Neml sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 93 âyettir. İsmini 18. âyette geçen ve “karıncalar” mânasına gelen اَلنَّمْلُ (neml) kelimesinden alır. Sûrenin, Hz. Süleyman ve Sebe’ melikesi kıssasına geniş yer vermesi sebebiyle “Süleyman sûresi” ve Hüdhüd adlı kuştan bahsedilmesi sebebiyle de “Hüdhüd sûresi” isimleri de vardır. Mushaf’taki resmi sırası itibarıyla 27, iniş sırasına göre ise 48. sûredir. İçinde tilâvet secdesi bulunmaktadır.
Sûre, ana konu olarak İslâm’ın inanç esaslarından bahseder. Allah’ın varlığı ve birliği, peygamberlik, vahiy gerçeği ve ilâhî kitaplar, âhiret hayatı mevzuları işlenir. İşlenen mevzulara ışık tutması bakımından Hz. Mûsâ, Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman, Hz. Sâlih ve Hz. Lût’un kıssalarından birer kesit takdim edilir. Allah Teâlâ’nın kâinattaki kudret ve azamet tecellilerinden misaller verilerek akıllar ve kalpler tevhidin idraki için harekete geçirilir. Kıyâmetin büyük alametlerinden biri olan دابة الأرض (dâbbetü’l-arz) bu sûrede anlatılır. Kıyâmet ve mahşer manzaralarına kısa bir dokunuştan sonra, dünyada iman ve sâlih ameller peşinde koşanlarla, nefeslerini günahlar ve nefsânî arzular yollarında hebâ edenlerin âkıbetleri gözler önüne serilir. Kurtuluş yolu olarak da Allah’a kulluk etmek, O’na teslim olmak, Kur’ân-ı Kerîm’i mânasını anlayarak okumak, sapıklıktan uzak durup hidâyet yollarına yönelmek ve hiçbir şeyden gâfil olmayan Allah’ı hamde devam etmek gösterilir.
Mushaftaki sıralamada yirmi yedinci, iniş sırasına göre kırk sekizinci sûredir. Şuarâ sûresinden sonra, Kasas sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
1. Tâ. Sîn. Bunlar, Kur’an’ın ve gerçekleri açıklayan apaçık kitabın âyetleridir.
2. O, mü’minlere doğru yolu gösteren bir rehber ve büyük bir müjdedir.
3. Onlar ki namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve âhiretin varlığına da kesin olarak iman ederler.
Allah
tarafından Resûlullah (s.a.s.)’in kalbine vahyedilen bu yüce âyetler, Kur’ân-ı
Kerîm’in âyetleridir. Burada Kur’an’ın şu mühim vasıflarına dikkat çekilir:
› Kitâb-ı
mübîn: O, her türlü tâlimât, emir ve yasaklarını apaçık ortaya koyan; hak ile
bâtılın, helâlle haramın, iyi ile kötünün arasını net çizgilerle ayıran; ilâhî
bir kitap olduğunda asla şüphe bulunmayan bir kitaptır. Onu basîret gözüyle
inceleyen ve kalp kulağıyla dinleyen herkes, onun bir insan tarafından
uydurulmadığını, Hakk’ın gerçek kelâmı olduğunu anlar.
› Mü’minlere
doğru yolu gösteren bir rehber: Çünkü Kur’an’ın rehberliğinden ancak ona
inanan, onun doğruluğunu tasdik edip dediklerini yapanlar faydalanır.
› Mü’minler
için büyük bir müjde: Kur’ân-ı Kerîm baştan sona hem korkutma hem de müjdelerle
doludur. İkaz ve korkutmaları kâfir ve günahkârlar için; müjdeleri ise ona
inanan ve tâlimatlarını yerine getiren mü’min kullar içindir.
Kur’an’ın
tâlimatlarının temel esasları ise hakîki bir imanla birlikte namazı dosdoğru
kılmak, nefsin tezkiyesi ve toplumun refâhı için zekâtı hakkiyle vermek ve
âhirete kesin olarak inanmaktır. Zâten ilâhî huzurda bütün yaptıklarının
hesabını vereceğine ve ona göre iyi ya da kötü ebediyen sürecek bir karşılık
göreceğine inanan bir insanın dünyada gâfil bir hayat sürmesi mümkün değildir.
Kulluk yolunda en ciddi problem, âhirete imanın
olmayışıdır:
4. Âhirete inanmayanlara gelince, biz onların amellerini kendilerine güzel gösterdik; bu yüzden de onlar şaşkınlık içinde bocalayıp dururlar.
5. İşte dünyada azâbın en kötüsüne uğrayacak olanlar bunlardır. Onlar, âhirette de en çok zarara uğrayacakların tâ kendileridir.
Bir
insan âhirete iman etmez, hesaba inanmaz, yaptıklarının hayır ya da şer olduğu
konusunda karar verecek herhangi bir mahkemenin varlığını kabul etmezse, bunun
kaçınılmaz bir sonucu olarak, kendi iç dünyasında hayata karşı tamâmen
materyalist bir anlayış geliştirir. Bu anlayışa binâen dünyada her türlü
kötülüğü pervasızca yapabilir, buna rağmen vicdan azabı duymaz, hatta iyi bir
şey yaptığını düşünebilir. Kendisine zevk ve neşeyi, maddî gelişme ve serveti,
güç ve otoriteyi sağlayan her şey ona göre iyi olur. Tek hedefi, sadece bu
dünya hayatının başarılarını elde etmek ve nimetlerini devşirmekten ibaret
kalır. Bunları elde etme arzu ve endişesi, tabiî olarak onu her hususta yoldan
çıkarır, azgınlık ve taşkınlığa sevk eder. Bu düşünceyle, dünya menfaatini elde
etmek için yapacağı her hareket, ona güzel ve hoş görünür. Üstelik kendisi gibi
dünya nimetlerini elde etme konusunda aşırı hırs göstermeyen, bu hususta fazla
bir gayreti olmayan ve bu gaye için ahlâkî bir tahdîdi düşünmeksizin her şeyi
göze almayanları da saf kimseler olarak telakki eder. Çünkü imansızlık, kalbin
iyi ile kötüyü ayırabilme melekesini köreltir; kötüyü iyi, iyiyi kötü gösterir.
Bu aslında Allah Teâlâ’nın, insanın ruh yapısına yerleştirdiği ilâhî kanunun
tabiî bir neticesidir.
Kur’ân-ı
Kerîm’de kâfirlerin amellerinin kendilerine süslenmesi, güzel gösterilmesi
gerçeği, bazı yerlerde Allah Teâlâ’ya, bazı yerlerde ise şeytana nispet edilir.
Kişinin dalâlete saplanıp, fıtratının bozulması durumunda yaptığı kötü işler
kendine hoş gelir. İşte bu durumlarda kişinin amellerinin kendisine hoş
gösterilmesi Allah’a izafe edilir. Kişinin şeytan tarafından kötü yola
sürüklenmesi ve şeytanın ona bu yolu güzel göstermesi durumunda ise, tabiatı
icabı burada şeytan zikredilir.
Kâfirlere dünyada azabın en kötüsü çektirilir.
Savaşlarda öldürülmeleri ve esir alınmaları bunun başında yer alır. Bunun
haricinde de çeşitli azaplara maruz kalırlar. Ölüm ve haşir esnâsında büyük
sıkıntılar çekerler. Mahşerden sonra ise bu azap ebedî hâle dönüşür ve bunlar
gerçekten çok büyük bir hüsrâna uğrarlar. İşte Kur’ân-ı Kerîm, vakti geçmeden
insanları uyarmak için inmiştir ve onun kaynağı son derece sağlamdır:
6. Rasûlüm! Şüphesiz bu Kur’an sana, hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyi hakkıyla bilen Allah tarafından verilmektedir.
Bu
âyette Kur’ân-ı Kerîm’in inişiyle ilgili Allah Teâlâ’nın “Hakîm” ve “Alîm”
ismine atıfta bulunulur. اَلْحَك۪يمُ
(Hakîm), en doğru hüküm veren, en sağlam iş yapan ve yaptığı her iş hikmetli
olandır. اَلْعَل۪يمُ (Alîm) ise her şeyi
en iyi şekilde bilen demektir. O, mahlukâtın mâzisi, hâli ve istikbâli hakkında
eksiksiz bir ilme; kullarının ıslâhı ve hidâyeti için lâzım gelen tüm tedbir ve
tanzimi yapacak bir hikmete sahiptir. İşte bu iki mühim ilâhî ismin tecellisi
olan Kur’ân-ı Kerîm, kulların hâlini ıslah ve onları doğru yola eriştirmek için
indirilmiştir.
Bu
âyet-i kerîme, buradan itibaren anlatılacak kıssalar ve o kıssalarda serdedilen
ilâhî hikmet ve ilim tecellilerine dikkat çekmek üzere bir hazırlık
mâhiyetindedir:
7. Hani Mûsâ, Medyen’den Mısır’a dönerken geceleyin ailesine: “Ben uzakta bir ateş gördüm. Bekleyin; gidip ya oradan size yol güzergâhı hakkında bir haber getiririm veya tutuşmuş bir kor getiririm de ateş yakar ısınırsınız” demişti.
8. Oraya gelince kendisine şöyle nidâ edildi: “Ateşin bulunduğu yerdekiler ve çevresindekiler mübârek kılınmıştır. Âlemlerin Rabbi olan Allah her türlü noksanlıktan uzaktır!”
9. “Ey Mûsâ! Gerçek şu ki ben, karşı konulamaz sınırsız kudret sahibi, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan Allahım!”
10. “Şimdi asânı yere at!” Mûsâ asâyı yere atıp onun çevik bir yılan gibi hareket ettiğini görünce arkasına bakmadan dönüp kaçtı. Biz de buyurduk ki: “Korkma, ey Mûsâ! Çünkü ben öyle bir Rabbim ki, benim huzurumda peygamberler korkmaz!”
11. “Fakat kim zulme batmışsa, öylelerinin benden korkması gerekir. Ancak onlar da işledikleri kötülüklerin ardından tevbe edip hâllerini ve amellerini güzelleştirirlerse, bilsinler ki, ben şüphesiz günahları çok bağışlayıcıyım ve engin merhamet sahibiyim.”
12. “Şimdi de elini koynuna sok! O her türlü leke ve hastalıktan arınmış olarak, bembeyaz bir halde çıkacaktır. Böylece yılana dönüşen asâ ve parlayan el, Firavun ve kavmine göstereceğin dokuz mûcizeden ikisi olacaktır. Çünkü onlar, işledikleri zulümler yüzünden yoldan çıkmış bir toplum hâline geldiler.”
13. Nihâyet mûcizelerimiz, gerçeği tüm açıklığıyla gösterici deliller olarak onlara gelince: “Bunlar, düpedüz bir büyüdür” dediler.
14. Vicdanları bunların Allah’tan olduğuna tam kanaat getirdiği halde, bile bile yanlışta ısrar etmeleri ve boş bir büyüklenme ile onları inkâr ettiler. Ama neticede, işi gücü bozgunculuk olan o gürûhun âkibeti nasıl oldu, bir bak!
Hz.
Mûsâ’nın burada hülâsa olarak anlatılan kıssası daha tafsilatlı bir şekilde
A‘râf ve Tâhâ sûrelerinde geçmişti. (bk.
A‘râf 7/103-157; Tâhâ 20/9-98) Burada
dikkat çekilen noktalar şunlardır:
Birincisi;
Hz. Mûsâ’nın kendisine vahiy geleceği hususunda hiçbir bilgisi ve beklentisi
yoktur. Bu, peygamberliğin vehbî olduğunu gösterir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.)
hakkında da: “Sen, aslında bu kitabın sana vahyedileceğini ummuyordun. Bu
sana ancak Rabbinden bir rahmet olarak geldi. O halde sakın kâfirlere arka
çıkma!” (Kasas 28/86) buyrulur. Mûsâ (a.s.), karşılaşmayı umduğu kimselere
“yol sormak” veya “ısınmak için ateş getirmek” gibi, tamâmen şartların
zorladığı tabii ihtiyaçlar sâikıyla gelmişken, orada birden vahiy gerçeğiyle
karşılaşmıştır.
İkincisi;
ateşin bulunduğu yerde mübârek kılınan, Mûsâ (a.s.); etrafındakiler ise
meleklerdir. Bu hususta “Mûsâ ve ona iman edenler”, “Mûsâ ve etrafındaki kutsal
topraklar” şeklinde izahlar da vardır.
Üçüncüsü;
Allah Teâlâ’nın kendisini “Âlemlerin Rabbi” olarak tanıtması,
İsrâiloğulları’nda bulunan, Allah’ın yalnız İsrâil’in rabbi olduğu, öteki
milletleri İsrâiloğulları’na köle verdiği şeklindeki yanlış inancı kesinlikle
reddeder. Allah tüm âlemlerin ve bütün insanların Rabbidir. Takvâ ve kulluk
dışında O’na yakın olmanın hiçbir vasıtası yoktur. Hz. Ebubekir (r.a.):
“Allah’ın hiç kimseyle nesep bağı yoktur” sözüyle bu gerçeği ifade eder.
Dördüncüsü;
Peygamberler Allah tarafından güvende kılınmış kişilerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de “onlara
hiçbir korku yoktur, onlar asla üzülmeyeceklerdir” (bk. Yûnus 10/62)
buyrulan evliyaullahın başında şüphesiz en seçkin insanlar olan peygamberler
gelir. Âniden kıvrak, çevik bir yılana dönüşen asâ karşısında ürperip, ardına
bakmaksızın koşan Mûsâ (a.s.)’a: “Korkma! Çünkü ben öyle bir Rabbim ki,
benim huzurumda peygamberler korkmaz!” (Neml 27/10) telkiniyle bu gerçeğe
işaret edilmiştir. Aslında iman ve sâlih amellerle dâimâ Allah’ın huzurunda
bulunduğunun farkında olan ve bunun huzurunu gönlünde hisseden bir mü’minin
herhangi bir şeyden korkmasına gerek yoktur. Çünkü o, her şeyin Allah’ın elinde
olduğunu, O dilemedikçe hiçbir şeyin olmayacağını, O izin vermedikçe hiçbir
varlığın başka bir varlığa zarar vermeyeceğini bilir. O’nun takdir buyurduğu
iyiliğin de kötülüğün de geri kalmayacağına, mutlaka vuku bulacağına inanır.
Ancak böyle bir inanç, insanın tedbirli yaşamasına kesinlikle engel olmamalıdır.
Mûsâ (a.s.)’a gelince, yanlışlıkla kıptiyi öldürmesi sebebiyle onun içinde bir
günah korkusu bulunmaktaydı. Belki korkup kaçmasının altında, işlediği bu
suçtan kaynaklanan bir endişe yatmaktaydı. Bu bakımdan, âyetin devamında
kötülükten sonra bundan vazgeçip amelini ve hâlini düzeltenlerin bağışlanacağı
müjdesi Hz. Mûsâ’yı rahatlatmıştır.
Dördüncüsü;
burada Hz. Mûsâ’ya verilen dokuz mûcizeden sadece ikisine yâni “asâ ve yed-i
beyzâ”ya yer verilmiş (bk. A‘râf
7/107-108; Tâhâ 20/19-22), diğerlerine sadece söz gelimi temas
edilmiştir. (bk. A‘râf 7/130-133)
Kıssada
yeni olan taraf; Firavun ve kavminin, Mûsâ’nın gösterdiği mûcizelerin, Allah
tarafından ona verildiğini vicdânen bildikleri halde sırf zulüm ve kibirleri
yüzünden bunları inkâr ettiklerini belirtmesidir. Onların bu davranışlarıyla,
sırf haksızlık, gurur ve kibirleri yüzünden Hz. Muhammed (s.a.s.)’in
peygamberliğini inkâr eden müşriklerin davranışları arasında benzerlik vardır.
Meselâ Peygamberimiz (s.a.s.)’i “el-Emîn” ve “es-Sâdık” vasıflarıyla niteleyenler
Mekkelilerdi. Hattâ Allah Resûlü’nün amansız bir düşmanı olan Ebû Cehil bile
O’na bir gün:
“−Yâ
Muhammed! Ben sana, «Sen yalancısın!» demiyorum. Fakat şu getirdiğin davetini
istemiyorum...” diyerek Efendimiz’in doğruluğunu vicdânen kabul ettiğini, fakat
davetine icâbet etmekte nefsine mağlûb olduğunu bir bakıma îtirâf etmişti.
Nitekim bu hâl, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilmektedir:
“…Gerçekte
onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler bile bile Allah’ın âyetlerini
inkâr ediyorlar.” (En‘âm 6/33)
Dolayısıyla
Kur’an’ın maksadı, muhataplarına, yaptıklarının, Firavun ve kavminin
yaptıklarına benzediğini anlatıp, onları intibâha davettir.
Hz.
Mûsâ ve Firavun kıssasıyla, Allah ve peygamber düşmanı zâlimleri bekleyen fecî
âkibete dikkat çekildikten sonra, şimdi de Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman
kıssalarından aktarılacak kesitlerle Allah’ın ve Peygamber’in yoluna
kendilerini adamış mü’minlere müjdelenen nimetler haber verilmektedir:
15. Doğrusu biz Dâvûd’a ve Süleyman’a husûsî bir ilim verdik. İkisi de: “Bizi mü’min kullarının birçoğuna üstün kılan Allah’a hamdolsun” dediler.
Hz.
Dâvûd ve Hz. Süleyman’a verilen “ilim”den maksat; şeriat ilmi, insanlar
arasında hükmedebilecek bir bilgi ve salahiyet, yeryüzünde halifelik, Hz.
Dâvûd’a verilen Zebur, her ikisinin de hayvanların dilinden anlamaları ve
başkalarının bilmediği sahalarda bilgi sahibi olmalarıdır. İlim, nimetlerin en
kıymetlisi olduğundan, her iki peygamber de, kendilerinin lütfedilen bu nimet
sayesinde mü’min kulların birçoğundan üstün tutulduklarını belirterek Allah’a
hamd etmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Allah, içinizden gerçekten iman
etmiş olanların makamını bir derece ve imanla birlikte kendilerine ilim de
verilmiş olanların makamlarını ise derecelerle yükseltir” (Mücâdile 58/11)
buyrularak ilmin bu faziletine işaret edilir.
Süleyman
(a.s.), Hz. Dâvûd’un peygamberlik ve halifelik vazifesine vâris olmuştur. Eğer
söz konusu edilen “mal” olsaydı, ona tüm kardeşlerin eşit olarak mirasçı olması
gerekirdi. Yine Allah Teâlâ ona lutuf ve kereminden, daha sonra kimseye nasip
etmediği bir mülk ve saltanat verdi. Zira Hz. Süleyman: “Rabbim beni bağışla
ve bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir mülk ve saltanat ihsan
eyle! Şüphesiz bütün nimetleri bağışlayan, lutufları bol olan yalnız sensin!” (Sād
38/35) diye dua etmiş, bunun üzerine Cenâb-ı Hak da ona emriyle kolayca akıp
giden rüzgârı, binâ inşâ eden ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla
bağlı diğer mahlukâtı onun emrine amâde kılmıştı. (bk. Sād 38/36-38)
Peki
Süleyman (a.s.)’a öğretilen مَنْطِقُ الطَّيْرِ (mantıku’t-tayr) neydi? Bu terkip “mantık” ve
“tayr” kelimelerinden oluşur. “Mantık”, esasen “nutuk” demektir, fakat mantığın
temeli olan “ruhî kuvvet” mânasında ıstılah olarak kullanılır. Bilinen nutuk
ise, insanın içinde oluşan hisleri ifade etmek için seslenilen ve çoğu dil ile
çıkarıldığından dolayı dil, lisan ve lügat dahi denilen tekil veya mürekkep
haldeki lafızlardır. Bu tür bir nutuk gerçek anlamda insana aittir. Ancak
benzetme ve mecaz yoluyla başka türlü ifade biçimlerine de “nutuk” denilir.
Mesela yazı gibi özel işaretlerle bir şey anlatmak insanın iç dünyasına ait bir
nutkun ifadesi olmak üzere mecazen nutuk sayıldığı gibi, güvercinin ötmesi ve
udun çalması da Araplar tarafından “nutuk” kelimesiyle anlatılır. Bu tespitten
hareketle müfessirlerin pek çoğu “mantık”ı, ister tek, ister birkaç sözden
meydana gelmiş olsun, mâna ifade eden veya etmeyen her türlü ses çıkarmanın adı
olarak tanımlamışlardır. Buna göre “mantıku’t-tayr”ı da, kuşun çeşitli hisleri
arasındaki ilişkiyi yöneten hassasiyet kuvveti (mantık) ve hislerini ortaya
koymak için çıkardığı sesler (dil) olarak açıklamışlardır. Mesela horozun yem
aramak için deşinmesinde bir mantık vardır, yemi bulduğu zaman “dık dık” diye
tavukları çağırması da bir nutuk, bir dil demektir. (bk. Zemahşerî, el- Keşşâf,
III, 140; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVI, 186; Elmalılı, Hak
Dini, V, 3665[1])
Kuşlarda
olduğu gibi diğer hayvanlar arasında da çıkardıkları bir takım sesler kanalıyla
anlaşma sağlandığında şüphe yoktur. Âyette sadece kuş mantığının sözkonusu edilmesi, meramı en kısa yoldan ifade etme gayesi
güder. Çünkü Hz. Süleyman, insandan en çok uzakta duran ve kaçan kuşun
mantığını bilince, insana yakın bulunan ve daha çok ihtilat eden hayvanların
mantığını öncelikle ve daha kolay bilir. Nitekim ayette ifade edildiği gibi o,
karıncaların mantığını yani konuşmasını da anlamıştır. Dolayısıyla bu âyet-i
kerîme, Hz. Süleyman’ın bütün hayvan sınıflarının mantığını, dilini bildiğine
delalet etmektedir. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XIX, 237[2])
Hayvanlar
arasında çıkardıkları sesler vasıtasıyla anlaşma olduğuna ve bu bilindiğine
göre, burada önemli olan husus, kuşun veya başka hayvanların Hz. Süleyman’a
konuşmasından öte, tabii olan bu konuşmaları Süleyman (a.s.)’ın anlaması ve
anlayış derinliğidir. O, sadece hayvanların dilini değil, Kur’an’ın ifadesine
uygun olarak onların mantığını biliyordu. Meselâ yalnız kuşların sesleri ve
hareketleriyle ifade ettikleri hislerini anlamakla kalmıyor, o hisleri yöneten
mantığı, perde arkası durumları da kavrıyordu. Bu bakımdan o, hayvanların
çıkardığı seslerdeki kastı anladığı gibi, onları emir-komuta altına alıp ordusu
içinde çeşitli görevlerin yerine getirilmesinde kullanmayı da biliyordu. Ayrıca
kuşların tabii olarak gerçekleştirdikleri “uçma” eyleminin bilgisi bile ona öğretilmişti.
Özellikle ayetlerde ifade edilen rüzgârın Hz. Süleyman’ın emrine verilmesi ve
Belkıs’ın tahtının çok kısa sürede uzun bir mesafeden getirilmesi de bu bilgi
ile ilgili olmalıdır.
İfade
etmeye çalıştığımız üzere “mantıku’t-tayr”, öğretilme özelliği olan bir
bilgidir. Hz. Süleyman bu bilgiyle kuşandığı için hayvanların dilinden
anlamaktaydı. Bu bilginin ona Allah tarafından hususi olarak öğretildiğini ve
dolayısıyla bunun harikulade bir olay kabilinden mûcize olduğunu söyleyip
bırakmak en kestirme yoldur. Bu anlayışın, ta Süleyman (a.s.) zamanındaki ilmî
seviye ve gelişmişlik açısından makul bir anlayış olduğu da kabul edilebilir.
Fakat günümüzdeki bilimsel keşifler bakımından şunu ifade etmek gerekir ki, bu
bilgi, şüphesiz, Allah’ın kâinata koyduğu ince ve esrarengiz kanunlar
çerçevesinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla bu bilginin, ilmî çalışmalar ve
araştırmalar neticesinde elde edilmesinin zamanla imkân dâhilinde olacağını
söylemekte bir sakınca görünmemektedir.
Şimdi Hz. Süleyman’a verilen bu özel bilginin mâhiyeti ve ne işe yaradığı bir örnekle açıklanmak üzere buyruluyor ki:
16. Süleyman Dâvûd’a mirasçı oldu. Şöyle dedi: “Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi ve bize her güzel şeyden bir nasip verildi. Şüphesiz bu, apaçık bir lutuftur.”
Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman’a verilen “ilim”den maksat; şeriat ilmi, insanlar arasında hükmedebilecek bir bilgi ve salahiyet, yeryüzünde halifelik, Hz. Dâvûd’a verilen Zebur, her ikisinin de hayvanların dilinden anlamaları ve başkalarının bilmediği sahalarda bilgi sahibi olmalarıdır. İlim, nimetlerin en kıymetlisi olduğundan, her iki peygamber de, kendilerinin lütfedilen bu nimet sayesinde mü’min kulların birçoğundan üstün tutulduklarını belirterek Allah’a hamd etmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Allah, içinizden gerçekten iman etmiş olanların makamını bir derece ve imanla birlikte kendilerine ilim de verilmiş olanların makamlarını ise derecelerle yükseltir” (Mücâdile 58/11) buyrularak ilmin bu faziletine işaret edilir.
Süleyman (a.s.), Hz. Dâvûd’un peygamberlik ve halifelik vazifesine vâris olmuştur. Eğer söz konusu edilen “mal” olsaydı, ona tüm kardeşlerin eşit olarak mirasçı olması gerekirdi. Yine Allah Teâlâ ona lutuf ve kereminden, daha sonra kimseye nasip etmediği bir mülk ve saltanat verdi. Zira Hz. Süleyman: “Rabbim beni bağışla ve bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir mülk ve saltanat ihsan eyle! Şüphesiz bütün nimetleri bağışlayan, lutufları bol olan yalnız sensin!” (Sād 38/35) diye dua etmiş, bunun üzerine Cenâb-ı Hak da ona emriyle kolayca akıp giden rüzgârı, binâ inşâ eden ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı diğer mahlukâtı onun emrine amâde kılmıştı. (bk. Sād 38/36-38)
Peki Süleyman (a.s.)’a öğretilen مَنْطِقُ الطَّيْرِ (mantıku’t-tayr) neydi? Bu terkip “mantık” ve “tayr” kelimelerinden oluşur. “Mantık”, esasen “nutuk” demektir, fakat mantığın temeli olan “ruhî kuvvet” mânasında ıstılah olarak kullanılır. Bilinen nutuk ise, insanın içinde oluşan hisleri ifade etmek için seslenilen ve çoğu dil ile çıkarıldığından dolayı dil, lisan ve lügat dahi denilen tekil veya mürekkep haldeki lafızlardır. Bu tür bir nutuk gerçek anlamda insana aittir. Ancak benzetme ve mecaz yoluyla başka türlü ifade biçimlerine de “nutuk” denilir. Mesela yazı gibi özel işaretlerle bir şey anlatmak insanın iç dünyasına ait bir nutkun ifadesi olmak üzere mecazen nutuk sayıldığı gibi, güvercinin ötmesi ve udun çalması da Araplar tarafından “nutuk” kelimesiyle anlatılır. Bu tespitten hareketle müfessirlerin pek çoğu “mantık”ı, ister tek, ister birkaç sözden meydana gelmiş olsun, mâna ifade eden veya etmeyen her türlü ses çıkarmanın adı olarak tanımlamışlardır. Buna göre “mantıku’t-tayr”ı da, kuşun çeşitli hisleri arasındaki ilişkiyi yöneten hassasiyet kuvveti (mantık) ve hislerini ortaya koymak için çıkardığı sesler (dil) olarak açıklamışlardır. Mesela horozun yem aramak için deşinmesinde bir mantık vardır, yemi bulduğu zaman “dık dık” diye tavukları çağırması da bir nutuk, bir dil demektir. (bk. Zemahşerî, el- Keşşâf, III, 140; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVI, 186; Elmalılı, Hak Dini, V, 3665[1])
Kuşlarda olduğu gibi diğer hayvanlar arasında da çıkardıkları bir takım sesler kanalıyla anlaşma sağlandığında şüphe yoktur. Âyette sadece kuş mantığının sözkonusu edilmesi, meramı en kısa yoldan ifade etme gayesi güder. Çünkü Hz. Süleyman, insandan en çok uzakta duran ve kaçan kuşun mantığını bilince, insana yakın bulunan ve daha çok ihtilat eden hayvanların mantığını öncelikle ve daha kolay bilir. Nitekim ayette ifade edildiği gibi o, karıncaların mantığını yani konuşmasını da anlamıştır. Dolayısıyla bu âyet-i kerîme, Hz. Süleyman’ın bütün hayvan sınıflarının mantığını, dilini bildiğine delalet etmektedir. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XIX, 237[2])
Hayvanlar arasında çıkardıkları sesler vasıtasıyla anlaşma olduğuna ve bu bilindiğine göre, burada önemli olan husus, kuşun veya başka hayvanların Hz. Süleyman’a konuşmasından öte, tabii olan bu konuşmaları Süleyman (a.s.)’ın anlaması ve anlayış derinliğidir. O, sadece hayvanların dilini değil, Kur’an’ın ifadesine uygun olarak onların mantığını biliyordu. Meselâ yalnız kuşların sesleri ve hareketleriyle ifade ettikleri hislerini anlamakla kalmıyor, o hisleri yöneten mantığı, perde arkası durumları da kavrıyordu. Bu bakımdan o, hayvanların çıkardığı seslerdeki kastı anladığı gibi, onları emir-komuta altına alıp ordusu içinde çeşitli görevlerin yerine getirilmesinde kullanmayı da biliyordu. Ayrıca kuşların tabii olarak gerçekleştirdikleri “uçma” eyleminin bilgisi bile ona öğretilmişti. Özellikle ayetlerde ifade edilen rüzgârın Hz. Süleyman’ın emrine verilmesi ve Belkıs’ın tahtının çok kısa sürede uzun bir mesafeden getirilmesi de bu bilgi ile ilgili olmalıdır.
İfade etmeye çalıştığımız üzere “mantıku’t-tayr”, öğretilme özelliği olan bir bilgidir. Hz. Süleyman bu bilgiyle kuşandığı için hayvanların dilinden anlamaktaydı. Bu bilginin ona Allah tarafından hususi olarak öğretildiğini ve dolayısıyla bunun harikulade bir olay kabilinden mûcize olduğunu söyleyip bırakmak en kestirme yoldur. Bu anlayışın, ta Süleyman (a.s.) zamanındaki ilmî seviye ve gelişmişlik açısından makul bir anlayış olduğu da kabul edilebilir. Fakat günümüzdeki bilimsel keşifler bakımından şunu ifade etmek gerekir ki, bu bilgi, şüphesiz, Allah’ın kâinata koyduğu ince ve esrarengiz kanunlar çerçevesinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla bu bilginin, ilmî çalışmalar ve araştırmalar neticesinde elde edilmesinin zamanla imkân dâhilinde olacağını söylemekte bir sakınca görünmemektedir.
Şimdi Hz. Süleyman’a verilen bu özel bilginin mâhiyeti ve ne işe yaradığı bir örnekle açıklanmak üzere buyruluyor ki:
17. Günün birinde cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan orduları emri üzere Süleyman’ın huzurunda toplandılar. Hepsi birlikte onun tarafından düzenli bir şekilde sevk ve idâre ediliyordu.
18. Nihâyet karıncalar vâdisine geldiklerinde, bir karınca: “Ey karıncalar, yuvalarınıza girin; Süleyman ve orduları farkınıza varmadan sizi çiğneyip ezmesinler!” dedi.
19. Bu sözleri işiten Süleyman masum bir mutluluk içinde tebessüm etti ve: “Rabbim! Bana, anama ve babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve râzı olacağın sâlih ameller işlemeye beni muvaffak kıl. Rahmetinle beni sâlih kullarının arasına ilhâk eyle!” diye yalvardı.
Süleyman
(a.s.) cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan kalabalık bir orduya sahipti.
Bir gün bir gaza için bunlar Hz. Süleyman’ın huzurunda düzenli bir ordu halinde
toplandılar ve yürümeye başladılar. Bunları sevk ve idâre eden Hz. Süleyman’ın
kendisiydi. Sağ ve solu, ön ve arkası, manga ve bölükleriyle bütün ordu onun
emrine göre hareket ediyor ve ilerliyordu. Nihâyet “karıncalar vâdisi”ne
ulaştılar. Burası karıncaların bol olduğu bir vâdiydi. Kur’ân-ı Kerîm, bunun
nerede ve nasıl bir vâdi olduğunu belirtmeğe gerek görmediği için, biz de
tafsilat vermekten sarf-ı nazar ediyoruz. Mühim olan karıncalar reisinin
durumu, konuşması, Allah’ın verdiği hususi bir ilimle Hz. Süleyman’ın bunu
anlaması, kendine lütfedilen bu ilâhî ihsan karşısında gönül dünyasının bir
çağlayan gibi coşarak Allah’a yönelmesi ve kıyamete kadar insan ruhuna
istikâmet verecek muhteva, derinlik ve güzellikteki o muhteşem niyazını
yapmasıdır. Nitekim şu ibretli hâdisedeki görülen durum da aynı ruh
hassasiyetinin sonraki çağlarda tecelli eden izdüşümlerinden biridir:
Bir
gün Kânûnî Sultan Süleyman, sarayın bahçesindeki armut ağaçlarını kurutan
karıncaların öldürülebilmesi için Şeyhulislâm Ebussuûd Efendi’den aşağıdaki
beyitle fetvâ istemişti:
Dırahta
ger ziyân etse karınca
Zararı
var mıdır ânı kırınca?
Pâdişâh’ın
bu fetvâ talebi üzerine, Ebussûd Efendi de, bir beyitle şöyle cevap verdi:
Yarın
Hakk’ın dîvânına varınca;
Süleyman’dan
hakkın alır karınca!
Ordu
karıncalar vâdisine gelince karıncaların reisi, “Süleyman ve ordusu farkınıza
varmadan sizi çiğnemesin” diye oradaki tüm karıncaları uyarıyor. İşin dikkat
çeken tarafı o karınca, Hz. Süleyman’ı ve ordusunu tanıyor. Onların mü’min,
adâletli, şefkat ve merhametli kimseler olduğunu biliyor. Küçücük bir karıncayı
bile bilerek ezmeyecek, onun hukukunu koruyacak seviyede ince ruhlu ve
faziletli kişiler olduklarına şâhitlik ediyor.
Şâir,
şu beytiyle bütün varlıkların hukukunu korumanın ve her sahibine hakkını
vermenin huzurlu bir toplum hayatı için vazgeçilmez bir kaide olduğunu ne güzel
ifade eder:
“Umûmu
müstefîd etmez husûsun hakkını ibtâl
Sakın
bir ferdi ezme gayret-i efrâd lâzımsa.” (Nâilî-i Cedîd)
“Birkaç
kişinin veya bir zümrenin hakkını ellerinden alıvermekle bütün bir milleti
memnun ederim zannına kapılma! Eğer bütün bir insan topluluğunu memnun etmek
istiyorsan, onlar arasından bir tek kişiyi bile ezmemek lâzımdır.”
Karıncanın
konuşmasından şöyle bir işaret çıkarmak mümkündür: “Ben kavmimi dünyaya karşı
zâhid olmaya teşvik ediyorum. Eğer sizi bu mülk ve saltanat içinde görürlerse
buna rağbet etmelerinden korktum da zühd duygularının zedelenmemesi için
yuvalarına girmelerini emrettim.” Bu izahı doğru kabul edersek, burada
büyüklerin evlât, âile ve cemaatlerini iyiye yönlendirmedeki vazifelerine
dikkat çekilmektedir. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 414) Zâten âyet-i
kerîmede, vukuundan korkulan tehlikelere karşı en güzel şekilde korunmanın
lüzûmuna bir delil olduğu açıktır. Hayat sahibi varlıklar, fıtratları gereği
böyle bir dikkat ve temyiz kuvvetine sahiptirler.
Rivayete
göre karınca Süleyman (a.s.)’a:
“-
Allah’ın sana verdiği en büyük şeref nedir?” diye sorar. Hz. Süleyman:
“-
Allah, benim emrime havayı Mûsâhhar kıldı” der. Bunun üzerine karınca:
“-
Bunda, sana verilen tüm bu nimetlerden elinde «hava»dan başka bir şey
kalmayacağına bir işaret olduğunu anlamaz mısın?” nasihatinde bulunur.
(Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 414)
Ziyâ
Paşa’nın şu beyti de bu mânayı telmih eder:
“Derler
ki hava üzre gezer taht-ı Süleymân,
Ol
saltanatın yeller eser şimdi yerinde.”
Hz.
Süleyman, karıncanın konuşmasını duydu, ne demek istediğini anladı. Bu konuşma
onun çok hoşuna gitti, sevindi, neşelendi. Hemen ve istediği şekilde
cezalandırmaya muktedir bir adamın, cezasından kurtulmaya çalışan küçük birinin
o kurtulma çabasına sevindiği gibi sevindi. Bu sebeple tatlı bir mutluluk
içinde tebessüm etti. Fakat bu neşe ve tebessüm, dünyevî bir başarıya değil,
ilmî, manevî ve ruhânî bir güzelliğe duyulan hayranlığın bir tezâhürü idi. Bu
sebepledir ki, bu ilâhî lutuf karşısında Süleyman (a.s.), zerre miktarı bir
taşkınlığa meyletmeksizin, tüm varlığıyla kulluk zırhına bürünüp Allah’a yöneldi
ve:
“Rabbim!
Bana, anama ve babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve râzı olacağın sâlih
ameller işlemeye beni muvaffak kıl. Rahmetinle beni sâlih kullarının arasına
ilhak eyle!” (Neml 27/19) diye dua etti.
Süleyman
(a.s.), bu duayla Rabbinden üç mühim talepte bulunmuştur:
Birincisi;
hem kendisine, hem de ana-babasına verilen nimetlere şükre muvaffak kılması.
Çünkü Cenâb-ı Hak kullarından şükür istemekte, şükredenlere nimetleri
artıracağını müjdelemekte, fakat şükreden kulların da sayıca çok az olduklarını
haber vermektedir. Diğer taraftan nankörlüğü asla sevmemekte ve nankörlük
yapanları cezalandıracağını bildirmektedir. (bk. İbrâhim 14/7; Sebe’ 34/13)
Buna göre şükre muvaffak olabilmek büyük bir mazhariyettir. Süleyman (a.s.)’ın
duasına “ana-babasına” verilen nimetlere şükrü de katması, kulun sadece kendine
mahsus nimetlere değil, Allah’ın verdiği hususi ve umûmi tüm nimetlere
şükretmesi gerektiğini gösterir.
İkincisi;
Allah’ın râzı olacağı sâlih ameller yapmaya muvaffak kılması. Kulun tüm niyet,
söz, fiil ve davranışlarının Allah’ın rızâsına uygun olması çok büyük bir
başarıdır. Bunu başaran kişi, aynı zamanda Allah’ı gazaplandıran işlerden de
uzak kalabilecektir. Fakat bunu kuluna nasip edecek olan yalnızca Allah
olduğundan, böyle bir duaya devamın ehemmiyeti açıktır.
Üçüncüsü;
Allah’ın rahmetiyle sâlih kullar arasına girebilmesi, hüsn-i hâtime istemesi.
Buradaki “salâh”tan maksat, hiçbir günah lekesi olmayarak rahmet-i rahmâna
kavuşmaktır. Kişinin iyi hâlinin devam etmesi, ahlâkının peyderpey kemâle
ermesi, kulluktaki sadakat ve samimiyetinin artması ve hüsn-i hâtimeyle Rabbine
varabilmesi için sâlih ve sâdıkların arasında bulunması zaruridir. Dünyada
sâlih ve sâdık kullarla dost olanlar, âhirette de onlarla birlikte cennete
gireceklerdir. Bu sebeple en seçkin kullar olan peygamberler bile Cenâb-ı
Hak’tan sâlihlerle beraber olmayı istemişlerdir. Nitekim Yûsuf (a.s.):
“Rabbim!
müslüman olarak canımı al ve beni sâlih kullarının arasına kat!” (Yûsuf
12/101) diye dua etmiştir.
Allah
Teâlâ da bunun ehemmiyetine binâen:
“Ey
iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının; özü sözü doğru, samimi ve dürüst
insanlarla beraber olun!” (Tevbe 9/119) buyurur.
Hükümdarlık
ve saltanatının en muhteşem bir deminde Süleyman (a.s.)’ın bu duası ile ortaya
koyduğu bu yüce ruh hâli, her türlü fazilette toplumlarına örnek olmaları lazım
gelen devlet adamlarına yüksek ilhamlar verecek pek mühim dersler ihtivâ
etmektedir.
Süleyman (a.s.)’ın kuşların dilinden anlamasına
gelince:
20. Bu arada Süleyman ordusundaki kuşları teftiş etti. Şöyle dedi: “Bana ne oluyor ki, Hüdhüd’ü göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?”
21. “Madem öyle, onu şiddetli bir şekilde cezalandıracağım, belki de kafasını koparacağım, ya da bana mazeretini gösteren apaçık bir delil getirir.”
Süleyman
(a.s.)’ın ordusunun bir bölüğü kuşlardan oluşmaktaydı. Bütün orduyu kontrol
altında tutup dirâyetle idâre eden Hz. Süleyman, kuşları şöyle bir gözden
geçirdi. İçlerinde Hüdhüd’ün olmadığını gördü. Hüdhüd, “çavuş kuşu” denilen ve
kendine has nağmelerle öten bir kuş çeşididir. Bunun, Hz. Süleyman’ın su arama
ve suyun yerin ne kadar derinliğinde bulunduğunu keşfedip haber verebilme gibi
özel bir hizmetinde bulunduğu söylenmektedir. Böyle mühim bir vazifesi olan
birinin arandığı zaman bulunmaması, gerçekten de kumandanı hiddetlendirecek bir
durum arz etmektedir.
Hz.
Süleyman’ın bu dikkati ve hiddeti, onun ülkesini nasıl bir uyanıklıkla idare
ettiğini, halkı üzerinde titrediğini ve onların tüm işlerinden kendini sorumlu
sayarak her biriyle en güzel şekilde ilgilendiğini gösterir. Öyle ki, en küçük
bir kuşun bir an bile olsa gözden uzak olması ona gizli kalmamaktadır. Buna
göre halkın mesuliyetini omuzlanan devlet adamlarının, idâreleri altında
bulunan kişilerin durumlarını iyice araştırmaları, dertleriyle yakından
ilgilenmeleri ve onları gereği gibi korumaları en önemli görevlerinden biridir.
İşte adâletiyle dünyaya ün salan Hz. Ömer’in:
“Dicle
kenarında bir kurt kapsa koyunu
Gelir
de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu” şeklindeki gönül hassâsiyeti buna muşahhas
bir misaldir.
Bir
misal de cihan padişahı Kanunî Sultan Süleyman’dan:
Kânûnî’nin
Avusturya’ya yaptığı seferlerin birinde idi. Ordu düşmana doğru ilerlerken,
gayri müslimlerin köylerinden de geçiliyordu. Kânûnî, mola verdiği bir sırada
hıristiyan bir köylü, huzûruna geldi ve:
“–Sultânımız!
Askerlerinizden birisi bağımdan üzüm koparmış ve yerine de parasını asmış! Size
teşekkür ve tebrîke geldim” dedi.
Bunun
üzerine Kânûnî Sultan Süleyman Han, derhal o askeri buldurtup seferden menetti.
Buna hayret eden hıristiyan köylüye de şöyle dedi:
“–Askerin
hâli, zafere erişmenin ilk adımıdır. Eğer o asker, parayı üzümünü aldığı asmaya
bağlamamış olsaydı, bu ordunun adı zâlimler ordusu olurdu ve o askerin kellesi
giderdi. O parayı asmaya bıraktığı için kellesini kurtardı, ancak sahibinden
izinsiz mal aldığı için seferden men cezasına çarptırıldı.”
Âyette
ifade edildiği şekilde Hz. Süleyman’ın “bana ne oluyor ki” diye söze başlayarak
ilk safhada yanlış görmeyi kendine izâfe etmesi, peygamberlerin tebalarını sevk
ve idârede, onların hatalarını tashihte gösterdikleri edep, nezâket ve zarâfetin
açık bir misâlidir. Nitekim aynı nezâketi Resûlullah (s.a.s.)’in hayatında daha
fazlasıyla müşâhede etmek mümkündür. Efendimiz (s.a.s.), gördüğü hatalı
davranışlarda hatayı işleyen kişiyi bizzat muhatap almaksızın sanki herkese
söylüyormuşçasına genel ifadeler kullanırdı. Böylece hata işleyen kişinin
toplum içinde rencide olmadan yanlışını düzeltmesini sağlardı. Hz. Âişe diyor
ki:
Peygamberimiz,
birisinin kendisi hakkında bir şey söylediğini duyduğunda:
“Falana
ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyor” demez de “Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyorlar”
derdi. (Ebû Dâvûd, Edeb 6)
Hataları
örtmede gece gibi olan Rasûl-i Muhterem (s.a.s.), bazan de muhâtaplarının
hatâsını onlara yakıştıramadığını hissettirmek maksadıyla: “Bana ne oluyor
ki sizi böyle görüyorum” buyururdu. (Buhârî, Menâkıb 25; Müslim, Salât 119)
Peygamberlerin
bu örnek ahlâkını kendilerine bir mihenk ve bir fiilî kıstas olarak kabul edip
baş tâcı yapan Allah dostları, menfî bir durumla karşılaştıkları veya malî bir
kayba uğradıkları vakit, yaptıklarını şöyle bir gözden geçirerek kendi
kusurlarını araştırırlar. Demek ki İslâm, bizden ne kadar ulvî bir ahlâk,
hassâs bir ruh ve rakîk bir kalp istemektedir.
İşin
bir boyutunu, izah edilmeye çalışıldığı kadarıyla, ahlâkî incelik oluşturduğu
gibi, diğer boyutunu da siyâsî ve idârî muktedirlik ve hassâsiyet teşkil
etmektedir. Burada Hz. Süleyman’ın bir hükümdar ve komutan olarak isyankârlara
karşı net bir tavır ortaya koyduğu görülür. Geçerli bir mazeret beyân edemediği
takdirde Hüdhüd’ü şiddetli bir şekilde cezalandıracağını veya kellesini
uçuracağını söyler. Böylece Hüdhüd üzerinden vazifesini ihmal eden herkese
ciddi bir gözdağı vermiş olur. Bu ifade, cezanın suç işleyenin bedenine göre
değil de, işlenen suça göre olacağına delil teşkil etmektedir. Bununla
birlikte, cezalandırılacak olan şahsa belli şartlar dâhilinde yumuşaklık
gösterilebilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in suçların bağışlanması hususunda daima
teşvikte bulunduğu görülmektedir. (bk. Bakara 2/178; Mâide 5/45)
Gelelim
Hüdhüd’ün kedini savunmasına:
22. Çok geçmeden Hüdhüd çıkageldi ve Süleyman’a dedi ki: “Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana Sebe’ kavminden çok mühim ve doğruluğu kesin bir haber getirdim.”
Hz.
Süleyman’ın bu kesin kararlılığını ve disiplinini bilen Hüdhüd, gözden
kayboluşunu makûl kılacak ve hükümdarın dinlemesini sağlayacak şok edici bir
haberle sözlerine başlıyor: “Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana
Sebe’[1]
kavminden çok mühim ve doğruluğu kesin bir haber getirdim” diyor. Gerçekten
tebaasından birinin “senin bilmediğin bir şey biliyorum” şeklindeki bir ifadesi
karşısında merak edip etkilenmeyecek hangi hükümdar olabilir ki? Sonra Hüdhüd
getirmiş olduğu o kesin haberin mâhiyetini açıyor: Sebe’lilere hükümdarlık
yapan, pek çok imkâna sahip, büyük bir tahtı ve güçlü bir yönetimi olan bir
kadından bahsediyor. İşin bu kısmı Hz. Süleyman’ı fazla heyecanlandırmıyor.
Halbuki normalde krallar daha ziyade bu nevi dünyevî saltanata tama ederler.
Fakat Hüdhüd, onların Allah’ı bırakıp güneşe taptıklarını, şeytana tâbi olup
doğru yoldan kaydıklarını söyleyince, işte o zaman esas hedefi Allah’ın dinini
tebliğ ve i’lây-ı kelimetullah olan Hz. Süleyman harekete geçiyor, doğru
söyleyip söylemediğini tespit edip ona göre bir karara varacağını belirtiyor:
[1]
Sebe’, o zaman Güney Arabistan’da yer
alan ve halkı ticâretle tanınmış bir ülke idi. Başkenti de, şimdiki Kuzey
Yemen’in merkezi Sana’nın kuzey doğusunda, takrîben
23. “Sebe’lilere hükümdarlık yapan bir kadın buldum ki, kendisine her güzel şeyden bir nasip verilmiş; onun büyük bir tahtı ve pek güçlü bir yönetimi var.”
24. “Ne var ki, onun ve kavminin Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Anlaşılan, şeytan onlara amellerini süslü göstermiş, onları yoldan saptırmış, bu yüzden doğru yolu bulamıyorlar.”
25. “Oysa göklerdeki ve yerdeki gizlilikleri açığa çıkaran, sizin gizlediğiniz ve açıkladığınız her şeyi bilen Allah’a secde etmeleri gerekmez mi?”
26. “O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. O, büyük arşın Rabbidir.”
Hz. Süleyman’ın bu kesin kararlılığını ve disiplinini bilen Hüdhüd, gözden kayboluşunu makûl kılacak ve hükümdarın dinlemesini sağlayacak şok edici bir haberle sözlerine başlıyor: “Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana Sebe’[1] kavminden çok mühim ve doğruluğu kesin bir haber getirdim” diyor. Gerçekten tebaasından birinin “senin bilmediğin bir şey biliyorum” şeklindeki bir ifadesi karşısında merak edip etkilenmeyecek hangi hükümdar olabilir ki? Sonra Hüdhüd getirmiş olduğu o kesin haberin mâhiyetini açıyor: Sebe’lilere hükümdarlık yapan, pek çok imkâna sahip, büyük bir tahtı ve güçlü bir yönetimi olan bir kadından bahsediyor. İşin bu kısmı Hz. Süleyman’ı fazla heyecanlandırmıyor. Halbuki normalde krallar daha ziyade bu nevi dünyevî saltanata tama ederler. Fakat Hüdhüd, onların Allah’ı bırakıp güneşe taptıklarını, şeytana tâbi olup doğru yoldan kaydıklarını söyleyince, işte o zaman esas hedefi Allah’ın dinini tebliğ ve i’lây-ı kelimetullah olan Hz. Süleyman harekete geçiyor, doğru söyleyip söylemediğini tespit edip ona göre bir karara varacağını belirtiyor:
[1] Sebe’, o zaman Güney Arabistan’da yer alan ve halkı ticâretle tanınmış bir ülke idi. Başkenti de, şimdiki Kuzey Yemen’in merkezi Sana’nın kuzey doğusunda, takrîben
27. Süleyman dedi ki: “Doğru mu söylüyorsun, yoksa yalancının biri misin, şimdi göreceğiz.”
Hüdhüd’ün
“sana Sebe’ halkından çok mühim ve doğuluğu kesin bir haber getirdim” sözünde
devlete arz olunacak haberlerin iyi araştırılarak şüpheden uzak olması
gereğine; Hz. Süleyman’ın da “doğru söyleyip söylemediğine bakacağız” sözünde
de devlet başkanın her duyduğu habere güvenerek harekete geçmemesinin ve o
haberin doğruluğunu mutlaka araştırmasının önemine işaret vardır. Nitekim
âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ey
iman edenler! Size, ‘hiçbir endişe, iç burkulması duymadan dinin emir ve
yasaklarını açıktan açığa çiğneyebilen ve yalana aldırmayan’ bir kimse önemli
bir haber getirecek olursa bunun doğru olup olmadığını iyice araştırın. Yoksa
bilmeden bir topluluğa karşı haksız bir saldırıda bulunur, sonra da yaptığınıza
pişman olursunuz!” (Hucurât 49/6)
Ayrıca
burada “haber-i vâhid”in[1]
kesin bilgi ifade etmediğine, doğru ya da yanlış olma ihtimalinin bulunduğuna,
dolayısıyla bu hususta “caiz” sınırında durmak gerektiğine bir delâlet görmek
mümkündür. Diğer yönden o haberi getireni hemen reddetmeyip, verdiği haberin
doğru veya yanlış olduğuna bakmanın lüzûmuna da bir işaret vardır. Süleyman
(a.s.), Hüdhüd’ün mazeretini kabul ederek onu cezalandırmaktan vazgeçmiştir.
Bununla devlet başkanının ve mevkilerine göre diğer idârecilerin, halkın
mazeretlerini kabul edip cezalandırmayı bırakmaları tavsiye olunmaktadır.
Bu
âyet-i kerîmeler, müşriklere ve dinden habersiz insanlara mektuplar gönderip bu
yolla onları İslâm’a daveti bir üsul olarak önümüze koyar. Ayrıca dinin tebliği
bakımından günümüzün mektup, telefon, telgraf, mesaj, mail gibi tüm iletişim
vasıtalarının etkin bir şekilde kullanımını teşvik eder. Nitekim Resûlullah
(s.a.s.), Medine döneminde pek çok devlet başkanı ve kabile reisine İslâm’ı
tebliğ etmek üzere mektuplar göndermiştir.
Hüdhüd mektubu alıp gitti, emredildiği gibi
mektubu onların yanına bıraktı. Bir kenara çekilip Belkis ve tayfasının ne
yapacaklarını ve mektuptaki taleplere nasıl bir karşılık vereceklerini
beklemeye başladı:
[1]
Haber-i vâhid: Tek kişinin verdiği haber.
28. “Şu mektubumu götürüp onların yanına bırak; sonra onlardan biraz öteye çekil de hangi neticeye varacaklarını gözle!”
Hüdhüd’ün “sana Sebe’ halkından çok mühim ve doğuluğu kesin bir haber getirdim” sözünde devlete arz olunacak haberlerin iyi araştırılarak şüpheden uzak olması gereğine; Hz. Süleyman’ın da “doğru söyleyip söylemediğine bakacağız” sözünde de devlet başkanın her duyduğu habere güvenerek harekete geçmemesinin ve o haberin doğruluğunu mutlaka araştırmasının önemine işaret vardır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ey iman edenler! Size, ‘hiçbir endişe, iç burkulması duymadan dinin emir ve yasaklarını açıktan açığa çiğneyebilen ve yalana aldırmayan’ bir kimse önemli bir haber getirecek olursa bunun doğru olup olmadığını iyice araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa karşı haksız bir saldırıda bulunur, sonra da yaptığınıza pişman olursunuz!” (Hucurât 49/6)
Ayrıca burada “haber-i vâhid”in[1] kesin bilgi ifade etmediğine, doğru ya da yanlış olma ihtimalinin bulunduğuna, dolayısıyla bu hususta “caiz” sınırında durmak gerektiğine bir delâlet görmek mümkündür. Diğer yönden o haberi getireni hemen reddetmeyip, verdiği haberin doğru veya yanlış olduğuna bakmanın lüzûmuna da bir işaret vardır. Süleyman (a.s.), Hüdhüd’ün mazeretini kabul ederek onu cezalandırmaktan vazgeçmiştir. Bununla devlet başkanının ve mevkilerine göre diğer idârecilerin, halkın mazeretlerini kabul edip cezalandırmayı bırakmaları tavsiye olunmaktadır.
Bu âyet-i kerîmeler, müşriklere ve dinden habersiz insanlara mektuplar gönderip bu yolla onları İslâm’a daveti bir üsul olarak önümüze koyar. Ayrıca dinin tebliği bakımından günümüzün mektup, telefon, telgraf, mesaj, mail gibi tüm iletişim vasıtalarının etkin bir şekilde kullanımını teşvik eder. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), Medine döneminde pek çok devlet başkanı ve kabile reisine İslâm’ı tebliğ etmek üzere mektuplar göndermiştir.
Hüdhüd mektubu alıp gitti, emredildiği gibi mektubu onların yanına bıraktı. Bir kenara çekilip Belkis ve tayfasının ne yapacaklarını ve mektuptaki taleplere nasıl bir karşılık vereceklerini beklemeye başladı:
[1] Haber-i vâhid: Tek kişinin verdiği haber.
29. Mektubu alan Sebe’ melikesi adamlarına şöyle dedi: “Ey ileri gelenler! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı.”
30. “Mektup Süleyman’dan geliyor; «Rahmân Rahîm Allah’ın ismiyle» diye başlıyor.”
31. “«Bana karşı büyüklük taslamayın; derhal müslüman olup huzuruma gelin» diyor.”
Belkis
mektubu alır almaz, onun çok mühim, pek şerefli ve değerli bir mektup olduğunu
söyledi. Çünkü o:
› Hârikulâde
bir yoldan gelmiştir. Onu insanlardan bir postacı değil, bir kuş getirip ve
yukarıdan önüne bırakmıştır.
› Filistin ve
Suriye’nin büyük hükümdarı Sultan Süleyman’dan gelen bir mektuptur.
› O, Rahman
Rahim Allah’ın ismiyle başlamaktadır. Bu, o zamana kadar hiç bir hükümdarın tatbik
etmediği, alışık olunmayan olağanüstü bir üsûldü.
› Mektupta
dünya mülk ve saltanatına arzuyu dile getirecek hiçbir kelime, hatta bir işaret
bile yoktu. Bilakis o, en samimi ifadelerle Allah’a davet ediyordu. Dolayısıyla
Belkis ve halkını açık ve anlaşılır bir uslupla isyanı bırakıp itaate yönelmeye
ve müslüman olarak Hz. Süleyman’ın huzurunda hazır bulunmaya çağırması mektubun
en önemli özelliği idi.
“Müslüman
olarak gelmeleri” talebinde, hem “boyun eğmiş, teslim olmuş olarak gelme”, hem
de “İslâm’ı kabul edip müslüman olarak gelme” mânası vardır. Birinci mâna, Hz.
Süleyman’ın hükümdar olma vasfına, ikinci mâna ise, onun peygamberlik vasfına
uygundur. Dolayısıyla mektubun hem dinî hem de siyâsî yönünün olduğu
anlaşılmaktadır.
Süleyman
(a.s.)’ın mektubuna gönlünü kaptıran ve onun ezici tesiri altında kalan Belkis,
verecek bir cevap bulamadı; ancak “bu çok şerefli, çok değerli bir mektup”
diyebildi. Gönlünü saran bu hissiyatı, aynı zamanda hitap ettiği ileri
gelenlerin gönüllerine de aşıladı. Mektubun sahibine cephe almak ve düşmanlık
yapmak istemediği her halinden anlaşılmaktaydı. Bunu açık olarak söylemese de
mektubu bu şekilde tavsif etmekle, beklediği görüşe zemin hazırlamaktaydı.
Aslında bu hüsn-i edep ve yüksek ihtirâmıyla Belkis, fânî saltanatını ebedî bir
mülke çevirme lütfuna erişti; İslâm’la ve Hz. Süleyman’ın beraberliğiyle
şereflendi. Nitekim Firavun’un sihirbazları da, değneklerini atacakları sırada
önceliği Hz. Mûsâ’ya vermeleri, yani Allah’ın peygamberine bir edep ve ihtirâm
gösterisinde bulunmaları sebebiyle, kısa bir müddet içinde şehâdet rütbesine
yücelmişlerdi. (bk. A‘râf 7/115) Câlib-i
dikkattir ki, Resûlullah (s.a.s.)’in çevre ülkeleri İslâm’a davet için
gönderdiği mektupları hürmetle karşılayanları Allah Teâlâ ya hidâyetle
şereflendirmiş veya mülkünün devamını sağlamış; saygısızlık edenleri ise
hidâyetten mahrum bıraktığı gibi pek fenâ bir şekilde cezalandırmıştır.
Efendimiz (s.a.s.)’in mektubunu öpüp başına koyan Necâşi’nin hüsn-i hâtimesi
ile onun mübârek mektubunu parçalama şenaatinde bulunan kisrânın bütün mülk ve
saltanatının paramparça olması bunun en
açık misâlidir. Bütün bunlar dinin alâmet ve nişânelerine saygının
ehemmiyetini, saygısızlığın da fecâatini gözler önüne sermektedir. Bu sebepledir
ki Cenâb-ı Hak:
“Kim
Allah’ın belirlediği nişânelere saygı gösterirse, Allah’a saygı göstermiş olur.
Çünkü bu davranış, kalplerin Allah’a saygıyla dopdolu oluşundandır” (Hac 22/32)
buyurur.
Melike Belkıs’ın mektup karşısında sergilediği ilk
tavır böyle edep, saygı ve ihtiram dolu olunca, olayın ilerleyen bölümlerinin
bu istikamette olumlu geliştiğini görmekteyiz:
32. Melike şöyle devam etti: “Ey ileri gelenler! Bu mesele hakkındaki görüşlerinizi lutfen bana bildirin. Pekâlâ bilirsiniz ki, siz yanımda olmadan ve size danışmadan hiçbir konuda kesin kararımı vermem.”
33. Onlar da: “Biz güçlü, kuvvetli ve oldukça savaşçı bir milletiz. Fakat karar verme yetkisi senindir. Ne dilersen onu emret, biz uygulamaya hazırız” dediler.
34. Melike dedi ki: “Gerçek şu ki, hükümdarlar bir ülkeye girdikleri zaman oranın düzenini altüst ederler; halkının onurlu ve şerefli insanlarını zelil hâle getiriler. Herhalde bunlar da böyle yapacaklardır.”
35. “Şimdi ben onlara değerli bir hediye göndereceğim, elçilerimin ne tür bir cevapla döneceklerine bakıp ona göre kararımı vereceğim.”
Belkis
burada devlet erkânının görüşlerine müracaat etmekte, hâdise hakkındaki
fikirlerini istemekte ve durum değerlendirmesi yapıp ortak bir kanaat ortaya
çıkarmalarını beklemektedir:
Şimdiye
kadar ki verdiği emirlerde ve yaptığı işlerde onları yanına almadan hiçbir işi
kestirip atmamış, şimdiye kadar devlet işlerinin hiçbirinde keyfi bir yönetimde
bulunmamış, onların fikrini dinlemeden hiçbirini kendiliğinden yürürlüğe
koymamış, her ne emir vermişse onların huzurunda ve görüşlerini alarak
vermişti. Onun için bu mektup işinde de onların fikir ve fetvalarıyla kuvvet
almak istediğini belirtti. Demek ki, Belkis’in devlet işlerini istişâre için
huzurunda toplanan maruf bir topluluk vardı. Ayrıca söz konusu ifadeler,
krallıkla yönetilmesine rağmen Sebe’lilerdeki idâre şeklinin tam bir
diktatörlük olmadığını, aksine zamanın hükümdarının mühim işlerde, devlet
erkânıyla istişare ettikten sonra karar verdiğini göstermektedir.
Burada
tüm işlerin, bunlar arasında devlet işlerinin de istişâreyle yapılmasının
önemine dikkat çekilir. Nitekim Allah Teâlâ Peygamber (s.a.s.)’e: “Karara
bağlanacak işlerde onlarla istişâre et!” (Âl-i İmran 3/159) diye emir
vermiştir. Yine Cenâb-ı Hak, fazilet sahibi kullarını överken: “Aralarındaki
işlerini istişâre ederek yürütürler” (Şûrâ 42/38) buyurur.
Belkıs’ın
istişârede bulunduğu ileri gelenler, “Biz güçlü, kuvvetli ve oldukça savaşçı
bir milletiz” (Neml 27/33) diyerek teslim olmamak için savaşmak lâzım
geleceğini düşünerek güç ve kuvvetlerini yeterli olduğunu ve gerektiğinde
şiddetli bir şekilde savaşabileceklerini belirtmişlerdir. Bununla beraber
açıkça “Savaşmalıyız” demiyorlar; doğrusu kraliçenin emrine karışmayı da pek
uygun bulmuyorlar. Âdeta savaş olmadan bir çare bulunabildiği takdirde sürûr
duyacaklarını hissettirir bir şekilde kararı ehline teslim ederek ve siyasî bir
taktik göstererek sözü şöyle bitiriyorlar: “Bununla birlikte karar verme
yetkisi senindir, senin sorumluluğunda olan bir vazifedir. Ne emredeceğini sen
düşün ve karar ver. Savaş mı yaparsın, yoksa barışa bir yol mu bulursun? Bu
senin bileceğin bir durumdur. Hangi kararı verirsen ver, biz onu yapmaya
hazırız. ”
Belkis,
beyân edilen fikir ve kanaatlerin kendi düşüncesi çerçevesinde ortaya çıktığını
gördü. Bu kez kadınlığın getirdiği savaş ve yıkıcılığa aykırı fıtrî bir
temâyülle harp ihtimâlini bir tarafa bırakmak üzere sözüne devam etti.
Kralların savaşarak bir memlekete girdiklerinde oranın düzenini bozup perişan
ettiklerini, halkının izzet ve şeref sahibi olanlarını hor ve hakir hale
getirdiklerini; öldürme, esaret, sürgün, hapis ve benzeri çeşitli zillet, hakaret
ve kötülüklere düşürdüklerini hatırlattı. Mektubunda “bana karşı baş
kaldırmayın” ikazında bulunan Hz. Süleyman’ın da böyle yapma ihtimalinin uzak
olmadığını imâ etti. Böylece ileri gelenlerin gönüllerinde az da olsa bulunması
muhtemel savaşma meylini tamamen ortadan kaldırdı. Savaştan mümkün olduğu kadar
sakınmak ve memleketi düşman istilâsına uğratmaya sebebiyet vermemek gerektiği
düşüncesini iyice tebellür ettirmiş oldu. Elçileriyle hediye gönderme kararı
ise bu düşüncesinin son hamlesi oldu. Gönderdiği hediyeyle Hz. Süleyman’ın
gerçek durumunu yoklayacak ve ona göre hareket edecekti. Eğer Süleyman (a.s.)
bu hediyeleri kabul ederse, bu onun dünyalık peşinde olduğunu ve barış için
dünyevî vasıtaların fayda verebileceğini anlayacaktı. Yok eğer kabule yanaşmazsa
o zaman bunun akideyle alakalı ulvî bir dâva olduğunu bilecek; hiç bir malın,
hatta yeryüzündeki en değerli şeylerin bile onu durduramayacağını anlayacak ve
teslim olacaktı.
Belkis’in
elçileri Hz. Süleyman’ın huzurunda:
36. Elçiler gelince Süleyman onlara şöyle dedi: “Siz bana mal ile yardım etmek, böylece beni etkilemek mi istiyorsunuz? Şunu bilin ki, Allah’ın bana verdiği nimetler size verdiğinden çok daha hayırlıdır. Ancak siz, bu tür hediyelerinizle sevinir, böbürlenirsiniz.”
Hz.
Süleyman bir peygamberdi ve en mühim vazifesi Allah’ın dinini tebliğdi. Bu
sebeple onun, değeri ne olursa olsun hediyelere kanıp dünya malına aldanarak
esas vazifesini terk etmesi düşünülemezdi. Ancak bütün himmetlerini dünyaya
yönlendiren kimseler, onunla sevinir ve onunla böbürlenirler. Hesaplarını hep
onun üzerine binâ ederler. Halbuki din nimetinin kıymet bakımından diğer maddi
nimetlerle mukâyesesi bile doğru değildir. Bu hakikatin tam bir idrâki içinde
bulunan Süleyman (a.s.), hediyelere iltifat etmemiş, fânî sevdaların kendini
esas hedefinden saptıramayacağını göstermiş, üstelik siyâsî şartlar öyle
gerektirdiği için de, müslüman olmadıkları takdirde, güç yetiremeyecekleri
ordularla üzerlerine gideceğini söyleyerek onları tehdit etmiştir.
Elçi
dönüp durumu anlatınca Belkıs, artık boyun eğip müslüman olmaktan başka yolun
kalmadığını anladı. Gelip Süleyman’ın hizmetine girmeye karar verdi.
Hazırlığını yaparak ülkesinden yola çıktı. Allah Teâlâ da bu durumu Süleyman
(a.s.)’a vahyen bildirdi. Bu sırada Hz. Süleyman, Belkıs’a saltanatının
muhteşemliğini ve emrindeki kuvvetlerin fevkalâdeliğini gösteren bir jest
olması için onun tahtının kendisine getirilmesini istedi:
37. “Haydi hediyelerinizi de alıp geri dönün ve onlara şunu bildirin: Biz onların üzerine asla karşı koyamayacakları ordularla varacağız; elbette onları zelil ve küçük düşürülmüş bir halde ülkelerinden sürüp çıkaracağız.”
38. Elçi döndükten sonra Süleyman dedi ki: “Ey ileri gelenler! Onlar müslüman olarak bana gelmeden önce, o kadının tahtını hanginiz bana getirebilir?”
39. Cinlerden bir ifrit: “Ben, daha sen makâmından kalkmadan önce onu sana getiririm. Çünkü ben gerçekten bu konuda çok kuvvetli, güvenilir biriyim” dedi.
40. Kitaptan husûsî bir bilgiye sahip kişi ise: “Ben onu sana daha gözünü kırpmadan getiririm” dedi. Süleyman tahtı yanı başında hazır görünce: “Bu, Rabbimin lutfundandır; nimetine karşı şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınıyor. Kim şükrederse kendi iyiliği için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse şüphesiz Rabbim hiçbir şeye muhtaç değildir, lutuf ve keremi pek boldur.”
Hz.
Süleyman bu jestiyle Belkıs’ın kalbine tesir edip onu Allah’a iman ve itaate
yaklaştırmayı hesaplıyordu. Cinlerden bir “ifrit” yani son derece akıllı ve
kuvvetli olan bir cin, tahtı Hz. Süleyman oturduğu makâmından kalkmadan önce
getirebileceğini söyledi. Bunu mutlaka yapabilecek kuvvet ve ona zarar
vermeyecek bir güvenilirliğe sahip olduğunu ilâve etti. Ancak belirtilen bu
zaman dilimi Hz. Süleyman’a uzun geldi. İşin bundan daha kısa bir müddet
içerisinde tamamlanmasını arzu etti. Çünkü tebaası arasında bu işi yüzünün
akıyla başarabilecek istidatta kişilerin bulunabileceğini biliyordu. Gerçekten
de katında kitaptan hususi bir bilgi olan bir kişi, henüz Hz. Süleyman gözünü
kıpırdatmadan tahtı getirip, onun hemen yanı başına yerleştiriverdi. Söylemesi
ile tahtın gelmesi bir oldu. Kur’an, tahtı getiren kişinin kimliğini ve bilgi
aldığı kitabın ne olduğunu gizlediği için, bununla alakalı tartışmaların
sağlayacağı bir faydanın olmadığını düşünüyoruz. Esas üzerinde düşünülmesi
gereken, kocaman tahtın o dönemin ilmî ve teknik şartları içerisinde saniyeden
daha kısa bir süre içinde 2000 km’den daha uzun bir mesafeden getirebilmiş
olmasıdır. Şüphesiz mûcize veya kerâmet olarak kabul edilen bu hâdisenin,
günümüzde elektronik yollarla ses ve görüntü naklinden sonra ışınlama
yöntemiyle eşya nakli üzerinde çalışan bilim dünyasına açık bir ufuk gösterdiği
ve onların önüne yüksek bir çıta koyduğu anlaşılmaktadır. İkinci olarak
üzerinde düşünülmesi gereken nokta, tasarrufu altında gerçekleşen böyle
hârikulâde bir olay karşısında Hz. Süleyman’ın sergilediği kulluk anlayışıdır.
O, Allah’ı çok iyi tanıyor ve bütün nimetlerin O’ndan olduğunu biliyordu. Bunun
bir imtihan olduğunu, Allah’ın kullarını zâhiren şer gibi gözüken şeylerle
imtihan ettiği gibi, zahiren iyilik gözüken şeylerle de imtihan edebileceğini
(bk. Enbiyâ’ 21/35), mühim olanın nimete şükrederek imtihanı kazananlardan
olmanın gereğini söylüyordu. Nankörlerin ise Allah’a bir zarar veremeyecekleri
gibi, kendi istikballerini tehlikeye atmakta olduklarını hatırlatıyordu. Çünkü
Allah hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir. O çok yüce, çok cömerttir;
ihsan ve ikramı boldur.
Belkıs’i
karşılamaya hazırlanan Süleyman (a.s.), bir taraftan melikenin dikkatini
öğrenmek, bir taraftan da Allah’ın huzurundaki ebedî saltanatın yanında dünya
saltanatının bir değeri olmadığını göstermek üzere küçük bir taktiğe başvurdu:
41. Süleyman şöyle dedi: “Onun tahtını tanıyamayacağı hâle getirin; bakalım gerçeğin farkına varacak mı, yoksa varamayacak mı?”
42. Belkıs gelince: “Bak bakalım, bu senin tahtın olmasın?” dendi. O da: “Evet, sanki o! Zâten bize daha önce bu mûcize hakkında bilgi ulaşmış, senin peygamber olduğunu anlamış ve biz müslüman olmuştuk” dedi.
43. Aslında onu, Allah’ı bırakıp taptığı şeyler hak dine girmekten alıkoymuştu. Çünkü o, inkârcı bir toplum içinde yetişmişti.
Hz.
Süleyman, Belkıs’ın tahtını kısa sürede getirtip peygamberliğinin bir delilini
gösterdiği gibi, bir yandan da kendini ziyarete gelen kraliçenin aklî
seviyesini ölçmek istemiştir. Belkıs, üzerinde bir kısım değişiklikler
yapılarak kendisine gösterilen tahtı hakkında, “odur” veya “değildir” şeklinde
kesin bir cevap yerine “evet sanki o” tarzındaki esnek bir cevapla sahip olduğu
aklî seviyeyi ortaya koymuştur. Aslında Belkıs, sahip olduğu akıl ve diğer
istidatlar itibariyle şirk ve sapıklık içinde kalmaması gereken bir şahsiyet
arz etmektedir. Ne var ki o, inkârcı bir toplum içinde yetişmiş, tabii olarak
onların putperestlik âdetlerini benimsemiş ve o şekilde Allah’tan başka şeylere
tapar hale gelmişti. Yani problemin büyük bir bölümü yetiştiği muhitten
kaynaklanıyordu. Ancak üst üste vuku bulan dikkat çekici hâdiseler onun zihin
ve kalp yapısını ciddi bir şekilde sarsmakta, önceki durumunu gözden
geçirmesine zemin hazırlamakta ve yavaş yavaş ona hidâyet kapısını aralamakta
idi. Nihâyet Belkıs’ın gönlüne iman güneşinin doğmasını sağlayan olayların son
perdesi, “Billur Köşk”te gerçekleşti:
44. Belkıs’a: “Buyurun, saraya girin!” dendi. Sarayın eyvanını görünce, zemininde engin ve duru su olduğunu zannedip eteğini yukarı çekti. Süleyman: “Bu, billurdan yapılmış şeffaf bir saraydır” dedi. Belkıs sonunda: “Rabbim! Ben, senden başkasına taparak kendime zulmetmişim! Artık şimdi Süleyman’la beraber Âlemlerin Rabbine gönülden teslim oluyorum!” dedi.
Rivayete
göre Hz. Süleyman, Belkıs gelmeden önce bir köşk binâ etmişti. Köşkün avlusu
billûrdan yapılmış, altından su akıtılmış ve suya balıklar konmuştu. Kendisine
“Köşke gir” dendiğinde Belkıs, zeminin camdan yapılmış şeffaf bir madde
olduğunu fark edemediği ve sudan geçeceğini zannettiği için eteğini çekmişti.
Hâsılı bütün bu tedbir ve tertipler onun akıl ve bilgisine güvenini sarsmış,
kendini ilâhî irşada kabule hazır hâle getirmiş ve sonunda: “Benlik dâvamdan
vazgeçtim, her türlü şirki terk ettim ve boynumu büküp Süleyman’la beraber
Âlemlerin Rabbi Allah’a yürekten teslim oldum!” demişti.
Hz.
Süleyman ve Belkıs kıssasında, özellikle de Belkıs’ın tevhidi kabulleniş
sürecinde yaşanan hâdiselerde, hidâyete susamış gönüllerin İslâm’la buluşma
yollarını açma bakımından çok ince dersler bulunmaktadır. Meselâ kıssanın anlatıldığı dönemde Kureyş
kabilesinin ileri gelenleri, Resûlullah (s.a.s.)’in kendilerini İslâm’a
çağırmasını kabul edemiyor, bunu gururlarına yediremiyorlardı. Böyle fakir
birinin başlarına geçmesini ve kendilerinden üstün olmasını hazmedemiyorlardı.
İşte burada tarihte yaşayan bir melikeden misâl verilerek, davetçi ile muhatap,
lider ile peşinde gidenler arasındaki münâsebetin ince noktaları keşfedilip
iman ve itaatle Allah’a teslim oluşun sırrı çözülmektedir. Kıssa özellikle
malına, mülküne, saltanatına ve aklına güvenerek dinin tâlimâtlarına sırt
çeviren bîgâneleri intibâha çağırıp hidâyete yönlendirmektedir.
Fakat
her saltanat sahibinin Belkıs gibi teslimiyete yanaşmadığı da bir gerçek:
45. Semûd kavmine de, “Allah’a kulluk edin” diye tebliğde bulunması için kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Ama çok geçmeden onlar, birbiriyle çekişen iki grup oluverdiler.
46. Sâlih dedi ki: “Ey kavmim! İyilikler dururken, ne diye başınıza acele bir kötülüğün gelmesini istiyorsunuz? Merhametine kavuşmak için Allah’tan affınızı dileseniz olmaz mı?”
47. Onlar: “Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık” dediler. Sâlih: “Başınıza gelen uğursuzluk, işlediğiniz günahlar yüzünden size Allah tarafından gelen bir uyarı ve cezadır. Doğrusu siz, iyiniz kötünüzden ayrılsın diye sınanmakta olan bir topluluksunuz” dedi.
48. O şehirde dokuz kişilik bir çete vardı ki, bunlar ülkede bozgunculuk yapıyor, hiç ıslah tarafına yanaşmıyorlardı.
49. Bunlar, Allah’a yemin ederek aralarında şöyle anlaştılar: “Sâlih’e ve ailesine geceleyin baskın yapıp hepsini öldürelim. Sonra da hakkını arayacak yakınlarına: «Onun ailesinin uğradığı kıyıma biz katılmadık, kimin yaptığını da bilmiyoruz; emin olun biz doğru söylüyoruz» diyelim.”
50. Onlar akılları sıra böyle bir tuzak kurdular; biz de, onlar farkında olmaksızın tuzaklarını boşa çıkarmak üzere ciddi bir plan yaptık.
51. İşte bak, onların tuzaklarının âkıbeti nasıl oldu? Onları da, onları destekleyen topluluklarını da, geriye bir tek kişi bırakmadan helâk ettik.
52. İşte zulümleri sebebiyle yıkılıp gitmiş, ıssız harâbeye dönmüş evleri! Şüphesiz bunda gerçeği öğrenmek isteyen insanlar için büyük bir ibret vardır.
53. İman eden ve kalpleri Allah’a saygıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanları ise kurtardık.
Sâlih
(a.s.) peygamber olarak gönderilip kavmini yalnızca Allah’a kulluğa davet
edince, bir kısım insanlar ona iman etti, bir kısmı ise inanmadı. Böylece birbiriyle
çekişen, kavga edip duran iki grup ortaya çıkıverdi. Bu çekişme hakkında Allah
Teâlâ şöyle buyurur:
“Kavminin
büyüklük taslayan önde gelenleri, kendi kavimlerinden zayıf ve hor gördükleri
mü’minlere: «Sâlih’in, Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu
kesin olarak biliyor musunuz» diye çıkışırlar, onlar da: «Biz, ona indirilen
her şeye kesinlikle iman ediyoruz» derlerdi. Büyüklük taslayan o zâlimler ise:
«Siz neye inanıyorsanız, işte biz de onu bütünüyle inkâr ediyoruz» diye
mukabele ederlerdi.” (A‘râf 7/75-76)
Hz.
Sâlih onlara nasihata devam etti. Buna rağmen onlar, Allah’ın kaza ve kaderini
unutup uğradıkları tüm uğursuzlukları Hz. Sâlih ve ona inananlara bağladılar.
Dünyanın bir imtihan yeri olduğunu ve kendilerinin de böylece imtihana çekilmekte
olduklarını unuttular. İşi daha da ileri götürdüler. Dokuz kişiden oluşan bir
çete kurdular. Bunların işi gücü memlekette fesat çıkarmak, bozgunculuk
yapmaktı. Toplumda düzenin sağlanması ve ıslahı için hiçbir gayretleri yoktu.
Bunlar Allah adına yemin ederek Hz. Sâlih ve ailesini öldürmeye karar verdiler.
Niyetleri onları öldürmek, fakat sinsi bir planla suçun altından sıyrılmaktı.
Fakat netice bekledikleri gibi olmadı. Her şeyi en iyi bilen ve takip eden
Allah Teâlâ, onların hilelerini boşa çıkardı. Tam Hz. Sâlih ve ailesini
öldürecekleri sırada onları helak etti. Rivayete göre onlar melekler tarafından
atılan taşlarla öldürüldüler. Taşları görüyor, fakat atanları göremiyorlardı.
Bir uçurumun altında kalarak veya sığındıkları bir mağarada üzerlerine kocaman
bir taş yıkılarak helak edildikleri de söylenir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
XIX, 211; Kurtubî, el-Câmi‘, XIII, 217) Daha sonra geri kalan inkârcı
kavim Cebrâil (a.s.)’ın çığlığı ve bundan kaynaklanan şiddetli bir depremle
helak edilmiştir. İman eden, kalpleri Allah’ın saygısı ve korkusuyla dopdolu
olup O’na karşı gelmekten ve her türlü günahtan sakınan kullar ise
kurtulmuşlardır. (bk. A‘râf 7/78; Hûd
11/66-68)
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.)’in peygamber oluşuyla birlikte Mekke’de Semûd kavminin hâline
benzer bir durumun ortaya çıkmış olması dikkat çekicidir. Nitekim Mekke ahâlisi
iki ayrı gruba bölünmüş ve aralarında amansız bir mücâdele başlamıştı.
Dolayısıyla bu kıssa, bu ayetlerin indiği zamandaki şartlara mükemmel bir
şekilde işaret etmektedir. Bu açıdan bakıldığında kıssada Resûlullah (s.a.s.)
ve ona inananlar için bir teselli, müşrikler için de bir uyarı vardır. Çünkü o
dokuz kişilik çetenin Hz. Sâlih’i öldürme hakkında düşündüklerini, müşrikler de
Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında düşünüyor ve onu öldürme teşebbüsünde
bulunuyorlardı. (bk. Enfâl 8/30) Kıssanın işaretine göre onlar bu konuda
başarılı olamayacak, Allah peygamberini ve mü’minleri koruyacak, kâfirler ise
yakın zaman içinde fecî bir sonla helâk edileceklerdir.
Zira insanlık tarihi boyunca hak bâtıl mücâdelesi
hiç değişmedi, değişmeyecek. İşte bir ibretli misal daha:
54. Lût’u da peygamber olarak gönderdiğimizde, kavmine şöyle demişti: “Sizler göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapmaya devam edecek misiniz?”
55. “Sahi siz kadınları bırakıp erkeklere mi şehvetle yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz ne yaptığını bilmeyen pek câhil bir gürûhsunuz.”
56. Kavminin ona cevâbı ise sadece: “Lût’un ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar, temizliğe çok düşkün, pek ahlâklı insanlar(!)” demeleri oldu.
57. Biz de onu ve ailesini kurtardık. Ancak karısı hâriç. Onun geride kalıp helâk edilenlerden olmasını takdir buyurduk.
58. Üzerlerine öyle bir taş yağmuru yağdırdık ki... Azapla uyarılıp da buna aldırmayanların yağmuru ne fenâ bir yağmur oldu!
Lût
kavminin müptelâ olduğu günah, çirkinliği açık olan bir günahtı. Aslında
kendileri de bunun kötülüğünün farkında idiler. Buna rağmen bile bile onu
yapıyorlardı. Onlar, erkeğin şehvetini tatmin için erkeğin değil, kadının
yaratılmış olduğunu biliyorlardı. Zira kadınla erkek arasındaki fark, onların
anlamayacağı kadar kapalı değildi. Fakat yine de bu çirkin işi göz göre göre
yapıyorlardı. Üstelik onlar bu hayasızlığı, hiçbir şeye aldırmayarak, halkın
gözü önünde açıkça icra ediyorlardı. Daha bir azgınlık olsun diye bu işi
yaparken örtünmüyorlardı. Nitekim bu konuya ışık tutan bir diğer âyet-i
kerîmede şöyle buyrulur: “....toplantılarınızda her türlü çirkin işi açıktan
açığa yapmaya devam edecek misiniz?” (Ankebût 29/29) Fakat onlar ahmaklık,
budalalık ve şehvetlerine düşkünlükleri sebebiyle yaptıkları işin feci
neticelerini kestiremiyorlardı. Bütün himmetleri, en münâsebetsiz bir tarzda
bile olsa sadece şehevî arzularını tatmine ve bunu sürdürmeye bağlanmış
durumdaydı. Yaptıklarının nasıl bir ilâhî kahır ve gazap tecellisine sebep
olacağını hesap edebilcek halleri bile yoktu. Allah’ın cezası başlarına inmeye
hazırken, onlar bunu hissetmeyecek kadar gafil ve şehvetlerine dalmış
durumdaydılar. Öyle ki, Lût (a.s.) ve ona inanan temiz insanların iffetlerini
dillerine doluyorlar; “Bunlar güya kendilerini tertemiz sanan insanlarmış,
bunları memleketimizden çıkarın da bizim kirimiz, lekemiz onlara bulaşmasın(!)”
diyorlardı. Bu azgınlıkları, neticede onların gökten sicim gibi yağan taş
yağmurlarıyla helak edilmelerine sebep oldu. (bk. A‘râf 7/80-84; Hûd 11/69-83; Şuarâ 26/160-173)
Burada
dikkat çekilmek istenen nokta, livâta gibi çok çirkin bir günaha mübtelâ olan,
bu yüzden peygamberin ikaz ve irşatlarına kulak asmayan fert ve toplumların
sonunda helak olacağıdır. Dolayısıyla böyle bir günaha düşenler bu kıssa ile
uyarılır ve bunu terk etmedikleri takdirde, bir belâya uğrayacakları
kendilerine hatırlatılır.
Dolayısıyla yapılacak iş, Allah’ın yüceliğini
anlatarak O’nun ortağı olmasının imkânsızlığını açıklamak, O’nun emir ve
yasaklarının pek derin hikmetler taşıdığını bilmek, böylece doğru söze kulak
veren her insanı inanç, amel ve ahlâk bakımından daha güzel bir seviyeye
çıkarmaya çalışmaktır:
59. De ki: “Bütün hamdler Allah’a, selâm da onun seçtiği kullar üzerine olsun! Şimdi söyleyin bakalım, Allah mı hayırlıdır, yoksa müşriklerin O’na ortak koştuğu varlıklar mı?”
Bu
âyet-i kerîmede Yüce Rabbimiz, Peygamberimiz (s.a.s.)’e, nihâyetsiz kudret ve
azametini haber veren âyetleri okumaya başlamadan evvel “Allah’a hamd
etmesini ve O’nun seçkin kullarına selâm vermesini” (Neml 27/59) emreder.
Burada kullara güzel bir edep öğretilmekte, bu iki zikrin bereketinden
istifadeye teşvik edilmekte ve dinleyenlerin kendilerine söylenenlere kulak vermeleri
için bu iki hususun çok büyük bir ehemmiyet taşıdığına dikkat çekilmektedir.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in hutbelerinde ve sohbetlerinde mütemâdiyen tatbik
ettiği bu usûlu, ondan sonra da sahâbe-i kirâm, tabiin, âlimler, hatipler ve
vâizler biri diğerinden miras alarak devam ettirmişlerdir. Allah’ın “seçtiği kullar” öncelikle, “Selâm
olsun gönderilen bütün peygamberlere!” (Sâffât 37/181) âyetinin işaretiyle,
risâleti için seçip beğendiği peygamberlerdir.
Aslında
tek gerçek ilâh olan Allah Teâlâ’nın, iyilik ve hayırlılık bakımından hiçbir
sahte tanrı ile mukayese edilmesi söz konusu olamaz. Ancak şirk hastalığına
tutulmuş ve bu sebeple taptıkları putlardan fayda göreceklerini vehmeden
müşrikleri akıllarını çalıştırmaya ve düşünmeye sevk etmek, böylece hatalarını
fark ettirerek onlara arınmanın yollarını açmak için böyle bir üsûl tercih
edilmiştir. Çünkü onların böyle açık bir soruya karşı durmaları ve müspet cevap
verebilmeleri mümkün değildi. İçlerinden en bağnaz olanları bile, kendi
tanrılarının Allah’tan daha hayırlı olduğu şeklinde bir şey söylemeye cüret
edemezdi. Fakat onlar, Allah’ın daha hayırlı olduğunu itiraf etseler, bu sefer
de şirk anlayışlarını tümüyle terk etmiş olacaklardı. Çünkü böyle bir durumda,
daha yüce ve mükemmel bir inanca karşı daha değersiz bir inancı benimsemek
makul olmayacaktı. Böylece Kur’an, muhaliflerini, daha ilk başta çaresiz
bırakmış oluyordu.
Resûlullah
(s.a.s.) bu ayeti okur okumaz hemen arkasından, “Hayır, sadece Allah (c.c)
hayırlıdır. Ebedi mübârek ve yüce olan yalnız O’dur” diyerek bunun cevabını
da bizzat kendisi verirdi. (Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 205)
Esasen mukayesesi imkansız olmakla birlikte,
hayırlılık bakımından putlarla kendisinin karşılaştırılmasını isteyen Cenâb-ı
Hak, yüce zatını tanıtırken önce ufuklarda tecelli eden kudret ve azamet
nişânelerine yer vermektedir:
60. Onlar mı hayırlı yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten sizin için su indiren mi? Öyle bir su ki biz onunla, bir ağacını bile bitirmeye güç yetiremeyeceğiniz nice güzelliklerle dolu bağlar, bahçeler yetiştiriyoruz. Allah ile beraber başka bir ilâh daha olur mu hiç? Hayır, hayır! Onlar haktan sapan bir gürûhtur.
Buna
göre:
› İçindeki
sayıları meçhul galaksi ve yıldızlarıyla gözleri kamaştıran; aralarındaki
matematiğin sınırlarını zorlayan mesâfelerle birlikte cezb-incizap kanununa
tâbi olarak kendi yörüngeleri etrafında saniyede şu kadar km hızla dönmeleriyle
akıllara durgunluk veren tüm ecrâmiyle gökleri yaratan Allah’tır. Sahip olduğu
bütün unsurlarıyla insan hayatına elverişli hâle getirilen yeryüzünü yaratan da
Allah’tır. Gökten bizim için hayatımızın yegâne kaynağı olan suyu O indirmekte;
o suyla gözlere ve gönüllere neş’e, güzellik ve sürûr veren göz bebeği gibi
kıymetli bağları, bahçeleri O yetiştirmektedir. Öyle ki, bütün insanlar bir
araya gelseler o bahçelerde yetişen milyarlarca ağaçtan sadece birini, hatta
onun bir yaprağını, bir tohumunu bile yaratamazlar. Her ne kadar ekmesinde,
dikmesinde ve yetişmesinde onların emekleri olsa da, bunlar, esasında Allah’ın
insanlara verdiği kuvvet ve akılla olmakla birlikte, ilâhî yaratma ve hayat
verme sırrı yanında bir hiç mesâbesinde kalır.
Böyle
bir Yüce Rabbimiz ve İlâhımız varken, başka bir ilâh aramaya hiç gerek yoktur.
Fakat şirk batağına saplanmış kalpler gerçeği kabullenemiyor, hak yoldan
sapıyor ve bir kısım nesneleri Allah’a denk tutuyorlar.
› Allah
yeryüzünü insanların ve hayvanların yaşayabileceği, suyun durabileceği bir
karargâh kıldı. Arzın belli yerlerinde doğudan batıya, kuzeyden güneye veya
tersi istikâmette akan nehirler akıttı. Yeryüzünün sarsılmadan durması ve
aralardaki vâdilerden ırmakların kolaylıkla akması için oraya sağlam ve sâbit
dağlar yerleştirdi. Tatlı ve tuzlu sularıyla birlikte ırmakları ve denizleri
yarattı; kullarının maslahatına uygun olarak tatlı sularla acı denizleri
birbirine karıştırmamak için aralarına engel koydu. (bk. Furkan 25/53; Rahmân
55/19-20)
Sırf
katından bir lutuf olarak bize bu büyük
nimetleri ihsan eden Allah’a ortak koşmak akıl kârı mıdır? Bu olsa olsa
cehâletten, gerçekleri bilmemekten kaynaklanmaktadır. İşte hakiki ve faydalı
ilim, bu gerçekleri tüm sebep, illet ve hikmetleriyle öğrenmek ve bu hâdiseleri
meydana getiren sonsuz kudret sahibi Allah’ı tanıyıp O’na teslim olmaktır.
Sonra
Rabbimiz, varlığını bize tanıtan enfüsî delillere geçmektedir:
61. Onlar mı hayırlı yoksa yeryüzünü yaşamaya elverişli kılan, içinde yer yer nehirler akıtan, onun sallanmaması için sâbit dağlar yaratan ve iki deniz arasına bir engel koyan mı? Allah ile beraber başka bir ilâh daha olur mu hiç? Hayır, hayır! Onların çoğu gerçeği bilmiyorlar.
Buna
göre:
› İçindeki
sayıları meçhul galaksi ve yıldızlarıyla gözleri kamaştıran; aralarındaki
matematiğin sınırlarını zorlayan mesâfelerle birlikte cezb-incizap kanununa
tâbi olarak kendi yörüngeleri etrafında saniyede şu kadar km hızla dönmeleriyle
akıllara durgunluk veren tüm ecrâmiyle gökleri yaratan Allah’tır. Sahip olduğu
bütün unsurlarıyla insan hayatına elverişli hâle getirilen yeryüzünü yaratan da
Allah’tır. Gökten bizim için hayatımızın yegâne kaynağı olan suyu O indirmekte;
o suyla gözlere ve gönüllere neş’e, güzellik ve sürûr veren göz bebeği gibi
kıymetli bağları, bahçeleri O yetiştirmektedir. Öyle ki, bütün insanlar bir
araya gelseler o bahçelerde yetişen milyarlarca ağaçtan sadece birini, hatta
onun bir yaprağını, bir tohumunu bile yaratamazlar. Her ne kadar ekmesinde,
dikmesinde ve yetişmesinde onların emekleri olsa da, bunlar, esasında Allah’ın
insanlara verdiği kuvvet ve akılla olmakla birlikte, ilâhî yaratma ve hayat
verme sırrı yanında bir hiç mesâbesinde kalır.
Böyle
bir Yüce Rabbimiz ve İlâhımız varken, başka bir ilâh aramaya hiç gerek yoktur.
Fakat şirk batağına saplanmış kalpler gerçeği kabullenemiyor, hak yoldan
sapıyor ve bir kısım nesneleri Allah’a denk tutuyorlar.
› Allah
yeryüzünü insanların ve hayvanların yaşayabileceği, suyun durabileceği bir
karargâh kıldı. Arzın belli yerlerinde doğudan batıya, kuzeyden güneye veya
tersi istikâmette akan nehirler akıttı. Yeryüzünün sarsılmadan durması ve
aralardaki vâdilerden ırmakların kolaylıkla akması için oraya sağlam ve sâbit
dağlar yerleştirdi. Tatlı ve tuzlu sularıyla birlikte ırmakları ve denizleri
yarattı; kullarının maslahatına uygun olarak tatlı sularla acı denizleri
birbirine karıştırmamak için aralarına engel koydu. (bk. Furkan 25/53; Rahmân
55/19-20)
Sırf
katından bir lutuf olarak bize bu büyük
nimetleri ihsan eden Allah’a ortak koşmak akıl kârı mıdır? Bu olsa olsa
cehâletten, gerçekleri bilmemekten kaynaklanmaktadır. İşte hakiki ve faydalı
ilim, bu gerçekleri tüm sebep, illet ve hikmetleriyle öğrenmek ve bu hâdiseleri
meydana getiren sonsuz kudret sahibi Allah’ı tanıyıp O’na teslim olmaktır.
Sonra
Rabbimiz, varlığını bize tanıtan enfüsî delillere geçmektedir:
62. Onlar mı hayırlı yoksa kendine yalvardığı zaman darda kalmış olanın imdâdına yetişip başındaki sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünün halefleri ve hâkimleri yapan mı? Allah ile beraber başka bir ilâh daha olur mu hiç? Ne de az düşünüp ders alıyorsunuz!
63. Onlar mı hayırlı yoksa karanın ve denizin kat kat karanlıkları içinde size yol gösteren ve rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile beraber başka bir ilâh daha olur mu hiç? Allah, onların ortak koştukları şeylerden çok yücedir!
64. Onlar mı hayırlı yoksa bütün varlıkları baştan yaratan, sonra o yaratmayı aralıksız tekrar edip yenileyen, öldükten sonra tekrar diriltecek olan ve sizi hem gökten hem de yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber başka bir ilâh daha olur mu hiç? Eğer doğru söylüyorsanız, haydi delilinizi getirin!
Buna
göre:
›
Allah, el açıp kendine yalvaran darda kalmış kullarının imdâdına
yetişir, dualarına icâbet eder ve sıkıntılarını giderir.
اَلْمُضْطَرُّ (muztar), zaruret ve çaresizlik içinde
kalmış, bunalmış, hiçbir güç ve tâkati olmayan kimsedir. Allah Teâlâ’nın, ancak
dilediği kullarının duasına icâbet etme ve sıkıntılarını defetme muhtariyeti
olmakla birlikte (bk. En‘âm 6/41), burada çoğunlukla çâresizlik hâlinde duanın
kabul olunacağına bir işaret, hatta müjde vardır. Çünkü çâresizlik anlarında ihlas
ortaya çıkar, kul tüm fâni varlıklardan gönlünü koparıp Rabbine bağlar,
imansızlar imana gelir, böylece ilâhî rahmet ve inâyet nâzil olur.
Resûlullah
(s.a.s.) bunalmış, çâresiz kimsenin duası hakkında şu izahı yapar:
“Allahım!
Ben senin rahmetini ümit ederim. Bunun için bir göz açıp kırpacak kadar bir
müddet dahi beni nefsimin eline bırakma! Bütün işlerimi sen ıslah eyle. Senden
başka hiçbir ilâh yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 42)
Efendimiz
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Üç
dua vardır ki, bunların mutlaka kabul olunacağında hiçbir şüphe yoktur:
Mazlumun duası, yolcunun duası ve babanın evladına duası.” (Tirmizî,
Birr 7/1905)
›
Peyderpey gelip geçen önceki nesillerin yerine bizi halef yapan,
burada bize yaşama imkânı veren, lütfettiği akıl, irade ve ilim kuvvetiyle bizi
yeryüzünün hâkimleri yapan da, yapacak olan da Allah’tır.
Bu
da çok büyük bir lütf-i ilâhîdir. Dolayısıyla bu cümle, müminlere daha henüz
İslâm’ın başlangıcında iken gelecekte İslâmî hâkimiyetin gerçekleşeceğini vaat
eden büyük bir müjdeyi ihtiva eder. Sûrenin başındaki “Bu Kur’an, mü’minlere
doğru yolu gösteren bir rehber ve büyük bir müjdedir” (Neml 27/2) tebşirâtı
ile, Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman’ın hükümdarlık kıssasının burada zikredilmesi de
bu mânaya ışık tutmaktadır. Hem ferdi hem de toplumu alakadâr eden bu
gerçekleri düşünüp ders alan kişi, Allah’ın ulûhiyet ve rubûbiyette tek
olduğunu anlayacaktır.
›
Bize kara ve denizin karanlıklarında yol gösteren, bir kısım
kulları için ilâhî bir rahmet tecellisi olan yağmurun öncesinde müjdeci olarak
rüzgârları gönderen de Allah’tır.
Bunlar
da birer büyük nimettir. Bu âyet-i kerîmede kara ve deniz yolculukları
sâyesinde gerçekleştirilecek cihâdla İslâm fetihlerinin ilerleyeceği haber
verilmektedir. Bunları lütfeden ve bundan böyle de lütfedecek olan Allah, bütün
ortaklardan yücedir.
›
Son olarak Allah’ın varlık ve birliğini gözler önüne serip
gönülleri âhirete yönlendiren hem afâkî hem de enfüsî bir delile yer verilir.
Tüm varlığı başlangıçta yoktan yaratan Allah olduğu gibi, onların yaratılışını
belki milyonlarca hatta milyarlarca yıldır kesintisiz devam ettirmektedir.
Kıyamette ise gökleri, yeri ve içindekileri büyük bir inkılapla altüst edip
yeni bir düzenleme ile bir kez daha yaratacaktır. Dünya hayatından sonra âhiret
hayatını gerçekleştirecektir.
›
Bu afâkî delilden sonra tekrar enfüsî bir delile geçilerek, bizi
hem gök hem de yer cihetinden rızıklandıranın Allah olduğu haber verilmektedir.
O
halde Allah ile beraber başka bir ilâhın olması nasıl tasavvur edilebilir?
Çünkü O’nunla birlikte bir ilâh daha olsaydı, ilk defa yaratma başlayamazdı.
İki denk kudret bir birine mani olur, aralarında çatışma çıkardı. Biri galip
gelse, mağlub olan ilâh olamaz, gelmese hiçbiri ilâh olamaz ve bir şey
yaratılmazdı. Neticede şu görülen yaratılış nizamı bulunamaz, bizler de yerden
ve gökten rızıklanamazdık. Demek ki, bu yaratılışı ta başından planlayan,
yapan, kullarını gökten ve yerden maddî ve manevî sayısız rızıklarla
rızıklandıran ve sonra onları öldükten sonra tekrar diriltip hesaba çekecek
olan Allah Teâlâ’dan başka tapılacak hiçbir şey yoktur. Bu hakikate karşı ileri
sürülebilecek doğru bir delil bulmak da mümkün değildir.
Yüce
Rabbimize ait önemli sıfatlardan biri de, hiçbir yaratığın bilmesinin mümkün
olmadığı gaybı yani bizim duyularımızın algı alanı dışında kalan şeyleri
yalnızca O’nun biliyor olmasıdır:
65. De ki: “Göklerde ve yerde Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilemez. Onlar öldükten sonra ne zaman diriltileceklerini de bilemezler.
66. Onların âhiretle alakalı bilgileri kıt ve yetersiz kalmıştır. Dahası, bu hususta şüphe içindedirler. Bunun da ötesinde onlar âhiretten yana kördürler.
“Gayb”;
gizli ve kapalı olan şeyleri, bilinmeyen her şeyi, kişinin müşâhede ve tecrübe
sahasının dışındaki bilgi ve malumatı ifade eder. Ancak ferdî olarak bazı
kimselerin bilip, diğer bir kısım insanların bilmediği birçok husus vardır. Bir
zaman bilinmeyen şey, sonra insanların icat ettikleri bir takım âlet ve
vasıtalarla bilinebilmektedir. Mesela bir ve iki gün sonraki hava durumu, hava
tahmin vasıtalarıyla tespit edilebiliyorsa bu gayb sayılmaz. Cin, melek ve
diğer mahlukât açısından da durum aynıdır. Bir kısmına malum olan şeyler
diğerlerine gizli kalabilmektedir. Fakat bir bütün olarak geçmişte hiçbir
insana, cin veya meleğe bildirilmemiş, halen bilinmeyen ve gelecekte de
bilinemeyecek olan hususlar vardır. İşte burada kastedilen “gayb” budur. Bu
şekilde gizli olan şeylerin tümü sadece ve sadece Alîm olan Allah tarafından
bilinir. Bunlar sadece O’na açık ve zahirdir. Çünkü gökte ve yerde hiçbir şeyin
O’na gizli kalması mümkün değildir. (bk. İbrâhim 14/38) Bunun hikmetine
gelince, insanlar dünyaya imtihan için gelmişlerdir. Eğer gaybı bilselerdi,
imtihanın ehemmiyeti kalmazdı. Hiç kimsenin kulluk imtihanından yana emin
olmaması için Allah Teâlâ gaybı yaratıklarından gizlemiştir.
Rivayete
göre bu âyet-i kerîmeler, müşriklerin Peygamberimiz (s.a.s.)’e kıyâmetin
kopmasına dair soru sormaları üzerine nâzil olmuştur. (Kurtubî, el-Câmi‘,
XIII, 225)
Hz.
Aişe der ki: “Kim Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yarın ne olacağını bildiğini iddia
ediyor ise, hiç şüphesiz Yüce Allah’a karşı büyük bir iftirada bulunmuş olur.
Çünkü O: «Göklerde ve yerde Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilemez»
(Neml 27/65) buyurmaktadır.” (Müslim, İman 287)
Kıyâmetin kopuş ve insanların yeniden diriliş
zamanı da sadece Allah Teâlâ’nın bileceği gayb bilgisine dâhildir. Bu sebeple
insanların onu bilmeleri mümkün değildir. Allah’a ortak koşulan nesnelere
gelince, bizzat kendi geleceklerinden bile haberleri olmadığına göre onlar,
insanların tekrar diriltilip hesaba çekilecekleri zaman olan kıyâmeti nereden
bilecekler? Sahte tanrıların peşinde helak girdaplarına sürüklenen kâfir ve
müşriklere gelince, bunların âhiretle alakalı bilgileri son derece az ve
yetersizdir. Bu, onların âhirete iman etmelerini sağlayacak sağlamlıkta ve
keyfiyette değildir. Fakat bilgiden ziyade onlarda kalp problemi bulunmaktadır.
Kalplerindeki mânevî hastalık sebebiyle onlar âhiretin varlığı hakkında ciddi
bir şüphe içindedirler. Daha da ötesini söylemek gerekirse, onların kalp
gözleri âhirete iman bakımından körelmiştir. Bu sebepledir ki, nakarat halinde
aynı inkâr sözünü tekrarlayıp dururlar:
67. Kâfirler şöyle dediler: “Sahi, biz ve atalarımız çürüyüp toprak olduğumuz zaman mı, yani biz o halde iken mi diriltilip kabirlerimizden çıkartılacağız?”
68. “Doğrusu, böyle tehditler bize yapıldığı gibi, bizden önce atalarımıza da yapılmıştı. Fakat bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değil!”
69. De ki: “Yeryüzünde dolaşın da böyle diyerek günaha gömülmüş inkarcı suçluların sonlarının nasıl olduğuna ibretle bakın!”
70. Rasûlüm! Onların yüzünden üzülme ve kurmakta oldukları tuzaklardan ötürü de canını sıkma!
71. Onlar: “Eğer doğru söylüyorsanız, bizi tehdit edip durduğunuz bu azap ne zaman gerçekleşecek?” diyorlar.
72. De ki: “Bir an önce gelmesini istediğiniz azabın bir kısmı belki de peşinize takılmış, ensenizde patlamak üzeredir.”
Kur’ân-ı
Kerîm’de yer yer tekrar edildiği üzere, âhirete karşı kalp gözleri kör olan
inkârcılar, ölüp toprak olduktan sonra yeniden dirilmeyi akıllarına
sığdıramıyor, İslâm’ın bu temel rüknünün öteden beri tekrar edile gelen bir
masaldan ibaret olduğunu söylüyorlar. Halbuki İslâm, dünya ve âhirete ait tüm
nizamını “âhirete iman, hesap, cennet ve cehennem” esası üzerine kurar. Her iki
âlemin bir haritası, fihristi ve rehber kitabı olan Kur’an’a da ancak, âhirete
iman edenlerin inanıp tâbi olacaklarını haber verir. (bk. En‘âm 6/92) O halde
esas çözülmesi gereken problem, âhirete iman problemidir. Kâfirler bundan
mahrum oldukları için Peygamberimiz (s.a.s.)’in uyarılarına kulak asmıyor,
alaylı bir şekilde tehdit ettiği azabın ne zaman tepelerine ineceğini
soruyorlardı. Cenâb-ı Hak, böyle kimselere yeryüzünde dolaşıp, günahlara
daldıkları için helak edilmiş önceki toplumların feci âkıbetlerine bakıp ibret
almalarını öğütlemekte; tehdit edildikleri azabın bir kısmının peşlerine
takılmış, tepeleri üzerine inmekte olduğu uyarısını yapmakta; Resûlullah
(s.a.s.)’i de onların hallerine üzülmemesi ve kuracakları tuzaklar sebebiyle
canını sıkmaması hususunda teselli etmektedir.
Bununla birlikte:
73. Şüphesiz Rabbin insanlara karşı sonsuz bir lutuf sahibidir; ne var ki onların çoğu şükretmezler.
74. Doğrusu Rabbin onların göğüslerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir.
75. Çünkü göklerde ve yerde gizli olan ne varsa, hepsi apaçık bir kitapta yer almaktadır.
Bütün
inkâr ve isyanlarına rağmen Yüce Rabbimiz insanlara karşı sonsuz lutuf, ikram
ve ihsan sahibidir. Helake müstahak olmalarına rağmen ecellerini geciktirmek ve
bol bol rızık vermek suretiyle onlara lutufta bulunmaktadır. Fakat onların çoğu
bu ilâhî lutufların farkında olmaz, bu büyük nimetlerin şükrünü edâ etmezler.
Halbuki Cenâb-ı Hak, onların her şeylerini bilmektedir. Onların, Resûlullah
(s.a.s.)’e düşmanlık yapmak, tuzaklar kurmak, İslâm’ın tebliği ve yayılmasını
engellemek için gizli planlar yapmak gibi gizli hallerini de, bunlardan açığa
vurduklarını da çok iyi bilmektedir. Ancak çok halîm ve çok sabırlı olduğu için
bunların cezasını hemen vermemekte; tayin edilmiş bir vakte kadar
beklemektedir. Onların hâlinden hiçbir şey Allah’a gizli kalmadığı gibi,
dahası, son derece gizli ve saklı da olsa, göklerde ve yerde her ne var ise,
Allah onları bilip, ilmiyle ihata etmiş ve onları mahfuz olan, apaçık olan,
kendisine bakan melekler için bile âşikâr ve zâhir olan Levh-i Mahfuz’a
kaydetmiştir.
İnananlara
doğru yolu gösteren bir rehber olmak üzere indirdiği Kur’ân-ı Kerîm’e gelince:
76. Şüphesiz bu Kur’an, İsrâiloğulları’na üzerinde anlaşmazlığa düştükleri pek çok konuyu açıklamaktadır.
İsrâiloğulları’ndan
maksat yahudi ve hıristiyanlardır. Bunlar dünyaca bilinen ve etkili olan iki
büyük dinin tâbileri oldukları için Kur’ân-ı Kerîm onların durumlarına çokça
yer verir, problemlerini dile getirip çözerek onları doğru yola yönlendirir.
Meselâ Kur’an’ın en büyük sûresi olan Bakara sûresinde daha ziyâde yahudiler;
Âl-i İmran sûresinde de Hıristiyanlar söz konusu edilir. Onlar, Tevrat ve İncil
gibi iki büyük hak kitabın vârisleri olmalarına rağmen, kitaplarını tahrif
etmişler, kendi aralarında bir çok hususlarda anlaşmazlığa düşmüşler ve nihâyet
biri diğerine lânet okuyacak hâle gelmişlerdir. Eğer onlar, “mü’minlere doğru
yolu gösteren bir rehber ve rahmet olan” Kur’an’a inanır ve gereğini yerine
getirecek olurlarsa, Kur’an onlara üzerinde anlaşmazlığa düştükleri pek çok
hususu açıkça bildirmektedir. Açıklamadığı hususlar ise ya önemsizdir veya
âhirete ait olup orada açıklanması gereken şeylerdir. Allah dünyada insanlar
arasında Kur’ân-ı Kerîm ile hükmünü vermektedir. Âhirette de onlar arasında hak
ve adâletle hükmünü verecek, haklı ile haksızın arasını ayıracaktır. Kimse
O’nun istediği hükmü vermesine mâni olamayacaktır. Çünkü O Azîz’dir; karşı
konulamaz büyük bir kudret sahibidir. Yine O, kimin lehine, kimin de aleyhine
hüküm vereceğini çok iyi bilmektedir. Çünkü O Alîm’dir; her şeyi hakkiyle
bilir.
O
halde:
77. Aynı zamanda o, mü’minlere doğru yolu gösteren bir rehber ve büyük bir rahmettir.
78. Doğrusu Rabbin, onlar arasında hikmet ve adâletle hükmünü verecektir. Çünkü O, karşı konulamaz bir kudrete sahip olan ve her şeyi hakkıyla bilendir.
İsrâiloğulları’ndan
maksat yahudi ve hıristiyanlardır. Bunlar dünyaca bilinen ve etkili olan iki
büyük dinin tâbileri oldukları için Kur’ân-ı Kerîm onların durumlarına çokça
yer verir, problemlerini dile getirip çözerek onları doğru yola yönlendirir.
Meselâ Kur’an’ın en büyük sûresi olan Bakara sûresinde daha ziyâde yahudiler;
Âl-i İmran sûresinde de Hıristiyanlar söz konusu edilir. Onlar, Tevrat ve İncil
gibi iki büyük hak kitabın vârisleri olmalarına rağmen, kitaplarını tahrif
etmişler, kendi aralarında bir çok hususlarda anlaşmazlığa düşmüşler ve nihâyet
biri diğerine lânet okuyacak hâle gelmişlerdir. Eğer onlar, “mü’minlere doğru
yolu gösteren bir rehber ve rahmet olan” Kur’an’a inanır ve gereğini yerine
getirecek olurlarsa, Kur’an onlara üzerinde anlaşmazlığa düştükleri pek çok
hususu açıkça bildirmektedir. Açıklamadığı hususlar ise ya önemsizdir veya
âhirete ait olup orada açıklanması gereken şeylerdir. Allah dünyada insanlar
arasında Kur’ân-ı Kerîm ile hükmünü vermektedir. Âhirette de onlar arasında hak
ve adâletle hükmünü verecek, haklı ile haksızın arasını ayıracaktır. Kimse
O’nun istediği hükmü vermesine mâni olamayacaktır. Çünkü O Azîz’dir; karşı
konulamaz büyük bir kudret sahibidir. Yine O, kimin lehine, kimin de aleyhine
hüküm vereceğini çok iyi bilmektedir. Çünkü O Alîm’dir; her şeyi hakkiyle
bilir.
O
halde:
79. Rasûlüm! Sen yalnızca Allah’a güvenip dayan. Çünkü, tuttuğun yol gerçekliği apaçık ortada olan hak yoldur.
80. Şunu iyi bil ki sen, ne ölülere duyurabilirsin, ne de arkalarını dönüp kaçarlarken o sağırlara dâvetini işittirebilirsin.
81. Körleri de savrulup durdukları yanlış yollardan kurtarıp doğru yola çekebilecek olan sen değilsin. Sen dâvetini ancak, önyargısız bir şekilde âyetlerimize inanıp gerçeğe teslim olmaya yatkın kimselere duyurabilirsin.
Cenâb-ı
Hak, İslâm’ı tebliğ, yaşama ve yaşatma gibi ağır bir mesuliyetin altında
bulunan Resûlullah (s.a.s.)’i tekrar tekrar teselli etmekte; tüm gücüyle
çalışabilmesi ve gönlünde en küçük bir zaafiyetin peyda olmaması için yalnızca
kendisine güvenip dayanmasını istemektedir. Çünkü Efendimiz (s.a.s.)’in tuttuğu
yolun, Allah’ın dosdoğru yolu olduğunda şüphe yoktur. Onun yolu doğru,
söyledikleri doğrudur. Ancak bu doğru sözlere inananlar olacağı gibi
inanmayanlar da olacaktır. Sözün doğru olması, imtihan gereği, herkesin ona
iman etmesini gerektirmemektedir. Şu halde kâfirlerin söz dinlememelerine
üzülmemek lazımdır. Zira kusur peygamberde değil, o sözü dinlemeyenlerdedir.
Çünkü onlar gerçeği anlama, duyma ve görme bakımından “ölü”, “sağır” ve “kör”
hükmündedirler. Dolayısıyla bunlara gerçeği dinletmek, belletmek ve onları
sapıklıklarından kurtarıp doğru yola getirmek Peygamberin elinde olan bir şey
değildir. Onun, ancak Allah’ın âyetlerine inanan ve O’na teslim olan kişilere
sözünü dinletmesi mümkün olabilir. O halde peygamberin ve onun tebliğ
vazifesini üstlenen kişilerin yapması gereken, Allah’a güvenip vazifelerini
yerine getirmeye çalışmaları, fakat kimin doğru yola gelip gelmeyeceği
hususundaki kararı Allah’a havâle etmeleridir.
Zâten
öyle bir zaman gelecek ki herkes gerçeği görecek:
82. Kıyâmet yaklaşıp onlara verilen azap sözü başlarına geldiği zaman yerden bir canlı çıkarırız. O da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler.
“Şu
üç husus ortaya çıktığı vakit, eğer kişi önceden iman etmemiş veya mü’min
olarak herhangi bir hayır işlememiş ise, hiçbir nefse o vakit inanmasının bir
faydası olmayacaktır. Bunlar: Güneşin batıdan doğması, Deccâl ve
Dâbbetü’l-Arz’ın çıkmasıdır.” (Müslim, İman 249)
Abdullah
b. Ömer (r.a.)’e göre bu hadise, dünyada iyiliği emreden ve kötülüklerden
sakındıran hiçbir fert kalmadığı zaman vuku bulacaktır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
XX, 17)
Fakat
bahsedilen yaratığın bir hayvan mı, yoksa bütün yeryüzünü istila edecek bir
hayvan türü mü, yahut bunun temsilî bir anlatım mı olduğu hususu açık değildir.
Fakat âyet-i kerîme açıkça yerden bir canlının çıkacağını ve bunun insanlarla
Allah’ın âyetlerine tam olarak iman etmemeleriyle alakalı konuşacağını beyân
etmektedir. Buna bu şekilde inanmak gerekir. Konuşmanın muhtevâsı ise şu
istikâmettedir: “İnsanlar, kıyameti haber veren ayetlerimize inanmadılar.
Bahsedilen kıyamet şimdi gelmek üzeredir. Dolayısıyla Allah’ın verdiği haberin
doğru olduğunu şimdi herkes kesinlikle anlayacaktır.”
Dâbbetü’l-Arz’ın
olağanüstü bir şekilde konuşması, elbette ki istediği herhangi bir şeye konuşma
kuvvetini veren Allah’ın kudretini gösteren bir delildir. O, bu kuvveti,
kıyametten önce bir tek hayvana verecek, fakat kıyametten sonra bu istidâdı
daha başka varlıklara da ihsan edecektir. Mesela, insanın her uzvu; gözü,
kulağı, eli, ayağı, hatta derisi bile yüksek sesle konuşacak ve Cenab-ı Hakk’ın
mahkemesinde şâhitlik edeceklerdir. (bk. Yâsîn 36/65; Fussılet 41/20-22)
Gelen
âyetlerde ise mahşer yerinden bir manzara arz edilir:
83. O gün her ümmet içinden âyetlerimizi yalanlayanları gruplar hâlinde toplarız. Onlar bir araya getirilip toplu olarak hesap yerine sevk edilirler.
84. Nihâyet hesap yerine geldiklerinde Allah onlara şöyle buyurur: “Demek siz, ne olduğunu iyice dinleyip anlamadan benim âyetlerimi yalanladınız, öyle mi? Değilse, bu yaptığınız neydi?”
85. Böylece işledikleri zulümler yüzünden tehdit edildikleri azap sözü gerçekleşir. Artık onların tek bir kelimeyle de olsa mazeret uyduracak halleri kalmaz.
86. Hiç görmezler mi ki biz, dinlenip sükûnete ersinler diye geceyi karanlık ve çalışıp kazansınlar diye gündüzü aydınlık kıldık? Şüphesiz bunda, iman eden bir toplum için nice deliller ve ibretler vardır.
Bu
âyetlerin verdiği habere göre kıyâmet gününde mahlûkat diriltilip mahşer
yerinde toplandığı gün her ümmetin içinden dünyada peygamberleri yalanlayıp
Allah’ın âyetlerini inkâr etmiş olanlar çıkarılacak, vazifeli meleklerin kontrolünde
başka bir yerde toplanacak ve özel olarak hesaba çekileceklerdir. Dünyada
Allah’ın ister naklî, ister aklî olsun âyetleri üzerinde düşünüp tevhide
eremedikleri, bilakis sağlam hiçbir sebebe dayanmadan o âyetleri inkâr edip
Allah’a ortak koştukları ve bunun sonucu olarak hem Allah’a hem de kullarına
karşı zulüm ve haksızlık yaptıkları için ağır bir şekilde
cezalandırılacaklardır. Halbuki dünyada Allah’ın ve âhiretin varlığını gösteren
delilleri görme imkânları olsaydı, bu duruma düşmeyeceklerdi. İşte bu
delillerden biri de, gece, gündüz ve insanların bu vakitlerdeki halleridir.
Allah, insanların istirahat edebilmeleri için geceyi karanlık yapmıştır.
Çalışıp maişetlerini temin edebilmeleri için de gündüzü aydınlık yapmıştır.
Bunu her gün aksatmadan yapan kudret sahibinin, kıyâmeti koparmaya da gücünün
yeteceğini anlamaları gerekirdi. Yine insanlar ilâhî kudret tarafından
geceleyin uyutulmakta, sabahleyin tekrar uyandırılmaktadırlar. Bu hal âdeta
mahşerin bir provası şeklinde her gün tekrar edilip durmaktadır. Bu kadar
canlıyı uyutan ve tekrar uyandıran, bunu binlerce, yüz binlerce kez tekrar eden
Allah’ın ölüleri diriltmeye gücü yeteceğini bilip ona göre istikâmetlerini
tâyin etmeleri lazımdı. O halde henüz Dâbbetü’l-Arz çıkmamış ve kıyamet kopup
mahşerde dönüşü olmayan böyle bir acı sonla karşılaşmamışken, Kur’an’ın
muhatabı olan herkesin fırsatları değerlendirmesi ve kendini ebedî azaptan
koruması, alınacak en hayati karar ve yapılacak en mühim iştir. Çünkü sûra
üflenip kıyâmet kopmaya başlayınca artık iş işten geçmiş, dönülmez bir yola
girilmiş olacaktır:
87. Sûra üfleneceği gün, Allah’ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olan herkes dehşetli bir korkuyla donakalacak; hepsi de başları eğik, boyunları bükük vaziyette O’nun huzuruna geleceklerdir.
Kıyamet
günü İsrâfil (a.s.), umûmî kabule göre iki kez sûra üfleyecektir. Birinci kez
üflediğinde gökler, yerler yıkılacak ve tüm canlılar ölecektir. İkinci kez
üflediğinde ise insanlar tekrar diriltilip kabirlerinden çıkacaklardır. Zümer
sûresinde bu husus şöyle haber verilir:
“O
gün sûra üflenir; Allah’ın dilediklerinden başka göklerde ve yerde kim varsa
kıyâmetin dehşetinden çarpılıp cansız yere serilir. Sonra sûra bir daha
üflenir; bir de bakarsın ki, bütün ölüler dirilip kabirlerinde ayağa kalkmış,
merak ve endişe içinde etraflarına bakınıp duruyorlar.” (Zümer 39/68)
Şimdi
de kıyamet günü dağların durumundan bir tablo sunulur:
88. Dağları görür, onları hareketsiz, yerlerinde donmuş sanırsın. Halbuki onlar, bulutların yürümesi gibi geçer giderler. Bu, her şeyi sağlam ve mükemmel yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz O, yaptığınız her şeyi en iyi bilendir.
O
gün dağlar bir araya getirilip yürütülecektir. İnsan gözüyle bakıldığında onlar
ayakta duruyor gibi görünecek, gerçekte ise yoğunlukları sebebiyle duruyor gibi
zannedilen bulutların yürümesi gibi yürüyeceklerdir. Zira göz, çoklukları veya
en ile boyları arasındaki mesafelerin büyüklüğü sebebiyle büyük kalabalıkları
ve büyük varlıkları tamamıyla ihata etmekten uzaktır. Dolayısıyla bu görenin
bir yanılmasıdır.
Kur’ân-ı
Kerîm, kıyamet koparken dağların başına geleceklerle ilgili geniş bilgiler
verir. Bu bilgilere göre dağlar:
Atılmış yün gibi olacaklardır. (Meâric 70/9; Kâria 101/5)
Toz zerrecikleri gibi olacaklardır. (Vâkıa 56/5-6) Bu da önceleri
atılmış yün gibi iken, zerrelerinin birbirinden koparılması ile gerçekleşecektir.
Yerlerinden sökülüp atılacaklardır. (Tâhâ 20/105) Altlarında
bulunan şeylerin açığa çıkması için üzerlerine rüzgarlar gönderilip dağlar
savrulacaklardır.
Rüzgarlar dağları yeryüzünün yukarısına çıkartacaklar ve adeta toz
zerreleri halinde havada bir ışık gibi görüneceklerdir. Uzaktan onlara bakan
bir kimse ise kesiflikleri sebebiyle onları cansız donuk bir ceset gibi
görecektir. Hakikatte ise bunlar yürümektedirler.
Nihâyet dağlar yürütülüp serap olacaklardır. (Nebe’ 78/20) Onların
bulundukları yere bakanlar, dağlardan hiçbir eser göremeyecek, sadece serap
göreceklerdir.
Bu
âyet-i kerîme bir açıdan da dağların şu anki bizim göremediğimiz gizli
durumlarına ışık tutmakta, şimdiki halin her an oluş ve yok oluşunu göstererek
kıyamet ve yeniden dirilmeyi düşündürmek için bunu bir nevi delil olarak
göstermektedir. Şöyle ki: Son derece katı cisimler halinde gözüken dağlar da
aslında gezici gazlardan meydana gelmiştir. Zerrelerinde bulut buharlaşır gibi
kimyasal değişim ile her an yeni bir yaratılış devam edip durmaktadır. Bu
suretle yoğunlukları da bir tek hacimde sabit kalmayıp her an değişmekte ve
yeniden meydana gelmektedir. Bu sebeple kâinatın en sabit görülen şeyleri bile
böyle her an değişme ile bir kıyamete doğru gitmektedir. Şu halde günün birinde
bir üfürme ile o koca dağların yerinden bütün yoğunluklarıyla yürütülüp
yeryüzünün başka bir yeryüzüne değiştirilebileceğinin ilâhî kudret karşısında
hiç de zor olmayacağı gözler önüne serilmektedir. Hem bu gidiş, nizamsız bir
değişiklik ile sadece bir tahrip için değil, bulutun rahmete gidişi gibi hikmet
ve intizam ile daha yüksek bir hayata geçirmek için olacaktır. İşte Allah’ın
ilim ve hikmetiyle her şeyi yerli yerinde sağlam ve muntazam yapan sanatına
vurgu yapılması buna işarettir.
Dağların
cansız göründükleri halde yürüyor olmaları aynı zamanda şu hususlara misâl
kabul edilebilir:
› Bu, dünya
hayatı hakkında verilmiş bir misaldir. Ona bakan bir kimse, onun dağlar gibi
durmakta olduğunu zanneder, fakat dünya tıpkı bulutlar gibi yok oluştan payını
almaya devam etmektedir.
› Bu, iman
hakkında verilmiş bir misaldir. İman kalpte sabit olduğu halde, onun meyvesi
mesâbesindeki sâlih ameller göğe doğru yükselir.
› Bu, beden ve
ruha dair verilmiş bir misâldir. Vefât esnâsında beden cansız dururken,
gerçekte mü’min ruh arşa doğru yükselir. (Kurtubî, el-Câmi‘, XIII, 243)
› Bu, temkin
ehli âriflere işarettir. Onlar bedenleri itibariyle sakin sakin dururlar, fakat
ruh ve sırlarıyla melekût âleminde dolaşıp manevî güzellikleri seyran ederler.
Bu sebeple “Ârif, kâindir, bâindir” denilmiştir. Yani “o zâhiri itibariyle
insanlarla beraber bulunmaktadır. Fakat iç âlemi itibariyle bütün yaratıklardan
uzaklaşmış, Allah’a yaklaşmıştır.” (bk.Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II,
428)
Her şeyi en mükemmel, en sağlam, hikmete uygun ve
en güzel şekilde yaratıp onları idâre eden Allah Teâlâ, kıyâmetle birlikte yeni
bir düzen kuracak, kulların iyilik ve kötülüklerine ilâhî hikmetin gerektirdiği
tarzda en mükemmel karşılıklarını verecektir. Çünkü O, onların tüm
yaptıklarından haberdardır. Buna göre:
89. Kim huzurumuza bir iyilikle gelirse, mükâfat olarak ona ondan daha hayırlısı verilecektir. Üstelik böyleleri, o günün dehşetinden de güven içinde olacaklardır.
90. Ama kim de kötü amellerle gelirse, işte onlar yüzükoyun ateşe atılacaklardır. Siz, başka değil, ancak yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz.
Mahşerde
Allah’ın huzuruna iman ve sâlih amellerle gelenleri, Cenâb-ı Hak daha hayırlısı
ve daha fazlasıyla mükâfatlandıracaktır. Kulun o ameli işlerken sahip olduğu
hissiyât, ihlas ve samimiyetine göre bir on (bk. En‘âm 6/160), bir yedi yüz
veya daha fazlasını (bk. Bakara 2/261) ikram edecektir. Üstelik böyle tâlihli
kullar, korkudan kalplerin allak bullak olduğu ve gözlerin belerip dışarı
fırladığı kıyamet günü o dehşetli korkudan emniyette olacaklardır. Âyet-i
kerîmede şöyle buyrulur:
“Kıyâmetin
yol açtığı en büyük korku dahi onları üzmeyecek ve melekler kendilerini: «Size
va’dedilen o mutlu gün işte bu gündür» diyerek karşılayacak.” (Enbiyâ’
21/103)
Bunun
aksine ilâhî huzura şirk, küfür ve günahlarla gelenler yüzleri üzere cehenneme
yuvarlanacaklardır. Çünkü yaptıklarının cezası nihâî kararda bunu
gerektirmektedir. Suç, tamamen kendilerine aittir.
Bu
sebeple, Allah Resûlü (s.a.s.)’e, bütün insanları İslâm’a çağırarak şöyle
demesi emrediliyor:
91. Rasûlüm de ki: “Bana, bu beldeyi muhterem ve mukaddes kılan ve her şey kendisine ait olan Rabbe kulluk etmem emredildi. Ve bana müslümanlardan olmam emredildi.”
92. “Yine bana Kur’an okumam emredildi.” Artık kim doğru yola girerse kendi iyiliğine girmiş olur; kim de doğru yoldan saparsa: “Ben sadece bir uyarıcıyım” de!
Burada
Neml sûresinin vermek istediği mesajların bir hülâsası yapılır.
›
Kâbe’yi kıble yapıp Mekke’yi harem bölgesi ilan eden; orada kan
dökme, zulmetme, avlanma ve bitkileri koparmayı yasaklayan; hâsılı orasını
emniyetli ve dokunulmaz bir şehir haline getiren, her şeyin sahibi Allah’a
kulluk etmek. Bu maddede Cenâb-ı Hakk’ın Mekkelilere ihsan ettiği dünyevî
nimetlere dikkat çekilir. Âyet-i kerîmede bu hususta şöyle buyrulur:
“Çevrelerindeki
insanlar yakalanıp götürülürken ve malları yağma edilirken, yaşadıkları
Mekke’yi can ve mal emniyeti bakımından güvenilir ve mukaddes bir Harem bölgesi
kıldığımızı görmezler mi? Buna rağmen onlar hâla saçma ve asılsız inançlar
peşinde koşarak, Allah’ın nimetlerine karşı nankörlüğe devam mı edecekler?” (Ankebût
29/67)
Mekkeliler,
Arap yarımadasının her tarafında anarşi ve terör had safhadayken Mekke’nin muhterem
ve güvenli bir belde oluşundan geniş olarak istifade etmişlerdir. O halde
Allah’ın bu nimetine teşekkür olarak, putları bırakıp O’na kulluk etmeleri
gerekmez mi? Hem zaten her şey Allah’a ait olup, putların hiçbir tasarruf ve
salahiyetleri bulunmadığı için Allah’ı bırakıp onlara tapmalarının hiçbir
anlamı ve gerekçesi yoktur.
›
Bütün bunları mülâhaza ederek Allah’a teslim olmak; O’nun
tâlimatları, emir ve yasakları istikâmetinde bir kulluk yaşamak; benliğimizden
geçip Hakk’a vasıl olmak.
›
Resûlullah (s.a.s.)’in örnek tatbikatıyla Allah’ın dinini tüm
tafsilâtıyla beyân eden Kur’ân-ı Kerîm’i okumak, anlamak, yaşamak ve onu
insanlara tebliğ etmek.
Yüce
Rabbimiz, dünya ve âhiret saadetine erebilmeleri için kullarından bunları
istemektedir. Peygamberin vazifesi, kulları bu ilâhî nizamı kabul ve ona itaate
davettir. Davete icâbet eden kendi iyiliğine, etmeyen de kendi kötülüğüne
hareket etmiş olacaktır. Yoksa bunun Allah’a ne bir faydası, ne de bir zararı
dokunabilir. O, sadece katından bir lutuf olarak insanlara hem maddi, hem de
peygamber ve kitap göndermek gibi mânevî nimetlerini cömertçe ihsan etmektedir.
O halde Resûlüm:
93. De ki: “Bütün hamdler Allah’a aittir. O, size varlığının delillerini gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız.” Rabbin, yaptıklarınızdan asla habersiz değildir!
“Allah’ın
göstereceği işaretler”den maksat, gerek göklerde, gerek yerde, gerekse kendi
nefislerimizde Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini
gösteren delillerdir. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Yakında
biz onlara hem dış dünyada hem de insanların kendi iç âlemlerinde âyetlerimizi
göstereceğiz; tâ ki Kur’an’ın gerçeğin ta kendisi olduğu onlar için de gün gibi
ortaya çıksın. Aslında, Rabbinin her şey üzerinde şâhit olması ve her şeyin
O’na işaret etmesi en büyük delil olarak yetmez mi?” (Fussılet
41/53)
“Kesin
olarak inanmak isteyenler için yeryüzünde Allah’ın birliğini ve sonsuz
kudretini gösteren nice deliller vardır. Bizzat kendi varlığınızda da. Hâla
gerçeği görmeyecek misiniz? Gökte de hem rızkınız vardır, hem de size
va’dedilen cennetler.” (Zâriyât 51/20-22)
Bu
delillere ibret nazarıyla bakıp okumasını bilenler Allah Teâlâ’yı tanıma imkânı
bulacaklardır. Bunları görmezlikten gelenlere ise yapılacak bir şey yoktur.
Onlar ya dünyada tepelerine inen bir belâ ile veya ölüm anında meleklerin
darbeleri altında yahut mahşerde ebedî hüsranla karşılaştıkları anda gerçeği
öğrenecekler, fakat bunun bir faydası olmayacaktır. Bu bakımdan Allah’ın
yaptıklarımızdan habersiz olmamasının tekrar vurgulanması, Peygamberimiz
(s.a.s.) ve mü’minler için bir teselli iken, inkârcılar için dehşetli bir ikâz
mâhiyetindedir.
Bu
sûrenin sonunda bahsedilen Allah’ın varlığının delil ve mûcizelerini gösterme
va‘di, şimdi gelmekte olan Kasas sûresindeki Hz Mûsâ’ya verilen mûcizeler ve
Firavun’a karşı galip gelmesi ile gerçekleşecektir. Çünkü hak-bâtıl
mücâdelesinde ilk planda zayıf durumda olan mü’minleri kuvvetlendirip,
kuvvetlileri devirmek de Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretinin bir tezahürüdür:
İsra suresinin 32. ayetinde şöyle buyrulur: İsra Suresi 32. Ayet Arapça: وَلَا تَقْرَبُوا الزِّنٰٓى اِنَّهُ كَانَ فَاحِشَةًۜ وَسَٓاءَ سَب۪يلًا İs ...
İsra suresinin 23. ayetinde şöyle buyrulur: İsra Suresi 23. Ayet Arapça: وَقَضٰى رَبُّكَ اَلَّا تَعْبُدُٓوا اِلَّٓا اِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ اِح ...
Hadîd sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 29 âyettir. İsmini, 25. âyette geçen ve “demir” mânasına gelen اَلْحَد۪يدُ (hadîd) kelimesinden alır. Mushaf t ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: اِنَّ هٰذَا الْقُرْاٰنَ يَهْد۪ي لِلَّت۪ي هِيَ اَقْوَمُ وَيُبَشِّرُ الْمُؤْمِن۪ينَ الَّذ۪ينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ اَنّ ...
İsra suresinin 1. ayetinde şöyle buyrulur: İsra Suresi 1. Ayet Arapça: سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِ ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: اُدْعُ اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۜ اِنَّ رَبَّك ...