Burûc sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. 22 ayettir. İsmini, birinci âyette geçip “burçlar” mânasına gelen الْبُرُوجُ (burûc) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 85, nüzûl sırasına göre 27. sûredir.
Bu sûre nâzil olduğu sırada, Mekkeli müşrikler müslümanlara dinlerinden dönmeleri için şiddetli bir şekilde zulmediyor, her türlü işkenceyi reva görüyorlardı. Bu bakımdan sûrede, müslümanlara bunca eziyet eden kâfirleri ne tür acı akibetlerin beklediği ve bu eziyetlere katlanan mü’minlerin ne derece mükafat elde edecekleri ele alınmaktadır. Bu mesaj, Ashâb-ı Uhdûd örnek verilerek sunulmaktadır. Sûre, Ashâb-ı Uhdûd, Firavn ve Semûd kavminin akıbetlerini bildirmek suretiyle müşriklerin eziyetlerine karşı Allah Resûlü’nü, ashâbını ve bütün mü’minleri teselli etmekte, onlara güven, huzur ve itminân vermektedir.
Mushaftaki sıralamada seksen beşinci, iniş sırasına göre yirmi yedinci sûredir. Şems sûresinden sonra, Tîn sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
1. Yemin olsun burçlarla dolu göğe,
2. Geleceği va‘dedilen güne,
3. Şâhitlik edene ve hakkında şâhitlik edilene.
Cenâb-ı
Hak sûreye, kudretinin büyüklüğünü, kıyamet gününde insanları hesaba
çekebilecek bir güce sahip olduğunu ve bütün yapılanların bir “şâhid” tarafından ilâhî kameraya
alındığını hatırlatmak üzere yeminle başlar:
Bu
varlıklardan biri, burçlarla dolu gökyüzüdür. Gökyüzü, Yüce Allah’ın azamet
nişâneleri ve kibriya alametleriyle dopdolu uçsuz bucaksız bir âlemdir. Yüce
Mevlâ onu en hassas ölçülere göre bina etmiş, içini de milyarlarla ifade edilen
büyük parlak gök cisimleriyle, yıldızlarla, gezegenlerle, ayla, güneşle ve daha
bilemediğimiz sanat harikası nice devâsâ varlıklarla süslemiştir.
İkinci
olarak geleceği va‘dedilen güne yemin edilir. Bu gün, bütün insanların hesap vermek
üzere toplandığı, mü’minlere harikulâde güzellikte cennetlerin, cennet
nimetlerinin ve hatta Cemâlullâh’ın va‘dedildiği; kâfirlere cehennem ateşinin,
cehennemde akla hayale gelmez ızdırap, çile ve işkencelerin haber verildiği
korkunç, belalı ve dehşetli kıyamet günüdür. Bu gerçeğin dile getirilmesi,
Allah’a asi olanlar için pek sarsıcı bir tehdittir.
Yemin
edilen bir husus da “şâhitlik eden ve hakkında şâhitlik edilen”dir. Gizli ve
açığı bilen, her şeye bizâtihî şâhit olan Allah Teâlâ’dır. Bütün yaratılmışlar
O’nun meşhûdu yani gördüğü, izlediği ve takip ettiği varlıklardır. “Şâhilik
eden ve hakkında şâhitlik edilen”den anlaşılabilecek en açık mâna budur.
Kıyamette insanlar, dünyadayken gözleriyle göremedikleri Yüce Allah’ın hesap ve
azabıyla yüzyüze geleceklerdir. O’ndan en ufak bir şeyin bile gizli kalması
mümkün olmayacaktır. Bununla birlikte yaratıklar içinde de şâhitlik edecekler
ve hakkında şâhitlik edilecekler bulunmaktadır. Önceki ayetle münasebeti
kurulacak olursa, “şâhitlik eden” kıyamet günü hazır bulunanlar, “hakkında şâhitlik
edilen” ise kıyamet günü meydana gelecek olan dehşetli manzaralardır. Kıyamet
gününde Peygamberler de ümmetleri hakkında: “Bana uydular veya uymadılar;
davetime icâbet ettiler veya etmediler” şeklinde şâhitlik yapacaklardır. En
hayırlı ümmet olan Muhammed ümmeti de diğer ümmetler hakkında şâhitlik
edecektir.
Bu
yeminler, mü’minlere işkence etmek için hendekleri kazanların acı sonunu
bildirmek üzere yapılmış bir giriştir. Bu kişileri Kur’ân-ı Kerîm “Ashâb-ı
Uhdûd” diye isimlendirmektedir:
4. Kahrolsun mü’minleri yakmak için o hendekleri kazanlar.
5. Alev alev tutuşturulmuş ateşle dolu hendekleri!
6. Onlar o ateşin başına oturmuş,
7. Mü’minlere yaptıkları işkenceyi keyifle seyrediyorlardı.
Yüce
Rablerine karşı kalplerinde taşıdıkları hâlis iman ve tevhid düşüncesine en
küçük bir şirk kiri bulaştırmak istemeyen, sadece O’na kavuşmayı arzu eden, bu
sebeple Allah’ın dışındaki güçlerin egemenliğine boyun eğmeyen mü’minleri
yakmak üzere o tutuşturulmuş ateş dolu
hendekleri hazırlayan Ashâb-ı Uhdûd, yüceler yücesi, bütün varlığı kudretine
boyun eğdiren Cenâb-ı Hakk’ın lisanıyla lâlenetlenmiştir.
Ashâb-ı
Uhdûd hakkında kaynaklarda dört değişik hadise zikredilir. Bunların en meşhuru,
Yemen krallığını ele geçiren “Zû Nüvâs” hakkında olanıdır. Milâdî dördüncü
asırda Yemen’e hakim olan bu kral, hıristiyan olan Necran ahâlisini, inançlarını
değiştirmeye zorlamış, halk direnince bir çok insanı ateş dolu hendeklere
attırarak diri diri yaktırmıştır. Bu şekilde öldürülenlerin sayısının 20.000
kadar olduğu kaydedilmektedir. Yemen’de yahudi hâkimiyeti 340-378 yılları
arasında devam etmiştir. Şunu hemen belirtelim ki Ashâb-ı Uhdûd, Araplarca
bilinen bir kıssadır. Bunlar, o dönemde Allah’a inanan ve bu sebeple kendi
düşünce ve ideolojilerini benimsemeyen mü’minleri, kazdıkları derin hendeklerde
tutuşturdukları ateşler içinde yakmışlar, kendileri de bunu insafsızca ve
merhametsizce seyretmişlerdir. İşte mü’minlere böyle zulümleri reva gören bu azgınlar ve bunların farklı zamanlarda
ortaya çıkan benzerleri, Allah Teâlâ’nın kahrına ve gazabına uğramışlar ve
ilâhî rahmetten kovulmuşlardır. Şu bir gerçek ki, kalplere kök salıp karar
kılan imanı bu şekilde yakmaya çalışanlar başarılı olamamış, bilakis Allah’ın
kahır ve gazabına uğrayarak mağlup ve perişan olmuşlardır. Ashâb-ı Uhdûd, Yüce
Rabbimizin benzerleri içinden seçtiği bir örnektir. Bu tür olaylar tarih içinde
benzer şekilde tekrarlanıp durmaktadır.
Sûrenin
başında zikredilen yeminler, aynı zamanda Mekke kâfirlerinin de Ashâb-ı Uhdûd
gibi lanetlendiklerini gösterir. Dördüncü ayetin metnindeki قُتِلَ (kutile) kelimesiyle anlatılan lânetlenme, işlenen günahın
büyüklüğünü gösterdiği gibi, o günahı işleyenlere de Allah’ın gazabının
çarpacağını gösterir.
Bahsedilen kâfirlerin, mü’minlerden bu şekilde
intikam almalarının sebebi neydi:
8. O mü’minlerden, başka bir sebeple değil, sadece karşı konulmaz kudret sahibi ve her türlü övgüye lâyık olan Allah’a iman etmelerinden ötürü nefret edip, intikam alıyorlardı.
9. Göklerin ve yerin mutlak mülkiyet ve hâkimiyeti kendisine ait olan Allah’a. Ama Allah olup biten her şeye şâhittir.
Bu
azılı kâfirler, mü’minlerden, başka bir sebeple değil, sadece karşı konulamaz
kudret sahibi ve her türlü övgüye lâyık olan Allah’a inanıp güvenmelerinden ve
yalnız O’na dayanıp bel bağlamalarından; diğer taraftan da onların savunduğu
sistemleri reddetmelerinden dolayı öç almaktadırlar. Halbuki bu bir suç değil,
Rabbimizin istediği ihlas ve tevhidin ta kendisidir. Allah’ın güç ve kuvvet
sahibi olduğunda şüphe yoktur. Ancak bu dünya mü’min için bir istirahat mekanı
değil, bir imtihan sahnesidir. Bu sahnede mü’minler de imanlarında test
edileceklerdir. Bize şer gibi görülen bir kısım olaylar, netice itibariyle
birer rahmet tezahürüdür. Ebedi âhiret nimetlerine kavuşabilmek için geçici
dünya hayatında bir bedel ödemek zaruridir. Bir anlamda mü’minler çektikleri bu
çilelerle, cennete girmelerinin yegane anahtarı olan imanlarına safiyet,
temizlik ve keskinlik kazandırmaktadırlar. Bununla birlikte Yüce Rabbimiz, kâfirlere
ve zalimlere, yeri ve zamanı geldiğinde en şiddetli bir şekilde yakalayıp
hadlerini bildirmek için, bir kısım hikmetlere dayalı olarak mühlet
tanımaktadır.
Cenâb-ı
Hakkın “Şehîd” ismi, bilen ve gören anlamını taşımaktadır. O, kullarının bütün
yaptıklarına müttalidir, hiçbir şey O’na gizli kalmaz. O her şeyi görmekte,
izlemekte ve bilmektedir. Mümin kul Allah’ın kendi durumunu gördüğünü bilince,
O’nun rızâsı için eziyetlere katlanması kolay olur.
Anlatıldığına
göre adamın biri sopalarla dövülüyor, o ise sabredip ses çıkarmıyordu.
Oradakilerden biri:
“–
Sana dayak acı vermiyor mu, niçin sesini çıkarmıyorsun?” deyince adam:
“–
Evet, acı veriyor, hem de çok acı veriyor” diyordu. O kişi:
“–
Peki niçin bağırmıyorsun, âh, of demiyorsun” dediğinde adam:
“–
Şurada bulunanlar içinde sevgilim var, beni izliyor, eğer bağırırsam onun
yanındaki değerimi kaybetmekten korkarım” diye karşılık veriyordu.
Allah
Teâlâ’nın Şehîd ismi, aynı zamanda yapılan zulümlerin karşılıksız kalmayacağını
da gösterir:
10. Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara her türlü işkenceyi yapan, sonra da pişman olup bundan vazgeçmeyenlere cehennem azabı, bir de yangın azabı vardır.
11. Buna karşılık, iman edip sâlih ameller yapanlara ise içinden ırmaklar akan cennetler vardır. En büyük başarı ve kurtuluş işte budur.
Her
şeyi bilen ve gören Allah Teâlâ, Ashâb-ı Uhdûd kıssasında mücrimlerin işlediği
bir vahşiliği ve ona karşı müslümanların gösterdiği metaneti tasvir ettikten sonra,
bu vahşiliği ve mukabilindeki metaneti genelleştirerek zaman ve mekan kaydının
dışına çıkarmakta ve sürekli geçerli olan bir genel kuralı hatırlatmaktadır.
Nerede ve ne zaman olursa olsun, mü’min erkek ve kadınlara, imanlarından
çevirmek için mihnet ve eza edip sonra da tevbe etmeyenlere; yaptıkları bu
cürme pişman olup vazgeçmeyenlere, bu yaptıklarının karşılığı olarak cehennem
azabı bir de yangın azabı vardır. Bu yangın azabı, gittikçe artıp genişlemesi
itibariyle yangına benzeyen fitnelerinden dolayıdır. Bu azabın bir kısmı
dünyada da olabilir. Ancak dünya azabıyla âhiret azabı, dünyadaki ateşin
yakmasıyla cehennem ateşinin yakması kıyas edilemez. Dünya azabının bir sonu
vardır, nihayet ölümle bitecektir. Ama âhiret azabı nihayetsizdir. Bu
bakımdan belâ, musibet ve işkenceler
karşısında sarsıntıya uğramayıp imanlarında sabredenler, samimi imanla sâlih
ameli birleştirenler, âhirette Rablerinin katında köşklerinin önünden ve
ağaçlarının arasından ırmaklar çağıldayan güzel güzel bahçelere, arzuladıkları
her türlü nimetlere kavuşacaklardır. Bu kavuşma büyük bir başarıdır ki, bütün
cazibesiyle dünya onun yanında pek ehemmiyetsiz kalır.
Öyleyse
müslüman, İslâm’ı tebliğ, yaşama ve yaşatma mücâdelesinde önüne çıkabilecek
engellere aldırmadan hedefe doğru adım adım ilerlemelidir. Çünkü Allah’ın
nûrunu söndürmek için çalışan zâlimleri Cenâb-ı Hakk’ın pek şiddetli yakalayışı
beklemektedir:
12. Rabbinin yakalaması gerçekten pek şiddetlidir.
13. O’dur her şeyi yoktan yaratan, yarattığını tekrar edip, son olarak âhirette yeniden yaratacak olan.
14. Yalnız O’dur günahları çokça bağışlayan, kullarını çok seven ve sevilen.
15. Arşın gerçek sahibi, şanı pek yüce olan,
16. O’dur, dilediği her şeyi dilediği gibi yapan.
12.
âyetteki اَلْبَطْشُ (batş) kelimesi,
merhamet etmeden, en ufak bir acıma hissi duymadan kıskıvrak, şiddetle ve sert
bir şekilde yakalamak anlamındadır. Böyle iken bir de “şiddet” vasfıyla
nitelenmesi, o yakalamanın dehşetini iyice artırmaktadır. Bundan maksat, Allah
Teâlâ’nın azgın zalimleri yakalayıp hesaba çekmeye ve hadlerini bildirmeye ne
ölçüde kudret sahibi olduğunu vurgulamaktır. Burada bu lafzın seçilmesi, kâfirlerin
hiçbir acıma hissi duymadan mü’minleri kıskıvrak yakalayıp ateşlerde
yakmalarıyla uygunluk arzetmektedir. Allah da onlara kıyamet günü aynı şekilde
muamele edecek ve cehennemde yakacaktır. Ceza, amelin cinsinden olacaktır.
Çünkü sonsuz kuvet ve hikmet sahibi Allah, varlıkları yoktan yaratan, bunların
varlıklarını tekrar eden ve canlıları ölümden sonra diriltecek olandır. O,
insanları yoktan var eder, sonra onları yok eder, sonra kıyamet gününde
amellerinin karşılığını vermek üzere yeniden diriltir. Kâfir ve zâlimlere
mühlet tanıması da bundan ötürüdür. Yoksa ihmalinden değildir. “Allah, imhal eder ama ihmal etmez” nüktesi
bunu belirtir.
Allah’ın
amansız yakalayışı, onuncu ayette ifade edilen kâfirlerin işledikleri cürümlere
münasip olduğu gibi, “Ğafûr” ve “Vedûd” vasıfları da onbirinci ayette
zikredilen mü’minlerin halleriyle uyuşmaktadır. Allah Ğafûrdur; mü’min
kullarının günahlarını bağışlayandır, örtendir. O Vedûddur; çok seven ve çok
sevilendir. Dünya hayatında seven, sevgilisinin her istediğini yaptığı ve ona
türlü türlü hediyeler verdiği gibi, Allah da dostlarına şanına yaraşır şekilde
daha güzeliyle ikram eder.
Allah’ın
kuluna muhabbeti, dünyayı, onun hayatını idame ettirecek imkânlarla donatması,
her türlü varlığı hizmetine amade kılması ve kedisine de bu imkânlardan
istifade edebilecek akıl, idrak ve kabiliyet vermesidir. Ayrıca, sünnetullahın
gereği olarak dünya hayatında bir kısım bela, musibet ve sıkıntılarla
karşılaşmasına rağmen, kalbine yerleştirdiği ülvî ve mânevî duyguları
coşturarak ve Rabbiyle beraber olma şuuruna erdirerek esrarengiz zevklerle dolu
derin bir hayat yaşatmasıdır. Nitekim farz ve nafile ibâdetlere devamla kulun
Allah’ın yakınlığını ve muhabbetini kazanacağını, Allah bir kulunu sevdiğinde
ise onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olacağını
açıklayan hadis-i kudside (Buhârî, Rikâk 38),
Allah ile kulu arasındaki muhabbetin izlerini bulmak mümkündür. Kulun Allah’a
muhabbeti ise bütün benliği ile O’na yönelmesi, O’na kavuşmayı istemesi, sahip
olduğu derin saygı duygularıyla emirlerine titizlikle riayet etmesi ve
peygamberinin yolunda gitmesidir. Kulların Allah’a en sevimlisi, karşılık
beklemeden kulluk edendir. Zira gerçek muhabbet, karşılık beklenmeden duyulan hâlis
bir muhabbet ve katıksız bir aşktır.
Bağışlayıcı,
seven ve sevilen yüce Allah, her şeyin sahibi olduğu gibi arşın da sahibi ve
malikidir. Büyük küçük bütün yaratıklar üzerinde etkili bir saltanat sahibidir.
Cenâb-ı Hak Mecîd’dir; uludur, zâtı şerefli, fiilleri güzel, ihsanı boldur. O,
kemal ifade eden bütün isim ve sıfatları kendinde toplamıştır. O, dilediğini
yapar, iradesi hiç şaşmaz. Bu sebeple hem tehdit hem de müjdesini yerine
getireceğinde asla şüphe yoktur.
Rivayet
olunduğuna göre Hz. Ebubekir (r.a.), ölüm hastalığına tutulduğu sırada bir grup
dostu onu ziyarete gelir ve:
“–
Hastalığınız hayli ciddi, müsaade ederseniz bir doktor çağıralım” derler.
Ebubekr:
“–
Doktor geldi, beni gördü” der. Ziyaretçiler:
“–
Peki ne tavsiye etti, sana ne söyledi?” dediklerinde O:
“–
Doktor bana اِنِّى فَعَّالٌ لِمَا اُرِيدُ «Ben dilediğimi yaparım» dedi” diyerek tebessüm eder.
Böylece ecelinin yaklaştığını anlarlar. Zira o, doktorla Allah’ı kastetmiştir.
Ondan sonra fazla zaman geçmeden vefat eder.
İnsanlık
tarihi boyunca zulüm ve işkence yapanların âkibetini görebilmen için:
17. Sana haberi geldi mi o günahkâr orduların:
18. Firavun ve Semûd’un?
19. Buna rağmen inkârcılar sürekli bir yalanlayış içindeler.
20. Oysa Allah onları arkalarından kuşatmıştır.
Bahsedilen
ordular, Hz. Mûsâ’ya karşı azgınlık yapan Firavun ve Hz. Sâlih’e asi olan Semûd
ordularıdır. Kendilerini güçlü ve kuvvetli sanarak hadlerini aşıp peygamberlere
ve mü’minlere işkence eden bu orduları Allah yerle bir etmiştir. O günün Arap
toplumu Firavun’un helak oluş kıssasını biliyor, Semûd kavminin helak izlerini
de görüyorlardı. “Buna rağmen
inkârcılar sürekli bir yalanlayış içindeler” (Burûc 85/19) âyetiyle, geçmiş dönemdeki kâfirlerin halini
ifadeden sonra günümüz kâfirlerinin durumuna dikkat çekilmektedir. Bunların da
Allah’ın yakalamasından ve azabından kurtulmaları mümkün değildir. Onlar, her
yönden düşman kuvvetleriyle çevrilmiş, yolları kapatılmış ve sıkıştırılmış
çaresiz bir gruba benzetilmişlerdir. Bu grubun o kuşatmayı yarıp kurtulması zor
olduğu gibi, kâfirler de kendilerini arkalarından sıkı sıkıya kuşatan Allah’ın
azabından kurtulamayacaklardır.
Netice
itibariyle:
Bahsedilen ordular, Hz. Mûsâ’ya karşı azgınlık yapan Firavun ve Hz. Sâlih’e asi olan Semûd ordularıdır. Kendilerini güçlü ve kuvvetli sanarak hadlerini aşıp peygamberlere ve mü’minlere işkence eden bu orduları Allah yerle bir etmiştir. O günün Arap toplumu Firavun’un helak oluş kıssasını biliyor, Semûd kavminin helak izlerini de görüyorlardı. “Buna rağmen inkârcılar sürekli bir yalanlayış içindeler” (Burûc 85/19) âyetiyle, geçmiş dönemdeki kâfirlerin halini ifadeden sonra günümüz kâfirlerinin durumuna dikkat çekilmektedir. Bunların da Allah’ın yakalamasından ve azabından kurtulmaları mümkün değildir. Onlar, her yönden düşman kuvvetleriyle çevrilmiş, yolları kapatılmış ve sıkıştırılmış çaresiz bir gruba benzetilmişlerdir. Bu grubun o kuşatmayı yarıp kurtulması zor olduğu gibi, kâfirler de kendilerini arkalarından sıkı sıkıya kuşatan Allah’ın azabından kurtulamayacaklardır.
Netice itibariyle:
21. Onlar ne derse desin, doğrusu bu pek şerefli bir Kur’an’dır.
22. Onun aslı Levh-i Mahfûz’da her türlü müdahaleden koruma altındadır.
Kâfirlerin
Allah’ın ayetlerini yalanlamaları Kur’an’a bir zarar vermez. Çünkü o, nazım ve mâna
itibariyle bütün ilâhî kitapların eşsiz, dünya ve âhirete ait bütün incelikleri
toplayan şerefli Kur’an’dır. O, Allah katında Levh-i Mahfûz’da, korunmuş bir
levhada bulunmaktadır. Dolayısıyla artma ve eksilmeden, bozulma ve değişmeden
uzaktır. Kur’an’ın pek şerefli bir kitap olduğunda mü’minlerin hiçbir şüphesi
yoktur. Fakat önemli olan, ona sadece kuru bir kudsiyet atfedip yüksek ve
mutenâ yerlerde asılı saklamak veya hastalara şifa niyetine okumak değil, onu
Rabbin emir ve talimatlarını getiren bir mektup olarak telakki edip gereğini
yapmaktır. Nitekim şimdi gelmekte olan Târık sûresi, her insan üzerinde
gözetleyici bir bekçinin bulunduğunu belirterek, bu hususu daha şumüllü ve
derinlikli bir şekilde izah etmektedir:
Kur’an’da şöyle buyrulur: نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَنْ نَشَٓاءُۜ وَفَوْقَ كُلِّ ذ۪ي عِلْمٍ عَل۪يمٌ Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim s ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًاۖ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ “Allah en iyi koruyandır ve O, merhametlilerin en merhametlisid ...
A'râf Sûresi 40-43. Ayetler 40: "Şüphesiz ki âyetlerimizi yalanlayan ve büyüklenip onlardan yüz çevirenler yok mu, göğün kapıları onlar içi ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْس۪يۚ اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪يۜ اِنَّ رَبّ۪ي غَفُورٌ رَح۪يمٌ ...
er-Riaye tecvid konusunda günümüze ulaşan ilk çalışma olduğu kabul edilen eserdir. Müellifi Mekki b. Ebi Talib'dir. MEKKÎ b. EBÛ TÂLİB KİMDİR? 23 ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدّ۪يقُ “Yûsuf! Ey özü sözü doğru arkadaş!” (Yûsuf, 12/46) EY DOĞRU ARKADAŞ! Bilgi: Zindan arkada ...