Furkân sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 77 âyettir. İsmini 1. âyette geçen ve Kur’ân-ı Kerîm’in isimlerinden biri olan اَلْفُرْقَانُ (Furkân) kelimesinden alır. Furkân ismi, Kur’an’ın hakla bâtılı birbirinden ayırması ve parça parça inmesi husûsiyetlerine dikkat çeker. Mushaf tertibine göre 25, iniş sırasına göre 42. sûredir.
Furkân sûresi ağırlıklı olarak müşriklerin Kur’ân-ı Kerîm ve Resûlullah (s.a.s.)’in nübüvvetine karşı ileri sürdükleri şüphe ve itirazları dile getirerek bunlara lâzım gelen cevâbı verir. Buna göre Hz. Muhammed (s.a.s.) gerçek bir peygamber, Kur’ân-ı Kerîm de Allah’tan gelen ilâhî bir kelâmdır. Bunların haber verdiği şekilde Allah Teâlâ sonsuz kudret, ilim ve hikmet sahibi en yüce yaratıcıdır. Ayrıca kâinatta tezâhür eden ilâhî kudret akışları ve azamet tecellileri bu hakîkatin apaçık delilleridir. Yine bu sağlam bilgi kaynaklarının bildirdiği gibi âhiret, cennet ve cehennemin varlığı kesindir. Bu gerçeklere sırt çevirenleri dünyada hazin bir son beklediği gibi, onlar mahşer günü büyük bir pişmanlık duyacak ve cehennemde can yakıcı bir azaba düçâr olacaklardır. Kur’an ve sünnet karşısında nefsinin arzularını putlaştırıp onların zebûnu olan akılsızların ulaşacağı sonuç bundan başka ne olabilir ki? Sûrenin sonunda ise Kur’ân-ı Kerîm’in terbiye edip yetiştirmeyi hedeflediği, “Rahmân’ın has kulları” diye vasfedip insanlığa örnek gösterdiği model insan şahsiyetinin mühim husûsiyetleri beyân edilir. Mü’minlerin, sadece kendilerini düşünen hodgâm bir ruh halinden kurtularak, sulblerinden kıyâmete kadar gelecek zürriyetlerinin derdinde olmaları, hayattayken onları İslâm ahlâkıyla ve takvâ ölçüleri içinde yetiştirmeye çalışmaları, kendilerinden sonra gelecek nesilleri için de dua etmeleri istenerek sûre sona erdirilir.
Mushaftaki sıralamada yirmi beşinci, iniş sırasına göre kırk ikinci sûredir. Yâsîn sûresinden sonra, Fâtır sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Abdullah b. Abbas’tan nakledilen bir rivayette 68-70. âyetlerin Medine’de indiği belirtilirse de Buhârî’nin kaydettiği bir rivayette (“Tefsîr”, 25), 68. âyetin Mekke’de indiğini belirten bir bilginin yer alması, bu üç âyetin de Mekke’de indiği ihtimalini güçlendirmektedir. Sûrenin ilk üç âyetinin Medine’de indiği yolunda da bir rivayet vardır (İbn Âşûr, XVIII, 313).
1. Bütün sorumlu varlıklara ve kıyâmete kadar tüm çağlara uyarıcı olması için seçkin kulu Muhammed’e hakkı bâtıldan ayıran kitabı bölüm bölüm indiren Allah çok yücedir, her türlü nimet, feyiz ve bereketin kaynağıdır.
En
mühim indiriliş gayesi hakla bâtılı ayırıp gerçeği göstermek olan Kur’ân-ı
Kerîm, Allah Teâlâ’nın en seçkin kulu Hz. Muhammed (s.a.s.)’e, bütün âlemlere,
hususiyle kıyamete kadar gelecek akıl sahibi mükellef kişilere uyarıcı olması
için indirilmiştir. “Uyarıcı” olma vasfı, hem Resûlullah (s.a.s.), hem de
Kur’an için geçerlidir. Her ikisi de bir bütünün eşit iki parçası gibi
birbirini tamamlamakta ve her ikisi de akıl sahibi varlıkları, nefsânî
temâyüllerinden vazgeçip Allah’ın emrine tâbi olmadıkları takdirde kahr-ı ilâhî
ve ebedî azap ile korkutmaktadırlar.
Bu
âyet Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’in risâletinin cihânşumûl olduğunu beyân eden
âyetlerden biridir. Nitekim bu hususa yer veren başka âyetler de vardır:
“Rasûlüm!
Bütün insanlara şunu ilan et: «Ey insanlar! Şüphesiz ki ben Allah’ın, sizin
hepinize gönderilmiş peygamberiyim.»” (A‘râf 7/158)
“…Bu
Kur’an, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi ebedî azaba karşı uyarmam için bana
vahyedildi.” (En‘âm 6/19)
“Rasûlüm!
Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Sebe’
34/28)
İbadete
layık gerçek ve tek ilâh, Furkân’ı indiren Allah Teâlâ’dır:
2. Göklerin ve yerin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti yalnızca O’na aittir. O asla bir çocuk edinmemiştir. Mülk ve saltanatında O’nun bir ortağı da yoktur. O her şeyi yaratmış; her birine belli bir ölçü, biçim ve nizam tâyin etmiştir.
Cenab-ı
Hakk’ın tek ilâh olduğunu gösteren delillerden bir kısmı şunlardır:
›
Göklerin ve yerin mülkü; hâkimiyeti, hükümranlığı ve tasarrufu
yalnızca O’na aittir.
›
asla çocuk edinmemiştir. Dolayısıyla onunla beraber tapılmaya
layık hiçbir kimse yoktur.
›
Hâkimiyet, saltanat ve ilâhlığında O’nun hiçbir ortağı yoktur. Bu
sebeple melekleri, cinleri ve başka varlıkları O’na ortak kabul edenler veya
O’na çocuk nispet edenler müşriktirler. Böyleleri Allah’ın nihâyetsiz kudret ve
azametini kavrayamamakta; O’nun insanlar gibi bir mirasçıya ihtiyaç duyacak
derecede zayıf ve muhtaç olduğunu sanmaktadırlar. Bu ise cehâlet, sapıklık ve
aptallığın ta kendisidir.
›
Her şeyi Allah Teâlâ yaratmış, her birine bir ölçü, biçim, âhenk
ve nizam vermiştir. O yanılarak veya gafletle hiçbir şey yaratmış değildir.
Bilakis kıyâmete kadar yarattıkları ve kıyâmetten sonra yaratacağı her şey
ancak O’nun takdiri ile meydana gelmektedir. Kâinattaki her şey O’nun mahlûku,
memlûkü, makdûru ve mahkûmüdür.[1]
Vasfı böyle olan ve sonsuz bir kudretin kabzasında mahkûm bulunan aciz
varlıkların kendilerine çizilen hudutları aşarak Allah’a ortak olmaları nasıl
düşünülebilir?
Buna
rağmen bazı insanlar Allah’ı bırakıp bir kısım sahte tanrılar edinmektedirler.
Halbuki onların taptığı o aciz varlıkların gerçek ilâh olmaları mümkün
değildir. Çünkü bunlar:
› Hiçbir şey
yaratamazlar; aksine kendileri yaratılmışlardır. Yaratamayan, üstelik kendisi
yaratılmış olan biri ilâh olamaz.
› Ne kendi
kendilerine, ne de başkalarına ne zarar verebilirler, ne zararı giderebilirler,
ne fayda verebilirler, ne de faydaya mâni olabilirler. Dolayısıyla bunların
zararından korkmak veya faydalarını ummak boş bir kuruntudur. Halbuki bütün
kudret ve kuvvet Allah’a ait olup istediği şekilde fayda ve zarar vermeye kadirdir.
Ne kimse O’nun vereceği zararı engelleyebilir, ne de O’nun lütfedeceği faydaya
mâni olabilir.
› Bu sahte
tanrılar ne kimseyi öldürmeye ne kimseye hayat vermeye ne kıyameti koparmaya ne
de kıyametten sonra insanları yeniden diriltmeye güç yetirebilirler. Halbuki
Cenâb-ı Hak her an eceli gelen canlıları öldürmekte, binlerce yenisine hayat
vermektedir. Kıyâmet günü ise hepsini yeniden diriltecektir.
Fakat
küfrün içine batmış olanlar, bütün bu gerçeklere kör ve sağır kesilerek
bildiklerini okumaya devam ediyorlar:
[1] Mahluku:
Yarattığı. Memlûku: Malı, mülkü, sahip olduğu şey. Makdûru: Belli
ölçülere göre ölçüp biçtiği şey. Mahkûmu. Üzerinde istediği şekilde
karar verdiği ve uyguladığı şey.
3. Buna rağmen müşrikler Allah’ı bırakıp birtakım ilâhlar ediniyorlar ki, bunlar bir şey yaratamadıkları gibi, üstelik kendileri yaratılmaktadır. Sonra, ne başlarına gelecek bir zararı savma, ne de kendilerine herhangi bir fayda sağlama gücüne sahiptirler. Ayrıca bunlar öldürmeye de, hayat vermeye de, yeniden diriltmeye de muktedir değildirler.
Cenab-ı
Hakk’ın tek ilâh olduğunu gösteren delillerden bir kısmı şunlardır:
›
Göklerin ve yerin mülkü; hâkimiyeti, hükümranlığı ve tasarrufu
yalnızca O’na aittir.
›
asla çocuk edinmemiştir. Dolayısıyla onunla beraber tapılmaya
layık hiçbir kimse yoktur.
›
Hâkimiyet, saltanat ve ilâhlığında O’nun hiçbir ortağı yoktur. Bu
sebeple melekleri, cinleri ve başka varlıkları O’na ortak kabul edenler veya
O’na çocuk nispet edenler müşriktirler. Böyleleri Allah’ın nihâyetsiz kudret ve
azametini kavrayamamakta; O’nun insanlar gibi bir mirasçıya ihtiyaç duyacak
derecede zayıf ve muhtaç olduğunu sanmaktadırlar. Bu ise cehâlet, sapıklık ve
aptallığın ta kendisidir.
›
Her şeyi Allah Teâlâ yaratmış, her birine bir ölçü, biçim, âhenk
ve nizam vermiştir. O yanılarak veya gafletle hiçbir şey yaratmış değildir.
Bilakis kıyâmete kadar yarattıkları ve kıyâmetten sonra yaratacağı her şey
ancak O’nun takdiri ile meydana gelmektedir. Kâinattaki her şey O’nun mahlûku,
memlûkü, makdûru ve mahkûmüdür.[1]
Vasfı böyle olan ve sonsuz bir kudretin kabzasında mahkûm bulunan aciz
varlıkların kendilerine çizilen hudutları aşarak Allah’a ortak olmaları nasıl
düşünülebilir?
Buna
rağmen bazı insanlar Allah’ı bırakıp bir kısım sahte tanrılar edinmektedirler.
Halbuki onların taptığı o aciz varlıkların gerçek ilâh olmaları mümkün
değildir. Çünkü bunlar:
› Hiçbir şey
yaratamazlar; aksine kendileri yaratılmışlardır. Yaratamayan, üstelik kendisi
yaratılmış olan biri ilâh olamaz.
› Ne kendi
kendilerine, ne de başkalarına ne zarar verebilirler, ne zararı giderebilirler,
ne fayda verebilirler, ne de faydaya mâni olabilirler. Dolayısıyla bunların
zararından korkmak veya faydalarını ummak boş bir kuruntudur. Halbuki bütün
kudret ve kuvvet Allah’a ait olup istediği şekilde fayda ve zarar vermeye kadirdir.
Ne kimse O’nun vereceği zararı engelleyebilir, ne de O’nun lütfedeceği faydaya
mâni olabilir.
› Bu sahte
tanrılar ne kimseyi öldürmeye ne kimseye hayat vermeye ne kıyameti koparmaya ne
de kıyametten sonra insanları yeniden diriltmeye güç yetirebilirler. Halbuki
Cenâb-ı Hak her an eceli gelen canlıları öldürmekte, binlerce yenisine hayat
vermektedir. Kıyâmet günü ise hepsini yeniden diriltecektir.
Fakat
küfrün içine batmış olanlar, bütün bu gerçeklere kör ve sağır kesilerek
bildiklerini okumaya devam ediyorlar:
[1] Mahluku:
Yarattığı. Memlûku: Malı, mülkü, sahip olduğu şey. Makdûru: Belli
ölçülere göre ölçüp biçtiği şey. Mahkûmu. Üzerinde istediği şekilde
karar verdiği ve uyguladığı şey.
4. Kâfirler: “Kur’an, Muhammed’in uydurduğu yalandan başka bir şey değildir; üstelik bir başka grup da bu hususta ona yardım etmektedir” dediler. Böylece onlar korkunç bir zulüm işleyip dehşetli bir yalan uydurdular.
5. Dediler ki: “Bu Kur’an öncekilerin masallarıdır. Peygamber onu kendisi için başkasına yazdırmıştır. Bu masallar ona sabah ve akşam gizlice okunup duruyor.”
6. Rasûlüm! De ki: “Bu Kur’an’ı göklerin ve yerin tüm gizliliklerini bilen Allah indirmiştir. Şüphesiz O çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”
Müşriklerin
Kur’ân-ı Kerîm karşısında ileri sürdükleri iddialardan biri, onu Peygamber
(s.a.s.)’in kendiliğinden uydurduğu ve bu hususta ona bir kısım insanların
yardım ettiği şeklindeydi. Bir diğer iddiaları ise Kur’an’ın ebedî ve ezelî
hakîkatleri açıklayan âyetlerini, vuku bulup bulmadığı belli olmayan, vuku
bulduysa da ne zaman ve nasıl vuku bulduğu bilinmeyen “öncekilerin masalları”
şeklinde vasfetmeleri idi. Her iki iddia da zulüm ve yalanın ta kendisidir.
Çünkü Kur’an, bir beşer sözü değil, göklerin ve yerin tüm sırlarını bilen Yüce
Allah tarafından indirilen mûcize bir kelâmdır. Onda hiçbir beşerî meleke ve
kabiliyetlerle ulaşılamayacak, ancak Allah’ın vahyetmesiyle bilinecek sırlar,
gayb âlemine ait bilgiler, kanun ve hakikatler yer alır. İlk günden itibaren
benzerinin getirilmesi için açıktan meydan okumasına rağmen, aradan on beş asır
geçtiği ve hiçbir zaman Kur’an düşmanları eksik olmadığı halde, hiç kimse onun
bir benzerini, hatta onun bir sûresinin benzerini getirmeye güç yetirememiştir.
Bu durum, onun doğruluğu üzerindeki tüm şüpheleri kaldırmakta ve onun kelâm-i
ilâhî olduğunu kabulü gerekli kılmaktadır.
6.
âyetin “Allah’ın çok bağışlayıcı ve çok merhametli oluşu” ile tamamlanmasının
husûsî bir mânası dikkat çekmektedir. Cenâb-ı Hak nihâyetsiz mağfiret ve
merhamet vasıflarına sahip olduğundandır ki Kur’an düşmanlarına mühlet
tanımaktadır. Yoksa Resûlullah (s.a.s.)’e karşı yalan ithamlarından dolayı
kendilerini derhal helak edebilirdi. Ayrıca o zalimlere, inat ve
düşmanlıklarını terk edip hakîkate teslim oldukları takdirde, önceki
günahlarının bağışlanacağı müjdesini vermektedir.
Müşrikler,
Resûlullah (s.a.s.)’le ilgili de şöyle asılsız iddialarda bulunuyorlardı:
7. Bir de şöyle dediler: “Bu nasıl Peygamber böyle? Bizim gibi yiyip içiyor, çarşı pazarda dolaşıyor. Bari, yanısıra bir melek indirilmiş olsaydı da, kendisiyle birlikte gezip hem onun peygamberliğini doğrulasa hem de bizi Allah’ın azabına karşı uyarsaydı ya?”
8. “Yahut kendisine bir hazine verilseydi veya kendisinin zahmetsizce yiyip içeceği, geçimini temin edeceği bir bahçesi olsaydı.” Bu zâlimler mü’minlere de: “Siz, başka değil, gerçekten büyülenmiş bir adamın peşine düşmüşsünüz!” dediler.
9. Rasûlüm! Bak, senin hakkında nasıl da böyle tuhaf tuhaf ve tutarsız yakıştırmalarda bulunuyorlar. Onlar işte bu yüzden sapıp gittiler; bu gidişle bir daha da doğru yolu bulamazlar.
10. O şânı öyle yüce, öyle feyiz ve bereket kaynağı bir Allah’tır ki, eğer dilese, senin için bundan daha hayırlısını verir, sana altlarından ırmaklar akan cennetler lutfeder ve senin için köşkler, saraylar yapar.
Bu
âyet-i kerîmelerin iniş sebebiyle ilgili olarak şöyle bir hâdise nakledilir:
Mekke’de
bir grup müşrik toplanıp: “Muhammed’e haber gönderelim, gelsin de kendisiyle
konuşalım ki, sonra ona yapacaklarımızda mazur olalım” dediler ve gelmesi için
Efendimiz (s.a.s.)’e haber gönderdiler. Peygamberimiz (s.a.s.) yanlarına geldi.
Ona:
“-
Ey Muhammed! Seni çağırdık ki konuşalım da sonra sana yapacaklarımızda mazur
olalım! Eğer bu getirdiğin dâvâ ile mal peşinde isen, toplayıp biriktirdiğimiz
malları sana verelim. Eğer şan şeref peşinde isen seni başımıza geçirelim. Eğer
kral olmak istiyorsan gel seni kral yapalım” diye tekliflerde bulundular. Allah
Resûlü (s.a.s.) şöyle cevap verdi:
“-
Söylediklerinizin hiçbirine ihtiyacım yok. Bunları ne malınızı istemek, ne
aranızda şan ve şeref sahibi olmak, ne de kral olmak için getirdim. Bilakis
Allah beni size peygamber gönderdi, bana kitap indirdi ve sizi müjdeleyip
uyarmamı emretti. Ben size O’nun dinini tebliğ ettim, size öğüt verdim,
nasihatte bulundum. Eğer benim getirdiklerimi kabul edecek olursanız bu, dünya
ve âhirette size fayda verecek pek kıymetli bir nasiptir. Reddedecek olursanız,
Allah benimle sizin aranızı ayırıncaya kadar Allah’ın takdirine sabredeceğim” buyurdu.
Onlar:
“Ey
Muhammed! Bu tekliflerimizin hiçbirini kabul etmeyeceksen o takdirde Rabbinden
bazı isteklerde bulun. Meselâ melek göndersin de o senin peygamberliğinin
gerçek olduğunu bize söylesin. Rabbinden dile, sana bağlar bahçeler, saraylar
versin. Çünkü biz senin, tıpkı bizim gibi, geçim derdine düşmüş çarşı pazarda
dolaşıp durduğunu görüyoruz. Bunları sana versin ki çarşı pazar dolaşıp çalışmaktan
kurtulasın, biz de iddia ettiğin gibi senin gerçekten Rabbinin katında üstün
bir merteben olduğunu bilelim” dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):
“-
Bu söylediklerinizi yapacak değilim; bu söylediklerinizi Rabbimden isteyecek
değilim. Zaten ben bunun için de gönderilmedim. Şunu bilin ki, Allah beni, sizi
müjdelemem ve uyarmam için peygamber gönderdi” buyurdu.
Bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu. (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî,
XVIII, 237)
Kâfirlerin
bunca inat ve itirazlarının arkasında yatan gerçek sebep şudur:
11. Aslında onlar kıyâmeti yalanladılar. Biz ise kıyâmeti yalanlayanlar için alevli bir ateş hazırlamışızdır.
12. Cehennem onları uzak bir mekândan gördüğü zaman, onun öfkeyle nasıl gürlediğini ve nasıl korkunç homurtular çıkardığını duyacaklar.
13. Zincirlerle elleri boyunlarına kelepçelenmiş, ayakları bukağılı olarak cehennemin dar bir yerine tıkıldıkları vakit, hemen orada ölsek de kurtulsak diye helâk olmak için can atacaklar.
14. Kendilerine: “Bugün bir defa helâk olmayı istemeyin. İsterseniz birçok defa helâk olmayı isteyin; bunun size bir faydası olmaz!” denilecek.
“Cehennemin
onları görmesi” mecazi bir ifade olabileceği gibi, onun görme, düşünme, ölçüp
biçme gibi melekelerle donatıldığı mânasına da gelebilir. Nitekim Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurur.
“Kıyamet gününde gören iki gözü, işiten iki
kulağı ve konuşan bir dili bulunan bir boyun cehennem ateşinden çıkacak ve şöyle
diyecek: «Ben üç kişiyi yakalayıp cezalandırmakla görevlendirildim: İnatçı her
bir zorbayı, Allah’tan başka bir ilâha tapan kimseleri ve suret yapanları.»” (Tirmizî,
Cehennem 1)
Cehennem
kâfirleri görünce, onları cezalandırmaya olan şiddetli arzusu sebebiyle son
derece öfkelenecek, kaynayacak ve müthiş bir uğultu çıkaracaktır. Onun bu
hâlini cehenneme atılacaklar hem görecek, hem de duyacaklardır. Âyet-i kerîmede
buyrulur.
“Kâfirler
cehenneme atıldıklarında, onun kendilerini yutmak için homurtularla nasıl içine
doğru nefes alıp, uğuldaya uğuldaya kaynadığını işitirler. Cehenem öfkesinden
neredeyse çatlayacak!..” (Mülk 67/6-7)
Kâfirler
elleri zincirlerle boyunlarına bağlanmış, ayakları bukağılanmış; kıpırdamanın,
çırpınmanın ve kaçmanın imkânsız olduğu bir halde güçlü kuvvetli zebâniler tarafından
cehenneme atılacaklardır. Atıldıkları yer son derece dar olacaktır. Onların
mekânları dar, kalpleri dar, vakitleri dar olacaktır. Elemleri sonsuz,
sıkıntıları kesintisiz olacak; bir boşluk görüp oraya doğru koşsalar: “Şimdi
tadın azâbı! Bundan böyle size, azâbınıza azap katmaktan başka bir şey yapacak
değiliz” (Nebe’ 78/30) tehdidiyle karşılaşacaklardır. Bu sebeple o yakıcı
azapla yüz yüze geldiklerinde ölümü ve helâk olup gitmeyi istemekten başka
çareleri kalmayacak; “Yetiş ey ölüm, yetiş ey helak!” diye feryat edeceklerdir.
Ancak bu feryatların onlara bir faydası olmayacaktır. Artık bir değil bin
feryat etseler yine boşunadır. Bunlar onların azaplarının artmasından başka bir
işe yaramayacaktır. Ayrıca “Bugün bir defa helâk olmayı istemeyin. İsterseniz
birçok defa helâk olmayı isteyin; bunun size bir faydası olmaz!” hitabıyla
bütün azabın karşılaşılan azaptan ibaret olmadığı, daha şiddetli azapların
kendilerini beklediği haber verilmiş olmaktadır. Cehennem azabının ebediliğini
haber veren başka âyet-i kerîmeler dikkate alındığında, bu hitaptan inkârcıların yanan derilerinin
tazeleneceği, böylece tekrar tekrar azaba maruz kalacakları anlaşılmaktadır.
(bk. Nisâ 4/56)
Şimdi
gelen âyetler, cennetliklerle cehennemlikleri karşılaştırarak, insanları tercih
edecekleri yol hakkında düşünmeye davet ediyor:
15. Rasûlüm! De ki: “Böyle bir sonuç mu daha hayırlı, yoksa kalpleri Allah’a saygıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlara va‘dedilen ebedî cennet mi? O cennet onlar için bir mükâfat ve nihâî bir varış yeri olacaktır.
16. Orada arzu ettikleri her şey vardır ve onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu, Rabbinin yerine getirmeyi üstlendiği ve gerçekten istenmeye değer bir va‘didir.
Cennetin
cehennemden hayırlı olduğunda şüphe yoktur. Fakat kâfirler, cehenneme
girmelerine sebep olacak günahlar işlemek suretiyle, âdeta “ateşte bir hayır
vardır” demek istiyorlar. Bu yüzden, bir mânada zihinleri kurcalayacak ters bir
soru ile yanlış yolda gidenler intibâha davet edilmektedir. “Hayır, bu yoldan
dönün. Çünkü cehennemde hiçbir hayır yoktur” denmek istenmektedir.
Cennet
ebedî kalma yeridir. Oraya giren bir daha çıkmayacak, bir an olsun çıkmak da
istemeyecektir. (bk. Kehf 18/108) Cennetliklere istedikleri her nimet ikram
edilecektir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“…Cennette
canınızın çektiği her şey vardır; orada istediğiniz her şey sizindir. Çok
bağışlayıcı, sonsuz merhamet sahibi Allah’tan bir ikram olarak!” (Fussılet
41/31-32)
“Allah
müttakilere şöyle buyurur: «Ey mü’min kullarım! Bugün artık size ne bir korku
vardır, ne de bir keder.» O kullarım ki, dünyada iken bizim âyetlerimize
inanmış ve bütün varlıklarıyla bize teslim olmuşlardı. «Haydi siz ve eşleriniz
muhteşem bir şekilde karşılanıp ağırlanmak üzere, sevinç ve saadet içinde girin
cennete!» Etraflarında altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Orada canların
çektiği ve gözlerin hoşlandığı her şey vardır: «Artık siz orada ebediyen
kalacaksınız! Yaptığınız güzel ameller sayesinde vâris kılındığınız cennet işte
burasıdır. Burada sizin için bol bol meyveler, yiyecekler vardır; onlardan
âfiyetle yersiniz.»” (Zuhruf 43/68-73)
Âyet-i
kerîmelerden anlaşıldığı üzere ömrünü takvâ ölçüleri içinde geçiren kullar,
kalpleri Allah korkusu ve saygısı ile dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınan
bahtiyarlar, cennetlerde ebedî ve çok değerli nimetler içinde saadet ve huzur
dolu bir hayat süreceklerdir. Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şeriflerde beyân
edildiği üzere cennet nimetlerini şöyle hülâsa etmek mümkündür: “Hûriler,
koltuk ve yataklar, neş’e ve sevinçler, rahatlıklar, güzel nasipler, güzel
kokular, başka güzellikler ve ihsanlar, yepyeni lutuflar, ziyâdesiyle ikramlar,
en lezzetli içecekler, muhabbetle tokuşturulan şarap dolu kadehler, gönül
genişliği, hal güzelliği, ünsiyetin kemâli, neş’enin devamı, huzur ve
mutluluğun tamâmı, elbiseler harîr denen ipekten, yataklar ve döşekler sündüs
denen ince ipek ve istebrak denen kalın ipektendir. Nimetlerin isimleri
dünyadaki isimler gibi, fakat kendileri dünyada alışılmış olandan bambaşka
mâhiyet ve güzelliktedir.”
Şimdi
putperestlerle taptıkları putlar arasında mahşerde vuku bulacak konuşma ve
tartışmalardan hazin bir manzara arz edilmektedir:
17. O gün Rabbin müşriklerle onların Allah’tan başka taptıklarını huzurunda toplayacak, sonra da o tapılanlara: “Şu kullarımı siz mi sapıklığa düşürdünüz, yoksa onlar kendi kendilerine mi yoldan çıktılar?” diye soracak.
18. Onlar da şöyle cevap verecek: “Seni her türlü noksanlıklardan ve şirkten pak ve uzak tutarız! Seni bırakıp başka dostlar edinmek bize yakışmaz. Ne var ki sen bunlara ve atalarına fazl u kereminden bol bol nimetler verdin; nihâyet onlar seni anmayı unutup kitabına uymadılar, sonunda helâk olmaya müstahak bir gürûh hâline geldiler.”
19. Bunun üzerine Allah putperestlere şöyle buyuracak: “İşte taptığınız bu varlıklar sizi söylediklerinizde yalancı çıkardılar. Şimdi siz ne azabı geri çevirmeye ne de kendinize yardım etmeye güç yetirebilirsiniz. Şunu bilin ki, içinizden kim zulmetmişse, ona büyük bir azap tattıracağız.”
Cenâb-ı
Hak mahşer günü insanlarla birlikte müşriklerin taptıkları putları da
diriltecek; insanları doğru yoldan saptıranların kendileri olup olmadığını
soracak, onlar da bu hususta kesinlikle hiçbir mesuliyet kabul etmeyeceklerdir.
Bilakis müşriklerin, bizzat kendi yanlış inanç ve düşüncelerinden hareketle
böyle bir yolu tuttuklarını, Allah’ın verdiği nimetlerle şımarıp O’nu
zikretmeyi ve gönderdiği ilâhî mesajlara kulak vermeyi terk ederek neticede
helâke müstahak olan bir toplum hâline geldiklerini söyleyeceklerdir. Bu konuda
kendine tapanlara karşı şeytanın itirafı pek dikkat çekicidir:
“Hesaplar
görülüp iş bitirilince şeytan şöyle der: «Allah size gerçekleşmesi kesin olan
bir va’dde bulundu; ben de size öylesine va’dde bulundum fakat sözümde
durmadım. Aslında benim size istediğimi yaptıracak bir gücüm de yoktu. Sadece
ben sizi inkâra çağırdım, siz de bana uydunuz. Öyleyse beni kınamayın da
kendinizi kınayın. Bugün, ne ben sizin feryadınıza yetişebilirim, ne de siz
benim feryadıma yetişebilirsiniz. Dünyada iken beni Allah’a ortak tanımış
olmanızı da reddediyorum. Elbette zâlimlere
can yakıcı bir azap vardır.»” (İbrâhim 14/22)
Yine
Cenâb-ı Hak, kıyamet günü müşrikleri göstererek meleklere: “Şunlar size mi
tapıyordu?” diye soracak, melekler de: “Seni noksan sıfatlardan ve
herhangi bir ortağının bulunmasından pak ve temiz tutarız. Bizim dostumuz,
sahibimiz ve koruyucumuz ancak sensin! Bizim onlarla bu mânada hiçbir
münâsebetimiz olmamıştır, olamaz da! Hayır, onlar, bize değil cinlere tapıyordu
ve çoğu onlara inanıyordu” diyeceklerdir. (Sebe’ 34/40-41)
Âyetlerde haber verildiği üzere kendilerinden
yardım ve şefaat umdukları putları tarafından söyledikleri yalanlanan,
iddiaları çürütülen ve umutları boşa çıkarılan putperestler, o dehşetli mahşer
gününde ne kendilerinden azabı savmaya, ne de kendileri için bir yardım
sağlamaya güç yetirebileceklerdir. Dünyada Allah’a şirk koşarak ve O’na isyan
ederek en büyük zulmü işlemiş kimseler, tevbe etmeden bu halleriyle âhirete
intikal ettikleri takdirde cehennemde büyük bir azabı tatmaya mecbur
bırakılacaklardır. Dolayısıyla Allah’ın buyruklarını tebliğ eden peygamberin
insan mı, cin mi, melek mi olması gerektiğiyle, yiyip içmesiyle uğraşmayı
bırakıp onun getirdiği mesajları can kulağıyla dinlemek gerekir:
20. Rasûlüm! Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de mutlaka yemek yer, çarşı pazarda dolaşırlardı. Ey insanlar! Biz, sizi birbirinizle imtihan ediyoruz; bakalım sabredebilecek misiniz? Rabbin zâten her şeyi hakkıyla görmektedir.
Sadece
son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) değil, önceki tüm peygamberler de insanlar
arasından gönderilmiş birer beşer idiler. Yer içer ve çarşı pazarda
dolaşırlardı. Ticaret yapar, meslek icrâ ederlerdi. İnsanlara hayatın her
alanında örnek olmaları için bu gerekli idi. Onların esas üstünlükleri
Allah’tan aldıkları vahiy ve ona tâbi oluşları, diğer insanları da o ilâhî
hakîkatlere uymaya davet edişleri idi. Buradan esas faziletin şekilde değil
mânada olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte Allah Teâlâ insanların bir
kısmını diğeri için bir imtihan vesilesi kılmıştır. Peygamberler ümmetleriyle,
ümmetler peygamberleriyle imtihan edilirler. Peygamberlerin, dâvalarına karşı
duran insanların çıkardıkları engeller karşısında dayanıp dayanamadıkları
sınanır. İnsanlar da peygamberlere uyup uymamakla sınanırlar. İnsanların kimi
zengin kimi fakir, kimi sağlıklı kimi hasta, kimi güçlü kimi zayıftır. Bunlar
hep birbirleriyle denenirler. Zenginlerin fakirlere yardım edip etmedikleri,
fakirlerin hallerine sabredip etmedikleri, kuvvetlilerin zayıflara yardım elini
uzatıp uzatmadıkları denenir. Bu konuda ne kadar sabırlı oldukları test edilir.
O halde insan umutsuzluğa düşmeden halini düzeltmeye çalışmalıdır. Her şeyi
hakkiyle gören Allah’ın kendisini de çok iyi gördüğünü anlayıp, ona göre
hatalarını düzelterek güzel bir kul olmaya gayret göstermelidir.
Fakat
âhirete imanı olmayanlar, inkârları için bahane aramaya devam edeceklerdir:
21. Öldükten sonra dirilip bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler: “Elçi olarak bize gökten melekler indirilmeli veya Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Gerçekten onlar kendilerini çok büyük gördüler ve büyük bir taşkınlıkla azdıkça azdılar.
22. Acele etmesinler; kıyâmet günü melekleri görecekler, fakat o günde inkârcı suçlulara hiçbir sevindirici haber verilmeyecek. Melekler onlara: “Size her şey yasak! Siz her türlü rahmet ve nimetten mahrumsunuz!” diyecekler.
23. Çünkü biz o gün onların yaptıkları bütün amellerin üzerine varıp, hepsini toz duman edeceğiz.
Âhiretin
varlığını kabul etmeyenler, Peygamber’e inanmak ve O’na uymak istemiyor, bunun
için de akla hayâle gelmez bahaneler uyduruyor ve gerçekleşmesi zor gözüken
taleplerde bulunuyorlardı. Bunlardan biri de meleklerin gelip Hz. Muhammed
(s.a.s.)’in doğru söylediğine şâhitlik yapmalarını veya Allah’ı dünya
gözleriyle görüp bizzat O’nun kendilerine Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber
olduğunu söylemesini istemeleri idi. İsrâ sûresinde geçtiği üzere müşrikler
Resûlullah (s.a.s.)’den bir takım mûcizeler talep etmişlerdi. Son olarak da: “Yahut
Allah ve meleklerini karşımıza getirmelisin, onlar da senin doğruluğuna
şâhitlik etmelidir” (bk. İsrâ 17/90-92) demişlerdi. Bu, onların kendilerini
büyük görmelerinin ve azgınlıkta çok ileri gitmelerinin açık bir göstergesi
idi. Çünkü dünya gözüyle ne melekleri ne de Allah’ı görmek mümkündür. Melekler
ancak ya ölüm anında veya azabın indirilmesi sırasında görülebilirler. İşte
kâfirler, talep ettikleri doğrultuda melekleri görecekler fakat bu görme onlar
için hiç de hayırlı olmayacaktır. Ya ölürken görecekler veya kıyamet günü ilâhî
azabın her taraftan kendilerini kuşattığı zaman görecekler; fakat o gün onlar
için hiç de müjdeli bir haber olmayacaktır. Melekler mü’minleri cennetle
müjdelerlerken (bk. Fussılet 41/30; Hadîd 57/12), ölüm ânında kâfir ve
müşrikleri canları çıkıncaya kadar demirden tokmaklarla dövecekler (bk. Enfâl
8/50; Muhammed 47/27); mahşer günü de onları yetmiş arşın uzunluğunda
zincirlere vurup ellerini boyunlarına bağlayarak kızgın cehennem ateşine doğru
sürükleyeceklerdir. (bk. İbrâhim 14/49; Hâkka 69/30-32) Bu esnâda melekler
onlara: “Allah’ın rahmeti size haram, haram!” diyecekler; onlar ise bir
taraftan “N’olur yapmayın, acıyın bize!” diye yalvaracaklar, bir
taraftan da artık bütün ümit kapılarının kapandığını anlayarak, eyvahlar
edecek, “Vah bize! Demek, dönüşü olmayacak şekilde ilâhî rahmetten
kovulmuşuz” diyerek pişmanlık ateşiyle yanacaklardır. Çünkü Allah Teâlâ,
onların yaptıkları bütün amellerin üzerine gelip onları toz duman haline
getirecek, onlardan hiçbir fayda göremeyeceklerdir. Böylece emekleri zâyi
olmuş, gayretleri boşa gitmiş, ömürleri hebâ olmuş, ticaretleri zarar etmiş ve
bütün umutları kesilmiş olacaktır. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“O
gün daha önce hiç hesaba katmadıkları kötü şeyler Allah tarafından karşılarına
çıkarılacaktır.” (Zümer 39/47)
“Rasûlüm!
De ki: «Yaptıkları ameller yüzünden en çok zarara uğrayacakları haber verelim
mi? Onlar, güzel şeyler yaptıklarını zannetmelerine rağmen, dünya hayatında
yaptıkları çalışmalar boşa giden kimselerdir.»” (Kehf
18/103-104)
“Kâfirlere
gelince, onların bütün amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki susuz kalan
onu su zanneder. Fakat yanına varınca onun bir hiç olduğunu görür. Üstelik yanı
başında da inanmadığı, kendisinden sakınmadığı Allah’ı bulur; Allah da onun
hesabını eksiksiz görür. Allah, hesapları pek çabuk görendir.” (Nûr 24/39)
Kâfirlerin
âhiretteki hazin durumları tasvir edildikten sonra hemen bunun karşısında
mü’minlerin güzel halleri sahneleniyor:
24. Cennetin yârân ve yoldaşları ise o gün kalınacak yerlerin en iyisinde, dinlenme yerlerinin en güzelinde olacaklardır.
O
gün cennetliklerin kaldıkları yerler çok iyi, çok hayırlı olacak; istirahat
ettikleri yerler de çok güzel olacaktır. Kâfirler bin bir meşakkat, sıkıntı,
huzursuzluk ve azap içinde kıvranırken, cennetlikler güzel yerlerde, gölgeler
altında rahatça istirahat edeceklerdir.
Sahâbe-i
kirâmdan Ebû Sâid el-Hudrî’nin şöyle dediği rivayet edilir:
Resûlullah
(s.a.s.) “Miktarı dünya senesiyle elli bin yıl uzunluğundaki bir günde”
(Meâric 70/4) âyetini okuyunca ben: “O gün ne kadar da uzun!” dedim. Bunun
üzerine Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Nefsim
kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; o gün mü’mine o kadar çok
hafifletilecektir ki, dünyada kılmış olduğu bir farz namazdan dahi daha hafif
ve çabuk gelecektir.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, X,
337)
Bununla birlikte o gün daha nice dehşetli olaylar
meydana gelecek, nice çaresiz pişmanlıklar yaşanacak:
25. O gün gökyüzü beyaz bulutlar hâlinde yarılacak ve her taraftan melekler birbiri ardınca yeryüzüne indirilecektir.
26. Gerçek mülkiyet ve hâkimiyet o gün sadece Rahmân’a aittir. Kâfirler için ise o gün, çok çetin ve zor bir gün olacaktır.
Kıyâmet
günü yeryüzünde, dağlarda ve denizlerde olduğu gibi göklerde de büyük bir
ınkılap, tahrip ve tebdil olacaktır. Bununla alakalı olarak âyet-i kerîmelerde
şöyle buyrulur:
“Gök
yarılıp parçalandığı zaman.” (İnfitâr 82/1)
“Gökyüzü
açılır, kapı kapı olur.” (Nebe’ 78/19)
“O
gün… gökler de başka göklerle değiştirilir.”
(İbrâhim 14/48)
Bu
sûrenin 25. âyet-i kerîmesi ise göğün beyaz bulutlarla yarılacağını veya göğü
kuşatan bulutların yarılıp onun açığa çıkacağını ve meleklerin bölük bölük yere
indirileceklerini haber vermektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Hayır!
Böyle yapmayın! Yeryüzü birbiri ardınca şiddetle sarsılıp toz-toprak, dümdüz
olduğu, Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman!” (Fecr
89/21-22).
İşte
o gün dünyada insanlara verilen fânî ve izâfî hâkimiyetler, mülk ve tasarruflar
son bulacak, hâkimiyet tam ve mutlak olarak Rahman olan Allah’a ait olacaktır.
O gün sadece O’nun hükmü ve kararı geçerli olacaktır. Diğer günlerin aksine
artık o gün bütün hükümdarlar O’na boyun eğecek, bütün yüzler O’na dönecek ve
bütün zorbalar O’nun huzurunda zilletini kabul edecektir. Âyet-i kerîmede
buyrulur:
“O
gün bütün insanlar kabirlerinden çıkıp Allah’ın huzuruna varacak. Onlarla
ilgili hiçbir şey Allah’a gizli kalmayacak. Allah: «Bu gün mutlak mülkiyet ve
hâkimiyet kimindir?» diye soracak. Kimse cevap veremeyecek de yine kendisi:
«Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ın!» buyuracak.” (Mü’min
40/16)
Resûlullah (s.a.s.) de bu hususta şöyle
buyurur:
“Allah
Teâlâ, gökleri kıyamet günü dürer, sonra onları sağ eliyle alır ve der ki: «Ben
Melik’im, cebbârlar nerede? Büyüklük taslayan mütekebbirler nerede?» Sonra sol
eliyle arzı dürer ve: «Ben Melik’im, cebbârlar, mütekebbirler nerede?»
buyurur.”
(Müslim, Münafıkîn 24, Ebû Dâvud, Sünnet 19/4732)
Bu
bakımdan, dünyada günahlarından arınmadan küfür , şirk ve zulüm gibi günahlarla
mahşere gelen insanların durumları hiç de iç açıcı olmayacaktır:
27. O gün zâlim pişmanlıktan ellerinin üzerini ısıracak ve şöyle diyecek: “Eyvâh! Keşke dünyada Peygamber’le beraber bir yol tutsaydım!”
28. “Yazıklar olsun bana! Keşke falanı dost edinmeseydim!”
29. “Vallahi, ikaz ve öğütlerle dolu olan Kur’an tam da bana ulaşmışken, beni onu anlayıp gereğini yapmaktan o uzaklaştırdı.” Şeytan insanı işte böyle uçuruma sürükler, işte böyle yapayalnız yüzüstü bırakır.
Dünya
hayatında iman yerine küfrü, kulluk yerine isyanı tercih ederek ve Peygamber
(s.a.s.)’in davetine sırt çevirerek en büyük zulmü işlemiş kimseler kıyâmet
günü çok pişman olacaklar, üzülüp kederlenecekler ve pişmanlıklarından ellerini
ısıracaklardır. Burada “elleri ısırmak” ifadesi duyulan pişmanlığın derecesini
göstermektedir. Yaşarken Peygamber’in yanında bir yol tutmuş; ona iman ve itaat
ederek bir ömür sürmüş olmayı isteyecekler. Âhlar, vâhlar, keşkeler birbirini
kovalayacak. Kur’an ve Peygamber düşmanlarını dost edinmiş olmamayı çok
arzulayacaklar. Çünkü kendilerini Kur’an’dan, Peygamber’den ve bunların
öğrettiği şekilde Allah’ı zikirden alıkoyan onlar olmuştu. Fakat bu
pişmanlıkların bir faydası olmayacak. Mahşerin sert ve belâlı dalgaları içinde
Allah’ın rahmetinden ümidini kesmiş, yapayalnız ve yardımcısız bir halde
kalacaklardır. Zaten şeytanın istediği de önce insanı Allah’a kulluk ve şükür
yolundan saptırmak, sonra da onu böyle yalnız, yardımcısız, yüzüstü
bırakmaktır.
O
halde insan dünyada kimleri dost edindiğine, kimlerle birlikte bulunduğuna ve
kimlerin izinden yürüdüğüne dikkat etmelidir. Resûlullah (s.a.s.)’in bu yöndeki
tavsiyeleri ne kadar güzeldir:
“İyi ve kötü
arkadaşın hali, güzel koku satanla körük çekenin haline benzer: Misk satan, ya
sana güzel kokusundan bir miktar meccanen verir ya sen satın alırsın, ya da hiç değilse onunla
beraber olduğun sürece güzel koku koklamış olursun. Körük çeken kimse ise,
ya elbiseni yakar ya da en azından
körüğün kötü kokusundan rahatsız olursun.” (Buhârî, Büyû’ 38; Müslim, Birr 146)
Nebiyy-i
Ekrem (s.a.s.)’e: “Ey Allah’ın Rasûlü! Kendileriyle oturup kalktıklarımızın en
hayırlıları kimlerdir?” diye soruldu. Efendimiz şöyle buyurdu: “Kendisini
gördüğünüz vakit size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminizi arttıran, ameli de
size âhireti hatırlatan kimsedir.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid,
X, 226)
İmam
Zeynelabidîn, oğlu Muhammed Bâkır’a şöyle öğüt verir:
“Sayacağım
dört zümreden kimse ile arkadaşlık etmeyesin, onlarla yola çıkmayasın:
›
Fâsık: Bu içi bozuk biridir. Sırası geldiği zaman sana öyle bir
şey satar ki, onda daha altı bulunmaz.
›
Cimri: Çünkü senin en çok ihtiyaç duyduğun şeyi elinden almak
ister.
›
Yalancı: O, huysuz bir kadın tabiatındadır. Sana yakın olanı
senden uzaklaştırmaya bakar. Sana uzak olanı da sana yakın göstermeye çalışır.
›
Akrabasını ziyaret etmeyen: Çünkü onun, Allah’ın kitabında üç
ayette lânete uğradığı bildirilmiştir.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 144)
Malik
b. Dinar şu nasihatte bulunur:
“Şüphesiz
ki iyi olan kimselerle taş taşıman, senin için günahkârlarla birlikte hurma ve
tereyağından yapılan bir tatlıyı yemenden daha hayırlıdır.”
Sonra
da şu beyti okur:
“Hayırlı
insanlarla arkadaşlık et,
Her
türlü kötülükten uzak kalırsın.
Bir
gün dahi kötülerle arkadaşlık edersen,
Pişman
olursun!”
Unutmayın
ki, neticede en büyük pişmanlığı, Kur’an’ı terk edip Resûlullah Efendimiz’in şu
şikâyetine uğrayanlar duyacaklardır:
30. Peygamber: “Rabbim! Şüphesiz kavmim bu Kur’an’ı ihmal edip büsbütün terk ettiler” dedi.
31. Rasûlüm! İşte böylece biz, yalnızca senin için değil, her peygamber için günaha boğulmuş inkârcı suçlulardan düşmanlar kıldık. Bununla birlikte yol gösterici ve yardım edici olarak Rabbin yeter!
Resûlullah
(s.a.s.)’in bu şikâyetinin hem dünyada, hem de âhirette olma ihtimâli vardır.
Fakat 31. âyete bakıldığında bunun dünyada olma ihtimali daha kuvvetlidir. Buna
göre Efendimiz (s.a.s.) hayatta iken kavmini Allah Teâlâ’ya şikâyet etmiştir.
Çünkü onlar Kur’ân-ı Kerîm’e iman etmediler. Onun hakkında gerçek dışı sözler söylediler;
onun bir şiir ve bir sihir olduğunu iddia ettiler. Değer vermedikleri ve
peşinden gitmedikleri gibi üstelik onu bir eğlenme ve alay konusu edindiler.
Allah Resûlü (s.a.s.)’e de düşmanlık yaptılar. Bu şikâyetin içinde Kur’ân’a
iman etmemek ve karşı tavır almak bulunduğu gibi, onun müjde ve tehditlerine
aldırmamak ve bilhassa lafzını okumayı terk etmek de mevcuttur. Bir hadis-i
şerifte şöyle buyrulur:
“Kim,
Kur’ân’ı öğrenir de mushafını asar, onu sık sık okumaz ve yüzüne bakmazsa,
kıyâmet günü Kur’ân gelir, o kişinin yakasına yapışır ve:
«–Ey
Âlemlerin Rabbi! Bu kulun beni terk etti ve benden uzak durdu. Aramızda sen
hüküm ver!» diye şikâyette bulunur.” (Kurtubî, el-Câmi‘, XIII, 27-28)
Onların
bu amansız düşmanlıkları karşısında bunalan Habîbi’ni Cenâb-ı Hak, önceki
peygamberlerden misal vererek teselli etmektedir. Önceki peygamberler de
Allah’ın dinini tebliğ ettiler. Bu vazifeyi ifa ederken onların karşısına da
günaha batmış kâfirlerden amansız düşmanlar çıktı. (bk. En‘âm 6/112-113) Hz.
Âdem’in karşısına İblîs’in, Hz. İbrâhim’in karşısına Nemrud’un, Hz. Mûsâ’nın
karşısına da Firavun ve Kârun’un çıkması bunun açık misalleridir. Dolayısıyla
şikâyeti bırakıp onların yaptığı gibi mücâdele yapmak ve onların sabrettiği
gibi sabretmek gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hak, peygamberlerini ve onlara inananları
doğru yola ileteceğine ve düşmanlarına karşı onlara yardım edeceğine söz
vermektedir. (bk. Saffât 37/171-173; Mü’min 40/51)
Dikkat
etmek gerekir ki, “Allah’ın yol gösterici” olması, sadece hakîkatin bilgisini
verme mânasında değil, İslâmî hareketin doğru istikâmette ilerlemesi ve İslâm
düşmanlarının strateji ve planlarının akamete uğraması için, gereken vakitte
lâzım gelen “yol göstericilikte bulunmak” anlamına da gelir. Buna göre “yardım”
da, bâtıla karşı amansız bir mücâdele sürdüren Hak bağlılarına yapılan her
türlü ahlâkî, maddî ve manevî yardımı içine alır. Dolayısıyla, takvâ sahipleri
için Allah kâfîdir ve Allah’a tam bir imanla bağlandıkları, bütün güç ve
kuvvetleriyle bâtıla karşı savaştıkları müddetçe Allah’ın yardımı onlara
yetecektir; başka hiç bir desteğe ihtiyaçları yoktur.
Müşriklerin
Kur’an’a yönelttikleri itirazlardan biri de, niçin onun topluca bir defada
indirilmediği idi. Bunun sebep ve hikmetini açıklamak üzere buyruluyor ki:
32. Kâfirler: “Bu Kur’an Peygamber’e toplu olarak bir defada indirilseydi ya!” diyorlar. Halbuki biz, Kur’an’ı kalbine iyice yerleştirelim, onunla kalbini pekiştirelim ve ortaya çıkan yeni durumlar münasebetiyle sana gerekli tâlimatı verelim diye onu böyle parça parça indiriyor ve onu sana tane tane okuyoruz.
33. Bu sebepledir ki, onlar seni zor durumda bırakmak için ne zaman bir misâl, biri soru getirecek olsalar, ona karşı biz mutlaka sana işin gerçeğini bildirmekte ve en güzel açıklamayı yapmaktayız.
İnkarcılara
göre “Kur’an gerçekten Allah kelâmı olsaydı, bir defada ve bütün bir kitap
hâlinde indirilirdi. Çünkü Allah, her şeyi, insanların yaptıklarını ve
yapacaklarını bilir. Böyle olmadığına göre, yukarıdan hiç bir şey
gönderilmemekte, fakat peygamberlik iddia eden bu kişi kendisi bütün bunları
düzmekte veya başkalarından öğrenmekte ya da başka kitaplardan almaktadır.”
Kur’ân-ı
Kerîm’i bir bütün halinde indirmeye kadir olan Allah, böyle yapmayıp onu parça
parça indirmesinin ve ağır ağır okumasının hikmetini şöyle beyân eder:
› Parça parça
inen Kur’an’
› Onun ve
mü’minlerin inen âyetleri okumasını, ezberlemesini ve anlamasını
kolaylaştırmak.
› Ortaya çıkan
yeni yeni durumlar münâsebetiyle gerekli tâlimatları vermek.
› Bunları
insanlara peyderpey tebliğ etmesini, ihtivâ ettikleri ahkâmı mü’minlerle
birlikte tedricî olarak tatbik etmesini sağlamak.
›
Fert ve toplum olarak ümmetini terbiye ve tezkiye etmesine; onları
ahlâkî, içtimâî, iktisâdî, siyâsî ve askerî yönlerden geliştirmesine yardımcı
olmak. Kur’an’ın, İslâm toplumunun sosyal yapısında inkılâplar yapan öyle
hükümleri vardır ki, bunlar birden bire indirilseydi tatbiki güç olurdu. Bu
sebeple bu hükümler zamanı gelince indirilmiştir. Nitekim: “Biz Kur’an’ı
insanların zihinlerine ve kalplerine sindire sindire okuyasın diye kısımlara
ayırdık ve onu parça parça indirdik” (İsrâ 17/106) âyetinde de Kur’an’ın
insanlara yavaş yavaş anlatılması, hükümlerinin tedrîcen uygulanması için parça
parça, âyet âyet indirildiği beyân edilir.
› Hem Peygamber
(s.a.s.)’in, hem de onun izinden giden mü’minlerin heyecan ve iştiyaklarını
zinde tutarak, tabii bir süreç içinde safha safha İslâm’ı bir bütün halinde
anlayıp yaşamalarına en uygun zemini hazırlamak.
›
İnkârcıların iki de bir dile getirdikleri kafa karıştırıcı
soruları, verdikleri çapraşık misalleri, ileri sürdükleri asılsız iddiaları
yerinde ve zamanında cevaplandırmak; bu hususlarda lazım gelen açıklamaları
anında ve en doğru bir şekilde yapmak. Bu durum, Efendimiz (s.a.s.)’in tebliğ
hayatında çok ehemmiyetli bir yere sahiptir. Eğer Kur’an bir defada indirilmiş
olsaydı, insanların peyderpey sordukları bu sorulara Peygamberimiz (s.a.s.)’in
vereceği cevap kalmazdı. Halbuki, nübüvvetin açık bir alâmeti olarak Kur’an
onların sorduğu tüm sorulara cevap vermiş; böylece hem Allah Resûlü’nün hem de
mü’minlerin gönülleri huzur ve sukûna kavuşmuştur. İşte “Onlar seni zor
durumda bırakmak için ne zaman bir misal, biri soru getirecek olsalar, ona
karşı biz mutlaka sana işin gerçeğini bildirmekte ve en güzel açıklamayı
yapmaktayız” (Furkân 25/33) âyeti buna delil teşkil etmektedir.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.)’in hayatına bakıldığında Kur’an’a ve Peygamber’e karşı mücadele
veren inkârcıların bütün gayretleri sonuçsuz kalmış, neticede tâlim ettiği inanç
esasları ve hayat nizamıyla zafer ve hâkimiyet Kur’an’ın olmuştur. Şüphesiz bu
âyetler, her asırda yaşayan insanlara da ders vermekte; bir inancı, bir fikri
haklı mesnetlere dayanmadan ortadan kaldırmaya çalışan gayretleri tenkit ettiği
gibi, bu gayretleri sonuçsuz bırakmanın tek doğru yolu olarak da “kesin
bilgi”ye dayanmak ve “en güzel açıklama”lar getirerek hakikatin insanlar
tarafından doğru anlaşılıp kavranmasını sağlamak gerektiğine işaret etmektedir.
Kur’an’ın
iyi anlaşılmasına; getirdiği itikâdî ve ahlâkî kâidelerin, ibâdet ve muamelâtla
ilgili hükümlerinin tatbikine bütün fert ve toplumların çok ihtiyacı vardır.
Çünkü bunu başaramayanların hem dünyada, hem de âhirette karşılaşacakları
sonuçlar kötü olacaktır:
34. Bütün bunlara rağmen, yüzüstü cehenneme sürülecek olanlar var ya; işte onlar inanç ve ahlâk bakımından en kötü durumda olan ve doğru yoldan en çok sapan kimselerdir.
Bu
âyet-i kerimede Kur’an düşmanlarının mahşerdeki hallerinden acı bir manzara
sunulmaktadır. Onlar yüzleri üzere sürüklenip cehenneme atılacaklar ve orada
toplanacaklardır. Zira “onları dünyada ayakları üzere yürüten Allah’ın,
mahşerde onları yüzleri üzere süründürmeye de gücü yeter.” (Müslim,
Münafıkîn 54) Onların inanç ve ahlâk itibariyle dünyada bulundukları konum en
kötü konum olduğundan, cehennemde toplandıkları bu yer de mekânların en kötüsü,
en berbatı olacaktır. Onların dünyada Kur’an ve Peygamber’e düşmanlık için
tuttukları yolun en sapık yol olması sebebiyle, onlara takdir edilen sonucun da
böyle fenâ ve hazin olması tabiîdir.
Halbuki
insanlık tarihi ibret nazarıyla tetkik edilecek olsa, vahiy nurundan uzaklaşan
toplumların fecî sonlarını görmek hiç de zor olmayacaktır:
35. Gerçek şu ki, biz Mûsâ’ya kitabı verdik, kardeşi Hârûn’u da beraberinde yardımcı kıldık.
36. Onlara: “Haydi, âyetlerimizi yalanlayan şu kavme gidin!” diye emrettik. Fakat peygamberleri yalanladıkları için sonunda onları bütünüyle yok ettik.
37. Nûh kavmine gelince, peygamberleri yalanlamaları yüzünden onları suda boğduk ve kendilerini insanlara bir ibret kıldık. Zâlimler için âhirette de elem verici bir azap hazırladık.
38. Âd’ı, Semûd’u, Ress halkını ve bunlar arasında daha nice nesilleri de inkârları sebebiyle helâk ettik.
39. Biz onların her birine öğüt alsınlar diye geçmiş milletlerden misâller getirmiştik. Fakat uyarılarımızı hiçe saymaları yüzünden hepsini şiddetli bir biçimde helâk ettik.
İnsanlık
tarihi peygamberleri yalanlayan toplumların ibretli helak haberleriyle doludur.
Hz. Mûsâ ile Hârûn’u yalanlayan Firavun ve ordusu boğularak Kızıl Deniz’in
dibini boylamış; uzun yıllar Hz. Nûh’un davetine karşı direnen bedbaht kavmi
tufanda azgın suların içinde boğularak helak edilmiş; Âd kavmi şiddetli bir
kasırgayla yerlerinden sökülerek kırıp geçirilmiş; Semûd kavmi korkunç bir
çığlıkla yok edilmiştir. Ress halkı da öyle. Ayrıca Kaf sûresi 12. âyette
bahsedilen bu halkın kim oldukları tam bilinmese de, peygamberlerini
yalanladıkları için helak edildiklerinde şüphe yoktur. Burada isimleri
sayılmayan daha nice kavimler hep aynı sebepten, yâni inkâr etmeleri ve
peygamberlerine karşı gelmeleri sebebiyle kahr-ı ilâhîye uğramışlardır.
Kendilerine yapılan hiçbir ikaz, verilen hiçbir misal onları sapıklıklarından
çevirmeye yetmedi. O halde, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e karşı gelip getirdiği
Kur’an’ı inkâr edenler, bahsedilen toplumların başlarına gelenlerden gerekli
dersi çıkararak artık intibâha gelmeli; İslâm düşmanlığından vazgeçerek
hakikate teslim olmalıdırlar.
Nitekim
müşriklerin karşılaştıkları pek ibretli azap sahnelerinden birisi de şuydu:
40. Doğrusu müşrikler, üzerlerine azap yağmuru yağdırılan o beldeye uğramışlardı. Peki, hiç orada olup bitenleri görmüyorlar mıydı? Hayır, hayır! Aslında onlar ölümden sonra dirilişe inanmıyorlardı.
40.
Âyet: Bahsi
geçen belde, Hz. Lut’un kavminin yaşadığı beldedir ki, taş yağmuruyla helâk
edilmişlerdir. Mekkeli müşrikler ticaret maksadıyla Filistin ve Suriye’ye
giderken bu beldenin harâbelerine uğrar ve o bedbaht kavmin helâki hakkındaki
dehşetli hikayeleri dinlerlerdi. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Siz,
yolculuğunuz esnâsında sabahları yıkılmış şehirlerinin harabelerine
uğruyorsunuz. Geceleri de. Hâla aklınızı kullanıp bunlardan ibret almayacak
mısınız?”
(Saffât 37/137-138)
Onların,
bu harâbelerden ders ve ibret almamalarının sebebi, âhirete imanlarının
olmayışıdır. İşte mümin ile kâfirin hâdiselere bakışları ve onları tahlilleri
arasındaki fark budur: Kâfir böyle şeylere sadece bir seyirci veya en fazla bir
arkeolog gibi bakarken, mümin aynı şeyden ahlâkî-manevî dersler alır ve dünya
hayatının ötesinde var olan hakikatler konusunda sıhhatli bir neticeye ulaşır.
Bu sebepledir ki müşrikler, Res3ulullah (s.a.s.)’in sadece beşerî yönünü
görüyor, peygamberlik yönünü göremiyor ve onu –hâşa- alay konusu yapıyorlardı:
41. Seni gördükleri zaman: “Allah’ın peygamber olarak gönderdiği kişi bu mu? Bula bula bunu mu buldu?” diye hep alaya alıyorlardı.
42. “Eğer ilâhlarımıza tapınmakta diretip sebât etmeseydik, neredeyse bizi onlardan koparıp uzaklaştıracaktı” diyorlardı. Ama onlar, azabı gördükleri zaman, yoldan bütünüyle sapanın kim olduğunu bilecekler!
Müşrikler,
Resûlullah (s.a.s.)’e tahkîr gözüyle bakıyorlar, fakirliği ve yetimliği
sebebiyle onu küçümsüyorlardı. Onun gerçek değerini, kadir ve kıymetini
bilmiyorlardı. Onunla alay ediyor; “Allah peygamber yapmak için bula bula bunu
mu buldu?” diyorlardı. Fakat bir taraftan da büyük bir panik içindeydiler.
Allah Resûlü (s.a.s.)’in temsil ettiği dâvânın başarılı olmasından, bırakalım
diğer insanları hatta bizzat kendilerini bile o kadar sevdikleri ve
bağlandıkları putlarından koparıp uzaklaştıracağından korkuyorlardı. Fakat
korkularının Allah’ın takdirini değiştirmesi mümkün değildi. Neticede onlar
kaybedecek, İslâm galip gelecek, kıyâmetle birlikte dünya hayatı son bulacak ve
kâfirler ebedî cehennem azabıyla yüz yüze gelecekler. İşte o zaman içinde
bulundukları derin gaflet uykusundan uyanıp kimin haklı kimin haksız, kimin
doğru yolda kimin eğri yolda olduğunu anlayacaklardır. Fakat mühim olan, “âh,
keşke” demenin fayda vermediği o güne gelmeden uyanabilmek ve kalbin
istikâmetini Allah’a kulluk yönüne çevirebilmektir. Bunun için de nefis putunu
kırmak ve azılı düşmanı usulüne uygun bir şekilde terbiye etmek lazımdır:
43. Rasûlüm! Nefsinin kötü arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Senin vazîfen sadece tebliğken, şimdi onun doğru yola gelip gelmemesinden sen mi sorumlu olacaksın?
44. Yoksa sen onların çoğunun gerçeği dinlediklerini veya akıllarını kullandıklarını mı sanıyorsun? Onlar tıpkı hayvan sürüsü gibidir. Hatta izledikleri yol bakımından hayvanlardan daha şaşkın durumdadırlar.
Müşrikler
nefislerinin istediği şekilde putlara tapıyorlardı. Bir putu diğeriyle
değiştiriyorlar, kafalarına göre takılıyorlardı. Allah’ın hükmünü hiçe
sayıyorlardı. Mü’min ise nefsinin hükmüne değil Allah’ın hükmüne göre amel
eder. İnanç bakımından iki kişi arasındaki fark böyle ortaya çıkar. Buna göre
aklına düştüğü ve nefsinin arzu ettiği şekilde yaşayan “hevâsının kulu” olur ve
bunun acı sonucuna katlanır. Nitekim Hz. Mevlânâ şöyle ikaz eder:
“İnsanın
nefsinin zevk sandığı şeyler, gelip geçicidir. Çorak yere ekilmiş tohum
gibidir. Bitmez, meyve vermez. Ondan elde edilecek mahsul pişmanlıktır. Kârı da
zarardan başka bir şey değildir.” (Mevlânâ, Mesnevî, 486-487. beyitler)
Mevlânâ
(k.s.), nefsin putlaştırılmasıyla ilgili olarak da şu muhteşem izahta bulunur:
“Bütün
putların anası, sizin nefsinizin putudur. Dışarıda görülen putlar, birer
yılandır, halbuki nefis putu bir ejderhadır. Nefis, çakmak taşı ile demirdir.
Put ise, çakmak taşından sıçrayan kıvılcımdır. O kıvılcım su ile söner.
Kıvılcım söner ama, çakmak taşı ile demir su ile söndürülebilir mi? İnsan oğlu,
bu ikisi kendisiyle beraber oldukça nasıl emîn olabilir? Çakmak taşı ile
demirin ateşi, kendi içlerinde gizlenmiştir. Onların içlerine su girmez ki
ateşi söndürsün. Su, ancak, dışarda bulunan ateşi söndürür. O, taşın ve demirin
içine nasıl girer? Nefsin ve şehvetin sembolü olan çakmak taşı ile demirden,
küfrün ve bütün kötülüklerin kıvılcımları sıçrar. Dumanları yükselir. Kaptaki,
küpteki su bitse de, nefis çeşmesinin suyu tazedir, kesilmeden akar durur…
Nefsin, her anda bir hilesi vardır ki, onun her hilesi ile isyan denizinde
yüzlerce Firavun ile o Firavun’a uyanlar batmadadır. Sen, kurtulmak istiyorsan,
Mûsâ’nın Rabbi’ne sığın. Benliğe kapılıp, firavunluk ederek imanını kaybetme.
Ey kardeş! Sen Allah’ın emrine ve Azîz Peygamberimizin sünnetine uy da, ten Ebû
Cehli’nden ve nefsânî isteklerden kurtul...” (bk. Mevlânâ, Mesnevî, 371-383.
beyitler)
Bu
bakımdan, Peygamberin vazifesi sadece tebliğ etmektir. Onun kimse üzerinde
baskı yapma veya kimseyi zorla müslüman yapma yetkisi yoktur. Çünkü hidâyet ve sapıklık
peygamberin elinde değildir; o sadece gerçeği bildirmekle mesuldür.
Nefsânî
arzularını putlaştıran, onun peşinden koşan ve başka bir şey düşünemeyen
kimselerin, bu durumları devam ettiği müddetçe Peygamber (s.a.s.)’in davetine
kulak vermeleri, onu anlamaları ve akıllarını kullanarak sıhhatli bir neticeye
ulaşmaları zordur. Bu tutum ve davranışlarıyla onlar, ancak düşünme melekesi
bulunmayan hayvanlardan daha şaşkın ve daha iz’ansız bir duruma düşmektedirler.
Koyunların ve sığırların, çobanlarının kendilerini nereye: otlağa mı yoksa
kesimhaneye mi götürdüğünü bilmedikleri gibi, böyle ahmaklar da nereye:
felakete mi yoksa kurtuluşa mı sürüklendiklerini bilmezler. Aradaki tek fark,
hayvanların aklının olmaması ve götürüldükleri yer konusunda sorumluluklarının
bulunmamasıdır. Fakat, ne yazık ki, akıl nimetiyle donatılmış insanlar da
hayvanlar gibi davranabilmektedir. Bu açıdan bakıldığında, durumlarının
hayvanlarınkinden çok daha kötü olduğu anlaşılır. Yine hayvanlar Rablerini
bilir, O’nu tesbih eder, gidip otlayacakları yerleri bulur, bilip tanıdıkları
sahiplerinin arkasından giderler. Bu ahmaklar ise kendilerini hakka yöneltenin
arkasından gitmezler. Kendilerini yaratıp rızıklandıran Rablerini de
tanımazlar. Bu açıdan da onların hayvanlardan daha şaşkın ve aşağı seviyede
oldukları anlaşılır.
Oysa
varlık âleminde aklını kullanabilen insana gerçeği gösteren nice deliller ve
işaretler vardır:
45. Görmez misin, Rabbin gölgeyi nasıl uzatıyor? Dileseydi onu elbette hareketsiz kılardı. Sonra biz, güneşi gölgenin varlığına bir delil yaptık.
46. Sonra güneşin yükselmesiyle onu yavaş yavaş kendimize doğru çekip ortadan kaldırırız.
İbâdete
lâyık yegâne ilâh olan Allah Teâlâ’nın kudret tecellilerinden biri, gölgedir.
Cenâb-ı Hak, sabahleyin güneşin doğuşuyla beraber dağ, ağaç ve insan gibi
kâmeti olan varlıkların gölgelerini uzatmaktadır. Gölgenin ortaya çıkma sebebi
ise güneştir. Gölge hep aynı şekilde kalmaz; güneşin tepeye doğru yükselmesiyle
doğru orantılı olarak peyderpey kısalır. Güneş tam tepe noktasına geldiğinde
ise gölge neredeyse görünmez olur. Güneşin zevalden batış istikâmetinde hareket
etmesiyle beraber bu kez gölge ona ters yönde tekrar uzamaya başlar. Güneşin
ufukta batıp kaybolmasıyla birlikte gölge de yok olur. Güneşin doğup batışında,
bununla birlikte varlıkların gölgelerinin uzayıp kısalması ve sonunda yok
olmasında hem insan hayatı açısından büyük fayda ve hikmetler, hem de dünya
hayatında vuku bulan dinî, içtimâî ve siyâsî hâdiselerin ortaya çıkışı,
gelişmesi ve son bulması açısından alınacak mühim dersler vardır:
Birincisi;
varlık âlemi bir gölge gibidir. Bir müddet var olur, sonra yok olur. Yok olan
şeyler Allah’a döner. Bu, her şeyin aynen gölge gibi Allah’tan gelip Allah’a
döndüğünü göstermektedir. Şâir Lefkoçyalı Gâlip bu gerçeği şu beytiyle ne güzel
hülâsa eder:
“Zıll-i
memdûd-i hakîkattır vücûd-i kâinat,
Âlem-i
mânada hem mevcûd, hem nâbûd olur.”
“Kâinatın
varlığı, elbette ki ezelî ve ebedî hakîkatin bizzat kendisi değil sadece onun
uzanmış gölgesinden ibarettir. Meseleye mâna âlemi yönünden bakıldığında bu bir
taraftan var gibi gözükse de, bir taraftan yok hükmündedir. Çünkü o bir
gölgedir, varlığı kendinden değildir.”
İkincisi;
gölge tevhidin açık bir delilidir. Onu hareket ettiren bir tek ilâhî kudret
vardır ve onun o kudrete boyun eğmekten başka yapabileceği bir şey yoktur. Onun
emriyle uzamakta, kısalmakta, yok olmakta ve bu durum her gün tekerrür
etmektedir. Aslında bu haliyle gölge, kulun Allah’a nasıl teslimiyet
göstereceğinin açık bir sembolüdür. Kul Allah’ın buyruklarına öyle teslim
olmalı ki, her sözü, ameli, hatta niyet ve düşüncesi, tıpkı gölgenin ilâhî
kudret altında hareket etmesi gibi, rızâ-i ilâhîye muvâfık olmalıdır. Âdeta
Allah onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı, konuşan dili ve
seven kalbi hâline gelmelidir.
Üçüncüsü;
nasıl gölge hep aynı durumda kalmıyorsa, aynı şekilde dünya üzerinde enine
boyuna yayılmış görünen küfür ve şirk gölgesi de İslâm güneşi yükseldikçe
dürülüp kısalacaktır. Fakat Allah Teâlâ her şeyi belli sebeplere ve kanunlara
bağlayıp âni değişimler meydana getirmediğinden, özlenen bu hayırlı neticeye
ulaşmak da gayret, cihad, sabır ve tahammül istemektedir.
O
Allah ki:
47. Sizin için geceyi bir örtü, uykuyu bir dinlenme, gündüzü de yeniden hayata uyanıp çalışmak üzere yeryüzünde dağılma vakti kılan O’dur.
Gecenin
bir örtü kılınması, uykunun bir istirahat yapılması, gündüzün insanların
uykudan sonra âdeta yeniden dirilip yeryüzüne yayılarak çalışıp kazanma vakti
yapılması da ilâhî kudret akışları ve azamet tecellilerindedir. Bunlar da birer
tevhid delilidir; hepsi Allah’ın birliğini gösterir. Her gece insanların
uyuması ve sabahleyin yeniden uyanması, ölümün ve yeniden dirilişin bir
tâlimidir. Dolayısıyla ölümden sonraki hayatın bir gerçek olduğu anlaşılmaktadır.
Bu sebeple Resûl-i Ekrem (s.a.s.) sabaha çıktığında:
اَلْحَمْدُ
لِلّٰهِ الَّذ۪ي أَحْيَانَا بَعْدَ مَا أَمَاتَنَا وَ إِلَيْهِ النُّشُورُ
(Elhamdu lillâhillezî ehyânâ ba‘demâ
emâtenâ ve ileyhin nüşûr)
“Bizi öldürdükten sonra dirilten ve ölümden
sonra yeniden dirilip huzuruna kalkacağımız Allah’a hamdolsun” diye dua
ederdi. (Buhârî, Deavât 8) Yine âyette
geceden sonra gündüzün zikredilmesi, câhiliye gecesinin sona ermekte olduğunu
ve İslâm’ın parlak ilim ve hidâyet gündüzünün şafağının attığını müjdelemektedir.
Dolayısıyla, cahiliye uykusunda uyuyanların eninde sonunda uyanacakları, fakat
ölüm uykusuna dalmış olanların uyanmayıp kendilerini hayattan mahrum
bırakacakları ve gündüzün işlerinin onlarsız da devam edip gideceği
kaçınılmazdır.
Bir
diğer kudret tecellisi ve tevhid delili şudur:
48. Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeleyici olarak gönderen de O’dur. Biz, gökyüzünden tertemiz bir su indiririz.
49. O suyla ölmüş topraklara hayat bahşeder; yarattığımız nice hayvanların ve insanların su ihtiyacını karşılarız.
50. Gerçek şu ki, düşünüp öğüt alsınlar diye biz o yağmuru insanlar arasında çeşitli şekillerde evirip çevirmekteyiz. Ama yine de insanların pek çoğu inkâr ve nankörlükte direnip durmaktadır.
Gözlerimizin
önünde cereyan eden harikulâde yağış sistemi, Allah’ın varlığını ve O’nun
kâinatın tek Rabbi olduğunu vurgulamaktadır. Yağışın yıl boyu yeryüzünün
çeşitli bölgelerine harika bir biçimde dağılımı; her zaman aynı yerin aynı
miktar yağmuru almaması; bazan bir yerde kuraklık olurken, başka yerde
normalden fazla veya az yağmur yağması; yağış miktarının sene sene dünyanın her
tarafında değiştirmesi Âlim ve Hakim bir tanzim edicinin varlığını
ispatlamaktadır. Fakat inatçı kâfirler bundan bir ders ve ibret almaz da,
küfürlerinde, nankörlüklerinde diretir dururlar. Halbuki bu ilâhî hakîkat,
Kur’an’da bu maksatla tekrar tekrar ifade edilmektedir.
Ölü
toprakların su ile hayat bulmasında yine âhiret hayatının varlığına bir delil
vardır. Çünkü bu, Allah’ın ölülere yeniden hayat vermeye kadir olduğunun açık
bir delilidir. Fakat kâfirler bundan da ders almazlar ve hayvanlar gibi hiçbir
sorumluluk taşımaksızın şuursuzca yaşar giderler.
Gökten
inen “tertemiz su”yu, peygamberlik nimeti olarak da değerlendirmek mümkündür.
Gökten inen suyun ölü yerleri diriltmesi ve canlılara hayat vermesi gibi
nübüvvet suyu da ölü kalplere hayat vermektedir. Beşeriyete bir rahmet olarak
ne zaman peygamberlik suyu gönderilmişse, cehalet kuraklığının yerini ilim
baharı, zulmün yerini adâlet ve kötülüğün yerini takvâ ve iyilik almıştır.
Peygamberlerin gönderilişi, toplumlarda her zaman kesinlikle ahlâkî ve manevî
dirilişin bir müjdecisi olmuştur. Fakat bunlardan istifade edenler, yalnızca
peygamberlerin hidâyetine tâbi olanlardır. Kâfirler inat ve nankörlükleri
sebebiyle peygamberlik suyundan içmemiş ve onun sunduğu manevî hayattan mahrum
kalarak kendilerini kuruyup yok olmaya mahkum etmişlerdir.
Oysa:
51. Biz dileseydik her şehre elbette Allah’ın azabıyla uyarıcı bir peygamber gönderirdik.
52. Fakat Rasûlüm, biz senin cihanşumûl son uyarıcı olmanı diledik. Bu sebeple kâfirlere asla itaat etme! Kur’an’ı esas alarak onlara karşı büyük bir gayretle, çok yönlü ve çok kapsamlı bir şekilde cihâd et.
Önceki
dönemlerde aynı anda dünyanın çeşitli bölgelerinde vazife yapan peygamberler
olmuştur. Onlar daha ziyade bulundukları bölge insanlarına tebliğ yapmışlardır.
Ancak Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) kıyamete kadar tüm insanlığa
gönderilmiştir. Eğer Allah dileseydi onunla beraber ve ondan sonra her
memlekete ayrı bir peygamber gönderebilirdi. Fakat böyle yapmamıştır. Çünkü
Hâtem-i Nebiyyîn (s.a.s.) tıpkı güneş gibi bütün dünyayı aydınlatmaya
yeterlidir. Ondan başka bir peygamberin gelmesine ihtiyaç yoktur. Onun Kur’an
ve sünnetle birlikte ortaya koyup tatbik ettiği din dosdoğru bir yol olarak
insanlığın önünde durmaktadır. En büyük hizmet ve cihad, bu dini insanlara
tebliğ etmek, ulaştırmak, anlatmak ve buna göre yaşamalarını sağlamaktır. Bu
sebeple “Kâfirlere asla itaat etme! Kur’an’ı esas alarak onlara karşı büyük
bir gayretle, çok yönlü ve çok kapsamlı bir şekilde cihad et” (Furkân
25/52) buyrulmaktadır. Buna göre İslâm gönüllüleri dinin tebliği yolunda elden
geleni yapacak; tüm imkân ve kaynakları bu uğurda seferber edecek; Allah’ın
dinini yükseltmek için tüm kaynakları harekete geçirip mümkün olan her cephede
İslâm’ın düşmanlarıyla mücâdeleye devam edeceklerdir. Bu da dil, kalem, mal,
can ve diğer bütün silah ve imkânlarla yapılacak cihadı içine almaktadır.
Varlık
âleminde sergilenen bir diğer ilâhî kudret delili de denizler ve onlardaki
hayrete şayân durumlardır:
53. İki denizi birbirine doğru salıveren de Allah’tır. İşte şu susuzluğu giderici tatlı bir su, diğeri de tuzlu ve acı bir sudur. Fakat birbirlerine karışmamaları için aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koymuştur.
Dere
ve ırmak gibi tatlı su kaynakları, denize döküldükleri yerde denizin acı
suyuyla karışmadığı gibi, günümüzdeki ilmî gelişmeler ışığında denizlerde ve
okyanuslarda da tatlılık, tuzluluk ve acılık oranları itibariyle farklılık arz
eden su katmanlarının birbirine karışmadığı, aralarında birbirlerine
karışmalarını önleyen bir engelin bulunduğu tespit edilmiştir. Allah’ın bir
kudret nişânesi ve insanlara bir ibret olarak tatlı su ile acı su yan yana
bulunmakta ve bu durum ister denizde ister karada olsun pek çok yerde
görülmektedir. İnsanlık denizlerde bulunan o tatlı su kaynaklarından istifade
etmiş ve etmektedir. 16. asırda yaşamış bir şahsiyet olan Türk amirali Seydi
Ali Reis, “Merâtü’l-Memâlik” adlı eserinde İran Körfezi’nde, denizin acı
sularının altında tatlı su kaynaklarının bulunduğunu ve donanması için
bunlardan faydalandığını yazar. Amerikan Petrol Şirketi de içme suyu için
Zahran yakınında kuyular kazmadan önce İran Körfezi’ndeki aynı kaynaklardan su
almıştı. Bahreyn yakınında da, deniz yatağında halkın son zamanlara kadar su
aldığı tatlı su kaynakları vardı.
Bu
izahlara göre âyette şöyle ince bir mânaya işaret olduğu söylenebilir:
Allah
Teâlâ dilediği zaman nasıl denizin tuzlu sularının altından tatlı, içilebilir
su kaynakları fışkırtıyorsa, aynı şekilde büyük ve kirli bir toplumdan takvâ
sahibi temiz ve iyi bir toplum çıkarabilir.
Kalpler
de acı ve tatlı denizler gibidir. Bazıları iman, ihlas, yakîn ve irfan
mekânıdır; bazıları şüphe ve küfrân mahallidir. Mü’minin kalbi nurludur; ışık
saçmakta ve etrafını aydınlatmaktadır. Çünkü o iman nûruyla tezyîn olunmuştur.
Kâfirin kalbi ise simsiyah olup zulmet saçmaktadır. Zira o da küfür ve inkâr
karanlıklarıyla alâmetlenmiştir. (bk. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II,
387-388)
İnsanın
yaratılışındaki ilâhî kudret ve azamet tecellilerine gelince:
54. İnsanı sudan yaratıp, onu soy ve evlilik bağlarıyla büyük bir nesil hâline getiren de O’dur. Senin Rabbinin gücü her şeye yeter.
55. Buna rağmen onlar Allah’ı bırakıp kendilerine hiçbir fayda ve zarar veremeyen putlara tapıyorlar. Zâten kâfir, Rabbine karşı hep şeytana arka çıkmaktadır.
İnsanın
sudan, rahme bırakılan bir meni, bir nutfeden yaratılması ayrı bir hârika;
ilâhî kudret tarafından ona hem nesep hem de evlilik akrabalığının lütfedilmesi
ayrı bir hârikadır. Bunu yaratan, yapan şüphesiz ki nihâyetsiz ilim, hikmet,
kuvvet ve kudret sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Eğer Rabbimiz insanı yaratıp da ona
nesep ve evlilik gibi akrabalık bağları vermeseydi ve onu bir aile, bir
cemiyet, bir toplum inşa edecek kabiliyetlerle donatmasaydı, insanlık hayvanlar
âleminden farksız olur, herhangi bir kültür ve medeniyetten söz edilemezdi. O
halde bunca hârikulâde hâdiselerin yaratıcısı, rahmeti ümitlendirici, azabı
korkutucu ve ibâdete layık yegâne mabud olan Allah varken, hiçbir fayda veya
zarar verme gücüne sahip olmayan sahte tanrılara kulluğun bir mânası yoktur.
Fakat kâfirin ayrılmaz bir vasfı vardır. O da Allah’a düşman olmak ve Allah’ın
karşısında yer alanlara arka çıkmak. O, Allah’a karşı çıkan herkesin yardımcısı
ve savunucusu; Allah’ın dinini yüceltmeye ve hükümlerini yeryüzünde tatbik
etmeye çalışan herkesin de düşmanıdır. Allah’a itaatsizliğin olduğu her yerde o
vardır; insanları Allah’a kulluğa davet eden her gayretin karşısında yine o
vardır. İşte böylelerini Allah’ın azabıyla korkutmak lazımdır. Bunun için:
56. Rasûlüm! Biz seni ancak bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.
57. De ki: “Tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ben sadece Rabbine giden yolu tutmak isteyenlere yol gösteriyorum.”
58. Hiç ölmeyen, ezelî ve ebedî hayat sahibi olan Allah’a güvenip dayan. O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından haberdar olma konusunda O kendi kendine yeter.
Peygamberimiz
(s.a.s.)’in hedefi, dini bahane ederek dünyalık biriktirmek değil, insanlara
Allah’a giden yolu göstermektir. Bunun için de hiçbir peygamber tebliğine
karşılık insanlardan bir ücret talebinde bulunmamıştır. Tebliğlerini sırf
Allah’ın rızâsını isteyerek yapmışlar, sadece insanları Rablerine kavuşturacak
doğru yola ulaştırmayı hedeflemişlerdir. Onlar, bir kişinin iman nuruyla
şereflenmesine vesile olmayı dünya ve içindeki her şeyden daha değerli
görmüşlerdir. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Allah’a
yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vâsıtanla bir tek kişiyi hidâyete
erdirmesi, en kıymetli dünya nimeti sayılan kızıl develere sahip olmandan daha
hayırlıdır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî 9)
Yalnız,
dini tebliğ ederken bir kısım engellemelerle ve zorluklarla karşılaşmak kaçınılmazdır.
Nitekim Resûlullah (s.a.s.)’in hayatı bu zorluklara karşı sabır ve mücâdele ile
geçmiştir. Bu noktada din tebliğcisinin sığınıp güveneceği melce’, şüphesiz ki
asla ölmeyen ve ebedî hayat sahibi olan Allah Teâlâ’dır. O’na tevekkül etmek,
O’na güvenip dayanmak gerekir.
Şâir
şöyle öğüt verir:
“Hakk’a
tefvîz-i umûr et ne lem çek ne keder
Kıl
sözüm ârif isen gûş-i kabulüne güher.” (Vâsıf Enderûnî)
“Ârif
bir insan isen şu sözüm kulağına küpe olsun: İster dünyevî ister uhrevî olsun
her iş Allah Teâlâ’nın ezelî takdirine göre meydana geleceği için beyhûde yere
üzülüp kederlenme. Temiz bir kalp ve samimî bir teslimiyetle işlerini tamâmen
Allah’a havâle et.”
Diğer
taraftan tevekkülün bir gereği olarak Allah’a hamdetmek, O’nu tesbih etmek,
yâni kulluğun icaplarını gönüllü olarak yerine getirmek lazımdır. Zira sözden
ibaret kalan kuru bir tevekkülden insanın elde edeceği pek fazla bir fayda
yoktur.
Âyetteki
“O’nu hamd ile tesbih et!” ifadesini, “Allah’ın her türlü eksiklik, kusur ve
ortaktan yüce olduğunu belirterek, O’nun sonsuz kudret ve yüceliğini övgüyle
an!” şeklinde izah etmek mümkündür. Cenab-ı Hak böyle bir hamde ve teşbihe
layıktır:
59. O Allah ki gökleri, yeri ve aralarında bulunan her şeyi altı günde yarattı, sonra da arşa istivâ etti. O Rahmân’dır. Artık yaratılışın sırrını, her şeyi en iyi bilen Rabbine sor!
60. Onlara: “Rahmân’a secde edin!” dendiği zaman, “Rahmân da neymiş? Yani şimdi biz, sen bize emrediyorsun diye tanımadığımız şeylere secde mi edeceğiz” derler. Üstelik bu dâvet onların ancak kibirlerini ve imandan daha da uzaklaşmalarını artırır.
Gökleri,
yeri ve bunlar arasında bulunan tüm varlıkları süresini tam olarak bilmenin
mümkün olmadığı altı uzun devirde yaratan ve bunları hâkimiyeti alına alıp
istediği gibi yöneten Allah, elbette kendine tevekkül edenleri koruyup
kollayacak ve onlara gerekli yardımı yapacaktır. Çünkü O Rahmân’dır; kullarına
karşı sınırsız merhamet sahibidir. O halde kul isteyeceği zaman, her şeyden
hakkiyle haberdâr olan Rabbinden istemeli; yaratılışın sırrını ve varlığın
hikmetini anlamak istiyorsa yine bunu da Rabbinden sormalıdır. Çünkü bunları en
iyi bilen, onları yaratandır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Yaratan
yarattığını bilmez olur mu hiç? İlmi her şeyin bütün inceliklerine kadar nüfûz
eden ve her şeyden hakkiyle haberdar olan yalnız O’dur.” (Mülk 67/14)
Bunun
için de insanlar, Allah’ın, kendisi hakkında en doğru bilgiler ihtiva eden
kitap ve Peygamberi aracılığıyla bildirdiği haberlere değer vermelidir. Çünkü
“Allah’a sormak”, istenilen bilgiyi O’nun kitabından ve peygamberinden alıp
öğrenmek mânasına gelmektedir.
Ancak
varlık ve birliğinin her tarafı kuşatan bunca açık delilleri ve âşikâr
nişânelerine rağmen Rahmân’ı tanımayan, O’nu inkâr eden ve O’na secdeden yüz
çeviren gâfiller vardır. Efendimiz (s.a.s.)’in davetini reddeden müşrikler,
bunun muşahhas bir misâlidir. Onlardan Rahmân olan Allah’a secde etmeleri
istendiğinde O’nu tanımadıklarını söyler, secdeden çekinirlerdi. Hatta böyle
bir teklif onların İslâm’a olan nefretlerini iyice artırır, onları imandan daha
da uzaklaştırırdı. İşte bu, bu hayatta olacak en büyük bir nasipsizliktir,
hidâyet ve rahmet mahrumiyetidir. Kıyâmete kadar Rahmân’a secdeden uzak duran
herkes, bu nasipsizler ve mahrumlar arasında yerini alacaktır. Hem de O Rahmân’ın
varlığının, birliğinin, sınırsız kudret ve yüceliğinin büyük delillerini her an
her yerde gördükleri halde:
61. Gökte burçları var eden, onların içine ışık kaynağı bir güneş ile aydınlatıcı bir ay yerleştiren Allah yüceler yücesidir, bütün nimet, feyiz ve bereketin kaynağıdır.
62. Düşünüp öğüt almak, bir de Rabbine şükretmek isteyenler için geceyle gündüzü peş peşe getiren de O’dur.
Gökyüzüne
serpiştirilen “burçlar”; astronomi dilinde “yıldız kümeleri” veya “galaksiler”,
onlar arasında bir ışık kaynağı halinde durmadan yanıp duran güneş ve güneşten
aldığı ışığı yansıtarak geceleyin dünyayı aydınlatan ay Allah Teâlâ’nın en
büyük yücelik ve cömertlik tecellilerindendir. Geceyle gündüzün aksamadan ve
kesintiye uğramadan peş peşe gelmesi de öyledir. Bunlar üzerinde düşünen
insanlar Allah’ın yüceliğini anlar, kulluğunun farkında olur ve O’nun bu büyük
ve sayısız nimetlerine şükredebilme gayreti içinde olurlar. Bu âyet-i
kerîmelerden Cenâb-ı Hakk’ın gökleri, yerleri, içlerinde bulunan tüm
varlıklarıyla ve bunlara hâkim olan ilâhî kanunlarıyla bu muazzam kâinat
sistemini “düşünüp ders ve ibret alacak” ve Rabbine “şükredecek” kullar için
düzenleyip hareket ettirdiği anlaşılmaktadır. Misal vermek gerekirse; sabah
vakti mü’min kulların kalkıp sabah namazını kılmaları; öğlen vakti öğlen
namazını kılmaları; ikindi, akşam, yatsı ve seher vakitleri yine o vakitlerde
üzerlerine terettüp eden kulluk vazifelerini yapmaları için her gün aksamadan
döndürülüp durmaktadır. Uçaklar havaalanlarından saatinde uçmakta, trenler
otogarlardan saatinde kalkmakta, otobüsler terminallerden saatinde ayrılmakta
fakat onlara yetişip binen ve hedefe doğru giden uyanık gönüllü akıllı insanlar
olduğu gibi, bunları kaçıran, hatta bunların varlığından bile gâfil olan çok
insan bulunmaktadır. En mühim iş, İslâm’ın intibâha getirici mesajlarını o
gâfil gönüllere ulaştırabilmek, bu mânevî sermayeden onları da hissedâr
edebilmektir. Onları, seçkin özellikleri şu şekilde haber verilen “Rahmân’ın
has kulları” hâline getirebilmektir:
63. Rahmân’ın has kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ve vakar ile yürürler; kendini bilmez kimseler onlara laf attığında incitmeksizin “Selâmetle!” derler, geçerler.
64. Gecelerini Rablerine secde ederek ve O’nun huzurunda kıyâma durarak geçirirler.
65. Şöyle niyâz ederler: “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Doğrusu onun azabı bitip tükenmez, pek korkunç ve tahammülü zor bir azaptır.”
66. “Gerçekten cehenem ne kötü bir karargâh ve ne fenâ bir ikâmet yeridir!”
Kur’ân-ı
Kerîm’in mü’minleri senâ etmek için kullandığı güzel vasıflardan biri de
“Rahman’ın has kulları” ifadesidir. Bu âyetlerde “Rahman’ın has kulları
şunlardır” diye başlayarak, bu mânevî dereceye yükselecek kişilerin taşımaları
gereken üstün ahlâkî vasıflar sayılmaktadır:
Öncelikle
onların yürüyüş tarzları zikredilmektedir. Rahmân’ın kulları, öyle kimselerdir
ki, onların gidişleri, yeryüzünde yürüyüşleri ve hareket tarzları mülayimdir.
Zorba, mağrur, kibirli, saygısız, kaba ve haşin değil; sukünet ve vakarla,
alçak gönüllü bir şekilde terbiyeli, nazik ve yumuşak yürürler. Etraflarına eza
ve sıkıntı vermez, sendeler gibi gitmez, hesaplı, saygılı, merhamet tavrıyla
güven ve huzur yayarak giderler. Yürürken kendilerini zorlamazlar, yapmacık
hareketlerde bulunmazlar. Ne kibirlenirler ne de böbürlenirler. Ne burunları
havada yürürler ne de kabararak veya şişerek yürürler. Çünkü insanın
sergilediği tüm davranışları gibi yürüyüşü de onun kişiliğinin ve içindeki
duygularının göstergesidir. Normal, kendine güvenen, kararlı ve ciddi bir ruh,
bu özelliklerini sahibinin yürüyüşüne de yansıtır. Böylece normal, kendinden
emin, ciddi ve kararlı yürür. Yoksa “yeryüzünde yumuşak adımlar atarak
yürürler”, onların ölü gibi, boynu bükük, omuzları sarkık, sallanarak
yürüdükleri anlamına gelmez. (Elmalılı, Hak Dini, V, 3611; Seyyid Kutub,
Fî Zılâl, V, 2577)
Resûlullah
(s.a.s.) yürüdüğü zaman canlı ve dik yürürdü. İnsanlar içinde en hızlı
yürüyeni, en güzel ve en rahat yürüyeniydi. Ebu Hureyre şöyle der:
“Peygamberimiz (s.a.s.)’den daha güzel birini görmedim. Sanki yüzünde güneş
parlıyordu. Ondan daha hızlı yürüyeni de görmedim. Yürürken önünde yer dürülür
gibiydi. Biz onunla yürürken çok zorlanırdık ama o, hiç aldırmazdı.” Ali b. Ebu
Talip (r.a.) şöyle der: “Resûlullah yürürken yukarıdan iniyormuş gibi yürürdü.”
Bir keresinde de şöyle demişti: “Yokuş yukarı çıkarken bile aşağı iniyormuş
gibi yürürdü.” (bk. İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 379-380) Bu ise kararlı,
gayretli ve cesur insanların yürüyüşüdür.
İkinci
olarak; cahiller, yani kendini bilmezler, edepsiz güruh onlara laf attığı zaman
“selam” derler. Selametle neticelenecek söz söyler, yahut “selametle” derler.
Onlar ciddilikleri, vakurlukları, kararlılıkları ve içlerindeki büyük
ideallerle uğraşıyor olmaları nedeniyle ahmakların ahmaklıklarıyla, kendini
bilmezlerin beyinsizlikleriyle ilgilenmezler. Akıllarını, vakitlerini ve
emeklerini beyinsizlerle, ahmaklarla tartışmakla, onlarla kavga etmekle,
dalaşmakla uğraştırmazlar, boşuna harcamazlar. Aptallarla beraber olmaktan,
gereksiz davranışlarda bulunmaktan uzak dururlar. Bu tip kimselere yumuşak
sözlerle karşılık verirler. Güçsüz olduklarından değil elbette tenezzül
etmemekten; çaresizlikten değil üstünlük duygusundan dolayı yumuşak
davranırlar. Boş şeylerden, aptalca işlerden daha önemli, daha onurlu ve daha
üstün değerlerle ilgilenen, onurlu bir insanın vaktini ve emeğini uygun olmayan
bir işte harcamasını istemedikleri için yumuşak sözlerle karşılık verirler.
(Elmalılı, Hak Dini, V, 3612; Seyyid Kutub, Fî Zılâl, V, 2578)
Üçüncü
olarak o güzel kulların karanlık gecelerde Rableriyle olan kulluk münasebetleri
takdim ediliyor. Ayetteki ifade tarzı, gecenin bir bölümünde insanlar
uykudayken Rahman’ın kullarının hareketlerini tasvir maksadıyla namazdan secde
ve kıyam hareketlerini ön plana çıkarıyor. Onlar, Rablerine secdeler ve
kıyamlar ederek geceliyorlar. Bu insanlar, tatlı ve rahat uykudan daha yararlı,
daha dinlendirici bir şeyle meşgul oluyor, Rablerine yönelmekle, ruhlarını ve
azalarını O’na bağlamakla uğraşıyorlar. Gece evlerine, yataklarına çekildikleri
zaman gidişatları hep böyle oluyor. Yatışları, kalkışları da hep Allah için
oluyor. Gecelerini takvâ, Allah’ın murakabesini ve azametini tefekkür, onun
azabından korkma duygularıyla geçiriyorlar.
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyuruyor:
“Gece
namazı kılan, hanımını da uyandıran, uyanmadığı takdirde yüzüne su serpip
uyandıran kimseye Allah merhamet etsin. Gece namazı kılan, kocasını uyandıran,
uyanmadığı zaman yüzüne su serpip uyandıran kadına da Allah merhamet etsin!” (Ebû Dâvûd,
Vitr 13)
Hak
âşığı kadınlardan Amre (k.s.), seher vakti gelince kocasının yanına gider ve
şöyle derdi:
“Kalk
artık… Yattığın kâfî… Gece bitti; gündüz geldi. Yücelerin yıldızları yeryüzüne
düşmeye başladı. İyiler kâfilesi yola revân oluyorlar. Sen hâlâ duruyorsun. Bu
hâlinle onlara kavuşman kâbil değil!...” (Velîler Ansiklopedisi, I, 219)
Bu
arada Yüce Hakk’ın övgüsüne nâil olan o mü’minlerin, kıyam ve secde halindeyken
gönüllerinde taşıdıkları derin takvâ duygularından akisler yer almaktadır. Bu
güzel kullar, kendi amellerine değil Allah’ın sonsuz merhametine güveniyorlar.
Onlar Rablerinin huzurunda ayakta dururken, secdeye varırken, Rahman’ın arşını
görürken kalpleri Allah ve cehennem korkusuyla dolarak şöyle diyorlar: “Rabbimiz!
Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Doğrusu onun azabı bitip tükenmez, pek
korkunç ve tahammülü zor bir azaptır. Gerçekten cehenem ne kötü bir karargâh ve
ne fenâ bir ikâmet yeridir!” Sanki cehennem herkesin önüne serilmiş, tüm
insanlığın yolunu kesmiş, kollarını uzatmış, ağzını açmış, uzak-yakın herkesi yakalayıp
yutacakmış gibi duruyor. Rahman’ın has kulları da korkuyorlar, ürperiyorlar, bu
azabı kendilerinden uzak tutması, bu azapla karşılaşmaktan, bu azaba uğramaktan
kurtarması için Rablerine yalvarıyorlar. Onlar cehennemi görmemişler ama
cehennemin varlığına inanıyor; Kur’ân-ı Kerîm’in ve Peygamberimiz’in tasvir
ettiği şekliyle cehennemi zihinlerinde canlandırıyor ve onun azabından
âlemlerin merhametli Rabbine sığınıyorlar.
Nitekim
asr-ı saadette yaşanan şu hâdise cehennem korkusunun kalbe tesirini göstermesi
bakımından çok ibretlidir:
Ensâr’dan
bir genç vardı. Kalbini cehennem korkusu sarmıştı. Cehennemden bahsedildiğinde
ağlardı. Nihâyetinde evine kapandı. Bu durum Allah Resûlü’ne haber verildi.
Efendimiz gencin yanına geldi. Genç, Resûlullah (s.a.s.)’e hasretle baktı,
hemen fırladı, Âlemlerin Efendisi’nin boynuna sarıldı ve rûhunu Hakk’a teslîm
ederek yere yığıldı. Fahr-i Kâinat Efendimiz şöyle buyurdu:
“–Kardeşinizi
yıkayıp kefenleyin! Cehennem korkusu onun ciğerini parçalamış. Nefsim kudret
elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah onu ateşten korudu. Kim bir şeyi
isterse onu elde etmenin yollarını arar, kim de bir şeyden korkarsa ondan
kaçar.” (Hâkim,
el-Müstedrek, II, 536/3828; Ali el-Müttakî, III, 708/8526)
O
has kulların diğer mümtaz vasıfları şöyle sıralanıyor:
67. Onlar, harcadıklarında ne isrâf eder ne de eli sıkı davranırlar; bu ikisi arasında orta bir yol tutarlar.
Onların
önemli bir karakter yapıları yaptıkları harcamalarda kendini göstermektedir.
Onların, harcadıklarında İsrâf etmediklerini, cimrilik de yapmadıklarını ve
orta bir yol tuttuklarını görüyoruz. “İsrâf” kelime olarak herhangi bir şeyde
haddini aşmaktır. İnfakta İsrâf ise, yapılan harcamalarda Allah’ın kulları için
mübah kıldığı sınırı aşmaktır. “İktar”, Allah’ın emrettiği sınırın altında bir
harcama yapmak, “kıvâm” ise bu iki aşırı uç ortasında mutedil bir yol
tutmaktır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIX, 48) Harcama ya bir zarûret ya bir
ihtiyaç veya bir güzellik için yapılır. Zaruri olan harcama yapılmayınca
yaşamak mümkün olmaz. Mesela ölmeyecek kadar yemek bir zarûrettir. İhtiyaç
duyulan masraf yapılmazsa güçlük çekilir. Doyacak kadar yemek ihtiyaçtır.
Güzelleştirme için yapılması gereken harcama yapılmadığı takdirde ise güzellik
olmaz. Güzel ve lezîz yemekler hazırlamak gibi. Her bir ferdin ve toplumun,
sahip bulunduğu imkân ve kazanca göre bu derecelerden koruması gereken bir
sınırı vardır. Şu halde ne zaruret, ne ihtiyaç ve ne de güzellik için olmayan,
faydasız, zararlı, meşrû olmayan yönlere yapılan harcama herkes için bir İsrâf
olduğu gibi, insanların ihtiyacı karşısında fazla yiyip içmek de güzel
karşılanmaz, hatta isrâf sınırına girmiş olur. İyilik ve yarar sağlayan şeylere
harcamak ise boşa harcamak değil, üretmek olacağından isrâf sayılmaz. İşte
Rahmân’ın kulları faydasız ve hayırsız yere sarf etmezler, hakkını da
kısmazlar, ikisi arası bir yolda yürürler. (Elmalılı, Hak Dini, V, 3613)
Bu
ölçü, İslâmın fert ve toplum hayatında gerçekleştirmek istediği eğitimin
vazgeçilmez bir özelliğidir. Çünkü İslâm bütün öğretilerini denge ve ölçü
esaslarına dayandırır. müslüman, belli ölçülerde hak sahibi olmakla birlikte,
ilâhî şeriatı hayatına egemen kılmayan diğer toplumlarda olduğu gibi kendi
malını dilediği gibi harcama özgürlüğüne sahip değildir. müslüman savurganlıkla
eli sıkılık arasında bir orta yol benimsemekle yükümlüdür. Âyet-i kerîmede
şöyle buyurulur:
“Harcamalarında
ve başkalarına yardımda eli sıkı olma, ancak varını
yoğunu da saçıp savurma! Sonra herkes tarafından kınanır, kaybettiklerine
hasret çeker durursun.” (İsrâ 17/29)
Zira
savurganlık kişiyi, toplumu ve malı bozar. Eli sıkılık ise hem sahibinin hem de
çevresindeki toplumun bu maldan yararlanmasına engel olur, malı hapseder.
Halbuki mal içtimâî hizmetler için kullanılması gereken bir araçtır. Gerek
savurganlık gerekse eli sıkılık hem sosyal hayatta hem de ekonomik alanda büyük
sarsıntılara, karışıklıklara sebep olur. Malı hapsetmek krizlere yol açtığı
gibi, sınırsız ve hesapsız bir şekilde serbest bırakmak da içinden çıkılmaz
sıkıntılara yol açar. Bunun yanı sıra kalplerin ve ahlâkın da bozulma riski
artar. Bu sebeple şâir Ali Rûhî şöyle öğüt verir:
“Vâreste
olmak isteyen âdem melâlden
Ayrılmasın
işinde reh-i i‘tidâlden.”
“Her
türlü üzüntü, keder ve sıkıntıdan kurtulmak isteyen kişi, hangi işi olursa
olsun sakın itidalden, yerinde ve kararında olan orta yoldan ayrılmasın.”
Gelen
âyetlerde ise bahsedilen seçkin kulların haramlardan ve özellikle büyük
günahlardan titizlikle uzak duruşları dikkate sunulur:
68. Onlar, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa, ağır bir cezaya çarptırılır.
69. Kıyâmet günü ona verilecek azap kat kat katlanacak ve onun içinde hor ve hakir olarak ebediyen kalacaktır.
Öncelikle
o kulların sâlih ameller işleme hassasiyetleri beyân edildi. Şimdi de Allah’ın
haramlarından kaçınma hassasiyetleri izah ediliyor. Buna göre onlar, Allah ile
beraber başka bir ilâha yalvarıp kulluk yapmazlar. Zira şirki bırakıp Allah’ın
bir ve ortaksız olduğunu kabul etmek İslâm inanç sisteminin temelini oluşturur.
Onlar haksız yere adam öldürmezler. Zina da etmezler. Şirk, haksız yere cana
kıyma ve zina. Bu üç büyük günah din, medeniyet ve insanlık namına işlenip
duran cinayetlerden olduğu için, burada özellikle bunlardan sakınmak
zikredilmiştir. Bu üç önemli özellik, insana yakışır bir hayatla ucuz, çirkin
ve hayvanlık düzeyindeki aşağılık bir hayat arasındaki yolların ayrılış
noktasını belirlediklerinden, Yüce Allah bunları Allah katında yaratıkların en
üstünü ve en onurluları olan Rahmanın has kullarının özellikleri arasında
saymakta ve bunların üzerine son derece sert bir tehdit içeren bir
değerlendirme yapmaktadır. Kıyâmet günü bunların cezalarını kat kat
çekeceklerini ve o azap içinde ebediyen hor ve hakir kalacaklarını haber
vermektedir.
Bu
büyük günahları işleyenlere verilecek azabın “kat kat olması”yla ilgili şu
izahlar yapılabilir:
› Onun cezası
hiç bitmeyecek ve tekrarlana tekrarlana devam edecektir.
› Küfür, şirk
ve Allah’ı tanımama günahlarına ek olarak cana kıyma, zina ve diğer günahları
da işlemiş olanlar, isyanları ve her bir günahları karşılığında tekrar tekrar
cezalandırılacaklardır. Büyük-küçük tüm günahları için sorguya çekilecekler ve
bunlardan hiç biri bağışlanmayacaktır. Sözgelimi her bir cana kıyma ve her bir
zina eylemi için ayrı bir ceza söz konusu olacaktır.
› Onların
azaplarına ilâhî muhabbet ve rızâdan ayrı kalma pişmanlığı, hicran ateşi, ebedi
nimetlerden devamlı mahrum kalma ıstırabı eklenerek azapları katmerleşecektir.
Peki
bu günahları işlemiş olanların ve işlemeye devam edenlerin hiç kurtulma
imkanları yok mudur? Böyle tehlikeli bir durumda olanlara kurtuluş reçetesi
sunmak üzere buyruluyor ki:
70. Ancak tevbe edip inanan ve sâlih ameller işleyenler müstesnâ. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirecektir. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
71. Zâten kim tevbe edip sâlih ameller işlerse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş makbul bir kimse olarak Allah’a dönmüş olur.
Sonsuz
merhamet sahibi olan Rabbimiz tevbe ve af kapısını devamlı açık tutmaktadır.
Günahına tevbe edenleri affedeceğini, onların kötü hallerini iyi hallere,
günahlarını sevaplara çevireceğini müjdelemektedir. Demek kul hangi durumda
olursa olsun, henüz ömür sermayesini bütünüyle tüketmemişken tevbe etme, halini
düzeltme ve Allah’ın razı olacağı makbul bir kul olabilme imkânına sahiptir. Bu
imkân, imanlı ya da imansız bütün insanlar için geçerlidir. Gerçekten bu
âyetler, Kur’ân-ı Kerîm’in en müjde verici âyetleri arasında yer almaktadır.
Burada
iki mühim mâna dikkat çekmektedir:
›
Kul gönülden tövbe ettiği zaman, iman ve Allah’a itaat hayatına
başlar. Allah’ın yardımıyla, küfür halindeki kötülüklerin yerine iyi ameller
işlemeye koyulur ve böylece kötülüklerinin yerini iyilikleri alır.
›
Yalnızca geçmişteki kötülükleri silinmekle kalmaz, ayrıca amel
defterine, Rabbine isyanı bırakıp O’na itaat yolunu benimseyen bir kul olarak
yazılır. Sonra, geçmiş günahlarına üzülüp tevbe ettikçe, daha çok sâlih ameller
hanesine kaydolunur. Çünkü, günahtan tevbe etmek ve af dilemek bizzat sâlih bir
ameldir. Böylece, amel defterinde iyilikleri bütün kötülüklerini bastırır. Bunu
başarabilen kullar, yalnızca âhirette cezadan kurtulmakla kalmaz, aynı zamanda
Allah’ın büyük ve ebedî nimetlerine de kavuşmuş olurlar.
Hz.
Mevlânâ’nın anlattığı şu ibretli kıssa bu hususu çok güzel açıklar:
“Birisi
mescide giderken baktı ki halk mescitten dışarı çıkıyor. «Cemaat dağıldı mı ki
herkes acele acele mescitten çıkıyor?» diye sordu. Birisi: «Peygamber cemaatle
namazını kıldı, bitirdi» diye cevap verdi. «Ey ham adam, ey şaşkın! İçeriye ne
diye giriyorsun? Peygamber hazretleri çoktan namazı bitirmiş, selam
vermiştir.» Namaza yetişemeyen kişi, içi yanarak öyle bir âh etti ki, sanki o
ahdan bir duman çıktı. Gönülden çıkan o ahdan iç yanık kokusu, kan kokusu geliyordu.
Namaz kılanlardan birisi onun yanına gitti de: «Bu âhı sen bana ver, benim
kıldığım namaz senin olsun» dedi. Namaza yetişemeyen: «Âhı sana verdim, senin
Peygamberimiz'in arkasında kıldığın namazı da aldım, kabul ettim» dedi. Öbürü
de o âhı yüzlerce niyaz ile aldı kabullendi. Namazı verip âhı alan kişiye gece
rüyasında dediler ki: «Sen ab-ı hayatı ve şifayı satın aldın. Bu mânevî alış verişin, bu Hak âşıklığına katılışın
hürmetine, camide namaz kılan bütün cemaatin namazları kabul edildi.»”
(Mevlânâ, Mesnevî, 271-279. beyt)
Bu
sebepledir ki, Allah dostları günahkârların affedilip sâlih insan olma
ihtimalini dâimâ göz önünde bulundurarak günahkâra değil günaha düşman
olmuşlardır. Şu olay, bu gerçeğin güzel bir misalidir:
Ebu’d-Derdâ
Hazretleri bir gün şehri dolaşırken, halkın, bir günahkâra ağır sözlerle
hakâret ettiklerine şâhid oldu. Onlara sordu:
“–Siz
kuyuya düşmüş bir adam görseniz, onu oradan çıkarmaz mısınız?” Oradakiler:
“–Evet,
çıkarırız!” dediler. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ (r.a.):
“–O
hâlde kardeşinize ağır sözler söylemeyin, size âfiyet veren Allah’a hamd edin!”
dedi. Bunun üzerine onlar:
“–Siz
bu günahkâra kızmıyor musunuz?” dediler. Resûlullah (s.a.s.)’in terbiyesinde
yetişmiş bulunan güzîde sahâbî, bu suâle şöyle cevap verdi:
“–Ben
onun kendisine ve şahsiyetine değil günahına kızıyorum, günahı terk ettiğinde,
o yine benim din kardeşimdir.” (Abdürrazzâk, el-Musannef, XI, 180; Ebû
Nuaym, Hilye, I, 225)
Son
olarak Rahman’ın has kullarının şu özelliklerine dikkat çekilir:
72. O has kullar, yalancı şâhitlik etmezler. Boş bir söz ve davranışa rastladıklarında ise yüz çevirip vakar içinde oradan geçip giderler.
Bu
özellik de yine haramlardan uzak durmakla ilgilidir. Onlar, yalan yere şâhitlik
yapmazlar. Bunu yapmadıkları gibi, yalan söylenen ve yalan dolan dönen yerlerde
de durmazlar. Hiçbir yalan ve bâtıla seyirci kalmazlar. Boş bir söze
rastladıkları zaman, faydasız veya zararlı olduğundan terk edilip ortadan
kaldırılması bir görev olan lüzumsuz şeyler duydukları zaman vakar ile onurlu
bir şekilde oradan geçer giderler. Ayetin ifadesine göre, kendileri böyle boş
ve anlamsız şeylere asla teşebbüs etmedikleri gibi, ellerinde olmadan yolları
düşer, tesadüfen rast gelirlerse de bunlara iltifat etmezler, şereflerine uygun
bir tavırla oradan uzaklaşırlar. Böyle şeylere katılmak bir yana, görmekten,
yakınından geçmekten bile kaçınırlar. Çünkü onların boş ve gereksiz şeylerden
çok daha önemli işleri vardır. Has kulların bu karakter özellikleri ile ilgili
olarak başka bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“Onlar, boş ve çirkin bir söz duydukları zaman
ondan yüz çevirirler ve bu sözleri sarfedenlere: «Bizim amellerimiz bize, sizin
yaptıklarınız da size. Biz sizin için de ancak iyilik ve selâmet dileriz. Ama
biz kendini bilmez câhillerle düşüp kalkmak da istemiyoruz» derler.” (Kasas 28/55)
Denilmiştir
ki; şeref şu üç şeydedir:
Büyüklere karşı saygılı olmak,
Aynı ayardaki insanlarla hoş geçinmek,
Düşük kimselerden de kendini uzak tutmak. (el-Hadâiku’l-Verdiyye,
s. 260)
Şimdi
de o seçkin kulların Allah’ın ayetleri karşısındaki duruşları canlı, tasvirî
bir üslupla gözler önüne serilmektedir:
73. Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağır ve kör gibi davranmazlar.
O
has kullar, Rablerinin âyetleri kendilerine hatırlatıldığında; yani kendilerine
ihtar edildiği, vaaz ve nasihat olunduğu, ders verildiği zamanlar, o âyetlere
karşı sağırlar ve körler gibi davranmazlar; dinlemezlik etmezler, üzerine
üşüşürler, fakat görür göz, dinler kulak olarak üşüşürler. (Elmalılı, Hak
Dini, V, 3614) Bu ifadeden; duymayan, görmeyen düzmece ilâhlarına, sapık
inançlarına, bâtıl düşüncelerine körü körüne sarılan müşriklere yönelik bir
kınama anlaşılmaktadır. Duymadan, görmeden, düşünmeden yüzüstü bir şeye kapanma
hareketi, körlerin gafilliğini, körlüğünü ve dar düşünceliğini tasvir
etmektedir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, V, 2580) Rahman’ın kulları ise,
inanç sistemlerinin dayandığı gerçeği ve Allah’ın ayetlerinin içerdiği doğru
mesajı bilinçli olarak, görerek kavrarlar. Onların kalpleri, Allah’ın
ayetlerine karşı açıktır; o ayetleri anlayarak, ibret alarak okurlar, dinlerler
ve mânasını idrak etmeye çalışırlar.
Nihâyet
o has kulların, kendilerini Allah yoluna adayacak sâlih nesil ve zürriyet
niyazları dile getirilir.
74. Onlar: “Ey Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve zürriyetimizden gözümüzü aydınlatacak, gönlümüzü sevindirecek sâlih kimseler ihsân eyle! Bizi takvâ sahiplerine önder yap!” diye duâ ederler.
75. İşte bunlar, hak yolda sabır ve sebât göstermelerine karşılık cennetin yüksek makam ve köşkleriyle mükâfatlandırılacak, oraya selâm ve hürmetle buyur edileceklerdir.
76. Hem de orada ebedî kalacaklardır. Orası ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir yerleşim yeridir!
Onlar,
Allah’ın huzurunda hep dua ve iltica halindedirler. “Ey Rabbimiz! Gözümüzü
aydınlatacak eşler ve zürriyetler ihsan et! Eşlerimiz ve zürriyetlerimiz
sebebiyle bizlere gözümüzü aydınlatacak nimetler, mutluluklar ver! Bizi takvâ
sahiplerine önder kıl!” diye dua ederler. Kendilerinden sonra, bağlı
bulundukları İslâmi hayat nizamına uyan bir neslin gelmesini, kendileri gibi
inanan, göz aydınlığı olacak eşlerinin olmasını, kalplerinin onlarla huzura
kavuşmasını, bu sayede “Rahman’ın kullarının” sayılarının artmasını isterler.
Bu duada görüldüğü üzere, sadece muttaki olmak değil, müttakilerin önderi olmak
arzusu ne büyük bir gaye, ne kudsî bir düşünce ve idealdir.
Şunu
belirtelim ki, müttakilerin önderi olabilmek, verimli bir toprak misâli İslâmî
bir âile ve toplum içinde ciddî bir ümmet şuuruyla yetişmeye, ümmete şefkat ve
merhamet duygularıyla dolmaya, tüm varlığını ümmetin huzur, saadet ve refâhı
için fedâ edebilecek bir ruh kıvamına ulaşmaya bağlıdır. Cenâb-ı Hak, İslâm
ümmetini böyle önderlerden hiçbir zaman mahrum bırakmamıştır. Her dönemde
ümmete şefkat ve merhamet kanatlarını tevazuyla gerecek sahipler lütfetmiştir.
Bunlardan biri de dört halifeden sonra beşinci halife ünvanına layık görülen
Ömer b. Abdülaziz (k.s.)’tur. Onun, ümmetin mes’ûliyetini yüklenmek husûsunda
taşıdığı büyük emânet ve mes’ûliyet şuurunu aksettiren sayısız fazilet
manzaralarından birini, hanımı Fâtıma şöyle anlatır:
“Birgün
Ömer b. Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış,
durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona:
“–Nedir
bu hâlin?” diye sordum. Şöyle cevap verdi:
“–Yâ
Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar,
fakirler, hasta olup da ilaç bulamayanlar, yalnız başına terk edilmiş dul
kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyârındaki müslüman
esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç
yaşlılar ve âile efrâdı kalabalık fakir âile reisleri beni üzüntüye gark
ediyor. Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe yükümün
altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya
çekerse, Resûlullah (s.a.s.) bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben
nasıl cevap vereceğim…” (İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 208)
Hanımı
Fâtıma devamla der ki:
“Onun
ibâdeti sizlerinki kadardı. Lâkin gece yatakta Allah korkusunu ve kıyâmet
hesâbını tefekkürden öyle bir hâle gelirdi ki, haşyetullâh ile kalbi çarpmaya
başlardı. Sanki suya düşmüş, yâhut avuç içine alınmış bir kuş gibi çırpınırdı.
Ben de onun bu hâline dayanamayıp yorganı üstüne örterdim ve kendi kendime:
«Keşke
idârecilik mes’ûliyeti bize tevdî edilmeseydi, keşke o vazifeyle aramızdaki
uzaklık, güneşle dünya arasındaki mesâfe kadar olsaydı» derdim.”
Bu
sıfat ve özellikleri taşıyan has kullar, özel cennet odalarında esenlik
dilekleri ve selamla ağırlanırlar. Bu, onların bahsedilen özelliklerini ısrarla
korumalarının, sâlih amellere devam etmelerinin ve sabretmelerinin mükâfatıdır.
Bu mükâfat ve vardıkları bu cennetler ne güzeldir!
Netice
olarak:
77. Rasûlüm! De ki: “Eğer kulluğunuz ve yakarmanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin ki? Fakat siz gerçekten Kur’an’ı ve Peygamber’i yalanladınız; bu sebeple azap sizin yakanızı bırakmayacaktır.”
Hâsılı
Allah katında kulun değeri Allah’a olan imanı, bağlılığı, ilâhî buyruklara
uygun yaşayışı, ihlasla gerçekleştireceği kulluğu, gönlünden fışkırıp dilinden
dökülen yakarışlarıdır. Kulluğun özünü teşkil eden ihlastır, takvâdır. Âyet-i
kerîmede: “Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve
O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır”
(Hucurât 49/13) buyrularak bu hakikat dile getirilir. Himmet ve gayretini buna
yöneltenler karlı çıkacaklardır. Fakat ilâhî hakikatleri, Peygamberin davetini
ve Kur’an’ın ikaz ve irşatlarını yalan sayıp, bunlara sırt çevirenler ebedî
hüsrana uğrayacaklardır. Azap onların yakasını bırakmayacaktır.
Şimdi,
Furkan sûresinde kısaca temas edilen Hz. Mûsâ ve Hz. Nûh’un, Âd, Semûd ve Lût
kavimlerinin kıssaları daha geniş biçimde ve bu sûrede tertib edilen sırayla
anlatmak, ayrıca bu sûrenin sonunda yer alan dehşetli uyarıyı örneklerle
açıklamak üzere Şuarâ sûresi başlamaktadır:
İbrahim suresinin 3. ayetinde şöyle buyrulur: “Onlar, dünya hayatını sevip âhiret hayatına tercih ederler. İnsanları Allah yolundan uzaklaştırmaya ve ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَمَا لَنَٓا اَلَّا نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّٰهِ وَقَدْ هَدٰينَا سُبُلَنَاۜ وَلَنَصْبِرَنَّ عَلٰى مَٓا اٰذَيْتُمُونَاۜ وَعَلَ ...
Âhiret kazancının dünya kazancına göre ölçüye sığmaz kıymette ve ebedî olduğunu bilen ashâb-ı kirâm, ebedî saâdet sermâyesi kazanmanın lezzet ve halâv ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَاِذْ تَاَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَز۪يدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ اِنَّ عَذَاب۪ي لَشَد۪يدٌ Eğer şükreder ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: اَلَّذ۪ينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا ...
“Sen elbette büyük ahlâk sahibisin.” (Kalem sûresi (68), 4) Allah Teâlâ en güzel şekilde yaratıp kendisine en güzel ahlâkı öğrettiği sevgili p ...