Ankebût sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 69 âyettir. İsmini, 41. âyetinde misâli verilen örümcek mânasındaki اَلْعَنْكَبُوتُ (ankebût) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 29, iniş sırasına göre 85. sûredir.
Sûre, hak katında makbûl bir imanın özelliklerinden bahseder. Buna göre sadece dil ile “inandık” demek yeterli değildir. Dünya hayatında bir kısım imtihan ve sorumluluklarla imanlar sınanacak, yalancılarla doğru söyleyenler birbirinden tefrik edilecek ve bu imtihanlardan başarıyla geçenlere “mü’min mührü” vurulacaktır. Sûrede Hz. Nûh, Hz. İbrâhim, Hz. Lût, Hz. Şuayb ve Hz. Mûsâ’nın kıssalarından kısa kısa tesirli alıntılar yapılarak “iman-küfür” ayırımı iyice netleştirilir. Son olarak hakiki imanın meyveleri sadedinde Allah’tan başka bir şeye gönül bağlamamak; namazı dosdoğru kılmak; Kur’ân-ı Kerîm’in en büyük mûcize olduğunu kabulle onun getirdiği hidâyetten istifade etmek; sadece gerçek bir iman ve ona bağlı sâlih amellerin, sabır ve Allah’a tevekkül gibi ahlâkî güzelliklerin fayda vereceği âhiret gününe hazırlanmak hususları hatırlatılır. Yaşanılan ülkedeki şartlar, dinî vecîbeleri yerine getirmeye müsait değilse, Allah’ın arzının geniş olduğu hatırlatılarak daha iyi bir müslümanlık için hicret tavsiye edilir. Hepsinin ötesindeki en büyük gâye ise Allah’ın varlığını, birliğini ve sonsuz kudretini tanımak, gerçek hayatın âhiret hayatı olduğunu bilmek ve sadece başımız dara düşünce değil dâimâ halisane bir şekilde olarak O’nun huzurunda boynu bükük bir kul olabilmektir. Niyet ve iradesini bu istikâmete yönlendiren kullarına Rabbimiz başarı müjdesi vermektedir.
Mushaftaki sıralamada yirmi dokuzuncu, iniş sırasına göre seksen beşinci sûredir. Rûm sûresinden sonra, Mutaffifîn sûresinden önce ağırlıklı görüşe göre– Mekke’de inmiştir. Tamamının Medine’de indiği de söylenmektedir. Bir rivayete göre büyük bir bölümü Mekke’de, baş tarafından on veya on bir âyeti de Medine’de inmiştir. Aksine ilk dokuz âyetinin Mekke’de, daha sonraki kısmının Medine’de indiği de söylenmiştir. Bu rivayetlerden çıkan sonuca göre tamamı hicretin hemen öncesine ve/veya sonrasına denk gelen bir zaman dilimi içinde inmiştir.
Dârekutnî’nin Sünen’inde (II, 64) nakledilen bir hadise göre Hz. Âişe, “Resûlullah aleyhisselâm, güneş ve ay tutulmalarında dört rükûlu, dört secdeli iki rek‘at namaz kılar, bu namazın ilk rek‘atında Ankebût veya Rûm sûresini, ikinci rek‘atında Yâsîn sûresini okurdu” demiştir.
1. Elif. Lâm. Mîm.
2. İnsanlar, hiç imtihana tâbi tutulmadan, sadece “İnandık!” demekle bırakılıvereceklerini mi sandılar?
İmanı
“dille ikrâr, kalple tasdîk ve azalarla amel” diye tarif edersek, dille “iman
ettim” sözü, sadece kalpte yerleşen imanın varlığını haber veren ve kişinin
mü’min olduğunu beyân eden bir ifadeden öteye geçmez. Demek ki iman, sırf dille
söylenen bir sözden ibâret değil, kişiye bir takım sorumluluklar yükleyen;
ateşin yakması, suyun ıslatması, elektriğin çarpması gibi ciddi bir takım
tezâhürleri olan bir hakîkattir. Kendine has mesuliyetleri ve ağırlıkları
bulunan, sabretmeyi ve katlanmayı gerektiren bir emanettir. Bu sebeple Cenâb-ı
Hak insanları “inandık” sözleriyle kendi hallerine bırakmayacak, o imanın
gerçek olup olmadığını ortaya çıkarmak için insanları bir takım musibet ve
belalarla imtihan edecektir. Aslında الفتنة
(fitne) kelimesi, lügatte, “altının ateşte eritilerek saflaştırılması” mânasına
gelir. Buna göre ateşin altını eriterek, karışımında bulunan diğer değersiz
madenleri ayrıştırıp onu saf altın haline getirmesi gibi, gelen musibetler de
kalpleri temizleyecek, ruhları arındırıp imanı kemâle erdirecektir. Çünkü belâ,
musîbet ve mihnetler:
Nefisleri tembellik ve uyuşukluktan kurtarıp, en güzel şekilde
amel etmeye yönlendirir.
Kalpleri, tevhidi gösteren delilleri kavramak suretiyle doğru
düşünce ve gerçek ilme ulaştırır.
Ruhları mâsivâ muhabbetinden arındırarak, sebeplere takılmaktan
kurtarır; gönlü yaratıklar yerine Yaratan’a bağlar.
Sırları temizleyerek Hakk’ın tecellilerini görecek hâle getirir.
Bu
âyet-i kerîme indiği sıralarda Mekke’de hüküm süren şartlar çok ağırdı. İslâm’ı
kabul eden herkes zulüm, hakaret ve işkence hedefi oluyordu. Eğer İslâm’ı kabul
eden kimse fakir veya köle ise dövülüyor ve dayanılmaz işkencelere maruz
bırakılıyor; eğer ticâret erbâbı ise ekonomik kısıtlamalara hedef oluyor ve neredeyse
aç kalıyordu. Bu durum Mekke'de bir korku ve tedirginlik havası estiriyordu. Bu
sebeple kalpleriyle peygamberin gerçek olduğunu kabul eden birçok kişi açıktan
ona iman etmeye korkuyorlardı. İman eden bazıları da sonraları cesaretlerini
yitiriyor ve çok ağır işkencelerle karşılaştıklarında kâfirlere boyun eğip
taviz veriyorlardı.
İşkenceye
mâruz kalan sahâbe-i kirâmdan biri olan Habbâb b. Eret’in şu rivayeti işin
gerçek yüzünü tam olarak ortaya koymaktadır:
Bir
gün Allah Resûlü, Kâbe’nin gölgesinde iken, yanına varıp kendisine müşriklerden
gördüğümüz işkenceleri şikâyet tarzında anlattık. Ardından da bu işkencelerden
kurtulmamız için Allah’tan yardım dilemesini taleb ettik. O da bize şöyle
buyurdu:
“Sizden önceki nesiller arasında,
yakalanıp bir çukura konan, sonra testere ile baştan aşağı ikiye bölünen ve
demir taraklarla etleri tırmıklanan, fakat yine de dîninden dönmeyen mü’minler
olmuştur. Allah’a yemin olsun ki, O, bu dîni tamamlayacak, hâkim kılacaktır. O
derecede ki, bir kişi, Allah’tan ve koyunlarına kurt saldırmasından başka bir
korku duymaksızın, San’a’dan Hadramut’a kadar emniyet içinde gidip
gelebilecektir. Ne var ki siz sabırsızlanıyorsunuz!..” (Buhârî,
Menâkıbu’l-Ensâr 29; Ebû Dâvûd, Cihâd 97/2649)
Bu
mânada mü’minleri ikaz eden, imanın bedelini ödeyip cennete girebilmek için bir
kısım zorluklara katlanmanın gerekli olduğunu bildiren bir âyet-i kerîmede
şöyle buyrulur:
“Yoksa ey mü’minler! Sizden önceki mü’minlerin başına
gelenler sizin de başınıza gelmeden, onların yaşadıkları sıkıntıları çekmeden
cennete girebileceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici fakirlikler, öyle
kımıldatmayan sıkıntılar dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda peygamber
ve yanındaki mü’minler: «Allah’ın yardımı ne zaman?» diyecek hale geldiler.
Şunu bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır.” (Bakara 2/214)
Müslümanların çok zorluk çektikleri ve âdeta top yekün
bir yok oluşla yüz yüze kaldıkları Uhud savaşı sonrası inen şu âyet de dikkat
çekicidir:
“Yoksa
siz, Allah içinizden cihad edenleri ve dâvası uğrunda sabredip direnenleri
ortaya çıkarmadan kolayca cennete girivereceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmrân
3/142)
Allah Teâlâ’nın mü’minleri imtihana tâbi tutması
ümmet-i Muhammed’e özgü bir durum değildir:
3. Gerçek şu ki biz, onlardan öncekileri de imtihan ettik. Böylece Allah, doğru söyleyenleri de ortaya çıkaracak, yalancıları da elbette ortaya çıkaracaktır.
Önceki
peygamberler ve ümmetler de çeşitli sıkıntı ve zorluklarla karşılaşmışlardır.
Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan peygamber kıssalarında bunun pek çok misali vardır.
Hz. İbrâhim’in ateşe atılması, Ashâb-ı Uhdûd’un hendeklere atılarak yakılması,
Habîb-i Neccâr’ın taşlanarak öldürülmesi, Mûsâ (a.s.) karşısında ilâhî
hakîkatle buluşan sihirbazların Firavun tarafından kol ve bacaklarının
çaprazlama kesilerek hurma dallarına asılması bunun sadece birkaç misalidir.
İşte böyle imtihanlarla imanında sadık olanlarla yalancı olanlar birbirinden
ayrılmaktadır. Bir grup var ki bunlar belâ ve darlık hâlinde sabreder, nimet ve
bolluk hâlinde şükrederler. Bunlar sâdıklardır. Bir grup var ki, belâ hâlinde
sabretmez, nimet halinde şükretmezler. Bunlar yalancılardır. Bir grup da var ki
nimet ve bolluk hâlinde îsârda bulunur, o nimetlerden kendileri çok az istifade
eder, belâdan da çekinmezler. Hatta darlığın ve şiddetin verdiği acıdan ayrı
bir haz duyarlar. Bunlar rütbesi en yüksek olanlardır.
Cenâb-ı
Hak, bir taraftan mü’minleri musibetlere ve eziyetlere sabra teşvik ederken,
diğer taraftan da başta küfür ve isyan olmak üzere kötülük işleyenleri,
özellikle mü’minlere eziyet edenleri ikaz buyurur. Çünkü mü’minin imanını
denemek, doğrularla yalancıları birbirinden ayırmak maksadıyla yapılan imtihan
nasıl bir “sünnetullâh”[1]
ise, mü’minleri dinlerinden döndürmek için ellerinden gelen her türlü kötülüğü
yapanları suçüstü yakalayıp cezalandırmak da bir “sünnetullâh”tır. Bu ilâhî
kanun, hiçbir şekilde değiştirilemez, yürürlükten kaldırılamaz ve herhangi bir
zaman, zemin veya toplumla sınırlandırılamaz. Buna göre küfür ve dinsizlik
yolunu tutanlar; bir dünya menfaati, şehvet ve hırs sebebiyle mü’minlere
düşmanlık, zulüm ve eziyet eden kimseler, Allah Teâlâ’nın ilmi ve murakabesi
altında olduklarından, O’nun cezalandırmasından kurtulmaları mümkün değildir.
Eğer böyle bir hükme varmışlarsa, bu pek kötü ve çok yanlış bir hükümdür.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Rasûlüm!
Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah onları
cezalandırmayı, dehşetten gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne ertelemektedir.”
(İbrâhim
14/42)
Şimdi de Allah’a kavuşmayı umanlara güven aşılamayı ve kalplerini her türlü şüpheden uzak bir şekilde sıkı sıkıya Allah’a bağlamayı hedefleyen şu âyetler gelmektedir:
[1] Sünetullah: Allah
Teâlâ’nın işlerini yaparken takip ettiği yol, uyguladığı kanun, adet.
4. Yoksa günahları pervasızca işleyenler, elimizden kaçıp kurtulabileceklerini mi sandılar? Ne de fenâ hükmediyorlar!
Önceki peygamberler ve ümmetler de çeşitli sıkıntı ve zorluklarla karşılaşmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan peygamber kıssalarında bunun pek çok misali vardır. Hz. İbrâhim’in ateşe atılması, Ashâb-ı Uhdûd’un hendeklere atılarak yakılması, Habîb-i Neccâr’ın taşlanarak öldürülmesi, Mûsâ (a.s.) karşısında ilâhî hakîkatle buluşan sihirbazların Firavun tarafından kol ve bacaklarının çaprazlama kesilerek hurma dallarına asılması bunun sadece birkaç misalidir. İşte böyle imtihanlarla imanında sadık olanlarla yalancı olanlar birbirinden ayrılmaktadır. Bir grup var ki bunlar belâ ve darlık hâlinde sabreder, nimet ve bolluk hâlinde şükrederler. Bunlar sâdıklardır. Bir grup var ki, belâ hâlinde sabretmez, nimet halinde şükretmezler. Bunlar yalancılardır. Bir grup da var ki nimet ve bolluk hâlinde îsârda bulunur, o nimetlerden kendileri çok az istifade eder, belâdan da çekinmezler. Hatta darlığın ve şiddetin verdiği acıdan ayrı bir haz duyarlar. Bunlar rütbesi en yüksek olanlardır.
Cenâb-ı Hak, bir taraftan mü’minleri musibetlere ve eziyetlere sabra teşvik ederken, diğer taraftan da başta küfür ve isyan olmak üzere kötülük işleyenleri, özellikle mü’minlere eziyet edenleri ikaz buyurur. Çünkü mü’minin imanını denemek, doğrularla yalancıları birbirinden ayırmak maksadıyla yapılan imtihan nasıl bir “sünnetullâh”[1] ise, mü’minleri dinlerinden döndürmek için ellerinden gelen her türlü kötülüğü yapanları suçüstü yakalayıp cezalandırmak da bir “sünnetullâh”tır. Bu ilâhî kanun, hiçbir şekilde değiştirilemez, yürürlükten kaldırılamaz ve herhangi bir zaman, zemin veya toplumla sınırlandırılamaz. Buna göre küfür ve dinsizlik yolunu tutanlar; bir dünya menfaati, şehvet ve hırs sebebiyle mü’minlere düşmanlık, zulüm ve eziyet eden kimseler, Allah Teâlâ’nın ilmi ve murakabesi altında olduklarından, O’nun cezalandırmasından kurtulmaları mümkün değildir. Eğer böyle bir hükme varmışlarsa, bu pek kötü ve çok yanlış bir hükümdür. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Rasûlüm! Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah onları cezalandırmayı, dehşetten gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne ertelemektedir.” (İbrâhim 14/42)
Şimdi de Allah’a kavuşmayı umanlara güven aşılamayı ve kalplerini her türlü şüpheden uzak bir şekilde sıkı sıkıya Allah’a bağlamayı hedefleyen şu âyetler gelmektedir:
[1] Sünetullah: Allah Teâlâ’nın işlerini yaparken takip ettiği yol, uyguladığı kanun, adet.
5. Kim Allah’a kavuşmayı umuyor ve bu beklentiyle yaşıyorsa güzel işler yapmaya devam etsin. Çünkü Allah’ın belirlediği ecel mutlaka gelecektir. O, her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla bilendir.
6. Kim cihâd ederse, ancak kendi iyiliği için cihâd etmiş olur. Çünkü Allah, hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir.
“Allah’a
kavuşacağını umanlar”, âhirete iman edenlerdir. Mahşer günü Allah’ın huzuruna
çıkıp hayatının hesabını O’na vereceğine inanan, bunun korku ve ümidini
kalbinde taşıyanlardır. Bunlar için ölüm de yakın, mahşer de yakındır. Çünkü
Allah’ın tayin ettiği vakit mutlaka gelecektir. Dünya hayatı, yaz yağmuru ve
bahar bulutu gibi geçen birkaç günlük bir fasıldır. Bu sebeple onlar, âhiret
saadetlerini sağlayacak ve artıracak hangi amel varsa hepsini aşk ve iştiyakla
yaparlar. Tâyin edilen o vakit gelinceye kadar sabredip, o ilâhî vuslata
liyâkat kesbetmek için karşılaştıkları imtihanları başarıyla geçmek ve
güzellikleri kazanmak için çalışır çabalarlar. Onların tüm çabaları, Allah
yolunda gösterdikleri tüm gayretleri; İslâm’ı öğrenip öğretmek ve yaşayıp
yaşatmak hususundaki bütün cihadları kendi menfaatlerinedir. O halde daha çok gayret
göstermeli, sıkıntılara daha fazla sabretmelidirler. Çünkü Allah Teâlâ’nın
kimsenin ne iyiliğine ne ibâdetine ne de cihadına ihtiyacı vardır. O’nun hiçbir
kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O çok zengindir. Her şeyin hazinesi
O’nun yanındadır.
Buraya
kadarki âyetlerde bahsi geçen hususlarda ihmali ve kusuru olup bunları telafi
etme niyetinde olanlara bir çıkış yolu göstermek ve gönüllere bir ümit ışığı
aşılamak üzere buyruluyor ki:
7. İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, biz onların günahlarını örteceğiz ve onları yaptıkları işlerin en güzelini dikkate alarak mükâfatlandıracağız.
İnsan,
hayatının belli bir döneminde gaflet eseri olarak hata yapmış, günah işlemiş
olabilir. Bu, her şeyin sonu anlamına gelmez. Onun her an hatasından dönüp
sâlih insan olma imkânı vardır. Bunun da yolu imanını tazeleyip günahlardan
vazgeçerek vaktini sâlih ameller; hayırlı ve faydalı işlerle doldurmaktır.
Böyle yaptığı takdirde Allah Teâlâ ona iki şey va‘detmektedir:
Önceki yaptığı günahları ve kötülükleri silinecektir.
Onları, işledikleri amellerin en güzellerini esas alarak
mükâfatlandıracaktır. Yahut yaptıklarına karşılık ona hak ettiğinden daha güzel
bir mükâfatla karşılık verecektir.
Bu mükâfatlandırma hem uhrevî hem dünyevî olabilir.
Çünkü âyetteki “sâlih ameller” ifadesi, kulun Rabbi ile kendisi arasındaki
ibâdetlerle birlikte her türlü hayırlı, verimli gayretleri; gerek ferdin
gerekse toplumun maddî ve manevî gelişmesine, kalkınmasına katkıda bulunan
faydalı işleri ve buna mâni olacak menfî hareketlerin engellemesini de içine
alır. Bunların âhiretteki mükâfatlarının kat kat olacağında şüphe yoktur.
Dünyevî olarak da Allah, onları eskiden yaptıkları kötü işlerin zararlı
neticelerinden halâs eyler. Bundan böyle yapacakları hayırlı ve güzel işlerin
neticelerinin daha da güzel olmasını sağlar. Onların hem ferdî hem de içtimâî
planda gelişmelerini, güçlenmelerini, mutlu ve huzurlu olmalarını temin eder.
Bunu sağlamanın önemli şartlarından biri ise, ana-babanın haklarını yerine
getirmek ve onlara en güzel şekilde davranmaktır:
8. Biz insana ana-babasına iyi davranmasını emrettik. Fakat, eğer onlar seni hakkında bilgin olmayan bir şeyi körü körüne bana ortak koşmaya zorlayacak olurlarsa, onlara sakın itaat etme! Dönüşünüz ancak banadır. Ben de yapmakta olduğunuz şeyleri size bir bir haber vereceğim.
9. İman edip sâlih ameller işleyenleri mutlaka sâlihler zümresi içine katıp cennete koyacağız.
Ana
babaya iyilik, Rabbimizin önde gelen emirlerinden biridir. Hatta İsrâ sûresinde
yalnız kendine kulluk edilmesini emirden hemen sonra ana babaya iyiliği
saymıştır. (İsrâ 17/23) Fakat onlara iyilik başka, doğru veya yanlış olduğuna
bakılmaksızın her emirlerine itaat etmek başkadır. Burada, evlâdına Allah’a
şirk koşmayı emreden ana babaya itaat edilmemesi istenmektedir. “Allah’a
isyan sayılan hiçbir hususta itaatten söz edilemez. İtaat ancak doğru olan hususlardadır”
(Müslim, İmâre 39) hadis-i şerifinden hareketle, sadece en büyük günah olan
şirk konusunda değil, Allah’ın rızâsına aykırı hiçbir emre itaat edilmez.
Rivayete göre
bu âyet-i kerîme Sa‘d ibn Ebî Vakkâs hakkında nâzil olmuştur. Sa‘d hâdiseyi şöyle
anlatıyor:
“Annem Ümmü
Sa‘d:
«-
Allah, ana-babaya itaati emretmiyor mu? Madem öyle sen girmiş olduğun
Muhammed’in dinini inkâr edip eski dinine dönmedikçe yemek yemeyeceğim, bir şey
içmeyeceğim, tâ ki öleyim de sana anasının kâtili desinler» dedi. Yemekten
içmekten kesildi. Sonunda ağzını zorla sopayla açıp ağzına bir şeyler akıtmaya
başladılar. Hz. Sa‘d bu duruma çok üzülmüştü. Gelip olanları Peygamberimiz
(s.a.s.)’e anlattı. Bunun üzerine bu ayet nâzil oldu. (Tirmizî, Tefsir 29/1;
Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 352)
Mekke’nin
ilk dönemlerinde İslâm’ı kabul eden diğer gençler de herhalde buna benzer
durumlarla karşı karşıya kalıyorlardı. Bu sebeple aynı husus Lokmân Suresi 15.
ayette de daha sert bir şekilde yer almaktadır.
Müslüman
gençlerin ve evlatların her zaman bu tür baskılarla karşılaşmaları mümkündür.
Çocuklarının dindarlığından rahatsız olan ve onlar üzerinde baskı kurmaya
çalışan aileler her dönemde var olagelmiştir. Rabbimiz bu hususta bize yol
göstertmekte ve bu imtihanı dengeli bir şekilde nasıl geçebileceğimizi
öğretmektedir.
Hâsılı
insan inanıp sâlih ameller işlemeye devam ettikçe salâhı artacak, Allah’ın
sâlih kullarının hâliyle hallenecek ve onlarla birlikte cennette girecektir.
Sâlih kullar, peygamberler ve Allah dostlarıdır. Allah’ın sevip râzı olduğu ve
hususi in’âmlarda bulunduğu kimselerdir. Onların arasına katılabilmek en büyük
bahtiyarlıktır. Peygamberler bile, ümmetlerine örnek olması açısından
“sâlihlerle beraber olabilmek için” Allah’a dua etmişlerdir. (bk. Yûsuf 12/101;
Neml 27/19) Bu hedefe erişebilmek için burada “iman ve sâlih amel” şartı
getirilmektedir. Şu âyet-i kerîmede ise aynı şartın değişik bir ifadesi olan
“Allah ve Rasûlü’ne itaat” şart koşulmaktadır:
“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın
kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlihlerle
beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ 4/69)
Şunu
belirtmek lazımdır ki, imanın kişiye fayda verebilmesi ve onu ateşten
koruyabilmesi için kalpte kökleşmesi ve sarsılmayacak bir şekilde kuvvetlenmesi
lâzımdır. Değilse:
10. İnsanlardan bir kısmı, “Allah’a inandık” derler. Fakat Allah yolunda bir eziyete maruz kaldıklarında insanlardan gördükleri baskı ve işkenceyi Allah’ın azabıyla bir tutarlar. Rabbinden sana bir zafer geldiğinde ise: “Doğrusu biz de sizinle beraberdik” derler. Yoksa Allah, insanların göğüslerinin derinliklerinde nelerin yattığını çok daha iyi bilmekte değil midir?
11. Hiç şüphesiz Allah, iman edenleri de ortaya çıkaracak, münafıkları da ortaya çıkaracaktır.
İstenilen
şekilde kalpte kökleşmeyen iman, fırtına önünde sönmeye mahkum mum ışığı gibi,
bir kısım eziyetler karşısında sallanmaya başlar. İşte bu âyetlerde böyle zayıf
imana sahip kişilerin, rahat ve sıkıntılı ortamlarda sergiledikleri ruh halleri
gözler önüne serilir. Bu yapıdaki insanlar tehlikesiz ortamlarda yükünün hafif
olacağını, kolay taşınacağını, dille söylemekten başka bir mesuliyet
gerektirmediğini zannederek iman sözünü açıkça söylerler. Fakat Allah yolunda
işkenceye uğratılıp, ikrar ettikleri iman sözünden dolayı baskı görünce
insanların işkencesini Allah’ın azabı ile bir tutarlar. Paniğe kapılır,
kalplerindeki değerler sıralaması altüst olur ve gönüllerindeki akîde sarsılır.
Allah’ın azabı da dâhil, bu gördüklerinden daha ağır bir azabın, daha tesirli
bir eziyetin olamayacağını düşünür ve ondan kurtulmak için küfrü tercih
ederler. Fakat tehlike geçip kendilerini güvende hissedince rahat konuşmaya;
savaştan ödleri patlayan bu korkaklar bu durumda böbürlenerek kahramanlık
taslamaya; baskılar karşısında bozguna uğramış zayıf karakterli bu kimseler
birden aslan kesilip: “Biz sizinle beraberiz” demeye başlarlar. Halbuki Allah
bu karakterdeki insanların göğüslerinde bulunan iman veya imansızlığı, sabır ya
da paniği çok iyi bilmektedir. Bunların kimseyi aldatma imkânları ve kimsenin
gözünü boyama ihtimalleri yoktur. Zira Allah, kimlerin iman ettiklerini iyi
bildiği gibi, kimlerin münafık olduklarını da iyi bilmektedir.
Gerçek
imana sahip müslümanlar ise, yapılan eziyet ve işkencelerin insanın dayanma
gücünü aştığı anlarda bile geçici dünya ile sonsuz âlemi birbirine
karıştırmazlar. Hiçbir baskı onları Allah’a imandan geri çeviremez. Bunun en
güzel misalini, Hz. Mûsâ karşısında müsabakaya çıkan sihirbazların, iman nuru
gönüllerini aydınlatınca, Firavun’un tehditlerine meydan okumalarında
görmekteyiz. Kendilerini öldürmek, kol ve bacaklarını çapraz keserek hurma
dallarına asmak ile tehdit eden Firavun’a şöyle demişlerdi:
“İmkânı yok, bize gelen apaçık mûcizeleri ve
bizi yaratanı bırakıp da seni kesinlikle tercih edecek değiliz. Hakkımızda
istediğin kararı ver, yapmak istediğini yap. Şunu unutma ki, senin hükmün ancak
dünya hayatında geçer. Şüphesiz biz, Rabbimize iman ettik. O’nun hatalarımızı
ve bu arada bize zorla yaptırdığın sihir günahını bağışlayacağını umuyoruz.
Allah’ın vereceği mükâfat seninkinden daha hayırlı, cezası da seninkinden daha
devamlıdır.” (Tâhâ 20/72-73)
Ancak Firavun gibi âhireti inkar edip dünyayı
putlaştıran:
12. Kâfirler mü’minlere: “Bizim yolumuza uyun, günahlarınızı biz yüklenelim” derler. Halbuki kâfirler, bunların günahlarından hiçbir şey yüklenemezler. Onlar, kesinlikle yalan söylemektedirler.
13. Gerçek şu ki onlar kendi günahlarını yüklenecekler, kendi günahlarıyla beraber saptırdıkları insanlara ait nice günahları da yükleneceklerdir. Kıyâmet günü, uydurup durdukları yalanlar ve attıkları iftirâlardan dolayı mutlaka sorguya çekileceklerdir.
Müşrikler,
bir taraftan dinlerinden döndürmek için mü’minlere baskı uygularken, bir
taraftan da yine aynı maksatla: “Siz o dini bırakın, bizim dinimize uyun,
vebâliniz bizim boynumuza olsun” diyerek onlarla alay ediyorlardı. Onların bu
sözleri ciddiyetten uzak, tamâmen yalandan ibaretti. Çünkü mahşer günü, hiçbir
kişinin bir başkasının günahını yüklenmesi mümkün değildir. Âyet-i kerîmede
şöyle buyrulur:
“Hiçbir
günahkâr, başkasının günahını yüklenmez ve onunla yargılanmaz. Ağır bir günah
yükü altında ezilen kimse, yükünü taşımak için başkasını yardıma çağırsa, bu
çağırdığı kimse akrabası bile olsa, onun günahından en küçük bir şey
yüklenemez…” (Fâtır 35/18)
Orada
herkes kendi günahını yüklenecektir. Fakat bunun içinde hem bizzat kendisinin
işlediği günah bulunacak, hem de günah işlemelerine sebep olduğu kimselerin
günahları olacaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur.
“Onlara:
«Rabbiniz size ne indiriyor?» diye sorulduğu zaman, «Öncekilerin masallarını!»
diye karşılık verirler. Neticede onlar kıyâmet gününde kendi günahlarını
tamamen yüklendikleri gibi, bilgisizce saptırdıkları kimselerin bazı
günahlarını da yükleneceklerdir. Dikkat edin, sırtlarına ne kötü bir yük
alıyorlar!” (Nahl 16/24-25)
Bu
hususta Peygamberimiz (s.a.s.) de şu izahı yapar:
“İslâm’da
iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin
sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey
noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı
vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayrılır. Fakat
onların günahından da hiçbir şey noksanlaşmaz” (Müslim,
Zekât 69)
Sûrenin
3 ve 4. âyetlerinde Allah Teâlâ, önceki ümmetleri de imtihâna tâbi tuttuğunu ve
kötülük yapanların Allah’ın azabından kaçıp kurtulmalarının mümkün olmadığını
beyân buyurmuştu. Buradan itibaren bir kısım peygamberlerin hayatlarından
aktarılan kesitlerle bahsedilen imtihân ve sonucuna dair misaller verilir. İlk
misal Nûh (a.s.)’dan:
14. Yemin olsun ki, biz Nûh’u kavmine peygamber olarak gönderdik. Nûh onların arasında dokuz yüz elli sene kaldı. Neticede, Nûh kavmi zulüm ve haksızlıklarına devam ederlerken o meşhûr tûfan kendilerini kıskıvrak yakalayıverdi.
15. Fakat biz Nûh’u ve gemide bulunanları kurtardık. O gemiyi de, o hâdiseyi de arkadan gelecek bütün insanlar için bir ibret kıldık.
Hz.
Nûh kavmi arasında 950 sene kalmış, bıkmadan usanmadan Allah’ın dinini tebliğ
etmişti. Fakat kavmi ona inanmadılar. Zulmettiler. Neticede o zulüm bataklığı
içinde debelenirken tûfanla helak edildiler. Cenâb-ı Hak onları helak ederken
Nûh’u ve onunla birlikte gemiye binenleri kurtardı. (bk. Hûd 12/25-49) Bu
hâdise, ibret ve ders almak isteyenler için büyük bir mûcizedir. Peygamber ve
mü’minler için bir teselli, inanmayıp onlara düşman olanlar için de ciddi bir
ikazdır. Bir yandan Resûlullah (s.a.s.)’e,
950 sene gibi uzun bir süre tebliğe devam eden Hz. Nûh’un hâlini
düşünerek tebliğine canla başla devam etmesi ve ümitsizliğe düşmemesi
öğütlenip, sonunda Nûh’u kurtardığı gibi onu da kurtaracağı müjdelenmekte; diğer
yandan da kâfirler helak ile tehdit edilmektedir.
Hz.
İbrâhim’in durumu da örnek alınmaya değer:
16. İbrâhim’i de peygamber olarak gönderdik. O zaman kavmine şöyle demişti: “Allah’a kulluk edin ve O’na karşı gelmekten sakının. Bilirseniz, sizin için en hayırlı olan budur.”
17. “Ama siz Allah’tan başka bir takım putlara tapıyor; bunların ilâh olduğunu söyleyerek korkunç yalanlar uyduruyorsunuz. Şunu bilin ki, Allah’tan başka taptıklarınız, size en küçük bir rızık vermeye güç yetiremez. O halde rızkı ve faydayı sadece Allah katında arayın, yalnızca O’na kulluk edin ve O’na şükredin. Çünkü sonunda O’na döndürüleceksiniz.”
18. Ey inkârcılar! Eğer siz peygamberimizi yalanlarsanız, şu bir gerçek ki sizden önceki topluluklar da peygamberlerini yalanlamışlardı. Ama Peygamber’in vazîfesi, Allah’ın buyruklarını apaçık ve anlaşılır bir şekilde tebliğ etmektir.
Hz.
İbrâhim, halkını yalnızca tek olan Allah’a kulluğa ve O’ndan korkmaya davet
ettikten sonra, kısa fakat tesirli bir iki cümle ile putperestliğin asılsız bir
şey olduğunu ispat eder. Bir şahsı veya varlığı mabud edinmek için mutlaka bir
sebep gereklidir. Bu sebepler şunlar olabilir:
›
Zâtı gereği ve şahsî mükemmelliğinden dolayı ibâdete lâyık olması,
›
İnsanın yaratıcısı olması, bu sebeple de insanın var olma
haysiyetiyle ona borçlu olması,
›
İnsanın rızkını, yaşaması için mutlaka lâzım olan şeyleri vermesi
ve hayatının devamını sağlıyor olması,
›
İnsanın geleceğinin onun merhamet ve yardımına bağlı olması ve onu
kızdırmakla insanın kendi geleceğini mahvetmesinden korkmasıdır.
Hz.
İbrâhim, bu dört sebepten hiçbirinin putperestliği desteklemediğini, bilakis
hepsinin bir tek Allah’a ibâdeti gerektirdiğini belirtir. Onların sadece birer
put olduklarını söyleyerek birinci sebebin olmadığını gösterir. Çünkü bir put
kendisinin mabud kılınmasına sebep teşkil edecek hiçbir mükemmelliğe sahip değildir.
“Onları siz uydurup duruyorsunuz” (Ankebût 29/17) diyerek ikinci; “Allah’tan
başka taptıklarınız, size en küçük bir rızık vermeye güç yetiremez”
(Ankebût 29/17) diyerek de üçüncü sebebin olmadığını belirtir. Son olarak “Sonunda
O’na döndürüleceksiniz” (Ankebût 29/17) sözüyle de dönüşün putlara değil
Allah’a olduğunu; buna göre onların kaderlerini iyi veya kötüye çevirmek
putların değil, sadece Allah’ın kudret elinde olduğunu ifade eder. Böylece
ibâdetin putlara değil, sadece Allah’a yapılmasının lüzûmunu ortaya koymuş
olur.
Zâten Allah Teâlâ’nın yaratma ve dilediğini
yapabilme kudreti düşünülecek olursa, O’nun yegâne tek ilâh olduğu inancı iyice
netleşecek ve kalplerde kökleşecektir:
19. O inkârcılar, Allah’ın varlıkları ilk defa nasıl yarattığını, sonra da yaratılışı tekrar ettiğini görmez ve en son yeniden yaratacağı üzerinde hiç düşünmezler mi? Şüphesiz bu, Allah için pek kolaydır.
20. De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da Allah’ın varlıkları ilk defa nasıl yarattığına ibretle bakın. Allah, kıyâmetten sonraki âhiret hayatını da işte böyle yaratacaktır. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.
21. Allah dilediğine azap eder, dilediğine de merhamet eder. Neticede yalnız O’na döndürülüp götürüleceksiniz.
22. Hem siz, yerin derinliklerine de girseniz, göğün enginliklerine de çıksanız Allah’ın elinden ve hakkınızda vereceği hükmünden kurtulamazsınız. Zâten sizin Allah’tan başka ne bir dostunuz ne de bir yardımcınız vardır.
23. Allah’ın âyetlerini ve O’nunla buluşmayı inkâr edenlere gelince, işte onlar, benim rahmetimden ümit kesmiş kimselerdir. Onlar için pek elem verici bir azap vardır.
Cenâb-ı
Hakk’ın kâinatta her an vuku bulmakta olan ilâhî kudret akışları ve azamet
tecellileri, O’nun nihâyetsiz bir kudret, sonsuz bir ilim ve hikmete sahip yüce
bir varlık olduğunu gösterir. Bunların başında yaratılış gerçeği gelir. Allah,
başlangıçta tüm kâinatı ve bütün mahlukâtı yoktan yarattı. Fakat onu o şekilde
kendi haline terk etmedi. Her an o yaratmayı tekrar tekrar yinelemektedir.
Güneş, dünya ve ay devamlı dönmekte; seneler, aylar, günler, saatler, mevsimler
tekrar etmekte; ölüp giden nesillerin yerine yenileri gelmekte; insan ruhuna
ait müspet ya da menfi mânevî haller de tekrarlanıp durmaktadır. Bunu yapabilen
kudret sahibi Allah, insanları öldükten sonra diriltecek ve sonsuz âhiret
hayatını yaratmaya da güç yetirecektir. Dilediğine azap edecek, dilediğine
merhamet edecektir. Hiç kimse, O’nu yaptığı işten alıkoyma veya O’nun kudret
elinden kaçıp kurtulma ya da O’nun hâkimiyeti dışına çıkma imkânına sahip
değildir. İnsana bu konuda yardımcı olacak kimse de bulunmayacaktır. Hâsılı
Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren bunca âyetlerini ve O’na
kavuşmayı yani âhireti inkâr edenlerin sonu hüsran olacaktır. Bu hüsrandan
kurtulmanın yolu ise, İslâm’ın öğrettiği tevhid inancını anlamak, kâmil bir
âhiret akîdesine sahip olmak ve dünyadaki kısa imtihan günlerini bu şuurla ihya
etmektir.
Söz arasında verilen bu yüksek voltajlı ilâhî
telkinlerden sonra sıra kavminin Hz. İbrâhim’e verdiği cevaba gelmektedir:
24. Kavminin İbrâhim’e cevâbı ancak: “Onu öldürün veya onu yakın!” demekten ibâret oldu. Fakat Allah İbrâhim’i ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda, iman eden bir toplum için nice ibret ve dersler vardır.
25. İbrâhim onlara şöyle dedi: “Sizin Allah’ı bırakıp bir takım putlar edinmenizin sebebi, sırf bu dünya hayatında birbirinize duyduğunuz sevgi bağları ve aranızda oluşturduğunuz kirli çıkar ilişkileridir. Fakat kıyâmet günü birbirinizi tanımayacak ve birbirinize lânet yağdıracaksınız. Sizin varacağınız yer ateştir; sizi oradan kurtaracak yardımcılarınız da olmayacaktır.”
Kavmi,
İbrâhim (a.s.)’ın susturucu delillerine karşı verebilecekleri mantıklı bir
cevap bulamadıkları için, zorbalık yolunu tutarak onu ortadan kaldırma fikrinde
birleştiler. Ancak bunu nasıl yapacakları hususunda anlaşmazlığa düştüler. Kimi
öldürmeyi teklif ederken, kimi de yakmayı önerdi. Fakat netice aynıydı: Hakkı
söyleyen dil susturulmalı; şirke dayalı hayat tarzlarına müdâhale eden ve
tuttukları yolu değiştirmeye çalışan bu isyancı yaşatılmamalıydı. Neticede onu
yakmak üzere ateşe attılar. Fakat Allah onu ateşten kurtardı. Ateş ona serinlik
ve selâmet oldu; Allah’ın emriyle güllük gülistanlık hâline geldi. (bk. Enbiyâ
21/69) Bütün bu olaylardan sonra bile, şefkat ve merhamet dolu bir yüreğe sahip
olan İbrâhim (a.s.) tekrar kavmine, putperestliğin tamamen dünya muhabbeti,
menfaat ve çıkarları üzerine kurulu bir düzen olduğunu, âhirette bunun bir
faydası olmayacağını, kıyamet günü birbirlerini red ve inkâr edip birbirlerine
lânet yağdıracaklarını, dolayısıyla bunun cehenneme atılmalarına ve ebedî
hüsranlarına sebep olacak büyük bir günah olduğunu hatırlattı.
Hz.
İbrâhim’in böyle açık kalplilik ve açık sözlülükle yaptığı tebliği kimse kabul
etmedi. Sadece onlar arasında bulunan peygamber namzedi Hz. Lût ona inandı:
26. Bunun üzerine Lût, İbrâhim’e iman etti. İbrâhim: “Ben, dinimi yaşayabilmem için Rabbimin emrettiği yere hicret ediyorum. Şüphesiz O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır” dedi.
27. Biz ona İshâk ve Yâkub’u lutfettik. Peygamberliği ve kitap indirmeyi onun neslinden gelenler arasında devam ettirdik. Ona dünyada mükâfatını verdik. Muhakkak ki o, âhirette de sâlihler arasında olacaktır.
Lût
(a.s.), İbrâhim (a.s.)’ın amca oğludur. Hz. İbrâhim’e iman etmiş, ona destek
olmuş ve sonra peygamber olarak vazifelendirilmiştir. Kavminin bu son derece
katı tavrı karşısında yapacak bir şeyi kalmayan Hz. İbrâhim ise, Kenan diyârına
hicrete karar verdi. Cenâb-ı Hak ona önce oğlu İshâk’ı, sonra İshâk’tan torunu
Yakub’u ihsan etti. Sonraki bütün peygamberler onun zürriyetinden geldi.
Dünyada ona pek çok lutuflarda bulundu. Ateşten kurtulması, sâlih ameller
işlemeye muvaffak kılınması, her zaman hürmetle yâd edilmesi, bütün din
mensuplarının onu manevî önder ve rehber görmeleri, peygamberliğin zürriyeti
arasında devam etmesi ve duası kabul edilerek neslinden Hz. Muhammed (s.a.s.)
gibi bir peygamberin gelmesi bunların bazılarıdır. Allah Teâlâ, onun âhirette
de sâlihler içinde yer alacağını haber vermiştir.
Hz.
Lût’un, pek çirkin günahlara müptela olan kavmiyle mücâdelesi ve bu mücâdelenin
sonuçları da oldukça ibretlidir:
28. Lût’u da peygamber olarak gönderdik. O zaman kavmine şöyle demişti: “Gerçekten siz, daha önce dünyada hiç kimsenin yapmadığı o çirkin ve iğrenç günahı işliyorsunuz.”
29. “Siz hâlâ şehvetle erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantılarınızda her türlü çirkin işi açıktan açığa yapmaya devam edecek misiniz?” Kavminin cevâbı ise ancak: “Eğer doğru söylüyorsan, Allah’ın azabını tepemize indir!” demekten ibaret oldu.
30. Lût da: “Rabbim! Şu bozguncular gürûhuna karşı bana yardım et!” diye yalvardı.
Lût
kavmi içinde daha önce dünyada hiç kimsenin yapmadığı bir günah zuhur etti.
Kadınları bırakıp şehvetle erkeklere varıyorlardı. Yol kesiyor, yoldan geçen
erkekleri yakalıyor ve zorla onlara tecavüz ediyorlardı. Meclislerinde açıktan
açığa hep bu iğrenç günahı işliyor (bk. Neml 27/54) ve başka çirkin işler
yapıyorlardı. Lût (a.s.), ilâhî azapla ikaz ederek onları bu günahtan
vazgeçirmeye çalıştı. Fakat vazgeçmediler. Hatta tehdit edildikleri azabın
tepelerine inmesini istediler. Artık helak vakti yaklaşmıştı:
31. Nihâyet elçilerimiz olan melekler İbrâhim’e çocuğu olacağına dâir müjdeyi getirince, bu arada Lût kavminin bulunduğu yeri işaret ederek: “Şüphesiz biz şu şehrin halkını helâk edeceğiz. Çünkü oranın halkı zulmü âdet hâline getirmiş bulunuyor” dediler.
32. İbrâhim: “Ama Lût da orada!” dedi. Elçiler şöyle cevap verdiler: “Orada kimlerin olduğunu biz çok iyi biliyoruz. Onu ve ailesini mutlaka kurtaracağız. Ancak hanımı müstesnâ; o, geride kalıp helâk edilenlerden olacak!”
Hâdise,
Hûd sûresi 69-76. âyetlerde daha tafsilatlı olarak anlatılır. Buna göre
kendisine insan sûretinde gelen meleklere İbrâhim (a.s.) yemek ikram etmek
ister. Yemeğe el sürmediklerini görünce durumdan endişe duymaya başlar.
Neticede melekler kendilerini tanıtırlar ve Lût’un kavmini helak etmek üzere
geldiklerini söylerler. Hz. İbrâhim ve hanımı Sâre’yi oğulları İshâk ve
torunları Yâkub ile müjdelerler. Bu arada İbrâhim (a.s.) melekleri, Lût’un
kavmini helakten alıkoymak için hayli mücâdele verir. Burada da beyân
buyrulduğu gibi, artık helâkin kaçınılmaz olduğunu anlayınca, bu kez Lût’un da
onların arasında bulunduğunu, azap gelince Lût’un da onlarla birlikte helak
olacağını söyler. Melekler ise, endişe etmesine gerek olmadığını, çünkü Lût’u
ve hanımı dışındaki tüm ailesini kurtaracaklarını bildirirler.
Hz. İbrâhim’le konuşmalarını tamamlayıp:
33. Elçilerimiz Lût’a gelince, Lût onları halkın tecâvüzünden koruyamayacağı endişesiyle üzüldü ve eli kolu bağlanıp göğsü daraldı. Elçiler şöyle dediler: “Korkma, üzülme! Biz elbette seni ve âileni kurtaracağız. Ancak hanımın müstesnâ; o, geride kalıp helâk edilenlerden olacak!”
34. “Biz büsbütün yoldan çıkmaları yüzünden bu şehrin halkı üzerine gökten dehşetli bir azap indireceğiz.”
35. Gerçekten söylenen oldu ve biz aklını kullanacak bir toplum için o şehirden geriye açık bir ibret nişânesi bıraktık.
Hz.
Lût’un endîşe duymasını sebebi, meleklerin yakışıklı, genç delikanlılar
suretinde gelmiş olmasıydı. Lût (a.s.), halkının ahlâkî durumunu çok iyi
biliyor ve tanımadığı bu misafirlerine zarar vermelerinden korkuyordu.
Misafirleri evine kabul ettiği takdirde, onları ahlâksız insanlardan korumasını
çok güç olacağını düşünüyor; kabul etmediği takdirde bunun bir peygamberin
şeref ve asaletine yakışmayan bir davranış olacağını biliyordu. Hatta bu
misafirleri barındırmadığı zaman, onlar herhangi bir yerde geceleyeceklerinden,
o zaman da onları kendi eliyle azgın insanlara teslim etmiş olacaktı. Hûd ve
Hicr sûrelerinde anlatıldığına göre şehrin insanları Hz. Lût’un kapısına
dayanmışlar ve misâfirlerin, kötü niyetleri için kendilerine teslim edilmesi
hususunda diretmişlerdir. (bk. Hûd 11/78-79; Hicr 15/67-70) Bunun üzerine
melekler kimliklerini açıklayarak, korkmasına ve üzülmesine gerek olmadığını
bildirdiler ve: “Ey Lût! Şüphesiz ki biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar senin
kılına bile dokunamayacaklar…” dediler. (Hûd 11/81)
Lût
kavminden geriye kalan açık nişâneler, Ölü Deniz kıyısında bulunan Sodom ve
Gomore harâbeleridir. Buradan geçerek Mısır ve Filistin’e gidip gelen Hicaz
kâfileleri, bu harâbeleri görürlerdi. Nitekim âyet-i kerîmede Mekke’li
müşriklere hitâben şöyle buyrulur:
“Siz,
yolculuğunuz esnâsında sabahları yıkılmış şehirlerinin harabelerine
uğruyorsunuz. Geceleri de. Hâla aklınızı kullanıp bunlardan ibret almayacak
mısınız?” (Saffât
37/137-138)
İnsanlık
târihinde sergilenen daha nice ibret levhaları bulunmaktadır. İşte kısa kısa
kesitler hâlinde onlardan bazıları:
36. Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, âhiret gününde Allah’ın mükâfatını umacağınız güzel ameller işleyin ve ülkede bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.”
37. Fakat onu yalanladılar. Neticede o korkunç sarsıntı kendilerini kıskıvrak yakalayıverdi de, bulundukları yerde cansız bir halde yüzüstü serilip kaldılar.
Âyetteki
“âhiret gününe umut bağlamak” ifadesinden şu mânalar anlaşılabilir:
› Âhirette
hayırlı bir netice ile karşılaşabilmek, Allah Teâlâ’nın mükâfatına erebilmek
için imanla birlikte sâlih amellere ehemmiyet verin; elden gelen gayreti
gösterin.
› Âhiret gününü
bekleyin; bu dünya hayatından başka amellerinizin hesabını vereceğiniz ve ona
göre karşılık göreceğiniz bir âhiret günü olduğunu bilin.
› Âhiret gününe
olan inanç ve ümidinizi aslâ kaybetmeyin.
Netice,
peygamberin emrine muhalefet ve helak olmuştur. Medyen halkı korkunç bir çığlık
ve peşinden gelen depremle yerle bir edilmişlerdir.
Âd
ve Semûd kavimlerinin de akıbeti bundan farklı değildi:
38. Âd ve Semûd’u da helâk ettik. Onların başına nelerin geldiği, harap olmuş meskenlerinden size açıkça belli olmaktadır. Şeytan onlara amellerini süsleyip püsledi de, böylece onları doğru yolu tutmaktan alıkoydu. Halbuki onlar gerçeği görebilecek kadar zeki ve uyanık kimselerdi.
Âd
ve Semûd kavimleri aslında dünya işlerine akılları iyi çalışan, uyanık, zeki ve
becerikli kimselerdi. Fakat âhireti bırakıp sırf dünyaya yönelmek akıllılık
değil, ahmaklıktır. Zira Resûl-i Ekrem (s.a.s.) akıllı ile ahmak kimseyi şöyle
tarif buyurur:
“Akıllı
kişi, nefsinin kötü arzularına hâkim olup ölüm sonrası için çalışandır. Ahmak
ise, nefsinin kötü arzuları peşinde gittiği halde Allah’tan öylesine dileklerde
bulunup durandır.” (Tirmizî, Kıyâmet 25; İbn Mâce, Zühd 31)
Bu
yüzdendir ki, akılları âhirete değil dünya işlerine çalışan bu nasipsizler,
şeytana tâbi oldular, onun tahrikiyle yaptıkları kötülükleri iyi bir şey
sandılar ve doğru yoldan saptılar. Netice yine peygambere muhalefet ve yine
feci bir helak oldu.
Peki
Kârun, F,ravun ve Hâman:
39. Kârûn, Firavun ve Hâmân’ı da helâk ettik. Halbuki Mûsâ onlara apaçık mûcizeler getirmişti. Fakat onlar ülkede büyüklük taslayıp insanları ezmeye devam ettiler. Neticede onlar da, azabımızdan kaçıp kurtulamadılar.
40. Biz bu topluluk ve kişilerden her birini günahları yüzünden kıskıvrak yakalayıverdik: Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini o korkunç çığlık yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de suda boğduk. Allah, böyle yapmakla kesinlikle onlara zulmetmedi; lâkin onlar kendi kendilerine zulmettiler.
Kârûn,
Firavun ve Hâmân, Hz. Mûsâ’nın karşısına dikilen küfrün elebaşları idi. Mûsâ
(a.s.)’ın getirdiği apaçık mûcizelere rağmen iman etmediler. Bilakis
büyüklendiler, inananlara tepeden baktılar. Zayıf ve biçâre insanlara
zulmetmekten zevk aldılar. Netice yine peygambere muhalefet ve yine helak
uçurumlarına yuvarlanmak oldu. Hiçbiri Allah’ın azabından kurtulamadı.
Hâsılı
her biri işledikleri günahlar yüzünden kahr-ı ilâhîye uğradılar:
›
Kimi üzerlerine taş yağdıran bir kasırga ile helak oldu. Nitekim
Âd kavminin üstüne yedi gece, sekiz gün boyunca taş yağdıran bir fırtına isabet
etmişti. (bk. Hâkka 69/6-7)
›
Kimi kendilerini ansızın yakalayan şiddetli bir patlama, korkunç
bir çığlıka ile yok edildiler. Semûd kavmi buna misaldir.
›
Allah kimini hazineleri, evi ve barkıyla yerin dibine geçiriverdi.
Bunun en canlı misâli Kârun’dur. (bk. Kasas 28/81)
›
Kimi de azgın suların içinde boğulup gittiler. Tûfanla helak
edilen Nûh kavmi ve Kızıl Deniz’de sulara gömülen Firavun ve Hâmân da buna
misaldir.
Sûrede
mühim noktalarıyla ele alınan bu kıssalar, bir yönüyle mü’minlere, bir yönüyle
de kâfirlere hitap etmektedir. Mü’minlerden üzülüp cesaretlerini yitirmemeleri,
en şiddetli eziyet ve baskılar altında bile i’lây-ı kelimetullâh uğrunda cihad
edip Hakk’ın sancağını sabır ve sebatla hep yukarıda tutmalarını istemektedir.
Kibir ve gururlarına yenik düşüp İslâm’ın öğrenilmesini ve yaşanmasını engellemeye
çalışan günahkâr ve zalim kimseleri de ilâhî azapla uyarmaktadır. Onlardan
Allah’ın af, sabır ve hilmine güvenerek günaha devam etmemelerini; yoksa önceki
ümmetlerin başına gelen musîbetlerin kendi başlarına da her an gelebileceğini
hesaba katmalarını hatırlatmaktadır
Unutmamak
gerekir ki, Allah Teâlâ’dan başka güvenip dayanılacak hiçbir varlık, O’nun
emrinden başka tutunacak sağlam hiçbir kulp yoktur. Bu sebeple O’nun dışında
dost arayanların durumu ne garip ve ne hazindir:
41. Allah’ı bırakıp da başkalarını dost ve yardımcı edinenlerin hâli, örümceğin hâline benzer. Örümcek de barınmak için kendine bir yuva yapar. Halbuki yuvaların en zayıfı, en çürüğü şüphesiz örümceğin yuvasıdır. Keşke bu gerçeği bilselerdi!
42. Şüphesiz Allah, onların kendisinden başka nelere el açıp yalvarmakta olduklarını çok iyi bilmektedir. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
43. İşte biz insanlar için böyle misâller veriyoruz. Fakat bunlar üzerinde ancak âlimler akıl yorar ve onlardaki gerçek mânaları anlayabilir.
44. Allah gökleri ve yeri gerçek bir sebep ve hikmete uygun olarak mükemmel bir sistem hâlinde yaratmıştır. Elbette bunda mü’minler için bir ders ve ibret vardır.
Örümcek
misâli, Allah’ı bırakıp da başka dostlar, sığınacak başka yerler arayan
kişilerin yaptıkları bu işin zayıf, temelsiz ve çürüklüğünü ortaya koyar. Buna
göre nasıl ki, örümceğin ördüğü ağ,
kendisine sığındığı yuva, dayanıksızlık, gevşeklik ve çürüklük bakımından son
derece dirençsiz ve zayıf ise, işte bunun gibi, Allah’ı bırakarak başkasını dost,
melce, sığınak edinenlerin dayanak ve istinatgâhları da, o denli zayıf, cılız
ve zevâle mahkumdur.
Âyette
geçen ve “yuva” diye tercüme ettiğimiz “beyt” kelimesi mûcizevî bir şekilde
örümceğin âile hayatını da çağrıştırmaktadır. Gerçekten bu açıdan da yuvaların
en zayıfı örümceğin yuvasıdır. Çünkü örümcek, hayvanlar âleminde âile bağları
en zayıf olan hayvandır. Dişi örümceğin çiftleştikten sonra yaptığı ilk iş,
eşini yemektir. Fakat kendisi de uzun bir ömür sürmez; evlatlarının yumurtadan
çıktığını göremeden ölür. Yumurtalardan ilk çıkan ise, henüz çıkmamış olanları
yer. Böylece, ana-baba ve evlatlar arasındaki bütün bağları ölümcül
ilişkilerden ibaret olan bir yuvanın zayıflığını düşünün, düşünebilirseniz!
Sonra da, Allah’ın rahmetinden başka kapı arayanların içinde bulunduğu içler
acısı durumu bununla kıyaslayın. (Kandemir ve diğerleri, II, 1387)
Bu
benzetme, zâhirdeki mânasının yanı sıra bir başka önemli gerçeğe de işaret
eder. Bir örümceğin yuvası pek çok ince tellerden oluşur ve o bir ağdır. Sinek
gibi zayıf varlıklar gelip o ağa takılır. Dolayısıyla, nasıl örümcek o ağla
sinekleri avlıyorsa, Allah’ın dininden başka düzenler kuranlar, nefsinin kötü
arzularına yenik düşmüş zayıf iradeli kimseleri çok rahat bir şekilde o
düzenlerinin çok sayıdaki ağlarından birine takabilirler. Bu ağlar, rahata
düşkünlüktür, nefsin kötü arzularına kul köle olmaktır, bencilliktir, korkudur…
(Ünal, s. 879)
Âyette
“Allah’tan başka ilâhlar
edinenler” denilmeyip, “Allah’tan başka evliyâ: dostlar, yardımcılar edinenler”
denilmesi, yalnız açık şirki değil, gizli şirki de iptâle işaret içindir. Çünkü
başkasına gösteriş olsun diye Allah’a ibâdet eden, Allah’tan başkasını dost
edinmiş olur. Bunun durumu da yine, ördüğü ağı ev edinen örümceğin durumu
gibidir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXV, 68)
Bu temsil bir yönden de, Allah’ın dışındaki
varlıkların güçlerinin gerçek durumunu canlandırmaktadır. Bu güçler Allah’ın
gücü yanında basit hatta hiç değerindedirler. Çünkü bunları yaratan,
zayıflıklarını bilen, bunları dilediği yerde dilediği şekilde kullanan
Allah’tır. O’nun izni olmadan bunların herhangi bir şey yapmaları mümkün
değildir. Hatta O’nun izni olmadan bir yaprak bile kıpırdayamaz. Bu yegane güce
inancı ve itimadı olmayanlar, ister fert, ister toplum, ister devlet olsun diğer
güçlere sığınırlar. Bunlar ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar Allah Teâlâ’nın
gücü yanında bir örümceğin evi kadar basit, cılız, çürümüş ve değersizdirler.
İşte bu asıl gücü unutanlar, hangi güce sığınırlarsa sığınsınlar, bir örümcek
evine sığınmaktadırlar. Zira yeryüzünde Allah’ın gücünden başka bir güç, O’nun
himayesinden başka bir himaye yoktur. Gerçek bir sebep ve hikmete uygun olarak,
şaşmaz kanunlara bağlı mükemmel bir sistem hâlinde yarattığı gökler ve yer,
O’nun bu sonsuz kudretinin açık şâhididir. Fakat verilen misalleri anlamak ve
oradan gerekli dersi çıkarmak için ilim ve irfan lâzım geldiği gibi, gökler ve
yerin yaratılışını derinden tefekkür ederek Allah’ın yüceliğini idrâk için de
iman lâzımdır. İşte Kur’ân-ı Kerîm, mü’minlerin ruhuna böyle bir Allah ve
tevhid gerçeğini yerleştirmeğe çalışır. Böylece bu gerçek, onların gönüllerinde
yer eder, iliklerine işler ve ruhlarına silinmeyecek şekilde nakşolunur.
Allah’ın kudretinin yegâne kudret; O’nun dostluğunun yegane dostluk olduğu
şuuruna erer, bu şuurla yaşar ve bu manevî kuvvetle düşmanlarına karşı muvaffak
olurlar.
Mü’min gönüllere bu
hakîkati nakşetmenin ve onları rûhen terakki ettirmenin yolu ise Allah’ın
kelâmını mânasına nüfûz ederek okumak ve namazı dosdoğru kılmaktır :
45. Rasûlüm! Sana kitaptan ne vahyediliyorsa onu okuyup başkalarına da anlat. Namazı da dosdoğru kıl! Çünkü bütün şartlarına riâyet edilerek hakkıyla kılınan namaz, insanı her türlü hayasızlıktan, dînin ve aklın kabul etmediği şeylerden alıkoyar. Allah’ı zikretmek ise en büyük ibâdettir. Allah, bütün yaptıklarınızı bilir.
Kur’an konuşan nasihatçidir; insanın dünya ve
âhiret faydasına ne varsa onları yapmayı, zararına olan şeyleri de terk etmeyi
öğütler. Bütün şartlarına dikkat ederek hakkiyle kılınan namaz da insanı her
türlü hayasızlıktan, çirkinlik ve edepsizlikten, dînin ve akl-ı
selîmin kabul etmediği şeylerden, bütün kötülüklerden engeller. Onda böyle bir
şuur ve dikkatin oluşmasına yardım eder.
Bir
gün Resûlullah (s.a.s.) ashâbına:
“–Ne dersiniz? Birinizin kapısının önünde bir
nehir aksa, o kimse her gün bu nehirde beş defa yıkansa, vücûdunda kirden bir
eser kalır mı?” diye sorunca Ashâb-ı kirâm:
“–O
kimsede kirden hiçbir iz kalmaz” dediler. Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem
(s.a.s.):
“–Beş
vakit namaz da işte bunun gibidir. Allah beş vakit namazla günahları silip yok
eder”
buyurdu. (Müslim, Mesâcid 283; Buhârî, Mevâkît 6)
Çünkü
namaz kılan kişi kıbleye yönelip Rabbine ibâdet niyetiyle huşû‘ ve zillet
içinde eğilince Allah’ın huzurunda bulunduğunu anlar. Rabbinin her halini
görüp gözettiğini hatırlar. Cenâb-ı Hakk’ın murâkabesi altında olduğunu
yakından hisseder. Bu hissiyâtın heybet ve korkusu onun azaları üzerinde
tesirini gösterir. Bu şekilde kıldığı bir namazdan daha aradan fazla bir vakit
geçmeden yeni bir namazın gölgesi üzerine düşer. Bu kez öncekinden daha güzel
bir halet-i rûhiye içinde sıradaki namazı kılar. Böylece kul, kıldığı namaz
sâyesinde küçük günahlardan arındığını bilip sevinirken, aynı zamanda büyük
günahlara düşmemek için de bir irade eğitimi almış olur. Hâsılı hakkıyla
kılınan namaz, sahibine rûhî bir olgunluk kazandırır ve kalbinin huşû ile
dolmasını sağlar. Kalbi huşû ile dolan kişi de Allah’ın râzı olmadığı şeylerden
büyük bir titizlikle sakınır ve böylece günahlardan arınır.
Selef-i
sâlihîn (r.h.), namaza kalktıklarında titrer, renkleri sararırdı. Onlardan birine
bunun sebebi sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
“Ben
namazda Yüce Allah’ın huzurunda duruyorum. Dünya sultanları karşısında bile
insanlar böyle davranırken, titreyip sararırken, bütün hükümdarların mutlak
hakimi olan Allah huzurunda başka nasıl davranabilirim?” (Kurtubî, el-Câmi‘,
XIII, 348)
Yine
Hz. Ali’ye:
“–Ey
mü’minlerin emîri! Namaz vakti gelince niçin yüzünüzün rengi değişiyor ve
titremeye başlıyorsunuz?” diye sordular. Şöyle cevap verdi:
“–Yerin
ve göğün kaldıramadığı, dağların taşımaktan âciz kaldığı bir emâneti edâ etme
zamanı gelmiştir. Onu kusursuz olarak yapabilecek miyim, yapamayacak mıyım,
bilemiyorum.”
Peygamberimiz
(s.a.s.)’in torunu Hz. Hasan’ın, abdest esnâsında rengi değişirdi. Bunu gören
bir kimse:
“–Yâ
Hasan! Abdest alırken niçin böyle sararıp soluyorsun?” diye sordu. O da şöyle
cevap verdi:
“–Yegâne
kudret sahibi, Azîz ve Celîl olan Allah’ın huzûruna çıkma vakti gelmiştir.”
Âyet-i
kerîmenin, “Allah’ı zikretmek ise en büyük ibâdettir” (Ankebût 29/45)
kısmı pek şumüllü bir muhtevâya sahiptir. Bu ifadede hem kulun Allah’ı
zikretmesini, hem de Allah’ın kulunu zikretmesini anlamak mümkündür. Buna göre
âyetten şu mânalar anlaşılabilir:
Allah’ın zikri, yaratıkların zikrinden daha büyüktür. Çünkü
Allah’ın zikri kadîm, yaratıkların zikri ise sonradandır.
Allah’ın, kullarını övgü, sevap ve mükâfâtla anması, kulların
ibâdet ve namazlarla O’nu zikretmesinden çok daha büyüktür.
Kılınan namazlar içinde ve okunan Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ı
zikretmek kullar için her şeyden daha faziletlidir.
Namazın hayâsızlık ve kötü şeylerden alıkoymasının devamıyla
birlikte Allah’ı zikretmek en büyüktür.
Haram kılınan şeylerle karşılaşıldığında Allah’ı hatırlayarak, o
haramı terk etmek zikrin en büyüğüdür.
Allah’ı zikretmek, hatırdan çıkarmamak insanı günahlardan korur.
Çünkü Allah’ı zikredip unutmayan kimse O’nun emirlerine aykırı davranmaz.
Allah’ı zikretmek mutlak olarak en büyüktür. İnsanı gerçekte
hayâsızlıktan ve kötülüklerden alıkoyan budur. İster namazda olsun, ister
namazın dışında olsun en kıymetli husus, Allah’ı hatırda tutmaktır.
Allah
Resûlü (s.a.s.) buyurur:
“Rabbini
zikredenle zikretmeyen arasındaki fark, ölüyle diri arasındaki fark gibidir.” (Buhârî,
Deavât 65)
Rivayete
göre bir kişi Peygamber Efendimiz’e geldi ve:
“–Hangi cihâdın ecri daha büyüktür?” diye sordu. Resûlullah
(s.a.s.):
“–Allah Teâlâ’yı en çok zikredenlerinki!”
buyurdu. O zât:
“–Hangi oruçlunun ecri daha büyüktür?” diye sordu. Efendimiz
(s.a.s.):
“–Allah Teâlâ’yı en çok zikredenlerinki!”
buyurdu. Bundan sonra o sahâbî namaz kılan, zekât veren, hacca giden ve sadaka
verenler için de aynı soruyu tekrarladı. Fahr-i Kâinat Efendimiz bunların hepsi
için de:
“–Allah Teâlâ’yı en çok zikredenlerinki!”
cevabını verdi. Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer’e:
“–Ey Ebû Hafs! Allah’ı zikredenler, hayrın tümünü alıp götürdü!”
dedi. Bunu duyan Resûlullah (s.a.s.), onlara doğru yöneldi ve:
“–Evet, öyledir!” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 438;
Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, X, 74)
Çünkü
ancak Allah’ı hatırlayan, O’nun murâkabesi altında olduğunun şuuruna varan
kimse için günahlardan uzak durmak mümkün olabilir. Bunun mükâfatı da yüce
Allah’ın o kimseyi hatırlamasıdır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Beni
anın, ben de sizi anayım” (Bakara 2/132).
Bir
hadis-i kudsîde de şöyle buyrulur:
“Ben
kuluma, hakkımdaki zannına göre muamele ederim. Beni zikrettiğinde
ben onunla beraberim. O beni kendi içinde zikrederse, ben de onu kendi
nefsimde zikrederim. O beni bir cemaat içinde zikrederse, ben de onu o
topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim.” (Buhârî,
Tevhîd 15; Müslim, Zikir 2, 19, 50)
Kur’an,
namaz ve zikir sayesinde imanımızı kökleştirip ahlâken olgunlaştıktan sonra,
kurtuluşumuza vesile olan bu yüce İslâm dinini başka insanlara da ulaştırmak gibi
bir sorumluluğumuz bulunmaktadır. Ancak bu sorumluluğu yerine getirirken şu
önemli noktalara dikkat etmeliyiz:
46. Zulme batmış bulunduklarından dolayı kendileriyle iyi münâsebet kurulması mümkün olmayanları dışında Ehl-i kitap ile en güzel yolla mücâdele edin. Onlara şöyle deyin: “Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da tek olan Allah’tır. Biz, yalnız O’na boyun eğen müslümanlarız.”
Mekke’de
az da olsa bir kısım yahudi ve hıristiyan olan kimseler vardı. Fakat onlar maddi
güç ve siyâsi otorite yönünden zayıf idiler. müslümanların onlarla
münâsebetlerinin düzenlenmesi gerekiyordu. Diğer taraftan Mekke’de müşriklerin
baskıları karşısında çok zor durumda kalan müslümanlar hicret etmeye
yönlendiriliyordu. Nitekim bu sûrenin 56. âyetinde bu teşvik açıkça yer
almaktadır. O dönemde Habeşistan, müslümanların hicret edebileceği tek emin
yerdi ve o sıralarda hıristiyan yönetiminde bir ülkeydi. Sonra da Medine’ye
hicret edeceklerdi. Orada da iktisâdî ve siyâsî yönden çok güçlü yahudi
kabileleri vardı. Bu sebeple burada müslümanlara, öyle bir durumla
karşılaştıklarında Ehl-i kitap ile münâsebetlerinin nasıl olacağı ve onlarla
nasıl mücâdele edecekleri öğretilmektedir.
Âyet-i
kerîmede Ehl-i kitap iki gruba ayrılmaktadır:
›
İnsaflı olanlar,
›
Zulmedenler.
İnsaflı
olanlarla en güzel yolla mücâdele edilecektir. Mesela kabalığa incelikle,
sertliğe yumuşaklıkla, öfkeye hilimle, gevezeliğe nasihatla, şiddete vakarla
karşılık verilecek; hak ve gerçek deliller açıklanacak ve bu deliller onların
anlayacağı şekilde izah edilecektir. Tartışmaya ihtilaflı noktalardan değil,
ortak ve üzerinden anlaşmaya varılmış noktalardan başlanacaktır. Bu noktalardan
yola çıkarak, muhatabın yanlış olan görüşleri düzeltilmeye çalışılacaktır. Bu
sebeple Cenâb-ı Hak, en güzel mücâdelenin nasıl olacağını tarif ederek: “Biz,
bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin
ilâhınız da tek olan Allah’tır. Biz, yalnız O’na boyun eğen müslümanlarız” denilmesini
istemekte, onları iki taraf arasındaki ortak noktada buluşmaya davet
etmektedir. (bk. Âl-i İmrân 3/64, 84) Çünkü tebliğ eden kişinin asıl maksadı,
muhatabının kalbini uyandırmak, ona hakkı ulaştırmak ve onu doğru yola getirmek
olmalıdır. Yoksa o, tek gayesi karşısındakini yenmek olan bir pehlivan gibi
davranamaz. Daha çok, yapacağı hatalı bir müdahaleyle hastasının daha kötüye
gitmemesi için çok dikkatli davranan ve onu olabildiğince az problem çıkararak
iyileştirmeye çalışan mahâretli bir doktor gibi olmalıdır. Bu talimat burada
özellikle Ehl-i kitap ile yapılacak tartışmalar için verilmiştir. Fakat bu
usul, dini tebliğ etme hususunda herkes için geçerli genel bir talimattır.
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“İnsanları
Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Bir mücâdeleye girmen gerektiğinde,
söz ve davranışında daima daha güzel olanı tercih et.” (Nahl
16/125)
“İyilikle
kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel karşılıkla savmaya bak. O zaman
göreceksin ki, aranızda düşmanlık bulunan kişi sanki candan, sımsıcak bir dost
oluvermiştir.” (Fussilet 41/34)
Fakat
onlardan zulmedenlerle mücâdele daha farklı olacaktır. Bunlar gerçeği kabul
etmeyip, haksızlıkla inada ve aşırılığa sapan, mesela hâşâ “Allah’ın oğlu
var” (bk. Tevbe 9/30) diyerek veya “Allah’ın eli bağlı ve sıkıdır”
(Mâide 5/64) gibi sözler söyleyerek küfürde ısrar eden ve büyüklük
taslayanlardır. Bunlarla da sertliğe sertlik, kaba kuvvete kaba kuvvet, savaşa
savaş şeklinde hallerine uygun bir biçimde müdafaa yapmak gerekir. Şâirin şu
sözü onlarla yapılacak mücâdeleyi çok güzel hülâsa eder:
Nush
ile uslanmayanı etmeli tekdir.
Tekdir
ile uslanmayanın hakkı kötektir.
Şurası
bir hakikattir ki:
47. Rasûlüm! Önceki peygamberlere kitap indirdiğimiz gibi, sana da bu kitabı indiriyoruz. Bunun içindir ki, kendilerine daha önce kitap verdiğimiz dürüst ve insaflı insanlar buna inanırlar. Şu Mekke halkı içinden de ona inananlar var. Zâten bizim âyetlerimizi, kalplerini küfür ve günah kirleriyle karartmış nankörlerden başkası inkâr etmez.
Önceki
peygamberlere, özellikle Hz. Mûsâ ve Hz. İsa’ya ilâhî kitaplar nasıl
indirildiyse, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e de Kur’an öyle indirildi. Kur’ân-ı Kerîm,
daha önce benzeri olmayan yepyeni bir mesaj değil, indiği zamanın ihtiyaçlarına
göre ilâve bilgiler taşımakla birlikte esas dinî konularda önceki kitapların
muhtevasını aktaran, onları tasdik eden ve koruyan bir kitaptır. Allah
Teâlâ’nın öğrettiği metotlara uygun tebliğ edildiği takdirde hem Ehl-i
kitaptan, hem de başlangıçta Araplar olmak üzere diğer ırk ve din mensubu
insanlardan Kur’ân-ı Kerîm’e iman edenler olacaktır. Çünkü Kur’an ilâhî
gerçekleri açıklayan pek üstün bir kelâmdır. Aklını çalıştırıp âyetleri
üzerinde düşünenler onun Allah kelâmı olduğunu anlayacaklardır. Bu bakımdan
onu, inatlarından dolayı küfürde ısrar eden kâfirlerden başkası bile bile inkâr
etmez.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in, Kur’an’ın mucizeliğini
gösteren istisnaî husussiyetlerini açıklamak üzere buyruluyor ki:
48. Sen, bu kitap sana indirilmeye başlamadan önce ne bir kitap okuyor, ne de onu elinle yazıyordun. Eğer bunları yapmış olsaydın, Kur’an’la ilgili bâtıl iddialar peşinde koşanların, onun Allah’tan geldiği gerçeği konusunda şüphe duymaya bir mazeretleri olabilirdi.
49. Hayır! Gerçekte bu Kur’an, kendilerine ilim verilenlerin gönüllerinde yer eden apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi zâlimlerden başkası inkâr etmez.
Resûlullah
(s.a.s.) ümmî idi. Hiç okuma ve yazma bilmiyordu. Kendisine vahiy gelmeden önce
ne bir satır kitap okumuştu, ne de bir cümle yazı yazmıştı. Dolayısıyla
kimseden bir öğrenim görmemişti. Bu durum, onun tebliğ ettiği ve bir ilim ve
edebiyat mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olduğunun en büyük
delillerinden biridir. Eğer Peygamberimiz (s.a.s.) okuma yazma bilseydi, bâtıla
dalanlar şüpheye düşebilir, Efendimiz (s.a.s.)’in onu kendiliğinden uydurup
söylediğini iddia edebilirlerdi. Gerçi Kur’an’ın çağdaşı olan müşriklerin ve
daha sonraki dönemlerde bir kısım kâfirlerin bu nevi iddiaları olmuşsa da,
bunlar ciddiye alınacak bir mâhiyet teşkil etmez. Çünkü Kur’an, ister şiir
ister nesir olsun hiçbir beşer sözüyle kıyaslanmayacak bir fesahat ve belagat
güzelliğine sahiptir. O, vahiy yoluyla gelerek yeryüzünde ilk defa “kendisine
ilim verilenler”in serveri olan Resûlullah (s.a.s.)’in kalbine yerleşmiş apaçık
âyetlerden oluşan bir kitaptır. Bu kitap, Efendimiz (s.a.s.)’in kalbinden de
hakiki ilim sahibi diğer mü’min gönüllere intikal ederek hiçbir tahrif ve
tebdile uğramadan günümüze kadar ulaşmıştır. Burada اَلصُّدُورُ
(sudur) kelimesiyle Kur’an’ı Kerîm’in ezberlenerek muhafaza edilen bir kitap
olma özelliğine dikkat çekilmiştir. Başka hiçbir kitap bu mazhariyete sahip
değildir. Gerçek ilim sahibi, imanlı ve iyi niyetli insanlar, onun ilâhî
kelamda bulunması gereken apaçık mûcizevî hususiyetlere sahip olduğunu
anlarlar. Ona kulak verir ve ona gönül bağlarlar; o da onların gönüllerini
aydınlatır.
Abdullah
Antakî (k.s.) şöyle der:
“Kur’an
ehli olan bir kimse, bir isyâna dalacağı zaman, ezberleyip göğsüne
yerleştirdiği Kur’an:
«-
Allah’a yemin olsun ki, sen beni bu iş için ezberlemedin» diye seslenir. Eğer o
âsî kul bu sesi duyabilseydi, Allah’tan utancından o anda ölürdü.” (Velîler
Ansiklopedisi, I, 274)
Böyle
ebedî bir mûcize varken, başka türlü mûcize talebinde bulunanlara verilecek
cevap şudur:
50. İnkârcılar: “Muhammed’e Rabbinden bir kısım mûcizeler verilse ya!” diyorlar. De ki: “Mûcizeleri yaratmak ve indirmek ancak Allah’ın irade ve kudretine bağlıdır. Ben ise, gerçeği apaçık tebliğ eden bir uyarıcıyım.”
51. Hem, kendilerine okunan bu kitabı sana indiriyor olmamız onlara mûcize olarak yeterli değil mi? Hiç şüphesiz bunda iman eden bir toplum için elbette bir rahmet ve öğüt vardır.
52. De ki: “Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. O göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir. Bâtıla inanıp Allah’ı inkâr edenler yok mu, gerçekten zarara uğrayıp kendilerini helâke sürükleyenler işte onlardır.”
Müşrikler,
Peygamberimiz (s.a.s.)’den, Hz. Mûsâ’ya verilen asâ, Hz. Sâlih’e verilen deve,
Hz. İsa’ya verilen ölüleri diriltme gibi hissî mûcizeler getirmesini
istiyorlardı. Halbuki devamlı surette kendilerine okunan ve okunacak olan
Kur’ân-ı Kerîm en büyük mûcize olarak karşılarında durmaktadır. Hissî
mûcizeler, belki gösterildikleri an bir tesir icra ettiler, sonra tarihin
sayfaları arasında kaldılar. Fakat akla, ilim ve irfana hitap eden Kur’ân-ı
Kerîm’in mûcizeliği hiçbir zaman eskimeyecek, her an canlılığını koruyarak
kıyâmete kadar devam edecektir. Dolayısıyla Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in en büyük
mûcizesi Kur’ân-ı Kerîm’dir. İnsanlara asıl lâzım olan da gelip geçici hissî
mûcizeler değil, benzerini asla ortaya koyamayacakları ve hayatın her alanında
feyzinden istifade edecekleri bu mûcizedir. Kur’an akla ve kalbe hitap eder.
Beşeriyetin dünya huzuru ve âhiret saadeti için lâzım gelen doğru akîde ve
nizamlı bir hayatın kâidelerini bildirir. Kur’an’ın bu hususiyeti burada iki
kelimeyle beyân edilmiştir:
Rahmet,
Zikrâ: öğüt, ders ve ibret.
Kur’an’ın
rahmet olması, kulların dünya ve âhirette ilâhî rahmete erişmelerini sağlayacak
doğru yolu göstermesidir. Mü’minler onun tâlimatlarına tâbi olarak Allah’ın
sınırsız rahmet ve sayısız lutuflarına nâil olurlar. Öğüt olması ise Kur’an
uslubunun karakteristik bir özelliğidir. O başından sonuna kadar akıl
sahiplerine öğütler verir, onlara apaçık deliller ve belgeler sunar; gerekli
her hususta tesirli ve tatmin edici dersler verir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in
peygamber, ona inen Kur’an’ın da vahiy mahsûlü olduğunun en büyük şâhidi,
göklerin ve yerin bütün esrârını bilen Allah’tır. Dinî gerçeklere uyanlar,
dünya ve âhiretin nimetlerine gark olacakları gibi, dinin apaçık gerçeklerini
bir tarafa bırakıp bâtıl yollara sapanlar da kesinlikle zarara uğrayacaklardır.
Hal
böyleyken, işledikleri bunca günaha rağmen, hâlâ başlarına bir felâketin
inmediğini görüp bundan cesâret alan zâlimler, Peygamber’e karşı küstahça
meydan okuyorlar:
53. Kâfirler senden, azabın bir an önce gelmesini istiyorlar. Eğer Allah’ın takdir ettiği belirlenmiş bir vakti olmasaydı, azap onların başlarına hemen iniverirdi. Fakat o, hiç farkına varmadıkları bir sırada onlara ansızın gelecektir.
54. Onlar senden, azabın bir an önce gelmesini istiyorlar. Oysa cehennem, kâfirleri çepeçevre kuşatmış bulunmaktadır.
55. Cehenneme girdikleri gün azap onları başlarının üstünden ve ayaklarının altından sarıp sarmalayacak; Allah onlara: “Dünyadayken işleyip durduğunuz günahların karşılığı olarak tadın şimdi azabı!” buyuracak.
İnkârcılar
zaman zaman Peygamber Efendimiz’den, eğer o dâvasında doğru ise ve kendileri de
bâtıl yolda iseler, hiç beklemeden azabı getirip hemen tepelerine
indirivermesini istiyorlardı. Halbuki onların ve onlar gibi olanların acele
etmelerine gerek yoktur. Çünkü Allah’ın belirlediği zaman dünyada başlarına
kahr-ı ilâhî inecek, âhirette ise zâten günahlarının karşılığı olarak
kendilerini üstlerinden, altlarından, her cihetten kuşatacak çok feci cehennem
azabına uğrayacaklardır.
O
halde:
56. Ey iman eden kullarım! Şüphesiz benim yeryüzüm yeterince geniştir. Dolayısıyla nerede imkân bulursanız orada yalnız bana kulluk edin!
57. Her nefis ölümü mutlaka tadacaktır. Sonra da bizim huzurumuza döndürüleceksiniz.
58. İman edip sâlih ameller işleyenleri, cennette altlarından ırmaklar akan yüksek köşklere yerleştireceğiz ve orada ebedî olarak kalacaklardır. Hayatlarını böyle sâlih ameller işleyerek geçirenlerin mükâfatı ne güzeldir!
59. Onlar sabreden ve yalnızca Rablerine güvenip dayanan kimselerdir.
60. Nice canlılar var ki, hayatları için gerekli olan rızkı yanlarında taşıyamaz. Onların da sizin de rızkınızı veren Allah’tır. O, her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla bilendir.
İnsanın
yaratılış gâyesi Allah’a kulluktur. Bunun için dünyaya gönderilmiştir. Ona
vatan, can, mal ve diğer bütün imkânlar hep bu gâye uğrunda kullanmak üzere
verilmiştir. Dolayısıyla bunlar gâye değil, Allah’a kulluk için birer
vesiledir. Yüce Rabbimizin, yeryüzünün yeterince geniş olduğunu beyân ettikten
sonra, yalnızca kendine kulluk yapılmasını emretmesi, bulunduğumuz yerde
Allah’a kulluk zorlaştığı zaman hicret etmeye açık bir teşviktir. Âyet-i
kerîme, o dönemde Mekke’de müşriklerin baskısı altında dinî vazifelerini yerine
getirmede zorlanan müslümanlara Medine’ye veya müsait yerlere hicreti tavsiye
etmektedir. Nitekim onlar önce Habeşistan’a, sonra da Medine’ye hicret
etmişlerdir.
Hicret
söz konusu olunca insanın karşısına bazı engeller çıkabilir:
Birincisi;
insan içinde doğduğu, büyüdüğü, havasıyla suyuyla hemhâl olduğu vatanını,
yurdunu ve milletini terk etmekte zorlanabilir. Şunu bilmek gerekir ki,
müslümanın gerçek vatanı, Allah’ın emirlerini yerine getirdiği ve Allah’ın
yasaklarından uzak durduğu yerdir. Onun için aslolan vatan millet değil Allah’a
kulluktur. Eğer belirli bir dönemde vatan, millet sevgisi ile Allah’a kulluk
çatışırsa, gerçek bir mü’mine gereken vatan, millet sevgisini bir kenara
bırakıp Allah’a ibâdeti seçmektir.
İkincisi;
insan, canına bir tehlikenin ârız
olmasından ve keyfinin bozulmasından endişe edebilir. Bu hususta da endişeye ve
korkuya gerek yoktur. Çünkü dünya hayatı fânidir ve her insan mutlaka
ölecektir. O halde dünya hayatına ve dünya zevklerine fazla heves etmemek
gerekir. Hiç kimse bu dünyaya ebedi yaşamak için gelmemiştir. Bu sebeple, asıl gayemiz
hayatımızı kurtarmak, onu garanti altına almak değil, imanımızı nasıl
koruyacağımızın ve Allah’a kulluğun gereklerini nasıl yerine getireceğimizin
derdine düşmektir. Zira hepimiz ölecek, sonunda Allah’ın huzuruna dönecek ve
orada dünyadaki tercihlerimize göre bir karşılık göreceğiz. İman edip sâlih
ameller işleyenleri; Allah yolunda meşakkatlere sabredip, fani sevdâlara değil,
yalnızca Allah’a güvenip dayananları orada çok güzel mükâfatlar beklemektedir.
Üçüncüsü;
hicret edip yerini yurdunu terk eden insan, elindeki imkânlardan mahrum
kalacağı için rızık endişesine kapılabilir. Bu endişeye de gerek yoktur. Çünkü
karada, havada ve denizde gördüğümüz nice canlı, hayvan veya kuş kendi
rızıklarını beraberlerinde taşımazlar. Onları Allah rızıklandırır; nereye
gitseler, Allah’ın lütfuyla rızıklarını bulurlar. Bu sebeple, imanımız ve
kulluğumuz uğrunda yurtlarımızdan ayrılmak zorunda kaldığımızda yiyecek bir şey
bulamamak gibi bir endişe yersizdir. Böyle kuruntularla cesaretimizi zedelemeye
gerek yoktur. Çünkü Allah, sayısız canlıya rızkını verdiği gibi, aynı kaynaktan
bizi de rızıklandıracaktır. Bu hususta mühim olan Allah’a tam olarak güvenip
dayanmaktır.
Nitekim
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Eğer
siz Allah’a gereği gibi güvenip dayansaydınız, Allah, kuşları doyurduğu gibi
sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları
hâlde akşam doymuş olarak dönerler.” (Tirmizî, Zühd 33; İbn Mâce, Zühd 14)
Hz.
Mevlânâ, rızık konusunda yersiz endişelere düşmenin gereksizliğini şöyle bir
misalle anlatır:
“Ansızın
bir arslan geldi, adamın birini kaptı, ormana çekti götürdü. O adam, ormana
doğru çekilip götürülürken ne düşündü ise, ey din üstadı, sen de onu düşün.
Kazâ ve kader arslanı bizi ölüm ormanına doğru çekip götürüyor. Halbuki canımız
dünya işleri ile, sanatla oyalanmaktadır. Nitekim halk da, boğazına kadar acı
suyun içine batmış gibi yoksulluktan ödü kopar. İnsanlar yoksulluktan,
fakirlikten korkacakları yerde, o yoksulluğu yaratandan, yâni Allah’tan
korksalardı, çekinselerdi, onlara yer yüzünde defineler, hazîneler belirirdi.”
(Mevlânâ, Mesnevî, 2202-2206. beyitler)
Aslında
Rezzâk-ı Mutlak’ın, bütün varlıkları yaratan ve rızıklandıranın Allah Teâlâ
olduğunu, O’na kul olmayı kibirlerine yediremeyen inkârcılar bile
kabullenmektedirler:
61. Eğer onlara: “Gökleri ve yeri yaratan, güneş ve ayı insanların hizmetine veren kimdir?” diye sorsan mutlaka “Allah’tır” derler. O halde nasıl oluyor da doğru yoldan sapıp, bâtıl yollara sürükleniyorlar.
62. Allah, kullarından dilediğine rızkı bol verir, dilediğinin rızkını da daraltır. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilir.
63. Yine onlara: “Gökten suyu indirip, ölümünden sonra yeryüzünü onunla dirilten kimdir?” diye soracak olsan, mutlaka “Allah’tır” derler. Buna karşılık sen de onlara de ki: “Bütün deliller kendisinin yegâne Rab ve İlâh olduğunu gösteren Allah’a hamdolsun!” Fakat insanların çoğu akıllarını kullanıp gereği gibi düşünmezler.
Müşrikler
ateist değillerdi. Allah’ın varlığını kabul ediyorlardı. Gökleri ve yeri
yaratanın, güneş ve ayı var edip ilâhî kanunlara boyun eğdirenin, bunları
insanın hizmetine verenin, yağmuru yağdırıp bitkileri bitirenin Allah olduğunu
söylüyorlardı. Fakat imanları şirkle karışıktı. Allah ile beraber bir kısım
putlara tapıyor, Allah’a saygı duyar gibi onlara saygı duyuyor, şefaatlerini
bekliyor, faydalarını umup zararlarından korkuyorlardı. Rızık konusunda endişe
ediyor; bu sebeple müslümanları fakirlikleri sebebiyle ayıplayıp, “eğer siz
doğru yol üzere bulunsaydınız böyle fakir olmazdınız” diyorlardı. Halbuki her
şeyi yaratan Allah’ın, istediğine dilediği kadar rızkı vermeye de gücü yeter.
Buna ilâveten müşrikler, Allah’ın gönderdiği peygamberi reddediyor, Kur’an’a
inanmıyor ve âhiretin varlığına hiç ihtimal vermiyorlardı. Böyle olunca,
Allah’a karşı hiç bir sorumluluk duymadan, hiçbir bağlayıcı bir merci tanımadan
hayvanlar gibi yaşıyorlardı. Bu vesileyle Kur’an, onların anlayış seviyelerine
hitap ederek, onları ve onlar gibi olanları, yanlış inançları terk edip sağlam
bir inanç sistemine davet etmektedir. Bu inanç sisteminin esası ise, Allah’ın
birliğini kabulden sonra, dünyanın gelip geçici bir sevdâdan ibaret, esas
hayatın ise âhiret hayatı olduğunu anlamaktır:
64. İyi bilin ki, şu dünya hayatı boş bir oyalanma ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bunu bilmiş olsalardı!
Âhirete
inanmayıp, her şeyi dünyadan ibaret sayanlar ve burada ne yaparsak kârdır diye
düşünenler büyük bir yanılgı içindedirler. Çünkü ebedî olan âhiret hayatı
karşısında dünya hayatı gerçekten kısadır, âdeta çocukların oynadığı bir oyun
ve eğlenceden ibarettir. Gerçek ve sonsuz hayat ise şüphesiz âhiret hayatıdır.
Ancak Allah’a ve âhirete inanıp, dünya imkânlarını O’na kulluk yolunda
kullanabilenler için dünya hayatının çok büyük ehemmiyeti vardır. Zira kul, bu
dünyadaki imanı ve yaptığı güzel amelleri sayesinde ebedî cennet nimetlerini
kazanabilecektir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.): “Dünya âhiretin tarlası, ekim
dikim yeridir” buyurur. (Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, I, 412)
Hz. Mevlânâ: “Evlâdım! Dünya ne altın ne gümüş, ne
de mal mülktür. Dünya, seni Allah’tan alıkoyan her şeydir” sözüyle, dünya
denildiği zaman esas adlanılmaması lazım gelen hususa dikkat çeker. Dünya bir
uyku âlemidir. Ölümle insan o âlemden ayrılınca uyanır, aklı başına gelir.
Dolayısıyla dünyada mal mülk, makam ve mevki sahibi olmak, rüyada bunlara sahip
olmak gibidir. Nasıl ki insan uyandığında rüyada gördüğünden hiçbir şey elinde
kalmasa, dünyada böyledir, öldüğü zaman dünyadaki imkânlarından hiçbir şey
elinde kalmayacaktır. Fakat iman, sâlih amel ve güzel ahlâk gibi âhirette fayda
verecek bir sermayeye yatırım yaptı ise bunun faydasını görecektir. Resûlullah
(s.a.s.), bazan darlık bazan genişlik zamanlarında tekrar tekrar: “Esas
hayat âhiret hayatıdır” (bk. Buhârî, Rikāk 1) buyurarak işte bu hususa
dikkat çekmektedir. Ama bir kısım insanlar bu gerçeğin farkına varmadıkları
için imanın kalbe verdiği itminan ve huzurdan mahrumiyetle inanç buhranlarının
içine sürüklenirler:
65. Onlar gemiye binip sefere çıktıkları zaman boğulma tehlikesiyle karşılaştıklarında bütün kalpleriyle Allah’a yönelir, tüm samimiyetleriyle O’na yalvarırlar. Ama Allah onları denizin korkularından kurtarıp karaya çıkardığı zaman, hemen o andan itibaren yine Allah’a ortak koşmaya koyulurlar!
66. Kendilerine verdiğimiz bunca nimetlere nankörlük etsinler; yiyip içip sefâ sürsünler bakalım. Nasıl olsa yaptıklarının âkıbetini yakında bilecekler!
67. Çevrelerindeki insanlar yakalanıp götürülürken ve malları yağma edilirken, yaşadıkları Mekke’yi can ve mal emniyeti bakımından güvenilir ve mukaddes bir Harem bölgesi kıldığımızı görmezler mi? Buna rağmen onlar hâlâ saçma ve asılsız inançlar peşinde koşarak, Allah’ın nimetlerine karşı nankörlüğe devam mı edecekler?
Tevhid
inancı kalplerinde tam olarak yer etmemiş bu insanlar, vuku bulan çeşitli
hâdiselerin seyri içinde kalbî çalkantılar, rûhî ihtilaçlar ve Allah ile
irtibatlarında büyük gelgitler yaşarlar. Fakat kalpleri imanla, Kur’an’la,
zikir ve tefekkürle iyice mutmain olmuş, tevhidin hakikatine erişmiş gerçek
mü’minler bu tehlikeden büyük nispette kurtulurlar. Meselâ Resûlullah
(s.a.s.)’in hâli bunun en güzel bir numûnesidir. Müspet ya da menfi onun
karşılaştığı olayların büyüklüğünü tarif etmek mümkün değildir. Buna rağmen
Efendimiz (s.a.s.), bunlar karşısında asla sarsıntıya uğramamış ve muvâzenesini
bozmamıştır. Hep gönlünü Rabbine bağlayarak, O’na sığınarak, O’ndan yardım
isteyerek, O’na şükredip ve O’nun rızâsı için sabrederek örnek bir iman,
tevekkül ve itminân hayatı sergilemiştir.
Burada
müşriklerin imansızlıktaki kararsız halleri söz konusu edilmektedir. Onlar,
gemiye binip denizin ortasında giderken boğulma tehlikesiyle yüz yüze
geldiklerinde bütün gönülleriyle, tüm samimiyetleriyle Allah’a yalvarıyor,
kendilerinden talep edilen tevhid inancına erişiyor, fakat Allah onları
selâmetle karaya çıkardığı zaman o makbul tevhid hissini kaybedip tekrar şirke
dönüyorlar. Onlardan istenen ise hayatın her anında o tevhid anlayışını korumak
ve devam ettirmektir. Zira âhirette kurtuluşa vesile olacak bu anlayıştır.
Yoksa başları dara düştüğünde “Allah”, kurtulunca da “Yallah” diyerek belki
dünyada kısa bir müddet yer içer, eğlenir, zevkü safâ sürebilirler, fakat
âhirette kaybedenlerden olurlar. (bk. Yûnus 10/22-23)
Oysa:
68. Allah hakkında yalan uyduran yahut kendisine gerçeğin tâ kendisi olan bu Kur’an gelince onu yalanlayandan daha zâlim kim vardır? Cehennemde kâfirlere yer mi yok!
Halbuki
o Mekkeli müşrikler, Allah’ın kendilerine olan hususi ikramlarını biraz
düşünselerdi, O’na tam inanır ve emrine teslim olurlardı. Meselâ, çevre
bölgelerde insanlar anarşi ve terör içinde mahvolurken, içerisinde Kâbe’nin
bulunduğu Mekke’yi emniyetli, dokunulmaz, mukaddes bir mekan kılan kimdi?
Elbette ki taptıkları Lat, Uzzâ veya Hübel değil, âlemlerin Rabbi Allah’tı.
Fakat onlar, bâtılın peşine koşuyor ve kendilerine bu büyük nimetleri bahşeden
Allah’a karşı nankörlük yapıyorlardı. Peygamberi, Allah adına yalan söyleyen
bir müfteri olarak ilan edip, O’nun getirdiği ilâhî hakikatleri
yalanlıyorlardı. Bunlar, onların kâfir olduklarının açık belgesidir. Kâfirlerin
varacağı yer ise cehennemdir. Onlara cehennemde yer bulmak Allah için hiç de
zor değildir.
Son
olarak söz, tekrar mü’minlere getirilir.
69. Uğrumuzda cihâd edip gerekli gayreti gösterenleri biz, elbette bize varan yollarımıza eriştireceğiz. Şüphesiz Allah, iyi davranan ve yaptığı işi güzel yapanlarla beraberdir.
Mü’minleri,
Allah yolunda cihâda teşvik eden ve onları Allah ile beraber olmakla müjdeleyen
ifadelerle sûre nihâyete erer. Buna göre Allah’a kulluk sayılabilecek her
hususta gayret gösteren, mücâhede eden, koşan, koşturan ve yorulanları Allah
destekleyecek, onlara yardım edecek ve onları kendine varan yollara
eriştirecektir. Çünkü O, iyilik yapanlarla, yaptığı hayırlı işi en güzel
yapmaya çalışanlarla ve hiçbir zaman Allah’ın huzurunda olduklarını
unutmayanlarla beraberdir. Onları sever, korur ve zafere eriştirir.
Âyette
yer alan “cihad”la ilgili İmam Kuşeyrî (r.h.) şu izahı yapar:
“Cihad;
önce tüm haramları terk etmek, sonra şüpheli şeyleri terk etmek, sonra
mübahların fazlalarını bırakmak, sonra kalbi Allah’tan alıkoyan bağları
koparmak ve bütün vakitlerde Allah rızâsına uymayan meşguliyetlerden
korunmaktır. Bütün hissiyâtı Allah’ı hatırlayarak iyi ve güzel yolda muhafaza
etmek ve nefesleri de Allah ile beraber O’nun zikriyle sayıp tüketmektir.” (bk.
Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 463)
Bu
şekilde, iç âlemimizde gerçekleştirmemiz gereken nefisle cihadı başardıktan
sonra, diğer düşmanlarla olan cihadı başarmanın kolay olacağını izah etmek
üzere Rûm sûresi bir zafer müjdesiyle başlamaktadır:
Ayet-i kerimede buyrulur: فَاِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَمَا سَاَلْتُكُمْ مِنْ اَجْرٍۜ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِۙ وَاُمِرْتُ اَنْ اَكُونَ مِنَ الْم ...
Ayet-i kerimede buyrulur: اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ Bilesiniz ki Allah’ın dostlarına hiçbir ...
Ayet-i kerimede buyrulur: يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَتْكُمْ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَشِفَٓاءٌ لِمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْ ...
Ayet-i kerimede buyrulur: اِنَّ اللّٰهَ لَا يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْـًٔا وَلٰكِنَّ النَّاسَ اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ Gerçek şu ki Allah insanlara hi ...
Saff Sûresi 1. Ayet: "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam ola ...
Ayet-i kerimede buyrulur: وَمَا كَانَ هٰذَا الْقُرْاٰنُ اَنْ يُفْتَرٰى مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلٰكِنْ تَصْد۪يقَ الَّذ۪ي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْص۪يلَ الْ ...