâkin bu ilhâm esintilerinin Rahmânî olup olmadığını anlayabilmek
için, bir mânevî rehberin kontrolüne mutlak sûrette ihtiyaç vardır.
Nefsin bu mertebesinin “mülheme” tâbiriyle ifade olunması da
Kur’ân-ı Kerîm’deki:
“Yemin ederim nefse ve onu düzgün bir biçimde yaratıp düzenleyene.
Ona kötü ve iyi olma kâbiliyetini ilham edene” (Şems
91/7-8) âyetlerinden gelmektedir.
Dördüncüsü;
اَلنَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ (nefs-i mutmainne):
Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine lâyıkıyla uyup, yasaklarından titizlikle
sakınmak sûretiyle mânevî hastalıklardan kurtulmuş, hakiki ve kuvvetli
bir iman ile de huzûr, sükûn ve itmi’nâna kavuşmuş nefistir. Kalb, zikrullâh
bereketiyle şüphe ve tereddüdlerden arınmış, her an şükür ve senâ
hâlindedir. Bu mertebede kötü ve çirkin vasıflar, yerini güzel ahlâka
terk etmiştir. Davranış olgunluğunda zirveyi teşkîl eden ve bütün
insanlığa örnek şahsiyet olan Resûlullah (s.a.s.)’in yüksek ahlâkı, tarifsiz
bir zevk ile güzelce yaşanmaktadır. Kulun kalbi, sabır, tevekkül,
teslîmiyet ve rızâ ile taçlanmıştır. Mutmainne, Allah Teâlâ’yı
tanıyan, takvâ ve yakîn ehlinin nefsidir. Böyle kimselerin gönülleri
dâimâ Hakk’ın zikriyle meşgûldür. Şer’î hükümlerin zahiriyle beraber bâtınına
da vâkıf olmuşlardır. İşte “Ey kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzûra
ermiş nefis!” (Fecr 89/27) âyeti nefsin bu mertebesine işaret eder.
Nefs-i
mutmainne, Cenâb-ı Hakk’ın yardım ve desteğiyle hakîkat, sekînet ve yakîne
kavuşarak, keder ve endîşelerden kurtulmuş, bazı keşf ve ilhâmlara
da nâil olmuştur. Bu mertebede kalbin üzerindeki gaflet perdeleri
kalkmıştır. Gönüller, öteleri ve hakîkatleri ayne’l-yakîn mertebesinde
müşâhede hâlindedir. Yâni kalb, tereddüd ve şüphelerden arınmış,
gerçek bir teslîmiyetle tam bir itmi’nân ve huzûra ermiştir. Bu hâle
erişen bir kul, dînî mükellefiyetleri hem zâhiren ve hem de bâtınen
tereddüdsüz olarak kabul edip güzel bir şekilde îfâ eder. Üstelik bu
kabul ve inanış öylesine sağlamdır ki, cümle âlem bir olup inandığının
zıddını iddia etseler, onda en ufak bir tereddüd hâsıl edemezler.
Çünkü o, maddî ve mânevî âlemi artık hakîkat penceresinden seyretmektedir.
Mutmainneye
nâil olan bahtiyar kullar, sırasıyla “râdıye”, “merdıyye” ve “kâmile”
denilen üç yüce mertebeye daha yönelmiş olurlar ki, başarıları nispetinde
bunlar
Beşincisi;
اَلنَّفْسُ الرَّاضِيَةُ (nefs-i rādıye): Dâimâ
Hakk’a yönelmek sûretiyle Allah ile beraber olma şuuruna erişmiş,
hikmetine ve hükmüne râm olarak Rabbinden râzı ve hoşnud hâle gelmiş
olan nefistir. Bu mertebeye yükselen kul, kendi iradesinden vazgeçip
Hakk’ın iradesinde fânî olmuştur. “Sen O’ndan râzı, O da senden râzı
olarak Rabbine dön!” (Fecr 89/28) âyetindeki “Sen O’ndan râzı olarak”
hükmü bu makâma işaret eder. Bu rızâ hâli, Hak’tan gelen bütün çileli
imtihanlara karşı sabır göstermek ve bu hususta O’nun iradesini cân
u gönülden kabullenmektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Sizi mutlaka biraz korku ve açlık ile; biraz da mallardan,
canlardan ve ürünlerden noksanlaştırmak suretiyle imtihan edeceğiz.
Sabredenleri müjdele!” (Bakara 2/155)
Bu
âyet-i kerîmede ifade buyurulan “sabredenler” zümresinden olabilmek,
ancak Cenâb-ı Hakk’ın takdirine -velev ki o takdir umulduğu ve beklendiği
gibi tecellî etmese bile- râzı olmak ve aslâ isyâna düşmemekle
mümkündür. İşte nefs-i râdıye de, ilâhî iradenin hayır veya şer olarak
tecellî eden bütün kazâ hükümlerine tereddütsüz teslîm olup rızâ
gösterenlerin, aslâ şikâyet etmeyenlerin makâmıdır.
Bu
makâmın imtihanları öncekilere nisbetle daha ağırdır. Zira insan
mânen yükseldikçe iptilâlar artar. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle
buyurur:
“İnsanlar içinde en şiddetli iptilâlara uğrayanlar peygamberlerdir.
Sonra da onlara yakınlık derecesine göre diğer kimselerdir. İnsan
dindarlığı ölçüsünde iptilâlara mârûz kalır.” (Tirmizî,
Zühd 57)
Bu
sebeple şâir Fuzûlî şöyle der:
“Sîne-i çâkimden eksik etme tîr-i gamzeyi,
Ey gönül rânâ bilirsin kim gül olmaz dikensiz.”
“Aşkınla
paramparça olmuş sîmenden gamze okunu eksik etme. Ey gönlümün güzeli, sen gülün
dikensiz olmadığını bilirsin.”
Muhibbî
mahlasıyla şiir yazan Kânûnî Sultan Süleyman da, Allah Teâlâ’ya yakın bir kul
olmanın yolunu gösterircesine der ki:
“İhtiyâr-ı fakr eden dergâh ü eyvan istemez,
Zâd-ı gamdan özge hergiz kendiye nân istemez.”
“Cenâb-ı
Hakk’a yakın bir kul olma niyetiyle gönlen dünyaya yüz çevirip fakr u zarûreti
tercih eden kimse ne dergah ister, ne saray ne de köşk. O, gam ve keder
azığından başka kendisi için bir ekmek, bir yiyecek de istemez.”
Çünkü
bu mertebedeki müminlerin nazarında, hayatın gam ve sürûru birdir.
Zira dünyaya kalben bağlanmadıkları için, hayâtın sevinç ve kederleri
onlar için müsâvî hâle gelmiştir. Hayır veya şer, her ne takdir olunmuşsa
hepsini Cenâb-ı Hak’tan bilip râzı olurlar.
Altıncısı;
اَلنَّفْسُ الْمَرْضِيَّةُ (nefs-i merdıyye):
Râdıye mertebesinde bulunanların, bu mertebenin bütün feyiz ve
bereketinden istifade edebilmeleri için, Cenâb-ı Hakk’ın da onlardan râzı
olması gerekir. Yâni kulun Allah’tan râzı olması yetmeyip, kâmil bir
terakkî için Allah’ın da kulundan râzı olması lazımdır. Diğer bir ifadeyle
Hak’tan rızâmız, O’nun yüce rızâsına mazhar olabilecek bir kıvam ve
güzellikte olmalıdır. Bu gerçekleştiği takdirde “merdıyye” sıfatı
Allah’a râcî olmasına rağmen, kulun bunu temîne medâr olan amelleri
bereketiyle bu makâm kula da izâfe edilmiştir. Buna göre râdıye,
Allah’tan râzı olanların; merdıyye ise Allah’ın da kendisinden râzı
olduğu kimselerin makamıdır. Cenâb-ı Hakk’ın bizzat râzı ve hoşnûd
olduğu bir nefs olan merdıyyede kötü huylar yok olmuş, güzel huylar
ve ahlâkî meziyetler inkişâf etmiştir. Öyle ki; Yaratan’dan ötürü
yaratılanlara şefkat, merhamet, sevgi, cömertlik, affedicilik ve
hassâsiyet onda bir lezzet hâlindedir. Bu mertebedeki bir mümin,
nefsini en güzel bir şekilde muhâsebe ve murâkabe eder. Her nefeste
varlık ve benlik keyfiyetlerini gözeterek şeytânî hîlelere karşı
boş bulunmaktan sakınır. Yine bu mertebede kul, her hâlükârda ve bütün
mevcûdiyetiyle Hakk’a teslîm olmuştur. Allah’tan gelen kahır veyâ
lutuf tecellîlerinin her ikisine de gösterdiği rızâ bereketiyle
ebediyyet âlemine göçerken, ilâhî rızâ ile müjdelenerek kendisine
cennet hil’ati giydirilmiştir. İşte “Sen O’ndan râzı, O da senden râzı
olarak Rabbine dön!” (Fecr 89/28) âyetindeki “Rabbin de senden râzı
olarak” hükmü, bu hâli ifade etmektedir.
Bu
hâl ve hakîkatlere nâil olan bir kul, artık hâdisâtı “hakka’l-yakîn”
mertebesinden seyretmektedir. Allah’ın izniyle bâzı gaybî sırlara
vâkıf olabilir. Cenâb-ı Hak rızâ, tevekkül ve teslîmiyetleri sebebiyle
böyle kullarının -âdetâ- gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili,
tutan eli… olur. (bk. Buhârî, Rikāk 38) Onların hâline, kâline ve güzel
ahlâkına tesir kuvveti ihsân eder. Yâni nefs-i râdıye makâmında müşâhede
ettiği kemâlât tecellîlerini, şimdi bizzat nefsinde tatmakta ve
o hâllerle hâllenmektedir. Sabır, tevekkül, teslîmiyet ve rızâ gibi
hasletler, onun davranışlarının hâkim vasfı durumundadır.
Peygamberlerin
yüce ahlâkından bu güzel hâllere dâir birkaç misâl şöyledir:
Hz.
Yâkûb üstüste gelen musîbetler sebebiyle hâlini, “Bana düşen ancak
sabr-ı cemîldir” diyerek beyân eder.
Dayanılmaz
hastalık ve iptilâlara mâruz kalan Eyyûb (a.s.), hanımının: “Rabbine
dua et de bu muzdarip hâlin son bulsun” şeklindeki talebine:
“–
Hak Teâlâ bana seksen sene sıhhatli bir ömür verdi. Henüz o kadar hastalık
çekmemişken sıhhat istemekten hayâ ederim” mukâbelesinde bulunmuştur.
Hz.
İbrâhim de ateşe atılırken yardıma gelen meleklere:
“–
Ateşi yandıran kimdir? O benim hâlimi biliyor. Sizden bir talebim
yok!” buyurmuştur.
Aslında
nefsin tezkiyesi yolunda kat edilen merhaleler, bunlardan ibâret
olmakla beraber, kemâlât ehline tevdî olunan hizmetler îtibâriyle
bir merhale daha vardır ki, ona da nefs-i kâmile veya nefs-i sâfiye denir.
Yedincisi;
اَلنَّفْسُ الْكَامِلَةُ (nefs-i kâmile/nefs-i
sâfiye): Nefs-i kâmile, tezkiye netîcesinde arınmış, sâf, berrak,
ulvî ve olgun nefstir. Bütün mârifet sırlarının tahsîl edildiği ve
ancak Cenâb-ı Hak tarafından vehbî olarak lutfedilen bir makâmdır.
Hak vergisidir, sırf çalışmakla elde edilmez. Kader sırrına dayalı
bir ilâhî ihsândır. Nefs-i kâmileye erişenlere genellikle irşad hizmeti
emanet edildiğinden bu makâma aynı zamanda “irşad makâmı” da denilir.
Cenâb-ı Hak, bu makâmdakilerin hâl ve davranışlarındaki mükemmellikle,
insanları gafletten uyandırıcı bir tesir lütfeder. (bk. Osman Nuri Topbaş,
İmandan İhsana Tasavvuf, İst, 2002, s. 105-147)
Nefsin
kötü sıfatlarıyla bunların sebep olduğu feci âkıbeti zikrettikten sonra nefs-i
mutmeinnenin büyük bir bayram sevincine vesile olacağını müjdeleyerek sona eren
Fecr sûresini, insanın meşakkat içinde yaratıldığına temasla birlikte köleleri
hürriyetine kavuşturmak, yoksulları doyurmak, bu konuda sabrı ve merhameti
tavsiyeleşmek gibi sarp yokuşu aşıp
nefs-i mutmeinneye erişmeyi kolaylaştıracak faziletli davranışları beyân eden
Beled sûresi izleyecektir:
Vâkıa sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 96 âyettir. İsmini, kıyametin isimlerinden biri olan ve “hâdise, olay” gibi mânalara gelen birinci âyetteki اَلْ ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَنْ نَشَٓاءُۜ وَفَوْقَ كُلِّ ذ۪ي عِلْمٍ عَل۪يمٌ Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim s ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًاۖ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ “Allah en iyi koruyandır ve O, merhametlilerin en merhametlisid ...
A'râf Sûresi 40-43. Ayetler 40: "Şüphesiz ki âyetlerimizi yalanlayan ve büyüklenip onlardan yüz çevirenler yok mu, göğün kapıları onlar içi ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْس۪يۚ اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪يۜ اِنَّ رَبّ۪ي غَفُورٌ رَح۪يمٌ ...
er-Riaye tecvid konusunda günümüze ulaşan ilk çalışma olduğu kabul edilen eserdir. Müellifi Mekki b. Ebi Talib'dir. MEKKÎ b. EBÛ TÂLİB KİMDİR? 23 ...