Beled sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 20 âyettir. İsmini birinci âyette geçip şehir, memleket mânasına gelen اَلْبَلَدُ (beled) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 90, iniş sırasına göre 35. sûredir.
İnsanın, Allah Teâlâ’nın bunca lutuf ve ihsanlarına karşılık nankörce ve cimrice davrandığı belirtilir. Ona, bundan vazgeçmesi ve cennetle arasına gerilmiş olan sarp yokuşu aşmak için malını muhtaçlara cömertçe ikram etmesi öğütlenir. Bu bakımdan iman, sabır ve merhamet tavsiye edilir. Bu tavsiyelere kulak asmayıp Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, korkunç cehennem ateşiyle uyarılır.
Mushaftaki sıralamada doksanıncı, iniş sırasına göre otuz beşinci sûredir. Kaf sûresinden sonra, Târık sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
1. Yemin ederim bu beldeye.
2. Ki, Rasûlüm sen bu beldede yaşamaktasın.
3. Yine yemin ederim babaya ve çocuğuna ki:
“Belde”den
maksat, Mekke şehridir. Mekke, daha önce çöl halinde, dağlar arasında susuz,
bitkisiz bir vâdiydi. İbrâhim (a.s.), hanımıyla kundaktaki çocuğu Hz. İsmâil’i
getirip buraya bırakmıştı. Kâbe’yi inşâ ettiğinde çevresinde burayı
şenlendirecek insanlar yoktu. Fakat daha sonra bu şehir, bütün Arabistan’ın
merkezi haline geldi. Asırlardır anarşi içinde yaşayan Arabistan Yarımadası’nın
en emin yeri burası oldu. Bu sebeple Tîn sûresinde de: “Yemîn olsun bu
güvenli Belde’ye” (Tîn 95/3) buyrulur. Burası, Âlemlerin Efendisi (s.a.s.)’in
doğup büyüdüğü şehirdir. Resûlullah (s.a.s.) orada ikâmet etmiştir. Orada
nübüvvet ve risâlete nâil olmuştur. Kur’an ona bu mukaddes beldede nâzil olmaya
başlamıştır. Dolayısıyla onun burada bulunmasıyla şehrin önemi ve yüceliği daha
da artmıştır. Bu şehir cana dokunulmaz, ot koparılmaz bir harem bölgesi iken,
işin dikkat çeken yönü, müşrikler tarafından Peygamber (s.a.s.)’in burada
öldürülüp ortadan kaldırılması “helâl” sayılmaya başlanmıştı. Efendimiz (s.a.s.)
ve müslümanlara akla hayale gelmedik işkenceler ve eziyetler yapılmaktaydı. Bu
sebeple “insanın kaderinde zorluklara göğüs germe” olduğu bildirilerek onlara
sabırlı olmaları ve tahammül göstermeleri öğütlenir. “Baba ve çocuğu”ndan
maksadın, bir sonraki âyetin işaretiyle, ya Hz. Âdem ve zürriyeti veya tüm
babalar ve çocuklar olduğu anlaşılır:
4. Biz insanı dünya ve âhirette karşılaşacağı pek çok zorluk içinde yarattık.
İnsanın
yaratılışı ile alakalı olarak burada اَلْكَبَدُ
(kebed) kelimesi kullanılır. “Kebed”; zorluk, meşakkat, sıkıntı, şiddet
mânalarına gelir. İnsan zorluklar içinde yaratılmıştır. Onun toprak halinden
başlayıp babasının sulbünde meni oluncaya; ana rahmine nutfe olarak bırakılıp
pek çok safhadan geçerek insan haline gelinceye; dünyaya gelip bebeklik,
çocukluk, gençlik, ergenlik dönemlerini geçerek olgun insan oluncaya; yaşlanıp,
ihtiralığın sıkıntılarına katlanıp ölünceye; öldükten sonra kabirden,
mahşerden, hesaptan geçip cennete yahut cehenneme varıncaya kadar karşılaşacağı
nice zorluklar, yüz yüze geleceği nice meşakkatler vardır. Bu yolculuk
esnâsında insanı nice tehlikeler beklemektedir. Buna göre zorluklar ve
meşakkatler içinden insanlık gayesine ermeye çalışmanın, insan yaratılışının
ayrılmayan bir vasfı ve Yaratıcı’nın değişmez bir kanunu olduğu anlaşılır. O
halde dünya bir eğlenme ve dinlenme yeri değildir. İnsanın buradaki vazifesi
eğlenmek, günü gün etmek değildir. Burada ebedî hayatı kazanmak için bir kısım
zorluklara katlanmaya hazır olmak, zorluklar karşısında hemen yorgunluk ve
yılgınlık göstermeyip dayanmak gerekir. Dolayısıyla âyet, müşriklerin
eziyetlerine maruz kalan Peygamberimiz ve müslümanları teselli etmektedir.
Diğer
taraftan, “kebed” kelimesini zorluk mânası yanında çetin huyluluk, kuvvetlilik
anlamı da vardır. Buna göre insanın tabiatında zorluk çıkarma, kılçıklık yapma
ve işi yokuşa sürme gibi bir özelliğe dikkat çekilir. Özellikle bu tînette olan
kimseler, kendilerini güçlü hissedince başkalarını incitmekten ve işlerini
güçleştirmekten zevk alırlar. Kendilerini herkesten üstün ve yenilmez görürler.
Nitekim devam eden âyetler de insanın bu yönüne dikkat çeker:
5. Yoksa o, kendisine hiç kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?
6. , İslâm’a düşmanlık yolunda övünerek: “Yığın yığın servet tükettim” diyor.
7. Yoksa, kendisini kimsenin görmediğini mi sanıyor?
Buradaki
insandan maksat, her insan değil, özellikle Allah’a ve âhirete imanı olmayan
mağrur ve mütekebbir kimselerdir. Çünkü bu âyetler, malına mülküne güvenerek
kendilerini yenilmez zanneden müşrik ileri gelenler hakkında inmiştir. Zira
onlar, Peygamber (s.a.s.)’i mutlaka mağlup edeceklerini düşünüyor, bu hususta
kimsenin kendilerini yenmeye güç yetiremeyeceğini iddia ediyorlardı. Neleri
varsa hepsini Allah’a ve Peygamber’e düşmanlık yolunda harcıyorlardı. Bu
sebeple bu malların sarfına kendi ağızlarından الإهلاك
(ihlâk) yani “kendilerine hiçbir fayda sağlamayacak şekilde telef etme” ifadesi
kullanılmıştır. Onların bu hâli âyet-i kerîmede şöyle beyân edilir:
“İnkâra saplananlar, mallarını insanları Allah yolundan çevirmek
için harcarlar. Onu böylece harcamaya devam edeceler. Ama harcanan bu mal
onlara bir pişmanlık sebebi olacak. Çünkü hedeflerine varamadan mağlup
edilecekler. Neticede kâfirler toplanıp cehenneme sürülecekler.” (Enfâl 8/36)
Rivayete
göre Haris b. Âmir isimli önde gelen bir Mekkeli, sözde müslüman olmakla
birlikte sürekli günah işliyor, ardından durumunu Resûlullah’a anlatıyor, o da
günahlarının kefareti için sadaka vermesini emrediyordu. Sonunda bu sözde müslüman,
“Muhammed’in dinine girdikten sonra kefaret ve sadaka vere vere elimde
avucumda bir şey kalmadı” demişti. 6. âyet bu olaya da ışık tutmaktadır. (bk. Kurtubî,
el-Câmi‘, XX, 64)
İster
kâfir, ister münafık kim olursa olsun, İslâm düşmanlığı yolunda mallarını
harcarken kendilerini kimsenin görmediğini sanabilirler. Halbuki Allah onları
görmekte, neyi nereye harcadıklarını bilmektedir ve bunun hesabını soracaktır.
Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Hiçbir kul, kıyâmet gününde, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle
ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından,
vücûdunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî,
Kıyâmet 1)
Bu
sorgulama ilâhî adaletin bir gereğidir. Zira Allah Teâlâ insana çok büyük bir
değer vermiş, onu eşsiz özelliklerle donatmıştır:
8. Biz ona vermedik mi iki göz?
9. Bir dil ve iki dudak?
10. Biz ona hayır ve şer iki yolu da gösterdik.
İnsana
verilen iki gözden kasıt, hayvanî gözler değil insanî gözlerdir. O, gözünü açıp
kâinata ibretle bakarsa, orada Allah’ın kudret tecellîlerini ve hakîkatin
işaretlerini görecektir. Böylece yanlış ile doğru arasındaki farkı
anlayabilecektir. Dil ve dudaklardan kasıt, sadece konuşan azalar değil,
aslında insanı insan yapan özdür. Çünkü bu azaların arkasında, bunları belli
bir istikâmette kullanan insanın düşünme ve anlama istidâdı vardır. Bu azalar,
sadece insanın hissettiğini dile getirmek için birer vasıtadırlar. Allah Teâlâ,
insana sadece akıl ve düşünme istidadı vererek kendi kendine doğru yolu bulsun
diye bırakmamıştır. Ayrıca gönderdiği peygamberler ve onlara indirdiği kitaplar
vasıtasıyla ona yol göstermiştir. Aklını kullanıp tercihini bizzat kendisi
yapması için ona iman ve küfür, hayır ve şer, iyilik ve kötülük, doğruluk ve
eğrilik gibi biri diğerine zıt iki yolu göstermiştir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Doğrusu biz insanı baba ve anneden gelip birleşen karışık bir
nutfeden yarattık. Onu imtihan etmek istiyoruz; bu sebeple kendisini işiten ve
gören bir varlık kıldık. Biz ona doğru yolu da eğri yolu da gösterdik. Artık
isterse şükreder, doğru yolda gider; isterse nankörlük edip eğri yollara sapar.”
(İnsân
76/2-3)
Ancak
insanın önündeki sarp yokuşu aşıp şükreden bir kul olmaya çalışmaktan çok
tembellik ve nankörlüğe meyilli olduğu anlaşılmaktadır:
11. Fakat insan, sarp yokuşu aşmak için bir gayrete soyunmadı.
12. Sen o sarp yokuşun ne olduğunu bilir misin?
13. Bir köleyi veya esiri hürriyetine kavuşturmaktır.
14. Yahut bir salgın açlık gününde yemek yedirmektir;
15. Ya bir akraba olan yetîme,
16. Veya toprağa uzanıp kalmış, hiçbir şeyi olmayan yoksula.
17. Bir de iman etmek ve birbirlerine sabır ve merhamet tavsiye edenlerden olmaktır.
18. Böyle yapanlar, amel defterleri sağlarından verilecek olan uğurlu ve mutlu kimselerdir.
İnsana
gösterilen iki yoldan biri iman yolu, diğeri küfür yoludur. Biri cennete,
yükseklere varan yol; diğeri cehenneme, alçaklara giden yoldur. Yükseklere
giden yol, yokuştur, sarptır, meşakkatli ve zor geçitlere sahiptir. Ona
tırmanmak, geçitlerini geçmek için insanın nefsânî arzularına ve şeytanın
vesveselerine karşı mücadele etmesi lazımdır. Aşağılara giden yol, insanı
uçuruma götürür. Bu yol kolaydır. Çünkü oradan aşağı yuvarlanmak için bir
meşakkate ihtiyaç yoktur. İnsanın kendini serbest bırakması yeterlidir. İşte
kendisine iki yol gösterilen pek çok insan, nefsine kolay geldiği için uçuruma
giden yolu tutmuştur. Kendini yükseklere çıkartacak sarp yokuşu tırmanmaya ve o
yokuştaki zor geçitleri geçmeye cesaret edememiştir.
İnsanı
cennet bahçelerine yükseltecek, Allah’ın rızâsına, muhabbetine ve cemâline
yakınlaştıracak o sarp yokuşun geçitleri şöyle haber verilir:
›
Bir köleyi veya esiri bedelini ödeyerek hürriyetine kavuşturmak.
›
Her tarafı sarmış açlık ve kıtlık günlerinde akraba olan yetîmi,
yahut akraba olmayan fakat çaresizlik ve halsizlik içinde toprağa uzanıp
kalmış, kımıldayacak mecali olmayan, hiçbir şeyi bulunmayan bir yoksulu
doyurmak.
Nitekim
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Yoksula verilen sadaka bir sadaka, akrabaya verilen sadaka ise
iki sadaka yerine geçer: Biri sadaka sevabı, öteki de akrabayı koruyup gözetme
sevabıdır.” (Ebû Dâvûd, Savm 21; Tirmizî, Zekât 26)
Alasonyalı
Hacı Cemal Öğüt Hocaefendi’nin, muhtâca yardımla alâkalı son derece ibretli bir
hâtırası şöyledir:
Bir
kış mevsimi, akşam vakti sokaktan yoğurtçu geçer. Kızına yoğurt alalım mı, diye
sorar. Kızı evde yoğurt olduğunu ve ihtiyaçlarının bulunmadığını söyler. Biraz
sonra yoğurtçu tekrar; “Yoğurt alacak var mı?” diyerek sokaktan geçer.
Hocaefendi tekrar sorar. Kızı aynı cevâbı verir. Hâdise bir kere daha tekerrür
edince kızı dayanamayıp sorar:
“–Babacığım,
ihtiyacımız olmadığını söylemiştim. Bu kadar ısrarınızın sebebi nedir?”
Hocaefendi’nin
cevâbı, hassas bir mü’min gönlünün güzelliğini sergilemektedir:
“–Kızım,
adamcağızın çok ihtiyacı olmasa, akşam vakti, bu kışta-kıyâmette niye bu kadar
dolaşıp dursun. Biz şu yoğurdu alalım da zavallı evine gitsin. Sen nasıl olsa
yoğurtla yapacak bir şeyler bulursun. Bu şekilde belki garibin ihtiyacı
görülmüş olur…” (Topbaş, Faziletler Medeniyeti, II, 258)
Amir
b. Abdullah b. Kays (r.h.), delileri toplar, onlara yemek yedirirdi. Halk:
“-
Onlar deli… Yemeği ne bilirler?” deyince, şöyle cevap verirdi:
“-
Allah biliyor. İsterse onlar bilmesin.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 87)
Hoca
Ahmed-i Yesevî (k.s.) Hazretleri ne güzel söyler:
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen
Öyle mazlum yolda kalsa, hemdem ol sen
Mahşer günü dergâhına mahrem ol sen!..
Akıllı isen, gariplerin gönlünü avla,
Mustafâ gibi ülkeyi gezip yetîm ara!..
Ubeydullah
Ahrâr (k.s.) da şöyle der:
-
Yazın gölge ol…
-
Kışın örtü ol…
-
Açlık zamanı yiyecek ol…” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 474)
›
Yaptığı bu işin Allah rızâsına uygun ne kadar mühim bir amel
olduğuna inanarak yapmak.
Nitekim
Allah dostlarından Ahmed er-Rufâî (k.s.) delilerin ve kötürümlerin yanına
giderdi. Onların elbiselerini yıkar, başlarındaki, sakallarındaki bitleri alır,
temizlerdi. Onlara yemek götürür, birlikte oturur, yerdi. Sonra da dua
etmelerini isterdi. Bir şey diyenlere de şöyle cevap verirdi:
“-
Bu gibileri ziyâret vaciptir; müstehap değil…” (Velîler Ansiklopedisi, II,
512)
›
Kendi imkânlarıyla elinden gelen tüm gayreti göstermekle beraber,
bir taraftan muhtaçlara sabırlı olmayı, bir taraftan da diğer insanlara da
yoksullara karşı merhametli olmayı tavsiye etmek.
Peygamberimiz
(s.a.s.): “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” (Buhârî, Edeb 18; Müslim,
Fezâil 65) buyurmaktadır. Bu bakımdan mü’minlerin kendi aralarında her daim
sabrı ve merhameti tavsiyeleşmeleri gerekir. Çünkü bu tür hayır hizmetleri
ancak, bu hususta coşkulu gönüllerin devamlı teşvik ve gayretlendirmeleriyle
yürüyebilmektedir. İşte böyle davrananlar meymenetli, hayırlı ve faziletli
insanlardır. Onlara mahşerde amel defterleri sağlarından verilecek ve cennete
gireceklerdir. (bk. Vâkıa 56/8, 27-40, 90-91)
Buna
karşılık:
19. Âyetlerimizi inkâr edenlere gelince, onlar da amel defterleri sollarından verilecek olan uğursuz ve bedbaht kimselerdir.
20. Onların cezası ise, kapıları üzerlerine sımsıkı kapatılmış olan bir ateşte yanmak olacaktır.
Mü’minlerin
aksine Allah’ın âyetlerini, O’nun ferdî ve içtimâî tüm hayatı düzenleyen
kanunlarını inkâr edenler, bunları kabul ve tatbike yanaşmayanlar ise
meymenetsiz, uğursuz, şerir kimselerdir. Bunlar hakkında âyet-i kerîmede şöyle
buyrulur:
“Allah katında canlı varlıkların en şerlisi, inkâra saplanıp da
bir türlü iman etmeyen o nankör ve inatçı kâfirlerdir.” (Enfâl 8/55)
Bunlara
mahşerde amel defterleri sol taraflarından verilecek ve cehenneme atılacaklardır.
Cehennemin kapıları üzerlerine sıkıca kapanacak, orada ne bir ışık ne de bir
rahatlık olacak; bir daha oradan ebediyen çıkamayacaklardır. (bk. Vâkıa 56/9,
41-56)
Böyle
fenâ bir akibetten kurtuluşun tek çaresinin nefsi menfi sıfatlardan temizleyip
güzel sıfatlarla tezyin etmek olduğunu üst üste yeminlerle ve örnekle beyân
etmek üzere Şems sûresi geliyor:
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...
Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...
"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...
Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...
Enbiya suresinin 37. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 37. Ayet Arapça: خُلِقَ الْاِنْسَانُ مِنْ عَجَلٍۜ سَاُر۪يكُمْ اٰيَات۪ي فَلَا تَسْتَعْجِ ...
Saff sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 14 âyettir. İsmini, 4. ayetinde geçen صَفًّا (saffen) kelimesinden alır. Sûrenin “İsa” ve اَلْحَوَارِيُّونَ (Hav ...