Şems sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 15 âyettir. İsmini, birinci âyette geçen ve “güneş” mânasına gelen اَلشَّمْسُ (şems) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 91, nüzûl sırasına göre ise 26. sûredir.
On bir kez üst üste yeminlerle insan nefsinin mâhiyetine dikkat çekilir. Onu kötülüklerden arındıranın kurtuluşa ereceği, aksine onu kötülüklere gömenin zarara uğrayacağı tekitle beyân edilir. Terbiye ve tezkiye edilmemiş nefsin insanın başına nasıl belâ olduğu Semûd kavmi misaliyle muşahhas hâle getirilir.
Mushaftaki sıralamada doksan birinci, iniş sırasına göre yirmi altıncı sûredir. Kadir sûresinden sonra, Bürûc sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
Resûlullah (s.a.s.), kabilesine imamlık yapan Muaz b. Cebel’e, yatsı namazında uzun sûreler yerine Şems sûresi gibi kısa sûreler okumasını tavsiye etmiştir. (Buhârî, Ezân 63; Müslim, Salât 178)
1. Yemin olsun güneşe ve onun kuşluk vaktindeki aydınlığına,
2. Güneşi izleyip ışığını yansıtan aya,
3. Onu ortaya çıkarıp gösteren gündüze,
4. Onu bürüyüp gizleyen geceye,
5. Gökyüzüne ve onu binâ edene,
6. Yeryüzüne ve onu yayıp döşeyene,
7. Nefse ve onu düzgün bir biçimde yaratıp düzenleyene,
8. Ona kötü ve iyi olma kâbiliyetini ilham edene ki:
Cenâb-ı
Hak, bu âyet-i kerîmelerde üst üste tam on bir defa yemin etmektedir:
1.
Güneşe,
2.
Onun aydınlığına,
3.
Güneşi izleyip edip, onun batmasından sonra geceleyin ortaya çıkan aya,
4.
Güneşi bütün berraklığı ile ortaya çıkaran gündüze,
5.
Güneşi karanlığı ile örten ve onun görünmesini engelleyen geceye,
6.
Göğe,
7.
Onu pek yüksek bir kubbe hâlinde ve eşsiz bir nizam içinde binâ eden Allah’a,
8.
Yeryüzüne,
9.
Onu canlıların yaşaması için yayıp döşeyen Allah’a,
10.
Nefse,
11.
Onu en güzel şekilde biçimlendirip düzenleyen, ona fücûr ve takvâsını ilham
eden Allah’a!
Bu on bir yeminin ardından bir de mânayı daha
çok kuvvetlendirmesi için “elbette, mutlaka” mânasında قد (kad) edatını kullanmakta ve ancak bu güçlü te’kîd ve
te’yîdlerden sonra nefsini arındırıp temizleyen kimsenin, mutlaka kurtuluşa ereceğini;
aksine onu günah ve mâsiyetlerle kirleten kimsenin ise muhakkak hüsrâna
uğrayacağını beyân etmektedir. Câlib-i dikkattir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı
Hak, nefs tezkiyesinden başka hiçbir hususta, bu şekilde üst üste on bir defa
yemin etmemektedir. Bu gerçek, insanın kurtuluşu için nefs tezkiyesinin ne
kadar mühim ve zarûrî olduğunu ifadeye kâfîdir.
Cenâb-ı
Hakk’ın yemin etmesi, üzerine yemin edilen varlıkların kıymet ve şereflerini
bildirmekle beraber, aslında o yeminden sonra ifade edilen ilâhî beyânın,
azamet ve ehemmiyetini göstermek içindir. Bu âyetlerdeki yeminlerde de durum
böyledir. Bu yeminlerle bir taraftan, bu varlıkları yaratan Allah’ın sonsuz
kudretine dikkat çekilirken, bir taraftan da yeminlerin cevabı olarak gelen
insan gerçeğine, nefsin hakikatine ve ebedî kurtuluş için onu tezkiye etmenin
ehemmiyetine nazar-ı dikkatler celbedilir.
Diğer
taraftan üzerine yemin edilen hususlar ile nefsin mâhiyeti arasında da kuvvetli
bir irtibat vardır. Şöyle ki:
Kur’ân-ı
Kerîm, gerçekleri zihinlere iyice yerleştirmek için konuları çoğu kez
zıtlarıyla izah eder. Burada da daha çok zıtlar üzerinde durulur. Alamet ve
neticelerinin aynı olmadığı, birbirinin hep diğerinin tersi olduğu belirtilir.
Bu açıdan bakıldığında:
› Güneş ve ay
birbirinin zıddı sayılabilir. Çünkü güneş çok parlak, aynı zamanda sıcaktır.
Buna karşın ayın kendisi aydınlık değildir. Güneş varken, aslında o da gökte
olmasına rağmen ay görünmez. Ancak güneş battıktan sonra ortaya çıkar. Fakat,
güneş gibi, geceyi gündüze çevirecek kadar aydınlığı yoktur. Ayrıca onun
parlaklığında, güneşin ısısıyla meydana gelen şeyleri oluşturacak kadar
sıcaklık da yoktur. Bununla birlikte ayın kendine has bazı özellikleri de
güneşte yoktur.
› Gündüz ile
gece de birbirinin zıddıdır. İkisinin tesir ve sonuçları elbette aynı değildir.
› Gök ile yer
de birbirinin zıddıdır. Rabbimiz göğü yükseğe asmış, yeryüzünü ise semâ tavanı
altında yatak gibi döşemiştir. İkisi de kâinatın nizamına hizmet etmektedir.
Ancak ikisinin tesir ve neticeleri gök ile yer kadar farklıdır.
İşte
birbirine zıt bu deliller serdedildikten sonra insanın nefsine işaret edilir.
Cenâb-ı Hakk’ın, birbirine zıt olan fücûr ve takvâyı, kötülük ve iyiliği iki
zıt temâyül olarak onun benliğine yerleştirdiği haber verilir. Bunlar güneş ve
ay, gündüz ve gece, gök ve yer gibi biri diğerine zıt iki özelliktir. Çünkü
birisi fücurdur ve kötü bir şeydir; öbürü ise takvâdır ve iyi bir şeydir. Güneş
ve ay, gece ve gündüz, gök ve yeryüzü nasıl aynı şey değilse, onların tesir ve
neticeleri nasıl birbirinden farklı ise, fücur ve takvâ da birbirine zıttır.
Tesir ve sonuçları kesinlikle farklı olacaktır. Fücur, Allah Teâlâ’nın fücur
diye haber verdiği şeydir. Takvâ da O’nun kabul buyurduğu takvâdır. Allah’ın
indinde bu iki şeyin neticesi de ayrıdır. Buna göre insan bu dünyada iyilikle
kötülüğü aynı görmemelidir. Allah’ın iyi dediğini iyi tanıyıp onun peşinden
gitmeli; kötü dediğini kötü tanıyıp ondan da uzaklaşmalıdır. Çünkü Allah
iyiliğin peşinden gidenlere mükâfat verecek, kötülüğün peşinden gidenleri ise
cezalandıracaktır. On bir yeminin ardından bu gerçeği bildirmek üzere
buyruluyor ki:
9. Nefsini maddî ve mânevî kirlerden temizleyen kesinlikle kurtuluşa erecektir.
10. Onu günahlara gömen de elbette ziyâna uğrayacaktır.
Burada
üzerinde durulması lâzım gelen gelen en mühim husus “tezkiye”dir. “Tezkiye”
kelimesinde iki mühim mâna vardır:
Birincisi;
temizlemek, arındırmak,
İkincisi;
artırmak, geliştirmek, bereketlendirmek ve feyizlendirmek.
Bu
mâna çerçevesinde tezkiye, esasen mânevî eğitimin bütün seyrini ifade
eder.
Tezkiyenin
zıddı olan اَلتَّدْسِيَةُ (tedsiye) ise اَلدَّوْسُ (devs) kökündendir. “Devs”, bir şey
gelişip büyümeyerek bodur ve cılız kalmak ve gizlenmek mânalarına gelir.
“Tedsiye” ise, bir kimseyi hile ile ayartıp fesada düşürmek demektir. Bu
kelimenin اَلدَّسُّ (dess) veya اَلدِّسِّسَةُ (dissise)den gelme ihtimalide vardır. Dess
ve dissise, bir şeyi bir şeyin altına gömüp gizlemek ve toprağa gömmek mânasınadır.
Bizdeki “desîse” tabirinin aslı “dissise” mastarıdır. اَلدَّس۪يسُ
(desîs), hiçbir ilaç ile giderilmeyen koltuk kokusuna, casusa ve küle gömülüp
kebap olmuş ete denir. اَلدَّسَّاسُ
(dessâs) da bir tür pis ve kötü yılana denir. İşte tedsis ve tedsiye bu mânalarla
alakalı olarak bir şeyi iyice gömmek ve hile yapmak, bir şeyi hile ile bozup
fenalaştırmak ve iyice örtüp gizlemek, gömmek mânalarını ifade eder. Buna göre
nefsi tedsiye, ruhu faziletli ve erdemli şeylerle temizlemeyip kötü işler ve
kötü ahlâk ile bozmak, sonunda kokuşup gömülmeye mahkum âdî beden kirleri, katı
hayvânî gayeler, gösteriş gibi şeytani ve karanlık hislerle çürütüp kokutarak
maddiyata gömmek ve âhirette, küle gömülmüş “kebap” gibi cehennem ateşine
kapatmaktır. Bunun için nefsi böyle bir duruma düşmekten kurtarabilmek için
onun tezkiyesi zaruridir.
Nefsi
tezkiye; öncelikle onu küfür, cehâlet, kötü hisler, yanlış inançlar
ve fenâ huylardan temizlemektir. Onu İslâm’a aykırı her türlü îtikâdî,
ahlâkî ve amelî yanlışlıklardan arındırmaktır. Onu temizleyip kötülüklerden
koruduktan sonra da, iman, ilim, irfân, hikmet, iyi duygular, güzel
huylar gibi takvâ özellikleriyle terbiye ederek, onu rûhâniyetle doldurmaktır.
Tezkiyenin
bir üst derecesi, nefsin isteklerini azaltarak onun beden üzerindeki
hâkimiyetini kırmak ve bu sûretle rûhun hükümranlığına imkân sağlamaktır.
Bu, ancak nefse karşı iradeyi güçlendirmek yoluyla mümkün olabilir.
İradeyi güçlendirmek ise yiyip içme, uyuma ve konuşmada ölçülü olmak gibi
usûllerle sağlanabilir. Bundan dolayıdır ki, Kur’an ve sünnetin
ruhuna uygun olarak âlimlerimiz tarafından “az yemek, az uyumak ve az konuşmak”
nefsi dizginlemenin metodu olarak belirlenmiştir. Çünkü bunlar, nefse
hâkimiyetin ilk adımlarıdır.
Fakat
her konuda olduğu gibi, bu metotları uygulamada da îtidâli elden bırakmamak
gerekir. Çünkü beden, Allah’ın insanlara bir emânetidir. Bu sebeple
kul, nefsini tezkiye ederken ifrat ve tefrîtten sakınmalı, onun azgınlıklarına
set çekeyim derken, mücâdele ve mücâhedede aşırılığa düşmemelidir.
Çünkü din, bütün hâl ve davranışlarda îtidâli emreder. İnsanlara
her türlü ifrat ve tefritten uzak durmayı öğütler. Üstelik nefsi, mutlak
sûrette bertaraf etmek mümkün olmadığı gibi, bu, istenen bir şey de
değildir. Buna göre nefsin tezkiye edilmesi, nefsânî arzu ve temâyüllerin
ilâhî emirler çerçevesinde dizginlenip terbiye edilmesi demektir.
Nefsi
tezkiyeye çalışıp bu uğurda ciddî gayretler göstermek, önemine ve zorluğuna
binâen “cihâd-ı ekber” kabul edilmiştir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.)
pek zorlu geçen Tebük Gazvesi’nden dönerken ashâbına:
“−Şimdi küçük cihâddan
büyük cihâda dönüyoruz!” buyurdu. Ashâb-ı kirâm hayretler içinde:
“–Yâ
Rasûlallah! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd var mı?” dediklerinde
Peygamberimiz (s.a.s.):
“–Şimdi büyük cihâda, nefisle cihâda dönüyoruz!” buyurdu.
(Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 73)
Nefisle
cihâd, ancak kalbî eğitim ve mânevî terbiye ile gerçekleşir. Gâye, ahlâkı
yüceltmek ve insanı mânen olgunlaştırarak “insân-ı kâmil” hâline getirmektir.
Bunun yolu da dinî gerçeklerle yoğrulmuş bir akıl, îman ve güzel ahlâk ile
süslenmiş bir kalp, Kur’ân ve sünnetin rûhâniyetiyle taçlanmış hâl ve
davranışlarla “tevhîdin mîrâcına yükselerek” kemâle ermektir.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.):
“Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölüm ötesi
için çalışandır. Ahmak da nefsini hevâsına uydurduğu hâlde Allah’tan
iyilik bekleyip durandır” (Tirmizî, Kıyâmet 25; İbn Mâce, Zühd 31) buyurarak nefsi
terbiye ve tezkiye etmenin önemine dikkat çeker.
Bunun
içindir ki, Allah Resûlü (s.a.s.) devamlı şöyle niyâzda bulunurdu:
“Allahım! Nefsime takvâ nasip et ve onu her türlü günahtan
temizle. Zira onu en iyi temizleyecek olan sensin. Ona yardım edip eğitecek
olan da sadece sensin. Allahım! Faydasız ilimden, ürpermeyen kalpten, doymak
bilmeyen nefisten ve kabul olunmayan duadan sana sığınırırm.” (Müslim, Zikir
73; Nesâî, İstiâze 13)
Nitekim
infak, sadaka, hizmet gibi sâlih ameller, zâhiren başkalarına faydalı
olmak biçiminde görünse de, gerçekte nefse doğruyu, güzeli ve iyiyi telkîndir.
Çünkü iyilikler bu yolla benlikte yer eder ve rûh, bunlarla ünsiyet
kazanır. Diğer bütün sâlih amellerle birlikte sözlerin en güzeli ve
en doğrusu olan Kur’ân-ı Kerîm’i okumak, öğütlerini can kulağıyla dinlemek
ve hükümleriyle amel etmek de, nefsi eğitip düzeltecek en büyük vesîlelerden
biridir. Hayatını bütünüyle Kur’ân’ın öğrettiği şekilde düzenleyen bir
kul, nefsinin kötülüğünden ve şeytanın desîselerinden kurtulur ve
yalnız Hakk’ın hoşnutluğunu isteyerek yaşar. Kalbi ilâhî lutuf tecellîlerine
mazhar olur. Bu duruma gelen bir kul için, artık gözün gördüğü, kulağın
işittiği zâhirî iklîmin ötesine mânevî bir pancur açılır; kâinat,
hikmetli ve azametli bir kitâb hâline gelir.
Tezkiyenin
önemiyle ilgili olarak İbrâhim Desûkî (k.s.) şöyle buyurur:
“–
Evladım! Gündüzlerini oruçla, gecelerini namazla geçirsen, temiz
bir iç âlemine ve Hak ile samimi bir kulluk ilişkisine sahip olsan da, sakın
benlik iddiâsında bulunma! Sakın gurûra yenilip nefsin kandırmasına
aldanma. Zira nice derviş, nefsinin kötü arzularına kapılıp helâk oldu.”
Hâtem-i
Esamm (k.s.) da şöyle buyurur:
“Muhteşem
konaklara, verimli bağ ve bahçelere aldanma. Cennetten daha güzel
bir yer yoktur. Fakat Hz. Âdem’in başına ne geldiyse, cennetin o sonsuz
güzellikleri içindeyken geldi. Nefsi orada ebedî kalmak istedi. Yasak
ağaca yaklaştı. İlâhî hikmet gereği, dünyaya indirilmekle cezalandırıldı.
İbâdet
ve kerâmetinin çokluğuna aldanma. Zira sahib olduğu bunca kerâmete
rağmen, Allah Teâlâ’nın kendisine ism-i âzamı öğrettiği Bel’am bin Baura’nın
başına gelen hazîn âkıbet, ne kadar ibretlidir.
Sen,
sen ol; ilim ve amel çokluğuna da aldanma. Çünkü onca ilim ve tâatine
rağmen İblîsin başına neler geldi, bilmiyor musun?! Nefs ve şeytanın
iğvâsıyla aldananlardan olma!
Âbidlerin,
zâhidlerin yanında bulunuyorum diye de kendine güvenme. Zira kuru
kuruya bir beraberlik faydasızdır. Sâlebe, Peygamberimiz (s.a.s.)’in
sohbetinde duygusuzca bulunduğundan fecî bir âkıbete uğradı.
Bir
peygamber çocuğu olmasına rağmen Hz. Nûh’un oğlu, babasının davetine
karşı kendisini ihtiyaçsız görmek gibi bir bedbahtlığa sürüklendi. Aralarındaki
kan bağı bile ona bir fayda sağlamadı. Netîcede, helâk edilenlerden oldu.
Hz.
Lût’un karısı, kâfir ve fâsıklara olan ünsiyet ve muhabbeti sebebiyle
yanıbaşındaki hidâyet nûrundan nasipsiz kaldı ve gaflet içerisinde
küfrün karanlıklarına daldı.
Hülâsa;
ilim, amel, mal, evlat ve dost gibi ne kadar dayanak varsa âhiretteki
kurtuluşun için bunlara çok güvenme! Bunlardan nefsine aslâ pay çıkarma.”
Hâsılı
her mümin, sık sık nefsiyle iç hesaplaşmaya girerek, onu sîgaya çekmeli;
mânevî durumuna ciddî bir şekilde çeki-düzen verip, gidişâtını kontrol
altına almalıdır. Buna “nefis muhâsebesi” denir. İnsan, hiç olmazsa
başını yastığa koyduğu her yirmi dört saatte bir, o günün muhâsebesini
yapmalı ve kendini sîgaya çekmelidir. Bunu alışkanlık hâline getirenlerin
hatâda ısrar illetinden kurtulabilmeleri kolaylaşır.
Nefs
tezkiyesi netîcesinde kalb, “selîm” hâle gelir. Kalb-i selîm merhalesinde
şu üç hâl müşâhede edilir:
› Kimseyi incitmez.
Bu, takvâ ehlinin hâlidir. Kalb, nefsin şerrinden korunur. Güzel ahlâk
teşekkül eder.
› Kimseden incinmez.
Bu da, muhabbet ehlinin hâlidir. Fânîlerin övgü ve yermeleri bir
ehemmiyet ifade etmez. Güneş ışığı karşısında aydınlatma ve karartmaların
bir önemi olmayacağı gibi.
Şâir
bu hâli şöyle ifade eder:
“Cihân bağında ey âşık budur maksûd-ı
ins ü cin[1]
Ne kimse senden incinsin
ne sen bir kimseden incin.”
› Dünya menfaatiyle
âhiret kazancı karşı karşıya gelince, âhireti tercih ederek Allah’ın
rızasını hedefler.
Önceki
âyetlerde insan nefsinin mâhiyetine işaret edilerek, 9-10. âyetlerde de nefsi
tezkiye edip kötülüklerden arındıranın kurtuluşa ereceği, onu temizlemeyip
kötülüklere gömenin ise ziyana uğrayacağı bildirilmişti. Şimdi ise tarihten
muşahhas bir misal verilerek bu kâide izah edilir:
[1] Maksûd-i ins ü cin:
İnsanların ve cinlerin en büyük gayesi.
11. Semûd kavmi, sınır tanımaz azgınlığı yüzünden peygamberini yalanladı.
12. Nihâyet diğerlerinin kışkırtmasıyla içlerinde en azılı olanı, deveyi kesmek için ileri fırladı.
13. Allah’ın peygamberi Sâlih onlara: “Allah’ın mûcize olarak yarattığı şu dişi deveye zarar vermekten sakının ve onun su içme hakkına dokunmayın” dedi.
14. Fakat onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Rableri de günahları yüzünden başlarına azap indirip hepsini yerle bir etti.
Günahlara
batmış nefsin durumunu açıklamak üzere verilen bu tarihî misali anlamak için şu
iki temel gerçek üzerinde düşünmek gerekir:
Birincisi;
Allah Teâlâ insanı yaratmış, onu hem kötülük hem de iyilik yapabilecek bir
tabiat ve istidatla donatmıştır. Burada Hz. Sâlih ve kavminin kıssası
hatırlatılarak, kötülük ve iyiliğin sadece ilham ile bilinmesinin, herkesin
kendisine yürüyeceği dosdoğru bir yol bulması için yeterli olmadığı beyân
edilir. Bu maksatladır ki, Cenâb-ı Hak peygamberlere vahyederek doğru yolu
bütün incelikleriyle haber vermiş; gerek kötülüğün ne olduğunu ve ondan nasıl
sakınılacağını, gerekse takvânın ne olduğunu ve onun nasıl elde edileceğini
açıkça bildirmiştir. Semûd kavmi kıssası göstermektedir ki, eğer insan vahiy
yoluyla gönderilen bu açık hidâyeti kabul etmezse, o zaman kötülüklerden
kurtulamaz ve takvâya yol bulamaz.
İkincisi;
bu kıssada da açıkça görüldüğü üzere ceza veya mükafat, doğru ya da yanlış yolu
tercih etmenin kesin bir neticesidir. Nefsi kötülüklerden temizleyerek takvâ
yolunda ilerlemenin tabii sonucu kurtuluştur. Fakat nefsin iman ve sâlih
amellere doğru olan iyi temâyüllerini bastırıp körelterek kendini kötülükler ve
günahlar içinde bırakmanın tabii sonucu da ziyan ve helâktır. (bk. Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân,
VII, 138-139)
İşte
bu hususları anlatmak için tarihten Semûd kavmi örnek olarak verilir. Çünkü
önceki azaba uğrayan kavimlerden yerleşim yeri Mekkelilere en yakın olan kavim
bunlardı. Hicaz’ın kuzeyinde onların tarihi kalıntıları mevcuttu. Mekkeliler
ticaret için Şam’a gittiklerinde buradan geçerlerdi.
Semûd
kavmi Hz. Sâlih’ten bir mûcize istemişlerdir. Bunun üzerine Sâlih (a.s.) onlara
mûcize olarak bir dişi deve getirdi. Devenin, yeryüzünde ne isterse yiyeceğini,
suların, bir gün onların hayvanlarına bir gün de bu deveye ait olacağını
bildirdi. Eğer bu deveye dokunurlarsa şiddetli bir azaba uğrayacaklarını haber
verdi. Fakat bedbaht kavim, devenin hukukunu yerine getiremediler. En
azılılarını deveyi öldürmeye teşvik ettiler, o da deveyi öldürdü. Peygamber’e
inanmadıkları, onun buyruğuna itaat etmedikleri ve büyük bir suç işledikleri
için helak edildiler. (bk. A‘râf 7/73-79; Hûd 11/61-68; Kamer 54/23-32)
Bundan
böyle Semûd kavmi gibi azgınlık yapanların da helak edilebileceği uyarısında
bulunmak üzere bu helakin Yüce Allah’a ait yönüne şöyle bir işarette
bulunulmaktadır:
15. Allah, onları helâk etmesinin sonucundan asla endişe duyacak değildir!
Kendisi
hesaba çeken fakat kimse tarafından hesaba çekilemeyen, bütün güç ve kudretin
sahibi olan Allah, müstahak olan fert ve toplumları helak eder. Fakat
yaptığının sonucundan korkmaz. Bu işin sonunda kendine bir zarar geleceğinden
endişe etmez. Çünkü hiçbir gücün, “Sen bunları niye helak ettin?” diye sorma
hakkı yoktur. O istediğini helak eder, istediğini öldürür. Helak ettiklerini
savunacak veya onlara yardım edecek kimse bulunmaz. Bu sebeple, Semûd
kıssasının hatırlatılmasında, Peygamberimiz (s.a.s.)’e karşı gelip onun
buyruklarını dinlemeyen azgınların da neticede acı bir azap ve fecî bir helâke
uğrayacakları tehdîdi vardır.
Şimdi
de, Şems sûresinde bahsedilen nefsini temizleyenin kurtuluşa ermesi ve onun
günahlara gömenin ise ziyana uğraması gerçeğinin farklı bir bakış açısından
izahı sadedinde Leyl sûresi gelecektir:
Ayet-i kerimede buyrulur: فَاِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَمَا سَاَلْتُكُمْ مِنْ اَجْرٍۜ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِۙ وَاُمِرْتُ اَنْ اَكُونَ مِنَ الْم ...
Ayet-i kerimede buyrulur: اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ Bilesiniz ki Allah’ın dostlarına hiçbir ...
Ayet-i kerimede buyrulur: يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَتْكُمْ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَشِفَٓاءٌ لِمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْ ...
Ayet-i kerimede buyrulur: اِنَّ اللّٰهَ لَا يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْـًٔا وَلٰكِنَّ النَّاسَ اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ Gerçek şu ki Allah insanlara hi ...
Saff Sûresi 1. Ayet: "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam ola ...
Ayet-i kerimede buyrulur: وَمَا كَانَ هٰذَا الْقُرْاٰنُ اَنْ يُفْتَرٰى مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلٰكِنْ تَصْد۪يقَ الَّذ۪ي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْص۪يلَ الْ ...