Kasas sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 88 âyettir. İsmini 25. âyette yer alıp Hz. Mûsâ’nın doğumundan Medyen’e gelişine kadar başından geçen olayları ifade eden “Kasas” kelimesinden alır. اَلْقَصَصُ (kasas), sözlükte hâdiseleri uygunluk sırasına göre zikretmek mânasına gelir. Mushaf tertibine göre 28, iniş sırasına göre 49. sûredir.
Kasas sûresinin esas hedefi, Resûlullah (s.a.s.)’in nübüvveti etrafında çoğalan şüphe ve itirazları bertaraf edip, ona inanmamak için ileri sürülen mazeretleri geçersiz kılmaktır. Bu sebeple sûrede Hz. Mûsâ’nın kıssası, nâzil olduğu dönemin dinî, siyâsî, ahlâkî ve içtimâî problemlerine ışık tutacak yönleriyle en geniş bir tarzda anlatılır. Annesi tarafından Nil’e bırakıldıktan sonra Firavun’un sarayına alınıp orada yetiştirilmesi; yanlışlıkla kıptıyi öldürüp, öldürülme korkusuyla Mısır’dan Medyen’e kaçması; Hz. Şuayb’e damat olması ve ona hizmet etmesi; Mısır’a dönüş esnâsında Tur dağında vahye nâil olup, kendine verilen mûcizelerle Firavun’a gönderilmesi; Firavun’un tavrı ve meydan okuması en dikkat çekici yönleriyle nazarlara sunulur. Bunlar anlatılırken Allah Teâlâ’nın peygamberini muzaffer kılmak için hangi görünmez kuvvetleri, vasıta ve sâikleri devreye soktuğu; din düşmanlarına ise nasıl tahmin edemedikleri noktalardan müdâhale edip onların çabalarını boşa çıkardığı ve neticede kendi iradesini gerçekleştirdiği gösterilir. Bu kıssadan hareketle Kur’an karşısında Ehl-i kitabın ve müşriklerin halleri mizan olunur. Kur’an’ın gerçekliği, âhiretin varlığı can alıcı ifadelerle beyân edildikten sonra Allah Teâlâ’nın azamet ve kudret nişânelerine şöyle bir atf-ı nazarda bulunulur. Dünyanın fâniliği, âhiretin ebedi ve gerçek hayat oluşuyla ilgili Kârun misali verilir. Bütün hazineleriyle birlikte bir gecede yerin dibine geçirilen Karun, Allah’ı bırakıp dünya malını putlaştıranlara ve ona aldananlara ne müthiş bir misaldir. Ne malı ne de Hz. Mûsâ’ya yakınlığı ona bir fayda sağlamaz. Sûre, İslâm’ın kemâle ereceği ve dünyaya hâkim olacağı müjdesiyle nihâyete erer. Fakat bu kutlu davayı omuzlanacak Peygamberimiz (s.a.s.)’in izinden yürüyen, kâfirlere arka çıkmayan, Allah’ın âyetlerine göre hareket eden, gerçek tevhid ehli civanmertlere, cengâverlere, mücâhitlere gerek olduğu belirtilir.
Mushaftaki sıralamada yirmi sekizinci, iniş sırasına göre kırk dokuzuncu sûredir. Neml sûresinden sonra, İsrâ sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 85. âyetinin hicret esnasında Cuhfe denen yerde,52-55. âyetlerinin de Medine’de indiğine dair bir rivayet bulunmaktadır (Şevkânî, IV, 152).
1. Tâ. Sîn. Mîm.
2. Bunlar, gerçekleri açıklayan apaçık kitabın âyetleridir.
3. Rasûlüm! Kesin olarak iman edecek bir toplumun faydalanması için Mûsâ ve Firavun arasında geçen olayların bir kısmını gerçeğe tam uygun olarak sana anlatacağız.
4. Şüphesiz Firavun o ülkede iyice azgınlaşmış ve halkını sınıflara, kastlara ayırmıştı. İçlerinden bir grubu özellikle zayıf düşürmek istiyor; bunun için de oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ve kızlarını ise yüz kızartıcı işlerde kullanmak üzere sağ bırakıyordu. Gerçekten o tam bir bozguncu idi.
Kur’ân-ı
Kerîm’in anlattığı kıssalar gerçeğe aynen uygundur. Olmuş ve yaşanmış hayat
hikâyeleridir. Cenâb-ı Hak ders ve ibret olmak üzere onlardan yeri geldikçe
belli kesitleri tesirli bir üslup, bağlam ve muhteva içinde beyân eder. Burada
ise Mûsâ-Firavun kıssası söz konusu edilmektedir.
Firavun,
o dönemin Mısır hükümdarıdır. Son derece azgın, zorba ve bozguncu biridir.
Kendisini öylesine kibir ve gurur kaplamıştı ki, neticede tanrılık iddiasında
bulunmuş, “Ben sizin en büyük rabbinizim” demişti. (bk. Nâziât 79/24) Mülk ve
saltanatıyla şımararak eli altında bulunanlara üstünlük kurmaya çalıştı. Onları
etnik ve siyasi durumlarına göre fırkalara, sınıflara ve kastlara ayırmıştı.
Bunlar arasında, ileride başına bela olmalarından korktuğu İsrâiloğulları’nı
zayıf düşürmek, ezmek ve başlarını yukarı kaldıramayacak zelil bir hâle getirmek
istiyordu. Bu sebeple onları her türlü ağır işlerde çalıştırması yetmiyormuş
gibi, bu kez oğullarını öldürmeye ve kızlarını sağ bırakmaya başlamıştı. Bunun
nedeni ise, kâhinlerden birinin: “İsrâiloğulları arasında doğacak bir erkek
çocuğun, Firavun’un mülk ve saltanatına son vereceğini” söylemiş olmasıydı.
Nefis
ve şeytanın girdabındaki Firavun, kendine göre bir zulüm yolu tutmuş gidiyordu.
Fakat bakalım ilâhî küllî irade hangi istikâmette tecelli edecekti:
5. Biz ise o ülkede hor ve hakir görülenlere lutufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları Firavun’un devlet ve saltanatına mirasçı kılmak istiyorduk.
6. Böylece onlara yeryüzünde kuvvet ve hâkimiyet vermeyi; Firavun, Hâmân ve ordularına da, İsrâiloğulları eliyle geleceğinden korktukları şeyleri başlarına geçirip göstermeyi diliyorduk.
Cenâb-ı
Hakk’ın muradı, Firavun’un arzusunun tam tersi istikâmette tecelli edecekti.
Firavun, her ne kadar İsrâiloğulları’nı ezme ve bitirme siyaseti gütse de,
netice Firavun’un aleyhine ve İsrâiloğullarının lehine vuku bulacaktı. Çünkü
Yüce Allah şunları murad ediyordu:
Zayıf ve güçsüz düşürülen İsrâiloğulları’na lutuf ve ihsanda
bulunmak.
Onları dünyanın önderleri, liderleri, hükümdarları yapmak.
Onları hem Firavun’un devlet ve saltanatına, hem de mukaddes
topraklara vâris kılmak.
topraklarda İsrâiloğulları’na güç ve iktidar vererek onları hâkim
kılmak.
Firavun’u, veziri Hâman’ı ve ordularını, İsrâiloğullarından korkup
çekindikleri belâya uğratmak; korktuklarını başlarına geçirmek. (bk. A‘râf 7/127)
Sonunda
gerçekten korktukları oldu. Firavun ve ordusu boğularak helak edildi. Hem onun
devletine hem de mukaddes topraklara, aralarından çıkan Hz. Dâvûd ve Hz.
Süleyman gibi hükümdar peygamberler vesilesiyle İsrâiloğulları hâkim oldu.
Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Asırlardır
hor görülüp ezilmekte olan İsrâiloğulları halkını da, feyiz ve bereketlerle
donattığımız o toprakların doğusuna ve batısına vâris kıldık. Böylece Rabbinin
İsrâiloğulları için verdiği o güzel söz, sabretmelerinin bir neticesi olarak
tamamen gerçekleşmiş oldu. Firavun ve kavminin, o sanat ve sanayi ürünü
eserlerini; yükseltmekte oldukları köşkleri, sarayları; yetiştirdikleri bağ ve
bahçeleri yıkıp yerle bir ettik.” (A‘râf 7/137)
Şâir
ne güzel söyler:
“Kemâl-î
câha mağrûr olmasun, erbâb-ı ikbâlin
Dem-î
idbâr olur kim aybınî ızhâr eder dünya.” (Hersekli Ârif Hikmet)
“Mevki
ve makâm sahibi olanlar buna aldanmasınlar. Zira bu dünya dönektir. Bugün
yüksek mevkilerde bulunanların kusurlarını, yarın gözden düştükleri zaman
ortaya döker, onları rezîl rüsvâ eder.”
Bu
girizgâhtan sonra şimdi son derece ilginç sahneler halinde kıssanın tafsilâtı
gelmektedir:
7. Mûsâ’yı doğurduğunda annesine: “Onu emzir. Kendisine bir zarar geleceğinden korkarsan onu denize bırak; boğulmasından korkma ve ayrılığına üzülme. Çünkü biz onu sana tekrar kavuşturacağız ve onu peygamberlerden biri kılacağız” diye vahyettik.
8. (Mûsâ’nın annesi onu denize bırakmak mecburiyetinde kaldı.) Derken Firavun’un ailesi onu yitik çocuk olarak bulup denizden aldılar. Bilmiyorlardı ki o, ileride kendileri için bir düşman ve başlarına dert olacaktı. Doğrusu Firavun da Hâmân da askerleri de yanlış bir yolda idiler.
9. Firavun’un hanımı sandıktan çıkan çocuğu görünce kocasına: “Hem benim, hem de senin için göz ve gönül aydınlığı olacak sevimli bir çocuk! Sakın onu öldürmeyin. Belki bize faydası dokunur yahut onu evlat ediniriz” dedi. Halbuki onlar işin sonunun nereye varacağını fark edemiyorlardı.
Annesi,
Mûsâ’yı dünyaya getirdiğinde onun Firavun tarafından öldürülmesinden çok
korkuyordu. Çünkü o günlerde İsrâiloğulları’ndan doğan erkek çocukların pek
çoğu öldürülmüştü. O zavallı anne kararsızdı ve ne yapacağını bilemiyordu. Yüce
Allah yardımına yetişti. Çocuk hakkında herhangi bir tehlikeden korktuğu
takdirde onu bir sandığa koyup (bk. Tâhâ 20/39), Nil’e bırakmasını,
boğulmasından korkmamasını ve ondan ayrı kalacağım diye üzülmemesini vahyetti.
Zira Allah Teâlâ onu koruyacak, tekrar annesine döndürecek ve onu
peygamberlerden yapacaktı. Korkulan oldu. Çocuğunun öldürülme tehlikesiyle yüz
yüze gelen Mûsâ’nın annesi, onu bir sandığa koyup Nil’e bıraktı. Su onu getirip
ırmağın kenarında küçük bir göletin kıyısına yaklaştırınca Firavun’un
hizmetçileri onu alıp efendilerinin yanına getirdiler. Firavun’un hanımı da
oradaydı. Sandığı açıp o sevimli yavruyu görünce hanımın gönlü ona bağlandı. “Ayrıca
bizzat benim gözetimimde yetişip eğitilmen için sana kendimden gönülleri
cezbeden bir güzellik ve sevecenlik vermiştim” (Tâhâ 20/39) âyetinde
verilen müjde gerçekleşmeye başladı. Gerçekten de Cenâb-ı Hak, Mûsâ (a.s.)’ın
gözlerine öyle bir melâhat, öyle bir güzellik vermişti ki, gören kendini
alamıyor, onu sevmekten başka çaresi kalmıyordu. İşte en kritik noktada ona
gönlünü kaptıranlardan biri de Firavun’un hanımı oldu. Onu öldürmelerine
müsaade etmedi. Kocasını da ikna ederek ondan fayda görebileceklerini veya onu
çocuk edinebileceklerini söyledi. Halbuki Firavun ve yardımcıları, Mûsâ’yı
Nil’den kurtarıp ona sahip çıkmakla, onu saraylarında el bebek gül bebek
büyütmekle, kendi sonlarını getirecek ilâhî planın birer oyuncusu olarak iş
yaptıklarının farkında bile değillerdi. Çünkü bu şekilde ileri de kendilerini
mallarından, yurtlarından ayırıp Kızıl Deniz’in azgın sularında boğacak ve
ebedî bir üzüntü ve pişmanlığa uğramalarına sebep olacak birinin bakımını kendi
elleriyle yapıyorlardı. İlâhî kudretin tecellisine bakın ki, murad ettiği
zaman, sahipsiz, güçsüz, kuvvetsiz, ordusuz, silahsız bir garip kulunu, her
istediğini yapmaya muktedir en amansız düşmanlarının elinde nasıl koruyor ve
nasıl yetiştiriyor. İnsanların ordularla, tanklarla ve bombalarla yapamadığını
Firavun’un hanımının kalbine koyduğu ince bir kadınlık şefkatiyle nasıl
gerçekleştiriyor. Her şeye kadirliğini, bize göre küçük ve basit şeylerle
fevkalade büyük işler yapmak suretiyle nasıl gösteriyor!
Peki bu sırada Mûsâ’nın annesi ne haldeydi:
10. Mûsâ’nın annesi, çocuğun Firavun’un eline geçtiğini öğrenince aklı başından gidip onun dışındaki her şeyi unuttu. Kendisine verdiğimiz sözün kesinlikle gerçekleşeceğine tam olarak güvenmesi için kalbini sabır ve metânetle kuvvetlendirmeseydik, neredeyse işi açığa vuracaktı.
11. Bu haldeyken annesi Mûsâ’nın ablasına: “Çaktırmadan onun izini takip et” dedi. O da, Firavun adamları farkına varmadan, uzaktan uzağa onu gözetledi.
12. Biz Mûsâ’yı daha ilk günden annesine kavuşuncaya kadar diğer sütanneleri emmekten alıkoyduk. Bu sebeple çaresiz kalan bakıcıların imdâdına Mûsâ’nın ablası yetişti ve: “Sizin adınıza onun bakımını üstlenecek, ona çok içten davranıp terbiye edecek bir âileyle sizi tanıştırayım mı?” dedi.
13. Böylece Mûsâ’yı annesine kavuşturduk ki, annesinin gözü ve gönlü aydın olsun, artık üzülmesin ve Allah’ın verdiği sözün mutlaka gerçekleşeceğini bilsin. Ne var ki, insanların çoğu bu gerçeği bilmez.
Nil’e
bıraktığı ciğerparesi yavrusunun Firavun’un hizmetçileri tarafından alınıp
saraya götürüldüğünü haber alan Mûsâ’nın annesi çılgına döndü. Ölümüne susamış
olanlara çocuğunu kendi elleriyle teslim etmiş gibi olmuştu. Kalbi boşalmış,
Mûsâ’dan başka hiçbir şeyi düşünemeyecek bir hale gelmiş ve o şekilde sabahı
zor etmişti. Ondan başka hiçbir şey düşünemiyor, gözü hiçbir şey görmüyor ve
hiçbir şey yapamıyordu. Eğer, verdiği sözün kesinlikle gerçekleşeceğine
inananlardan olması için Allah kalbine sebat vermeseydi, sabır ve sükûnet
lütfetmeseydi, az kalsın yaptığını herkese ilan edecekti. Saraya alınan çocuğun
kendi oğlu olduğunu açığa vuracaktı. Deli gibi bağırıp: “Kaybettim, yavrumu
kaybettim. Garip bir sese uyarak çocuğumu suya attım. Onu ellerimle
düşmanlarına teslim ettim” diyecekti.
Buna
rağmen annesi onu araştırmaktan, bir şeyler yapmaktan geri durmadı. Ablasına
onun izini takip etmesini, araştırmasını, ondan bir haber getirmesini istedi.
Ablası onu takibe aldı. Sarayın hizmetçilerine çaktırmadan kardeşinin durumunu
izliyordu. Hizmetçiler onu beslemek için uğraşıyor, onu emzirecek birini
bulmaya çalışıyorlardı. Çocuk ise iradesine karşı konulamayacak bir merkezden
aldığı tâlimat doğrultusunda dişlerini birbirine kenetlemiş, getirilen hiçbir
annenin sütünü emmiyordu. Çünkü Allah ona, öz annesi dışındaki annelerin sütünü
emmesini yasaklamıştı. Dolayısıyla o, konuşacak durumu olmasa da, hal diliyle
ısrarla öz annesini bekliyordu. Kaderin cilvesine bakalım ki, sabahleyin onu
öldürmek niyetiyle kalkanlar, şimdi onu hayatta tutabilmenin canhıraş gayreti
içinde bulunuyorlardı. Çocuğun ölmesinden ya da zayıf düşmesinden
endişeleniyorlardı. Böylece ilâhî kudret, çocuğa sütanne arayanların
şaşkınlığını Mûsâ’nın ablası için bir fırsat haline getirmişti. Tam bu sırada
o, hizmetçilerin yanlarına sokularak, çocuğu hiç tanımayan yabancı birisiymiş
gibi olaya müdahale etti. Onu emzirecek, bakımını üstlenecek, onu ninnileriyle
teskin edip onu güzelce terbiye edecek bir aileyi onlara bulabileceğini
söyledi.
Çaresizliğin
verdiği şaşkınlık içinde bulunan hizmetçiler hiç tereddüt göstermeden teklifi
kabul ettiler. Ablası durumu annesine haber verdi. O da gelip yavrusunu bağrına
bastı. Hâsılı Cenâb-ı Hakk’ın va‘dettiği şekilde kısa bir müddet içinde Mûsâ,
karşı konmaz ilâhî kanunların çizdiği mecbûrî istikâmet içinde sağ salim
annesine kavuşmuş oldu. Üzerinde dolaşan korku bulutları dağıldı, artık
güvenilir ve sağlam bir yere yerleşti. Annesi çok sevindi, hüznü sürûra
dönüştü. Böylece Allah’ın vaadinin gerçek olduğunu öğrendi.
Hiç
şüphesiz Yüce Rabbimiz, insanı dehşete düşüren harikulâde planının ilk safhasını
bu şekilde gerçekleştirdi. Şimdi Hz. Mûsâ, güvenilir bir yerde, can düşmanı
Firavun’un himâyesinde, hanımının gözetiminde ve öz annesinin kucağında
büyümeğe devam etmektedir.
Böylece yıllar geçti, Mûsâ gençlik çağına ulaştı:
14. Mûsâ yiğitlik çağına erişip bedenen ve zihnen iyice olgunlaşınca ona hüküm ve ilim verdik. İşte biz iyilik eden ve işini güzel yapanları böyle mükâfatlandırırız.
15. Bir gün Mûsâ, halkın ortalıkta bulunmadığı bir sırada şehre girdi. Orada iki adamın birbiriyle kavga ettiğini gördü. Bunlardan biri kendi kavminden, öbürü ise düşman tarafından idi. Kendi kavminden olan kişi, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Mûsâ da ötekine bir yumruk attı, adamın ölümüne sebep oldu. Arkasından da: “Bu, şeytan işidir. Gerçekten o, insanları doğru yoldan saptıran apaçık bir düşmandır” dedi.
16. Hemen Rabbine yönelip: “Rabbim! Ben kendime yazık ettim. Ne olur, beni bağışla” diye yalvardı. Rabbi de onu bağışladı. Çünkü O, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
17. Sonra da: “Rabbim! Bana lutfettiğin bunca nimetler hakkı için bir daha suçlulara asla arka çıkmayacağım” dedi.
Mûsâ
Firavun sarayında büyüyüp yiğitlik çağına erişti. Bedenen ve zihnen iyice
olgunlaştı; güç ve kuvvet kazandı. Allah Teâlâ kendisine peygamberlik öncesinde
“hüküm ve hikmet” verdi. Bu sâyede iyiyi kötüden ayırabileceği, mes’eleleri
gerektiği gibi anlayıp değerlendirebileceği, doğru ve yerinde karar
verebileceği bir kabiliyet elde etmiş oldu. Bir de ona “ilim” verdi. Bu sayede
de artık o, ne yapması gerektiğini bilecek ve işlerini o istikâmette yapmaya
çalışacaktı. Mûsâ, fıtratı iyilik yapmak üzere yaratılmış, peygamber namzedi
bir güzel insandı. Cenâb-ı Hak onu, yavaş yavaş hem o büyük vazifeye
hazırlıyor, hem de ona mükâfatlarda bulunuyordu. Bu sırada meydana gelen
beklenmedik bir olay, âdetâ bundan sonra meydana gelecek hâdiseler için “pini
çekip dinamidi ateşleme” mesâbesinde idi.
Mûsâ’nın,
kendinden yardım isteyen İsrâilî’nin imdâdına yetişip onu kurtarmak için
salladığı tek yumruk, kavganın diğer ucunda yer alan kıptînin düşüp ölmesine
yetmişti. Halbuki Mûsâ’nın öyle bir niyeti yoktu. Fakat Allah Teâlâ,
İsrâiloğulları’nı Firavun’un zulmünden kurtarmak için takdir buyurduğu küllî
planı safha safha uyguluyordu. Buna göre Mûsâ’nın Mısır’dan çıkması için son
derece mücbir bir sebebin olması lazımdı. İşte normal şartlarda tek yumrukla
sağlıklı bir adamın ölme ihtimali oldukça düşükken, o kıptinin Mûsâ’nın bir
vuruşuyla ruhunu teslim etmesi, bu ilâhî planın bir uzantısı idi.
Peygamberler,
insanüstü bir güce sahip olmadıklarını anlamak ve beşer olmanın acziyetini
tatmak için zaman zaman zelle işlemişlerdir. Fakat böyle bir zelle söz konusu
olduğu zaman, hatada ısrar etmeyip veya cahil kimselerin yaptığı gibi
kendilerini haklı çıkarmaya çalışmayıp, bunun şeytandan kaynaklanan bir durum
olduğunu fark ederek derhal Rablerine yönelmiş ve O’na tevbe etmişlerdir.
Nitekim Hz. Âdem, eşi Havva ile birlikte cennette yasak ağaca yaklaşma
zellesini işleyince hemen:
“Rabbimiz!
Biz kendi kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen
hiç şüphesiz ebedî kaybedenlerden oluruz.” (A‘râf 7/23) demişlerdi.
Hz.
Nûh da, kendi ailesinden olduğunu, halbuki ailesinin kurtulacağına dair ilâhî
vaadin bulunduğunu söylemek sûretiyle oğlunun boğulmasının hikmetini soracak
gibi oldu. Allah Teâlâ’nın “O, senin ailenden değil” ikazıyla uyanan Nûh (a.s.)
hemen:
“Rabbim!
Doğrusu ben, hakkında bilgim olmayan bir şeyi senden istemekten yine sana
sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen elbette ziyana
uğrayanlardan olurum” dedi. (Hûd 11/47)
Yine
Yûnus (a.s.), kavmini verilen süreden üç gün önce terk etmek suretiyle işlediği
zelle yüzünden okyanusta balığın karnına girdi. Orada karanlıklar içinde
derhal:
“Senden
başka ilâh yoktur. Sen her türlü kusurdan, eşi-ortağı olmaktan pak ve uzaksın.
Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden oldum” (Enbiyâ’ 21/87) diye
yalvardı.
Bütün
bunlar, mü’minlerin küçük olsun büyük olsun günahlar karşısında nasıl duyarlı
bir kalp ve hassas bir ruh ile hareket etmeleri lazım geldiğine ve süratle
Allah’tan bağışlanma istemenin lüzûmuna işarettir.
Allah
Teâlâ, Mûsâ’nın duasını kabul etti, zellesini bağışladı, gönlündeki gam ve
kederi giderdi. (bk. Tâhâ 20/40) Çünkü O, gerçekten çok bağışlayıcı ve çok
merhamet edici bir Rabdir. Buna karşılık Mûsâ da: “Rabbim! Bana lütfettiğin
bunca nimetler hakkı için bir daha suçlulara aslâ arka çıkmayacağım” (Kasas
28/17) diye söz verdi. O, bu sözüyle, ister fert ister topluluk olsun, dünyada
zulmeden, suç işleyip hainlik eden hiç kimseye yardımcı olmamayı kastediyordu.
Böylece Mûsâ o günlerde Firavun ve idâresiyle olan ilişkilerini kesmeyi
ahdetmişti. Zira onlar zâlimdi ve ülkede zulme dayanan bir sistemi hâkim
kılmışlardı. Artık Mûsâ gibi takvâ sahibi bir insanın böyle zorba bir sistem
içinde vazife yapmaya, onun güç ve itibarının yükselmesine alet olmaya daha
fazla devam edemeyeceği ortaya çıkmıştı. Mûsâ’nın bu sözünden anlaşıldığına
göre, bir mümin, ister bir fert, ister bir zümre, isterse iktidardaki bir düzen
olsun zâlime yardım etmekten tamamen kaçınmalıdır.
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kıyamet
gününde bir münadi: «Nerede zalimler, nerede zalimlere benzeyenler ve
zalimlere yardımcı olanlar, hatta onlara mürekkep hokkası uzatan yahut onların
bir kalemini yontan dahi olsa nerede?» diye seslenir. Bunların hepsi demirden
bir tabutun içine topluca tıkışırlar ve bu tabutla birlikte cehenneme
atılırlar.” (Deylemî, Firdevs, I, 255)
“Allah
Teâlâ, uğradığı bir zulüm sebebiyle yardımcı olmak üzere bir mazlum ile
yürüyen kimsenin ayaklarını, ayakların
kaydığı kıyamet gününde sırat üzerinde sabit kılar. Her kim de bir zalim ile
birlikte zulmünde ona yardımcı olmak üzere yürüyecek olursa, Yüce Allah
ayakların kaydığı o günde sıratın üzerinde onun ayaklarını kaydırır.” (Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb,
I, 315)
Bakalım,
son derece tehlikeli bir sürecin başladığı sırada Mûsâ ne yaptı:
18. Mûsâ şehirde korku içinde etrafı gözetleyerek sabahladı. Bir de ne görsün: Dün kendisinden yardım isteyen İsrâilî, feryat ederek yine onu imdâdına çağırıyor. Bu kez Mûsâ ona: “Belli ki sen, doğru davranmasını bilmeyen azgının tekisin!” dedi.
19. Bununla beraber Mûsâ, hem kendisinin hem de soydaşının düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, soydaşı, az önceki azarlamasından dolayı kendisini yakalayacağını sanarak: “Ey Mûsâ! Dün bir cana kıydığın yetmemiş gibi, şimdi de beni mi öldürmek istiyorsun? Anlaşılan sen, bu ülkede kan dökücü bir zorba olmanın peşindesin. Yoksa senin niyetin insanların arasını düzeltip hakkı hâkim kılmak filan değil!” dedi.
20. O sırada şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve ayağının tozuyla: “Ey Mûsâ! Firavun’un ileri gelen adamları şu anda seni öldürmek için aralarında görüşüp duruyorlar. Hemen buradan çık, git! Şüphen olmasın, ben senin iyiliğini isteyen biriyim!”
21. Mûsâ korku içinde etrafı gözetleyerek şehirden çıkıp gitti. Allah’a sığınmış, “Rabbim! Beni şu zâlimler gürûhunun elinden kurtar” diye yalvarıyordu.
Mûsâ’nın
kıptiyi öldürdüğünü kendisinden ve orada bulunan hemşerisinden başka bilen
yoktu. Cenâb-ı Hak olayın görülmesine mâni olmuştu. Fakat Hz. Mûsâ olayın
duyulması, Firavun’a haber verilmesi ve yönetim tarafından hakkında olumsuz bir
kararın verilmesinden korkuyordu. Her ne kadar adamı hata ile öldürmüş olsa da,
bunun kasdî olarak yorumlanması da mümkündü. Bu sebeple sabaha kadar gözüne
uyku girmedi. Korku içinde ve yüksek derecede bir alarm halinde etrafı
gözetledi; tüm şehirde olan biteni hassasiyetin son noktasında olan bir göz ve
kulakla takip etti. Sabah oldu. Yine dünkü soydaşı başka bir kıptiyle kavga
ediyor ve yine Mûsâ’dan imdat bekliyor. Mûsâ ona: “Belli ki sen azgının
tekisin” dese de yine yardımına koşuyor, kıptiyi yakalayıp gerekeni yapmak için
o tarafa yöneliyor. Bu olaylar, Mûsâ’da ve tüm İsrâiloğullarında Firavun ve
halkına karşı artık patlama noktasına gelmiş bir nefretin habercisi konumundadır.
Bu arada kendini azarlamasından ve şiddetle üzerlerine doğru yürümesinden
korkarak Mûsâ’nın bu kez kendini öldüreceğinden korkan İsrâilî: “Ey Mûsâ!
Dün bir cana kıydığın yetmemiş gibi, şimdi de beni mi öldürmek istiyorsun?
Anlaşılan sen, bu ülkede kan dökücü bir zorba olmanın peşindesin. Yoksa senin
niyetin insanların arasını düzeltip hakkı hâkim kılmak filan değil!” (Kasas
28/19) demişti. Böylece dünkü kıptiyi öldüren kişinin Mûsâ olduğu
ağızdan ağza tüm şehre yayılmış, haber Firavun’un sarayına ulaşmıştı. Şehrin ta
öbür ucundan koşup gelen adamın Mûsâ’ya söylediği sözler ise, olayın tüm
boyutlarını gözler önüne serecek açıklıkta ve netlikteydi. Mûsâ’nın hakkında
idam kararı verilmişti bile. Onun için tek ihtimal kalmıştı: “Rabbim beni bu
zâlimlerin elinden kurtar” diyerek, hiç beklemeden derhal Mısır’ı terk etmek.
Öyle de oldu: Mûsâ, içi korku dolu bir halde, her an yakalanma endişesi içinde
etrafı gözetleyerek, ama bir taraftan da gönlü Rabbine bağlı bir halde dua
ederek ve O’ndan yardım talep ederek şehri terk etti.
Fakat
nereye gideceğini, ne yapacağını bilmiyordu:
22. Mûsâ Medyen tarafına yönelince: “Umarım, Rabbim beni doğru yola eriştirir” dedi.
23. Medyen’in su kuyularına varınca orada dâvarlarını suvarmakta olan bir toplulukla karşılaştı. Onların az uzağında kendi hayvanlarını sudan uzak tutmaya çalışan iki kız gördü. Onlara: “Siz neden hayvanlarınızı suvarmıyorsunuz?” diye sordu. Onlar da: “Çobanlar suvarıp çekilmeden biz onların arasına karışıp suvaramayız; babamız da pek yaşlı bir ihtiyar olduğu için iş bize kalıyor” dediler.
24. Bunun üzerine Mûsâ o iki kızın dâvarlarını suvarıverdi. Sonra gölgeye çekilip: “Rabbim! Şüphesiz, bana lutfedeceğin her iyiliğe öylesine muhtacım ki!” dedi.
Hakkında
idam fermanı verilen Hz. Mûsâ, hiç vakit kaybetmeden Medyen’e doğru hareket
etti. Aslında o, şehir dışına hiç çıkmamıştı ve nereye gideceğini de
bilmiyordu. Hattâ yanına yiyecek bile almamıştı. Medyen, o zaman Mısır’dan
sekiz günlük bir mesâfede idi. Ancak Medyen halkı ile Mûsâ (a.s.) arasında
akrabâlık bulunduğu rivayet edilir. Zira Medyenliler de Hz. Mûsâ da İbrâhim
(a.s.)’ın evlatlarındandı. Hattâ Medyen, Hz. İbrâhim’in oğullarından birinin
adı idi ve bu şehir Firavun’un idâresi altında değildi.
Nihâyet
Mûsâ Medyen’e ulaştı. Halk, Medyen kalesinden sürülerini çıkarıyordu. Hz.
Mûsâ’nın durduğu yerde bir su kuyusu vardı ve kaleden çıkan sürüler, oraya
doğru geliyorlardı. Biraz sonra, herkes koyunlarını sulamak için kuyunun
etrafına üşüşmüştü. Ancak iki kızcağızın koyunlarını alıp kenarda durmaları ve
kalabalığa karışmamaları, Hz. Mûsâ’nın dikkatini çekti. Onlara sordu:
“–Siz
niye bekliyorsunuz? Hayvanlarınızı niçin sulamıyorsunuz?” Kızlar:
“–Çobanlar
işlerini bitirip gitmedikçe hayvanlarımızı sulayamıyoruz” dediler. Mûsâ:
“–Kimseniz
yok mu?” dedi. Bunun üzerine:
“–Babamız
çok yaşlı ve hâlsiz. Bu sebeple koyunları biz sulayıp otlatmak zorunda
kalıyoruz. Erkeklerin içine girmek istemediğimiz için onlar çekilip gidince
sürülerimize su veriyoruz. Fakat bazan de önce onlar suladığı için kuyuda su
bitmiş oluyor; hayvanlarımızı sulayamıyoruz!” dediler.
Bir
rivayete göre bunlar, Şuayb (a.s.)’ın kızları Safûra ile Süfeyrâ idi.
Mûsâ,
sekiz gündür aç olmasına rağmen çok güç de olsa kuyudan su çekti, Safûra ile
Süfeyrâ’nın hayvanlarını suladı. Açlığını, yorgunluğunu, yabancı sahipsiz bir
kimse olduğunu, peşinden düşmanların kovaladığını bahane ederek, yapması
gereken iyiliği yapmaktan vazgeçmedi. Çünkü aldığı terbiye, sahip olduğu ahlâkî
anlayış ve bozulmamış tertemiz fıtratı bunu gerektiriyordu. Kızlar teşekkür
edip oradan ayrıldılar. Mûsâ ise günlerdir bir şey yememişti; çok açtı. “Rabbim!
Şüphesiz, bana lütfedeceğin her iyiliğe öylesine muhtacım ki!” sözleriyle
de Rabbinden kendisine maddi-manevî lutufta bulunmasını, hususiyle azık ihsân
etmesini niyâz etmekteydi. Mûsâ’nın bu duasını: “Doğrusu bana indirdiğin
hayırdan dolayı muhtaç duruma düştüm!” şeklinde mânalandırmak da mümkündür.
Buna göre Mûsâ, kendisine tevdî edilen yüce vazîfeye ve bu sebeple dünyada
fakir düşüşüne işaret ediyordu. Çünkü o, Firavun’un yanında bolluk içinde idi.
Fakat bu sözler, şikâyet için değil, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini selâmete
eriştirmesine bir teşekkür ve açlığını gidermesi için de bir nâz ve niyâz
kabîlindendi.
Şuayb
(a.s.), kızlarının davarları sulamaktan erken döndüklerini görünce şaşırdı ve
bunun sebebini sordu. Kızları da, daha önce o beldede hiç görmedikleri sâlih
bir insanın kendilerine yardım ettiğini söylediler:
25. Derken babalarının yanına dönen o iki kızdan biri utana sıkıla Mûsâ’nın yanına geldi: “Hayvanlarımızı suvarmana karşılık ücretini ödemek için babam seni yanına çağırıyor” dedi. Mûsâ kızların babasının yanına gelip başından geçenleri anlatınca o zat: “Korkma, artık o zâlim kavimden kurtulmuş bulunuyorsun” dedi.
26. Kızlardan biri: “Babacığım, onu ücretli olarak tut. Çünkü senin ücretle çalıştıracağın en iyi adam, ancak bunun gibi kuvvetli ve güvenilir biri olmalıdır” dedi.
Şuayb
(a.s.), kızının birini göndererek Mûsâ’yı yanına çağırttı. Yalnız Kur’ân-ı
Kerîm burada kızın yabancı bir erkeğe doğru yürüyüşünü tavsif ederek, kıyamete
kadar gelecek tüm kadınlara ve kızlara edep ve hayâ dersi vermektedir. Hem
yürüyüşü son derece hayâlı ve edepli bir yürüyüş, hem de ona söylediği söz çok
edepli, vakur, açık ve net bir sözdür: “Hayvanlarımızı suvarmana karşılık
ücretini ödemek için babam seni yanına çağırıyor.” (Kasas 28/25) Mûsâ ise,
yaptığı iyiliğe karşı bir ücret ödeneceğini bile bile, açlığın, sahipsizliğin
ve çaresizliğin getirdiği zaruri bir sevkıyat ile davete icâbet ediyor; gönlü
“estağfirullah, yaptığım da ne ki, bunun için ücretin de lafı mı olur”
hissiyatıyla dolu olduğu halde, bunu söyleyecek mecâli kendinde bulamıyor ve
kızın gösterdiği istikametten hareketle Şuayb (a.s.)’ın yanına geliyor.
Hz.
Şuayb ona kim olduğunu sorunca Mûsâ (a.s.):
“–Ben
Hz. Yakup neslinden İmrân oğlu Mûsâ’yım” dedi ve başından geçenleri anlattı.
Bunun üzerine Şuayb (a.s.): “Korkma! Burada Firavun’un hükmü geçmez!” diyerek
Mûsâ’yı rahatlattı; üzüntüsünü sevince, korkusunu güvene çevirdi.
Rivayete
göre Şuayb (a.s.) sofra hazırlatıp yemek ikrâm etti. Hz. Mûsâ, o kadar aç
olmasına rağmen yemekte tereddüt gösterdi. Sebebi sorulunca da:
“–Biz
öyle bir âileyiz ki, bütün dünyayı verseler, bir âhiret ameli ile değişmeyiz!
Ben bu yemek için değil, Allah rızâsı için yardım etmiştim” dedi. Hz.
Şuayb, bu cevâba çok memnûn oldu ve:
“–Bu
ikrâmımız, yaptığın yardım için değil, misâfirimiz olduğun içindir. Buyur, ye!”
dedi. Bunun üzerine çok yorgun ve aç olan Mûsâ yemeği yedi ve istirahata
çekildi. Kızlardan Safûra, babasına bu kimseyi ücretle tutmasını tavsiye etti.
Çünkü olan bitenden çıkardığı neticeye göre Mûsâ çok güçlü ve güvenilir bir
insandı. Güçlü olduğunu kuyudan su dolu büyük kovaları çekip çıkarışından
anlamıştı. Son derece güvenilir biri olduğunu da, kendilerine olan muamelesinden
fark etmişti. Çünkü Mûsâ, davarları sularken olsun, daha sonra çağrıldığında
eve gelirken olsun kızların yüzüne bir kez dahi bakmamıştı. Yolda giderken de
çok geriden yürümüştü. Anlaşılan o ki çok edepli ve iffetli bir kimseydi. Hz.
Şuayb’ın işlerini de ancak böyle bir insan yapabilirdi. (bk. Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VIII, 203-204)
Burada,
kendisine vazîfe verilecek kişide bulunması gereken husûsiyetler, öz olarak ne
kadar güzel tespit edilmiştir:
› Liyâkat: İşi
bilmek ve bununla birlikte o işi becerebilecek güce sahip olmak.
› Emânet: Doğru
ve güvenilir olmak.
Nakledilir
ki:
“Firâset
bakımından kadınların en üstünü ikidir. İkisi de Hz. Mûsâ hakkındaki
teşhislerinde firâsetle isâbet etmiştir. Biri, Firavun’un hanımı Âsiye’dir. O,
Mûsâ bir sandık içinde saraya getirilince, gönlü ona meylederek, alıp Firavun’a
götürmüş: «Bu çocuk, benim ve senin için göz nûru, göz aydınlığı olsun! Sakın
onu öldürme!» demişti. Diğeri ise Şuayb (a.s.)’ın kızıdır. O da: «Babacığım!
Koyunlarımızı otlatmak için onu ücretle tut! O, ücretle tutacağın insanların en
hayırlısıdır, kuvvetli ve emîndir!» demişti.
İşte
bu bir firâsettir. Firâset; sâlih mü’minlerde meydana gelen ince ve derin bir
sezgi, isâbetli bir karar, kalpte vuku bulan mânevî bir idrâk kâbiliyetidir.
Safûrâ’nın firâseti ve ileri görüşlülüğünü dikkate
alarak:
27. Babaları dedi ki: “Sekiz yıl yanımda çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer süreyi on yıla tamamlarsan o da senin ikrâmın olur. Ama ben sana zorluk çıkarmak istemem. İnşallah benim, sözünde duran dürüst bir insan olduğumu sen de göreceksin.”
28. Mûsâ şöyle karşılık verdi: “Bu, benimle senin arandaki bir sözleşmedir. Demek, bu iki süreden hangisini yerine getirirsem bana bir düşmanlık söz konusu değil. O halde söylediklerimize Allah şâhittir.”
Hz.
Şuayb, kızının bu teklifini dikkate alıp, onunla Mûsâ arasında oluşan ruhi
kaynaşma ve kalbî irtibatı da göz ardı etmeden Mûsâ’ya kızlarından biriyle
evlenmesi teklifinde bulundu. Yanında kalıp hizmet edebilmesinin en uygun yolu
buydu. Hz. Şuayb hizmete, Mûsâ da himâyeye muhtaçtı. Kızların evlilik yaşı
gelmişti. Mûsâ da genç, iffetli, kuvvetli ve güvenilir bir yiğitti. Mûsâ,
evlenme karşılığında sekiz sene Hz. Şuayb’ın koyunlarına bakacaktı. Eğer on
sene bakarsa bu da ondan Şuayb (a.s.)’a ziyade bir ikram olacaktı. Biri
peygamber, diğeri peygamber namzedi iki mübârek kişi bu şekilde anlaştılar.
Allah’ı da anlaşmalarına şâhit tuttular. Görüldüğü üzere, bu âyet-i kerîmede
ictimâî hayatta sıkça karşılaşılan bir husûsa dikkat çekilmiştir. İnsanların en
güveniliri olan iki peygamber bile, bir iş mevzuunda anlaşırken, ileride
karşılaşabilecekleri muhtemel durumları da ortaya koyarak baştan her şeyi açık
açık konuşup karara bağlamışlardır. En sonunda da Allah’a tevekkül etmişler ve
O’nu bu anlaşmalarına şâhit tutmuşlardır.
Böylece
Mûsâ, Hz. Şuayb’ın yanındaki hizmetine başladı. Koyunlarına çobanlık yapıyor ve
diğer hizmetleri görüyordu. Zaten çobanlık, hemen hemen bütün peygamberlerin
mesleği olmuştur. Böylece, Allah onlara tebliğ vazîfesini vermeden önce,
idârecilikte lâzım olan mes’ûliyet hissi, vazîfeyi hakkıyla îfâ etme şuuru,
şefkat ve merhamet gibi birtakım husûsiyetleri kazandırmıştır.
Rivayete
göre Mûsâ, koyunlarını güderken hiçbirine bir değnek bile vurmaz, eziyet etmez
ve onları aç bırakmazdı. Allah Teâlâ da O’nu İsrâiloğullarına peygamber olarak
gönderdi, onunla konuştu. Mûsâ (a.s.), peygamberliğinden sonra da çobanlığa
devam etti ve milletini birçok kötülüklerden korudu. Allah’ın yarattıklarına
şefkatli davrandığı için, Allah’ın dostu oldu. O’nun yaratıklarını aziz tutup,
onlara şefkatle muamele ettiği için peygamberlikle şereflendirildi, yüksek
mertebelere nâil oldu. Çünkü Allah Teâlâ’ya yaklaşmanın ve makbul bir kul
olmanın şartı, Allah’ın emrine yüksek bir tâzimle beraber, O’nun yaratıklarını
şefkat ve merhametle muameledir. Buna dikkat edenler, mânevî terakki ve kemâlin
yolunu tutmuş olurlar.
Mûsâ,
Hz. Şuayb’ın kızıyla evlenip yıllarca orada kaldı. Nihâyet anlaşma yaptıkları
süre doldu. Tekrar Mısır’ın yolu göründü:
29. Mûsâ belirlenen süreyi tamamlayıp ailesiyle birlikte geceleyin Mısır’a doğru yola çıkınca Tûr dağı tarafında uzaktan bir ateş gördü. Ailesine: “Siz burada biraz bekleyin. Bir ateş gördüm; belki oradan size yol hakkında bir haber veya ateş yakıp ısınmanız için bir kor parçası getiririm” dedi.
Resûlullah
(s.a.s.)’in beyânına göre Mûsâ, Hz. Şuayb’e on sene hizmet etti. (Buhârî,
Şehâdât 28) Bu müddetin dolması üzerine kayınpederinden izin isteyerek eşi
Safûra ile beraber Mısır’a dönmeğe karar verdi. Koyunlarını da yanlarına alarak
kış mevsiminde yola çıktılar. Mûsâ’nın gâyesi, kardeşi Hârûn’u da yanına alıp
İsrâiloğulları’nı zulüm altında bulundukları Mısır’dan çıkarmak idi. Yolda
şiddetli bir yağmur bastırdı. Bir kış akşamıydı. Her yer zifiri karanlıktı.
Geceyi geçirmek üzere bereketli Tûr dağına sığındılar. Bir mağaraya girdiler.
Rivayete göre Mûsâ’nın âilesi hâmileydi; bir çocukları dünyaya gelmek üzereydi.
Bu soğuk, karanlık ve yağmurlu gecede, ateş ve ışığa ihtiyaçları vardı. Mûsâ
çakmak çakıyor, yanmıyordu. Böyle sıkıntılar içinde iken uzakta parlak bir ışık
gördü. Âilesine, oradan bir ateş alıp döneceğini ve bulundukları yerden
ayrılmamasını tembih etti. Aslında onun gördüğü ateş, kendisini peygamberliğe
hazırlamak için bir işaretti:
30. Mûsâ oraya varınca, o mübârek yerdeki vâdinin sağ tarafından, oradaki ışıyan ağaçtan kendisine şöyle nidâ edildi: “Ey Mûsâ! Şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi Allahım!”
31. “Asanı yere at!” Mûsâ asâyı yere atıp onun çevik bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla hareket ettiğini görünce, arkasına bakmadan dönüp kaçtı. Ona şöyle buyruldu: “Ey Mûsâ! Beri gel, korkma! Çünkü sen artık güvendesin!”
32. “Elini de koynuna sok; kusursuz ve lekesiz olarak bembeyaz çıksın. Korkudan kanat gibi açılan kollarını kendine doğru çek. İşte bu ikisi, Firavun ile onun ileri gelen adamlarına göstermen için Rabbin tarafından sana verilmiş iki mûcizedir. Çünkü onlar, iyice yoldan çıkmış bir topluluktur.”
Hz.
Mûsâ’ya vahyin geldiği yer, “mübârek bir bölge” olarak isimlendirilmiştir.
Çünkü Allah Teâlâ’nın âyet ve nurları orada ortaya çıkmış; Mûsâ (a.s.)’ın
peygamberliği ve Cenâb-ı Hak ile konuşması burada vuku bulmuştur. Bu sebeple
ona “Mukaddes Tuvâ Vâdisi” denilmiştir. (bk. Tâhâ 20/12) “Vâdinin sağ tarafı”,
Mûsâ (a.s.)’ın gidiş istikâmetine göre sağ taraftır. Veya vâdinin en uygun
kıyısı demektir. “Ağaç” ise Allah Teâlâ’nın konuşmasının tecelli ettiği yer
olmuştur. Allah Teâlâ, o ağaçtan Mûsâ’ya seslenmiştir.
Cenâb-ı
Hak, Mûsâ (a.s.)’ı peygamberlikle vazifelendirip azgın Firavun’a göndermeden
önce iki mühim mûcizeyle takviye etmiştir. Bunların biri, elindeki asânın çevik
kıvrak kocaman bir yılana dönüşmesi idi. Bu mûcizeyi gördüğü zaman Hz. Mûsâ
bizzat kendisi çok korkmuş, kollarını açarak koşmaya başlamış, bir defa bile
olsun dönüp bakmaya cesaret edememişti. Daha sonra gelen “kollarını kendine
doğru çek” ikazı bu manzarayı resmetmektedir. İkincisi de koynuna sokup çıkardığı
elinin bir hastalık sebebiyle değil, tamâmen kusursuz bir halde bembeyaz, ışıl
ışıl çıkmasıydı. (bk. A‘râf 7/107-108;
Tâhâ 20/19-23)
Hz.
Mûsâ’ya başlangıçta bu iki mûcizenin verilmesinde iki önemli mesaj vardı:
›
Kendisiyle konuşan varlığın aslında, bütün kâinatın hakimi, rabbi
ve halıkı olan varlıkla aynı olduğuna kesinlikle kâni olması.
›
Kendisine tevdi edilen bu tehlikeli vazîfeyi ifa etmek üzere
Firavun’un huzuruna silahsız değil, aksine iki güçlü silahla çıkacağına iyice
kâni olması. İşte Hz. Mûsâ bu mûcizeleri, iyice günaha dalıp yoldan çıkmış olan
Firavun ve avânesine gösterecek, bunlarla peygamberliğini ispat edip onları hak
yola çağıracaktı.
Burada
Hz. Mûsâ ile Peygamberimiz (s.a.s.) arasındaki derece farkına işaret eden bir
inceliğe yer vermek gerekir: Hz. Mûsâ Tur dağında Rabbinin kendine hitabından
sonra düşmanı üzerine Musallat kılacağı kocaman bir yılan mûcizesi ile döndü.
Peygamberimiz (s.a.s.) ise İsrâ ve Miraç gecesi göklere yükseltilip kendisine
vahyolunanlar vahyolunduktan sonra en büyük münâcat olan namaz hediyesi ile
döndü. Ona:
“-
Ey Nebî! Selam, Allah’ın rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun!” diye hitap
edilince O (s.a.s.) buna:
“-
Selam bizim üzerimize ve Allah’ın sâlih kulları üzerine olsun!” mukâbelesinde
bulundu. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 438; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr,
XI, 46)
Firavun gibi çok belalı bir zorbaya tebliğ için
gitmenin zorluğunu iliklerine kadar hisseden:
33. Mûsâ dedi ki: “Rabbim! Vaktiyle onlardan bir adamı yanlışlıkla öldürmüştüm, bu sebeple beni öldürmelerinden korkuyorum.”
34. “Kardeşim Hârûn; onun dili benimkinden daha açık, daha düzgündür. Onu da yanımda bir yardımcı olarak gönder ki beni tasdik etsin. Çünkü onların beni yalanlamalarından endişe ediyorum.”
35. Allah şöyle buyurdu: “Seni kardeşinle destekleyip kuvvetlendireceğiz. Size öyle bir kudret ve nüfûz vereceğiz ki, mûcizelerimiz sayesinde onlar size el uzatamayacak, herhangi bir kötülük ulaştıramayacaklar. Siz ve size tâbi olanlar neticede kesinlikle gâlip geleceksiniz.”
Hz.
Mûsâ’nın, “beni öldürmelerinden korkuyorum” sözü, onun vazifeden kaçtığı veya
bu hususta tereddüt gösterdiği anlamına gelmez. Onun maksadı; “Ya Rabbi, hâlimi
benden daha iyi biliyorsun. Hâdiseleri öyle tanzim et, şartları öyle ayarla ki,
onlara senin davetini tebliğ etmeden önce tutuklanmayayım. Zira böyle bir
durum, gönderiliş gayemi boşa çıkaracak, hedefime ulaşmayı engelleyecektir”
demekti. Nitekim kardeşi Hârûn’u bu hususta
kendine yardımcı istemesi onun bu maksadını açıkça ortaya koymaktadır.
Diğer
taraftan Mûsâ (a.s.), kardeşlikte örnek bir davranış sergileyerek, kendisine
yardımcı olmak üzere kardeşi Hârûn’un da peygamber olmasını istemişti. Bu
davranış, kardeşlerin birbirlerini kıskanma yerine, birbirlerine hayırda
yardımcı olma ve gıyâbında dua etmenin faziletine işarettir.
Hz.
Mûsâ ve Hz. Hârûn’un gönül gönüle, omuz omuza verip Allah’a ilticâ ederek hak
yolunda hizmete girişmeleri ilâhî rahmeti celbetti. Cenâb-ı Hak onun duasına
icâbet buyurdu. Kardeşi ile kendisini destekleyeceğini ve onlara Firavun ve
avânesinin asla erişemeyecekleri, alt edemeyecekleri, zarar veremeyecekleri bir
iktidâr ve nüfûz vereceğini va‘detti. Onlar, ne manen ve maddeten, ne de ilim
ve delil yönünden onların derecelerine ulaşabileceklerdi. Bu iktidar, Allah’ın
verdiği mûcizeler sayesinde gerçekleşecek ve onlar mutlaka galip geleceklerdi.
Yalnız kendileri değil, kendilerine uyanlar da galip geleceklerdi.
Nitekim Allah Teâlâ’nın verdiği bu müjde şu şekilde
gerçekleşme sürecine giriyor:
36. Mûsâ onlara apaçık mûcizelerimizle gelince: “Bunlar, Allah adına uydurulmuş parlak bir sihirden başka bir şey değil. Hem biz, önceden yaşayıp gitmiş atalarımız zamanında böyle bir şeyin sözkonusu edildiğini hiç duymadık” dediler.
37. Mûsâ dedi ki: “Kendi katından doğru yolu gösteren gerçekleri kimin getirdiğini ve dünyada da, âhirette de hayırlı sonucun kime nasip olacağını elbette Rabbim çok iyi bilmektedir. Gerçek şu ki, zâlimler asla kurtuluşa eremezler.”
Mûsâ
(a.s.), kardeşi Hârûn’la birlikte Mısır’a gelip Firavun ve halkını tevhide
davet etti. Onlara, peygamberliğini ispat eden mûcizeler gösterdi. Fakat onlar
inanmadılar. Buna gerekçe olarak da, bu mûcizelerin Allah adına uydurulmuş bir
sihir olduğunu ileri sürdüler. Üstelik daha önce ataları arasında böyle bir
şeyin duyulmadığını iddia ettiler. Halbuki daha önce Yûsuf (a.s.) Mısır halkını
tevhide davet etmişti. (bk. Mü’min 40/34) Burada dikkat edilmesi gereken nokta
şu ki, bu kıssanın anlatıldığı Mekke döneminde de müşrikler, Resûlullah
(s.a.s.)’e inanmamakta direniyor, getirdiği Kur’an ve gösterdiği mûcizeler için
“Bunlar, uydurulmuş sihirden başka bir şey değil. Biz daha önceki atalarımızdan
böyle bir şey duymadık” diyorlardı. Demek ki her peygamber döneminde küfrün mantık ve psikolojisi aynı şekilde
işliyordu. Haklı bir delile dayanmaksızın, sırf demagoji yaparak hakkı inkâra
ve iptale çalışmak bütün kâfirlerin ortak özelliği idi. Buna karşı Mûsâ (a.s.)’ın
sağlam ve metânetli duruşu da, bütün peygamberlerin vazifelerini ifa ve bu
uğurda zorluklara katlanmadaki ortak özelliklerini ortaya koymaktadır. O,
kendisinin peygamber olduğunu kesinlikle bilmekte, getirdiği bilgilerin Allah
katından gelen ve insanlara doğru yolu gösteren doğru bilgiler olduğuna tüm
kalbiyle inanmakta, neticede kendisinin gâlip gelip güzel âkıbete erişeceğine,
hakka karşı gelen zâlimlerin ise asla iflah olmayacaklarına dair zerre kadar
şüphe duymamaktaydı:
38. Bunun üzerine Firavun: “Ey ileri gelenler!” dedi, “Şimdiye kadar sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyordum! Ey Hâmân! Haydi benim için tuğla ocaklarını tutuştur, balçığı pişir, fazlaca tuğla imal ettirip öyle yüksek bir kule yap ki, belki çıkıp oradan Mûsâ’nın ilâhını görürüm! Gerçi ben onun kesinlikle yalancılardan biri olduğuna inanıyorum, ama neyse!”
39. Firavun ve orduları yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve hesap için bize asla dönmeyeceklerini sandılar.
Firavun
Mısır’da ilâhlık iddia ediyor; “Şimdiye kadar sizin benden başka bir
ilâhınız olduğunu bilmiyordum” (Kasas 28/38), “Sizin en büyük Rabbiniz
benim” (Nâziât 79/24) diyordu. Fakat o, iddia ettiği ulûhiyet ve rubûbiyetin,
yalnız Allah Teâlâ için geçerli olan gökleri ve yeri yaratma, onları idare
etme, öldürme diriltme, her şeyi tasarrufu altında tutma mânasında olmadığını
biliyordu. Çünkü böyle bir şey ancak bir deli tarafından ortaya atılabilirdi.
Yine bu sözüyle o, kendisinden başka ilâhların olmadığını da kastetmiyordu.
Zira Kur’ân-ı Kerîm bizzat Firavun’un birçok tanrıya taptığını haber
vermektedir: “Firavun kavminin önde gelen yetkilileri: «Sihirbazları
öldüreceksin de Mûsâ ve kavmini, yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve
tanrılarını terk etsinler diye mi kendi hallerine bırakacaksın?» dediler.”
(A‘râf 7/127) Dolayısıyla o, kendisi
hakkında “ilâh” ve “rab” kelimelerini, “kendisini bağlayan bir üst merci kabul
etmeksizin tartışmasız yüce iktidar sahibi” anlamında kullanıyordu. Şunu demek
istiyordu: “Bu Mısır ülkesinin sahibi benim. Tüm emir ve yasakları koyma
yetkisi yalnızca bana aittir. Benden başka hiç kimse emir vermeye yetkili
değildir. Mûsâ da kim oluyor? Âlemlerin Rabbi’nin temsilcisi sıfatıyla karşıma
çıkıp da, kendisi hükümdar, ben tâbî imişim gibi bana emirler tebliğ eden bu
adam da kim?” Nitekim bir defasında tebaasına dönerek: “Ey kavmim! Mısır’ın
mülkü ve hâkimiyeti, sonra ayaklarımın altından akan şu ırmaklar bana ait değil
mi? Fakat birileri sizi bana karşı kışkırtıp hâkimiyeti ele geçirmek istiyor.
Bunu hâla göremiyor musunuz? Yoksa ben, şu aşağılık, neredeyse merâmını bile
doğru dürüst anlatamayan adamdan daha üstün değil miyim?” (Zuhruf 43/51-52)
diye sorması da bundandı. Yine onun Mûsâ’ya tekrar tekrar:
“Sen
bize, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan bizi döndüresin de, bu ülkede
üstünlük ve hâkimiyet yalnızca ikinizin olsun diye mi geldin?” (Yûnus
10/78)
“Mûsâ!
Yaptığın büyü ile bizi yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?” (Taha 20/57)
şeklinde sorular sorması ve halkına:
“Mûsâ’nın
sizin dininizi değiştireceğinden veya ülkede fesat çıkaracağından korkuyorum” (Mümin
40/26) hitabında bulunması da hep aynı korkudan kaynaklanmaktaydı.
Mesele
bu açıdan ele alındığında, apaçık hale gelecektir ki, peygamberler tarafından
getirilen ilâhî kanundan bağımsız olarak siyasî ve hukûkî hâkimiyet iddiasında
bulunan şahıs ve sistemlerin durumu da Firavun’un durumundan hiç de farklı
değildir. Bu sistemler kanun koyucu, emir ve yasakları belirleyici olarak ister
bir yöneticiyi isterse millet iradesini görsünler, ülkenin, Allah’ın koyup
peygamberlerin tebliğ ettiği kanunlar ile değil de kendi kanunlarıyla
yönetilmesini benimsedikleri müddetçe, Firavun’un durumuyla onlarınki arasında
hiçbir fark yoktur.
Firavun’un
veziri Hâmân’a tuğladan yüksek bir kule yaptırıp oradan Mûsâ’nın ilâhını arama
teşebbüsü ise, kâfirliğin zirvesi olup halka karşı ilim ve fenni kullanarak bir
oyun ve tuzak yapmaktan başka bir şey değildi. Güya oradan gökyüzünü
araştıracak, Mûsâ’nın ilâhının kim olduğunu öğrenecek, eğer onu bulursa onun da
hakkından gelecekti. Zaten o, Mûsâ’nın yalancı biri olduğunu, getirdiği mesajın
da onun Allah adına uydurduğu şeyler olduğunu düşünüyordu. Onu ve tâbilerini
böyle bir duyguya sevk eden âmil, haksız yere büyüklenmeleri, bunun temelinde
de yatan gerçek ise âhirete imanlarının olmayışı idi. Onlar, bir gün Allah’ın
huzuruna çıkıp yaptıklarının hesabını vereceklerini düşünmedikleri için böyle
davranıyorlardı. Bu yüzden:
40. Biz de onu ve ordularını kıskıvrak yakalayıp denize gömdük. Bak, o zâlimlerin sonu nasıl oldu!
41. Onları, peşlerinden gidenleri cehenneme çağıran şirk önderleri kıldık. Kıyâmet günü de kendilerine asla yardım edilmeyecektir.
Onlar
kendilerini büyük ve önemli görüyorlardı. Halbuki Allah katında son derece
değersiz ve önemsizdiler. Öyle ki, tüm varlıkları, kuvvet ve saltanatlarıyla
birlikte Allah Teâlâ onları bir anda şiddetle yakaladı ve tuttuğu gibi hepsini
birden denizin dibine gömüverdi. Hakları olmaksızın kendilerini büyük
görmeleri, onlara bir fayda sağlamadı. Allah’ın kendilerini ıslah etme yolundaki
ikazlarına kulak vermedikleri için, süprüntü gibi denize atıldılar. Onların en
büyük mârifetleri, insanları ateşe çağıran küfür ve şirk önderleri olmaktı. Bu
hususta kendilerine yardımcılar buldular, onlarla birlikte hareket ettiler.
Fakat âhirette kendilerini ateşten kurtaracak yardımcılar bulamayacaklardır.
Dünyada olduğu gibi, âhirette de saptırdıkları insanların önüne geçip onları
ateşe çağıracaklardır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Firavun,
kıyâmet günü kavminin önüne düşecek ve hayvanların suya götürüldüğü gibi onları
ateşe götürecektir. Gerçekten ne kötü bir yerdir, varılan o ateş!” (Hud 11/98)
Allah
Teâlâ, bu dünyada onların arkalarına bir lânet takmıştır. İnen tüm kutsal
kitaplarda onların lânetli olduğu haber verilmiş, hep lânetle birlikte
anılmışlardır. Allah’ın, meleklerin ve insanların lanetleri daima onların
üzerine olmuştur ve olmaktadır. Dünyada Allah’ın mârifetinden uzak kaldıkları
gibi, âhirette de O’nun mağfiretinden uzak kalacaklardır. Kıyamet günü onlar en
çirkin suratlılar, nefret edilmiş yaratıklar ve ilâhî rahmetten uzaklaştırılmış
bedbahtlar olarak haşrolunacaklardır. Ayette geçen اَلْمَقْبُوح۪ينَ
(makbûhîn) kelimesi bizzat çirkin, iğrenç ve aşağılık bir tabloyu; pis ve
tiksindirici bir manzarayı canlandırmaktadır. Bu, yeryüzünde üstünlük
taslamanın, büyüklenmenin, dış görünüş, mevki ve makamla insanları yoldan
çıkarmanın, Allah’a ve Allah’ın kullarına karşı küstahça davranmanın
karşılığıdır. Çünkü tekebbür yalnız Allah Teâlâ’nın hakkıdır. Nitekim bir kudsî
hadiste: “Kibriyâ benim ridâm, azamet izârımdır; her kim bunlardan birisinde
benimle çekişirse, ben onu ateşe atarım” (Ahmed b. Hanbel, Müsned,
II, 248) buyrulmuştur. Bu yüzden, O’ndan başkasının kibirlenmesi, haksız ve boş
yere kibirlenmedir. Sonu cehennem ateşidir.
Zâlimlerin
sonu böyle; bakalım hakkın temsilcisi olan Hz. Mûsâ’nın sonu nasıl oldu:
42. Bu dünyada onların ardına lâneti taktık. Kıyâmet günü de Rabbin merhametinden büsbütün mahrum kalacak ve en çirkin suratlı kimseler olacaklardır.
Onlar kendilerini büyük ve önemli görüyorlardı. Halbuki Allah katında son derece değersiz ve önemsizdiler. Öyle ki, tüm varlıkları, kuvvet ve saltanatlarıyla birlikte Allah Teâlâ onları bir anda şiddetle yakaladı ve tuttuğu gibi hepsini birden denizin dibine gömüverdi. Hakları olmaksızın kendilerini büyük görmeleri, onlara bir fayda sağlamadı. Allah’ın kendilerini ıslah etme yolundaki ikazlarına kulak vermedikleri için, süprüntü gibi denize atıldılar. Onların en büyük mârifetleri, insanları ateşe çağıran küfür ve şirk önderleri olmaktı. Bu hususta kendilerine yardımcılar buldular, onlarla birlikte hareket ettiler. Fakat âhirette kendilerini ateşten kurtaracak yardımcılar bulamayacaklardır. Dünyada olduğu gibi, âhirette de saptırdıkları insanların önüne geçip onları ateşe çağıracaklardır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Firavun, kıyâmet günü kavminin önüne düşecek ve hayvanların suya götürüldüğü gibi onları ateşe götürecektir. Gerçekten ne kötü bir yerdir, varılan o ateş!” (Hud 11/98)
Allah Teâlâ, bu dünyada onların arkalarına bir lânet takmıştır. İnen tüm kutsal kitaplarda onların lânetli olduğu haber verilmiş, hep lânetle birlikte anılmışlardır. Allah’ın, meleklerin ve insanların lanetleri daima onların üzerine olmuştur ve olmaktadır. Dünyada Allah’ın mârifetinden uzak kaldıkları gibi, âhirette de O’nun mağfiretinden uzak kalacaklardır. Kıyamet günü onlar en çirkin suratlılar, nefret edilmiş yaratıklar ve ilâhî rahmetten uzaklaştırılmış bedbahtlar olarak haşrolunacaklardır. Ayette geçen اَلْمَقْبُوح۪ينَ (makbûhîn) kelimesi bizzat çirkin, iğrenç ve aşağılık bir tabloyu; pis ve tiksindirici bir manzarayı canlandırmaktadır. Bu, yeryüzünde üstünlük taslamanın, büyüklenmenin, dış görünüş, mevki ve makamla insanları yoldan çıkarmanın, Allah’a ve Allah’ın kullarına karşı küstahça davranmanın karşılığıdır. Çünkü tekebbür yalnız Allah Teâlâ’nın hakkıdır. Nitekim bir kudsî hadiste: “Kibriyâ benim ridâm, azamet izârımdır; her kim bunlardan birisinde benimle çekişirse, ben onu ateşe atarım” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 248) buyrulmuştur. Bu yüzden, O’ndan başkasının kibirlenmesi, haksız ve boş yere kibirlenmedir. Sonu cehennem ateşidir.
Zâlimlerin sonu böyle; bakalım hakkın temsilcisi olan Hz. Mûsâ’nın sonu nasıl oldu:
43. İşte biz, önceki çağlarda yaşayan isyânkâr nesilleri böylece helâk ettikten sonra Mûsâ’ya, insanların gözlerini açıp kalplerine gerçekleri gösterecek apaçık deliller, doğru yolu gösteren bir rehber ve büyük bir rahmet olmak üzere o kitabı verdik. Umulur ki, üzerinde etraflıca düşünüp, gerekli dersleri alırlar.
Allah
Teâlâ, “kurûn-i ûlâ” sayılan Firavun ve ordusunu denizde boğup helak ettikten
sonra Hz. Mûsâ’ya Tevrat’ı vermiştir. Demek ki, Kur’an lisanında “kurûn-i ûlâ:
ilk nesiller” Firavun’un helakiyle sona ermektedir. Böylece Tâhâ sûresinde
Firavun’un “Öyle ise geçmiş nesillerin hali ne olacak?” (Tâhâ 20/51)
sualine Mûsâ: “Onlara dair bilgi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim
asla şaşırmaz, yanlış yapmaz ve unutmaz” (Tâhâ 20/52) cevabının mânasının
işte bu olduğu, buradan anlaşılmaktadır. Firavun’un yok olmasından veya
Tevrat’ın indirilmesinden İslâm’ın doğuşuna kadar “kurûn-ı vustâ: orta
nesiller” olmaktadır. İslâm’ın doğuşu ile de ahir zaman, yani “kurûn-ı uhrâ:
son nesiller” başlamaktadır.
Burada
Tevrat’ın üç hususiyetine dikkat çekilir:
› Besâir: Gözün
insana yürüyeceği yolu gösterdiği gibi, kalplerin ilâhî gerçekleri görmesini
sağlayan nurlu deliller.
› Bir hidâyet:
Doğru yolu gösteren bir rehber, kılavuz.
› Bir rahmet:
Kendine uyanları Allah’ın rahmetine ve cennetine eriştiren bir kitap.
Bu
ilâhî kitabın indirilişinden maksat, insanların etraflıca düşünüp ders ve öğüt
almalarını sağlamaktır. Önceki nesillerin halini düşündürmek, ibret almalarını
sağlamak, böylece Firavun ve askerleri gibi zulüm ve haksızlık yapmayarak
cehennem azabından kurtulmalarına vesile olmaktır. İlâhî kudret elinin din
düşmanı müstekbirler ile ezilenler arasındaki mücadeleye nasıl müdahale
ettiğini, en sonunda nasıl müstekbirleri yerle bir ediverdiğini ve nasıl zulme
uğrayanlara iyilikte bulunup onları yeryüzüne hâkim kıldığını düşündürmektir.
Bu telkinler, Mekke’de ezilen ve zulme uğrayan küçük bir müslüman topluluğun
son derece ihtiyaç duyduğu telkinlerdir. Onlara karşı büyüklük taslayan
müşriklerin de bunları iyi düşünmeleri gerekiyordu. Hâsılı bu âyetlerin ifade
ettiği mânalar, hak yoluna davetin söz konusu olduğu ve düşmanlarının bu
davetin karşısına dikildiği her yerde tekrar tekrar yenilenip durmaktadır.
Bu
şekilde Tevrat’ın indiriliş hikmeti açıklandıktan sonra söz Kur’an’ın indiği
zamana getirilmekte ve aynı husûsiyetleri fazlasıyla taşıyan Kur’ân-ı Kerîm’in
indiriliş hikmeti ile Hz. Muhammed (s.a.s.)in peygamberliği şöyle beyân
buyrulmaktadır:
44. Rasûlüm! Biz Mûsâ’ya bu kitabı verdiğimizde sen o mukaddes vâdinin batı tarafında bulunmuyordun. Sen o zamanda olup bitenlere şâhit olanlardan da değildin!
45. Kaldı ki, biz onlarla senin aranda nice nesiller yarattık da üzerlerinden uzun devirler geçti. Sen ayrıca Medyen halkı arasında yaşamadın ki, Mûsâ ile ilgili âyetlerimizi onlardan öğrenip de Mekke halkına okuyor olasın. Fakat seni peygamber olarak gönderip, onların haberlerini de sana bildiren biziz.
46. Biz Mûsâ’ya seslendiğimiz zaman sen Tûr’un yanında da değildin. Fakat, senden önce kendilerine uyarıcı gelmeyen bir toplumu uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak seni peygamber yapıp, bunları sana bildirdik. Umulur ki düşünüp öğüt alırlar.
Resûlullah
(s.a.s.), peygamber olup benzersiz bir edebiyat mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerîm’i
getirdiği zaman insanlar şüpheye düşmesinler diye ilâhî takdirin sevkiyle ne
bir kitap okumuş, ne de bir satır yazı yazmıştı. (bk. Ankebût 29/48) O, ne
yazdığı yazılar ve okuduğu şiirlerle meşhur bir edebiyatçı, ne de yaptığı
araştırmalarla ün salmış meşhur bir tarihçi idi. Mekke’de fakir bir ailede
yetim olarak dünyaya gelmiş, ilâhî koruma sâyesinde içinde bulunduğu câhiliye
toplumunun günahlarına bulaşmadan temiz ve mütevazı bir hayat yaşamış, sadakat
ve emniyet timsâli bir insandı. Bir defa olsun kendisine peygamberlik verilip
kitap indirileceğini aklından bile geçirmemişti. (bk. Kasas 28/86) Fakat Allah
Teâlâ onu seçti ve en faziletli peygamberi kıldı. Ona Kur’ân-ı Kerîm gibi en
yüce kelâmını ikram etti. Vahyettiği Kur’an’la birlikte ona, binlerce yıl önce
yaşamış peygamberlerin ibret dolu kıssalarını en doğru bir şekilde anlattı. Bu
sûrede önemli noktalarıyla nakledilen Hz. Mûsâ kıssası da bunlardan biridir.
Burada haber verildiği şekilde bu hâdiseler vuku bulurken Nebiyy-i Muhterem
(s.a.s.) ne orada hazır bulunmuş, ne de bu hâdiselerin vukuuna şâhit olmuştu.
Bunlar kendisine ancak Allah tarafından vahyen bildirilmişti. O halde geçmişe
ait gaybî haberler ihtivâ eden bu kıssalar, Efendimiz (s.a.s.)’in
peygamberliğini ispat eden mühim delillerden birini teşkil etmektedir. Nitekim
diğer peygamberlerin kıssalarının anlatıldığı yerlerde de aynı hususa vurgu yapıldığı
görülür. (bk. Âl-i İmrân 3/44; Yûsuf 12/102-103; Hûd 11/49)
Tarih
boyunca altın bir zincirin halkaları gibi peygamberler ve ilâhî kitaplar
birbirini takip etmiştir. Vahyin nûrunun aydınlatmadığı bir zaman ve bir ümmet
olmamıştır. (bk. Fâtır 35/24) Fakat bazan aynı dönemde birden çok peygamber
geldiği halde, bazan de iki peygamber arasındaki zaman dilimi “fetret dönemi”
diyebileceğimiz bir keyfiyette uzun olabilmiştir. İşte Hz. İsa’dan sonra
Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.)’ın gelişi arasında geçen altı yüz yıllık
zaman, böyle bir zamandır. Bu zaman içinde tâbileri Tevrat ve İncil’i tahrif
ettiler, hükümleri bozdular, vahyin nûrunun tesiri azaldı, dinî neş’e köreldi
ve sönmeye yüz tuttu. Başlangıçta olan iman dinçliği ve amel kudreti kalmadı.
Kalpler katılaşmaya yüz tuttu. Dünya tarifi imkânsız bir hasret, derin bir
iştiyak ve zaruri bir ihtiyaç içinde semâ kapılarının açılıp yepyeni, terütaze
bir vahiy nûrunun gelip kendisini aydınlatması için beklemeye koyuldu. İşte bu
bekleyişe cevap olarak ilâhî bir rahmet tecellisi halinde Hz. Muhammed (a.s.)
gönderildi. Ona indirilen Kur’an’la İslâm dini bütün ihtişâmıyla yeniden hayat
buldu. Nitekim şu âyet-i kerîmede bu gerçeğe işaret edilerek, müslümanlara,
vahyin inişinden itibaren aradan uzun zaman geçse de dini heyecanlarını hep
canlı ve yüksek tutmaları yönünde telkin yapılmaktadır:
“İman
edenlerin, Allah’ın zikri ve Kur’an’dan inen gerçekler karşısında kalplerinin
saygı ve ürpertiyle yumuşayıp Allah’ın emirlerine tam teslim olma vakti hâla
gelmedi mi? Sakın onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi
olmasınlar! Çünkü o kitap verilenler, vahye muhatap olmalarının üzerinden belli
bir zaman geçince, artık ona olan saygılarını yitirmişler ve neticede kalpleri
kaskatı kesilmişti. Onların pek çoğu Allah’a taatten ve dinin sınırlarından
çıkmışlardır.” (Hadîd 57/16)
Dolayısıyla kalplerdeki dinî şuurun yenilenmesinde
peygamberlerin ardarda gönderilmesinin büyük tesiri vardır. Peygamber
göndermenin diğer hikmetlerine gelince:
47. Kendi elleriyle işledikleri günahlar yüzünden başlarına bir felâket geldiği zaman: “Rabbimiz! Keşke bize bir peygamber gönderseydin de âyetlerine uysaydık ve mü’minlerden olsaydık!” demesinler diye seni peygamber yaptık.
48. Ama tarafımızdan kendilerine gerçeğin temsilcisi bir peygamber geldiğinde: “Mûsâ’ya verilen mûcizeler, ona da verilmeli değil miydi?” dediler. Sanki onlar daha önce Mûsâ’ya verileni inkâr etmediler mi? “Kur’an ve Tevrat, birbirini destekleyen iki sihirdir! Doğrusu biz hepsini inkâr ediyoruz” demediler mi?
Aslında
peygamberlerin gönderilişi, insanlığa en büyük rahmet tecellisidir. İnsanlar
onlara itaat etmek sûretiyle doğru yolu bulacak; dünyada huzur, âhirette de
cennete erişeceklerdir. Peygamberlerin gönderilişinin bir hikmeti de o büyük
buluşma günü, insanların mazeret beyân etmelerine mâni olmaktır. Çünkü kıyâmet
kopacak, mizan kurulup hesaplar görülecek ve sebepsiz yere hakkın davetine
icâbet etmeyenler cehenneme atılacaklardır. İşte o anda insan, kendini haklı
gösterip kurtaracak bahaneler arayacaktır. Yüce Rabbimiz, peygamberler
vasıtasıyla tâlimatlarını göndererek kendi adına insanların mazeretlerine set
çekmiştir. Şu âyet-i kerîme bu hakikati daha açık haber verir:
“Müjdeleyici
ve korkutucu böyle nice peygamberler gönderdik; tâ ki peygamberlerden sonra
insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri kalmasın! Allah,
kudreti daima üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.” (Nisâ 4/165)
Böyle
yapılmamış olsaydı, yanlış yolda gitmelerinden dolayı gerek dünyada gerekse
âhirette musibet ve azaplarla karşılaşan insanlar, o zaman Allah’a karşı,
kendilerine doğru yolun gösterilmediği şeklinde bir mazeret ileri
sürebilirlerdi. Artık bu mümkün değildir. Ancak ne sırlı bir tecellidir ki,
eskiden beri peygamber ve kitap geldiğinde -maalesef- çokları iman etmemiş,
ilâhî davete uymamakta direndikleri için helak olup gitmişlerdir. Nitekim Resûlullah
(s.a.s.) ve Kur’an geldiğinde Mekke müşriklerinin durumu da aynı olmuştur. Sırf
imansızlıklarına bir dayanak bulmak için, yahudilerden edindikleri bilgilere
dayanarak Tevrat’ın Hz. Mûsâ’ya toptan indirildiği gibi Kur’an’ın da
Efendimiz’e toptan indirilmesi gerektiğini söylemişler; Hz. Mûsâ’ya verilen asâ
ve yed-i beyzâ gibi mûcizelerin Peygamberimiz (s.a.s.)’e de verilmesini
istemişlerdir. Halbuki niyetleri iman etmek değil, alay edip oynamaktı. Çünkü,
ne Tevrat ne de Kur’an, hiçbir ilâhî vahye inanmak gibi bir düşünceleri yoktu.
Bu iki kitabı birbirini destekleyen iki sihir; سَاحِرَانِ
(sahirâni) kıraatine göre de Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’i aynı fikri
savunup birbirine yardımcı olan iki sihirbaz olarak telakki ediyorlardı.
Onların önceki ve sonraki tüm vahiyleri inkârları diğer bir âyet-i kerîmede
şöyle beyân edilir:
“Kâfirler:
«Biz ne bu Kur’an’a inanırız, ne de bundan önceki kitaplara» diyorlar.” (Sebe’ 34/31)
Zaten
İslâm akâidine göre bir peygamberi inkâr tüm peygamberleri inkâr, bir tek vahyi
inkâr da tüm vahiyleri inkâr anlamına gelmektedir. Hem bu gerçeği bildirmek hem
de Allah’ın gönderdiği doğru yol rehberlerine uymanın zaruretini haber vermek
için:
49. Rasûlüm! De ki: “Eğer doğru söylüyorsanız, Allah katından bu ikisinden daha doğru bir kitap getirin de ben de ona tâbi olayım!”
50. Eğer senin bu teklifini kabul etmezlerse, şunu bil ki onlar sadece nefsânî arzularına uymaktadırlar. Oysa Allah tarafından doğru yolu gösteren bir rehber olmaksızın sırf kendi nefsânî arzularına uyandan daha şaşkın ve sapkın kim olabilir? Şüphesiz Allah, zâlimler gürûhunu doğru yola iletmez.
51. Gerçek şu ki biz, bu ilâhî vahyi onlara birbiri ardınca ulaştırdık. Umulur ki düşünüp ders alırlar.
Eğer
iddiâ ettikleri gibi Tevrat ve Kur’an sihir ise, sihir de insanlar tarafından
yapılabilen bir şey olduğuna göre, onların, doğru yolu bu ikisinden daha iyi
gösteren bir kitap getirmeleri gerekir. Böyle bir kitap getirdikleri takdirde,
Peygamber bile dâvasından vazgeçip o kitaba tâbi olacaktır. Görüldüğü üzere,
bir rakibe karşı ancak bu kadar müsâmahalı davranılabilir. Sadece bir kitap
getirecekler, böylece mücâdele bitecek ve muhâlifler zafer ilan edebilecekler.
Fakat siyerden öğrendiğimize göre bunu yapmaları mümkün olmamıştır; bundan
sonra da mümkün olmayacaktır. O halde, hem peygamberin bu meydan okumasına
kayıtsız kalıp, hem de imana yanaşmayanlar, Allah tarafından gelip doğru yolu
gösteren bir rehebere değil, sadece kendi hevâ ve heveslerine uymaktadırlar.
Oysa Allah’tan gelen doğru yol rehberini bırakıp, kendi hevâsına uyan kimseden
daha şaşkın ve daha sapık kimse yoktur. Anlaşılan o ki, peygamber vasıtasıyla
vuku bulan ilâhî davet karşısında sadece “iki yol” bulunmaktadır:
›
O davete icâbet etmek, samimiyetle onu kabullenmek, nefsânî arzu
ve isteklerden soyunarak kayıtsız şartsız o davetin gereklerine teslim olmak.
›
Hakikate karşı direnmek, buna mukâbil nefsânî ihtiras ve arzulara
uymak. Bunun ise gerçeği yalanlayıp bedbaht bir hayatı tercih etmek olduğu
meydandadır.
Ancak
burada problem ilâhî vahyin çerçevesini belirlediği nizamda ve gösterdiği yolda
değil, o sisteme uymak istemeyen fertlerin kafa ve kalplerindedir. Bu
bedbahtlar, böyle yapmakla en büyük zulmü işlemiş olmaktadırlar. Allah ise
zâlimleri doğru yola eriştirmez. Şüphesiz ki “hak söz”ün ard arda
ulaştırılması, ilâhî tâlimat ve ikazların peş peşe sunulması ile birlikte
onların mazeret kapıları kapatılmıştır. Artık buna karşı ileri sürebilecekleri
geçerli bir gerekçeleri ve inandırıcı bir delilleri kalmamıştır. Tek çare o hak
söze kulak verip düşünerek gereken dersleri alabilmek ve bunların gereğini
yerine getirebilmektir. İşte kendilerinden övgüyle bahsedilen şu kimseler, bunu
başarabilen bahtiyarlara ne güzel örnektir:
52. Daha önce kendilerine kitap verdiğimiz bazı kimseler, Kur’an’a da iman ederler.
53. Onlara Kur’an okunduğu zaman: “Biz buna iman ettik. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçeğin tâ kendisidir. Biz zâten, o gelmeden önce de Allah’a teslim olmuş kimselerdik” derler.
54. İşte onlara sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki kat verilecektir. Bunlar kötülüğe iyilikle mukâbele eder ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar.
55. Onlar, boş ve çirkin bir söz duydukları zaman ondan yüz çevirirler ve bu sözleri sarfedenlere: “Bizim amellerimiz bize, sizin yaptıklarınız da size. Biz sizin için de ancak iyilik ve selâmet dileriz. Ama biz kendini bilmez câhillerle düşüp kalkmak da istemiyoruz” derler.
Bu
âyet-i kerîmeler, Resûlullah Efendimiz (s.a.s.) zamanında imanla şereflenen
Ehl-i kitap bahtiyârlarını metheder. Yahudilerden Abdullah b. Selâm ve Rifâa b.
Rifâa; hıristiyanlardan Varaka b. Nevfel ve Süheyb-i Rûmî gibi şahıslar bunlara
sadece örnektir. Kur’an gelmeden önce bunlar, hem Efendimiz’in bîsetine dair
kendi kitaplarındaki müjdelere, hem de umûmî olarak Allah’ın birliğine ve
gönderdiği peygamberlere inanmışlar, Allah’ın emrine teslim olmuşlardı.
Bunlar;
› Hem Tevrat ve
İncil’e inanıp onlara göre amel ettikleri, hem de Kur’an’a inanıp ona göre amel
ettiklerinden,
› İnançları
uğrunda her türlü maddî ve mânevi zorluklara, eziyetlere katlandıklarından,
› Kötülüğü
iyilikle savmak, kötülüğe iyilikle mukâbele etmek, sahip kılındıkları
rızklardan Allah yolunda harcamak, her türlü boş ve faydasız sözlerden uzak
durmak ve câhillerle hemdem olmamak gibi pek güzel ahlâkî meziyetlere sahip
olduklarından iki kat veya kat kat mükâfatla müjdelenmişlerdir.
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Üç
sınıf insan vardır ki bunların sevapları iki kat olacaktır. Biri, Ehl-i
kitaptan olup da hem kendi peygamberine hem de Hz. Muhammed (a.s.)’a iman eden
kimse. İkincisi, hem Allah’ın hakkını hem de efendisinin hakkını yerine getiren
köle. Üçüncüsü de, câriyesini güzelce terbiye eden, ona güzel bir öğretim veren,
sonra da onu azat edip kendisiyle evlenen kimse. İşte bunların iki kat ecri
vardır.”
(Buhârî, İlim 31; Müslim, İman 241)
Aslında
bu âyet-i kerîmeler, bu sûrenin indiği zamanda vuku bulan bir hâdiseye atıfta
bulunarak âdeta şu mânada Mekke halkını hem düşündürmek, hem de utandırmak
istemektedir: “Siz bizzat kendi aranızdan, kendi şehrinizden gönderilmiş
peygamberlik lütfunun kıymetini bilmiyorsunuz. Nimete nankörlükle karşılık
veriyor, onu inkâr ediyorsunuz. Halbuki uzak beldelerde bulunan insanlar onu
işittiklerinde ona inanıp istifade etmek üzere ta buraya kadar gelmektedirler.”
İşâret
edilen hâdise şöyle vuku bulmuştur:
Habeşistan
hicretinden sonra Resûlullah (s.a.s.)’in zuhuruyla ilgili haberler bu ülkeye de
yayılınca yirmi kişilik bir Hıristiyan heyeti işin aslını öğrenmek için
Mekke’ye gelip Efendimiz (s.a.s.) ile Mescid-i Haram’da buluştular. Kureyş’ten
kalabalık bir grup da olup biteni izlemek üzere orada toplandılar. Heyet
üyeleri Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e bir takım sualler sordular, Peygamberimiz
(s.a.s.) de onları cevapladı. Sonra onları İslâm’a davet etti ve onlara
Kur’ân-ı Kerîm’den ayetler okudu. Kur’ân-ı Kerîm’i dinlerken gözyaşlarını
tutamayan heyet üyeleri okunanın Allah Kelâmı olduğunu tasdik edip, Resûlullah
(s.a.s.)’e iman ettiler. Toplantı sona erip de halk dağılınca Ebu Cehil ve
avanesi Hıristiyan grubun yolunu keserek onları şiddetle payladılar:
“Şimdiye
kadar buraya sizden daha şapşal bir topluluk gelmedi. Ey aptallar güruhu, siz
buraya kavminiz tarafından bu adam hakkında bilgi toplamak için geldiniz. Fakat
henüz onunla yeni karşılaşmışken, itikadınızdan vazgeçtiniz.”
Bu
şerefli topluluk şu cevabı verdi:
“-
Selâm olsun size; hoşça kalın, selametle gidin! Sizinle tartışmak gibi bir
niyetimiz yok. Siz kendi inancınızdan sorumlusunuz, biz de kendi inancımızdan
sorumluyız. Şu var ki, bile bile kendimizi hayırdan mahrum etmeye de
yanaşmayız.” (Kurtubî, el-Câmi‘, XIII, 296)
İşin
gerçeği şu ki:
56. Rasûlüm! Sen sevdiğini doğru yola erdiremezsin, lâkin Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Çünkü, doğru yola girecek olanları en iyi O bilir.
Burada
“hidâyet”ten maksat yalnız sözle iyiliğe sevk değil, bilfiil o yola
eriştirmektir. Bu sebeple bu âyet-i kerîme, “Sen de hiç şüphesiz insanlığı
dosdoğru bir yola çağırmaktasın” (Şûrâ 42/52) âyetine zıt değildir. Burada,
öncesi ve sonrasına baktığımız zaman bu âyet-i kerîmenin Resûlullah (s.a.s.)’i
teselli için geldiği anlaşılır. Çünkü Efendimiz (s.a.s.) ilk olarak yakın
akrabalarını ve hemşehrilerini İslâm’a davet etmiş, onların müslüman olmalarını
şiddetle istemişti. Fakat akrabaları ve kavmi iman etmeyip küfür üzere ısrar
ettikleri halde, uzaklardan gelip Kur’an’ı dinler dinlemez “Biz buna iman
ettik, biz önceden de müslümanlardan idik” diyerek hemen imana gelmeleri, bir
taraftan Efendimiz’i sevindirirken, kavminin peygamberlik bereketinden mahrum
kalmaları onu hüzne boğmuştu. Halbuki bilfiil doğru yola eriştirme mânasında
hidâyet sadece Allah Teâlâ’nın istek ve iradesine bağlıdır. O sadece hidâyeti
kabule isteği ve istidâdı olanları onunla lutuflandırır. Hidâyetini istediğimiz
yakınlarımızın veya sevdiklerimizin böyle bir istek, temâyül ve istidâdı yoksa
doğru yola ermeleri mümkün değildir. Efendimiz (s.a.s.)’in amcası ve en büyük
destekçisi Ebu Talib’in hali bu hususta çok dikkat çekici bir misaldir. Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) vefatı esnâsında ona: “Lâ ilâhe ilallah, de ki, kıyâmet günü
senin lehinde şehâdette bulunayım” demişti. Ebu Talip ise: “Kureyş kadınları
beni kınarlar, korkudan bunu söyledi, derler. Eğer böyle demeyecek olsalardı,
müslüman olup seni sevindirirdim” demişti. (Buhârî, Cenâiz 80; Müslim, İman
41-42)
Mekke
müşriklerinin inanmamak için ileri sürdükleri bahâne ise bir başkaydı:
57. Müşrikler: “Eğer biz seninle beraber İslâm dinine girecek olursak, yerimizden yurdumuzdan sökülüp atılırız” dediler. Oysa onları, bir lutfumuz olarak her türlü ürünün toplanıp kendisine taşındığı dokunulmaz, mukaddes ve güvenli bir beldeye biz yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bunun farkında değil!
58. Halbuki biz, refah ve zenginlikleri yüzünden şımarıp azgınlaşan nice memleketleri helâk etmişizdir. İşte onların kaldığı evler, meskenler! Kendilerinden sonra orada pek az bir zaman oturulabilmiştir. Hepsine biz vâris olduğumuz gibi, neticede her şeye vâris olacak da yine biziz.
59. Rabbin, âyetlerimizi kendilerine okuyacak bir peygamberi ana yerleşim merkezlerine göndermedikçe hiçbir memleketi helâk etmez. Zâten biz, ahâlisi zulmü meslek hâline getirmedikçe herhangi bir memleketi asla helâk etmeyiz.
Rivayete
göre müşriklerden Haris b. Osman, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e gelmiş ve: “Biz
biliyoruz ki şüphesiz sen hak üzeresin. Fakat biz bir yiyimlik başız. Sana tabi
olup da Araplara muhalefet ettiğimiz takdirde onların bizi yerimizden
yurdumuzdan çıkarmalarından, çarpıp kapışıvermelerinden korkuyoruz” demişti.
(Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XX, 115)
Cenâb-ı
Hak, onların bu korkularının asılsızlığına ve haksızlığına şöyle cevap
vermektedir:
›
Allah Teâlâ Mekke’yi harem bölgesi ilan etmiş ve orasını emniyetli
bir mahal kılmıştı. Arap Yarımadası’nın en güvenli şehri Mekke idi. Bütün
Arapların saygı duyduğu ve ziyarete can attığı Kâbe oradaydı.
Âyet-i
kerîmede buyrulur:
“Çevrelerindeki
insanlar yakalanıp götürülürken ve malları yağma edilirken, yaşadıkları
Mekke’yi can ve mal emniyeti bakımından güvenilir ve mukaddes bir Harem bölgesi
kıldığımızı görmezler mi? Buna rağmen onlar hâla saçma ve asılsız inançlar
peşinde koşarak, Allah’ın nimetlerine karşı nankörlüğe devam mı edecekler?” (Ankebût
29/67)
›
Ataları Hz. İbrâhim’in: “Rabbim! Burayı emniyetli bir belde
kıl; halkından Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri de çeşit çeşit
mahsullerle rızıklandır!” (Bakara 2/126) duası bereketiyle, dağlar arasında
kurak bir yer olan Mekke’ye dünyada yetişen bütün meyveler ve sebzeler Allah’ın
bir lütfu olarak akmaktaydı. İman ettikleri takdirde ilerde bu mahsuller her
taraftan daha fazlasıyla toplanıp getirilecektir. Dolayısıyla âyette hem mevcut
durum ifade edilmekte, hem de geleceğe bir işarette bulunulmaktadır. Bu, onlara
Allah’ın bir ikramıdır; fakat onların çoğu Allah’ın nimetlerinin ve
müjdelerinin kıymetini bilmemekte, Allah’tan korkmaları lazım gelirken
başkalarından korkmaktadırlar.
›
Kaybetme korkusuyla haktan yüz çevirip bâtıla yapıştıkları dünya
refahı, zenginliği, mal ve serveti fânidir. Gelip geçicidir. Belki de
helaklerinin sebebi olacaktır. Nitekim bu refah ve servetlere bir zamanlar Âd,
Semûd, Sebe’ ve Medyen kavmi gibi toplumlar da sahip olmuşlardı. Bunlar
şımardıkları için ilâhî azap kamçısı tepelerine inivermişti. Mal ve servetleri
onları azaptan kurtaramamıştı. O halde bunlar da, önceki şımarık kavimler gibi
günah ve kötülüklerde ısrar ederlerse, dikkatli olsunlar, sahip oldukları
emniyeti kaybedip öncekilerin karşılaştığı azapla karşılaşabilirler.
Yûnus
Emre der ki:
“Tutmaz
olur tutan eller
Çürür
şol söyleyen diller
Sevip
kazandığın mallar
Vârislere
kalır bir gün.”
›
Önceki helâk edilmiş topluluklar da zulüm ve ahlâksızlığa
dalmışlardı. Onları son bir kez uyarmak için Allah peygamberlerini gönderdi.
Fakat onlar buna kulak bile asmadılar. Aynı şey bunlar için de söz konusudur.
Şimdi bunlar da büyük bir zulüm ve ahlâksızlık girdabında bulunmaktalar ve
bunları uyarmak için de bir Peygamber gelmiş durumdadır. Eğer ona iman etmez,
küfür ve inkârlarında ısrar ederlerse, refah ve rahatlarını korumak yerine
onları tehlikeye atmış olacaklar. Ayaklarına gelen bu nimeti teptikleri
takdirde, korkup durdukları yıkıma uğrayacak ve yok olacaklardır.
Yurtlarından
çıkarılmaktan korkan müşriklere cevaplar devam ediyor:
60. Size verilen şeyler, dünya hayatının geçici nimeti ve süsüdür. Allah katındaki nimetler ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hâlâ aklınızı çalıştırmayacak mısınız?
61. Kendisine güzel bir vaatte bulunduğumuz ve ona kesinlikle kavuşacak olan mü’min bir kimse; kendisine dünya hayatının geçici zevklerini yaşattığımız, fakat kıyâmet gününde her şeyini kaybederek azap edilmek üzere huzurumuza getirilecek inkârcı kimse ile bir olur mu?
Rivayete
göre müşriklerden Haris b. Osman, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e gelmiş ve: “Biz
biliyoruz ki şüphesiz sen hak üzeresin. Fakat biz bir yiyimlik başız. Sana tabi
olup da Araplara muhalefet ettiğimiz takdirde onların bizi yerimizden
yurdumuzdan çıkarmalarından, çarpıp kapışıvermelerinden korkuyoruz” demişti.
(Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XX, 115)
Cenâb-ı
Hak, onların bu korkularının asılsızlığına ve haksızlığına şöyle cevap
vermektedir:
›
Allah Teâlâ Mekke’yi harem bölgesi ilan etmiş ve orasını emniyetli
bir mahal kılmıştı. Arap Yarımadası’nın en güvenli şehri Mekke idi. Bütün
Arapların saygı duyduğu ve ziyarete can attığı Kâbe oradaydı.
Âyet-i
kerîmede buyrulur:
“Çevrelerindeki
insanlar yakalanıp götürülürken ve malları yağma edilirken, yaşadıkları
Mekke’yi can ve mal emniyeti bakımından güvenilir ve mukaddes bir Harem bölgesi
kıldığımızı görmezler mi? Buna rağmen onlar hâla saçma ve asılsız inançlar
peşinde koşarak, Allah’ın nimetlerine karşı nankörlüğe devam mı edecekler?” (Ankebût
29/67)
›
Ataları Hz. İbrâhim’in: “Rabbim! Burayı emniyetli bir belde
kıl; halkından Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri de çeşit çeşit
mahsullerle rızıklandır!” (Bakara 2/126) duası bereketiyle, dağlar arasında
kurak bir yer olan Mekke’ye dünyada yetişen bütün meyveler ve sebzeler Allah’ın
bir lütfu olarak akmaktaydı. İman ettikleri takdirde ilerde bu mahsuller her
taraftan daha fazlasıyla toplanıp getirilecektir. Dolayısıyla âyette hem mevcut
durum ifade edilmekte, hem de geleceğe bir işarette bulunulmaktadır. Bu, onlara
Allah’ın bir ikramıdır; fakat onların çoğu Allah’ın nimetlerinin ve
müjdelerinin kıymetini bilmemekte, Allah’tan korkmaları lazım gelirken
başkalarından korkmaktadırlar.
›
Kaybetme korkusuyla haktan yüz çevirip bâtıla yapıştıkları dünya
refahı, zenginliği, mal ve serveti fânidir. Gelip geçicidir. Belki de
helaklerinin sebebi olacaktır. Nitekim bu refah ve servetlere bir zamanlar Âd,
Semûd, Sebe’ ve Medyen kavmi gibi toplumlar da sahip olmuşlardı. Bunlar
şımardıkları için ilâhî azap kamçısı tepelerine inivermişti. Mal ve servetleri
onları azaptan kurtaramamıştı. O halde bunlar da, önceki şımarık kavimler gibi
günah ve kötülüklerde ısrar ederlerse, dikkatli olsunlar, sahip oldukları
emniyeti kaybedip öncekilerin karşılaştığı azapla karşılaşabilirler.
Yûnus
Emre der ki:
“Tutmaz
olur tutan eller
Çürür
şol söyleyen diller
Sevip
kazandığın mallar
Vârislere
kalır bir gün.”
›
Önceki helâk edilmiş topluluklar da zulüm ve ahlâksızlığa
dalmışlardı. Onları son bir kez uyarmak için Allah peygamberlerini gönderdi.
Fakat onlar buna kulak bile asmadılar. Aynı şey bunlar için de söz konusudur.
Şimdi bunlar da büyük bir zulüm ve ahlâksızlık girdabında bulunmaktalar ve
bunları uyarmak için de bir Peygamber gelmiş durumdadır. Eğer ona iman etmez,
küfür ve inkârlarında ısrar ederlerse, refah ve rahatlarını korumak yerine
onları tehlikeye atmış olacaklar. Ayaklarına gelen bu nimeti teptikleri
takdirde, korkup durdukları yıkıma uğrayacak ve yok olacaklardır.
Yurtlarından
çıkarılmaktan korkan müşriklere cevaplar devam ediyor:
وَمَٓا
اُو۫ت۪يتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَمَتَاعُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَز۪ينَتُهَاۚ وَمَا
عِنْدَ اللّٰهِ خَيْرٌ وَاَبْقٰىۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ۟ ﴿60﴾
اَفَمَنْ
وَعَدْنَاهُ وَعْدًا حَسَنًا فَهُوَ لَاق۪يهِ كَمَنْ مَتَّعْنَاهُ مَتَاعَ
الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا ثُمَّ هُوَ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ مِنَ الْمُحْضَر۪ينَ ﴿61﴾
60.
Size verilen şeyler, dünya hayatının geçici nimeti ve süsüdür. Allah katındaki
nimetler ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hâla aklınızı çalıştırmayacak
mısınız?
61.
Kendisine güzel bir vaatte bulunduğumuz ve ona kesinlikle kavuşacak olan mü’min
bir kimse; kendisine dünya hayatının geçici zevklerini yaşattığımız, fakat
kıyâmet gününde her şeyini kaybederek azap edilmek üzere huzurumuza getirilecek
inkârcı kimse ile bir olur mu?
Dünyada
yaşamak için dünya nimetleri lazımdır. Cenâb-ı Hak bu nimetleri bu hikmete
binâen yaratmıştır. Fakat bunlar ebedî değil fânîdirler. Geçici bir müddet
içinde kullanılmak ve imtihan olunmak için verilmişlerdir. İnsan bu hayatta
istediği kadar mal biriktirebilir, başarabildiği kadar müreffeh bir hayat
sürebilir. Fakat her ne olursa olsun hepsinin bir sonu vardır ve insan bu
dünyadan boş elle ayrılacaktır. Asıl gâye ebedî olan âhiret nimetlerini elde etmektir.
Dünya hayatının bütün nimetleri, zevkleri, eğlenceleri, insanlara geçici olarak
lütfedilen dünyevî saltanatlar, Allah katındàki ebedî nimetlerle
karşılaştırıldığı zaman bunların son derece basit ve değersiz oldukları, âhiret
nimetlerinin ise daha hayırlı ve devamlı olduğu ortaya çıkar. Ancak bu farkı
anlamak için aklı çalıştırmak lazımdır. Hâsılı hiçbir akıllı insan, bu
dünyadaki kısa yolculuğunun rahatlık ve zevkleri mukâbilinde âhirette hiç son
bulmayacak azaba maruz kalmak gibi kötü bir pazarlığa girişmez. Bilakis dünyada
her nimeti miktarınca ve yerli yerince kullanarak, onun nihâi hedef değil bir
vasıta olduğunun farkına vararak, kendine va‘dedilen ebedî mutluluğun yollarını
arar ve ona kavuşmanın gayreti içinde olur. Zira Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah’a
yemin olsun ki, âhirete kıyasla dünya, sizden birinin parmağını denize
daldırması gibidir. Parmağını denize daldıran kimse, parmağında ne kadar su
kaldığına baksın!” (Müslim, Cennet 55)
Baksın da, dikkat nazarlarını fânî dünyadan ebedi
âhiret âlemine çevirerek, mahşer yerinde vuku bulacak şu dehşetli manzaraları
ibretle seyretsin:
62. Allah kıyâmet günü onlara seslenecek ve: “Benim ortağım olduğunu iddia ettiğiniz sahte ilâhlarınız şimdi nerede?” diye soracak.
63. Bunun üzerine, haklarında azap tehdidi kesinleşmiş olan saptırıcı önderler: “Rabbimiz! İşte şunlar bizim azdırdığımız kimseler. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Biz azdık, onlar da bizi görüp azdılar; bizim bir suçumuz yok. Şimdi ise, bizi sana ortak diye tanımış olmalarını reddediyor ve onlarla bir alakamız bulunmadığını arz ediyoruz. Zâten onlar bize değil, kendi arzularına tapıyorlardı” diyecekler.
64. Bu kez putperestlere: “Allah’a koştuğunuz ortaklarınızı çağırın” denilecek. Onlar da çağıracaklar; fakat gûyâ ortaklar, onların çağrısına hiçbir karşılık veremeyecekler ve cevap olarak karşılarında ancak o azabı görecekler. Ne olurdu, keşke vaktinde gerçeği anlayıp doğru yolu bulsalardı!
İster
taştan, ağaçtan veya çeşitli madenlerden yapılmış muşahhas cisimler olsun,
ister insanın gönül âleminde sevgi, korku ve ümitlerini bağladığı hayalî
varlıklar olsun, insanı Allah’a samimi bir kulluktan alıkoyan her şey, Kur’an
lisânında “şerik, nidd, ortak, put” diye beyân buyrulur. İşte İslâm, insanların
duygu ve düşüncelerini bu mevhum varlıklara bağlanmaktan kurtarıp, âlemlerin
Rabbi Allah’a bağlamak için gelmiştir. Dinin temel esası olan “tevhid” de
budur. Kul “lâ ilâhe: hiçbir ilâh yoktur” sözüyle, kalpten sahte bütün
ilâhları, putları atar. “İllallah: ancak Allah vardır” sözüyle de tek ilâh
olarak Allah’ı süveydây-ı kalbine yerleştirir ve tevhide erer. Zaman zaman dünya
malı, para, kadın, ilâhî tâlimatlara zıt nefsânî arzular, makam ve mevki hırsı
insanın karşısına büyük bir put olarak dikilebilmektedir. Zaten Allah’a kulluk
ile mâsivâya kulluk arasındaki sır da bu noktada düğümlenmektedir. Eğer kul,
Kur’an ve sünnet ışığında dünyadayken sıhhatli bir mârifetullah şuuruyla inanç
problemlerini çözemez, farkında olarak ya da olmayarak putların esaretinde bir
hayat sürer ve âhirete öylece gelirse, âyetlerin haber verdiğine göre, mahşerde
büyük bir hayal kırıklığına uğrayacak, güvendiği dağlara kar yağacak ve
taptıklarıyla beraber cehennemi boylayacaktır. Putlarla putperestler arasında
mahşer meydanında vuku bulacak tartışmalar ve kavgalar ise her iki tarafa da
bir fayda sağlamayacaktır. Bunun da ötesinde:
65. O gün Allah onlara seslenecek ve: “Peygamberlerin dâvetine ne cevap vermiştiniz?” diye soracak.
66. Artık o gün bütün bilgi kapıları yüzlerine kapanacak, delilleri tükenecek, söyleyecek bir kelime bulamayacaklar. Birbirlerine de bir şey soramayacaklar.
67. Ancak dünyada fırsat varken günahlarından vazgeçip iman eden ve sâlih ameller işleyen kimseler kurtuluşa erenlerden olacaktır.
Kıyâmetin
bir ismi يَوْمُ الدّ۪ينِ (yevmü’d-dîn), bir
ismi de يَوْمُ الْحِسَابِ (yevmü’l-hisâb)dır.
Her ikisi de kulların yaptıklarının hesâba çekilip karşılığının verildiği gün
demektir. Hâsılı orada kullar hesaba çekilecek, ameller tartılacak ve sonuçlar
açıklanacaktır. Kendilerine peygamber gönderilenler hesaba çekileceği gibi,
gönderilen peygamberler de hesaba çekilecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Biz
elbette kendilerine peygamber gönderilenleri de sorguya çekeceğiz, gönderilen
peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz.” (A‘râf 7/6)
Peygamberlere,
tebliğ ve davetlerine ümmetlerinin icâbet edip etmedikleri veya ne kadar icâbet
ettikleri sorulacak (bk. Mâide 5/109), ümmetlere de peygamberlerin davetine
icâbet edip etmedikleri veya ne ölçüde icâbet ettikleri sorulacaktır.
Kendilerine hak bir peygamber daveti ulaştığı halde ona icâbet etmeyenler, o
gün, ileri sürebilecek bir mazeret, haklı bir delil, kendilerini azaptan
kurtaracak bir haber, bir söz bulamayacaklar. Ne diyecekleri, ne cevap
verecekleri hususunda birbirlerine sorma, danışma imkânları da olmayacak. Zaten
gözleri kör, kulakları sağır ve dilleri konuşamaz halde yüzüstü
haşrolunacaklar. (bk. İsrâ 17/97) Netice azap ve hüsran olacaktır! Fakat
peygamberin davetine icâbet edip, küfründen dönerek iman eden ve imanının
gereğini yerine getirenler -inşAllah- orada kurtulabilme lütfuna sahip
olacaklardır. Gerçek bir imana sahip olup hakkiyle kulluk yapabilmenin yolu da
Allah Teâlâ’yı iyi tanımaya bağlıdır. İnsan ancak mârifetullah denizinde aldığı
mesafeye göre kullukta bir ilerleme sağlayabilecektir. Bu sebeple buyruluyor
ki:
68. Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. İnsanların bu hususta seçme hakkı ve yetkisi yoktur. Allah, onların ortak koştuğu şeylerden çok uzak ve pek yücedir.
Bu
âyetlerde şirk düşüncesi reddedilip tevhid akîdesi ispat edilmektedir. Buna
göre gökleri ve yeriyle tüm kâinatı, canlı cansız tüm varlıkları yaratan,
onlara hususiyetlerini veren ve her birini yaratılış gayesi istikametinde
yönlendiren Allah Teâlâ’dır. Fâil-i muhtâr O’dur; dilediğini yaratır,
dilediğini seçer. Bazı şeyleri cansız varlık, bazılarını bitki, bazılarını
hayvan, bazılarını insan olarak yaratmak; bunların bir kısmını veli, bazısını
peygamber olarak seçmek; yine bazı varlıkları şeytan, bazısını cin olarak, bazı
mahlûkatı melek, bazı melekleri mukarrabîn[1],
bazılarını da ruhânî olarak yaratmak sadece O’nun hakkıdır. O, bunları
yaratırken hiç kimseye sormuş, akıl danışmış değildir. Müşriklerin koştukları
ortakların ve diğer insanların bunda hiçbir payları yoktur. Âyet-i kerîmelerde
şöyle buyrulur:
“Ben
İblîs’i ve soyunu, ne göklerin ve yerin yaratılışına ne de bizzat kendi
yaratılışlarına şâhit tuttum. Ayrıca insanları doğru yoldan saptıranları ben
kendime yardımcı da edinmiş değilim!” (Kehf 18/51)
“Rasûlüm!
Müşriklere de ki: «Allah’tan başka ilâh sandığınız şeylere istediğiniz kadar
yalvarın durun. Bunların size hiçbir faydası olmayacaktır. Çünkü onlar ne
göklerde ne de yerde zerre miktarı bir şeyin bile gerçek sahibi değillerdir.
Göklerin ve yerin hâkimiyet ve yönetiminde onların hiçbir ortaklıkları da
yoktur. Ayrıca, Allah onlardan bir yardımcı edinmiş veya edinecek de
değildir.»”
(Sebe’ 34/22)
Buna
göre müşriklerin sırf zan ve kuruntudan hareketle bir kısım varlıklara beşer
üstü güç atfetmeleri; onları bela savıcı, hazineler bahşedici, şifa verici,
hastalıkları iyileştirici ve dualara karşılık verici şeklinde nitelemelerinin
aslı yoktur. Onlara Allah’ın sıfatlarından bir pay ayırmalarının ve ona ortak
koşmalarının hiçbir haklı gerekçesi bulunmamaktadır. İlmiyle, kudretiyle, ezeli
ve ebedî olarak hamde liyâkatiyle, hüküm ve hükümranlığın tekelinde oluşuyla ve
âhirette kullarını hesaba çekecek yegâne varlık oluşuyla tek İlah ve tek Rab
Allah Teâlâ’dır. Kimse O’nun kudretine karşı gelemez. Kimse O’nun ilmi ve
bilgisi dışında kalamaz. Kimse O’nun hükmüne karşı çıkamaz ve hükmünü
değiştiremez. Hiç kimse Allah’ın her canlıya takdir buyurduğu ölümden kendini
kurtaramadığı gibi, ölümden sonra yeniden dirilip huzur-ı ilâhîye çıkarak hesap
vermekten de ne kendisi ne de bir başkası onu kurtaramaz.
Cenâb-ı
Hakk’ın, kâinatta zuhûr eden ilâhî kudret akışları ve azamet tecellileri de
O’nun tek ilâh ve tek Rab olduğuna şâhitlik etmektedir:
[1] Mukarrabîn: Allah’a
en yakın kullar.
69. Doğrusu Rabbin onların göğüslerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir.
70. Çünkü O, Allah’tır. O’ndan başka ilâh yoktur. Dünya ve âhirette bütün hamdler O’na mahsustur. Hüküm vermek de yalnız O’nun hakkıdır. Sonunda siz ancak O’nun huzuruna döneceksiniz.
Bu âyetlerde şirk düşüncesi reddedilip tevhid akîdesi ispat edilmektedir. Buna göre gökleri ve yeriyle tüm kâinatı, canlı cansız tüm varlıkları yaratan, onlara hususiyetlerini veren ve her birini yaratılış gayesi istikametinde yönlendiren Allah Teâlâ’dır. Fâil-i muhtâr O’dur; dilediğini yaratır, dilediğini seçer. Bazı şeyleri cansız varlık, bazılarını bitki, bazılarını hayvan, bazılarını insan olarak yaratmak; bunların bir kısmını veli, bazısını peygamber olarak seçmek; yine bazı varlıkları şeytan, bazısını cin olarak, bazı mahlûkatı melek, bazı melekleri mukarrabîn[1], bazılarını da ruhânî olarak yaratmak sadece O’nun hakkıdır. O, bunları yaratırken hiç kimseye sormuş, akıl danışmış değildir. Müşriklerin koştukları ortakların ve diğer insanların bunda hiçbir payları yoktur. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Ben İblîs’i ve soyunu, ne göklerin ve yerin yaratılışına ne de bizzat kendi yaratılışlarına şâhit tuttum. Ayrıca insanları doğru yoldan saptıranları ben kendime yardımcı da edinmiş değilim!” (Kehf 18/51)
“Rasûlüm! Müşriklere de ki: «Allah’tan başka ilâh sandığınız şeylere istediğiniz kadar yalvarın durun. Bunların size hiçbir faydası olmayacaktır. Çünkü onlar ne göklerde ne de yerde zerre miktarı bir şeyin bile gerçek sahibi değillerdir. Göklerin ve yerin hâkimiyet ve yönetiminde onların hiçbir ortaklıkları da yoktur. Ayrıca, Allah onlardan bir yardımcı edinmiş veya edinecek de değildir.»” (Sebe’ 34/22)
Buna göre müşriklerin sırf zan ve kuruntudan hareketle bir kısım varlıklara beşer üstü güç atfetmeleri; onları bela savıcı, hazineler bahşedici, şifa verici, hastalıkları iyileştirici ve dualara karşılık verici şeklinde nitelemelerinin aslı yoktur. Onlara Allah’ın sıfatlarından bir pay ayırmalarının ve ona ortak koşmalarının hiçbir haklı gerekçesi bulunmamaktadır. İlmiyle, kudretiyle, ezeli ve ebedî olarak hamde liyâkatiyle, hüküm ve hükümranlığın tekelinde oluşuyla ve âhirette kullarını hesaba çekecek yegâne varlık oluşuyla tek İlah ve tek Rab Allah Teâlâ’dır. Kimse O’nun kudretine karşı gelemez. Kimse O’nun ilmi ve bilgisi dışında kalamaz. Kimse O’nun hükmüne karşı çıkamaz ve hükmünü değiştiremez. Hiç kimse Allah’ın her canlıya takdir buyurduğu ölümden kendini kurtaramadığı gibi, ölümden sonra yeniden dirilip huzur-ı ilâhîye çıkarak hesap vermekten de ne kendisi ne de bir başkası onu kurtaramaz.
Cenâb-ı Hakk’ın, kâinatta zuhûr eden ilâhî kudret akışları ve azamet tecellileri de O’nun tek ilâh ve tek Rab olduğuna şâhitlik etmektedir:
[1] Mukarrabîn: Allah’a en yakın kullar.
71. Rasûlüm! De ki: “Düşünün bakalım, eğer Allah kıyâmet gününe kadar geceyi üzerinizde aralıksız devam ettirse, Allah’ın dışında, size ışık getirebilecek bir ilâh kimdir? Hâlâ gerçeğe kulak vermeyecek misiniz?”
72. De ki: “Düşünün bakalım, eğer Allah kıyâmet gününe kadar gündüzü üzerinizde fâsılasız devam ettirse, Allah’ın dışında, size içinde istirahat edeceğiniz geceyi getirecek bir ilâh kimdir? Hâlâ gerçeği görmeyecek misiniz?”
73. Kullarına olan merhametinden ötürü Allah, sizin için geceyi ve gündüzü yarattı ki, geceleyin sükûnete erip dinlenesiniz, gündüzün de O’nun lutfundan rızkınızı arayıp şükredesiniz.
Karanlık
ile aydınlık, buna bağlı olarak geceyle gündüz kâinatta sergilenen kudret
tecellilerinden sadece bir misaldir. İnsan aklını çalıştırıp geceyle gündüz
üzerinde biraz düşünecek olsa, hemen Allah Teâlâ’nın varlık ve birliğini idrak
eder. Bunları aralıksız ve aksatmadan peş peşe getiren götüren kudret, kimin
kudretidir? Onların hareket etmesine, gelip gitmesine müdâhale eden başka bir
güç var mıdır? Yoktur. O halde Allah, geceyi kıyâmete kadar uzatsa O’ndan başka
hangi ilâh(!) bize en küçük bir ışık getirebilir? Gündüzü kıyâmete kadar
uzatsa, O’ndan başka hangi ilâh(!) bize istirahat edeceğimiz bir gece
getirebilir? Böyle bir ilâhın varlığını kim iddia edebilir? Hem Yüce Rabbimiz,
gece ile gündüzü iş olsun diye değil; her birini sonsuz rahmetinin bir
tecellisi olarak kullarının sayısız ihtiyaçlarını karşılamak üzere getirip
götürmektedir. Geceleyin dinlenmemiz, gündüzün maişet temini için çalışmamız,
bu ihtiyaçların başta gelenlerinden biridir. O halde kalp kulağıyla işitip
basîret gözüyle bakanlar, Allah’ın sonsuz kudret ve azameti karşısında şaşkına
dönerek, tüm mesâilerini O’na kulluk ve şükre hasretmez de başka ne yaparlar!
Buna
mukâbil kâfirler, müşrikler ve günahkarlar dünyada tercih edip yürüdükleri bu
yanlış yolu haklı gösterebilecek hiçbir mazeret bulamayacaklardır.
74. Kıyâmet günü Allah onlara seslenecek ve: “Benim ortağım olduğunu iddia ettiğiniz sahte ilâhlar şimdi nerede?” diye soracak.
75. O gün her ümmetten bir şâhit çıkaracağız ve: “Taptığınız putların ilâh olduğunu ispatlayacak kesin bir deliliniz varsa getirin!” diyeceğiz. İşte o zaman gerçek mânada kulluğa lâyık tek ilâh, tek Rab olma hakkının sadece Allah’a ait olduğunu herkes bilecek ve dünyada iken uydurdukları sahte tanrılar onları yüzüstü bırakıp gidecekler.
O
gün her ümmetten bir şâhit getirilecektir. Bu şâhit, o ümmetin peygamberi
olacaktır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) derinden hüzne boğan ve ona göz yaşı
döktüren Nisâ sûresi 41. âyet-i kerîme bu gerçeği haber verir:
“Kıyâmet günü her ümmetten bir şâhit getirip, Rasûlüm, seni de
bunlar üzerine şâhit kıldığımız vakit o kâfirlerin halleri nice olacak?”
65.
âyetin tefsirinde de temas edildiği gibi Yüce Allah, bütün insanları mahşerde
bir araya topladığında her milletin peygamberini çağırıp kendisinden o millete
vaktiyle Allah’ın emir ve yasaklarım tebliğ edip etmediğini, tebliğ ettiyse
nasıl cevap verdiklerini soracak ve onlar hakkında tanıklık etmesini
isteyecektir. Resûl-i Ekrem de kendi ümmeti hakkında şâhitlik edecektir.
Allah’tan başka ilâhların var olduğunu iddia edenlerden kesin bir delil
istenecek, onlar da bunu getiremeyecekler, şefaat umdukları putları ise
kendilerini yüzüstü bırakarak gözlerinden kaybolup gidecektir. Gerçek söz ve
hükmün, sadece ve sadece Allah’ın haber verdiği sözler ve onun bildirdiği
hükümler olduğu; yegâne ulûhiyet ve rubûbiyet hakkının yalnız Allah’a ait
olduğu o gün herkes tarafından kesin bir bilgi ile bilinecektir. Kur’an ve
sünnetin çağrısına kulak verip o bilgiye şimdi sahip olanlar, faydasını
görecek; fakat dünyada bundan gaflet ve cehâlet içinde kalıp mahşerde zorunlu
olarak bu bilgiye sahip olanlar bunun bir faydasını göremeyeceklerdir.
İşte
Kârun’un hâli bu bakımdan çok câlib-i dikkat bir misâldir:
76. Kãrûn, Mûsâ’nın kavmindendi. Fakat Firavun’la işbirliği yaparak onlara zâlimce davranıyordu. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, sadece anahtarlarını taşımak bile güçlü kuvvetli bir cemaate zor geliyordu. Kavmi kendisini şöyle ikaz ediyordu: “Şımarma! Şüphesiz Allah şımaranları sevmez!”
Rivayete
göre Kârun Hz. Mûsâ’nın amcasının oğlu idi. Önce Hz. Mûsâ’ya iman etmişti. Mûsâ
(a.s.)’dan sonra Tevrat’ı en güzel okuyan oydu. Başlangıçta fakirdi. Hz.
Mûsâ’nın duası bereketiyle kendisine simyâ, yâni kıymetli maddelerden altın
yapma ilmi verildi. Ticârette çok başarılı idi. Kısa zamanda büyük bir servet
sahibi oldu. Kur’an’ın beyânıyla hazinelerinin sadece anahtarlarını bile güç
kuvvet sahibi bir bölük taşıyamazdı. Serveti artıkça tevazuu ve şükrü artacak
yerde, hırsı ve kıskançlığı yüzünden münafıklığa yeltendi. Mûsâ-Firavun
mücâdelesinde Firavun’un yanında yer aldı. Dolayısıyla İsrâiloğullarının
başında Firavun’un görevlisi olarak bulundu. Onlara karşı zulüm ve taşkınlık
etti. İlmi ve servetiyle insanlara karşı övünüyor ve şımarıyordu. Kavminden bir
kısım ilim ve istikâmet sahibi kimselerin ikaz ve irşatlarına rağmen bir türlü
azgınlığından vazgeçmedi. Sahip olduğu serveti, Allah’ın bir ihsanı olarak
değil, Rabbini unutarak kendi ilim ve istidâdı ile elde ettiğini söyledi.
Halbuki İslâm’a göre mülkün sahibi Allah’tır; O dilediğine dilediği kadar mülk
verir. Kul, o mülkün sahibi değil, onun başında sadece bir emânetçidir. Fakat
Allah’a ve âhirete imanı olmayanlar, bu gerçekten gaflet içinde
bulunmaktadırlar.
Burada
“Karun misâli”nden hareketle, Mekke’de Resûlullah (s.a.s.)’in davetini
engellemeye çalışan mal ve servet sahibi müşrikler uyarılmaktadır. Çünkü onlar,
uluslararası yaptıkları ticaret ve faizcilik yüzünden zamanlarının Karunları
haline gelmişlerdi. Dünyada en büyük hedefin, olabildiği kadar servet kazanıp
biriktirmek olduğuna inanıyorlardı. Bu hedefi geçersiz kılan veya buna mâni
olan girişimlerin, asla kabullenilemeyecek birer yalan olduğunu düşünüyorlardı.
Bu sebeple onlar, Allah Resûlü’nün tebliğinin kabul edilip yayılması durumunda
kazanç yollarının kapanacağından ve çıkarlarının zarar göreceğinden korkuyor ve
ona karşı duruyorlardı. Şeyh Ali Uşşâkî’nin şu mısraları onların bu perişan
hallerini ne güzel anlatır:
“İmrenme
görüp nev’-i taamına ümerânın,
Çün
yüreği yağıyla pişmiş fukarânın.
İmrenme
görüp reng-i libâsın ümerânın,
Çün
bedeni kanıyla boyanmış fukarânın.
İmrenme
görüp dürlü meyvesin görüp ümerânın,
Çün
göz yaşıyla sulanmış fukarânın.”[1]
Gelelim
Karun’un pervasızca şımarıklığına ve bunun neticesinde Allah’ın kahrına
uğrayarak yerin dibine geçirilişine:
[1] Nev’-i taam: Yemek
çeşitleri. Ümerâ: Devlet adamları, reisler, valiler. Çün: Çünkü. Reng-i
libâs: Elbiselerinin renkli renkli, alımlı şalımlı olması.
77. “Allah’ın sana verdiği serveti O’nun yolunda harcamak suretiyle âhiretini kazanmaya çalış. Dünyadan da nasibini unutma. Allah sana nasıl ihsânda bulunduysa, sen de başkalarına öylece ihsânda bulun. Ülkede bozgunculuk çıkarmaya kalkışma. Çünkü Allah bozguncuları sevmez!”
78. Kãrûn: “Niye ki? Bu servet bana verilmişse, öyle iş olsun diye değil, ancak sahip olduğum bir bilgi sayesinde verilmiştir” diye karşılık verdi. Peki, bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesiller içinde ondan çok daha güçlü ve çok daha büyük servet sahibi nice kimseleri helâk etmiştir? Böyle inkârcı suçlulara, helâk edilmeden önce kendini savunma hak ve imkânı da tanınmaz.
Rivayete göre Kârun Hz. Mûsâ’nın amcasının oğlu idi. Önce Hz. Mûsâ’ya iman etmişti. Mûsâ (a.s.)’dan sonra Tevrat’ı en güzel okuyan oydu. Başlangıçta fakirdi. Hz. Mûsâ’nın duası bereketiyle kendisine simyâ, yâni kıymetli maddelerden altın yapma ilmi verildi. Ticârette çok başarılı idi. Kısa zamanda büyük bir servet sahibi oldu. Kur’an’ın beyânıyla hazinelerinin sadece anahtarlarını bile güç kuvvet sahibi bir bölük taşıyamazdı. Serveti artıkça tevazuu ve şükrü artacak yerde, hırsı ve kıskançlığı yüzünden münafıklığa yeltendi. Mûsâ-Firavun mücâdelesinde Firavun’un yanında yer aldı. Dolayısıyla İsrâiloğullarının başında Firavun’un görevlisi olarak bulundu. Onlara karşı zulüm ve taşkınlık etti. İlmi ve servetiyle insanlara karşı övünüyor ve şımarıyordu. Kavminden bir kısım ilim ve istikâmet sahibi kimselerin ikaz ve irşatlarına rağmen bir türlü azgınlığından vazgeçmedi. Sahip olduğu serveti, Allah’ın bir ihsanı olarak değil, Rabbini unutarak kendi ilim ve istidâdı ile elde ettiğini söyledi. Halbuki İslâm’a göre mülkün sahibi Allah’tır; O dilediğine dilediği kadar mülk verir. Kul, o mülkün sahibi değil, onun başında sadece bir emânetçidir. Fakat Allah’a ve âhirete imanı olmayanlar, bu gerçekten gaflet içinde bulunmaktadırlar.
Burada “Karun misâli”nden hareketle, Mekke’de Resûlullah (s.a.s.)’in davetini engellemeye çalışan mal ve servet sahibi müşrikler uyarılmaktadır. Çünkü onlar, uluslararası yaptıkları ticaret ve faizcilik yüzünden zamanlarının Karunları haline gelmişlerdi. Dünyada en büyük hedefin, olabildiği kadar servet kazanıp biriktirmek olduğuna inanıyorlardı. Bu hedefi geçersiz kılan veya buna mâni olan girişimlerin, asla kabullenilemeyecek birer yalan olduğunu düşünüyorlardı. Bu sebeple onlar, Allah Resûlü’nün tebliğinin kabul edilip yayılması durumunda kazanç yollarının kapanacağından ve çıkarlarının zarar göreceğinden korkuyor ve ona karşı duruyorlardı. Şeyh Ali Uşşâkî’nin şu mısraları onların bu perişan hallerini ne güzel anlatır:
“İmrenme görüp nev’-i taamına ümerânın,
Çün yüreği yağıyla pişmiş fukarânın.
İmrenme görüp reng-i libâsın ümerânın,
Çün bedeni kanıyla boyanmış fukarânın.
İmrenme görüp dürlü meyvesin görüp ümerânın,
Çün göz yaşıyla sulanmış fukarânın.”[1]
Gelelim Karun’un pervasızca şımarıklığına ve bunun neticesinde Allah’ın kahrına uğrayarak yerin dibine geçirilişine:
[1] Nev’-i taam: Yemek çeşitleri. Ümerâ: Devlet adamları, reisler, valiler. Çün: Çünkü. Reng-i libâs: Elbiselerinin renkli renkli, alımlı şalımlı olması.
79. Derken bir gün Kãrûn göz kamaştırıcı bir ihtişâm ve debdebe içinde halkının karşısına çıktı. Dünya hayatına düşkün olanlar: “Keşke Kãrûn’a verilen şu servetin bir benzeri de bizim olsaydı. Gerçekten o büyük bir pay sahibi!” dediler.
80. Kendilerine gerçeğin ilmi verilmiş olanlar ise o şaşkınlara: “Yazıklar olsun size! İman edip sâlih ameller işleyenler için, Allah’ın âhirette vereceği mükâfat daha hayırlıdır. Buna da ancak hakkıyla sabredenler kavuşacaktır” dediler.
81. Sonunda biz Kãrûn’u da, evini barkını da yerin dibine geçiriverdik. Öyle ki, artık Allah’a karşı ona yardım edebilecek hiçbir grup yoktu; pek tabiî, kendi kendine yardım edecek durumda da değildi.
82. Daha dün onun yerinde olmayı düşleyenler bu sabah şöyle diyorlardı: “Hayret! Demek Allah imtihan için kullarından dilediğine rızkı bol veriyor, dilediğine az veriyor. Eğer Allah bize lutufta bulunmasaydı, bizi de yerin dibine geçiriverirdi. Vay be; demek kâfirler asla iflâh olmazmış!..”
O
dönemde Kârun’a özenip onun gibi servet sahibi olmayı arzulayan gâfiller olduğu
gibi, Resûlullah (s.a.s.) zamanında da servet sahibi o müşriklere özenip, hangi
yolla olursa olsun, onların ulaştığı zenginliğe büyük bir ihtirasla ulaşmak
isteyen insanlar da vardı. Diğer taraftan, Hz. Mûsâ’ya iman ettiklerinden
dolayı, dünya malının geçici, esas hayatın âhiret hayatı olduğunun idrâki
içinde bulunan mü’minler, Kârun’a özenmiyor, Allah’ın mükâfatını celbedecek
ameller yapmayı daha ehemmiyetli görüyorlardı. Resûlullah (s.a.s.)’e iman eden
mü’minler de bunlar gibiydi. Cenâb-ı Hak burada şımarık Kârun’un feci âkıbetini
haber vermek üzere, bu iki gruptan hangisinin haklı, hangisinin haksız olduğunu
gözler önüne sermektedir:
Kahr-ı
ilâhî Kârun’u bütün hazineleriyle, servetiyle, köşk ve saraylarıyla bir anda
yerin dibine geçiriverdi. Ne malı mülkü, ne bir grup, ne de hiç kimse ona
yardımcı olabildi. Pek tabi, kendi kendini kurtarmaya da gücü yetmedi. Şâirin
ifadesiyle:
“Vermedi
kendisine fâide genc-i mahzûn
Attı
Kârûn’u Âdem çâhına çerh-i vârûn.” (Münîb, Hoca Mustafa)
“Hazineler
dolusu servet, Kârûn’a da yâr olmadı. Felek, yeryüzünde eşi bulunmayacak kadar
zengin olan bu bedbahtı da yerin dibine geçirdi.”
Bu
sebeple, daha dün onun yerinde olmayı, onun gibi servet sahibi olmayı
arzulayanlar, düşüncelerinin yanlışlığını ve Allah’ın emrine uygun davranmayan
kâfirlerin asla iflâh olmayacağını anlamış oldular. Demek ki insan, nihâyetinde
başına belâ ve helâkine sebep olacak bir servetin peşine koşmak yerine, dünya
ve âhirette kendine fayda verecek işlerin ve sâlih amellerin peşinde olmalıdır.
Çünkü âhiret yurdu böyle kişiler için hazırlanmıştır:
83. İşte şu âhiret yurdunu biz, yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk peşinde olmayanlara nasip edeceğiz. Dünya ve âhirette hayırlı âkıbet, kalpleri Allah’a saygıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlar içindir.
84. Kim Allah’ın huzuruna bir iyilikle gelirse, ona bu yaptıklarından daha hayırlı bir mükâfat vardır. Kim de bir kötülükle gelirse, bilinmeli ki, o kötülükleri işleyenler yalnızca yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.
“Âhiret
yurdu”ndan maksat, cennettir. Cennete girecek bahtiyâr kulların üç mühim vasfı
şöyledir:
Birincisi;
bunlar mütevazıdırlar. Sahip oldukları tüm nimetlerin gerçek sahibinin Allah
olduğunu bilirler. Bu sebeple maddi ve mânevî imkânlarıyla kimseye karşı
üstünlük taslamaz, böbürlenmezler. Böyle bir şeyi arzu da etmezler. Şâir ne
güzel söyler:
“Mazhar-ı
feyz olamaz düşmeyicek hâke nebât
Mütevâzî
olanı rahmet-i Rahmân büyütür.”
“Tohum
toprağa düşmeyince filizlenip büyüyemez. Bu bakımdan Allah Teâlâ’nın rahmeti,
kibirlileri değil anca mütevâzı olanları büyütür ve yüceltir.”
Resûlullah
(s.a.s.), hiç kimsenin kendisini arkadaşlarından farklı görmesini sevmezdi. Bir
sefer esnâsında, ashâbından koyun kesip pişirmelerini istemişti. Sahâbeden
biri:
“–Yâ
Resûlallah, onu ben keseyim” dedi. Başka biri:
“–Yâ
Resûlallah, yüzmesi de benim vazîfem olsun” dedi. Bir başkası da:
“–Yâ
Resûlallah, pişirmesi de bana âit olsun” dedi. Fahr-i Kâinat Efendimiz de:
“–O
hâlde odun toplamak da bana âit olsun” buyurdu. Sahâbîler:
“–Yâ
Resûlallah! Biz onu da yaparız, Siz’in yorulmanıza gerek yok” dedilerse de
Peygamber Efendimiz:
“–Sizin,
benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum. Fakat ben, size göre imtiyazlı bir
durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah Teâlâ, kulunun, arkadaşları arasında
imtiyazlı durumda olmasını sevmez” buyurdu. (Kastallânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniye, Mısır,
1281, I, 385)
Bir
tevazu örneği de Hz. Ömer’den:
Bir
gün Ahnef b. Kays (r.a.), Arapların ileri gelenlerinden bâzı kimselerle
birlikte Hz. Ömer’i ziyârete gitmiş; onu, elbisesinin eteklerini beline
sıkıştırmış koşar vaziyette bulmuştu. Ömer (r.a.), Ahnef’i gördüğünde ona:
“–Gel
de yardımcı ol. Devlete âit bir deve kaçtı. Bu malda kaç kişinin hakkı olduğunu
biliyorsun” dedi. O esnâda biri:
“–Neden
kendini bu kadar üzüyorsun? Deveyi yakalamak için bir köleyi vazîfelendirsen
olmaz mı?” dedi. Hz. Ömer:
“–Benden
daha iyi köle mi olurmuş!?” cevâbını verdi. (Topbaş, Faziletler Medeniyeti-1,
s. 398)
İkincisi;
âyetin övdüğü bu seçkin insanlar, bozgunculuk peşinde olan kimseler de
değildir. Ellerinden ve dilerinden kimseye zarar gelmeyen, bilakis fayda gelen;
imkânları nispetinde ıslaha çalışan kimselerdir.
Üçüncüsü;
bunlar takvâ sahibidirler. Kalpleri Allah’a karşı saygı ve korkuyla doludur. Bu
korkuyla O’na karşı gelmekten sakınır, günahlardan uzak durur, güzel ve yararlı
işler yapmanın peşinde olurlar.
Bu
sebepten ötürü onlar, dünya ve âhirette en güzel sonuçlara ulaşacaklardır.
Özellikle öte âlemde çok büyük kazanç elde edeceklerdir. Çünkü Allah Teâlâ
kıyâmet günü, iyilikleri kat kat mükâfatlandıracaktır. Verilecek bu mükâfat,
getirilen iyiliğin mâhiyeti ve yapılış keyfiyeti itibariyle bire on, bire yüz,
bire yedi yüz veya daha fazla olabilecektir. (bk. En‘âm 6/160; Bakara 2/261)
Kötülükler ise, affedilmediği takdirde, Allah’ın bir rahmet tecellisi olarak
sadece misliyle cezalandırılacaktır.
Getirdiği bu eşsiz kâidelerle hayat taze ve yepyeni
bir düzen vermekle olan Peygamber’in temsil ettiği davanın önünün açık olduğu
ve mutlaka başarıya ulaşacağı müjdelenerek buyruluyor ki:
85. Rasûlüm! Şüphesiz Kur’an’ı sana indirip onu okumayı, tebliği ve gereğince amel etmeyi farz kılan Allah, seni mutlaka dönülecek yere tekrar döndürecektir. De ki: “Rabbim, kimin uyulması gereken doğruyu getirdiğini de, buna karşılık kimin besbelli bir sapıklık içinde olduğunu da elbette en iyi bilir.”
Cenâb-ı
Hak Peygamberimiz (s.a.s.)’e Kur’ân-ı Kerîm’i inzal buyurmuş; onu okumayı,
tebliğ etmeyi, emir ve yasaklarına göre yaşamayı ona farz kılmıştı. Aynı
farziyet ona iman eden kimseler için de geçerlidir. Burada Rabbimiz, Mekke’de
çok zor şartlarda tebliğ vazifesini devam ettiren Habîbi’ne büyük bir müjde
vermektedir. Kur’an’ı ona indiren ve onu böyle ağır bir mesuliyetin altına alan
Kudret, onu mutlaka muvaffak kılacağını ve hedefine ulaştıracağını garanti
etmektedir. Aslında اَلْمَعَادُ (meâd) kelimesi “bir
kimsenin sonunda dönmek zorunda olduğu yer” demektir. Burada kelimenin “nekra”
olarak kullanılması, onun tarif edilemez bir kurtuluş, huzur ve felâh yeri
olduğuna delâlet eder. Bunun hem dünyaya hem de âhirete taalluk eden bir boyutu
vardır. Allah onu, aynı zamanda müşriklerin “sana uyarsak yerimizden
yurdumuzdan çıkarılırız” sözlerine bir cevap olarak dünyada hayallerinin bile
ulaşamayacağı yüksek bir zafer, izzet ve şerefe ulaştıracağını müjdelemektedir.
Gerçekten de aradan fazla bir zaman geçmeden bütün Arap Yarımadası’nın
hâkimiyeti Allah Resûlü (s.a.s.)’e lütfedilmişti. Ona karşı koyabilecek hiçbir
güç kalmamıştı. Âhirette ise Allah onu en güzel dönüş yeri olan cennete ve
rızâ-i ilâhîye, en yüce makam olan “Makâm-ı Mahmûd”a eriştirecektir.
Aslında
bu sûrede kıssası uzunca anlatılan Mûsâ (a.s.)’ın kaçarak, kovularak çıktığı
yere ilâhî kudret tarafından peygamber yapılıp geri döndürülmesinde, Firavun’un
zulmü altında ezilen İsrâiloğullarını onun aracılığı ile kurtarmasında ve yine
onun vasıtasıyla Firavun ve ordusunun kökünü kurutmasında, müşriklerle amansız
bir mücadele içinde olan Resûlullah (s.a.s.)’e böyle hayırlı bir neticenin
müjdelendiği görülmektedir. Diğer
taraftan, getirdiği mesajların yalanlanması karşısında Mûsâ (a.s.), Rabbine tam
güvenin bir işareti olarak: “Kendi katından doğru yolu gösteren gerçekleri
kimin getirdiğini ve dünyada da, âhirette de hayırlı sonucun kime nasip
olacağını elbette Rabbim çok iyi bilmektedir. Gerçek şu ki, zâlimler aslâ
kurtuluşa eremezler” (Kasas 28/37) demişti. Burada da Efendimiz (s.a.s.)’e
müşriklere karşı aynı şekilde: “Rabbim, kimin uyulması gereken doğruyu
getirdiğini de, buna karşılık kimin besbelli bir sapıklık içinde olduğunu da
elbette en iyi bilir” denmesi emredilmektedir. Bu ise, bir dâvada başarılı
olabilmek için Allah’a güvenin ve kişinin kendinin doğru yol üzere olduğuna
inanmasının en mühim esas olduğunu gösterir.
Şurası
bir gerçektir ki âyet-i kerîmenin müjdesi, Peygamberimiz (s.a.s.) ve Kur’an’a
iman eden, onların buyruklarını yerine getirmeyi kendileri için farz telakki
eden ve bu uğurda tüm güçleriyle çalışan her zaman ve zeminde tüm mü’minler
için geçerlidir. Bu, hiç ummadığı halde hz. Muhammed (s.a.s.)’e kitap ve
peygamberlik lufedilmesi gibi, Allah’ın mü’minlere bir ihsanı olacaktır:
86. Sen, aslında bu kitabın sana vahyedileceğini ummuyordun. Bu sana ancak Rabbinden bir rahmet olarak geldi. O halde sakın kâfirlere arka çıkma!
87. Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra sakın o kâfirler seni onların gereğini yapmaktan alıkoymasınlar. Sen insanları Rabbine dâvet et ve sakın Allah’a ortak koşanlardan olma!
88. Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarma! Çünkü O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnız O’na aittir. Siz de sonunda O’nun huzuruna çıkarılacaksınız.
Peygamberlik
vehbîdir. Allah dilediği kuluna bu rütbeyi nasip eder. Hz. Mûsâ, ailesiyle
birlikte Medyen’den Mısır’a dönerken geceleyin Tur dağının sağ yamacından bir
ağaçtan gelen ilâhî nidayla ansızın ve daha önce hiçbir peygamberlik beklentisi
içinde olmaksızın bu rütbeye seçilmişti. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)
de, âyetin beyânıyla bu yönde hiçbir beklenti içinde değilken Hıra dağında
Cebrâil (a.s.) ile ansızın karşılaşmış ve peygamber olduğunu ilk defa onun
lisanından duymuştu. O bakımdan bir insana peygamberlik verilmesi ve kitabın
indirilmesi ancak Allah’tan bir rahmettir. Hem peygamber olan şahsa, hem de o
şahsın gönderildiği topluma büyük bir rahmet tecellisidir. Çok büyük bir
nimettir.
Bu
nimete şükrün şartları:
›
Kâfirlere arka çıkmayacak, topluluklarına katılıp küfürlerine
kuvvet ve destek vermekten katiyen uzak duracak.
›
Kâfirler o rütbe sahibini, Allah’ın âyetlerinden alıkoymaya güç
yetiremeyecekler. Hangi şartlar altında olursa olsun, Allah’ın âyetlerine tâbi
olacak; hiçbir şekilde o âyetlerin gereğinden taviz vermeyecek. Kendine gelen
âyetlerin tebliğinden, tatbikinden asla vazgeçmeyecek.
›
İnsanları Rabbine kulluğa ve tevhide davet edecek.
›
Müşriklerden olmayacak; Allah’tan başka hiçbir ilâha
yalvarmayacak, kulluk yapmayacak.
Çünkü
Allah’tan başka ilâh yok; sadece O vardır. O’nun zâtından başka her şey yok
olucudur. Zira O’ndan başka her şeyin varlığı kendinden değil, Allah Teâlâ’ya
bağlıdır. Bu sebeple onlar, her an yok olmayı kabul edici ve yok olmaya hazır
olmakla aslında yok demektir; yahut neticede yok olacaktır. Şâirin,“Bir
değirmendir bu dünya öğüdür bir gün bizi” (Câhidî) dediği gibi dünya
değirmeni, değirmenin buğdayı öğütüp un hâline getirmesi gibi sabah akşam
taşları arasında içindeki tüm canlıları
âheste âheste öğütecektir. Sadece Allah zatında diri, ezelî, ebedî ve varlığı
kendinden olarak devam edecektir. Diğer bir mânaya göre, “vech”, “kastedilen ve
yönelinen yön” mânasına olarak: “O’nun yüzünden, yani O’nun rızâ ve hoşnutluğunun
kastedildiği yönden başka, her şey helaktedir” demek olur. Bu mâna, âhiret
nimetlerinin fani olmayıp ebedî olduğunu haber verir. Yaratıkları hakkında
istediği hükmü koyma ve karar verme yetkisi ve kudreti yalnız O’na aittir.
O’ndan başka hüküm koymaya ve kanun çıkarmaya kalkışanların hepsinin hükmü
bozulur; ancak O’nun ki bozulmaz. Nihâyet bütün herkesin dönüşü de O’nadır.
Herkes ölümünden sonra O’nun huzuruna götürülecek, hesaba çekilecek, ona göre
ceza veya mükafatı ne ise onu alacaktır. Onun hükmüne, irade ve kudretine boyun
eğmeyecek hiçbir varlık yoktur. Hak katında makbul din İslâm’ın, bütün
peygamberlerin lisanıyla insanları sadece tek ilâh olan Allah’a kulluk edip,
O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaya çağırmasının sırrı da budur!
Şimdi,
Allah katında kabul edilecek imanın nasıl bir iman olduğunu ve böyle bir imanı
elde edebilmek için hicret ve cihad dâhil nasıl bir gayret ve sabır göstermek
gerektiğini örnekleriyle açıklamak üzere Ankebût sûresi geliyor:
Peygamberimizin (s.a.v.) ismi Kur’an-ı Kerim’de beş defa geçmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.) Kur’an’da dört defa “Muhammed”, bir defa da “Ahmed” olara ...
Ayet-i kerimede buyrulur: لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَز۪يزٌۘ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَر۪يصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِن۪ينَ رَؤُ۫فٌ رَ ...
"O, suyu acı ve tatlı iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir." (Rahmân Sûresi 19) "Fakat aralarında bir engel vardır; onu aşıp da birbi ...
Ayet-i kerimede buyrulur: يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten ...
Ahkâf sûresinin 15. ayetinde şöyle buyrulur: Ahkâf Suresi 15. Ayet Arapça وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ اِحْسَانًاۜ حَمَلَتْهُ اُمُّهُ كُ ...
Ayet-i kerimede buyrulur: اَلتَّٓائِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّٓائِحُونَ الرَّاكِعُونَ السَّاجِدُونَ الْاٰمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّ ...