Şuarâ sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 224-227. âyetlerin Medine’de indiği söylenir. 227 âyettir. İsmini 224. âyette geçen ve “şâirler” mânasına gelen اَلشُّعَرَاءُ (şuarâ) kelimesinden alır. Sûrenin ayrıca “Tâ. Sîn. Mîm” ve birkaç peygamberin kıssasını ihtivâ etmesi sebebiyle الجامعة (Câmia) isimleri de vardır. Resmî sıralamada 26, iniş sırasına göre 47. sûredir.
Furkan sûresinde yer alan “inzâr: Allah’ın azabıyla tehdit ve uyarı”, bu sûrede peygamber kıssalarından verilen muşahhas misallerle genişçe izah edilerek, İslâm’ı tüm yönleriyle bir hayat nizamı hâlinde tebliğ ve tatbik edip yerleştirmeye çalışan Resûlullah (s.a.s.) teselli buyrulur. Bu gâyeye matuf olarak yedi peygamber kıssası anlatılır. Bahsi geçen peygamberlerin gerçek peygamber olması gibi, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in de gerçek peygamber, ona indirilen kitabın da Allah kelâmı gerçek bir Kur’an olduğu haber verilir. Allah Teâlâ’nın varlık âlemine yerleştirdiği kevnî âyetler, önceki peygamberlerin gösterdiği mûcizeler, kavimlerinin başına inen ilâhî kahır tecellîleri ve bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizevî yapısı bu hakîkatin şahididir. Bu gerçekler ışığında Resûlullah (s.a.s.) bir kâhin ve şâir olmadığı gibi, Kur’an da bir kehânet ve şiir değildir. Şeytanların böyle her yönüyle ulvî ve hârikulâde bir söz indirmeleri mümkün olmadığı gibi, hangi vadide dolaştıkları belli olmayan şâirlerin de bunun gibi bir söz söylemeleri muhaldir. O, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in kalbine Cebrâil (a.s.) tarafından inzal edilmiş, insanlığı ilâhî azap ile uyarıp ebedî nimetlerle müjdelemek maksadını taşıyan Allah kelâmıdır. Gerçek kurtuluş, ancak onun tâlimatlarına inanıp itaat etmekle mümkün olabilecektir. Sûre boyunca Cenâb-ı Hakk’ın “Azîz: çok güçlü, kuvvetli, mağlup edilemez bir kudret sahibi” ismi ile birlikte “Rahîm: çok merhametli” ismi tekrar edilir. İnsanlık tarihi, O’nun rahmet tecellilerine olduğu gibi gazap tecellilerine de şâhitlik etmektedir. Bu durumda, Allah’ın rahmetine mi, yoksa gazabına mı müstahak olmaya karar vermenin insanların kendi tercihlerine kaldığına işaret edilir.
Mushaftaki sıralamada yirmi altıncı, iniş sırasına göre kırk yedinci sûredir. Vâkıa sûresinden sonra, Neml sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 197. âyeti ile son dört âyetinin (224-227) Medine döneminde indiğine dair rivayetler de vardır (Süyûtî, el-İtkån, I, 12; İbn Âşûr, XIX, 89-90).
1. Tâ. Sîn. Mîm.
2. Bunlar, gerçekleri açıklayan apaçık kitabın âyetleridir.
“Gerçekleri
açıklayan apaçık kitap”, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm insanları neye
davet ettiğini, onlara neyi emredip neyi yasakladığını ve neyi gerçek, neyi
sahte kabul ettiğini kolayca anlayabilecekleri açıklıkta anlatmaktadır. İman
edip etmemek ayrı bir iş olmakla birlikte hiç kimse onun emir ve yasaklarını
anlayamadığını söyleyemez. Kur’ân-ı Kerîm, ilâhî bir kitap olma bakımından da
açıktır. Dili, üslubu, işlediği konular, haber verdiği gerçekler onun tüm
kâinatın Rabbinin kitabı olduğuna şehâdet eder. Bu mânada o hem bütün, hem de
sûre sûre olarak bir mûcizedir. Bu sebeple Resûlullah (s.a.s.)’in nübüvvetine
inanmak için “Apaçık Kitâb”ın ayetlerinden başka bir mûcizeye ihtiyaç yoktur.
Peygamber’in
sorumluluğuna gelince:
3. Rasûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin. Hayır böyle yapma!
4. Biz dilesek onlara gökten bir mûcize indiririz de, onun karşısında ister istemez boyun büker, inanmak zorunda kalırlar.
5. Fakat ne zaman kendilerine Rahmân’dan yeni bir öğüt, bir uyarı gelse, mutlaka hoşnutsuzluk içinde ondan yüz çevirirler.
6. Nitekim onlar Kur’an’ın uyarılarını da yalanladılar. Fakat alay edip durdukları şeylerin haberleri, pek yakında kendilerine gelecektir.
Peygamber
(s.a.s.)’in vazifesi, insanları zorla imana getirmek değil, sadece ilâhî hakîkatleri
tebliğ etmektir. Kendilerine hakkın daveti ulaşan kimseler ise inanıp inanmama
da serbesttir; dileyen iman edebilir, isteyen de inkâr edebilir. Dünya
hayatının imtihan için yaratılmış olmasının hikmeti de budur. İnsan hür
iradesiyle tercihte bulunacak ve ona göre de bir netice ile karşılaşacaktır. O
halde Peygamberin, insanlar iman etmiyorlar diye kendini helak edercesine
üzülmesine gerek yoktur. Bu şekilde Allah Resûlü (s.a.s.) teselli edilmektedir.
Hem sonsuz kudret sahibi Allah dilese, onlara gökten bir mûcize indirir,
hepsini inanmaya zorlayabilirdi. Yahut tepelerine öyle bir belâ indirirdi ki,
boyunları bükülür kalırdı. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın böyle bir muradı yoktur. Asıl
mesele bu hususta murâd-ı ilâhîyi tam anlamak, kul olarak üzerimize düşen
vazifeyi yapmak ve işi Allah’a havale etmektir. İşte Allah Teâlâ’nın tanıdığı
bu özgürlük sebebiyle kâfirler, kendilerine ne zaman Allah’ın en büyük rahmet
tecellilerinden olmak üzere yeni bir ilâhî hatırlatma gelse, bir şeriat verilse
veya bir peygamber gönderilse hemen ondan yüz çevirebiliyorlardı. Aynı minval
üzere müşrikler de Kur’an’ı yalanlamışlar ve alaya almışlardır. Fakat alay
ettikleri bu Kur’an’ın verdiği haberler yakında bir bir gerçekleşecektir.
Kur’ân-ı Kerîm’in haber verdiği üzere İslâm peyderpey yayılacak, dünyanın her
tarafına ulaşacak; kâfirlerin başlarına ise dünyada kahr-ı ilâhî inecek, onlar
âhirette de ebedî azaba uğrayacaklardır. Eğer onlar ibret nazarıyla üzerinde
yaşadıkları yeryüzüne ve aynı kara toprağın bitirdiği binbir renk, koku, çeşit
ve desendeki bitkilere bakacak olsalar bu inkâr girdabından kendilerini
kurtarabilirler:
7. Peki bunlar, yeryüzüne bakıp hiç düşünmezler mi? Biz orada her güzel çiftten çeşit çeşit nice bitkiler yetiştirdik.
8. Şüphesiz bunda ilâhî kudret ve azameti gösteren apaçık bir delil, bir işaret vardır. Ama insanların çoğu yine de iman etmez.
9. Muhakkak senin Rabbin, elbette O, sonsuz kudret sahibidir, çok merhametlidir.
Allah
Teâlâ, istediği her işi yapabilecek bir kudrete sahiptir. O, Hz. Muhammed
(s.a.s.)’in peygamber olmasını, ona Kur’an’ın inmesini murat etmiş, bu da
gerçekleşmiştir. Yine O, İslâm’ın zafer ve gâlibiyetini, İslâm düşmanlarının
ise helak ve hezimetlerini istemiştir. Nitekim peygamberler tarihi boyunca hep
bu murâd-ı ilâhî tahakkuk etmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.) örneğinde bu durum yeniden
tekerrür edecektir. Bunun en muşahhas delili, Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzünde
tecelli eden ilâhî kudret akışları ve azamet tezâhürleridir. Toprağı, suyu,
havası ve iklimi aynı olan bir arazi üzerinde binlerce renk, koku, tat, çeşit
ve şekilde faydalı ve güzel bitkiler yetişmektedir. Bu durum, Allah Teâlâ’nın
üstün bir irade, nihâyetsiz bir ilim, hikmet ve kudret sahibi olduğunu
gösterir. Buna rağmen insanların çoğu iman etmezler. Ancak netice itibariyle
Rabbimiz, kendine karşı gelenleri asla mağlup edilmez kudretiyle
cezalandıracak, iman edip sâlih ameller yolunu tutanları da sonsuz merhametiyle
mükâfatlandıracaktır. Sûre sonuna kadar her bir peygamber kıssası anlatılırken
bir taraftan kahır tecellilerine ve bir taraftan da rahmet tecellilerine yer
verilmekte, bununla âhenkdâr bir şekilde Allah’ın “Azîz ve Rahîm” isimleri
tekrarlanarak zikredilmektedir.
İlk
misal Hz. Mûsâ ve Firavun kıssasından:
10. Bir vakit Rabbin Mûsâ’ya nidâ etmiş, şöyle buyurmuştu: “Şu zâlim kavme git!”
11. “Firavun’un kavmine! Onlar hâlâ Allah’a karşı gelmekten sakınmayacaklar mı?”
Peygamberimiz
(s.a.s.)’i teselli etmek ve ona gelecekle alakalı başarılı olma heyecanı
aşılamak üzere anlatılan ilk kıssa Hz. Mûsâ kıssasıdır. Şunu hemen belirtelim
ki, Mûsâ (a.s.)’ın risâlet vazifesini yerine getirme mecburiyetinde kaldığı
şartlar, zâhiren Allah Resûlü (s.a.s.)’in karşılaştığı şartlardan daha zor ve
daha çetindi. Çünkü Hz. Mûsâ, Firavun ve kavmince ezilen köle bir topluma
mensuptu. Buna karşılık Peygamberimiz (s.a.s.) Kureyş kabilesinin üyesiydi ve
ailesi diğer kabilelerle en azından eşit bir statüye sahipti. Yine Hz. Mûsâ,
Firavun’un sarayında yetiştirilmiş, büyütülmüş ve bir cinayet suçlaması
sebebiyle kaçıp on sene kaldıktan sonra, hayatı uğruna kendisinden kaçtığı aynı
hükümdara gitme emri almış bulunuyordu. Efendimiz (s.a.s.) için böyle bir durum
söz konusu değildi. Üstelik Firavun’un imparatorluğu, zamanın en geniş ve en
güçlü imparatorluğu olup Kureyş’in zayıf gücüyle kıyas bile kabul etmeyecek
durumda idi. Bütün bunlara rağmen, Firavun, Hz. Mûsâ’ya hiç bir zarar veremedi,
sonunda mağlup oldu. İşte Kur’an bu kıssa ile Kureyş müşriklerine ve kıyâmete
kadar herkese şu dersi vermektedir: “Allah’ın yardım ettiği kişiyi kimse
yenilgiye uğratamaz. Öyle zor şartlarda bile Hz. Mûsâ, bütün güç ve kuvvetine
rağmen Firavun karşısında gâlip geldiğine ve hak din muzaffer olduğuna göre, ne
Mekke kâfirlerinin ne de ondan sonra gelecek kâfirlerin İslâm davetine mâni
olmaları mümkündür.”
Gelelim,
Firavun’a gitme emri karşısında Mûsâ (a.s.)’ı saran endişe ve korkuya:
12. Mûsâ şöyle karşılık verdi: “Rabbim! Doğrusu ben, onların beni yalanlamalarından korkuyorum.”
13. “Göğsüm daralıyor, dilim konuşamaz oluyor. Onun için, ne olur, Hârûn’u da peygamberlikle şereflendir.”
14. “Hem benim onlara karşı işlediğim bir suçum da var. Bu yüzden beni öldürmelerinden korkuyorum.”
15. Allah buyurdu ki: “Hayır, korkmayın! Sen ve Hârûn mûcizelerimizle ona gidin. Elbette biz de sizinle beraberiz ve olup biten her şeyi işitip takip etmekteyiz.”
16. “Gidin o Firavun’a ve şöyle deyin: «Biz Âlemlerin Rabbinin gönderdiği elçileriz.»”
17. “«Artık İsrâiloğulları’nı serbest bırak, bizimle beraber gelsinler!»”
Mûsâ
(a.s.)’ın, Firavun’a gönderilme emri karşısında “yalanlanma endişesi, göğsünün
daralması, dilinin tutulması ve onlardan bir adamı öldürmüş olması yüzünden
öldürülme tehlikesinin bulunması” gibi sebepler ileri sürmesi, asla Allah’ın
emrine aldırış etmemek veya ona karşı gelmek kastiyle değildi. Bilakis bu
durum, emrin kesin ve hükmün kati olduğunu bilmesi sebebiyle affını talep etme,
mazeret beyân etme ve bu emrin iptalini isteme gâyesine matuftu. Bir mânada bu
mühim iş karşısında acziyetini itiraftı. Bu sebeple hiç değilse kardeşi Hârûn’u
peygamberlikle şereflendirerek kendisine yardımcı yapmasını Rabbinden
dilemişti. (bk. Tâhâ 20/25-35; Kasas 28/33-34) Cenâb-ı Hak onun bu duasını
kabul buyurdu. (bk. Tâhâ 20/36) Korkmalarına gerek olmadığını, çünkü
kendilerini koruyup gâlip kılacağını müjdeledi. (bk. Kasas 28/35) Bu sebeple
birlikte Firavun’a gidip, hiç çekinmeden İsrâiloğullarının kendileriyle beraber
Mısır’dan çıkmasına izin vermesini istemelerini emretti. (bk. Tâhâ 20/47)
Mûsâ (a.s.)’ın teklifine karşılık Firavun’un
tepkisi son derece sert oldu
18. Firavun şöyle dedi: “Öyle mi? Biz seni henüz yeni doğmuş bebekken bağrımıza basıp yanımızda büyütmedik mi? Ömrünün pek çok yıllarını bizim aramızda geçirmedin mi?”
19. “Sonunda yapacağını da yaptın; suçsuz yere bir cana kıydın. Sen nankörün tekisin!”
20. Mûsâ şöyle cevap verdi: “Evet o işi yaptım, ama sonunun ölüme varacağını bilmeden yaptım.”
21. “Sonra da sizden korktuğum için süratle aranızdan ayrıldım. Fakat Rabbim bana ilim ve hikmet verdi ve beni peygamberlerden kıldı.”
22. “İşte başıma kaktığın bu nimet, gerçekte bir iyilik değil, İsrâiloğulları’nı kul köle yapmış olmanın bir sonucuydu.”
Hz.
Mûsâ ile Hz. Hârûn gidip Allah’ın emrini tebliğ ettiklerinde Firavun, henüz
bebekken alıp elinde büyüttüğü, bin bir ihtimamla sarayında barındırıp
yetiştirdiği birinin seneler sonra karşısına dikilip tüm sistemini altüst
edecek bir teklifte bulunmasını hazmedemedi ve derinden sarsıldı. Mûsâ (a.s.)’a
olan iyiliklerini bir bir saymaya başladı. Bu arada Kıptîlerden bir adamı
öldürme suçunu hatırlatarak, gerekirse kısas edilebileceği imâsında bulundu.
“Sen kâfir, nankörün tekisin!” diye tehdit savurdu. İşin ilginç yanı Hz. Mûsâ
suçunu itiraf etti; ölümle sonuçlanacağını bilmeden adama vurduğunu ve adamın
öldüğünü, sonra da öldürülmekten korkarak kaçtığını söyledi. Nitekim Kasas
sûresinde anlatıldığı üzere Hz. Mûsâ İsrâiloğulları’ndan birine vahşice
davrandığını gördüğü Kıptîye yalnızca bir yumruk vurmuş, adam oracıkta can
vermişti. (bk. Kasas 28/15) Yumruk, öldürme aracı olmadığı gibi öldürme
niyetiyle de vurulmaz. Dolayısıyla, bu kasten bir öldürme değil, hata ile vuku
bulan bir öldürmedir.
Mûsâ
(a.s.) suçunu ve yaptıklarını itiraftan sonra esas meseleye geçerek, Allah
Teâlâ’nın kendisine olan lutuf ve ikramlarını saymakta ve kendisinin nasıl bir
vazifeyle vazifelendirildiğini açıklamaktadır. Cenâb-ı Hak ona hüküm ve hikmet
vermiş, her konuda doğru ile yanlışı ayırıp isabetli karar verebilme kabiliyetini
bahşetmiş, kendisini nübüvvetle görevlendirmiş ve hitap ettiği kimselere
peygamber olarak göndermişti.
Son
olarak Mûsâ (a.s.), Firavun’un kendisini aşağılamasına karşılık bir aşağılama
ile cevap vermekte, fakat gerçeği dile getirmektedir: “İşte başıma kaktığın
bu nimet, gerçekte bir iyilik değil, İsrâiloğulları’nı kul köle yapmış olmanın
bir sonucuydu.” (Şuarâ 26/22) Yani Mûsâ (a.s.)’ın bebekken
Firavun’un sarayında kalması ve orada terbiye görmesi, Firavun’un
İsrâiloğulları’nı köle edinmesi ve erkek çocuklarını öldürmesinden
kaynaklanıyordu. Bu insafsız ve zorba uygulama yüzünden annesi onu sandukaya
koymak ve sandukayı Nil’in engin sularına bırakmak zorunda kalmıştı. Firavun’un
hizmetçileri onu buldu, getirdi. Böylece o, anne-babasının şefkat yuvasından
mahrum olarak orada barınma mecburiyetinde kaldı. Bu başa kakılacak bir lutuf
değil, bir çocuğa yapılacak en büyük zulümdü.
Hz.
Mûsâ’nın ne demek istediğini iyi anlayan Firavun, bu kez sözü değiştirerek
Mûsâ’ya dâvasının özünü sormaya yönelir. Fakat bilmezlikten gelip alaya alarak
ve edepsizlik ederek Allah Teâlâ hakkında şu soruları sorar:
23. Firavun: “Sahi, şu bahsettiğin Âlemlerin Rabbi de neyin nesi?” diye sordu.
24. Mûsâ: “O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir. Eğer gerçekten bir ilâhın varlığına inanmak istiyorsanız buna inanın.”
25. Firavun etrafında bulunanlara: “Bu adamın neler saçmaladığını duyuyorsunuz, değil mi?” dedi.
26. Mûsâ çekinmeden: “O, sizin de Rabbinizdir, önceki atalarınızın da Rabbidir” diye karşılık verdi.
27. Firavun yine etrafındakilere: “Size gönderilen şu sözde peygamberiniz var ya, gerçekten bir deli!” diye diretti.
28. Bu kez Mûsâ: “O, doğunun, batının ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir. Eğer aklınızı çalıştırırsanız anlarsınız” diye cevap verdi.
Firavun’un
“Âlemlerin Rabbi de neyin nesi?” tarzında alayvârî sorusuna, etrafındakilere
“bu adam ne demek istiyor, neler saçmaladığını hiç duyuyor musunuz?” gibi
tahkir ifadelerine ve “o kesinlikle bir deli” şeklindeki saldırılarına rağmen,
Hz. Mûsâ, vakar ve sükûnetini hiç bozmadan, Âlemlerin Rabbinin kim olduğunu ve
getirdiği tevhid akidesinin ne olduğunu açık ve anlaşılır bir dille izah
etmektedir. Buna göre:
›
O göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan her şeyin Rabbidir.
Dolayısıyla sadece yeryüzünde yaşayan insanlardan biri olan Firavun’un rablik
iddiasının bir dayanağı yoktur. Kesin bilgi peşinde olan, bu gerçeği hemen
anlayabilecektir.
›
O, hem Hz. Mûsâ’nın şu an hitap etmekte olduğu kimselerin, hem de
onların önceden gelip geçmiş atalarının Rabbidir. Önceki nesiller
Firavunlarıyla birlikte yok olup gittikleri gibi, bunlar da yok olup
gideceklerdir. Fenâ bulmakla malûl olan bir kimse nasıl olur da rablik iddia
edebilir. Dolayısıyla Firavun’un rab olmasının hiçbir aklî ve mantıkî delili
yoktur. Gerçek Rab, önce ve sonra gelenleriyle tüm insanları yaratan, yaşatan,
rızıklandıran, öldüren ve yeniden diriltecek olan Allah’tır. O’nun hâkimiyet ve
otoritesine inanmak ve teslim olmak gerekir.
›
O, doğunun, batının ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir.
Her gün gördüğümüz gibi güneşi doğdurup batıran, onun doğuş ve batış yerlerini
tâyin eden, değiştiren, bu sûretle gök cisimlerini hareket ettirerek bütün
kâinatı idâre eden, hepsinin üzerinde hüküm süren, hepsinin gerçek sahibi ve
mâliki O’dur. Aklını çalıştıranlar bu gerçeği anlamakta güçlük
çekmeyeceklerdir. O halde yeryüzünün
küçük bir bölgesinde hüküm süren fâsık Firavun mu, yoksa doğunun, batının ve
Mısır ülkesi dâhil doğu ile batının çevrelediği her şeyin maliki olan Allah mı
gerçek Rabdir? Aklımızı kullanıp buna karar vermemiz gerekir.
Bunun üzerine Firavun tehditler savurmaya başladı:
29. Firavun: “Bak, Mûsâ! Eğer benden başka birini ilâh edinirsen, seni mutlaka zindana tıkarım” dedi.
Hz.
Mûsâ’nın tevhidle ilgili getirdiği deliller karşısında bocalayan Firavun, bu
kez münâkaşadan vazgeçip tehdide yöneldi. Kendisinden başka bir ilâh edindiği
takdirde onu mutlaka “hapse atacağını” söyledi. Firavun’u bu derece tahrik
eden, Hz. Mûsâ’nın kendini “Âlemlerin Rabbinin temsilcisi” olarak takdim etmesi
ve ona, kendisinin ikinci derecede bir hükümdar olup en üstün otorite adına
vereceği tâlimatlara itaat etmesini istemesiydi. Halbuki Firavun, bu mânada bir
başka siyasî ve hukukî otorite kabul etmeye ve tebaasından birinin hâkimiyet
sahibi hükümdar olarak kendi yerine bir başkasını tanımasına izin vermeye hazır
değildi. Hakîki Hükümdar’ın Hz. Mûsâ vasıtasıyla gönderdiği mesaj, yalnızca
“dinî” sahada değil, siyasî sahada da hâkimiyet istediğindendir ki o,
“Âlemlerin Rabbi” ifadesine karşı çıkmıştır. Sonra, Hz. Mûsâ tekrar tekrar “Âlemlerin
Rabbi”nden ne kastettiğini açıklayınca Firavun, Mısır ülkesinde kendinden başka
bir ilâh, bir hâkim tanıdığı takdirde Hz. Mûsâ’yı zindana atmakla tehdit
etmiştir. Tehdit için kullanılan bu ifadede, zindanda bulunanların çok zor
şartlarda kaldıklarına ve durumlarının fecaatine bir işaret vardır.
Firavun’un
tehditleri karşısında Mûsâ (a.s.) gayet temkinli ve cesaretli bir halde
konuşmasını sürdürdü:
30. Mûsâ: “Sana söylediklerimin doğruluğunu ispatlayan apaçık bir delil getirsem de mi?” diye karşılık verdi.
32. Bunun üzerine Mûsâ asasını yere attı. Bir de ne görsünler, o her hâliyle kocaman bir ejderha kesilivermiş!
33. Sağ elini de koynundan çıkardı; o da bakanların gözlerini kamaştıracak kadar parlak mı parlak oluvermiş!
34. Firavun meseleyi etrafındaki ileri gelenlere sundu: “Bu gerçekten işini çok iyi bilen usta bir sihirbaz!”
35. “Büyüsüyle sizi yerinizden yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Bu durumda ne tavsiye edersiniz?”
36. Dediler ki: “Onu ve kardeşini burada bir süre alıkoy; şehirlere de tellâllar sal.”
37. “Ne kadar bilgili, usta sihirbaz varsa hepsini toplayıp sana getirsinler.”
38. Derken, dört bir yandan getirilen sihirbazlar, önceden kararlaştırılmış belli bir günde Mûsâ’yla karşılaşmak için bir araya toplandı.
39. Halka da: “Haydi, ne duruyorsunuz, siz de toplansanıza!” diye çağrı yapıldı.
40. İleri gelenler de: “Umarız sihirbazlar gâlip gelirler de biz de onların yoluna uyarız” dediler.
Mûsâ
(a.s.)’ın gösterdiği ejderhâ ve yed-i beyzâ mûcizeleri Firavun’un rahatını
iyice kaçırdı. Bunların arkasındaki gücün büyüklüğünü hissetti. Hiçbir sihirde
veya büyüde bu boyutta bir kudret yansıması yoktu. Bu sebeple Firavun, hemen
bunların karşısına geçip direnmeye, onu tesirsiz hale getirmeye çalıştı. Bu
arada hem kendi durumunun kritikliğini seziyor, hem de halkın kendi etrafından
dağılmasına az kaldığını kestiriyordu. Bu yüzden onları bu sarsıcı mûcizenin
etkisinden kurtarmaya çalışıyordu. Bir taraftan da “yerlerinden yurtlarında
olma” korkusuyla onları Hz. Mûsâ’ya karşı kışkırtıyordu. Fakat burada Firavunun
kendisini “ilâh” olarak takdim ettiği halkına karşı ne kadar güçsüz ve iradesiz
bir hale gelip yıkıldığı, zillete düştüğü açığa çıkmaktadır. Çünkü şu an halkın
emrini beklemekte ve bu büyük hâdise karşısında nasıl davranması gerektiğini
onlara danışmaktadır. İşte ayaklarının altındaki yerin sarsıldığını hisseden
azgın iktidar sahiplerinin değişmez karakteri budur.
Firavun’un
tâlimatıyla bütün usta sihirbazlar, bir bayram günü kuşluk vaktinde geniş bir
alanda toplandılar. (bk. Tâhâ 20/59) Belirlenen bu gün, Mısırlıların millî
bayram günüydü. Bugün halk, ülkenin her tarafından büyük kalabalıklar halinde
gelecek ve izleyicilerin gösterileri açıkça seyredebilmesi için kuşluk vakti
yapılacak büyük müsâbakaya şâhit olacaklardı. Yapılan ilânın yanı sıra, ayrıca
halkı müsabakayı seyretmeye teşvik için münadiler gönderildi. Hz. Mûsâ’nın
kapalı sarayda gösterdiği mûcizenin haberi halka da yayılmış olmalı ki, halkın
etkilenmesinden korkan Firavun, herkesin akın akın gelip bir asanın yılana
dönüşmesinde bir olağanüstülük bulunmadığını, bunun ülkedeki sihirbazlar
tarafından da yapılabileceğini görmesini istemiştir. İleri gelenler de “Umarız
sihirbazlar gâlip gelirler de biz de onların yoluna uyarız” (Şu’arâ 26/40)
diyerek halka moral vermişlerdir. (bk. A‘râf
sûresi 106-112)
Sihirbazlar
Firavun’un huzurunda:
31. Firavun: “Eğer doğru söylüyorsan, haydi getir onu da görelim!” dedi.
Mûsâ
(a.s.)’ın gösterdiği ejderhâ ve yed-i beyzâ mûcizeleri Firavun’un rahatını
iyice kaçırdı. Bunların arkasındaki gücün büyüklüğünü hissetti. Hiçbir sihirde
veya büyüde bu boyutta bir kudret yansıması yoktu. Bu sebeple Firavun, hemen
bunların karşısına geçip direnmeye, onu tesirsiz hale getirmeye çalıştı. Bu
arada hem kendi durumunun kritikliğini seziyor, hem de halkın kendi etrafından
dağılmasına az kaldığını kestiriyordu. Bu yüzden onları bu sarsıcı mûcizenin
etkisinden kurtarmaya çalışıyordu. Bir taraftan da “yerlerinden yurtlarında
olma” korkusuyla onları Hz. Mûsâ’ya karşı kışkırtıyordu. Fakat burada Firavunun
kendisini “ilâh” olarak takdim ettiği halkına karşı ne kadar güçsüz ve iradesiz
bir hale gelip yıkıldığı, zillete düştüğü açığa çıkmaktadır. Çünkü şu an halkın
emrini beklemekte ve bu büyük hâdise karşısında nasıl davranması gerektiğini
onlara danışmaktadır. İşte ayaklarının altındaki yerin sarsıldığını hisseden
azgın iktidar sahiplerinin değişmez karakteri budur.
Firavun’un
tâlimatıyla bütün usta sihirbazlar, bir bayram günü kuşluk vaktinde geniş bir
alanda toplandılar. (bk. Tâhâ 20/59) Belirlenen bu gün, Mısırlıların millî
bayram günüydü. Bugün halk, ülkenin her tarafından büyük kalabalıklar halinde
gelecek ve izleyicilerin gösterileri açıkça seyredebilmesi için kuşluk vakti
yapılacak büyük müsâbakaya şâhit olacaklardı. Yapılan ilânın yanı sıra, ayrıca
halkı müsabakayı seyretmeye teşvik için münadiler gönderildi. Hz. Mûsâ’nın
kapalı sarayda gösterdiği mûcizenin haberi halka da yayılmış olmalı ki, halkın
etkilenmesinden korkan Firavun, herkesin akın akın gelip bir asanın yılana
dönüşmesinde bir olağanüstülük bulunmadığını, bunun ülkedeki sihirbazlar
tarafından da yapılabileceğini görmesini istemiştir. İleri gelenler de “Umarız
sihirbazlar gâlip gelirler de biz de onların yoluna uyarız” (Şu’arâ 26/40)
diyerek halka moral vermişlerdir. (bk. A‘râf
sûresi 106-112)
Sihirbazlar
Firavun’un huzurunda:
41. Sihirbazlar Firavun’a gelip: “Eğer üstün gelen biz olursak, herhalde bize bir mükâfat verilir!” dediler.
42. “Evet, evet” dedi Firavun, “o zaman siz benim en yakınlarımdan, gözdelerimden olacaksınız.”
43. Müsâbaka başlayınca Mûsâ sihirbazlara: “Haydi, ne atacaksanız önce siz atın” dedi.
44. Onlar da derhal iplerini ve değneklerini yere atıp: “Firavun’un gücü ve izzeti hakkı için, gâlip gelen kesinlikle biz olacağız, biz” dediler.
45. Sonra da Mûsâ asâsını yere attı; bir de ne görsünler asâ, onların göz boyayıp uydurdukları şeyleri yalayıp yutuveriyor!
Başlangıçta
sihirbazların bütün himmeti dünyalık bir mükâfat peşindeydi. Onlar Mûsâ (a.s.)
karşısında muvaffak oldukları takdirde ne kadar bir menfaat elde edeceklerinin
derdinde idiler. Bunun dışında manevî bir gâyeye taallük eden hiçbir
düşünceleri yoktu. Bu yüzden sadece mükâfatlandırılmakla kalmayıp gözdelerden
olacakları ve saray halkı arasına katılacakları müjdelenince büyük bir sevince
kapılmışlardı. Karşılarında ise Âlemlerin Rabbi tarafından peygamber olarak
gönderildiğini söyleyen, tehditlerine hiç aldırış etmeden Firavun’la münakaşaya
girişen ve yaptığı mücâdelede hiçbir tereddüt göstermeyen Hz. Mûsâ yer
almaktaydı. Sihirbazlar, menfaatleri icâbı değer verdikleri Firavun’un izzetine
yemin ederek iplerini ve değneklerini atıp, sonra bunların âniden kocaman bir
ejderhaya dönüşen Mûsâ (a.s.)’ın asâsı tarafından bir lokmada yutulup yok
olduklarını görünce işin ciddiyetini kavradılar. Hz. Mûsâ’nın kendileri gibi
bir sihirbaz olmadığını, gösterdiği hârikulâde olayın da ancak Allah’ın
kudretiyle vuku bulacak bir mûcize olduğunu anlamakta gecikmediler: (bk. A‘râf 7/115-119; Tâhâ 20/65-69)
46. Gerçeği farkeden sihirbazlar derhal secdeye kapandılar:
47. “Şüphesiz biz Âlemlerin Rabbine iman ettik!”
48. “Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine!” dediler.
49. Firavun hiddetle: “Demek, ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha! Meğer size sihri öğreten ustanız oymuş! Ama size ne yapacağımı yakında bileceksiniz! Ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi mutlaka asacağım!” diye bağırdı.
50. Sihirbazlar: “Hiç önemi yok” dediler, “biz nasıl olsa Rabbimize döneceğiz.”
51. “Doğrusu biz, Mûsâ’ya inananların ilki olduğumuz için, umarız Rabbimiz hatalarımızı bağışlar.”
Hidâyet
güneşinin şuaları onların, Firavun’un şirk temelleri üzerine kurulmuş bozuk
düzeni içinde kararmış ve tortulanmış kalpleri üzerinde dolaşmaya başladı.
İlâhî kudret ve azamet tecellisi karşısında çakan iman şimşeği gönüllerinin
merkezine doğru ilerledi. Az önce parayla kiralanmış, ustalıklarına karşı
Firavun’dan karşılık bekleyen sıradan insanlar iken, kalplerine dokunan ilâhî
hakîkat parıltısı onları birden değiştirdi. Benliklerini titreten bir
sarsılışla onları âniden dünyevî bütün menfaat kaygılarından vazgeçirdi.
Kalplerini saran sapıklık paslarını silerek, ruhlarının derinliklerine ulaştı.
Onları tertemiz yapıp diriltti; Hakka boyun eğen ihlaslı kullar haline getirdi.
Böylece secdeye kapanarak Âlemlerin Rabbine, Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine
inandıklarını ilan ettiler. Burada insan kalbinin hidâyet ve dalâlet bakımından
ne kadar esrârengîz bir husûsiyete sahip olduğu dikkat çeker. Biraz önce
dünyadan başka bir hedefi olmayan bu insanlar, bir anda seçkin mü’minler haline
geldiler. Hem de azgın, zalim bir iktidarın karşısında apaçık iman etmelerinin
ne gibi sonuçları ve cezaları olacağını düşünmeden, zorba iktidar sahibinin ne
söyleyeceğine ve ne yapacağına aldırmadan imanlarını haykırdılar. Firavun’un
“asarım, keserim” tehditlerine karşı da metânetlerini bozmadan: “Hiç önemi
yok, biz nasıl olsa Rabbimize döneceğiz” (Şu’arâ 26/50) dediler ve önceki
günahları için de Allah Teâlâ’dan bağışlanma niyaz ettiler. (bk. 7/120-126;
Tâhâ 20/70-73)
Sihirbazların
şehâdetinin ardından vuku bulan hâdiseler öyle bir noktaya geldi ki nihâyet:
52. Biz Mûsâ’ya: “Kullarımı geceleyin yola çıkar; çünkü Firavun ve ordusu arkadan mutlaka sizi takip edecekler” diye vahyettik.
53. Bu arada Firavun asker toplamak üzere bütün şehirlere tellâllar saldı.
54. Halkı kışkırtmak için de şöyle seslendi: “Şu İsrâiloğulları bölük pörçük, üç beş çapulcudan ibarettir.”
55. “Fakat boylarına poslarına bakmadan bizi öfkelendiriyorlar.”
56. “Ama biz de tedbirli, hazırlıklı büyük bir topluluğuz.”
57. Böylece biz onları, İsrâiloğulları’nın peşine düşürerek o çok güzel bağlardan, bahçelerden, akıp giden su kaynaklarından sürüp çıkardık.
58. Onca hazinelerden, servetlerden, kendilerince çok değerli o yüksek makam ve mevkilerden de…
59. Her şey işte böyle oldu. Sonunda, benzer büyük nimetleri İsrâiloğulları’na bahşettik.
Sihirbazlarla
müsâbakadan sonra Hz. Mûsâ’ya hemen Mısır’dan ayrılma emri verilmemiş, epey bir
müddet İsrâiloğulları ile birlikte orada kalmıştır. Arada geçen bu süre
zarfında meydana gelen hâdiseler A‘râf
sûresi 127-135, Yûnus sûresi 83-89, Mümin sûresi 23-46 ve Zuhruf sûresi
46-56. âyetlerde haber verilir. Ancak kıssa burada hülâsa edilerek hemen Hz.
Mûsâ ile Firavun arasındaki mücadelenin son bölümüne geçilir. Hedef, apaçık
ayetleri gördükten sonra bile inadında direnen Firavun’un hazin âkıbetiyle,
kendisini ilâhî yardımın adım adım takip ettiği Mûsâ (a.s.)’ın nihaî zaferini
göstermektir.
Mûsâ
(a.s.) ilâhî vahiy istikâmetinde Mısır’ın çeşitli yerlerinde oturmakta olan
İsrâiloğullarını yanına alarak seher vakti yola çıktı. Maksat, Firavun
peşlerine düşmeden önce onların yetişemeyeceği kadar uzak bir mesafeye
varmaktı. Firavun olaydan haberdar olur olmaz umûmî seferberlik ilan etti;
bütün şehirlere asker toplamak için münâdîler gönderdi. Zâhiren toplanan
askerlere ve tebaasına moral vermek ve onları savaşa kışkırtmak; hakîkatte ise
içini saran korkuyu örtmek için birkaç sloganvârî cümle sarfetti. Bir taraftan
durumu kurtarmak için çeşitli güçleri harekete geçirirken, öte yandan bir panik
havası içinde olmadığını göstermek istiyordu. Ona göre normalde
İsrâiloğulları’nın kâle alınacak ve korkulacak bir durumu yoktu. Fakat sebep
oldukları tahrik ve Firavun taraftarlarına duydukları kin ve öfke sebebiyle
cezalandırılmaları gerekiyordu. Halkın da buna inandırılması lazımdı.
Dolayısıyla ilan edilen umûmî seferberliğin hedefi, sadece gelecekte ortaya
çıkabilecek menfi hâdiseleri şimdiden önlemeye yönelik bir tedbirden
ibaretti(!)
Aslında
Firavun’un yaptığı, kendisi ve ordusunun helaki için planlanan ilâhî küllî
planın tabi bir uzantısıydı. Cenâb-ı Hak bu bahaneyle onları bağlarından, bahçelerinden,
pınarlarından, derelerinden, servet ve hazinelerinden, içinde rahat rahat
oturdukları kâşânelerinden söküp çıkardı. İsrâiloğulları uzun zaman silahlı
mücâdele verselerdi, onları yurtlarından çıkarmada belki bu kadar başarılı
olamazlardı. Bu açıdan, “Allah yapacak seyredeceksin, Allah yıkacak
seyredeceksin” sözü ne kadar mânidârdır. Neticede, yıllar sonra da olsa, bu
verimli topraklar ve nimetlere Allah’ın lütfuyla İsrâiloğulları vâris
olmuşlardır.
Tekrar
kıssaya dönecek olursak:
60. Derken Firavun ve ordusu güneş doğup ortalığı aydınlatırken onlara yetişti.
61. İki topluluk birbirini görecek kadar yaklaşınca, Mûsâ’nın beraberindekiler: “Eyvâh! Yakalandık!” dediler.
62. Mûsâ: “Hayır, korkmayın!” dedi, “Rabbim elbette benimledir. Bana kurtuluş yolunu mutlaka gösterecektir.”
63. Biz de Mûsâ’ya: “Asân ile denize vur!” diye emrettik. Mûsâ vurur vurmaz deniz yarıldı, on iki yol açıldı, öyle ki koridor gibi açılan yolların iki yanındaki sular birer büyük dağ gibi yığıldı.
64. Firavun ve ordusunu da oraya yaklaştırdık.
65. Mûsâ’yı ve beraberinde bulunan herkesi kurtardık.
66. Ardından diğerlerini suda boğduk.
Mûsâ
(a.s.) yanındakilerle beraber Kızıl Deniz’in kıyısına ulaştıkları sırada
Firavun da ordusuyla beraber arkalarından yetişti. İki ordu birbirini görecek
kadar yaklaşınca Mûsâ (a.s.)’ın yanındakiler, baskına uğrayıp helâk olmaktan
korktular. Cenâb-ı Hakk’ın emriyle Hz. Mûsâ asâsını denize vurdu; denizde
kupkuru bir yol açıldı. (bk. Tâhâ 20/77) Yolun kenarındaki sular büyük dağlar
gibiydi. Mûsâ (a.s.) ve İsrâiloğulları o yollardan denizi karşıya geçtiler.
Fakat yine Allah’ın emriyle Mûsâ (a.s.) denizde açtığı yolu açık bıraktı. (bk.
Duhân 44/24) Çünkü Firavun ve ordusu açık bulduğu bu yollara girecek,
İsrâiloğullarını takibe devam edecekti. Nitekim öyle de oldu. Firavun ordusuyla
birlikte deniz içinde açık olan yollara girip, en arka sırada bulunanlar da
denizin sınırları içine dâhil olunca, birden yollar kayboldu. Büyük dağlar gibi
su kütleleri birbirine girdi. Bunlar arasında kalan azgın Firavun ve askerleri,
bir fert hariçte kalmayacak şekilde boğularak denizin dibini boyladılar. (bk. Yûnus
10/90-93; Tâhâ 20/77-79)
Anlatılan
bu kıssada Peygamber düşmanlarının alacağı bir ders vardır:
67. Şüphesiz bunda ilâhî kudret ve azameti gösteren apaçık bir delil, bir işaret vardır. Ama insanların çoğu yine de iman etmez.
68. Muhakkak senin Rabbin, elbette O, sonsuz kudret sahibidir, çok merhametlidir.
Firavun
ve etrafındaki ileri gelenler, yıllarca kendilerine apaçık mûcizeler gösterildiği
halde iman etmediler. Küfür ve inat, gözlerini öylesine kör etmişti ki,
gözlerinin önünde denizin yarıldığını, suların dağlar gibi iki tarafa
yığıldığını ve İsrâiloğullarının geçmesi için ortada kuru bir yol açıldığını
gördükleri halde, yine de, savaşmak üzere çıktıkları Hz. Mûsâ’nın arkasında
ilâhî nusretin olduğunu anlayamadılar. Nihâyet akılları başlarına geldi, fakat
artık çok geçti. Çünkü, Allah’ın gazabı kendilerini kuşatmış ve deniz suları
üzerlerini bütünüyle örtmüştü. Tam bu durumda Firavun: “İsrâiloğulları’nın
inandığından başka ilâh bulunmadığına kesinlikle inandım; artık ben de
müslümanlardanım” (Yûnus 10/90) diye feryat etti. Fakat bu itirafının bir
faydasını görmedi. O halde çağlar boyu Kur’an’ın karşısına düşmanca dikilen ve
dikilecek olan kâfirlerin akılları başlarına gelmesi için, Firavun’un durumuna
düşmeleri mi gerekiyor?
Yine
bu kıssada müminler için de bir ders ve işaret vardır: Bir zamanlar Firavun’un
olduğu gibi şer güçler belli bir müddet hâkim görünseler de, Allah Teâlâ, Hz.
Mûsâ misâlinde görüldüğü üzere uzun vâdede lütfu keremiyle hakkı hâkim kılacak
ve bâtılı yok edecektir.
Ayrıca
burada Resûlullah (s.a.s.)’i teselli vardır. Gösterdiği mûcizelere rağmen kavmi
tarafından yalanlanan Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bu duruma üzülmekteydi. Ona Hz.
Mûsâ’nın durumu misal verilerek teselli edilmekte, sabretmesi ve Allah’tan
yardım beklemesi istenmektedir.
Şimdi ilâhî kudret ve rahmetin sergilendiği bir
başka hâdiseye geçiliyor:
69. Rasûlüm! Onlara İbrâhim’in kıssasını da anlat.
70. Hani o babasına ve kavmine: “Nedir bu taptıklarınız böyle?” diye sordu.
71. Onlar da: “Bir takım putlara tapıyoruz; onlara tapmaya da devam edeceğiz” diye karşılık verdiler.
72. İbrâhim: “Peki ama” dedi, “siz kendilerine yalvardığınızda onlar sizi duyabiliyorlar mı?”
73. “Yahut size bir fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?”
74. “Hayır” dediler, “fakat biz atalarımızın da böyle yaptığını gördük ve bunu benimsedik.”
75. İbrâhim şunları söyledi: “Öyle de, nelere taptığınıza şöyle bir bakmaz mısınız?”
Hz.
İbrâhim hem Arapların hem de yahudi ve hıristiyanların çok değer verdiği bir
peygamberdir. Bu sebeple burada tekrar onun putperest babası ve kavmi ile olan
mücâdelesine yer verilerek insanlık şirkten sakındırılır. Şirkin mesnetsiz
olduğuna dair İbrâhim (a.s.)’ın getirdiği deliller, akla mantığa uygun gâyet
açık delillerdir. Buna göre taştan, tahtadan, altın veya gümüşten yapılmış;
işitmeyen, görmeyen, hissetmeyen, konuşmayan, fayda veya zarar vermeyen bir
kısım cansız nesnelerin gerçek ilâh olması mümkün değildir. Fakat müşrik
kavminin verdiği cevap, onların herhangi bir belge veya delile dayanmaksızın
sadece taklide yöneldiklerini; sırf atalarının, babalarının böyle yaptıklarını
gördükleri için, bunu benimseyerek ve onların yolundan giderek bu şekilde
davrandıklarını gösterir. Onların bu taklit ve inatlarına karşı Hz. İbrâhim’in
tavrı nettir. O, hiçbir ayrım yapmaksızın ve herhangi bir kimseden
çekinmeksizin bütün putların ve onlara tapanların tek saf halinde kendisine
düşman olduğunu; ancak Âlemlerin Rabbi Allah’ın kendisine dost olduğunu ilan
eder. İşte şirk, küfür ve isyan karşısında Allah Teâlâ’nın razı olduğu mü’min
tavrı budur. (bk. Meryem 19/41-50; Enbiyâ’ 51-70; Saffât 37/83-98; Mümtehene
60/4-5)
İbrâhim (a.s.), putlarla alakalı menfi kanaatini
bir cümleyle kısaca hülâsa ettikten sonra hemen en yüce dost Allah Teâlâ’nın
zikrine geçer:
76. “Sizin ve eskiden beri atalarınızın tapageldiği şeylere?”
Hz.
İbrâhim hem Arapların hem de yahudi ve hıristiyanların çok değer verdiği bir
peygamberdir. Bu sebeple burada tekrar onun putperest babası ve kavmi ile olan
mücâdelesine yer verilerek insanlık şirkten sakındırılır. Şirkin mesnetsiz
olduğuna dair İbrâhim (a.s.)’ın getirdiği deliller, akla mantığa uygun gâyet
açık delillerdir. Buna göre taştan, tahtadan, altın veya gümüşten yapılmış;
işitmeyen, görmeyen, hissetmeyen, konuşmayan, fayda veya zarar vermeyen bir
kısım cansız nesnelerin gerçek ilâh olması mümkün değildir. Fakat müşrik
kavminin verdiği cevap, onların herhangi bir belge veya delile dayanmaksızın
sadece taklide yöneldiklerini; sırf atalarının, babalarının böyle yaptıklarını
gördükleri için, bunu benimseyerek ve onların yolundan giderek bu şekilde
davrandıklarını gösterir. Onların bu taklit ve inatlarına karşı Hz. İbrâhim’in
tavrı nettir. O, hiçbir ayrım yapmaksızın ve herhangi bir kimseden
çekinmeksizin bütün putların ve onlara tapanların tek saf halinde kendisine
düşman olduğunu; ancak Âlemlerin Rabbi Allah’ın kendisine dost olduğunu ilan
eder. İşte şirk, küfür ve isyan karşısında Allah Teâlâ’nın razı olduğu mü’min
tavrı budur. (bk. Meryem 19/41-50; Enbiyâ’ 51-70; Saffât 37/83-98; Mümtehene
60/4-5)
İbrâhim (a.s.), putlarla alakalı menfi kanaatini
bir cümleyle kısaca hülâsa ettikten sonra hemen en yüce dost Allah Teâlâ’nın
zikrine geçer:
77. “Şunu bilin ki, onlar benim düşmanımdır. Ancak Âlemlerin Rabbi olan Allah dostumdur:”
Öncelikle
dostunun sadece ve sadece Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ olduğunu söyler. Peşinden
hem Allah’a duyduğu muhabbetin bir tezâhürü olarak hem de O’nun gerçek ilâh
olduğunu izah etmeyi hedefleyerek “O ki…, O ki…, O ki…” şeklinde devam
edip giden bir üslup içerisinde, sanki hiç susmayacakmış gibi, Cenâb-ı Hakk’ın
bir kısım ulûhiyet ve rubûbiyet sıfatlarını zikreder. Yaratan, dünyaları ve
ukbâları için kullarına doğru yolu gösteren, yediren, içiren, hastalara şifa
veren[1],
öldüren, dirilten ve kıyâmet günü günahları bağışlayacak olan[2]
yalnız O’dur. İşte bu şekilde Halîlullah (a.s.) çok sevdiği Mevlâsı’nın zikrini
uzatmıştır. Çünkü sevgiliyi çokça anmak ve gayrin zikrinden yüz çevirmek
muhabbetin alâmetlerindendir. Âşıkların tenezzühü, rahat ve huzuru, ancak
maşuklarının zikir bahçelerinde gezip dolaşmaları ile mümkündür. Zâhitler
evratlarının sayısıyla, onları saymakla meşguldürler; ihtiyaç sahipleri
ihtiyaçlarını sayıp dökerler, dualarını uzatıp dururlar; âşıklar ise bütün
nefeslerini maşuklarının zikri ve senâsıyla geçirir, hep O’nu anar dururlar.
(bk.Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 401)
İbrâhim (a.s.), Rabbinin kim olduğunu beyân eden ifadelerden sonra, bu kez ilâhî dergâha yönelerek dua etmeye başlar:
[1] İbrâhim
(a.s.), bütün üstün fiilleri Allah’a nispet ederken, hastalık da O’ndan
olmasına rağmen, “hastalandığım zaman” demiş, edebe riâyet ederek kul için
zâhiren zararlı bir durum olan hastalanmayı kendi nefsine izâfe etmiştir.
[2] Hz.
Âişe şöyle anlatır: “Bir gün “Ey Allah’ın Rasûlü! İbn Ced‘ân cahiliye
döneminde akrabalık bağlarını gözetir, yoksullara yemek yedirirdi. Fakat müşrik
olarak öldü. Bunun mahşer günü ona bir faydası olacak mı?” diye sordum.
Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: «Hayır, ona bir faydası olmayacaktır.
Çünkü o bir gün dahi: ‘Rabbim! Hesap günü hatalarımı bağışla’ demedi.»”(Müslim,
İman 365)
78. “Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O’dur.”
79. “Beni yedirip içiren O’dur.”
80. “Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur.”
Öncelikle dostunun sadece ve sadece Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ olduğunu söyler. Peşinden hem Allah’a duyduğu muhabbetin bir tezâhürü olarak hem de O’nun gerçek ilâh olduğunu izah etmeyi hedefleyerek “O ki…, O ki…, O ki…” şeklinde devam edip giden bir üslup içerisinde, sanki hiç susmayacakmış gibi, Cenâb-ı Hakk’ın bir kısım ulûhiyet ve rubûbiyet sıfatlarını zikreder. Yaratan, dünyaları ve ukbâları için kullarına doğru yolu gösteren, yediren, içiren, hastalara şifa veren[1], öldüren, dirilten ve kıyâmet günü günahları bağışlayacak olan[2] yalnız O’dur. İşte bu şekilde Halîlullah (a.s.) çok sevdiği Mevlâsı’nın zikrini uzatmıştır. Çünkü sevgiliyi çokça anmak ve gayrin zikrinden yüz çevirmek muhabbetin alâmetlerindendir. Âşıkların tenezzühü, rahat ve huzuru, ancak maşuklarının zikir bahçelerinde gezip dolaşmaları ile mümkündür. Zâhitler evratlarının sayısıyla, onları saymakla meşguldürler; ihtiyaç sahipleri ihtiyaçlarını sayıp dökerler, dualarını uzatıp dururlar; âşıklar ise bütün nefeslerini maşuklarının zikri ve senâsıyla geçirir, hep O’nu anar dururlar. (bk.Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 401)
İbrâhim (a.s.), Rabbinin kim olduğunu beyân eden ifadelerden sonra, bu kez ilâhî dergâha yönelerek dua etmeye başlar:
[1] İbrâhim (a.s.), bütün üstün fiilleri Allah’a nispet ederken, hastalık da O’ndan olmasına rağmen, “hastalandığım zaman” demiş, edebe riâyet ederek kul için zâhiren zararlı bir durum olan hastalanmayı kendi nefsine izâfe etmiştir.
[2] Hz. Âişe şöyle anlatır: “Bir gün “Ey Allah’ın Rasûlü! İbn Ced‘ân cahiliye döneminde akrabalık bağlarını gözetir, yoksullara yemek yedirirdi. Fakat müşrik olarak öldü. Bunun mahşer günü ona bir faydası olacak mı?” diye sordum. Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: «Hayır, ona bir faydası olmayacaktır. Çünkü o bir gün dahi: ‘Rabbim! Hesap günü hatalarımı bağışla’ demedi.»”(Müslim, İman 365)
81. “Beni öldürecek, sonra yeniden diriltecek olan O’dur.”
82. “Hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da yine O’dur.”
Öncelikle dostunun sadece ve sadece Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ olduğunu söyler. Peşinden hem Allah’a duyduğu muhabbetin bir tezâhürü olarak hem de O’nun gerçek ilâh olduğunu izah etmeyi hedefleyerek “O ki…, O ki…, O ki…” şeklinde devam edip giden bir üslup içerisinde, sanki hiç susmayacakmış gibi, Cenâb-ı Hakk’ın bir kısım ulûhiyet ve rubûbiyet sıfatlarını zikreder. Yaratan, dünyaları ve ukbâları için kullarına doğru yolu gösteren, yediren, içiren, hastalara şifa veren[1], öldüren, dirilten ve kıyâmet günü günahları bağışlayacak olan[2] yalnız O’dur. İşte bu şekilde Halîlullah (a.s.) çok sevdiği Mevlâsı’nın zikrini uzatmıştır. Çünkü sevgiliyi çokça anmak ve gayrin zikrinden yüz çevirmek muhabbetin alâmetlerindendir. Âşıkların tenezzühü, rahat ve huzuru, ancak maşuklarının zikir bahçelerinde gezip dolaşmaları ile mümkündür. Zâhitler evratlarının sayısıyla, onları saymakla meşguldürler; ihtiyaç sahipleri ihtiyaçlarını sayıp dökerler, dualarını uzatıp dururlar; âşıklar ise bütün nefeslerini maşuklarının zikri ve senâsıyla geçirir, hep O’nu anar dururlar. (bk.Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 401)
İbrâhim (a.s.), Rabbinin kim olduğunu beyân eden ifadelerden sonra, bu kez ilâhî dergâha yönelerek dua etmeye başlar:
[1] İbrâhim (a.s.), bütün üstün fiilleri Allah’a nispet ederken, hastalık da O’ndan olmasına rağmen, “hastalandığım zaman” demiş, edebe riâyet ederek kul için zâhiren zararlı bir durum olan hastalanmayı kendi nefsine izâfe etmiştir.
[2] Hz. Âişe şöyle anlatır: “Bir gün “Ey Allah’ın Rasûlü! İbn Ced‘ân cahiliye döneminde akrabalık bağlarını gözetir, yoksullara yemek yedirirdi. Fakat müşrik olarak öldü. Bunun mahşer günü ona bir faydası olacak mı?” diye sordum. Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: «Hayır, ona bir faydası olmayacaktır. Çünkü o bir gün dahi: ‘Rabbim! Hesap günü hatalarımı bağışla’ demedi.»”(Müslim, İman 365)
83. “Rabbim! Bana ilim ve hikmet ver; beni sâlihler kullarının arasına ilhak eyle!”
84. “Bana gelecek nesiller arasında doğrulukla ve hayırla anılmayı nasip et!”
85. “Beni, içinde ebedî nimetlerin kaynadığı cennetin vârislerinden kıl!”
86. “Baba mı da bağışla; çünkü o yolunu şaşıranlar arasında.”
87. “İnsanların diriltilecekleri gün beni rezil rüsvâ eyleme!”
88. “O gün ne mal fayda verir, ne de evlat.”
89. “Ancak Allah’ın huzuruna tertemiz bir kalple gelenler kurtulur!”
O,
Âlemlerin Rabbinden şunları talep eder:
İlk
olarak kendisine “hüküm” vermesini ister. Kendisi peygamber olduğu için bu
“hüküm”den maksat ilim, hikmet, doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilme
gücüdür. Allah’ın koyduğu hükümleri, kanunları ve sınırları bilip tanımak ve
bunlara göre bir kulluk hayatı yaşamaktır.
İkincisi;
kendisini sâlihler kervanına dâhil etmesini niyaz eder. Dünyada aralarında
mü’min ve müslüman olarak rahatlıkla yaşayabileceği sâlih bir topluluk
lütfetmesini, âhirette ise kendisini sâlihlerle beraber haşretmesini ister. Bu,
her mü’minin yapması gereken bir duadır. Çünkü dünyada İslâmî ve huzurlu bir
hayat ancak bu yolla mümkün olabilir; âhirette de yine kurtuluşun yolu budur.
Üçüncüsü;
sonradan gelecek nesiller içinde doğrulukla ve hayırla yâd edilmeyi ister.
Cenâb-ı Hak onun bu duasını kabul etmiştir. Çünkü herkes onu sevmekte, ondan
övgüyle bahsetmekte ve onun neslinden gelmekle iftihar etmektedir. Bu duasıyla
Hz. İbrâhim, “âhir zamanda kendi soyundan gelecekler arasında hakkı dimdik
ayakta tutacak birinin gelmesini” istemiş de olabilir. Zürriyetinden Hz. Muhammed
(s.a.s.)’in tüm insanlığa peygamber olarak gönderilmesiyle bu duası kabul
olunmuştur.
Şâir,
insanların gönlünde taht kurabilmenin yolunu öğretmek üzer şöyle der:
“Cihânda
her kime tahsîl-i nîk-nâm gerek
Hemîşe
bezl-i mekârimde ihtimâm gerek.” (Besîm)
“Bir
insan bu dünyada iyi bir nâm bırakmak istiyorsa, dâimâ cömert davranmaya,
başkalarına faydalı olmaya çalışmalıdır.”
Dördüncüsü; nâim cennetine yâni içersinde bol bol nimetlerin
bulunduğu cennete vâris olmayı ister. Çünkü en büyük kurtuluş ve başarı, cehennemden
kurtulup cennete girebilmektir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Her nefis ölümü
tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı ancak kıyamet günü tastamam verilecektir.
Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulursa, gerçekten o kurtuluşa
ermiştir. İyi bilin ki, bu dünya hayatı, aldatıcı bir faydadan başka bir şey
değildir.” (Âl-i İmrân 3/185)
Dolayısıyla bu dua, “ben ne cenneti isterim, ne cehennemden korkarım” gibi
gaflet ifadelerini reddetmektedir.
Beşinci
olarak İbrâhim (a.s.) bir müddet babası için dua ve istiğfar etmiş, fakat artık
inanmayacağı ve cehennemlik olduğu kesinleşince de bundan vazgeçmiştir. (bk.
Tevbe 9/114)
Son
olarak Yüce Mevlâdan, insanların diriltileceği kıyâmet günü herkesin gözü
önünde kendisini mahcup etmemesini, rezil rüsvâ kılmamasını, utandırmamasını
ister. O gün ki orada mallar da evlatlar da insana bir fayda sağlamayacak; tek
geçerli akçe “kalb-i selîm” olacaktır. Şâir der ki:
“Sanma
ey hâce ki senden zîr u sîm isterler,
«Yevme
lâ yenfe‘u» da kalb-i selîm isterler.”
“Ey
tâcir! Kıyâmet günü senden altın ve gümüş isteyeceklerini sanma. İnsana hiçbir
şeyin fayda vermeyeceği o günde sadece senden «kalb-i selîm» isteyecekler.”
“Kalb-i
selim”in özellikleri şunlardır:
Küfür, şirk ve şüphelerden arınmış,
Her türlü cehâlet ve kötü huylardan temizlenmiş,
İman esaslarına samimiyetle inanmış, mânen sağlıklı,
Allah korkusuyla ve aşkıyla âdeta yılan ısırmış gibi delik deşik
olmuş,
Sünnet-i seniyyeye gönülden
bağlı olup bid‘atlerden uzak duran,
Mal ve evlât sahibi olduğu için şımarmayan tertemiz bir kalp.
İsmâil
Hakkı Bursevî “kalb-i selîm”in üç mühim vasfını şöyle açıklar:
› Hiç kimseyi
incitmeyen kalp,
› Hiç kimseden
incinmeyen kalp,
› Her türlü
duygu, düşünce, söz ve fiilinde devamlı Allah Teâlâ’nın rızâsını arayan kalp.
Esas
gâye dünya hayatında mal ve evlat engeline takılmadan ilâhî huzura böyle bir
kalp ile varabilmektir. Nitekim İbrâhim (a.s.)’ın bu duası da kabul olmuş ve
hakkında: “İbrâhim Rabbine kalb-i selîmle geldi” (Saffât 37/84)
buyrulmuştur.
Böyle
bir selîm kalbe ulaşabilmek için, kalbin ince ve hassâs çizgileri üzerinde son
derece dikkatli ve gayretli olmayı gerektiren bir çalışma yapmanın zarûreti
ortadadır. Bir şâirimiz bu zaûreti şöyle dile getirir:
“Müncelî
âyine-i dilde nükûş-i kâinat,
İş
o mir’ât-ı Mûsâffâya cilâ vermektedir.
Ref’
edince mâsivâyı nûr-ı Hak eyler zuhûr,
Maksat
ancak kalbe böyle bir incilâ vermektedir.”
“Esasen
gönül aynasında kâinatın bütün nakışları açıktır, âşikârdır. Yapılacak iş, o
kalbi her türlü kirlerden ve paslardan arındırarak cilâlamaktır. Bu sebeple
kalpten Allah’ın dışındaki tüm varlıkların sevgi ve ilgilerini tamâmen
uzaklaştırınca, orada Hakk’ın nûru bütün haşmetiyle ortaya çıkar. Asıl maksat,
kalbi bu şekilde temizleyip parlatabilmektir.”
Şimde de, insanların Allah’ın huzurunda
toplandıkları mahşer yerinden nakledilen şu manzaralara bakın:
90. O gün cennet, kalpleri Allah’a saygı ile dopdolu olup günahlardan sakınanlara yaklaştırılacak.
91. Cehennem de tüm korkunçluğu ile azgınların karşısına çıkarılacak.
92. Onlara şöyle seslenilecek: “Nerede o dünyadayken taptıklarınız,”
93. “Allah’tan başka? Şimdi size yardım edebiliyorlar mı? Veya en azından kendilerine olsun faydaları var mı?”
Kalpleri
Allah’ın saygı ve korkusuyla dopdolu olup, O’na karşı gelmekten sakınarak
tertemiz bir hayat yaşayanlara mahşer yerinde cennette tadacakları sayısız
nimetler gösterilir. Cennet onların bulundukları yere yaklaştırılır. Oraya
bakarlar ve oraya varacakları için sevinirler. Cehennem ise kötü ve azgın
kimselere gösterilir. Onlar da nihâyet oraya sürülecekleri için üzülürler.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Nihâyet kıyâmeti yakından gördüklerinde
inkâr edenlerin yüzleri korku ve kederden simsiyah kesilir.” (Mülk 67/27)
Cenâb-ı Hak mahşer yerinde bunu mü’minler için peşin bir sevinç, kâfirler için
de peşin bir ceza olması için yapar. Bu sırada cehenneme girecekleri kesinleşen
müşriklere, pişmanlıklarını katmerleştirmek ve ıstıraplarını artırmak üzere,
Allah’ı bırakıp taptıkları putları sorulur: “Hani nerede o şefaatini umduğunuz,
yardımını beklediğiniz putlar? İşte cehennem; siz de putlarınız da oraya
gireceksiniz. Bakalım size bir yardımları olabilecek mi? Hadi bundan vazgeçtik;
hiç olmasa kendilerini kurtarabilecekler mi?”
Fakat
ne çare ki:
94. Ardından hem putlar, hem de onlara tapan azgınlar tepetaklak cehenneme atılacaklar.
95. İblîs’in bütün orduları da.
96. Orada birbirlerini suçlayarak diyecekler ki:
97. “Allah’a yemin olsun ki biz dünyada gerçekten apaçık bir sapıklık içinde imişiz.”
98. “Çünkü sizi Âlemlerin Rabbiyle aynı seviyede tutuyorduk.”
99. “ Bizi de yoldan çıkaranlar, şu o azgın kâfirlerden başkası değildir.”
100. “Ama şimdi ne bir şefaatçimiz var bizim.”
101. “Ne de candan bir dostumuz.”
102. “Âh, keşke dünyaya tekrar dönebilsek de, mü’minlerden olsak!”
Şüphesiz
ki o putların ne onlara ne de bizzat kendilerine bir faydası olmayacaktır. “Ey
zâlimler! Şüphesiz siz de, Allah’ı bırakıp taptığınız putlar da birer cehennem
odunusunuz. Hepiniz birlikte oraya varacaksınız. Eğer bu taptıklarınız
gerçekten ilâh olsalardı cehenneme girmezlerdi. Halbuki hepsi orada ebedî
kalacaktır” (Enbiyâ 21/98-99) âyetlerinin de beyân ettiği üzere hem o
azgınlar, hep taptıkları putlar, hem de onları saptıran İblîs ve orduları hep
birlikte cehenneme tepe taklak fırlatılacaklardır. Yukarıdan aşağıya biri
diğerinin üzerine bırakılacak ve orada toplanacaklardır.
Bu
sırada cehennemde toplanan bu bedbahtlar arasında yaşanacak çekişme ve kavgadan
bir manzara arz edilir. Hülâsası şudur: Dünyada Allah’ı bırakıp başka şeylerin
ardından gidenler o gün pişman olacaklardır. Putları Âlemlerin Rabbiyle bir
tutmanın gerçekten apaçık bir sapıklık olduğunu göreceklerdir. Bunun yanında
günahkâr önderlere tâbi olmanın kendilerini cehenneme sürüklediğini
anlayacaklardır. Nitekim âyet-i kerîmede onların: “Rabbimiz biz
önderlerimize ve büyüklerimize uyduk, onlar da bizi doğru yoldan saptırdılar”
(Ahzâb 33/67) diyecekleri haber verilir. Fakat ne çare ki, bu uyanış ve
anlayışın kendilerine sağlayacağı bir fayda yoktur. Kendilerini ateşten
kurtaracak ne bir şefaatçi, ne de candan bir dost bulacaklardır. Yalnızca
mü’minlerin dostlukları ebediyen devam edecektir. Kâfirler dünyada dostluk
yemini etmiş olsalar bile, birbirlerine düşman kesileceklerdir. Allah Teâlâ
buyurur: “O gün bütün dostlar birbirine düşman kesilecektir. Ancak gönülden
Allah’a saygı duyan, O’nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınan
müttakîler müstesnâ.” (Zuhruf 43/67) Böyle zor durumda kalan kâfirler
tekrar dünyaya dönmek isteyecekler, fakat bu da artık çok geç kalmış bir
temennîden öteye geçmeyecektir. (bk. En‘âm 6/28)
Sonuç
olarak:
103. Şüphesiz bütün bu olup bitenlerde pek büyük bir ibret vardır. Ama insanların çoğu yine de iman etmez.
104. Muhakkak senin Rabbin, elbette O, sonsuz kudret sahibidir, çok merhametlidir.
Hz.
İbrâhim kıssasında da dinleyenler için bir ibret ve ders vardır. İbrâhim
(a.s.)’ın Araplar arasında mühim bir yeri vardı. Çünkü Kureyş kabilesi
kendilerinin İbrâhim soyundan geldiklerine inanıyorlardı. İşte başta Araplara,
sonra da tüm putperestlere Hz. İbrâhim’in puta tapan bir kimse değil, Allah’ın
birliğine iman eden ve insanları tevhide çağıran bir peygamber olduğu; dolayısıyla
şirki terk edip tevhide gelmek gerektiği anlatılmaktadır. İkinci olarak Kur’an,
Hz. İbrâhim’e inanmayan putperest kavmini helak edilen kavimler arasında
saymaktadır. (bk. Tevbe 9/70) Dolayısıyla kıssa, bir taraftan da Peygamberimiz
(s.a.s.)’e iman etmeyenleri helak olmakla uyarmaktadır.
Mü’minlerle kâfirler arasında süregelen amansız
mücâdeleyi gözler önüne seren ve zâlimleri ne fecî bir sonucun beklediğini
haber veren bir başka ibretli kıssa:
105. Nûh kavmi de peygamberleri yalanladı.
106. Kardeşleri Nûh onlara şu öğütte bulundu: “Artık Allah’tan korkup günahlardan sakınmaz mısınız ?”
107. “Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.”
108. “O halde Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”
109. “Ben tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Âlemlerin Rabbi Allah’tır.”
110. “Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”
111. Onlar da: “Senin peşinden gelenler toplumun en bayağı kimseleri iken, bizim sana inanmamızı nasıl beklersin?” dediler.
112. Nûh şunları söyledi: “Onların geçmişte neler yaptıklarına dâir benim bir bilgim yoktur.”
113. “Onların hesâbı yalnızca Rabbime aittir; biraz insafla düşünseniz bunu anlarsınız.”
114. “Ben mü’minleri yanımdan kovacak da değilim.”
115. “Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.”
Sûrede
anlatılan üçüncü kıssa Hz. Nûh’un kıssasıdır. Nûh (a.s.), kendisinin Allah
tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğu hususunda iki delil ileri
sürmektedir:
›
O, peygamber olmadan evvel de halkı arasında doğru ve güvenilir
bir insandı. İnsanları kandırmayan, onlara yalan söylemekten çekinen bir insan,
nasıl olur da kalkıp Allah adına yalan söyleyebilir?
›
Belki onun dünyalık bir menfaat elde etmek için böyle bir yola
girmiş olabileceği düşünülebilir. Nitekim Hz. Nûh hakkında kavmi: “Fakat o,
peygamberlik iddiasıyla size üstünlük kurup, başınıza geçmek istiyor”
(Mü’minûn 23/24) suçlamasında bulunmuşlardı. Buna karşı Nûh (a.s.)’ın ileri
sürdüğü ikinci delil de, tebliğine karşı insanlardan hiçbir ücret talep
etmemesi ve mükâfatını sadece Allah Teâlâ’dan beklemesidir. Bu iki hususiyet,
bütün peygamberlerin ortak vasfıdır. Zaten bundan sonra kıssaları anlatılacak
peygamberler için de aynı hususiyetler tekrar tekrar beyân edilecektir.
Doğruluk
ve güvenilirlik vasıfları Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’de zirve noktadaydı.
Henüz genç yaşlarında iken Mekkeliler ona “Muhammedü’l-Emîn” vasfını
vermişlerdi. O (s.a.s.) aynı zamanda İslâm yolunda bütün varlığını ve imkânlarını
fedâ eden, her türlü fedakârlıkta bulunan ve fakat şahsî hiçbir menfaatin
peşinde olmayan müstesnâ bir insandı. Dolayısıyla onun da Allah’ın seçkin bir
peygamberi olduğunda şüphe yoktur. O’na inanmak ve davet ettiği dini kabul
etmek gerekir.
Hz.
Nûh’un tebliğine karşı kavminin tepkisi oldukça sert ve inkar yanlısıydı:
116. Dediler ki: “Ey Nûh! Eğer bu dâvandan vazgeçmezsen mutlaka taşlanarak öldürüleceksin!”
117. Sonunda Nûh Allah’a şöyle yalvardı: “Rabbim! Şüphesiz kavmim beni yalanladı.”
118. “Artık benimle onlar arasında hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki mü’minleri kurtar!”
119. Bunun üzerine biz de onu ve onunla beraber bulunanları dolu bir gemide taşıyarak kurtardık.
120. Sonra da geride kalan bütün inkârcıları suda boğduk.
Peygamberlere
ilk olarak iman eden kimseler hep toplumun fakir ve zayıf kimseleri olmuştur.
Hz. Nûh için de aynı durum geçerlidir. Maddi imkânları yerinde olan gururlu
kimseler, bunu bahane ederek Peygamberlere tâbi olmaktan uzak durmuşlar; o
zayıf kimseleri yanlarından uzaklaştırdıkları takdirde iman edeceklerini
söylemişlerdir. Nitekim bu âyetlerin indiği dönemde Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ile
Mekke kâfirleri arasında aynı şeyler olup bitiyordu. Efendimiz için de benzeri
talepler vuku buluyor ve bu hususta çok ciddi ikazlar nâzil oluyordu. (bk.
En‘âm 6/52-53; Kehf 18/28) Halbuki peygamberlerin vazifesi, kimin inanıp kimin
inanmayacağına karar vermek veya kimi yanlarında tutup kimi
uzaklaştıracaklarının hesabını yapmak değil, Allah’ın dinini tebliğ etmek ve
hangi kesimden olursa olsun kendilerine inananlara kol kanat gerip müşfikâne
bir yolla onların tüm dertleriyle alâkadâr olmaktır. (bk. Hicr 15/88; Abese
80/1-5) Kendini müstağni görüp davete kulak vermeyenleri ise durumuna göre ya
kendi haline bırakmak (bk. Abese 80/5-7), ya da onlarla en güzel yollarla
mücâdele etmektir. (bk. Nahl 16/125) Bu sebeple Hz. Nûh, o zayıf kimseleri
yanından kovmasının mümkün olmadığını, onların hesaplarının Allah’a ait
olduğunu söylemekle yetinmiştir. Kavminin taşlayıp öldürme tehditlerine karşı
da Allah’a sığınmış, artık kavmi ile arasında hükmünü vermesini istemiş, yalnız
hükmünü verirken kendini ve mü’minleri kurtarmasını niyaz etmiş, neticede Hz.
Nûh ve beraberindeki mü’minler kurtulurken azgın kavim suda boğularak helak
edilmiştir. (bk. Hûd 11/25-49)
Unutmamak
gerekir ki:
121. Şüphesiz bütün bu olup bitenlerde pek büyük bir ibret vardır. Ama insanların çoğu yine de iman etmez.
122. Muhakkak senin Rabbin, elbette O, sonsuz kudret sahibidir, çok merhametlidir.
Anlatılış
tarzından ve temas ettiği noktalardan da anlaşılacağı üzere kıssa burada, bir
taraftan Resûlullah (s.a.s.)’e karşı gelen ve ona inanmamakta direnen kavmine
ders ve ibret olmak, bir taraftan da Peygamber ve mü’minleri teselli etmek
üzere nakledilmiştir. Mekke müşriklerinin davranışları kendilerine, başka bir
kavmin davranışları içinde canlandırılmıştır ki, o müşrikler, bahsedilen kavmin
yaptıklarından kendi kötülüklerini anlasınlar ve Allah Resûlü (s.a.s.)’e karşı
gelmekten vazgeçsinler. Diğer yönden, müşriklerin baskıları altında bunalan
mü’min gönüller de yakında ulaşacakları ilâhî yardım ve zafer muştularıyla
ferahlık duysunlar.
Bir başka ibret dolu tarihî hâdise de Âd kavminin
yaptıkları ve başlarına gelenlerdir:
123. Âd kavmi de peygamberleri yalanladı.
124. Kardeşleri Hûd onlara şu öğütte bulundu: “Artık Allah’tan korkup günahlardan sakınmaz mısınız?”
125. “Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.”
126. “O halde Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”
127. “Ben tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Âlemlerin Rabbi Allah’tır.”
128. “Siz, böyle gösteriş ve eğlence olsun diye, her tepeye anıt gibi binalar dikip duracak mısınız?”
129. “Kendiniz için de, dünyada ebedî kalacakmış gibi hep böyle sağlam köşkler, kaleler mi inşa edeceksiniz?”
130. “Mazlum ve biçâre insanları elinize geçirdiğiniz zaman, onlara hep böyle acımasız zorbalar gibi mi davranacaksınız?”
131. “Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”
132. “Öyle bir zattan korkun ki, bildiğiniz bunca nimetleri size verdi.”
133. “Size sağmal hayvanlar, oğullar bahşetti.”
134. “Bağlar, bahçeler ve akıp duran kaynaklar ihsân etti.”
135. “Doğrusu ben sizin adınıza, dehşet verici büyük bir günün azabından korkarım.”
Dördüncü
kıssa, Âd kavminin kıssasıdır. Onlara Hz. Hûd peygamber gönderildi. Hûd (a.s.)
doğru ve güvenilir bir insandı. Diğer peygamberler gibi o da tebliğine karşı
bir ücret talep etmedi. Mükâfatını sadece Allah Teâlâ’dan bekleyerek gece
gündüz tebliğ vazifesine devam etti. Kavminin bozuk hal ve davranışlarını ıslah
etmeye çalıştı. Burada bahsedildiği üzere hususiyle şu üç nokta üzerinde durdu:
›
Âd kavmi büyük yolların yanında bulunan yüksek tepelere, ihtiyaç
için değil, sadece övünmek ve gösteriş için; ihtişam, servet ve kuvvetlerinin
bir tezâhürü olarak işaretler, yüksek binâlar yapıyorlardı. Gelip gidenleri bu
yüksek noktalardan kontrol ediyor, onlarla oynuyor, alay ediyorlardı.
›
Dünyada ebedî kalacakmış gibi sapasağlam evler, köşkler, kaleler,
su sarnıçları ve barajlar yapıyorlardı. Her türlü fizikî, mâlî ve zihnî
imkânlarını bu uğurda harcıyorlardı. Hayatta lüks ve zevkten başka bir
düşünceleri yoktu. Ölümü akıllarına bile getirmiyor, hiçbir âhiret endişesi
taşımıyorlardı.
›
İyice zorbalaşmışlar; kalplerinde fakir, zayıf ve yoksullara karşı
hiçbir merhamet duygusu kalmamıştı. İnsanlıktan tamâmen uzaklaşmışlardı.
Güçleri yettiği herkesi, özellikle zayıf ve güçsüzleri eziyor, dövüyor,
öldürüyor, onlara her türlü barbarlığı revâ görüyorlardı.
İşte
Hz. Hûd, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine ihsan ettiği bunca nimetleri hatırlatarak
onları Allah’a karşı gelmekten sakındırdı. Azgınlık ve kötülükleri terk edip
Allah’a kul olmaya çağırdı. Davetini kabul edip küfür, isyan ve inatlarından
vazgeçmedikleri takdirde başlarına korkunç bir felaketin geleceğini ve büyük
bir günün azabına uğrayacaklarını söyledi.
Fakat azgın kavim Hz. Hûd’un ikaz ve irşatlarına
aldırış etmediler:
136. Şöyle karşılık verdiler: “Sen öğüt versen de vermesen de bizim için farketmez. Bildiğimizden vazgeçmeyiz!”
137. “Çünkü bizim tuttuğumuz bu yol, öteden beri atalarımızın takip ettiği âdetlerinden başka bir şey değildir.”
138. “Bu sebeple biz, öğle dediğin gibi, cezalandırılacak falan da değiliz.”
139. Bedbaht kavim böylece Hûd’u yalanladılar da biz de onları helâk ettik. Şüphesiz bütün bu olup bitenlerde pek büyük bir ibret vardır. Ama insanların çoğu yine de iman etmez.
140. Muhakkak senin Rabbin, elbette O, sonsuz kudret sahibidir, çok merhametlidir.
Bir
taraftan tuttukları yolun, önceki atalarının yolu olduğunu, dolayısıyla bu
yolda yürümeleri sebebiyle kendilerine bir zararın gelmeyeceğini belirttiler.
Diğer taraftan da Hz. Hud’un tebliğ ettiği şeylerin öncekilerin masalları
olduğunu, buna inanıp itaat etmenin işe yarar bir netice sağlamayacağını
söylediler. Hiçbir şekilde azaba uğramayacakları kuruntusuna kapıldılar. Ancak
durum tahmin ettikleri gibi çıkmadı. Yedi gece sekiz gündüz esen, uğradığı her
şeyi mahveden şiddetli bir kasırga ile helak edildiler. (bk. Kamer 54/19-20;
Zâriyat 51/41-42; Hâkka 69/6-7)
Âd
kavminin azgın halleri ile Mekke kâfirlerinin ve günümüzde onlar gibi
davrananların halleri arasında benzerlik açıktır. Mekke kâfirleri de Allah’ın
verdiği nimetlere rağmen O’na şükredecekleri yerde, O’ndan başkasına taparak
nankörlük ediyorlardı. Günümüz kâfirleri de sahip oldukları sayısız nimetlere
rağmen Allah’a isyan etmektedirler. Hülâsa bu kıssada Allah’ın nimetlerine
nankörlük edenlerin hazin âkıbetleri gözler önüne serilerek, aynı durumda olan
insanlara dersler verilmektedir.
İmanla
küfür arasındaki mücâdelenin nasıl sonuçlandığını gösteren bir diğer tarihî
hâdise şudur:
141. Semûd kavmi de peygamberleri yalanladı.
142. Kardeşleri Sâlih onlara şu öğütte bulundu: “Artık Allah’tan korkup günahlardan sakınmaz mısınız?”
143. “Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.”
144. “O halde Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”
145. “Ben tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Âlemlerin Rabbi Allah’tır.”
146. “Siz burada hep güven içinde kendi hâlinize bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?”
147. “Bağların, bahçelerin içinde, akan pınarların başında.”
148. “Ekili tarlaların ve meyveleri olgunlaşmış, yüklü salkımlarıyla dalları kırılacak derecede sarkmış gönül alıcı hurmalıklar arasında.”
149. “Böyle sandığınız için mi, şımarık kimseler olarak dağlardan büyük bir ustalıkla görkemli evler yontuyorsunuz?”
150. “Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”
151. “Sakın, o her işi aşırılık olanların isteklerine uymayın.”
152. “İşi gücü dünyada bozgunculuk çıkarmak olan ve fakat düzeltme adına hiçbir şey yapmayan o kimselerin…”
İbret
olmak üzere sevk edilen beşinci kıssa, Semûd kavminin kıssasıdır. Onlara
gönderilen peygamber, Hz. Sâlih’tir. O da diğer peygamberler gibi doğru sözlü,
güvenilir, tebliğini sırf Allah rızâsı için yapan ve insanlardan maddî hiçbir
menfaat beklemeyen seçkin bir insandı. Sâlih (a.s.), kavmine Allah’ın dinini
tebliğ etti, nasihatlerde bulundu. Onlara kuvvet ve servetlerine güvenerek
şımarmalarının doğru olmadığını, dünya hayatının geçici olduğunu, sahip
oldukları nimetleri bir gün terk etmek mecburiyetinde kalacaklarını ve âhirette
hesaba çekileceklerini hatırlattı. Bu sebeple onları Allah’tan korkup
günahlardan sakınmaya, kendine itaat etmeye; yeryüzünde bozgunculuk yapıp orada
ıslah için hiçbir gayret göstermeyen haddi aşmış kimselerin peşinden gitmemeye
çağırdı. Hâsılı dünyada güzel bir kulluğun, öteki âlemde de ebedî saadetin
yolunu gösterdi.
Hz. Sâlih’in şefkat ve merhamet yüklü bu irşadına
rağmen:
153. Onlar şöyle karşılık verdiler: “Sen gerçekten iyice büyülenmiş birisin.”
Bedbaht
kavim peygamberlerini dinlemedikleri gibi, onu büyülenmiş olmakla itham
ettiler. Onu kendileri gibi sıradan bir insan gördüler. Bu da yetmedi, ondan
mûcize getirmesini istediler. Kendilerine mûcize olarak dişi deve verilip
sularına ortak olunca, dayanamayıp onu boğazladılar. Böylece büyük bir günün
azabı başlarına indi; helak olup gittiler. (bk. A‘râf 7/73-79; Hud 11/61-68)
Hâsılı,
öncelikle Mekke müşriklerinin ve onlar üzerinden tüm İslâm düşmanlarının
Peygamberimiz (s.a.s.)’e karşı olan davranışları bu kıssa içinde
canlandırılmakta, peygamberine karşı gelen bu toplumlar nasıl helak edildi ise,
onların da bir gün böyle helak edilecekleri hatırlatılmakta, dolayısıyla bir an
önce tevbe edip Allah’a dönmeleri istenmektedir.
Bir diğer örnek Lût kavminden:
154. “Sen de ancak bizim gibi ölümlü bir insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mûcize getir de görelim!”
155. Sâlih dedi ki: “İstediğiniz mûcize işte şu dişi devedir. Kuyudan su içme hakkı bir gün onun, belli bir gün de sizindir.”
156. “Sakın ona bir kötülük yapmayın; yoksa büyük bir günün azabı sizi kıskıvrak yakalayıverir!”
157. Derken onlar deveyi boğazladılar; ne var ki çok geçmeden yaptıklarına pişman oldular.
158. Çünkü azap onları yakalayıvermişti. Şüphesiz bütün bu olup bitenlerde pek büyük bir ibret vardır. Ama insanların çoğu yine de iman etmez.
159. Muhakkak senin Rabbin, elbette O, sonsuz kudret sahibidir, çok merhametlidir.
Bedbaht
kavim peygamberlerini dinlemedikleri gibi, onu büyülenmiş olmakla itham
ettiler. Onu kendileri gibi sıradan bir insan gördüler. Bu da yetmedi, ondan
mûcize getirmesini istediler. Kendilerine mûcize olarak dişi deve verilip
sularına ortak olunca, dayanamayıp onu boğazladılar. Böylece büyük bir günün
azabı başlarına indi; helak olup gittiler. (bk. A‘râf 7/73-79; Hud 11/61-68)
Hâsılı,
öncelikle Mekke müşriklerinin ve onlar üzerinden tüm İslâm düşmanlarının
Peygamberimiz (s.a.s.)’e karşı olan davranışları bu kıssa içinde
canlandırılmakta, peygamberine karşı gelen bu toplumlar nasıl helak edildi ise,
onların da bir gün böyle helak edilecekleri hatırlatılmakta, dolayısıyla bir an
önce tevbe edip Allah’a dönmeleri istenmektedir.
Bir diğer örnek Lût kavminden:
160. Lût kavmi de peygamberleri yalanladı.
161. Kardeşleri Lût onlara şu öğütte bulundu: “Artık Allah’tan korkup günahlardan sakınmaz mısınız?”
162. “Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.”
163. “O halde Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”
164. “Ben tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Âlemlerin Rabbi Allah’tır.”
165. “İnsanlar içinde böyle göz göre göre erkeklere mi şehvetle yaklaşıyorsunuz?”
166. “Rabbinizin sizin için yaratıp helâl kıldığı eşlerinizi bırakıyorsunuz. Gerçekten siz haddi aşan bir gürûhsunuz.”
167. Onlar: “Ey Lût!” dediler, “Eğer işimize karışmaktan vazgeçmezsen kesinlikle sen yurdumuzdan sürülüp çıkarılacaksın!”
168. Lût onlara: “Şüphesiz ben, yaptığınız bu işten nefret ediyorum” dedi.
169. Ardından da: “Rabbim! Beni ve âilemi bunların yaptıklarından kurtar!” diye yalvardı.
170. Biz de onu ve bütün ailesini kurtardık.
171. Sadece Lût’un yaşlı karısı helâk olanlar arsında kaldı.
172. Ardından, diğerlerini toptan imhâ ettik.
173. Üzerlerine öyle müthiş bir taş yağmuru yağdırdık ki sorma! Uyarılıp da doğru yola gelmeyenlerin yağmuru, gerçekten ne fenâ bir yağmur oldu.
Ders
ve ibret alınacak altıncı kıssa, Lût kavminin kıssasıdır. Lût (a.s.)’ın
peygamber gönderildiği o kavmin en büyük problemi cinsî sapıklıktı. Hem
fıtraten hem de hukuken meşrû olan kadınlar yerine şehvetle erkeklere
yaklaşıyorlardı. Özellikle dışarıdan çeşitli vesilelerle yurtlarına gelen
yabancı erkekleri yakalıyor, cinsî tacizde bulunuyorlardı. Artık bu konuda
haddi aşmış, ahlâksız ve kötü bir toplum haline gelmişlerdi. Lût (a.s.) onları bu
günahtan vazgeçirmek için çok mücâdele vermesine rağmen muvaffak olamadı. Hatta
bu dâvadan vazgeçmediği takdirde Hz. Lût’u yurtlarından sürmekle tehdit
ettiler. Nihâyet yaşadıkları beldelerin altı üstüne getirildi ve üzerlerine taş
yağmuru yağdırıldı. Helak oldular. Allah Teâlâ Hz. Lût’u ve tüm ailesini
kurtardı. Ancak Lût’a inanmayan ve kavmin kötülük işlemesine yardımcı olan
karısı ise helak edilenler arasında kaldı. (bk. A‘râf 7/80-84; Hud 11/77-83)
Dikkat etmek gerekir ki:
174. Şüphesiz bütün bu olup bitenlerde pek büyük bir ibret vardır. Ama insanların çoğu yine de iman etmez.
175. Muhakkak senin Rabbin, elbette O, sonsuz kudret sahibidir, çok merhametlidir.
Lût
kavminin kıssasında, peygamberin davetine karşı çıkan ve özellikle onların
yaptığı günahı işleyen fert ve toplumlar için ilâhî bir ikâz ve helâk edilme
tehdidi vardır. Günümüzde bu günahın normal bir şeymiş gibi benimsenip hayâsızca
tervic edilmesi, ne büyük bir ahlâkî sefâlet ve yok oluş sebebidir.
Mü’minlerle
kâfirler arasındaki tarih boyu devam eden amansız mücâdelenin ve bu mücâdele
sonunda kazananlarla kaybedenlerin durumunu çok ibretli kesitler halinde
aktaran bir diğer hâdise de şudur:
176. Eyke halkı da peygamberleri yalanladı.
Yedinci
ibretli kıssa “Eyke halkı”nın durumudur. “Eyke”, sık ağaçlık, ormanlık yer
demektir. “Ashâbü’l-Eyke” de orada yaşayan insanlardır. Hz. Şuayb hem kendi
kavminin yaşadığı Medyen’e (bk. A‘râf
7/85), hem de burada beyân buyrulduğu üzere Eyke halkına peygamber
olarak gönderilmiştir. Medyen’e gönderilişinden bahsedildiğinde “kardeşleri
Şuayb” ifadesi kullanılırken (bk. Hûd 11/84), “Ashâbü’l-Eyke”ye gönderilişi söz
konusu edildiğinde bu kayıt düşülmez. Çünkü o, nesep itibariyle Medyenlilerin
kardeşi idi, fakat Ashâb-ı Eyke’nin kardeşi değildi.
Tüm
peygamberler gibi doğru sözlü, emin ve ihlâslı bir elçi olan Şuayb (a.s.)’ın
tebliğde bulunduğu insanlardan istediği hususlar şunlardı:
›
Ölçeği tam ölçmek, onu eksik tutup kul hakkı yememek. Bunu
başarabilmek için de doğru terazi ile tartmak. Ölçerken cömert davranarak fazla
fazla ölçüp vermenin bir fazilet olduğunda ise şüphe yoktur.
›
İnsanların mallarını eksiltmemek ve onları haklarından mahrum
etmemek. Onların mallarının değerini meşrû olmayan yollarla düşürmeye çalışıp
kimseye zulmetmemek.
›
Yol kesmek, baskın yapmak, fitne çıkarmak, ekinleri çiğneyip yok
etmek gibi yeryüzünde bozgunculuk yapmamak, karışıklık çıkarmamak.
›
Onları da, onlardan önce gelip geçmiş nesilleri de yaratan
Allah’tan korkmak; O’na karşı gelmekten sakınmak. İnsan nesli bir zincirin
halkaları şeklinde devam etmektedir. Bu açıdan bakıldığında önceki nesillerin
yaratılmasının, sonraki nesillerin dünyaya gelişi bakımından bir ilâhî lutuf
olduğu anlaşılacaktır.
Güzel
ve tesirli konuşması itibariyle “Hatîbü’l-Enbiyâ”[1]
ünvanıyla anılan Hz. Şuayb’ın bu nasihatleri kâr etmedi:
[1] Hatîbu’l-Enbiyâ:
Peygamberler arasında hitabetiyle ve güzel konuşmasıyla ün yapmış peygamber.
177. Şuayb onlara şu öğütte bulundu: “Artık Allah’tan korkup günahlardan sakınmaz mısınız?”
178. “Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.”
179. “O halde Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”
180. “Ben tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Âlemlerin Rabbi Allah’tır.”
181. “Ölçeği tam yapın. Eksik ölçerek başkalarına zarar verenlerden olmayın.”
182. “Tarttığınızda da doğru terazi ile tartın.”
183. “İnsanların mallarını eksilterek, onları haklarından mahrum etmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.”
184. “Sizi de, sizden önceki nesilleri de yaratan Allah’tan korkun!”
Yedinci ibretli kıssa “Eyke halkı”nın durumudur. “Eyke”, sık ağaçlık, ormanlık yer demektir. “Ashâbü’l-Eyke” de orada yaşayan insanlardır. Hz. Şuayb hem kendi kavminin yaşadığı Medyen’e (bk. A‘râf 7/85), hem de burada beyân buyrulduğu üzere Eyke halkına peygamber olarak gönderilmiştir. Medyen’e gönderilişinden bahsedildiğinde “kardeşleri Şuayb” ifadesi kullanılırken (bk. Hûd 11/84), “Ashâbü’l-Eyke”ye gönderilişi söz konusu edildiğinde bu kayıt düşülmez. Çünkü o, nesep itibariyle Medyenlilerin kardeşi idi, fakat Ashâb-ı Eyke’nin kardeşi değildi.
Tüm peygamberler gibi doğru sözlü, emin ve ihlâslı bir elçi olan Şuayb (a.s.)’ın tebliğde bulunduğu insanlardan istediği hususlar şunlardı:
› Ölçeği tam ölçmek, onu eksik tutup kul hakkı yememek. Bunu başarabilmek için de doğru terazi ile tartmak. Ölçerken cömert davranarak fazla fazla ölçüp vermenin bir fazilet olduğunda ise şüphe yoktur.
› İnsanların mallarını eksiltmemek ve onları haklarından mahrum etmemek. Onların mallarının değerini meşrû olmayan yollarla düşürmeye çalışıp kimseye zulmetmemek.
› Yol kesmek, baskın yapmak, fitne çıkarmak, ekinleri çiğneyip yok etmek gibi yeryüzünde bozgunculuk yapmamak, karışıklık çıkarmamak.
› Onları da, onlardan önce gelip geçmiş nesilleri de yaratan Allah’tan korkmak; O’na karşı gelmekten sakınmak. İnsan nesli bir zincirin halkaları şeklinde devam etmektedir. Bu açıdan bakıldığında önceki nesillerin yaratılmasının, sonraki nesillerin dünyaya gelişi bakımından bir ilâhî lutuf olduğu anlaşılacaktır.
Güzel ve tesirli konuşması itibariyle “Hatîbü’l-Enbiyâ”[1] ünvanıyla anılan Hz. Şuayb’ın bu nasihatleri kâr etmedi:
[1] Hatîbu’l-Enbiyâ: Peygamberler arasında hitabetiyle ve güzel konuşmasıyla ün yapmış peygamber.
185. Dediler ki: “Sen gerçekten büyülenmiş birisin.”
186. “Sen de ancak bizim gibi ölümlü bir insansın. Biz senin kesinlikle yalancı biri olduğuna inanıyoruz.”
187. “Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi üzerimize göğü parça parça düşür!”
188. Şuayb: “Rabbim sizin yaptıklarınızı çok iyi biliyor” dedi.
189. Hâsılı onlar Şuayb’ı yalanlamayı sürdürdüler. Derken, etrafı kapkara bulutların kapladığı o günde bir felâket onları yakalayıverdi. Gerçekten o, büyük bir günün azabı idi.
190. Şüphesiz bütün bu olup bitenlerde pek büyük bir ibret vardır. Ama insanların çoğu yine de iman etmez.
191. Muhakkak senin Rabbin, elbette O, sonsuz kudret sahibidir, çok merhametlidir.
Eyke
halkı Şuayb (a.s.)’ı yalanladılar. Onun büyülenmiş, cinlenmiş bir deli olduğunu
söylediler. Daha da ileri giderek küstahça göğü parçalar hâlinde üzerlerine
düşürmesini istediler. Neticede, etrafı kapkara bulutların kapladığı gününün
korkunç azabıyla helâk edildiler.
Anlatıldığına
göre Allah Teâlâ, üzerlerine cehennem kapılarından bir kapı açtı, onlara son
derece şiddetli bir sıcak gönderdi. Nefes alamaz oldular, evlerine girdiler,
gölgenin onlara bir faydası olmadı. Suyun da bir faydası olmadı. Sıcaktan
kavrulup piştiler. Ondan kurtulmak için ovaya kaçtılar. Bu kez Cenâb-ı Hak
üzerlerine bir bulut gönderdi ve bu bulut onları gölgelendirdi. Orada birazcık
serinlik, rahatlık ve hoş rüzgar buldular. Biri diğerini çağırmaya başladı;
böylece hepsi o bulutun altında toplandı. Nihâyet Yüce Allah, o bulutu alevle
tutuşturdu. Altlarından yer sarsıldı, kavrulan çekirgelerin yandığı gibi
yandılar ve küle döndüler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIX, 134)
Bu
kıssa ile özellikle ölçü ve tartıda haksızlık yapan, kul hakkı yiyen ve
yeryüzünde bozgunculuk yapan fert ve toplumlara mühim bir ders verilmektedir.
Buraya kadar ilâhî mesajı elden ele taşıyan bir
kısım peygamberlerin hayatlarından örnekler verildi. Şimdi söz insanlığa büyük
bir lutuf olarak bahşedilen son Peygamber ve son kitaba gelmiş bulunmaktadır:
192. Şüphesiz bu Kur’an, Âlemlerin Rabbi Allah tarafından indirilen bir kitaptır.
193. Onu Rûhu’l-Emîn indiriyor,
194. Senin kalbine. Uyarıcılardan olasın diye.
195. Apaçık bir Arapça ile.
Sûrenin
girişinde Kur’ân-ı Kerîm’den bahsedildiği gibi, arada ibret ve ders yüklü yedi
kıssa anlatıldıktan sonra tekrar söz Allah kelâmına getirildi. Kur’an, bir insan
sözü değil, Cenâb-ı Hakk’ın katından gelmiş ilâhî bir kelâmdır. Onu Rûhu’l-Emîn
Resûlullah (s.a.s.)’in kalb-i pâkine (bk. Bakara 2/97) apaçık bir Arapça ile
indirmiştir. Maksat, önce Mekkelileri sonra da peyderpey ulaştığı tüm insanlığı
onunla uyarmaktır. (bk. Şûrâ 42/7)
Burada
Cebrâil (a.s.)’ın “Rûhu’l-Emîn” yani “Güvenilir Ruh” ismiyle anılması dikkat
çekicidir. Hedef, Kur’ân-ı Kerîm’in tağyir, tahrif ve tebdile maruz maddi bir
vasıta aracılığı ile değil de, hiç bir maddiliği olmayan, bütünüyle güvenilir
saf bir Ruh aracılığı ile vahyedildiğini beyân etmektir. Bu Güvenilir Ruh,
Allah’ın âyetlerini, kendisine emânet edilen lafız ve mâna, şekil ve muhteva
içinde aynen getirmektedir. Onun âyetlerde herhangi bir değişiklik yapması,
onlara şu veya bu şekilde ilâvede bulunması mümkün değildir.
Öyle
Kur’an ki:
196. Onun ineceğinden, önceki ümmetlerin kitaplarında da bahsedilmiştir.
Kur’ân-ı
Kerîm’in önceki ilâhî kitaplarda olmasını iki türlü anlamak mümkündür:
› Onun ihtivâ
ettiği mânalar özü, esası ve ana noktaları itibariyle önceki peygamberlere
gelmiş olan Tevrat, İncil, Zebur gibi kitaplarda da mevcuttu.
› Önceki ilâhî
kitaplarda, son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e Kur’an gibi bir kitabın
indirileceği haber verilmişti.
Kur’ân-ı
Kerîm’in ilâhî kelam oluşunun bir delili de İsrâiloğulları âlimlerinin onun
Allah kelamı olduğunu bilmeleri ve buna şâhitlik yapmalarıdır. Rivayete göre
Mekkeliler Medine’de bulunan yahudi âlimlerine adam gönderip Resûl-i Ekrem
(s.a.s.) hakkında onlardan bilgi istemişler; onlar da böyle bir peygamberin
geleceğini ve vasıflarının Tevrat’ta mevcut olduğunu söylemişlerdir. (Kurtubî, el-Câmi‘,
XIII, 138-139)
Bu
hususa işaret eden âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Rasûlüm!
Önceki peygamberlere kitap indirdiğimiz gibi, sana da bu kitabı indiriyoruz.
Bunun içindir ki, kendilerine daha önce kitap verdiğimiz dürüst ve insaflı
insanlar buna inanırlar. Şu Mekke halkı içinden de ona inananlar var. Zâten
bizim âyetlerimizi, kalplerini küfür ve günah kirleriyle karartmış nankörlerden
başkası inkâr etmez.” (Ankebût 29/47)
“De
ki: «Bir düşünsenize, Kur’an gerçekten Allah katından gönderilmiş olup siz onu
inkâr etmişseniz, üstelik İsrâiloğullarından bir şâhit de bu kitabın haber
verdiği gerçeklerin aynısını Tevrat’ta görüp Kur’an’a iman ettiği halde siz
kibirlenip ondan yüz çevirmişseniz, sizden daha zalim kim olabilir? Hiç
şüphesiz Allah, öyle zâlim bir toplumu doğru yola erdirmez!»” (Ahkâf 46/10)
Kur’an’ın
Arapça olarak indirilmesinin hikmetlerinden biri şudur:
197. Bu gerçeği İsrâiloğulları âlimlerinin bilmesi, müşrikler için yeterli bir delil teşkil etmez mi?
Kur’ân-ı
Kerîm’in önceki ilâhî kitaplarda olmasını iki türlü anlamak mümkündür:
› Onun ihtivâ
ettiği mânalar özü, esası ve ana noktaları itibariyle önceki peygamberlere
gelmiş olan Tevrat, İncil, Zebur gibi kitaplarda da mevcuttu.
› Önceki ilâhî
kitaplarda, son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e Kur’an gibi bir kitabın
indirileceği haber verilmişti.
Kur’ân-ı
Kerîm’in ilâhî kelam oluşunun bir delili de İsrâiloğulları âlimlerinin onun
Allah kelamı olduğunu bilmeleri ve buna şâhitlik yapmalarıdır. Rivayete göre
Mekkeliler Medine’de bulunan yahudi âlimlerine adam gönderip Resûl-i Ekrem
(s.a.s.) hakkında onlardan bilgi istemişler; onlar da böyle bir peygamberin
geleceğini ve vasıflarının Tevrat’ta mevcut olduğunu söylemişlerdir. (Kurtubî, el-Câmi‘,
XIII, 138-139)
Bu
hususa işaret eden âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Rasûlüm!
Önceki peygamberlere kitap indirdiğimiz gibi, sana da bu kitabı indiriyoruz.
Bunun içindir ki, kendilerine daha önce kitap verdiğimiz dürüst ve insaflı
insanlar buna inanırlar. Şu Mekke halkı içinden de ona inananlar var. Zâten
bizim âyetlerimizi, kalplerini küfür ve günah kirleriyle karartmış nankörlerden
başkası inkâr etmez.” (Ankebût 29/47)
“De
ki: «Bir düşünsenize, Kur’an gerçekten Allah katından gönderilmiş olup siz onu
inkâr etmişseniz, üstelik İsrâiloğullarından bir şâhit de bu kitabın haber
verdiği gerçeklerin aynısını Tevrat’ta görüp Kur’an’a iman ettiği halde siz
kibirlenip ondan yüz çevirmişseniz, sizden daha zalim kim olabilir? Hiç
şüphesiz Allah, öyle zâlim bir toplumu doğru yola erdirmez!»” (Ahkâf 46/10)
Kur’an’ın
Arapça olarak indirilmesinin hikmetlerinden biri şudur:
198. Biz Kur’an’ı Arap olmayan birine indirseydik,
199. O da bunu kendilerine okusaydı, yine de bir bahane bulup ona inanmazlardı.
Kur’ân-ı
Kerîm Arap olan ilk muhatapları tarafından kolaylıkla anlaşılabilmesi için
apaçık Arapça lisanıyla indirilmiştir. (bk. Yûsuf 12/2; Şuarâ 26/195) Yine aynı
hikmete binâen her peygamber kendi kavminin konuştuğu dille gönderilmiştir.
(bk. İbrâhim 14/4) Eğer Kur’an, Arap olmayan birine indirilse, o da bunu mûcize
olarak mükemmel bir Arapça ile onlara okusaydı, müşrikler bir bahane bulup ona
da inanmazlardı. Onlar küfürde bu kadar bir inat ve ısrar içindeydiler. Diğer
bir tefsire göre; eğer Kur’an Arapça konuşamayan, konuştuğu sözü açıkça
anlatamayan birine indirilseydi, o bunu anlaşılır bir şekilde tefsir ve beyân
edemeyeceğinden dolayı müşriklerin inanmamalarına bir bahane teşkil edebilirdi.
Fakat ortada böyle bir durum yoktur. Çünkü Resûlullah (s.a.s.) ümmi olmasına
rağmen son derece belîğ ve fasih konuşan, okuduğunu çok iyi okuyan, izah
ettiğini çok iyi izah eden bir kişi idi.
Bu
âyetlerde iman etmek ve İslâm’ı anlayıp yaşamak için Kur’ân-ı Kerîm’i anlamanın
önemine dikkat çekilmektedir. Araplar kendi dillerinde inen Kur’an’ı anlamakta
zorluk çekmemişlerdir. Eğer Arapça olmasaydı, anlamayacakları için ona
inanmamakta mazur sayılabilirlerdi. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Biz
o Kur’an’ı yabancı bir dilde indirseydik, onlar elbette: «Onun âyetleri
anlayacağımız bir dille iyice açıklanmalı değil miydi? Arap olmayana yabancı
dilde bir kitap olur mu?» diyeceklerdi. De ki: «O, iman edenlere doğru yolu
gösteren bir rehber ve eşsiz bir şifa kaynağıdır.» İnanmayanlara gelince
onların kulaklarında bir ağırlık vardır; Kur’an kendilerine kapalı ve karanlık
gelir. Onlara sanki çok uzak bir yerden sesleniliyor da söyleneni duymuyorlar!”
(Fussılet
41/44)
Bu
ilâhî beyânlarda Arapların, anlamadıkları takdirde inanmamaları tabii
karşılandığına göre, Kur’an’a inanmak için onu anlamanın gereği ortaya
çıkmaktadır. Bu sebeple Arap olmayan milletlerin, Allah kelâmının mânasını
kendi dilinde okuyup anlaması zarûridir. Dolayısıyla her dilde sıhhatli bir
şekilde yapılacak Kur’ân-ı Kerîm’in tercüme ve tefsiri çalışmalarının önemi
büyük olduğu anlaşılmaktadır. Şu âyet-i kerîmeler bu hakîkati daha net izah
etmektedir:
“Biz
Kur’an’ı indirdik ki, «Bizden önceki iki toplum olan yahudi ve hıristiyanlara
kitap indirildi, biz ise onların okuyup üzerinde çalıştıkları gerçeklerden
habersizdik» demeyesiniz. Veya: «Eğer bize de kitap indirilseydi, onlardan daha
çok doğru yol üzere olurduk» diye itirazda bulunmayasınız.…” (En‘âm
6/156-157)
Fakat
müşrikler inanmamak için bahane üstüne bahane uyduruyor, açık bir mûcize görmüş
bile olsalar, inanmak niyetinde olmadıklarından, mutlaka bir mazeret ileri
sürüyor, inkârdaki inatlarına devam ediyorlardı. Şu âyet-i kerîmeler onların bu
devâsız derdini haber verir:
“Rasûlüm!
Şâyet sana kağıt üzerine yazılmış bir kitap gönderseydik de onu elleriyle
tutmuş olsalardı, o küfürlerinde diretenler yine de: «Bu, olsa olsa apaçık bir
büyüdür» derlerdi.” (En‘âm 6/7)
“Hatta
üzerlerine gökten bir kapı açsak da oradan yukarılara çıksalar bile, hiç
şüphesiz: “Galiba gözümüz bağlandı; daha doğrusu biz büyülendik» derler.” (Hicr 15/
14-15)
Bu sebepledir ki:
200. İşte biz inkârı, kendi tercihlerine binâen kâfirlerin kalplerine böyle yerleştirmişizdir.
201. Artık onlar can yakıcı azabı görünceye kadar ona inanmayacaklardır.
202. Bu azap onlara, hiç beklemedikleri bir anda anısızın gelip çatacaktır.
203. O zaman da: “Acaba inanıp kendimizi düzeltmemiz için bize bir fırsat daha verilmez mi?” diyeceklerdir.
204. Şimdi, onlar hâlâ azabımızın çabucak gelmesini mi istiyorlar?
205. Düşün bir kere, biz onları yıllarca yaşatıp nimetlendirsek,
206. Sonra da tehdit edildikleri azap başlarına gelse,
207. Onca zaman yaşayıp nimetlenmeleri kendilerine ne fayda sağlayabilir?
208. Biz hiçbir toplumu, kendilerine uyarıcılar gönderip de azabımızla uıyarmadıkça helâk etmedik.
209. Onlara öğüt verilmiş, hatırlatma yapılmıştır. Biz kimseye haksızlık yapmayız.
Güneş
gibi parıldayan Kur’an güneşi karşısında yarasalar gibi gözlerini kapatan, kalp
kapılarını sonuna kadar sıkıca kilitleyen böyle hidâyet mahrumu bedbahtların,
normal şartlar altında dünya hayatlarına devam ederlerken mânevî bir uyanışı
gerçekleştirmeleri gerçekten zordur. Bunlar kendilerini ansızın yakalayacak bir
azabı görünceye kadar bu inkâr hallerini sürdürürler. Ancak azap geldiğinde
akılları başlarına gelir, pişman olurlar ve kendilerine süre tanınmasını
isterler. Halbuki daha önce vukuunu mümkün görmedikleri için azabın
çabuklaştırılmasını istiyorlardı. O ana kadar yaşayageldikleri rahat ve eğlence
hayatını hep sürdürüp gideceklerini düşünüyorlardı. Bu sebeple Peygamber
(s.a.s.)’e meydan okuyarak âdeta: “Eğer gerçekten peygamber isen, sana
inanmadığımız ve düşmanlık ettiğimiz için biz Allah tarafından cezalandırılmayı
hak ediyorsak, hiç durma, hemen tehdit ettiğin azabı getir” diyorlardı. (bk.
Enfâl 8/32) Halbuki onlar, içinde bulundukları geçici rahatlık ve güven
bakımından haklı bile olsalar, üzerlerine ilâhî azap kamçısı hemen indirilmese
ve arzu ettikleri şekilde neşeli bir hayat için kendilerine uzun bir mühlet
tanınsa bile, uzun uzun beyân edildiği üzere Nûh, Âd, Semûd, Lût kavimlerini ve
Eykelileri yakalayan Allah’ın azabı onları da yakaladığında veya kimsenin
kurtulamadığı ölüm başlarına geldiğinde, bu birkaç yıllık dünya rahatı ve zevki
kendilerine hiçbir şey kazandırmayacak, ebedî bir pişmanlık ve hüsrana
uğrayacaklardır. Şu hadîs-i şerif bu konuda ne kadar dikkat çekicidir:
“Cehennemliklerden
olup, dünyada pek müreffeh hayat yaşayan bir kişi kıyamet gününde getirilip
cehenneme bir kere daldırılır. Sonra:
«–Ey
âdemoğlu! Sen hayırlı bir gün gördün mü? Herhangi bir nimete nâil oldun mu?»
denilir. O kişi:
«–Hayır,
vallahi Rabbim! Öyle bir şey görmedim» der. Cennetliklerden olup, dünyada
insanların en yoksul olanı getirilir cennete bir kere daldırılır. Ona da:
«–Ey
âdemoğlu! Sen herhangi bir yoksulluk ve sıkıntı gördün mü? Hiç zorluk ve darlık
çektin mi?» denilir. O kişi de:
«–Hayır,
vallahi Rabbim! Hiçbir yoksulluk ve sıkıntı görmedim, zorluk ve darlık
çekmedim» der.” (Müslim, Münafıkîn, 55)
Şunu
bilmek gerekir ki, kâfirlerin karşılaştıkları fenâ âkıbet açısından suç tamamen
kendilerine aittir. Allah Teâlâ’yı en küçük bir haksızlıkla suçlamaya hakları
yoktur. Çünkü Allah onlara uyarıcıları göndermiş, ikaz ve irşadını yapmış;
fakat onlar uyarıcıların uyarılarına kulak asmayıp helâk olmuşlardır.
Bu âyetler, İslâm’a düşman olan Kureyş
liderlerinin, bir süre sonra çetin bir azaba çarpılacaklarına işaret etmektedir.
Gerçekten de Allah’ın azabıyla alay edenler, Bedir’de müslümanların kılıçları
altında can vermişlerdir. Aynı durum günümüz için de, bundan sonraki zamanlar
için de geçerlidir. İslâm düşmanları yeri ve zamanı geldikçe helak edilecekler;
zaten nihayetinde Azrail’in öldürücü pençeleri altında ruhları alınıp ebedi
azaba mahkûm edileceklerdir. O halde tek çâre, hiç vakit kaybetmeden, Kur’an’ın
diriltici ve kurtarıcı davetine koşmaktır. Çünkü o davet, Yüce Allah’ın en
küçük bir karışıklığa bile uğramamış gerçek davetidir:
210. Bu Kur’an’ı şeytanlar indirmemiştir.
211. Bu onların yapabileceği bir iş değildir; isteseler de buna güçleri yetmez.
212. Çünkü onlar vahyi dinlemekten tamâmen menedilmişlerdir.
213. Öyleyse sakın Allah’tan başka bir ilâha yalvarıp yakarma! Yoksa azaba uğrayanlardan olursun!
Müşrikler
Peygamberimiz (s.a.s.)’i kehânetle suçluyor ve Kur’an’ın şeytanların ona
öğrettiği bir söz olduğunu söylüyorlardı. (bk. Tûr 52/23) Söz konusu âyetler bu
tür iddiaları reddetmektedir. Çünkü Kur’an gibi hem lafız hem mâna cihetiyle
fevkalade üstün özellikleri bulunan mûcize bir söz getirmek şeytanlara düşmez.
Onların böyle bir vazifesi bulunmamaktadır. İsteseler bile böyle bir söz
getirmeye güçleri de yetmez. Çünkü Kur’an’ın inmeye başlamasıyla beraber
onların göğe yükselmeleri ve meleklerin sözüne kulak verip oradan bazı şeyler
kapmaları tamamen yasaklanmıştır. (bk. Sâffât 3777-10; Cin 72/8-9) Vahiy, Allah
katından hususi melekler kanalıyla meydana gelen bir hâdisedir. Şeytanların
bunu dinlemeleri veya başka bir yolla almaları mümkün olmadığına göre nereden
bir yol bulup da Kur’an gibi pür vahiy bir söz getirebilecekler? O halde Allah
kelâmı olduğunda şüphe bulunmayan Kur’an’ın tâlim ettiği gibi tevhid akîdesini
anlayıp yaşamalı ve inanç dünyamızı buna göre tanzim etmeliyiz. Yoksa
şeytanların telkin ettiği şirk günahından kurtulamadığımız takdirde azaba
uğramanın kesin olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.
İnsanları
ebedî azaptan kurtarmak için tebliğ yaparken en etkili uslup ve metodu
kullanmak gerektiğini hatırlatmak üzere buyruluyor ki:
214. Rasûlüm! Önce en yakın akrabanı uyar.
215. Sana tâbi olan mü’minlere şefkat ve merhamet kanatlarını ger.
216. Şâyet sana karşı gelirlerse, “Ben sizin yaptıklarınızdan beriyim” de.
Rabbimizin Resûlullah (s.a.s.)’e telkin buyurduğu tebliğ usullerinden
biri, tebliğe öncelikle yakın akrabalardan başlamaktır. Davetçi,
tebliğini kademe kademe bütün insanlığa ulaştırabilmek ve cihânşumûl kılabilmek
için hitap ettiği muhâtap katmanlarında da tedrîciliğe riâyet etmek, mesajını
kendini ihâta eden davet halkalarına birer birer ulaştırarak ilerlemek
mecbûriyetindedir. İnsanın içinde bulunduğu muhit ve akraba çevresi, onun
anlattıklarını uzaktakilere nazaran daha çabuk kabul ederler. Daveti kabul
edenlerin yakınları ve akrabaları da düşünüldüğünde, İslâm’ın topluma bu yolla
daha kısa bir zamanda ulaşabileceği kolayca anlaşılır. Şâyet insanın yakınları
davetçiyi desteklemeyip yardımcı olmazlarsa diğer muhâtaplar ona güvenip
inanmakta, îtimâd gösterip bağlanmakta güçlük çekerler.
Âyet-i kerîmenin gösterdiği usulü en iyi tatbik eden şüphesiz
Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’dir. Efendimiz’in bu husustaki bir tatbikatını Hz. Ali
şöyle anlatır:
“Sen, önce en yakın akrabanı uyar!”
(Şu’arâ 26/214) âyeti nâzil olunca Resûlullah (s.a.s.) beni çağırdı:
“– Ali! Yüce Allah en yakın akrabamı uyarmamı emretti. Bu bana çok
kaygı veriyor. Biliyorum ki, ne zaman kavmime bu işi açmaya kalksam, muhakkak
hoşuma gitmeyen şeylerle karşılaşacağım… Ali! Bize, bir kap yemek hazırla ve
üzerine de koyun budundan koy. Bir kap da süt getir. Sonra, Abdulmuttalib
oğullarını çağır da onlarla konuşayım ve bana emredilen şeyi kendilerine tebliğ
edeyim” buyurdu.
Hz. Ali, Peygamber Efendimiz’in emri ile hazırladığı şeyleri
onlara ikrâm etti. Bir kişinin bile kendi başına yiyebileceği az bir yemeğin
kırk kişiye yettiğini gören Ebû Leheb:
“–Şaşılacak şey! Arkadaşınız sizi büyük bir sihirle büyüledi! Doğrusu
biz, bugünkü gibi bir sihir hiç görmedik!” diyerek Resûlullah’ın konuşmasına
imkân vermedi.
Ebû Leheb’in sözleri, Resûlullah Efendimiz’in çok ağırına gitti.
Sustu ve o mecliste hiç konuşmadı. Orada bulunanlar da bir müddet sonra dağılıp
gittiler. (Ahmed
b. Hanbel, Müsned, I, 159; İbn Esîr, el-Kâmil fi’t-târih, II, 62)
Lâkin Allah Resûlü (s.a.s.), bu uğurda karşılaştığı
sıkıntılara aldırmadan vazîfesine devam etti. Ertesi gün akrabalarını tekrar
topladı ve yine aynı sıkıntılarla yüz yüze geldi. Buna rağmen onları İslâm’a
davet etti. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 159; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VIII, 302)
Fahr-i Kâinat (s.a.s.),
yine bir gün Safâ tepesine çıkarak Kureyş kabîlesinin bütün kollarına tek tek
seslendi. Onlar da bu davete icâbet ederek Safâ Tepesi’ne geldiler. Allah
Resûlü (s.a.s.), yüksek bir kayanın üzerinden onlara şöyle hitâb etti:
“–Ey
Kureyş cemâati! Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman atlıları var;
hemen size saldıracak, mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?”
Kureyşliler
hiç düşünmeden:
“–Evet
inanırız! Çünkü şimdiye kadar senin hep doğru olduğunu gördük. Senin yalan
söylediğini hiç duymadık!” dediler. Karşısındaki insanlardan bu tasdîki alan
Resûlullah (s.a.s.), onlara şu ilâhî hakîkati bildirdi:
“–O
halde ben şimdi size, önünüzde şiddetli bir azap günü bulunduğunu, Allah’a
inanmayanların o çetin azâba uğrayacaklarını haber veriyorum. Ben sizi o çetin
azaptan sakındırmak için gönderildim.
Ey
Kureyşliler! Size karşı benim hâlim, düşmanı gören ve âilesine zarar vereceğinden
korkarak hemen haber vermeye koşan bir adamın hâli gibidir.
Ey
Kureyş cemâati! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi de dirileceksiniz.
Kabirden kalkıp Allah’ın huzûruna varmanız, dünyadaki her hareketinizin hesâbını
vermeniz muhakkaktır. Netîcede hayır ve ibâdetlerinizin mükâfâtını, kötü
işlerinizin de ceza ve şiddetli azâbını göreceksiniz! Mükâfât ebedî bir cennet;
mücâzât da ebedî bir cehennemdir.” (Bk. Buhârî, Tefsir 26; Müslim, İman 348-355; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 281-307)
Allah
Resûlü (s.a.s.)’in bu konuşmasına, orada bulunanlardan umûmî bir îtiraz
gelmedi. Yalnız amcası Ebû Leheb:
“–Hay
eli kuruyası! Bizi buraya bunun için mi çağırdın?” diyerek münâsebetsiz ve yakışıksız
sözler sarf etti. Hakâretleriyle Peygamber Efendimiz’in kalbini kırdı. Ebû
Leheb’in bu tavrı üzerine, onu ve karısını kötüleyen ve cehennemlik olduklarını
îlân eden “Tebbet Sûresi” nâzil oldu:
“Ebu
Leheb’in iki eli kurusun! Zaten kurudu ve kendisi helâk olup gitti. Ne malı bir
fayda verdi ona, ne de kazandıkları. Yakında o, yanıp kavrulmak üzere alevli
bir ateşe girecek. Karısı da beraber girecek. Hem de o ateşe odun taşıyıcı
olarak. Boynunda sağlam bükülmüş bir ip olduğu halde.” (Tebbet,
111/1-5) (Buhârî, Tefsir 26/2, 34/2, 111/1-2; Müslim, İman 355)
Verilen
örneklerden anlaşılacağı üzere, yakın akraba da olsa, yapılacak tebliğ mutlaka
kabul görecek diye bir şart yoktur. Kabul edenler olabileceği gibi, reddedenler
de olabilecektir. Bu durumda tebliğciye düşen, kendine inananlara şefkat ve
merhametle kol kanat germek, tevazu içinde onların maddi ve mânevî dertleriyle
alakadar olmaktır. Karşı gelenlere ise zaman ve zeminin gereğine göre, “Ben
sizin yaptıklarınızdan uzağım” demek, en azından verecekleri zarardan kendini
ve tâbilerini korumaktır. Bunun için de sonsuz kudret sahibi Allah’a daima
tevekkül halinde olmaktır:
217. Sonsuz kudreti ve merhamet sahibi Allah’a güvenip dayan.
İslâm
tebliğcisinin muvaffak olabilmesi için, yegâne istinatgâh olan Rabbine tevekkül
etmesi zaruridir. Tüm imkânlarını seferber ederek vazifesini hakkiyle yerine
getirdikten sonra neticeyi Allah’a bırakmalıdır. O’nun takdirinin en hayırlı
olduğuna inanmalıdır. Çünkü Allah Azîz’dir; mağlup edilmez ve geri çevrilmez
bir kudrete sahiptir. Rahimdir; kullarına ve özellikle dinini tebliğe çalışan
Peygamber ve onun bağlılarına sonsuz merhamet eder. Başarılı olabilmeleri için
her türlü yardımı cömertçe yapar. O, bir kul dinine hizmet için kıyam
ettiğinde, namaz kılmak üzere ayağa kalktığında onu görür. Yine O, Resûlullah
(s.a.s.) misalinde olduğu gibi, kulun secde edenler arasında dolaşmasını,
cemaatle namaz kılarken kıyam, rukü ve secde halleri gibi fizîken şekilden şekle
girmesini, yine huşû içinde namazın mânasına vararak, ruhunun rakikleşip
kıvrılarak halden hale geçmesini görür. Çünkü O, her şeyi hakkiyle işiten ve
her şeyi kemâliyle bilendir. Kuluna esas yardım edecek, onu koruyacak ve
muvaffak kılacak yalnızca O’dur.
“Secde
edenler arasında dolaşmanı, halden hâle girmeni de görüyor” (Şuarâ 26/219) âyetine şu mânalar da
verilir:
Birincisi;
İbn Abbas (r.a.) şöyle der: “Rasûlüm! Senin nûrun, hep secde edenlerden secde
edenlere dolaştırılarak; Hz. Âdem, Nûh, İbrâhim gibi bir peygamberden diğerine
intikâl ettirilerek sana kadar ulaşmış, en son bu ümmet içinde peygamber olarak
ortaya çıkmışsındır. Bunlar hep Allah Teâlâ’nın görmesi ve murakabesi altında
gerçekleşmiştir.” (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, XIII, 144, Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VIII, 214 ) Nitekim
Peygamberimiz (s.a.s.)’in mensûb olduğu topluluk ne zaman ikiye ayrılsa, Allah
Teâlâ, Rasûlü’nü en hayırlı toplulukta bulundurmuştur. O’nun varlığı aydınlatan
nûru, Hz. Âdem (a.s.)’dan beri en temiz anne ve babalardan teselsül
ettirilerek kendisine intikâl etmiştir. (Bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I,
210)
Fahr-i
Kâinat (s.a.s.), bu husûsu şöyle dile getirir:
“Ben,
Âdemoğullarının en hayırlı ve en temiz olanlarından, devirden devire, âileden
âileye geçerek, nihâyet şu içinde bulunduğum âileden vücûda getirildim!” (Buhârî,
Menâkıb 23)
İkincisi;
bu âyet-i kerîme hakkında Kâdî Beyzâvî diyor ki: “Ümmet için beş vakit namaz
farz olup da gece namazı sünnet hâline gelince, Resûl-i Ekrem (s.a.s.), ashâbın
ahvâlini müşâhede sadedinde gece vakti hücre-i seâdetlerinden dışarı çıkıp
ashâbın evleri arasında dolaşmış ve o evleri Kur’ân tilâveti, zikir ve tesbih
sesiyle arı kovanları gibi uğuldar bir hâlde bulmuştu. Âyet onu haber
vermektedir.” (bk.Beydâvî, Envâru’t-Tenzil, IV, 111)
Cin
ve şeytanların Kur’an’ın nüzülüyle hiçbir ilgileri olmadığı anlaşıldı. Peki,
şeytanların esas alışverişleri kiminledir:
218. O ki, sen namaz için, tebliğ için kıyâm ettiğin zaman seni görüyor.
219. Secde edenler arasında dolaşmanı, halden hâle girmeni de görüyor.
220. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten ve her şeyi en iyi bilen O’dur.
İslâm
tebliğcisinin muvaffak olabilmesi için, yegâne istinatgâh olan Rabbine tevekkül
etmesi zaruridir. Tüm imkânlarını seferber ederek vazifesini hakkiyle yerine
getirdikten sonra neticeyi Allah’a bırakmalıdır. O’nun takdirinin en hayırlı
olduğuna inanmalıdır. Çünkü Allah Azîz’dir; mağlup edilmez ve geri çevrilmez
bir kudrete sahiptir. Rahimdir; kullarına ve özellikle dinini tebliğe çalışan
Peygamber ve onun bağlılarına sonsuz merhamet eder. Başarılı olabilmeleri için
her türlü yardımı cömertçe yapar. O, bir kul dinine hizmet için kıyam
ettiğinde, namaz kılmak üzere ayağa kalktığında onu görür. Yine O, Resûlullah
(s.a.s.) misalinde olduğu gibi, kulun secde edenler arasında dolaşmasını,
cemaatle namaz kılarken kıyam, rukü ve secde halleri gibi fizîken şekilden şekle
girmesini, yine huşû içinde namazın mânasına vararak, ruhunun rakikleşip
kıvrılarak halden hale geçmesini görür. Çünkü O, her şeyi hakkiyle işiten ve
her şeyi kemâliyle bilendir. Kuluna esas yardım edecek, onu koruyacak ve
muvaffak kılacak yalnızca O’dur.
“Secde
edenler arasında dolaşmanı, halden hâle girmeni de görüyor” (Şuarâ 26/219) âyetine şu mânalar da
verilir:
Birincisi;
İbn Abbas (r.a.) şöyle der: “Rasûlüm! Senin nûrun, hep secde edenlerden secde
edenlere dolaştırılarak; Hz. Âdem, Nûh, İbrâhim gibi bir peygamberden diğerine
intikâl ettirilerek sana kadar ulaşmış, en son bu ümmet içinde peygamber olarak
ortaya çıkmışsındır. Bunlar hep Allah Teâlâ’nın görmesi ve murakabesi altında
gerçekleşmiştir.” (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, XIII, 144, Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VIII, 214 ) Nitekim
Peygamberimiz (s.a.s.)’in mensûb olduğu topluluk ne zaman ikiye ayrılsa, Allah
Teâlâ, Rasûlü’nü en hayırlı toplulukta bulundurmuştur. O’nun varlığı aydınlatan
nûru, Hz. Âdem (a.s.)’dan beri en temiz anne ve babalardan teselsül
ettirilerek kendisine intikâl etmiştir. (Bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I,
210)
Fahr-i
Kâinat (s.a.s.), bu husûsu şöyle dile getirir:
“Ben,
Âdemoğullarının en hayırlı ve en temiz olanlarından, devirden devire, âileden
âileye geçerek, nihâyet şu içinde bulunduğum âileden vücûda getirildim!” (Buhârî,
Menâkıb 23)
İkincisi;
bu âyet-i kerîme hakkında Kâdî Beyzâvî diyor ki: “Ümmet için beş vakit namaz
farz olup da gece namazı sünnet hâline gelince, Resûl-i Ekrem (s.a.s.), ashâbın
ahvâlini müşâhede sadedinde gece vakti hücre-i seâdetlerinden dışarı çıkıp
ashâbın evleri arasında dolaşmış ve o evleri Kur’ân tilâveti, zikir ve tesbih
sesiyle arı kovanları gibi uğuldar bir hâlde bulmuştu. Âyet onu haber
vermektedir.” (bk.Beydâvî, Envâru’t-Tenzil, IV, 111)
Cin
ve şeytanların Kur’an’ın nüzülüyle hiçbir ilgileri olmadığı anlaşıldı. Peki,
şeytanların esas alışverişleri kiminledir:
221. Şeytanların kimin üzerine indiğini size haber vereyim mi?
222. Onlar yalan ve iftirâya düşkün, çok günahkâr kimselerin üzerine inerler.
223. Böyleleri zâten hep şeytanların aldatıcı vesveselerine kulak verirler. Onların çoğu başkalarına da yalan söylerler.
Bu
âyetlerin bildirdiğine göre şeytanlar, çokça yalan söyleyen, iftira eden,
günaha dalmış kimseler üzerine iner dururlar. Ancak bu yapıdaki bayağı insanlar
şeytanların yalanlarına, dolanlarına, vesvese ve tahriklerine kulak verirler.
Oradan aldıkları yalanlara kendileri de yalanlar ilave ederek, pek çoğu
insanlara yalan söylerler. Yani hem şeytanların, hem de onların ayarttığı
kimselerin işleri güçleri yalan üzere kurulmuştur. Halbuki, Kur’ân-ı Kerîm’i
getirip beşeriyete ikram eden Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.), güzel ahlâkın her
şubesinde zirvede olan (bk. Kalem 68/4), henüz peygamber olmadan önce bile
kavmi arasında “Muhammedü’l-Emin” diye ün salan, hiçbir zaman yalan söylediği,
kimseyi kandırdığı, birine iftira ettiği asla görülmemiş muhteşem bir
şahsiyettir. Düşmanları dahi gıyâbında onun yalan söylemediğine defalarca
şâhitlik etmişlerdir. Efendimiz, kırk sene her türlü günahın pervasızca
işlendiği câhiliye muhitinde yaşamasına rağmen onların kötü âdetlerinden
hiçbirine bulaşmamış, günah işlememiş ve tertemiz bir hayat yaşamıştır.
Peygamberlik sonrası ise onun nasıl örnek bir takvâ hayatı yaşadığı açıktır.
Böyle ilâhî muhafaza altında bulunan tertemiz bir peygamberin, varlık sebepleri
mahza kötülük, yalan ve saptırma olan şeytanlarla; getirdiği Kur’an’ın da
şeytânî vesveselerle nasıl bir irtibatı olabilir?
Müşriklerin
bir diğer iddiaları da Peygamberimiz (s.a.s.)’in şair, Kur’an’ın da şiir olduğu
yönündeydi. (bk. Tûr 53/30) Şimdi gelen âyetlerde bu asılsız iddia
reddedilmektedir:
224. Şâirlere gelince, onlara yoldan çıkmış azgınlar tâbi olur.
225. Görmez misin şâirler, her vâdide, sözcüklerin ve hayallerin peşinde şaşkın şaşkın dolaşırlar.
226. Hem de yapmadıkları ve yapmayacakları şeyleri söylerler.
Bu
âyetlerde Kur’an’ın indiği dönemde yaşayan inkârcı şairlerin bir portresi
çizilir. Bunlara, hakikati arayan kimseler değil, sadece nefsânî arzularının peşinden
giden, hevâ ve heveslerini putlaştıran, zevk ve eğlence düşkünü azgın kimseler
tâbi olur. Eğer bizzat kendileri azgın ve sapkın olmasalardı, peşlerinden
gidenler de aynı şekilde azgın ve sapkın kimseler olmazdı. Onlar her vâdide
şaşkın şaşkın dolaşırlar. Yani her boş işe dalarlar, hak yolu tanımaz, iyi
kötü, eğri doğru her konuya girerek toplumu etkilemeye çalışırlar. Sözleri ile
yaptıkları birbirini tutmaz, yapmadıklarını söyler, söylemediklerini yaparlar.
Mesela şiirlerinde cömertlikten, kahramanlıktan, iyilikten bahsederler fakat
kendileri buna yanaşmazlar. Bu sebeple onların peşinden dürüst insanlar değil,
ancak sapkınlar gider. Vasıf ve
ahlâkları böyle olan şair ve şiirlerle Allah’ın Peygamberi’ni ve Allah’ın
kelâmını karşılaştırmak ancak abesle iştigal olur.
Kur’ân-ı
Kerîm tüm şairleri aynı kategoride değerlendirmez:
227. Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, Allah’ı çok çok zikredenler ve herhangi bir zulme maruz kaldıklarında şiirleriyle haklarını savunanlar bu hükmün dışındadır. Zulmedenler ise, nasıl her şeyi değiştirecek bir inkılâp ile sarsılıp devrileceklerini yakında bileceklerdir.
Kur’an,
şairlerin kötüleriyle iyilerini birbirinden ayırır. Kötülerine kötü, iyilerine
iyi der. Beğenmediği şair tiplerini haber verdiği gibi, beğendiği ve hatta
teşvik ettiği şair tipini de beyân eder. İşte bu âyet-i kerîme övülen ve teşvik
edilen şair ve şiirin hususiyetlerini belirtir. Kısaca bunlar:
İman etmek
Sâlih ameller işlemek,
Allah’ı çok çok zikretmek,
Zulme maruz kaldıklarında şiirleriyle kendilerini savunmak;
İslâm’ın ve müslümanların gâlip gelmesine yardımcı olmak.
Belirtilen
bu çerçevede şiirle meşgul olmanın dînen bir sakıncası yoktur. Çünkü bu gibi
şairler, gerçekleri dile getirir; söyledikleriyle yaptıkları birbirine uygun
olur; İslâm dininin esaslarını savunur; Allah’ı zikreder, O’nu yüceltirler.
Yaptıkları iyi işlerle hem kendilerinin hem de toplumun yücelmesini ve
yükselmesini gözetirler. Zulmün ve haksızlığın karşısında şiirleriyle mücadele
verir, hakkı savunurlar.
Allah
Resûlü (s.a.s.)’in, kötü ve ahlâksız ifadelere yer vermeyen ve iyi maksatla
kullanılan şiirleri diğerlerin ayırdığı görülür. Zaman zaman onları
dillendirdiği, okuyandan dinlediği ve övdüğü olmuştur. (bk. Müslim, Şiir 1;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 444) Meselâ şair Lebid’in: “Dikkat edin!
Allah’tan başka her şey bâtıldır” sözünün, şairlerce söylenmiş en doğru söz
olduğunu söyleyerek takdir etmişti. (Buhârî, Menâkibü’l-Ensâr 26) Ayrıca
ashâb-ı kirâm arasında Resûlullah (s.a.s.)’in takdirlerini kazanmış birçok şair
bulunmaktaydı. Mesela Efendimiz (s.a.s.) Hassan b. Sabit’e: “Müşrikleri şiirlerinle
hicvet, bil ki muhakkak Cebrâil de seninle beraberdir” (Buhârî, Megazi 30;
Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 153) buyururdu. Yine Hassan’ın müşriklere cevap
verdiği bir şiir hakkında: “Şüphesiz ki bu onlarda, ok atmaktan daha
kuvvetli bir tesir bırakır” (Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 156) buyurmuştu.
Âyetin
sonunda, Allah’a karşı gelerek; Resûlullah (s.a.s.)’i büyücü, şair, deli ve
kâhinlikle suçlayıp böylece diğer insanların kafalarını karıştırmak suretiyle
onları dinden uzaklaştırmakla en büyük zulmü işlemekte olan kâfirler tehdit
edilmektedir. Yakında nasıl bir devrime uğrayıp devrilecekleri, yok olup
gidecekleri ihtar edilmektedir. Yaptıkları zulümler âhirette de karanlıklar
halinde karşılarına çıkacaktır. Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Zulümden
sakınınız; çünkü zulüm kıyamet günü karanlıklar haline döner.” (Müslim,
Birr 56-57)
Âyetin
bu son cümlesi aynı zamanda, İslâm dininin dünya hayatında zâlimlere karşı
yapacağı hak ve adâlet inkılabının ehemmiyetini hatırlatmaktadır. Bu, Kur’ân-ı
Kerîm’in istikbâle ait bir mûcizesidir. Resûlullah (s.a.s.)’in hayatında bu
gerçekleşmiştir. Dünya durdukça Kur’an’ın mü’minlere müjde, kâfirlere ise ilâhî
bir şamar keyfiyetindeki bu mûcizevi haberi zaman, zemin ve şartları hazır
oldukça tekrar tekrar tahakkuk edecektir. İşte bunun peşinden gelen Neml
suresi, zâlimlerin yuvarlanacağı inkılâbın nasıl ve ne suretle olacağını beliğ
bir surette anlatacaktır:
“Siz bu iftira etme işinin önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki o, Allah katında çok büyük bir suçtur.” (Nûr sûresi (24), 15) İslâm tarihini ...
Peygamberimizin (s.a.v.) ismi Kur’an-ı Kerim’de beş defa geçmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.) Kur’an’da dört defa “Muhammed”, bir defa da “Ahmed” olara ...
Sözlükte “korku namazı” anlamına gelen salâtü'l-havf tabiri fıkıhta düşman, eşkıya, hayvan saldırısı yahut yangın, sel tehlikesi gibi tehditler karşıs ...
Ayet-i kerimede buyrulur: ثُمَّ تُرَدُّونَ اِلٰى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ Sonra gizli açık her ...
Hatim, “Kur’ân-ı Kerîm’i başından sonuna kadar ezberden veya yüzünden okuma” demektir. Ebû Ümâme radıyallahu anh, ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve ...
Ayet-i kerimede buyrulur: لٰكِنِ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ جَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمُ الْخَيْرَاتُۘ ...