Nûr sûresi Medine’de nâzil olmuştur. Âyetlerin iniş sebeplerinden hareketle sûrenin Medine dönemi boyunca peyderpey indiği anlaşılır. 64 âyettir. İsmini, 35. âyette bir temsille anlatılan “Allah’ın göklerin ve yerin nûru” olmasından alır. Mushaf tertîbine göre 24, iniş sırasına göre 102. sûredir.
Nûr sûresi fert, aile ve toplum ilişkileri açısından çok mühim mevzulara temas eder ve hükümler getirir. Zina haddi, iftira haddi, mulâane, insanların iffet ve namuslarını korumada İslâm toplumunu daha dikkatli olmaya davet, evlere giriş çıkış âdâbı, başörtüsü, tesettür ve mahremiyet meseleleri, bekârların evlendirilmesine teşvik konuları bunlardan bazılarıdır. Allah’ın insanlara doğru yolu göstermesi bir temsille izah edilir. Bu hidâyetten nasibi olanların parlak manevî halleri ve mutlu istikballeri karşısında, bu hidâyete sırtını dönenlerin hazin akıbetleri dikkat çekici benzetmelerle gözler önüne serilir. Yerde ve gökteki varlıkların, saflar halinde kuşların tesbihi; bulut, yağmur, dolu, şimşek, yıldırım, gece ve gündüz ve yeryüzünde debelenen tüm varlıklar gibi Allah Teâlâ’nın kudret nişânelerine ve azamet tecellilerine yer verilir. Allah ve Rasûlü’nün hükmü karşısında münafıkların tavrı ile gerçek takvâ sahibi mü’minlerin tavrı, konu daha net anlaşılabilsin diye mukayese edilerek anlatılır. Bedir’de Allah’ın ve meleklerin hususi yardımı ile zafer elde etmiş, Uhud’da ciddi bir yara almış, Hendek’te ise Arabistan Yarımadası’nın her tarafından toplanıp gelmiş düşman orduları karşısında ölüm kalımla, yok olmakla yüz yüze gelmiş İslâm ümmetine, gerçekten iman edip sâlih ameller işledikleri takdirde yeryüzüne hâkim olacakları ve dinlerinin payidâr olacağı müjdesini verir. Aile içi mahremiyete ve hususiyle yeme, içme bakımından akraba münâsebetlerine dikkat çeker. Allah Resûlü (s.a.s.)’in emri ile hareket edilmesi ve O’na gereken hürmetin gösterilmesi hatırlatıldıktan sonra, O’nun emrine karşı gelenler büyük bir fitneye düçâr olmakla veya elemli bir azaba uğramakla ikaz edilirler.
Mushaftaki sıralamada yirmi dördüncü, iniş sırasına göre 102. sûredir. Haşr sûresinden sonra, Hac sûresinden önce Medine’de inmiştir. Zina edenlerle evlenmeyi kınayan 3. âyet, hicretin 3. yılında, Recî’ çatışmasında şehid düşen Mirsed ile ilgilidir. Şu halde sûrenin ilk âyetleri hicretin 1. yılının sonu ile 2. yılının başlarında vahyedilmiş olmalıdır. Eşleri hakkında zina suçlamasında bulunan kocalar hakkındaki 6. âyetin de Tebük Savaşı’ndan sonra, 9. yılın Şâban ayında geldiği bilinmektedir. Buna göre sûrenin uzun bir zaman dilimi içinde parça parça nâzil olduğu anlaşılmaktadır.
1. Bu, bizim indirdiğimiz ve bildirdiği hükümlerin uygulanmasını farz kıldığımız bir sûredir. Düşünüp ders ve öğüt almanız için bu sûrede apaçık âyetler indirdik.
Söze
başlarken, bu sûreyi indirenin, haber verdiği hükümlerin uygulanmasını farz
kılanın ve orada açık açık âyetler bildirenin, azamet bildiren “biz” sigasıyla
Allah Teâlâ olduğuna dikkat çekilir. Dolayısıyla bu hükümler sıradan bir
kişinin sözü gibi hafife alınmayıp gereken ciddiyetin gösterilmesi istenir.
Sûrede indirilen hükümler, kabul edilip edilmemesi serbest olan öğütler değil,
bunlar kesinlikle itaat edilmesi gereken farzlardır. Bu sebeple “Eğer
mü’minseniz bunları uygulamak zorundasınız” denilmektedir. Üstelik bildirilen
hükümler gâyet açıktır; anlaşılmama veya yanlış anlaşılma ihtimali yoktur.
Dolayısıyla “anlamadım” diyerek kimse bir bahane ileri süremez ve onları tatbik
edemezlik yapamaz.
Öncelikle
zina suçunun cezası açıklanmaktadır:
2. Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, o ikisine duyduğunuz acıma hissi sizi etkisi altına alıp Allah’ın belirlediği bu cezayı uygulamanıza engel olmasın. Mü’minlerden bir grup da suçluların cezalandırılmasına şâhitlik etsin.
Âyette
“değnek” diye çevrilen اَلْجَلْدَةُ
(celde), “cilt” kelimesinden gelip “cilde tesir edecek fakat ete geçmeyecek
şekilde vurmak”tır. Çok acı vermeyecek bir değnek veya kırbaç seçilir,
sakatlığa sebep olmayacak ve hayatî tehlike oluşturmayacak şekilde vücudun
belli yerlerine vurulur. Kürk, palto gibi kaba elbiseler çıkarılır, fakat
gömlek gibi giyecekler çıkarılmaz.
Yüz
değnek, zinâ eden hür, bâliğ ve henüz sahih bir nikahla evlenmemiş olanların
cezasıdır. Câriyelerin cezası elli değnektir. (bk. Nisâ 4/25) Hür ve muhsan
olanların cezaları ise recimdir. İmam Azam (r.h.), recmi gerektiren muhsanlığın
altı şartı olduğunu söyler:
Müslüman olmak,
Hür olmak,
Akıllı olmak,
Büluğ çağına ermiş olmak,
Sahih bir nikahla evli bulunmak,
Cinsî münâsebette bulunmuş olmaktır. Bu şartlardan biri
olmadığında muhsanlık ortadan kalkar.
İslâm’ın
bir kısım suçlara ceza verilmesini istemesinin sebebi olarak:
› Suçluyu ıslah
etmesi,
› Irza tecavüz
durumunda mağduru tatmin etmesi,
› Hem suçlu hem
de diğerleri için caydırıcı ve ibret verici olması gibi hususlar sayılabilir.
Kullarını
seven ve onlara karşı sonsuz merhamet sahibi olan Allah Teâlâ, yine onların
faydasına olmak üzere, hastaya yazılan acı bir ilaç kabilinden cezaya da yer
vermiştir. İnsanlara bizzat yaratıcılarından fazla acımak kullara düşmez. Bu
bakımdan suç işleyen hak ettiği cezayı mutlaka çekmelidir. Şer’î bir ruhsat olmaksızın
suçluya acıyarak cezadan vazgeçmek suçluya da topluma da hayır getirmeyecektir.
Ebu Hureyre (r.a.): “Bir yerde bir haddin uygulanması, o yerin ahâlisi için
kırk günlük yağmur yağmasından daha hayırlıdır” demiştir. (Nesâî, Kat’ü’s-Sârik
7)
Ayrıca
ceza infaz edilirken mü’minlerden uygun sayı ve keyfiyette bir grubun hazır
bulunması gerekir. Bunlar en az dört kişi olmalıdır. Bu, olan bitenin insanlara
ibret olması ve cezanın hukuka uygun bir şekilde infaz edilmesinin sağlanması
bakımından önemlidir.
Zina
eden erkek ve kadının evlilik durumlarını açılkamak üzere buyruluyor ki:
3. Zinâ eden bir erkek, zinâ eden veya Allah’a ortak koşan kadından başkasıyla evlenmez. Zinâ eden bir kadınla da zinâ eden veya Allah’a ortak koşan bir erkekten başkası evlenmez. Zinâ edenlerle ve Allah’a ortak koşanlarla evlenmek mü’minlere haram kılınmıştır.
Burada
üç grup insandan bahsedilir:
›
Müşrikler. müslümanların bunlarla evlenmesi kesinlikle haramdır.
›
Zinayı mübah sayıp hafife alanlar. Haramlığı kesin olan zinayı
helâl sayıp hafife alanların yaptıkları bu iş küfür olduğundan onlar da müşrik
sayılırlar, dolayısıyla kendileri ile evlenmek caiz olmaz.
›
Bir de böyle olmayanlar.
İmam
Ahmed b. Hanbel şöyle der: “Namuslu bir erkeğin, fuhşa devam eden bir fâhişe
ile; namuslu bir kadının da günahına devam eden bir zâni ile evlenmesi
haramdır. Ancak tevbe ederlerse onlarla evlenilebilir.” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân,
III, 263) Bununla birlikte zinası sabit olan fakat bunu mübâh saymayan bir
kadını, bir mümin nikâhladığında, nikâhın geçerli olduğu, fakat bunun tahrimen
mekruh olduğu da söylenmiştir.
Âyet-i
kerîmede zina eden kimselere hâkim olan psikolojik bir durumun tespiti de
yapılıyor olabilir. Şöyle ki: Fâhişe bir kadını ancak kendisi gibi fuhşa
alışmış bir erkek kabul eder. Namuslu insanlar fahişelerle evlenmek istemezler.
Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü
erkekler de kötü kadınlara yakışır. Temiz ve iffetli kadınlar temiz ve iffetli
erkeklere, temiz ve iffetli erkekler de temiz ve iffetli kadınlara yakışır.” (Nur
24/26) Zinaya alışmış kötü tînetli erkekler de iffetli kadınlardan hoşlanmazlar.
Onlar, kendileri gibi iffetsiz olanları seçerler. Genellikle fâhişe kadın da
kendi tînetinde bir erkekle evlenir. Namuslu insanlar ise, iffetsizlerle
uyuşamaz ve onlarla sıhhatli bir aile kuramazlar. Bu sebeple âyet, zinâ
günahına devam etmekte olan kimselerle evlenmeyi mü’minlere haram kılmıştır.
Çünkü böylelerine rağbet, toplumda arsızlığın ve edepsizliğin artmasına,
iffetli kadınlara ilginin azalmasına ve toplumda fesadın yayılmasına sebep
olur.
Kadın
olsun erkek olsun iffetli insanlara zinâ iftirasının cezasına gelince:
4. İffetli kadınlara zinâ suçu isnat edip de sonra dört şâhit getiremeyenlere seksen değnek vurun. Böylelerinin şâhitliğini ebediyen kabul etmeyin. Çünkü onlar fâsıkların tâ kendileridir.
5. Ancak bundan sonra tevbe edip hallerini düzeltenlere gelince, bunlar fâsıklıktan kurtulurlar. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
4.
âyetteki اَلْمُحْصَنَاتُ (muhsanât), “evli
olsun olmasın, daha önce iffetle alakalı bir sabıkası bulunsun veya bulunmasın,
dava konusu olayda masum olan ve zina yaptığı ispat edilemeyen, buluğ çağına
erişmiş namuslu tüm kızlar ve kadınlar”ı ifade eder. Namuslu erkekler de aynı
hükme tabidirler. Bunlara zina suçu isnadında bulunan kişiler, davalarını ispatlamak
için dört şâhit getirmelidirler. Eğer dört şâhit getiremezlerse onlarla ilgili
üç yaptırım söz konusudur:
›
Vurulma şartları zina haddinde belirtildiği gibi onlara seksener
değnek vurulur.
›
Müfteri oldukları belirlendikten sonra artık ebediyen yani
ölünceye kadar onların şâhitliği kabul edilmez.
›
Bundan böyle fâsık olarak damgalanır, toplum nezdinde sabıkalı
hale gelir ve bir kısım haklardan mahrum kalırlar. Fâsık, doğru yoldan çıkan,
Allah’a isyan eden kimsedir.
Şunu
da unutmamak gerekir ki, iftira suçunu işlemiş olanlar, cezalarını çektikten
sonra tevbe edip hallerini düzeltebilirler. Bu takdirde Allah onları sonsuz
mağfiretiyle bağışlayacak ve engin merhametiyle onlara lutufta bulunacaktır.
Burada mezhep imamları arasında şöyle bir yorum farkı dikkat çeker:
›
İmam Malik, İmam Şafi ve İmam Ahmed’e göre tevbe ettikleri
takdirde bunların sabıkası silinir ve şâhitlikleri kabul edilir.
›
Ebû Hanîfe’ye göre ise tevbe sadece onlardan “fasıklık” vasfını
kaldırır, fakat şâhitlik ehliyetini onlara tekrar kazandırmaz.
Kendi
eşlerini zina ile suçlayanların sıkıntısı ise şöyle çözüme kavuşturulur:
6. Eşlerine zinâ suçu isnat edip de kendilerinden başka şâhitleri bulunmayan kocalara düşen, gerçekten doğru söylediklerine dâir her defasında Allah adına yemin ederek dört kez şâhitlikte bulunmaktır.
7. Beşincisinde de: “Eğer yalan söylüyorsam Allah’ın lâneti üzerime olsun!” diye yemin etmektir.
8. Zinâ isnadıyla suçlanan kadına gelince, kocasının yalan söylediğine dâir her defasında Allah adına yemin ederek dört kez şâhitlikte bulunursa, üzerinden ceza kalkar.
9. Beşincisinde ise, eğer kocası doğru söylüyorsa Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasını diler.
Bu
âyetlerde belirtilen uygulama, İslâm aile hukukunda “li‘ân” veya “mülâ‘ane”
terimi ile ifade edilir. Bu kelime, “karşılıklı lânetleşme” mânasına gelir.
Karısını zinâ ederken gördüğünü iddia eden erkekle eşi hâkimin huzuruna
celbedilir. Önce erkek Allah’ı şâhit tutarak, karısını açık ve seçik bir
şekilde zina ederken gördüğünü dört defa söyler. Beşincisinde ise “Eğer yalan
söylüyorsam Allah’ın lâneti üzerime olsun” der. Sonra karısı dört kere, Allah’ı
şâhit tutarak kocasının yalan söylediğini beyân eder. Beşincisinde de “Eğer o
doğru söylüyorsa Allah’ın gazabı benim üzerime olsun” der. Böylece erkek iftirâ
cezasından, kadın da zina cezasından kurtulur. Bir kısım müçtehitlere göre evlilik
hayatları da sona erer.
Bu
âyet-i kerîmelerle alakalı şöyle bir iniş sebebi nakledilir:
İftirâ
suçuyla ilgili âyetler gelip dört şâhit getirme hükmünü beyân edince bir kısım
insanlar zihinlerinde oluşan bazı soruları Resûlullah (s.a.s.)’e açtılar. Meselâ,
Sa‘d b. Ubâde (r.a.):
“Yâ
Resûlallah, karımla bir erkeği yakaladığım zaman dört şâhit bulacağım diye
onları bırakır mıyım? Vallahi sorgusuz sualsiz kafasını uçururum!” dedi.
Efendimiz (s.a.s.) ise ona şu cevabı verdi:
“Sa‘d’ın kıskançlığı ve namusuna düşkünlüğü
sizi şaşırtmasın, ben ondan daha kıskancım, Allah da benden daha kıskançtır.”
(Buhârî, Nikah 107)
Beyan
edilen bu hükümler, mahza ilâhî rahmet tecellisidir:
10. Eğer üzerinizde Allah’ın lutfu ve merhameti bulunmasaydı ve Allah tevbeleri çokça kabul buyuran, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olan bir zat olmasaydı hâliniz nice olurdu?
İşte
âyet-i kerîmeler bu gibi durumlarda nasıl davranılmasını öğreterek problemi
çözmektedir. Çünkü İslâm, hayattaki her türlü problemi, olması gereken en tabiî
yollarla halleden ve çözümsüz hiçbir meselenin kalmasını istemeyen kolaylıklı
ve müsâmahalı bir dindir. Bu da Allah Teâlâ’nın insanlara en büyük lutuf ve
rahmet tecellisidir. Eğer böyle bir din olmasaydı, eğer Cenâb-ı Hak kullarına
merhamet gösterip, akılla çözmelerinin mümkün olmadığı sahaları vahiyle
aydınlığa kavuşturmasaydı halimiz nice olurdu? O zaman ne yapacağımızı bilemez,
yolumuzu şaşırır ve belki de bir problemi çözeyim derken daha büyük
problemlerin çıkmasına sebep olabilirdik.
Allah
Teâlâ şöyle buyurur:
“Şunu
da bilin ki, aranızda her meselede kendisine müracaat etmeniz gereken Allah’ın
Rasûlü bulunmaktadır. Eğer o Rasûl, birçok işte size uyacak olsa, başınız derde
girer, gerçekten sıkıntıya düşersiniz…” (Hucurat 49/7)
“Eğer
gerçek onların nefsânî arzularına uysaydı göklerde, yerde ve oralarda
yaşayanlarda dirlik ve düzen kalmaz, hepsi bozulur giderdi.” (Mü’minûn
23/71)
Burada
bir taraftan suçun işlenmesine mâni olacak cezalar bildirilirken, bir taraftan
da günaha bulaşmış insanlara bundan kurtulma ve hallerini düzeltme yolları
gösterilir. Bunun da başta geleni pişman olup tevbe etmek ve bir daha
işlememeye azimli olmaktır. Âyetin sonunda zikredilen, تَوَّابٌ (Tevvâb) ismi,
yapılan tevbelerin Allah tarafından kabul edileceğine işaret etmekte; حَك۪يمٌ (Hakîm) ismi ise vaz edilen hükümlerin çok
güzel, sağlam ve hikmetli olduğunu göstermektedir.
Âyet-i
kerîmede şöyle buyrulur:
“…Gerçeği
kesin olarak bilen bir toplum için, Allah’tan daha güzel hüküm veren başka kim
olabilir?” (Mâide
5/50)
Şimdi,
iffetli insanları zina ile suçlamanın fert ve toplum vicdanında ne derin
yaralar açtığı ve ne büyük huzursuzluklara sebep olduğu iyice ortaya çıkması
için bizzat Resûlullah (s.a.s.)’in hâne-i saadetinden, onun en mahrem
tarafından pek ibretli bir hâdise nakledilerek buyruluyor ki:
11. O iftirâyı ortaya atanlar içinizden örgütlü küçük bir gruptur. Bu hâdiseyi hakkınızda kötü bir şey olarak görmeyin. Bilakis o sizin için bir hayırdır. O iftirâyı atanlardan her biri işlediği günahın cezasını çekecektir. Ama onlardan bu işin elebaşılığını yapan kimseye daha büyük bir azap vardır.
İslâm;
iffet, hayâ, namus ve faziletler üzerine binâ edilmiş bir aile ve toplum hayatı
ister. Evlilikle alakalı düzenlemeleri, kadın erkek arasındaki ilişkileri ve
tüm beşerî münâsebetleri bu nezâhet esasları üzerine kurar. Bu sebeple kurmak
istediği bu nizamı ihlal edecek tüm yanlış hal ve hareketleri, tutum ve
davranışları yasaklar. Zina ve iftira bunların başında gelir. Bu âyetlerde ise
dünyanın en nezih, en iffetli, en temiz ailesi olan Resûlullah (s.a.s.)’in
ailesinden dikkat çekici bir misâl seçilerek, iffet ve naMûsâ çok değer verilen
toplumlarda çokça rastlanan iftira hâdiseleri karşısında mü’minlerin nasıl bir
tavır içinde olmaları gerektiği hususu tüm tafsilatıyla açıklanmakta ve böyle
durumlarda nasıl davranılması gerektiği net bir şekilde ortaya konmaktadır.
Bu
âyetlerin inmesine sebep olup, Efendimiz’in pâk zevcesi Hz. Aişe ile ilgili
vuku bulan hâdise hülasa olarak şöyle gerçekleşmiştir:
Resûl-i Muhterem (s.a.s.), çıktıkları her
gazveye eşlerinden birini kur‘a ile götürürdü. Hicretin beşinci senesi yapılan
Müreysî gazvesinde kur’a Hz. Âişe’ye çıkmış, beraberinde onu götürmüştü. Gazve
dönüşünde Âişe (r.a.), ordunun konakladığı yerden, ihtiyaç için biraz
uzaklaşmıştı. Döndüğünde ise ordu çoktan hareket etmiş bulunuyordu. Çünkü daha
önce tesettür âyeti inmiş, mü’minlerin anneleri bir yere giderken devenin
hörgücü üzerine konan ve hevdec adı verilen hücre içinde götürülmeye
başlanmıştı. Bu sebeple ordu hareket ettiğinde Hz. Âişe’nin devenin üzerindeki
hevdeçte olduğu zannedilmişti.
Âişe
(r.a.), ordunun ardına düşüp kaybolmaktansa, bulunduğu yerde beklemeyi tercîh
etti. Hafiften uykuya daldı. O sırada kâfileden geri kalanları toplamakla
vazîfeli bulunan Safvân b. Muattal (r.a.) Hz. Âişe’yi fark etti: اِنَّا ِللّٰهِ وَاِناَّ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ “…Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak
O’na dönüyoruz” (Bakara 2/156) âyetini okuyarak kendisinin orada
bulunduğunu duyurdu. Bu ses üzerine Hz. Âişe uyandı. Hz. Safvân tek kelime bile
konuşmadan devesini çöktürdü; Âişe de deveye bindi. Öğle vakti orduya
yetişmişlerdi. Bu durumu gören münafıklar, ellerine bulunmaz bir fırsat geçmiş
gibi bu defâ da ağızlarını çirkin bir iftirâ için açtılar. Hz. Aişe’nin
Saffan’la çirkin bir iş yaptığını söylediler.
Fitne
bir anda bütün orduyu sardı. Hz. Ebûbekir duyduğu müthiş bir ıstırapla:
“Vallahi biz, böyle bir iftirâya câhiliye devrinde bile uğramadık!..” dedi.
Safvân (r.a.) ise derin bir üzüntü içindeydi. Çünkü o, Allah Resûlü
(s.a.s.)’in: “Hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum!..” buyurduğu
güzîde bir sahâbî idi.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.)’in durumuna gelince; en büyük keder, hiç şüphesiz onun mübârek
gönlüne düşmüştü. Çoğu kere evine kapanıyor, insanlarla pek fazla görüşmüyordu.
Bu hususta küçük bir tahkîkat yaptırdı. Hz. Âişe’nin suçlu olduğuna dâir en
ufak bir alâmet bile yoktu. Ancak münafıklar susmuyorlardı. Hâdiseyi en son
duyan, Âişe annemiz oldu. Bu ağır iftirâyı işitir işitmez de müthiş bir
üzüntüye kapıldı. Tarifsiz bir elemle, Peygamber Efendimiz’den izin alarak
babasının evine, mesele hakkında bilgi edinmeye gitti. İşittiği dedikoduları
bir de onlardan dinleyince, âdeta eridi, bir sonbahar yaprağı gibi sarardı
soldu.
Bu
sırada Efendimiz (a.s.), hâdiseyi Hz. Âişe’yle konuşmak istedi. Hz. Ebûbekir’in
evine gidip sevgili eşini:
“–Âişe!
Hakkında bana birtakım sözler ulaştı. Eğer suçsuz isen Allah seni temize
çıkaracaktır” buyurdu. Âlemlerin Efendisi’nin de iftirâlar karşısında küçük bir
tereddüt geçirdiğini hisseden hassas ve ince rûhlu Âişe (r.a.), anne ve
babasına baktı. Onların sustuğunu görünce, nemli gözlerle Allah Resûlü
(s.a.s.)’e şunları söyledi:
“–Vallahi,
iyice anladım ki, siz söylenilenleri duymuş, neredeyse inanmışsınız. Şimdi ben
suçsuzum desem, ki Allah benim suçsuz olduğumu biliyor, inanmayabilirsiniz.
Aksini söylesem hemen inanabilirsiniz. Fakat Allah suçsuz olduğumu biliyor. O
hâlde ben, o söylenenlere karşı Allah’tan yardım istiyorum.”
Artık
işin anlaşılması ve iç yüzünün ortaya konması Sadece ilâhî vahye kalmıştı. Nitekim
çok geçmeden Cenâb-ı Hak, hâdiseyle alâkalı bu âyet-i kerîmeleri indirdi.
Söylenen sözlerin, münafıkların iftirâlarından ibâret olduğu âşikâr belli oldu.
İlâhî beyânlar, hem Hz. Âişe’yi temize çıkarmakta hem münafıkların haksız
ithamlarını yüzlerine vurup onlara azâbı haber vermekte hem de bu iftirâyı
dillerine dolayan gâfilleri îkâz etmekteydi.
Allah
tarafından gelip gerçeği açıklayan bu âyet-i kerîmelerden sonra Resûlullah
(s.a.s.), mütebessim bir şekilde Âişe (r.a.)’ya:
“–Müjde
Âişe! Allah seni temize çıkardı!” buyurdu. Hz. Âişe ise, âyet-i kerîmelerle temize çıkarıldıktan
sonra:
“–Benim
gibi âciz bir kul hakkında âyet ineceğini hiç tahmin etmezdim. Zannederdim ki
Resûlullah (s.a.s.)’in kalbine bir ilham gelecek ve benim mâsum olduğum böylece
ortaya çıkacak!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a hamd etti. Kendisini başından öperek
Resûlullah’ın yanına gitmesini işaret eden babası Hz. Ebûbekir’e de:
“–Ben,
Allah’tan başka kimseye hamd ve teşekkür etmem. Benim beraatımı bildiren
Allah’tır!” diyerek biraz da naz ile kırgınlığını ifade etti. Bunun üzerine
Allah Resûlü (s.a.s.), tebessüm buyurdu. Bir ay süren sıkıntı, Allah’ın lutuf
ve merhameti sâyesinde nihâyete erdi.[1]
İftira
atılan, Resûlullah (s.a.s.)’in eşi, ümmetin annesi, en seçkin sahâbe Hz.
Ebubekir’in kızı ve aynı zamanda ümmetin
en iffetli hanımlarından biri idi. Yalnız bu hâdise dahî, peygamberlerin iptilâ
ve musîbetler karşısındaki tahammül gücünü göstermeye kâfîdir. Bu, kıyâmete
kadar iftirâya uğrayan mazlumlara büyük bir tesellîdir.
Böyle
durumlar karşısında Ebû Eyyûb el-Ensârî ve hanımının sergilediği şu davranış,
kıyamete kadar gelecek bütün mü’minler için örnek olacak keyfiyettedir:
Rivayet
olunduğuna göre Ebu Eyyûb el-Ensarî (r.a.), hanımına:
“-
Söyle bakalım, söylenenler hakkında ne dersin?” dedi. Bunun üzerine o:
“-
Şayet sen, Safvan’ın yerinde olsaydın, Resûlullah (s.a.s.)’in haremine,
hanımına kötülük yapmayı aklından geçirir miydin?” deyince Ebu Eyyûb:
“-
Hayır!” cevabını verdi. Yine:
“-
Şayet ben, Âişe’nin yerinde olsaydım, hiç Allah’ın Rasulü’ne hıyânet eder
miydim? Halbuki Âişe benden, Safvân da senden daha üstündür” dedi. (bk. İbn
Hişâm, es-Sîre, III, 347; Vâkıdî, el-Meğâzî, II,
434)
Kur’ân-ı
Kerîm’de Allah Teâlâ’nın şu dört kişiyi temize çıkardığı haber verilmektedir:
› Hz. Yûsuf’u,
kendisine iftirâ atan kadının ehlinden bir şâhidin dili ile, (bk. Yûsuf 12/
26-29)
› Hz. Mûsâ’yı
yahudilerin dedikodularından, (bk. Ahzâb 33/69)
› Hz Meryem’i,
kucağındaki yeni doğmuş oğlunu konuşturmak sûretiyle, (bk. Meryem 19/29-33)
› Hz. Âişe’yi
de kıyâmete kadar tilâvet edilecek olan Kur’ân-ı Kerîm’deki o azametli
âyetlerle tebrie etmiştir ki, beraatin bu derece belâğatlisi görülmemiş olup
Allah Teâlâ bunu Rasûlü’nün ne kadar yüce bir mertebeye sahip olduğunu
göstermek için yapmıştır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 121)
Bu
zor ve meşakkatli dönemde vahyin hemen gelmeyip uzun süre gecikmesi, Efendimiz
(s.a.s.)’in peygamber olmakla birlikte beşeriyet vasfını tebârüz ettirmek,
vahyin onun şuur ve nefsinden doğan bir hâl olmadığını göstermek ve
müslümanların samîmiyetini imtihan etmek içindir.
İnsanların
iffetlerine böyle taarruzda bulunanlar ve iffetsizliğin yapılmasını arzu
edenler cezasız kalmayacaktır:
[1] bk. Buhârî, Şehâdât 15, 30; Cihâd 64; Meğâzî 11, 34;
Müslim, Tevbe 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 60, 195.
12. Bu iftirâyı işittiğiniz zaman mü’min erkek ve mü’min kadınların birbirleri hakkında güzel şeyler düşünmeleri ve: “Hâşâ! Böyle bir şey olamaz! Bu, düpedüz bir iftirâdır!” demeleri gerekmez miydi?
13. Bu iftirâyı atanlar, iddialarına dâir dört şâhit getirselerdi ya! Madem ki şâhit getiremediler, o halde onlar Allah katında yalancıların tâ kendileridir.
14. Eğer dünyada ve âhirette Allah’ın size lutfu ve merhameti olmasaydı, içine daldığınız bu iftirâ yüzünden size elbette pek büyük bir azap dokunurdu.
15. Çünkü siz o iftirâyı dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyleri ağzınızda geveleyip duruyor, bunun da basit ve ehemmiyetsiz bir şey olduğunu sanıyordunuz. Halbuki o, Allah katında son derece büyük bir günahtı!
16. Onu işittiğiniz zaman: “Böyle bir şeyi ağzımıza almamız bize yakışmaz. Aman Allahım! Bu, büyük bir iftirâdır!” diyerek kestirip atmanız gerekmez miydi?
17. Eğer mü’min kimseler iseniz, böyle bir şeyi bir daha yapmamanız konusunda Allah sizi sakındırıp uyarmaktadır.
18. Allah size âyetlerini böyle açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir; her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
İslâm; iffet, hayâ, namus ve faziletler üzerine binâ edilmiş bir aile ve toplum hayatı ister. Evlilikle alakalı düzenlemeleri, kadın erkek arasındaki ilişkileri ve tüm beşerî münâsebetleri bu nezâhet esasları üzerine kurar. Bu sebeple kurmak istediği bu nizamı ihlal edecek tüm yanlış hal ve hareketleri, tutum ve davranışları yasaklar. Zina ve iftira bunların başında gelir. Bu âyetlerde ise dünyanın en nezih, en iffetli, en temiz ailesi olan Resûlullah (s.a.s.)’in ailesinden dikkat çekici bir misâl seçilerek, iffet ve naMûsâ çok değer verilen toplumlarda çokça rastlanan iftira hâdiseleri karşısında mü’minlerin nasıl bir tavır içinde olmaları gerektiği hususu tüm tafsilatıyla açıklanmakta ve böyle durumlarda nasıl davranılması gerektiği net bir şekilde ortaya konmaktadır.
Bu âyetlerin inmesine sebep olup, Efendimiz’in pâk zevcesi Hz. Aişe ile ilgili vuku bulan hâdise hülasa olarak şöyle gerçekleşmiştir:
Resûl-i Muhterem (s.a.s.), çıktıkları her gazveye eşlerinden birini kur‘a ile götürürdü. Hicretin beşinci senesi yapılan Müreysî gazvesinde kur’a Hz. Âişe’ye çıkmış, beraberinde onu götürmüştü. Gazve dönüşünde Âişe (r.a.), ordunun konakladığı yerden, ihtiyaç için biraz uzaklaşmıştı. Döndüğünde ise ordu çoktan hareket etmiş bulunuyordu. Çünkü daha önce tesettür âyeti inmiş, mü’minlerin anneleri bir yere giderken devenin hörgücü üzerine konan ve hevdec adı verilen hücre içinde götürülmeye başlanmıştı. Bu sebeple ordu hareket ettiğinde Hz. Âişe’nin devenin üzerindeki hevdeçte olduğu zannedilmişti.
Âişe (r.a.), ordunun ardına düşüp kaybolmaktansa, bulunduğu yerde beklemeyi tercîh etti. Hafiften uykuya daldı. O sırada kâfileden geri kalanları toplamakla vazîfeli bulunan Safvân b. Muattal (r.a.) Hz. Âişe’yi fark etti: اِنَّا ِللّٰهِ وَاِناَّ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ “…Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz” (Bakara 2/156) âyetini okuyarak kendisinin orada bulunduğunu duyurdu. Bu ses üzerine Hz. Âişe uyandı. Hz. Safvân tek kelime bile konuşmadan devesini çöktürdü; Âişe de deveye bindi. Öğle vakti orduya yetişmişlerdi. Bu durumu gören münafıklar, ellerine bulunmaz bir fırsat geçmiş gibi bu defâ da ağızlarını çirkin bir iftirâ için açtılar. Hz. Aişe’nin Saffan’la çirkin bir iş yaptığını söylediler.
Fitne bir anda bütün orduyu sardı. Hz. Ebûbekir duyduğu müthiş bir ıstırapla: “Vallahi biz, böyle bir iftirâya câhiliye devrinde bile uğramadık!..” dedi. Safvân (r.a.) ise derin bir üzüntü içindeydi. Çünkü o, Allah Resûlü (s.a.s.)’in: “Hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum!..” buyurduğu güzîde bir sahâbî idi.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in durumuna gelince; en büyük keder, hiç şüphesiz onun mübârek gönlüne düşmüştü. Çoğu kere evine kapanıyor, insanlarla pek fazla görüşmüyordu. Bu hususta küçük bir tahkîkat yaptırdı. Hz. Âişe’nin suçlu olduğuna dâir en ufak bir alâmet bile yoktu. Ancak münafıklar susmuyorlardı. Hâdiseyi en son duyan, Âişe annemiz oldu. Bu ağır iftirâyı işitir işitmez de müthiş bir üzüntüye kapıldı. Tarifsiz bir elemle, Peygamber Efendimiz’den izin alarak babasının evine, mesele hakkında bilgi edinmeye gitti. İşittiği dedikoduları bir de onlardan dinleyince, âdeta eridi, bir sonbahar yaprağı gibi sarardı soldu.
Bu sırada Efendimiz (a.s.), hâdiseyi Hz. Âişe’yle konuşmak istedi. Hz. Ebûbekir’in evine gidip sevgili eşini:
“–Âişe! Hakkında bana birtakım sözler ulaştı. Eğer suçsuz isen Allah seni temize çıkaracaktır” buyurdu. Âlemlerin Efendisi’nin de iftirâlar karşısında küçük bir tereddüt geçirdiğini hisseden hassas ve ince rûhlu Âişe (r.a.), anne ve babasına baktı. Onların sustuğunu görünce, nemli gözlerle Allah Resûlü (s.a.s.)’e şunları söyledi:
“–Vallahi, iyice anladım ki, siz söylenilenleri duymuş, neredeyse inanmışsınız. Şimdi ben suçsuzum desem, ki Allah benim suçsuz olduğumu biliyor, inanmayabilirsiniz. Aksini söylesem hemen inanabilirsiniz. Fakat Allah suçsuz olduğumu biliyor. O hâlde ben, o söylenenlere karşı Allah’tan yardım istiyorum.”
Artık işin anlaşılması ve iç yüzünün ortaya konması Sadece ilâhî vahye kalmıştı. Nitekim çok geçmeden Cenâb-ı Hak, hâdiseyle alâkalı bu âyet-i kerîmeleri indirdi. Söylenen sözlerin, münafıkların iftirâlarından ibâret olduğu âşikâr belli oldu. İlâhî beyânlar, hem Hz. Âişe’yi temize çıkarmakta hem münafıkların haksız ithamlarını yüzlerine vurup onlara azâbı haber vermekte hem de bu iftirâyı dillerine dolayan gâfilleri îkâz etmekteydi.
Allah tarafından gelip gerçeği açıklayan bu âyet-i kerîmelerden sonra Resûlullah (s.a.s.), mütebessim bir şekilde Âişe (r.a.)’ya:
“–Müjde Âişe! Allah seni temize çıkardı!” buyurdu. Hz. Âişe ise, âyet-i kerîmelerle temize çıkarıldıktan sonra:
“–Benim gibi âciz bir kul hakkında âyet ineceğini hiç tahmin etmezdim. Zannederdim ki Resûlullah (s.a.s.)’in kalbine bir ilham gelecek ve benim mâsum olduğum böylece ortaya çıkacak!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a hamd etti. Kendisini başından öperek Resûlullah’ın yanına gitmesini işaret eden babası Hz. Ebûbekir’e de:
“–Ben, Allah’tan başka kimseye hamd ve teşekkür etmem. Benim beraatımı bildiren Allah’tır!” diyerek biraz da naz ile kırgınlığını ifade etti. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.), tebessüm buyurdu. Bir ay süren sıkıntı, Allah’ın lutuf ve merhameti sâyesinde nihâyete erdi.[1]
İftira atılan, Resûlullah (s.a.s.)’in eşi, ümmetin annesi, en seçkin sahâbe Hz. Ebubekir’in kızı ve aynı zamanda ümmetin en iffetli hanımlarından biri idi. Yalnız bu hâdise dahî, peygamberlerin iptilâ ve musîbetler karşısındaki tahammül gücünü göstermeye kâfîdir. Bu, kıyâmete kadar iftirâya uğrayan mazlumlara büyük bir tesellîdir.
Böyle durumlar karşısında Ebû Eyyûb el-Ensârî ve hanımının sergilediği şu davranış, kıyamete kadar gelecek bütün mü’minler için örnek olacak keyfiyettedir:
Rivayet olunduğuna göre Ebu Eyyûb el-Ensarî (r.a.), hanımına:
“- Söyle bakalım, söylenenler hakkında ne dersin?” dedi. Bunun üzerine o:
“- Şayet sen, Safvan’ın yerinde olsaydın, Resûlullah (s.a.s.)’in haremine, hanımına kötülük yapmayı aklından geçirir miydin?” deyince Ebu Eyyûb:
“- Hayır!” cevabını verdi. Yine:
“- Şayet ben, Âişe’nin yerinde olsaydım, hiç Allah’ın Rasulü’ne hıyânet eder miydim? Halbuki Âişe benden, Safvân da senden daha üstündür” dedi. (bk. İbn Hişâm, es-Sîre, III, 347; Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 434)
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’nın şu dört kişiyi temize çıkardığı haber verilmektedir:
› Hz. Yûsuf’u, kendisine iftirâ atan kadının ehlinden bir şâhidin dili ile, (bk. Yûsuf 12/ 26-29)
› Hz. Mûsâ’yı yahudilerin dedikodularından, (bk. Ahzâb 33/69)
› Hz Meryem’i, kucağındaki yeni doğmuş oğlunu konuşturmak sûretiyle, (bk. Meryem 19/29-33)
› Hz. Âişe’yi de kıyâmete kadar tilâvet edilecek olan Kur’ân-ı Kerîm’deki o azametli âyetlerle tebrie etmiştir ki, beraatin bu derece belâğatlisi görülmemiş olup Allah Teâlâ bunu Rasûlü’nün ne kadar yüce bir mertebeye sahip olduğunu göstermek için yapmıştır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 121)
Bu zor ve meşakkatli dönemde vahyin hemen gelmeyip uzun süre gecikmesi, Efendimiz (s.a.s.)’in peygamber olmakla birlikte beşeriyet vasfını tebârüz ettirmek, vahyin onun şuur ve nefsinden doğan bir hâl olmadığını göstermek ve müslümanların samîmiyetini imtihan etmek içindir.
İnsanların iffetlerine böyle taarruzda bulunanlar ve iffetsizliğin yapılmasını arzu edenler cezasız kalmayacaktır:
[1] bk. Buhârî, Şehâdât 15, 30; Cihâd 64; Meğâzî 11, 34; Müslim, Tevbe 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 60, 195.
19. İman edenler arasında hayâsızlığın ve çirkin işlerin yayılmasını isteyenlere dünya ve âhirette can yakıcı bir azap vardır. İşin iç yüzünü Allah bilir, siz bilmezsiniz.
20. Eğer üzerinizde Allah’ın lutfu ve rahmeti bulunmasaydı ve Allah kullarına çok şefkatli, çok merhametli biri olmasaydı, hâliniz nice olurdu?
Toplumda
ahlâkî zafiyet içinde bulunan bir kısım kimseler vardır ki bunlar, iffet ve
hayâyı kendilerine şiâr edinmiş mü’minler arasında her türlü çirkin işlerin
fiilen yayılmasını ve pervasızca dedikodusunun yapılmasını isterler. Bunların
tabii bir olaymış gibi kınamadan sohbetini yapar, yapılmasını da arzu ederler.
Halkı ahlâksızlığa teşvik edecek basın yayın faaliyeti yaparlar. Böyle
davranışlar cezasız kalmayacak, hem dünya hem de âhirette bu kişilere hak
ettikleri cezalar verilecektir. Nitekim ifk hâdisesine sebebiyet veren
mücrimler, nâmuslu bir kadına zinâ isnâd etmiş olduklarından dolayı
cezalandırılmış, iftirâcıların her birine seksen değnek vurulmuştur. (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, VI, 35) Zira bu tür yıkıcı faaliyetlere karşı gerekli
tedbirler alınmadığında, kötülüklerin yayılmasına mâni olmak imkânsız hale
gelebilir. Bu sebeple Allah Resûlü (s.a.s.) buyuruyor ki:
“Allah’ın
kullarını incitmeyiniz. Onları ayıplamayınız. Ayıplarını araştırmayınız. Kim
müslüman kardeşinin ayıbını araştırırsa, Allah da onun ayıbını araştırır,
evinin içinde bile olsa onu rezil eder.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V,
279)
“Bir
kimse müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve âhiretteki
ayıplarını örter.” (Müslim, Zikir 38; İbn Mâce, Mukaddime 17)
“Kardeşinin
ayıbına sevindiğini açıkça belirtme. Çünkü Allah ona merhamet eder, senin
başına da o ayıpladığın şeyi verir.” (Tirmizî, Kıyamet 54)
Bu
bakımdan müslüman bir toplumda insanların ayıp ve hataları örtülmeli, ancak
iffetli ve faziletli davranışlar açıkça konuşulmalı, takdir ve teşvik
edilmelidir. Çirkin fiil ve davranışlar ise ancak gerektiği ölçüde dile
getirilerek değerlendirilmeli, cezalandırılmalı ve bunun ıslah çareleri
üzerinde çalışılmalıdır. Çünkü ferdî gibi gözüken bu fiillerin toplum üzerinde
meydana getirdiği tesiri ve halkın bundan ne kadar etkilendiğini bizim tam
olarak bilmemiz mümkün değildir. Fakat Allah Teâlâ bunu çok iyi bilmekte, bu
sebeple ne yapmamız gerektiğini beyân etmektedir. Bu da O’nun kullarına olan
nihâyetsiz şefkat ve merhametinin bir tecellisidir. Eğer ilâhî rahmetin en
mühim tecellilerinden biri olan Kur’an’la önümüz aydınlanmasa idi, nasıl
davranacağımızı bilemez, perişan hallere düşerdik.
Bu
sebeple buyruluyor ki:
21. Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, bilin ki o, ısrarla hayâsızlığı, çirkin ve kötü işleri yapmayı emreder. Eğer üzerinizde Allah’ın lutfu ve merhameti olmasaydı, sizden hiç kimse ebediyen temize çıkamazdı. Ancak Allah dilediği kullarını temize çıkarır. Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir.
Şeytan
insanın apaçık düşmanıdır. Düşmandan hayır ummak boş bir hayaldir. O daima
hayâsızlığı, edepsizliği, yüz kızartıcı fiilleri, gayr-i meşrû işleri, dinin ve
aklın hoş görmediği kötülükleri emreder durur. Bu sebeple şeytanın izlerini
tâkip etmek yasaklanmaktadır. Pek çok insan ona uyarak helak uçurumlarından
yuvarlanmaktadır. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın lutuf ve merhamet ettiği kimseler
şeytanın şerrinden korunabilmekte, doğru yolu bulmakta ve hâlini ıslah edebilmektedir.
Buna göre kul, daha iyi olabilmek için gayret göstermekle beraber esas yardım
ve başarının Allah’tan geldiğini bilmeli; gönlünü, tüm ümit ve korkularını her
şeyi en iyi şekilde işiten ve bilen Allah’a bağlamalıdır.
Nitekim
bir defasında Allah Resûlü (s.a.s.):
“-
Hiç kimse kendi amelleriyle cennete giremez” buyurdu. Ashâb-ı kirâm:
“-
Sen de mi, ya Rasûlallah?” diye sorduklarında Efendimiz (a.s.):
“-
Ancak Allah’ın beni mağfiret ve rahmetiyle sarıp sarmalamış olması başka” diye cevap
verdi. (Buhârî, Rikâk 18)
Allah’ın hususi mağfiret ve rahmetiyle nefsini
temizleme imkanı bulanlar, güzel ahlâk ve fazilet sahibi olurlar. Bunlardan
beklenen de insanları af ve bağışlama itibariyle faziletli numûnesi davranışlar
sergilemeleridir:
22. İçinizden fazilet ve servet sahibi kimseler, bundan böyle akrabalarına, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere mallarından bir şey vermeyeceklerine dâir yemin etmesinler. Affetsinler, hoş görsünler! Öyle ya, onları bağışlamanıza karşılık Allah’ın da sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Hz.
Ebubekir, Mıstah isimli bir fakire devamlı olarak yardımda bulunurdu. Kızı
Âişe’ye yönelik vuku bulan çirkin iftira hâdisesinde onun da iftirâcılar
arasında yer aldığını görünce, bir daha ona ve âilesine iyilik yapmayacağına
dâir yemin etti. Ebubekir (r.a.)’ın yardımı kesilince Mıstah ve âilesi perişan
bir hâle düştüler. Cenâb-ı Hak, yardımın kesilmesinin ardından bu âyet-i
kerîmeyi inzâl buyurdu. Aynı konuya ışık tutan bir diğer âyet-i kerîmede de
şöyle buyrulur: “Allah’ın adını, olur olmaz ettiğiniz yeminleriniz yüzünden
iyilik yapmanızın, kötülüklerden sakınmanızın ve insanların arasını
düzeltmenizin önünde bir engel hâline getirmeyin. Allah, her şeyi işiten ve
bilendir.” (Bakara 2/224)
Bu
âyet-i kerîmeler Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan merhametinin en müşahhas bir
misâlini teşkil eder. Diğer yönden de fazilet ehlini zirveleştirecek bir hedef
gösterir. Âyetlerin inişinden sonra Ebubekir (r.a.):
“–Ben
elbette Allah’ın beni bağışlamasını severim!” dedi. Ardından yemin keffâreti
vererek, yapmış olduğu iyiliğe devam etti. (Buhârî, Meğâzî 34; Müslim, Tevbe
56; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 546)
Yani
Hz. Ebubekir, kendi kızına iftira atan adama dahî yardımını esirgemedi. Bu da
o mübârek sahâbînin kâbına varılmaz faziletini gösteren bâriz bir misâldir.
Âyet-i
kerîme bizleri iyiliğe ve güzelliğe çağırmakta, kötülük yapanlara kötülükle
muameleden vazgeçip hatta kötülüğe iyilikle muameleye davet etmektedir. Enes b.
Mâlik (r.a.), Allah Resûlü (s.a.s.)’in bizleri affa teşvik eden bir hâdis-i
şerîfini şöyle nakleder:
Resûlullah
(s.a.s.) aramızda oturuyordu, azı dişleri görününceye kadar güldüğünü gördük.
Hz. Ömer:
“–
Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Rasûlü! Sizi böyle güldüren nedir” diye
sordu. Efendimiz şunları anlattı:
“–
Ümmetimden iki kişi Yüce Rabbimizin huzurunda diz çöktüler. İçlerinden biri:
«–
Ey Rabbim, benim hakkımı kardeşimden al» dedi. Allah Teâlâ:
«–
Hakkını kardeşinden nasıl alayım, zira onun hiçbir iyiliği kalmamıştır»
buyurdu. O:
«–
Öyleyse günahlarımın bir kısmını ona yükle» dedi.”
Bu
sırada Allah Resûlü ağladı, gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı ve şöyle
buyurdu:
“–
Kıyamet günü öyle dehşetli bir gündür ki, o günde insanlar günahlarının
başkalarına yüklenmesine son derece ihtiyaç duyarlar.”
Sonra
şöyle devam etti:
“Allah
Teâlâ hakkını talep eden kişiye:
«–
Gözlerini kaldır ve cennetlere bak» buyurdu. Adam başını kaldırdı ve:
«–
Yâ Rabbi! Altından yapılmış şehirler, altından yapılmış ve incilerle süslenmiş
saraylar görüyorum. Bunlar hangi peygamber, hangi sıddîk veya hangi şehîd için
hazırlandı?» dedi. Cenâb-ı Hak:
«–
İstersen sen buna sahip olabilirsin» buyurdu. Adam:
«–
Ne ile?» deyince Allah Teâlâ:
«–
Kardeşini affetmek suretiyle» buyurdu. Adam:
«–
Ey Rabbim, kardeşimi affettim» dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ:
«–
Kardeşinin elinden tut ve onu cennete götür» buyurdu.”
Bu
hâdiseyi anlattıktan sonra Resûl-i Ekrem (s.a.s.):
“–
Allah’a karşı gelmekten sakının ve aranızı ıslaha çalışın. Gördüğünüz gibi
Allah Teâlâ müslümanların arasını ıslah ediyor” buyurdu.
(Hâkim, el-Müstedrek, IV, 620)
Fakat
bazı günahlar var ki, Allah onları ısrarla yapmaya devam edenleri affetmeyecek,
bilakis cezalarını verecektir:
23. Kötülüğü aklından geçirmeyen iffetli mü’min kadınlara zinâ isnâdında bulunanlar, dünya ve âhirette lânetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır.
24. Kıyâmet günü kendi dilleri, elleri ve ayakları bütün yaptıklarını itiraf edip onlar aleyhinde şâhitlik yapacaktır.
25. O gün Allah onlara hak ettikleri cezayı eksiksiz verecek; onlar da Allah’ın hakkı, adâleti tam sağlayan ve kendisinden hiçbir şeyin gizlenemeyeceği mutlak Hak olduğunu bileceklerdir.
Burada
övgüye lâyık kadınların üç vasfına yer verilir:
›
اَلْمُحْصَنَاتُ (muhsanât), kendilerine
isnad edilen zinâ ve çirkin işlerden uzak olan iffetli kadınlar.
›
اَلْغَافِلَاتُ (gâfilât), zinâdan, zinayla ilgili düşünce ve
fiillerden hatırlarına hiçbir şey gelmeyen, duygu dünyaları tertemiz kadınlar.
Dolayısıyla “gâfilât” kelimesi, “muhsanât” kelimesinin ifade edemediği nezâhet
ve temizliği ifade etmektedir.
›
اَلْمُؤْمِنَاتُ (mü’minât), inanılması gereken her şeye
inanan, hakiki ve tafsili bir imanla muttasıf olan kadınlar.
Hz.
Aişe, Efendimiz’in diğer eşleri, iffet, nezâhet ve temizlik bakımından onlara
yaklaşmaya çalışan diğer mü’min kadınlar buna misaldir. Onların birine iftirâ
atmak hepsine iftira atmak gibi günahtır. Bu sebeple, iftirâ atılan sadece Hz.
Aişe olmakla birlikte, bu mânaya dikkat çekmek için çoğul sîgası
kullanılmıştır.
Bu
gibi temiz ve iffetli kadınlara iftirâ atanlar hem dünyada hem de âhirette
lânetleneceklerdir. Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onlara
olacaktır. Allah’ın lânet etmesi, dünyada kuldan yardım ve bereketini kesmesi,
âhirette de onu cezalandırmasıdır. Meleklerin ve insanların lâneti ise onlara
beddua etmeleridir. Bu ebedî lânetten başka, onlar için bir de günahlarının
büyüklüğü sebebiyle çok büyük bir azap olacaktır. Nitekim Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.):
“-
Helâk eden yedi şeyden sakının!” buyurunca, sahabîler:
“-
Bunlar hangileridir, ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordular. Bunun üzerine
Peygamberimiz (a.s.):
“Allah’a
ortak koşmak, sihir yapmak, Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı cana haksız
yere kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, evli,
namuslu ve kötülüğü aklından bile geçirmeyen kadınları zina ile suçlamaktır” buyurdu.
(Buhârî, Hudûd 44; Müslim, İman 145)
Bu
günahların hepsinden kaçınmak gerekir. Zira o gün yaptıkları günahlara
insanların bizzat kendi dilleri, elleri ve ayakları şâhitlik yapacaktır. Allah
Teâlâ da onlara hak ettikleri ceza ne ise onu eksiksiz verecektir. Onlar,
dünyada iken varlığından gaflet içinde oldukları Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’an’da
beyân buyurduğu zat ve sıfatlarıyla gerçekten var olduğunu, hiçbir şeyin O’ndan
gizli kalamayacağını kesinlikle bilecektir. Çünkü o gün gözlerden perde
kalkacak, her şey açıkça görülecektir. Allah Teâlâ buyurur:
“Doğrusu
sen bundan derin bir gaflet içindeydin. Ama şimdi gerçekleri görmeni engelleyen
perdeni kaldırdık; bugün bakışların pek keskindir” (Kâf 50/22)
Dünya
hayatında iyilerle kötüler, iyiliklerle kötülükler, temiz olan ile temiz
olmayan, helâl ile haram münâsebetlerinde; özellikle kadın erkek ilişkilerinde
cereyân eden ilâhî sosyolojik ve psikolojik kanunlara işaret etmek üzere
buyruluyor ki:
26. Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara yakışır. Temiz ve iffetli kadınlar temiz ve iffetli erkeklere, temiz ve iffetli erkekler de temiz ve iffetli kadınlara yakışır. Bu temiz insanlar, iftirâcıların kendilerine isnat ettikleri suçlardan uzaktır. Onlar için bir bağışlanma, bol ve güzel bir rızık vardır.
İşaret
edilen bu sosyolojik ve psikolojik kanunlar çerçevesinde âyetle ilgili şu
izahlar yapılabilir:
Birincisi;
iffetsiz, zinakar kadınlar zinakar erkeklere yakışır. Böyle kadınlar sadece
böyle erkeklere nasip olur. Çünkü Allah Teâlâ’nın görevlendirdiği bir melek
vardır. Bu melek, aralarında benzerlikler bulunanları birbirlerine yönlendirip
kaynaştırır. Zinâ eden erkekler de zinâ eden kadınlara yakışır. Çünkü ortak
vasıfları taşımak, bir araya gelip bir birlik oluşturmanın şartlarından
biridir. Zinâdan uzak olan iffetli kadınlar iffetli erkeklere, iffetli erkekler
de iffetli kadınlara yakışır. Çünkü iffetli erkekler, iffetli kadınları bırakıp
iffetsiz olanlara talip olmazlar. İffetli olan erkek ve kadınlar iftiracıların
dedikodularından çok uzaktır. Onların insan olmaları hasebiyle işledikleri
başka hataları için bağışlanma vardır. Onlar dünyada helâl rızıklara, âhirette
ise daha güzel, bol ve kesintisiz olan cennet nimetlerine erişeceklerdir. Buna
göre Resûlullah (s.a.s.)’in temizlerin en temizi, iffetlilerin en iffetlisi,
bütün insanların en hayırlısı olması, Hz. Aişe’nin de en temiz ve en iffetli
kadın olduğunu ortaya koymaktadır. Zaten “Bu temiz insanlar, iftirâcıların
kendilerine isnat ettikleri suçlardan uzaktır” (Nûr 24/26) ifadesi, onun
hakkında uydurulan iftiranın kesinlikle yalan olduğunu haber vermektedir.
İkincisi;
kötü sözler, kötü erkek ve kadınlar için olup onlar hakkında söylenmesi lâyıktır.
Kötü sözün iyiler hakkında söylenmesi uygun düşmez. Aynı şekilde erkek ve
kadınlardan kötü olanlar, haklarında kötü sözlerin söylenmesine lâyıktır. Güzel
sözler, iyi erkek ve kadınlara lâyıktır. İyi erkek ve kadınlar da haklarında
güzel sözler söylenmesine lâyıktır. İşte bu iyi ve temiz insanlar, haklarında
kötü insanların söylediklerinden uzaktır. Buna göre âyetin iniş gayesi, Hz.
Aişe’nin zinadan uzak olduğunu bildirmektir.
Üçüncüsü;
kötü sözler ancak kötü olan erkek ve kadınlardan çıkar. Temiz insanlardan böyle
şeyler sâdır olmaz. Kötü erkek ve kadınlar da, ifk hadisesine iştirak edenlerin
yaptığı gibi, kötü söz söylemeye alışıktırlar. Çünkü kabın içinde ne varsa
dışarı o sızar. İyi sözler ise ancak iyi erkek ve kadınlardan sadır olur.
Kötülerden böyle şeyler hasıl olmaz. İyi erkek ve kadınlar da iyi sözler
söylemeye alışıktırlar. Onlardan iyi sözden başkası duyulmaz. İşte bu iyi
insanlar, kötü insanların söylediği kötü sözleri söylemekten uzaktır. Onlar, bu
gibi kötü şeyleri asla ağızlarına almazlar.
Dördüncüsü;
Allah’ın haram kıldığı amelleri gönüllü olarak ancak onları tercih eden kötü
insanlar yaparlar. Onlar, hep bu tür amellere meylederler. Herkes kendine layık
olan şeye meyyâldir. Buna göre fiil de failine layıktır. Herhangi bir iş yapan
kimse, yaptığı o işle bizzat kendisinin temiz mi pis mi, değerli mi değersiz
mi, şerefli mi şerefsiz mi olduğunu ortaya koyar. Yine kötü haller, nefsânî
arzular, şehvetler bunlara layık olan habis ruhlu kimselere layıktır. Çünkü
sıfat sahibinden, sahibi de sıfatından ayrılmaz. Aynı şekilde haram mallar,
yiyecekler ve içecekler de rütbesi o seviyede olan ve himmetini bunlar üzerine
teksif eden kişilere layıktır. Habis ruhlu insanlar ancak böyle haram mallara
meylederler; böyle haram mallar da ancak o habislere nasip olur. Buna mukâbil
Allah’ın râzı olduğu ameller ve taatler temiz insanlardan sadır olur. Onlar
böyle amelleri tercih eder ve onları yerine getirmek için çalışıp çabalarlar.
Yine güzel haller, ulvî duygular, nefsâniyetten sıyrılarak hakka yaklaşma iştiyakı
bu gibi güzel ve temiz insanlara aittir. Onlar himmetlerini her türlü âdi,
basit ve değersiz şeylerden yükseklerde tutarlar; ancak gerçek izzet sahibi
Rabbin huzurunda boyun eğer, tezellül gösterirler. Aynı şekilde temiz ve helâl
mallar, yiyecekler ve içecekler de bu gibi temiz insanlara layıktır. Onların
kazandıkları ve kullandıkları mallarda ne şeriat açısından bir pürüz ne de
yaratıklar açısından bir minnet söz konusudur.
Şimdi
de aile mahremiyetinin korunmasını ve bu hususlarda ortaya çıkabilecek kötülüklerin
önüne set çekilmesini sağlayan ilâhî buyruklar gelmektedir:
27. Ey iman edenler! Başkalarına ait evlere, sakinlerinin iznini almadan ve onlara selâm vermeden girmeyin. Böyle yapmanız, hakkınızda en hayırlı ve münasip olandır. Umulur ki düşünür, hikmetini anlar ve buna göre davranırsınız.
28. Şâyet orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size “Geri dönün!” denirse derhal dönün. Bu, sizin için daha temiz, daha nezih bir davranıştır. Allah, bütün yaptıklarınız hakkıyla bilir.
29. İçinde oturulmayan, fakat herkesle birlikte sizin de faydalanma hakkınız bulunan evlere, yerlere izinsiz girmenizde bir sakınca yoktur. Ama unutmayın ki Allah, gerek açığa vurduğunuz gerekse gizli tuttuğunuz bütün düşünce ve niyetlerinizi bilmektedir.
Sûrenin
ilk âyetlerinde beyân edilen hükümler, kötülüklerin toplumda ortaya çıktıkları
sırada yok edilmesini hedeflemektedir. Bu ve bundan sonraki birkaç âyette
getirilen hükümler ise, kötülüğe daha vuku bulmadan mâni olmak, toplumu ıslah
etmek ve kötülüğün ortaya çıkıp yayılmasına sebep olacak durumların kökünü
kazımak hedefini taşımaktadır. Bu vesileyle başkalarının evlerine rastgele
giriş yasaklanmakta, karşı cinslerin serbestçe karışımı önlenmekte, kadınların
zînetleri ve makyajlarıyla yabancı erkeklere görünmesinin önüne set çekilmekte,
fuhuş yasaklanmakta, erkeklerle kadınlar uzun süre bekâr kalmamaya teşvik
edilmekte, köle ve cariyeleri bile evlendirmekten başka toplumu şerden
temizlemenin yolunun bulunmadığı açıkça gösterilmektedir. Görüldüğü üzere ilâhî
hukuk, kötülüğü sadece yasaklamak veya suçluya belli bir ceza vermekle
kalmamakta, kötülüğe yol açacak ve insanları kötülüğü işlemeye itecek tüm
unsurları da ortadan kaldırmaktadır.
Bu
üç âyette evlere giriş âdabı öğretilmektedir. Şöyle ki:
Birincisi;
İslâm öncesi Arap âdetine göre, insanlar birbirlerinin evlerine yalnızca “iyi
sabahlar” ya da “iyi akşamlar” diyerek izin almadan serbestçe girerlerdi.
Önceden haber verilmeden yapılan böyle girişler bazan ev halkının ve kadınların
gizliliğini ihlal ederdi. Allah, herkesin kendi evinde bir gizliliği
olabileceği ve dolayısıyla kimsenin bir başkasının evine ev halkının izni
olmadan habersizce giremeyeceği kâidesini koydu.
Rivayete
göre Ensar’dan bir kadın:
“-
Ey Allah’ın Rasûlü! Ben evimde babam olsun, oğlum olsun hiç kimsenin görmesini
istemediğim bir hal üzere bulunabiliyorum. Ben bu halde iken babam gelir yanıma
girer, yine ailemden bir başka adam çıkıp gelebilir. Ne yapmamı tavsiye
ederseniz?” dedi. Bunun üzerine bu 27. âyet-i kerîme nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
XVIII, 147)
Buna
göre başkalarına ait olan evlere, aynı ev içerisinde de başkalarının kaldığı
odalara girerken izin istemeli, girmek için onay almalı, oraya girmemizde
herhangi bir sakınca olmadığı noktasında hem kendi kalbimiz hem de evdekilerin
kalbi mutmain olmalı ve hâne halkına selam vererek oraya girmeliyiz. Çünkü
evlerin, kişilerin kaldıkları özel yerlerin bir mahremiyeti vardır. İslâm bu
mahremiyetin korunmasına çok önem vermektedir. Gizlilik hakkı sadece evlere
girişle alakalı olmayıp bir evi dışarıdan gözleme, kapı aralığından bakma,
içerde konuşulanları dinleme, hatta bir başkasının mektubunu izinsiz okumaya
kadar uzanmaktadır. Resûlullah (s.a.s.)’in bu konuda pek çok dikkat çekici
beyânları vardır.
Resûlullah (s.a.s.); “İzin istemek gözün evin
ayıplarını görmemesi için şart kılınmıştır” (Buhârî, İsti’zân 11)
buyurarak mahremiyeti ihlâlin, Sadece bir yere girmekle değil aynı zamanda
bakmakla da meydana geldiğini belirtir. Bu bakımdan kişi herhangi bir yere girmek
üzere izin almak istediğinde Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in âdeti veçhile, kapının
biraz gerisinde, sağ ya da sol yanını dönerek durmalıdır. (Ebû Dâvûd, Edeb 127)
Başkasının evine pencere veya anahtar deliği
gibi yerlerden bakmak ve içeridekileri gözetlemek, şahsiyetli bir mü’mine
kesinlikle yakışmayan bir davranıştır. Zîra bu davranış, bakan açısından ahlâkî
düşüklük ve hasta ruhluluk, bakılan için de mahcûbiyet ve huzursuzluk
kaynağıdır. Nitekim bir adam, Resûlullah Efendimiz’in kapısındaki bir delikten
evin içine bakmıştı. O esnâda Resûlullah’ın elinde bir tarak vardı. Adamın bu
davranışını farkeden Efendimiz şöyle buyurdu:
“Senin beni gözetlediğini bilmiş olsaydım, bununla gözünü oyardım. İzin
istemek, evin içerisi görülmesin diye emredilmiştir.” (Müslim, Âdâb 40-41) Yine Efendimiz (s.a.s.): “Bir kimse, izinleri olmaksızın insanların evinin içine bakarsa, gözünü
çıkarmaları onlara helâl olur” (Müslim, Âdâb 43) buyurarak, böyle
insanların ne kadar büyük bir suç ve günah işlediklerine dikkat çekmiştir. Burada
Allah Resûlü’nün, bakanın gözünü çıkarmanın helâl olduğunu söylemesi, yapılan
edepsizliğin ne kadar insanlık dışı ve kötü bir davranış olduğunu anlatmak
içindir.
Asr-ı saadette evler, hurma dallarından,
çoğunlukla tek katlı ve basit yapılarda inşâ edildiği için o gün insanlar kapı
önünde, evdekilerin duyabileceği bir sesle “Selâmun aleyküm, girebilir miyim?”
demek sûretiyle izin talep ediyorlardı. Nitekim bu duruma uymayan sahâbîlerin
Resûlullah tarafından te’dib edildiğini görmekteyiz. Kilde b. Hanbel (r.a.) diyor ki, Resûlullah
(s.a.s.)’in yanına gittim ve selâm vermeden huzuruna girdim. Bunun üzerine
Efendimiz:
“– Geri dön ve «es-Selâmü aleyküm, girebilir miyim?» de” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Edeb 127)
Benî Âmir’den bir zât, Allah Resûlü evde
iken, “İçeri gireyim mi?” diye izin istemişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz
hizmetçisine: “ Çık, bu adama izin
istemeyi öğret. Önce «es-Selâmü aleyküm» desin, sonra «Gireyim mi?» diye
sorsun” buyurdu. Adam Peygamberimiz’in söylediklerini duyarak: “es-Selâmü
aleyküm, girebilir miyim?“ dedi. Bunun üzerine Efendimiz izin verdi, o da içeri
girdi. (Ebû Dâvûd, Edeb 127)
İkincisi; herhangi bir evin kapısını çalarak
izin isteyen kimse, bu işi en fazla üç defa tekrarlamalı, cevap verilmediği
takdirde ısrarcı olmamalıdır.
Efendimiz (s.a.s.):
“İzin istemek üç defâdır. İzin verilirse
girersin, verilmezse geri dönersin” buyurmuştur.
(Buhârî, İsti’zân 13) Bununla birlikte içerdekiler tarafından duyulmadığını
zanneden kimsenin, kapıyı daha fazla çalmasında bir mahzur yoktur. Eğer
içeriden: “Geri dönün!” denilirse, orada beklenilmeden derhal geri
dönülmelidir.
Üçüncüsü; faydalanmamıza açık bulunan veya
içinde bir eşyamızın bulunduğu, fakat kimsenin oturmadığı evlere girerken izin
istemeye gerek yoktur. Mesela herkese açık olan hanlar, hamamlar, oteller,
misafirhaneler ve dükkanlar bu kabilden yerlerdir.
Rivayete göre izin istemeyi emreden 27.
âyet-i kerîme nâzil olduktan sonra bir kısım sahâbe bu işte çok dikkatli
davranmaya başladılar. İster harabe olsun, ister orada kimseler yaşasın, nereye
giderlerse mutlaka selâm verir ve izin isterlerdi. Bunun üzerine 29. âyet-i
kerîme nâzil oldu ve Yüce Allah bu âyet-i kerîme ile kimsenin yaşamadığı bir
ev ya da yere girmek için izin isteme mecburiyetini kaldırıp izinsiz girmeyi
mubah kıldı. Çünkü izin istemenin sebebi, sadece kişinin kendisi için
görülmesi haram olan şeyleri görme korkusudur. Böyle bir sebep ortadan kalkınca
hüküm de ortadan kalkar. (Kurtubî, el-Câmi‘, XII, 221)
İslâm, kişiyi harama götürecek bütün yolların
kapatılması maksadıyla daha sıkı önlemler almakta, haram ateşinin belki de
başlangıç kıvılcımını oluşturacak ilk merhaleyi bile dikkatten uzak tutmayarak
mü’min erkek ve mü’min kadınların bakışlarını kontrol etmelerini istemektedir:
30. Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar; iffet ve namuslarını korusunlar. Bu, onlar için daha temiz ve daha nezih bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların bütün yaptıklarını en iyi bilmektedir.
Kişiyi
harama sevk eden yolların başında gözler gelir. Görmek kalbe açılan en büyük
kapıdır. Oraya ulaşan duyu kanallarının en mükemmelidir. Bu sebeple haramlardan
ve fitneye düşmekten korkulan hususlardan gözlerin sakındırılması büyük önem
arz etmektedir. Bu âyette de önce mü’min erkeklere hitap edilerek gözlerin her
durumda tamamen kapatılması değil; haramlara bakmaktan, gerek dışarıda gerek
içerde, gerek başkalarının evlerine girerken çıkarken, otururken kalkarken
gözleri dikmekten, ayıp bir şey görmekten korunması istenmektedir.
Şiblî
(r.h.)’e: “Gözlerini korusunlar” âyetinin ne mânaya geldiği sorulmuş, o da:
“Baş
gözlerini haram olan şeylerden, kalp gözlerini de Allah’ın dışındaki şeylerden
çeksinler” demiştir.
Resûlullah
(s.a.s.): “Yollarda oturmaktan sakınınız” buyurunca, ashâb-ı kirâm
(r.a.):
“-
Ey Allah’ın Rasûlü! Bizim için orada oturmak kaçınılmaz bir şeydir. Biz oralarda
sohbet ederiz” dediler. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.):
“-
Madem oturmaktan başka şeyi kabul etmiyorsunuz, o takdirde yolun hakkını verin” buyurdu.
“-
Yolun hakkı nedir, ey Allah’ın Rasûlü!” dediklerinde de şöyle buyurdu:
“-
Gözün haramdan sakınılması, rahatsızlık verici şeylerin önlenmesi, selâmın
alınması, iyiliğin emredilip kötülüğün sakındırılması.” (Buhârî,
Mezâlim 22; Müslim, Libâs 114)
Resûlullah
(s.a.s.)’in Hz. Ali’ye yaptığı: “Bir baktığında arkadan bir daha bakma.
Birinci bakış hoş görülebilir fakat ikinciye hakkın yoktur” (Ebû Dâvûd,
Nikah 43) şeklindeki hatırlatma, bu hususta mühim bir ölçüyü beyân etmektedir.
Çünkü insan belki ilk nazarına hâkim olamayabilir, fakat ikincisine hâkim olma
imkânı vardır.
Peygamberimiz
(s.a.s.) bir başka vesileyle şöyle buyurur:
“Kim
bana iki çenesinin ve iki bacağının arasını garanti ederse, ben de ona cenneti
garanti ederim.” (Buhârî, Rikāk 23)
Âyette
“iffet ve namus” olarak tercüme edilen اَلْفَرَجُ
(ferc) kelimesi, hakiki olarak üreme organları, mecazi olarak da iffet ve namus
mânasına gelir. Kur’an’da “fercin korunması” istendiğinde bundan maksat onun
zinadan korunmasıdır. Ancak bu âyet-i kerimede, hakiki mânasıyla birlikte onu
gözlerden korumak ve bunun için örtmek mânası da kastedilmiştir. Zaten onu
gözden koruma emri, evleviyetle onu zinadan da koruma mânasını ifade etmektedir.
Tıpkı ana babaya “Öf!” deme emrinin, evleviyetle onlara bağırmayı, çağırmayı ve
vurmayı yasaklaması gibi.
Erkeğin
başkalarının gözlerinden sakınması gereken yerleri sadece üreme organı değil,
tüm avret yerleridir. Bunun asgari sınırı, Hanefi mezhebine göre göbekle diz
kapaklarına kadar olan kısımdır. Diz kapakları da bu sınıra dâhildir. Yalnız bu
sınırlar, erkekler arasında riâyet edilmesi gereken sınırlardır. Erkeğin
yabancı kadınlara karşı örtüp sakınması gereken yerler daha farklıdır. Burada
yasak sınırı, normal şartlarda karşı tarafı tahrik edebilecek, ona karşı cinsî
câzibeyi artıracak takılar, kokular, vücut teşhiri gibi nesneler ve
davranışları da içine almaktadır.
Hâsılı
âyetin gösterdiği istikâmette mü’min erkekler, mümkün olduğu nispette iffetli
olmaya gayret göstereceklerdir. Resûlullah (s.a.s.)’in şu hadis-i şerifi bize
bu konuda gösterilmesi lazım gelen hassâsiyeti çok güzel bir şekilde izah
etmektedir.
Sahâbe-i
kirâmdan biri:
“-
Ey Allah’ın Rasûlü! Biz mahrem yerlerimizden neyi gizleyelim, neyi
gösterelim?” diye sordu. Peygamberimiz (s.a.s.):
“-
Sen mahrem yerini hanımın ya da cariyen dışında herkesten korumalısın” buyurdu.
Adam:
“-
Peki kişi kendisi gibi bir erkek ile birlikte bulunursa?” diye sorunca,
Efendimiz (s.a.s.):
“-
Eğer onun görmemesini sağlayabiliyorsan, bunu sağla” buyurdu. Bu
sefer:
“-
Peki kişi ya tek başına kalırsa?” diye sorunca da:
“-
Allah kendisinden haya edilmeye insanlardan daha layıktır” buyurdu.
(Buhârî, İsti’zân 2)
Hz.
Âişe’nin, Resûlullah (s.a.s.)’le kendisinin durumunu söz konusu ederek: “Ne
ben onunkini gördüm, ne de o benimkini” (İbn Mâce, Nikah 28) buyurması, bu
husustaki edep inceliklerini ortaya koyar.
İfetlerini
koruma ve örtünme konusunda mü’min kadınların yapması gerekenlere gelince:
31. Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar; iffet ve namuslarını korusunlar. Mecbûren görünen kısımları müstesnâ, güzelliklerini ve süslerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine kadar örtsünler. Güzelliklerini ve süslerini; kocalarından, babalarından, kayınpederlerinden, kendi oğullarından, üvey oğullarından, erkek kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin oğullarından, kız kardeşlerinin oğullarından, müslüman kadınlardan, kendi câriyelerinden, erkeklikten kesilip kadınlara ihtiyaç duymayan hizmetçilerden veya henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Bir de gizledikleri güzelliklere, süslere dikkat çekecek ve erkeklerde arzu uyandıracak şekilde ayaklarını yere vurarak yürümesinler. Ey mü’minler! Hepiniz tevbe ederek Allah’a yönelin ki kurtuluşa eresiniz.
Bu
âyet-i kerîmede mü’min kadınlardan şu hususlar talep edilmektedir:
Biirncisi;
gözlerini bakılması haram olan şeylerden çevirecekler. Ümmü Seleme (r.a.)’nın
naklettiği şu hadise ne kadar dikkat çekicidir. Şöyle anlatıyor:
“Ben
Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in yanında bulunuyordum. Meymûne de oradaydı.
Derken âmâ sahâbî Abdullah b. Ümmi Mektûm çıkageldi. Bu olay örtünme âyeti
geldikten sonra idi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.):
«-
Örtülerinizi üzerinize alın» buyurdu. Biz de:
«Ey
Allah’ın Rasûlü! O âmâ değil mi? Bizi görmez, tanımaz» dedik. O zaman Allah
Resûlü (s.a.s.):
«-
Siz de mi âmâsınız, siz de mi onu görmüyorsunuz?» buyurdu.”
(Ebû Dâvûd, Libâs 34; Tirmizî, Edeb 29)
İkincisi;
ırzlarını ve iffetlerini muhafaza edecekler.
Üçüncüsü;
görünmesinde sakınca olmayan, mecbûren görünen yerleri dışındaki zînetlerini,
zînet taktıkları yerlerini, câzibe ve güzelliklerini açığa vurmayacaklar:
Âyette
bahsedilen اَلزّ۪ينَةُ (zînet), ister
doğuştan olsun ister sonradan olsun insanı başkalarının gözünde süsleyen ve
güzelleştiren şeylerdir. Buna göre daha çok kadınların taktıkları altın, gümüş,
inci gibi süs eşyasına zînet denmekle beraber, özellikle kadının câzip
yerlerine de zînet denebilir. Âyet-i kerîmede zînet ile, takılan süs eşyasından
çok, bu eşyanın takıldığı zînet yerleri kastedilir. Çünkü takılan zînetin
gösterilmesi haram olmakla zînetin takıldığı yerin gösterilmesi de haram olur.
(bk. Kurtubî, el-Câmi‘, XII, 153; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, III, 283)
İstisnâ
edilen “mecbûren açılan” veya “görünmesinde sakınca olmayan” kısmını ashâb-ı
kirâmdan Hz. Ali, İbn Abbas, İbn Ömer, Enes, tabiîlerden Saîd b. Cübeyr, Atâ,
Mücâhid, Dahhâk, müctehid imamlardan Ebû Hanîfe, Mâlik ve Evzâî’nin de dâhil
olduğu İslâm âlimlerinin çoğunluğu “yüz ve bileklere kadar eller” olarak
anlamışlardır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIII, 92-93) Diğer bir kısım
sahabî, tabiîn, İmam Şâfi ve İmam Ahmed b. Hanbel’e göre kadının yüz ve
ellerinin açılması da haramdır. Dolayısıyla açılmasına müsaade edilen dış
zînet, âyet-i kerîmede kullanılan ظَهَرَ
(zahara) fiilinin özelliği gereği kendiliğinden açılan zînettir ki, bunun
“eller ve yüz” olması mümkün değildir. Çünkü bunları kapatma imkânı vardır ve
kendiliğinden açılması söz konusu değildir. Bu, kadının iradesi dışında rüzgar
vs. ile açılan zîneti olmalıdır. Sözkonusu âyetle zînetin ikinci zikredilişinde
bu istisnânın olmaması da bunu gösterir. Yahut da bu, zâten kapatma imkânı
olmayan dış elbiseden ibarettir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIII, 92-93;
Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, V, 172; Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 186)
İbnü’l-Cevzî,
Ebû Hayyan, Ebussuud, Mevdûdî, Muhammed Hamîdullah gibi âlimler, özellikle
“cilbâb” ayetinden de (bk. Ahzâb 33/59) hareketle kadının yüzünün örtülmesinin
farz olduğunu söylerler. (bk. Ebu Hayyan, el-Bahru’l-muhît, VII, 250;
Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, IV, 457; Muhammed Hamidullah, İslâm
Peygamberi, II, 1330-1337)
Ayetteki
“mecbûren görünen” mücmel ifadeyi az da olsa farklı tefsir eden âlimler,
kadınların istisnâ dışında kalan zînetlerini, zînet yerleri olan saç, baş,
boyun, kulak, gerdan, göğüs, kol ve bacakların örtülmesi olarak anlamışlar ve
bunlardan herhangi birini açmalarının caiz olmadığı hükmünde ittifak
etmişlerdir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVIII, 93-94; Fahreddin er-Râzî,
Mefâtîhu’l-gayb, XXIII, 201-210; Kurtubî, el-Câmi‘, XII, 152-153;
Cassas, Ahkâmu’l-Kur’ân, V, 172-175)
Kadınların
örtünmesiyle ilgili diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey
Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına söyle evlerinden
dışarı çıktıkları zaman dış örtülerini üzerlerine alsınlar. Bu, onların iffetli
kadınlar olarak tanınmaları ve kötü insanlar tarafından sözlü veya fiilî tacize
uğrayıp incitilmemeleri açısından en uygun yoldur. Allah, çok bağışlayıcıdır,
engin merhamet sahibidir.” (Ahzâb 33/59)
Bu
âyet-i kerîmede müslüman kadınların evlerinden çıkarken üstlerine vücut
hatlarını belli etmeyecek bir dış elbise almaları, ev kıyafetleri ile sokağa
çıkmamaları emredilmektedir. Bütün müfessirler, tabirleri değişik olsa da,
mefhumda birleşerek âyetteki “cilbâb”dan maksadın, kadının elbiseleri üzerine
giyilen ve bütün vücûdu örten bir örtü, elbise olduğunda ittifak etmişlerdir.
Bu sebeple zamanımızda kadınların ev kıyafetleri üzerine pardesü, manto vb. bir
dışarı elbisesi giymeleri gerekmektedir. Ayet, setr-i avreti değil, onun
üzerine fazlasını emretmektedir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXII, 33;
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXV, 230; Ebu Hayyan, el-Bahru’l-muhît,
VII, 250)
Dördüncüsü;
başörtülerini boyun, gerdanlık vs. kapatacak şekilde yakaları üzerine
salıverecekler:
Âyette
geçen اَلْخُمُرُ (humur), sözlük
anlamında “örtmek ve kaplamak” mânaları bulunan اَلْخَمْرُ
(hamr) kökünden gelen “kadının başını örttüğü şey, başörtüsü” mânasına gelen اَلْخِمَارُ (hımâr) kelimesinin çoğulu ve
“başörtüleri” anlamında bir kelimedir. (Cevheri, es-Sıhâh, II, 649; İbn
Manzûr, Lisânu’l-Arab, IV, 256) Dolayısıyla tefsirlerde de kaydedildiği
üzere “humur” hem İslâm’dan önce hem İslâm’dan sonra Arap kadınlarının
kullandıkları geleneksel başörtüsüdür. Müfessirlere göre bu başörtüsü İslâm
öncesi dönemde az çok süs giysisi olarak kullanılır ve uçlar, örtünen kadının
sırtına doğru salınırdı. O günün yaygın modasına göre kadınların giydiği
gömleğin ya da bluzun önünde genişçe bir açıklık bulunur ve böylece göğüsler
örtülmezdi. (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, XII, 153; Elmalılı, Hak Dini, V,
3506)
Demek
ki son zamanlarda modernlik sayılan gerdanları açmak böyle eski bir câhiliyye
adeti idi. İslâm böyle açıklığı yasaklayıp başörtüsünün yakalar üzerine vurulmasını
emrederek tesettürü farz kılmıştır. Buna göre kadınların başörtülerini
yakalarının üzerine vurmaları, başlarını, saçlarını, kulaklarını, boyunlarını,
gerdanlarını, göğüslerini açık tutmayıp bu suretle sımsıkı örtmeleri ve bunu
sağlayacak başörtüsü kullanmaları gerekmektedir. Hz. Aişe’nin bildirdiğine göre
bu âyet-i kerîme nâzil olunca muhâcir ve ensâr kadınları hemen eteklerinden
birer parça keserek başlarını örtmüşlerdir. (bk. Buhârî, Tefsir 24/13; Ebû
Dâvûd, Libâs 31-33)
Beşincisi; âyet-i kerîmenin devamında da kadınların zînet
yerlerinin, güzellik ve süslerinin görünmesi bakımından sakınca olmayan
kimseler on iki madde olarak şöyle sayılmaktadır:
›
Kadınların kocaları.
›
Kadınların babaları.
›
Kadınların kayınpederleri. Gerek kadın gerek koca tarafından
babaların babaları ve dedeleri, annelerin babaları ve dedeleri gibi yukarı
doğru bütün babaları da içine alır.
›
Öz oğulları ve üvey oğulları. Buna, mesela oğulların oğulları,
kızlarının oğulları gibi, kadın ve koca tarafından aşağı doğru olan bütün çocuklar
ve torunlar dâhildir.
›
İster baba bir, ister ana bir, ister ana-baba bir olsun, kadının
kardeşleri.
›
Erkek kardeşlerinin oğulları.
Kız
kardeşlerinin oğulları.
Bütün
bunların hepsi, kadına mahremdir, onunla nikahlanamaz. Amca ve dayının durumu
da böyledir. Sayılan bu kimseler, o kadınlarla haşır-neşir, içli-dışlı olmak
mecburiyetinde olanlardır. Bir de bunlar tarafından bir fitne çıkması ihtimali
azdır.
›
Kendi kadınları. Bununla,
tercih edilen görüşe göre kendi dinlerinde olan diğer müslüman kadınlar kastedilmiştir.
›
Elleri altında bulunan memlûkeler. Bu ifadeden maksat yine tercih
edilen görüşe göre sadece câriyelerdir. Çünkü erkek kölelerin durumu farklıdır.
›
Erkeklikten yana ihtiyacı olmayan hizmetçiler. Bununla ya şehvet
yoksulluğundan, yahut kadın bilmeme sebebinden, yahut da fakirlik ve
miskinlikten ötürü, cinsi münasebet dışında da kadınlardan istifade etme güç ve
kudretleri bulunmayanlar kastedilmiştir.
›
Henüz kadınların gizli yerlerine muttali olamayan çocuklar. Yani
kadınların avret mahallerini tasavvur edemeyen ve küçük olduğu için bunun ne
demek olduğunu bilemeyen çocuklar veya kadınlarla birleşme gücüne ve yaşına
erişmemiş çocuklar demektir.
Âyetin
devam eden kısmında:
“Bir
de gizledikleri güzelliklere, süslere dikkat çekecek ve erkeklerde arzu uyandıracak
şekilde ayaklarını yere vurarak yürümesinler” (Nûr 24/31) buyrulur. O zamanda
kadınlar, insanların yanından geçerken, halhallarının sesini duysunlar diye
ayaklarını hızlı hızlı vurarak yürürlerdi. Kadınlara düşkün olan erkeklerin,
halhâlların sesini duymaları halinde, o kadınlara bakmaları ve seyretmeleri
bakımından bunun ilave bir sebep olacağı malumdur. Dolayısıyla burada yasağın
sebebi açıklanmış ve bunun, o kadınların “takı ve sâire gibi zinetlerinin,
güzellik ve süslerinin bilinmesi” olduğuna dikkat çekilmiştir.
Bu
ifade de birkaç incelik vardır:
› Cenâb-ı Hak,
zînetin bulunduğunu fark ettiren sese kulak vermeyi yasakladığına göre, bu
durumm, zineti açıkça göstermeyi yasaklamaya haydi haydi delâlet eder.
› Yabancı
erkekler sesini duymaması için kadının yüksek sesle konuşması da
yasaklanmıştır. Çünkü onun sesi, halhalinin sesinden daha önemlidir ve fitne
uyandırma ihtimali daha yüksektir. Bu yüzdendir ki âlimlerimiz, kadınların ezan
okumasını mekruh saymışlardır. Çünkü ezanın yüksek sesle okunması gerekir.
Kadının ise, sesini yükseltmesi yasaktır.
› Âyet, fitneye
sebep olacaksa, kadının yüzüne şehvetle bakmanın yasak olduğuna delâlet eder.
(Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 182-183)
Son
olarak Cenâb-ı Hak bu güne kadar ister örtünme, zinet, iffet ve namus
meselelerinde yaptığımız ihmallerden, işlediğimiz günahlardan, isterse dinin
diğer emirleri bakımından yaptığımız hatalardan tevbe ederek kurtuluşa davet
etmektedir. Âlimlerimiz şöyle derler: “Günah işleyip tevbe eden kimsenin, o
günahı her hatırlayışında yine tevbe ve istiğfara devam etmesi gerekir. Çünkü
kişi, ölüp Rabbinin huzuruna varıncaya kadar bu pişmanlığını sürdürmelidir.”
Fertleri
günahlardan arındırıp iffetli, temiz ve sağlıklı bir toplum tesis edebilmek
için bekârların evlendirilmesine ve evliliğin önündeki engellerin
kaldırılmasına dikkat çekmek üzere şöyle buyruluyor:
32. İçinizden evli olmayanları, köle ve câriyelerinizden de evliliğe müsait olanları evlendirin. Eğer onlar fakir iseler, Allah onları lutfuyla zengin eder. Çünkü Allah’ın lutf u keremi çok geniştir; O her şeyi hakkıyla bilir.
Allah
Teâlâ erkek ve kadını, bir elmanın iki yarısı gibi birbirini tamamlayan cüzler
halinde yaratmış, fıtratlarına birbirini arzulayacak duygular yerleştirmiştir.
Bu arzunun yerine getirilmesi için de helâl yollarla evlenmeyi meşrû kılmıştır.
İnsanın evlenme ihtiyacı, yeme ve içme gibi karşılanması gereken bir
ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç helâlinden karşılanmadığı takdirde, haram yollara
başvurma tehlikesi doğabilir. Bu sebeple, gözü ve iffeti koruma emirlerinin
peşinden ana-baba, veli, efendi, çeşitli kademelerdeki idâreciler gibi toplumda
söz sahibi olan ve bekârları evlendirme bakımından yetkisi bulunan herkese bu
hususta yardımcı olmaları tavsiye edilmektedir. Zira ancak bu şekilde iffetin
korunması ve sağlıklı bir toplum hayatının teşekkülü mümkün olabilir.
Hür
bekârlarla beraber evliliğe elverişli, yâni evliliğin hukukunu yerine getirmeye
müsait köle ve câriyelerin de evlendirilmesi teşvik edilir. Çünkü bu âyetlerin
indiği dönemde toplumda köle ve câriyeler sınıfı vardı. İslâm bir taraftan
onlarla ilgili daha özel hükümler koyarken, bir taraftan da köleliğin zamanla
kaldırılması için gerekli tedbirleri almıştır.
Evliliğin
önündeki en büyük engel, geçim korkusu ve maddi imkânsızlıklardır. Hatta
günümüzde sadece bu sebeple evliliğe yanaşmayan nice bekârlar vardır. Âyet-i
kerîme geçim korkusuyla evlenmekten geri durmamayı, hatta zahirî şartların
zorluğuna rağmen olabildiğince evlenme hususunda cesaretli olmayı teşvik
etmektedir. Çünkü fakir de olsalar, lütfu ve ihsanı bol olan, kullarının bütün
hallerini bilen Allah Teâlâ, evlenenleri zengin edeceğini; ummadıkları yerden
rızık kapıları açarak, kanaat ve gönül zenginliği lutfederek, ihtiyaçlarını
gidererek veya bu hususta yardımcı olacak vesileler halkederek onları
destekleyeceğini müjdelemektedir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Üç
kişi vardır ki bunlara yardım etmek Allah Teâlâ’nın üzerine aldığı bir haktır:
Allah yolunda cihad eden kimse, iffetli kalmak isteyerek evlenen kimse ve
efendisine söz verdiği parayı ödemek isteyen anlaşmalı köle.” (Tirmizî,
Fezâilü’l-Cihad 20; İbn Mâce, Itk 3)
Yüce
Rabbimizin ve Peygamberimiz’in bu teşvik ve tavsilerine rağmen:
33. Evlenmek için maddî imkân bulamayanlar, Allah lutfuyla onların ihtiyaçlarını giderinceye kadar iffetlerini korusunlar. Sahip olduğunuz köle ve câriyelerden özgürlüklerini satın almak için sizinle azatlık sözleşmesi yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde çalışıp kazanarak hayatlarını idâme ettirecek ve toplumun hayırlı bir ferdi olabilecek kabiliyet görürseniz, istedikleri anlaşmayı yapın. Allah’ın size ihsân ettiği mallardan siz de yardım olarak onlara bağışta bulunun. Mecbûrî hizmet bedellerini ödemelerine yardım edin. Dünya hayatının geçici menfaatlerine göz dikerek câriyelerinizi, hele bir de iffetli kalmak istiyorlarsa, hiçbir durumda sakın fuhşa zorlamayın! Her kim onları fuhşa zorlarsa, şunu bilsin ki Allah, zorla bu işe itildiklerinden dolayı, onlar hakkında çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Evlenme
imkânı bulamayanlar, imkân buluncaya kadar iffetlerini korumalıdırlar. Çünkü
bir mü’minin en büyük şerefi, onun iffet ve namusudur. Bu vesileyle Efendimiz (s.a.s.),
hususiyle evlenme arzusu canlı olan gençlere şu nasihatte bulunur:
“Ey
gençler topluluğu! Sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü bu, gözü harama
bakmaktan korur, iffeti muhafaza eder. Buna gücü yetmeyen de oruç tutsun. Çünkü
oruç, onun şehvet duygularını kırar.” (Buhârî, Savm 10; Müslim, Nikah 1)
Burada
köle ve câriyelerle ilgili özel bir konuya temas edilerek onların
hürriyetlerine kavuşmalarını sağlayacak bir yol hakkında bilgi verilir. Buna
İslâm hukukunda “mukâtebe” denilir. Mukâtebe, köle veya câriye ile efendisi
arasında yapılan bir anlaşmadır. Buna göre köle veya câriye, belli bir bedel
ödeme karşılığında efendisinden kendisini azat etmesini ister. Aynı teklifi
efendi de köleye yapabilir. Kararlaştırılan bedel hazır ise köle bu bedeli hemen
ödeyerek, değilse, efendisinin kendisine tanıdığı müddet içinde ödeyerek
hürriyetine kavuşur. Ayrıca efendilere, borçlarını ödeme konusunda kölelere
yardımcı olmaları telkin edilir. Onlara verecekleri paranın veya malın Allah’ın
kendilerine verdiği maldan olacağına dikkat çekilerek, bu dünyada herkesin
emânetçi olduğu, dolayısıyla kimsenin kimseye tahakküme kalkışmaması gerektiği
vurgulanır. Kölelerin hürriyetlerine kavuşturulmaları dinî, ahlâkî ve ictimâî
bir vazifedir. Bu vazife, asırlarca uygulanagelen ve bir hamlede tasfiyesi
mümkün olmayan kölelik müessesesini ortadan kaldırmak için İslâm’ın almış
olduğu tedbirlerden biridir.
O
dönemde câriyelerin durumu daha içler acısıydı. Efendileri onlara fuhuş
yaptırıp bu yolla para kazanıyorlardı. Bu işe اَلْبِغَاءُ
(biğâ) denirdi. Câriyeler evlendikleri takdirde bu gelirden mahrum kalacakları
için onların evlenmesine müsaade etmezlerdi. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, onların
fuhşa zorlanmalarını yasaklamış ve durumu müsait olanların evlendirilmelerini
istemiştir. Onları fuhşa zorlayanları ilâhî azap ile tehdit ederken,
çaresizlikleri sebebiyle böyle bir çirkin fiile zorlanan, istemeyerek de olsa
fuhuş yapmak mecburiyetinde kalan o zavallıları da affedeceğini
müjdelemektedir.
Netice
olarak:
34. Doğrusu biz, size dinin hükümlerini açıklayan âyetler, sizden önce gelip geçen toplumların hayatlarından ibretli örnekler ve kalpleri Allah saygısıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlar için öğütler indirdik.
Sûrenin
başından itibaren serdedilen bu âyet-i kerîmeler, kadın-erkek münâsebetleri,
evlilik, aile hayatı, fert ve toplumun iffet ve namus esasına göre
yetiştirilmesi hususunda ilâhî hükümleri açıklamaktadır. Önceden olup biten
ibretli hâdiselerden misaller vererek müslümanları şuurlandırmakta, hak katında
en yüce rütbe olan takvâya erişmek isteyenlere dersler ve öğütler vermektedir.
Zira kul için en büyük hedef, rızâ-i ilâhîyi tahsil edebileceği yollardan
ilerleyerek Rabbini tanımak, hakiki bir ilim ve irfanla mârifetullah
okyanusunda mesafe almaktır:
35. Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûru şöyle bir misâlle anlatılabilir: İçinde lamba bulunan bir fanus. Bu lamba kristal bir cam içindedir. Bu kristal cam da inci gibi parlayan bir yıldıza benzer. Lamba doğuya da batıya da ait olmayan mübârek bir zeytin ağacının yağından tutuşturulur. O yağ, neredeyse kendisine ateş değmese bile kendiliğinden ışık verecek haldedir. Bu durum, nûr üstüne nûrdur! Allah dilediği kimseyi kendi nûruna eriştirir. Allah, gerçeği anlamaları için insanlara böyle misâller verir. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.
Cenâb-ı
Hakk’ın güzel isimlerinden biri اَلنُّورُ
(Nûr)’dur. Bu isim Rabbimizin, bütün nurların sahibi ve yaratıcısı olduğunu,
aynı zamanda “hakîki nûr”un da bizzat kendisi olduğunu haber verir.
Resûlullah
(s.a.s.) teheccüd namazına kalktığı zaman şöyle dua ederdi:
“...
Yâ Rab! Bütün hamd ü senâlar senin içindir. Sen, göklerin ve yerin ve
bunlardaki her şeyin nûrusun...” (Buhârî, Teheccüd 1; Müslim, Misâfirîn 199)
Yine
Resûlullah (s.a.s.)’e, Rabbini gördün mü sorulunca: “Bir nûr gördüm”
şeklinde cevap vermiştir. (Müslim, İman 292) Bir defasında da Resûlullah
(s.a.s.), “Rabbini gördün mü?” sualine: “Bir nûr! O’nu nasıl görebilirim”
(Müslim İman 291; Tirmizî, Tefsir 53/7) karşılığında bulunmuştur.
Efendimiz
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Allah
uyumaz, uyumak da O’na yaraşmaz. Teraziyi indirir kaldırır; insanların
amellerini daima adâlet terazisinde tartar. Gündüzün amelinden önce gecenin
ameli ve gecenin amelinden önce de gündüzün ameli O’na çıkarılır. O’nun örtüsü
nûrdur. Eğer örtüsünü açsa, yüzünün nurları, gözünün gördüğü bütün
yaratıklarını yakar.” (Müslim, İman,293)
Bunlar,
Resûlullah (s.a.s.)’in Rabbimizin “nûr” sıfatıyla ilgili bazı açıklamalarıdır.
Bu gibi izahlar da dikkate alınarak “Allah, göklerin ve yerin nûrudur”
(Nûr 24/35) âyetiyle ilgili şu tefsirler yapılmıştır:
Birincisi;
Allah göklerin ve yerlerin “münevviri” yâni aydınlatıcısıdır. Gökler ve yerler
O’nun kudretiyle aydınlanmış, bütün nizam ve işleyişi O’nun kudretiyle
istikamet bulmuş, kendileri ve içlerinde bulunan her şey yine O’nun kudretiyle
varlık sahasına çıkmıştır. (Kurtubî, el-Câmi‘, XII, 170)
İkincisi;
Allah karanlıkları aydınlatan; göklerde ve yerde bulunanlara yol gösterendir.
Göklerde ve yerde olanlar ancak O’nun nuruyla doğru yolu bulurlar. Ancak O’nun
hidâyetiyle sapıklık yollarından korunurlar. Taberî’ye göre Allah Teâlâ burada
önceki ayette bahsettiği konuya devamla sanki şöyle buyurmaktadır: “Ey
insanlar, biz size hakkı bâtıldan ayıran apaçık ayetler indirdik, sizden önce
yaşayıp gitmiş olanlardan örnekler ve takvâya ulaşmış kimseler için öğütler
sunduk. Bunlarla sizi hidâyete erdirdik, yine bunlarla dininizin temel
prensiplerini, alamet ve işaretlerini beyân ettik. Zira ben göklerde ve yerde yaşayan
varlıklara hidâyet verenimdir.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVIII, 105)
Üçüncüsü;
Allah gökleri ve yeri hikmet ve adâletle yönetendir. Nitekim bilgili ve
tecrübeli bir yönetici için “O, ülkenin nûrudur” denilir. Bu sözle onun ülkeye
nûr gibi yol gösterdiği ve zulmün karanlığını adâletiyle aydınlattığı
anlatılmak istenir. Bu mâna yönetici için mecazen kullanılırsa da Allah için
hakiki anlamda kullanmak gerekir. Zira bütün mevcudatı O yoktan var etmiş ve
aklı yol gösterici bir nur kılmıştır. Görülebilen şeyler ancak ışığın
üzerlerine yansımasıyla görüldüğü gibi, bütün mevcudat da Allah’ın kudretiyle
var olmuştur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVIII, 105)
Cenâb-ı
Hakk’ın nûrunu mücerred hâliyle akılla idrak etmek mümkün olmadığı için, âyet-i
kerîme onu bir misalle açıklar. Bunun için de مَثَلُ
نُورِه۪ (meselü nûrihî) buyurur.
Âyette geçen اَلْمِشْكٰوةُ (mişkât)ı fanus, اَلْمِصْبَاحُ (misbâh)ı lamba, اَلزُّجَاجَةُ
(zücâce)yi kristal cam olarak tercüme ettiğimizden, temsili açıklarken hep bu
tercüme karşılıkları kullanacağız. Hemen belirtelim ki, burada هُو (hû) zamirinden kimin kastedildiği
hususunda şu üç ihtimal bulunmaktadır:
Birinci
ihtimal, Allah Teâlâ olmasıdır: Bu ihtimâle göre temsilin
mânası şöyledir: “Allah Teâlâ’nın mü’min kulunun kalbindeki nûrunun misâli
şudur.” Bu nûrdan en büyük payı alan şüphesiz Resûlullah (s.a.s.)’dir. Bu
nûru kuluna lütfeden ve dilediği kulunu ona eriştiren Allah Teâlâ’dır. Kul ise
bu nûru kabul edendir. Nûru kabul mahalli kulun kalbidir. Bu nûru yüklenen
kulun azîmeti, himmeti ve iradesidir. Bunu yüklenme aracı ise kulun düşüncesi,
niyeti, sözü ve amelidir.
Temsili
bu mânada daha ayrıntılı olarak şöylece açklamak mümkündür:
Fanus,
mü’minin göğsüdür. Kristal cam onun kalbidir. Mü’minin kalbi, inceliği,
temizliği ve salâbeti yani içindeki Allah sevgisini en iyi koruyucu bir vasfa
sahip oluşu sebebiyle kristal cama benzetilmiştir. Mü’min kalbi rakîktir,
merhametlidir, yaratıklara karşı müşfiktir; eşyayı hakikatiyle görür, orada
hiçbir bulanıklık ve karışıklık barınmaz. Allah’ın emirlerine sonsuz bağlı ve
Zâtı’na son derece muştâktır. Allah’ın düşmanlarına karşı pek şiddetli ve
serttir. Hakkı Allah için ikame eder. Zira kalpler, Allah Teâlâ’ın yeryüzündeki
kaplarıdır. Bunların içinde Allah’ın en sevdiği kalp en ince, en sert yani içindeki
Allah sevgisini en iyi koruyan ve en temiz olanıdır. Lamba, mü’min kulun
kalbindeki iman nûrudur. Hidâyeti ve hak dini getiren vahiyden ibaret olan
mübârek ağaç ise lambanın yakıtıdır. Nûr üstüne nûr olan; doğru fıtrat, doğru
idrâk, vahiy ve kitap nûrudur. Nûrlardan biri diğerine eklenince o kulun nûruna
nûr katılır. Bundan dolayı o kul, neredeyse kitap okumadan bile hakla, hikmetle
konuşur. Akıl, şeriat, fıtrat ve vahiy kanıtları onda birbirine uyar. Aklı,
fıtratı ve zevki ona Peygamber (s.a.s.)’in getirdiklerinin tümünün gerçek
olduğunu gösterir. O kimsede akıl ve nakil asla çatışmaz, aksine birbirini
doğrular. Bu durum, o kimsede “nûr üstüne nûr” hâlinin teşekkül etmeye
başladığının bir alâmetidir. (bk. Kâsimî, Mehâsinu’t-te’vîl, XII, 4528-
4529)
Mü’minin
nûr üstüne nûr olmasıyla ilgili Übey b. Ka‘b (r.a.) şöyle der:
“Mü’min
şu dört durum arasındadır: Bir nimete nâil olduğunda şükreder, belâya
uğradığında sabreder, konuşunca doğru söyler, hükmedince adâletle hükmeder.
Onun diğer insanlar arasındaki durumu, ölüler arasında dolaşan diri gibidir. O,
şu beş nûr içinde dolaşır: Onun konuşması nûr, ameli nûr, gizlisi nûr, açığı
nûr, kıyamet günü dönüşü de gerçek Nûr olan Allah’adır.” (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
XXIII, 237)
İkinci
ihtimâl, zamirin bahsettiği kişinin Peygamberimiz (s.a.s.) olmasıdır.
Buna göre temsildeki fanus, Peygamberimiz (s.a.s.) veya onun göğsüdür. Lamba;
nübüvvet, hidâyet ve amelden Efendimiz’e ait olan şeylerdir. Kristal cam,
Peygamberimiz’in kalbidir. Mübârek ağaç, vahiy ve Peygamber (a.s.)’ın vahiyle
irtibatını sağlayan elçi meleklerdir. Yağ, vahyin ihtivâ ettiği âyetler,
deliller ve bürhânlardır. (Kurtubî, el-Câmi‘, XII, 172)
Bir
başka izaha göre fanus Peygamberimiz (s.a.s)’in bedeni, lamba kalbi, kristal
cam göğsüdür. Peygamberimizin göğsü inci gibi parlayan bir yıldıza
benzetilmiştir. Peygamberimizin kalbindeki lamba, ne doğuya ne de batıya ait
olan, kendisine ne doğunun ne de batının güneşi dokunmuş bulunan mübârek bir
zeytin ağacının yağıyla tutuşturulur. Bu yağ, kendisine ateş değmese de ışık
verecek bir durumda olduğu gibi Peygamber (s.a.s.) de, kendisinin peygamber
olduğunu söylemese bile insanlara gerçek açıklamalarda bulunacak bir
durumdadır. Zira Efendimiz, nübüvvet öncesi kalben ve rûhen bu şekilde ilâhî
bir terbiye görmüştür. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVIII, 106)
Üçüncü
ihtimale göre ise zamirden maksat Kur’ân-ı Kerîm’dir. Allah’ın,
insanları doğru yola iletmek üzere indirdiği ve mü’minlerin kalplerinde
sakladıkları, kendisine inanıp buyruklarını tutarak kurtuluşa erdikleri
Kur’an’ın misâli şudur: Fanus mü’min, kristal cam mü’minin göğsüdür ki içinde
kalbi bulunmaktadır. Onun kalbindeki Kur’an ise lamba gibidir. Mü’minin,
Kur’an’ın nûru ve aydınlatmasıyla küfür, şirk ve şüpheden kurtulmuş göğsü, inci
gibi parlayan bir yıldıza benzetilmiştir. Şüphesiz Kur’an Allah tarafından
gelmiştir ve O’nun kelamıdır. Allah Teâlâ, Kur’an’ın kendi tarafından gelmiş
olmasını, lambanın, ateş değmese de ışık verecek derecede saf ve güzel olan,
doğuya da batıya da ait olmayan mübârek bir ağacın yağından tutuşturulmasıyla
temsil etmiştir. “O yağ, neredeyse kendisine ateş değmese bile kendiliğinden
ışık verecek haldedir:” Allah Teâlâ tevhidi açıklamak üzere Kur’an’ı
indirmek suretiyle daha fazla beyânda bulunmasa bile, Kur’an’ın nüzûlünden önce
insanların önüne serdiği kevnî deliller, aklını kullanabilen herkese tevhidi
göstermeye yeter. Zira bunlar tevhidi ispat edecek mâhiyette ve güçtedir. Buna
ilâveten bir de Kur’an’ı indirip orada varlığının ve birliğinin delillerini
zikrettikten ve önceki deliller üzerine yeni yeni deliller getirdikten sonra
durum nasıl olur? Şüphesiz bunlar tevhidi beyânda daha tesirli ve keyfiyetli
olurlar. “Bu durum, nûr üstüne nûrdur:” Kur’an, Allah yanından gönülleri
aydınlatmak üzere inmiş bir nûrdur. O, daha önce Allah’ın birliğine delalet
eden nûrlu deliller üzerine gelmiş bir nûrdur. Buna göre önceki deliller bir
nûr, Kur’an da bir nûrdur. Böylece bunlar nûr üstüne nûr olmuş olur. Veya
Kur’an’ın her bir ayeti bir nûrdur. Bu ayetlerin peş peşe, üst üste gelmesiyle Kur’an
nûr üzerine nûr olmuştur. Yüce Allah, kullarından dilediğini kıyamete kadar
peyderpey Kur’an’ın nûruna iletecektir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
XVIII, 108-111; Kurtubî, el-Câmi‘, XII, 175)
Dikkat
etmek gerekir ki:
36. Bu nûra Allah’ın, yapılıp yükseltilmesine ve içlerinde kendi isminin zikredilmesine izin verdiği evlerde erişilir. Bu evlerde sabah akşam O’nun şânını yücelterek zâtını her türlü eksiklikten pak ve uzak tutan nice erler vardır.
37. O erler ki, ne ticâret ne de alış veriş onları Allah’ı zikretmekten, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoyabilir. Onlar, kalplerin halden hâle girip alt üst olacağı ve gözlerin dehşetten donakalacağı bir günden korkarlar.
38. Neticede Allah onları, işledikleri amellerin en güzeliyle mükâfatlandıracak, üstelik onlara lutf u kereminden daha fazlasını verecektir. Allah, dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır.
“Evler”den
maksat, Yüce Allah’a ibâdet için tahsis edilmiş mescitlerdir. Gökyüzündeki
yıldızlar nasıl yeryüzünde bulunanlara aydınlık görünüyorsa, bu mescitler de
gökte bulunanlara öylesine aydınlık görünür. Bu sebeple Allah Teâlâ mescidlerin
yapılmasını, imar edilmesini, onlara saygı gösterilmesini, pisliklerden ve boş
sözlerden arındırılmak sûretiyle onların şânının yüceltilmesini ve oralarda
kendisine ibâdet edilmesini istemektedir. İçinde namaz kılınan ve Allah’ın ismi
zikredilen mü’minlerin evlerini de bu muhtevâda değerlendirmek mümkündür.
Rasûlüllâh
(s.a.s.) mescidlerin binâ edilmesini; içlerinin de ibâdet ve zikrullâh ile
doldurulmasını teşvik eder:
“Kim
Allah rızâsı için bir mescid yaparsa, Allah da cennette onun için bir saray
yapar.”
(Buhârî, Salât 65; Müslim, Mesâcid 24)
Hz.
Âişe der ki:
“Nebiyy-i
Ekrem (s.a.s.) bize mahallelerde mescidler edinmemizi ve mescitlerin temiz
tutulup güzel kokulandırılmasını emretti.” (Ebû Dâvûd, Salât 13; İbn Mâce,
Mesâcid 8-9)
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kim
mescitten rahatsızlık verici şeyleri dışarı çıkaracak olursa, Allah da ona
cennette bir ev yapar.” (İbn Mâce, Mesâcid 9)
“Sizler
bir kimsenin mescitlere devam etmeyi alışkanlık hâline getirdiğini görecek
olursanız, onun iman ehli olduğuna şâhitlik ediniz. Çünkü Yüce Allah: «Allah’ın
mescitlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan,
zekâtı veren ve sadece Allah’tan korkan kimseler gerçek mânada îmar edebilir»
(Tevbe
9/18) buyurmaktadır.” (Tirmizî, Tefsir 9/10; İbn Mâce, Mesâcid 19)
Cenâb-ı
Hakk’ın çok değer verdiği bu mescitlerde gerçek erler, güzel insanlar namaz ve
zikirle sabah akşam Allah’ı tesbih ederler. Onlar öyle kimselerdir ki, hiçbir
ticaret ve alış veriş onları Allah’ı zikirden, namazı kılmaktan ve zekâtı
vermekten alıkoyamaz. Yani onlar ibâdet için ticaret ve alışverişi terk eden
insanlar değildir. Bilakis onlar hem ticaret ve alışverişle uğraşır, hem de
ibâdetlerin hakkını verirler. Biri diğerine engel teşkil etmez. Onlar çok
dikkatli ve uyanıktırlar. Zira kalplerine öyle bir kıyâmet ve âhiret korkusu
işlemiştir ki, bu korku hiçbir zaman onların akıllarından çıkmaz ve onların
dâima istikâmet üzere bulunmalarını sağlar.
Hasan
Basrî (k.s.) der ki:
“Mü’min,
her sabah hüzünlü kalkar; onun hali başka türlü olamaz. Çünkü o iki korku
arasındadır. Şöyle ki:
›
Geçmişte işlediği bir günahı vardır; bilemez ki o günah sebebiyle
Yüce Alah kendisine nasıl bir muamelede bulunacak?
›
Kalan ecelini, ömrünü düşünür. Bilemez ki, onda bulunan
tehlikelere karşı ne yapacak, onlardan nasıl kurtulacak?” (el-Hadâiku’l-Verdiyye,
s. 329)
Mü’minler
böyle korkup dikkatli davrandıkları için nihâyet Allah onları yaptıklarının en
güzeline göre mükâfatlandıracak ve lütf u kereminden onlara bol bol ihsân
edecektir. Allah dilediği kullarını hesapsız rızıklandırır. Kimse buna mâni
olamaz.
Konuyu
anlama açısından bu âyetlerin inişine de sebep teşkil eden şu hâdise ne kadar
mânidârdır:
Resûlullah (s.a.s.) zamanında iki müslüman
vardı. Bunlardan biri tüccar, diğeri de kılıç yapan bir demirci idi. Tüccar
olan sahâbî, ezanı duyduğunda terazi elinde ise hemen kenara koyar, yerde ise
olduğu gibi bırakıp doğruca Mescid-i Nebevî’ye giderdi.
Kılıç
ustası da, çekiç örsün üzerindeyse o vaziyette bırakır, kılıca vurmak üzere
kaldırmışsa çekici arkasına atar ve hemen Mescid-i Nebevî’ye giderdi. İşte bu
ve benzeri kişileri medhetmek üzere Allah Tealâ:
“O erler ki, ne ticaret ne de alış veriş onları Allah’ı
zikretmekten, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoyamaz. Onlar,
kalplerin halden hale girip alt üst olacağı, gözlerin dehşetten donakalacağı
bir günden korkarlar” (Nûr 24/37) âyetini indirdi. (Kurtubî, el-Câmi‘, XII, 184).
İbn
Mesûd (r.a.) bir gün çarşıda, ezanı duyar duymaz mallarını bırakarak namaza
koşan bir takım insanlar görmüştü. Bunun üzerine şöyle dedi:
“–İşte
bunlar, Allah Teâlâ’nın Nûr sûresinin 37. âyetinde methettiği kimselerdir.”
(Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VII, 83)
Hak
dostlarından Ubeydullah Ahrâr (k.s.), kendisiyle alakalı bir durumu şöyle
anlatmaktadır:
“Üç
yaşındaydım. Yüce Allah ile huzur içindeydim. Tâ okula gidinceye kadar hep öyle
devam ettim. Okulda okuyordum; kalbim Allah’a bağlıydı. O halimle sanıyordum
ki, bütün insanlar benim gibidir. Bu sıralarda bir gün, kış mevsiminde şehrin
dışına çıktım. Ayağım ayakkabıyla birlikte çamura battı. O vakit çok da
soğuktu. Ayağımı çamurdan kurtarmaya çalıştım. Bu kurtarma sırasında Allah’tan
gâfil kaldım. Biraz ileride, biri öküzüyle ekim dikim işi yapıyordu. Ben de
kendimi ayıplamaya, nefsime çıkışmaya başladım:
«-
Şu çiftçiye bak, bunca işin içinde Allah’tan gâfil olmuyor!..” (el-Hadâiku’l-Verdiyye,
s. 643)
Mü’minlerin
bu aydınlık durumlarına karşılık, kâfirlerin iç karartan halleri gözler önüne
serilir:
39. Kâfirlere gelince, onların bütün amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki susuz kalan onu su zanneder. Fakat yanına varınca onun bir hiç olduğunu görür. Üstelik yanı başında da inanmadığı, kendisinden sakınmadığı Allah’ı bulur; Allah da onun hesabını eksiksiz görür. Çünkü Allah, hesapları pek çabuk görendir.
Kâfirler
işledikleri amelleri gözlerinde büyütüp onlardan bir fayda göreceklerini
sanabilirler. Fakat ne yazık ki amelleri boşa çıkacak ve ondan bir fayda
göremeyecekler, bilakis karşılığında Allah’ın azabıyla karşılaşacaklardır.
Onların bu hazîn durumunu, ayetin çizdiği şu manzara ne güzel anlatır:
Issız
bucaksız bir çöl. Güneş bütün ışınlarını çölün üzerine indirmiş, ortalığı yakıp
kavurmaktadır. Çölün ortasında korkak, ürkek, perişan bir adam. Susuzluktan
dili damağına yapışmış, zorlukla nefes alabiliyor, kıvranıyor. Acaba bir su
bulabilir miyim diye sağa sola, uzaklara hasretle ve yardım isteyen gözlerle
bakıyor. Tam bu sırada uzaklarda parıldayan suya benzer bir şey görüyor.
Aslında gördüğü su değil, serap; ama farkında değil. Başlıyor bütün gücüyle o
yöne doğru koşmaya. Koşuyor, koşuyor, belki su bulurum da kana kana içerim,
yanan bağrımı serinletir, tıkanan nefesimi rahatlatır, sıkıntıdan kurtulur,
huzura ererim diye koşuyor. Orada ne ile karşılaşacağını bilmeden koşarken
hedefe varıyor. Varıyor ama ne yazık ki sudan eser bulamıyor. Meğer su sandığı
şey bir seraptan ibaretmiş! Kaybı bununla da kalmıyor, aniden hiç hatırına
gelmeyen korkunç bir şeyle, inanmadığı ve hiç aklına getirmediği Yüce Allah ile
karşılaşıyor. O da onun işini bitiriyor. Hem su gördüğünü sanarak kendini
aldatıyor, hem ona kavuşuncaya kadar koşup yoruluyor, hem su bulamıyor, hem de
hiç beklemediği acı bir akıbetle perişan olup gidiyor.
Bu
temsilde çöldeki susuz adam kâfiri, adamın gördüğü serap kâfirin amelini,
adamın serapa ulaşması kâfirin ölüp dünyadan ayrılmasını, karşılaştığı azap ise
cehennemi temsil etmektedir. Kâfir, yaptığı ameller karşılığında sevap elde
edeceğini düşünüyor. Kıyamet günü olunca hiçbir sevap bulamıyor, bilakis büyük
bir azapla karşılaşıyor, böylece müthiş bir hasret, nedamet, keder ve üzüntü
içinde kalıyor. Orada aniden, hiç beklemediği bir zamanda inkâr ettiği, emrine
karşı geldiği, hükmüne düşman kesildiği Allah’ı buluyor. Orada O’nun kendisini
beklediğini görüyor. Korkmak istemediği Allah’ın kahrı ve gazabı yüreğine inip
bütün vicdanını sarıyor. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIV, 7-8;
Elmalılı, Hak Dini, V, 3526) Çünkü bu, hazırlıksız, bilmeden,
düşünmeden, çok ani bir karşılaşmadır. Büyük bir fayda beklerken, son derece
büyük bir zararla karşılaşıyor. Allah onun hesabını hemen görüyor. Zira Allah
hesabı pek çabuk görendir. Hesabı görmedeki bu çabukluk, birdenbire karşılaşma
ve aniden yüzleşme manzarasına oldukça uygun düşmektedir. (Seyyid Kutub, Fî
Zılâl, IV, 2521) Veya kâfir orada Allah’ın zebanilerini bulur. Onlar da onu
yakalarlar, tepesinin üstüne cehenneme tıkarlar, susadığı zaman da ona kaynar
su ve irin içirirler. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIV, 8)
Kâfirlerin
amel, duygu ve düşüncelerinin durumunu gözler önüne seren başka harika bir
temsil bir sonraki âyet-i kerîmede şöyle beyân edilir:
40. Yahut o kâfirlerin duygu, düşünce ve davranışları engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir. Öyle bir deniz ki, onu dalga üstüne dalga kaplıyor, üstünde de bir bulut... Birbiri üstünde karanlıklar... Öyle ki, insan elini çıkarıp uzatsa, neredeyse kendi elini dahi göremez. Allah bir kimseye nûr vermemişse, artık onun nûrdan bir nasibi yoktur.
Bu
ayet-i kerîmede yine canlı bir manzara kâfirlerin hissiyat ve itikatlarını,
fikir ve zihniyetlerini, söz ve fiilerini anlatır. Canlandırılan tablo şöyledir:
Ortada
çok yoğun karanlıklar var; son derece derin bir okyanusun içindeki, dibindeki
karanlıklar. Bu karanlıkları dalga üstüne dalga kaplıyor. Bir dalga geliyor,
onun üstüne bir diğer dalga, onun üstüne de bir başka dalga yükleniyor. Böylece
üst üste dalgalar yığılıyor. Daha üstünden de bir bulut kaplıyor. Dolayısıyla
pek çok karanlık birbiri üstüne biniyor. Öyle ki bir ışık nişanesi görmek
mümkün değil. Tam bu karanlıkların ortasında duran bir adam görülüyor. Korkulu,
endişeli ve perişan bir halde bekliyor. Elini gözünün önüne getiriyor,
korkudan, karanlıktan ve dehşetten elini bile göremiyor. O yoğun karanlıklar
içinde çırpınıyor, şuraya buraya saldırıyor. Fakat karanlık sebebiyle uzattığı
kendi elini görmesi ihtimali bile yoktur. Bu bakımdan dışarıdan bir gerçeği
görüp de neye el uzattığını bilmesi hiç mümkün değildir.
Temsilde
üç karanlık zikredilmiştir: Denizin karanlığı, dalgaların karanlığı ve bulutun
karanlığı. Kâfir için de üç karanlık vardır: İnanç karanlığı, söz karanlığı ve
amel karanlığı. Diğer bir tevcihle kâfirin kalbi, gözü, kulağı bu üç karanlığa
benzetilmiştir. Başka bir yoruma göre kâfir bilmez, bilmediğini bilmez, hatta
bilmediğini bildiğine inanır. Dolayısıyla bu üç cehalet mertebesi üç farklı
karanlığa benzemektedir. Yahut kâfir küfründe o kadar ısrar eder ki,
sapıklıklar onun üzerinde o kadar teraküm eder ve o derece sapıklık içinde
kalır ki en açık delilleri duysa anlamaz. Yahut da bu karanlıklar, karanlık bir
göğüste karanlık bir kalbi anlatmaktadır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
XXIV, 8-9)
İşte
kâfirler böyle yoğun, küme küme karanlıklar içinde bulunmaktadırlar. Küfür
tassubu içinde öyle boğulur, öyle bocalarlar. Hiçbir gerçeği kabul etmemek için
inatlarında öyle ısrar ederler ki ne tür yanlışlar yaptıklarının farkına bile
varamazlar. Bu karanlıklar içinde kalpleri en yakın hidâyet delillerini dahi
göremez. Şurası bir gerçektir ki Allah’ın nur vermediği kimse asla nuru
bulamaz, onun için bir nur yoktur. Bu, son derece korkulu bir haldir. Bu
durumda olan kimse huzur nedir, istikrar nedir bilemez, emniyet yüzü göremez.
Yolunu kaybetmiştir, bir daha doğru yolu bulma imkânı yoktur. Böyle karanlıklar
içinde yapılan işlerin neticesi helak ve azapla sonuçlanan boş bir serap
gibidir. Zira iman olmadan nura kavuşmak mümkün olmadığı gibi, imansız yapılan
amelin de hiçbir değeri yoktur.
Netice
olarak, birinci ve ikinci temsille anlatılmak istenen hususları şöyle hülasa
edebiliriz: Kâfirlerin amelleri iyilik türünden şeyler ise bunlar serap
gibidir; kötülük türünden amelleri de karanlıklar gibidir. Bu ameller âhirette
serap gibi, dünyada ise denizin içindeki karanlıklar gibidir. Birinci temsil
onların amelleri ile ilgili olup kâfirlerin onlardan bir şey elde
edemeyeceklerini anlatır. İkinci temsil ise onların itikat durumları ile
ilgilidir.
Aslında
göklerde ve yerde inkârcıları içinde boğuldukları bu karanlıklardan kurtarıp
aydınlığa çıkaracak o kadar muhteşem deliller var ki:
41. Görmez misin ki, göklerde ve yerde bulunan her varlık, bu arada kanat çırparak uçan dizi dizi kuşlar Allah’ı tesbih ediyor? Onların her biri kendi duâsını ve tesbihini bilmektedir. Allah, onların bütün yaptıklarını hakkıyla bilir.
42. Göklerin ve yerin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti Allah’ındır. Nihâî dönüş de yalnız Allah’a olacaktır.
Tesbih
iki kısımdır: Birincisi sözle ve konuşarak yapılan tesbih, ikincisi ise
yaratılış ve delâlet yoluyla olan tesbihtir. Yaratılış yoluyla tesbih, bütün
varlıkları, cevher ve arazı içine alır. Bunun içinde hayvanlara mahsus olan bir
tesbih vardır. Nitekim arıların, karıncaların ve kuşların düzenlerini araştıran
bir kimse, bunların Allah’ın kendilerine verdiği hayvanî bir şuur ile
vazifelerini ustaca yerine getirdiklerini anlar. Aslında onların bu tesbihleri,
Allah’ın kudret ve azametinin bir delilidir. Yine bunun içinde melek, insan ve
cin gibi akıllı varlıklara mahsus bir tesbih vardır. Akıllılara mahsus olan
tesbih de iki kısma ayrılır:
›
Basîretten sadır olan ve şuurlu bir şekilde yapılan tesbih,
›
Basîret ve şuur olmaksızın yapılan tesbih.
Bunlardan
basîrete dayalı tesbih makbul iken, basîret ve irfandan uzak olan tesbihin bir
değeri yoktur. (bk. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 371)
Cansız
varlıklar, bitkiler ve hayvanlar dua ve tesbihlerini yaratılırken içlerine
yerleştirilen iç güdü ve kabiliyetlerle öğrenmiş bulundukları halde, akıllı
varlıklar bunu daha ziyade vahiy kaynaklı bilgilerden öğrenirler. Çünkü
onların, vahiy olmaksızın sırf akıllarıyla Allah’ın razı olacağı bir ibâdet
hayatını tespit etmeleri zordur.
Allah
Teâlâ’nın bir diğer kudret ve azamet delili, yağmur ve dolunun yağmasıdır:
43. Görmez misin ki, Allah bulutları sevk ediyor, sonra açıklarını giderip onları bir araya getiriyor, sonra onları üst üste yığıp sıkıştırıyor. Bir de görürsün ki bunların arasından yağmur çıkıyor. O, gökten, oradaki dağlar büyüklüğünde bulutlardan dolu indiriyor da onunla dilediğini vuruyor, dilediğinden de onu öteye çeviriyor. O bulutlarda çakan şimşeğin parıltısı ise nerdeyse gözleri alıverecek!
Devamlı
karşılaştığımız bu tabiat olayı ne müthiş bir ilâhî kudret tecellisidir.
Cenâb-ı Hak gökyüzü açık ve berrak iken birden bulutları oluşturmaya başlıyor,
onları suhûletle azar azar sevk ediyor, onları bir araya getiriyor, üst üste
yığıp sıkıştırıyor. Derken bir elekten unun elenmesi gibi aralarından yağmurun
çıktığını görüyoruz. Yağmur, Allah’ın bir rahmet tecellisidir. Canlıların su
ihtiyacını karşılar. Bir de dolu vardır ki, o da Allah’ın gazap tecellisidir.
Bazan de Allah, gökyüzünde buz dağları haline gelmiş bulutlardan dolu yağdırır ve
bununla dilediği kimseleri vurur. Ekinlerini, bağ ve bahçelerini ve hatta
kendilerini zarara uğratır. Dilediği kullarını da bu musibetten korur; rahmeti
sebebiyle onlara dolu isabet ettirmez. Bulutlardan çakan şimşek de bir kudret
tecellisidir. Işığı neredeyse gözleri kapıverip kör edecek şiddettedir. Yani
Allah Teâlâ istese onunla insanların gözlerini kör edebilir. Fakat merhameti,
şefkati, lütfu ve inâyetiyle kullarını bundan muhafaza etmektedir. O halde O’nu
tanımak ve O’na teslim olmak gerekir.
Bir
diğer kudret nişânesi geceyle gündüzün aksamaksızın peş peşe gelmesidir:
44. Allah, geceyle gündüzü ardı ardına evirip çeviriyor. Şüphesiz bunda gerçeği görebilen ve idrâk edebilenler için büyük bir ibret vardır.
Geceyle
gündüzü dâimâ evirip çeviren, birini diğerinden sonra getiren, mevsimlere göre
onları eksiltip artıran, bazan gündüzü bulutlarla karanlık hale getiren, bazan
de geceyi ay ve yıldızların ışığıyla aydınlık hale getiren, gece ve gündüzde
kulları hakkında hayır ve şer, fayda ve zarar takdir eden Allah’tır. Bütün
bunlarda baktığı her şeye Allah’ın nûruyla bakan basîret sahibi kullar için
Allah’ın kudretinin, ilim ve hikmetinin yüceliğini gösteren ibretler
bulunmaktadır. Fakat kalp gözleri açık olmayanlar, bu dehşetli hadiselerden
hiçbir ders alamazlar.
Bir diğer kudret nişânesi ise hayvanlar âlemidir:
45. Allah, hareket eden her canlı varlığı sudan yarattı. Onlardan bir kısmı karnı üzerinde sürünür, bir kısmı iki ayağı üstünde yürür, bir kısmı da dört ayağı üstünde yürür… Allah ne dilerse onu yaratır. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.
46. Doğrusu biz, gerçeği açıklayan apaçık âyetler indirdik. Ancak Allah dilediği kimseleri doğru yola eriştirir.
Yüce
Allah karada, suda ve havada hareket eden bütün hayvanları sudan yaratmıştır.
Canlılığın kaynağı sudur. Nitekim âyet-i kerîmede: “Biz canlı olan her şeyi
sudan meydana getirdik” (Enbiyâ 21/30) buyrulur. Hayvanlar âleminde büyük
bir zenginlik ve çeşitlilik vardır. Şekilleri, renkleri, özellikleri, sesleri,
yaşadıkları yerleri, üremeleri, kâinat nizamı içinde yüklendikleri
fonksiyonları itibariyle akıllara durgunluk verecek durumdadırlar. Burada
hususiyle onların hareket ve yürüyüş tarzları dikkatlere sunulmaktadır. Yılan,
çıyan, kertenkele, solucan, balık gibi hayvanlar karınları üzere sürünerek
hareket ederler. İnsan, horoz, kuş gibi canlılar iki ayak üstünde yürürler.
Sığır, koyun, deve, ayı, kurt, aslan, kaplan gibi canlılar da dört ayak üstünde
yürürler. Dörtten fazla ayağı olan hayvanlar da vardır. Ancak âyette insanların
en çok karşılaştıkları hayvanlara işaret edilmiştir. Bunların zikredilmesi ise,
Cenâb-ı Hakk’ın yaratma kudretine, ilim ve hikmetine dikkat çekmek içindir.
Allah
Teâlâ hem buyruklarını açıklayan kavlî âyetleri indirmekte, hem de kudretini
gösteren kevnî âyetleri yaratmakta, böylece aklını kullanabilen kullarını
gerçeği anlamaya yönlendirmektedir. Fakat netice itibariyle ancak Allah’ın
dilediği kimseler doğru yolu bulabilirler. Bir kısım insanlar ise, basit
dünyevî çıkarlarıyla uyuşmadığı için gerçeği kabul etmezler:
47. Münafıklar: “Biz Allah’a ve Rasûlü’ne inandık ve itaat ettik” derler; ama sonra da içlerinden bir grup gerisin geri dönüverirler. Böyleleri mü’min değildir.
48. Anlaşmazlığa düştükleri meselelerde hüküm vermek için Allah’a ve Rasûlü’ne çağrıldıkları zaman, bir de bakarsınız, içlerinden bir kısmı hoşnutsuzluk gösterip hemen yüz çevirir.
49. Eğer verilecek hükmün kendi lehlerinde olacağını görürlerse, o zaman tam bir itaat ve teslimiyet içinde koşarak gelirler.
50. Onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa onun peygamberliğinden şüpheye mi düştüler? Yahut Allah ve Rasûlü’nün kendilerine haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır, aslında haksızlık edenler, bizzat kendileridir.
Bu
âyetler, Resûlullah (s.a.s.)’in hükmünün Allah’ın hükmü ve onun emrinin
Allah’ın emri olduğunu açıkça beyân eder. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e
itaate davet, hem Allah’a hem de Rasûlü’ne itaate davettir. Talep edilen ise
Allah’ın ve Rasûlü’nün getirdiği hükümlere kayıtsız-şartsız teslim olmaktır.
Aksi takdirde, böyle bir dâvâ münafıkça bir hareketten başka bir şey değildir.
Âyetlerde bahsedilen durum, sadece hayatta olduğu müddetçe hüküm vermesi için
Peygamberimiz (s.a.s.)’e getirilen meselelerde değil, kıyâmete kadar vuku
bulacak tüm meselelerle de doğrudan alakalıdır. Dolayısıyla Allah’ın kitabına
ve Resûlullah’ın sünnetine göre hükmeden İslâmî mahkemenin daveti Allah ve
Rasûlü’nün mahkemesinin daveti olup, bunu reddeden de şüphesiz Allah’ı ve
Rasûlü’nü de reddetmiş olur.
İniş
sebebi olarak rivayet edilen şu hâdiseler âyetlerin mesajını daha iyi anlamaya
yardımcı olacaktır:
Birincisi;
Bişr adındaki münafık ile yahudilerden bir adam arasında arazi hususunda bir
anlaşmazlık vardı. Yahudi o münâfığı Resûlullah (s.a.s.)’in huzurunda mahkeme
olmaya, onun hükmüne başvurmaya çağırdı. Münafık haksız olduğunu biliyordu. Bu
sebeple bunu kabul etmeyerek: “Muhammed bize haksızlık yapar. Bunun yerine biz
Ka’b b. Eşref’in hakemliğine başvuralım” dedi. Bu âyet onun hakkında nâzil
oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIV, 19)
İkincisi;
Muğîre b. Vâil ile Hz. Ali arasında ortak bir arazi vardı. Bunu bölüştüler. Hz.
Ali’ye suyun çok zor çıkabileceği yer düştü. Muğîre, Hz. Ali’ye: “Arazini bana
sat” dedi. Hz. Ali de sattı ve el sıkışıp satışı tamamladılar. Muğire’ye,
“Suyun çıkmayacağı çorak bir yer aldın” denilince, gelip Hz. Ali’ye: “Arazini
geri al. Onu beğenmem şartıyla satın almıştım. Fakat onu beğenmedim, çünkü
orada su çıkmıyor” dedi. Hz. Ali de: “Hayır. Sen onu satın aldın, beğendin ve
el sıkışıp işi bitirdin. Hem oranın durumunu da biliyordun. Dolayısıyla onu
geri almıyorum” dedi ve onu, mahkemeleşmek için Resûlullah (s.a.s.)’in huzuruna
gitmeye davet etti. Bunun üzerine Muğîre: “Muhammed mi? Ben ona asla gelmem ve
onun hükmüne başvurmam. Çünkü o bana karşı kızgındır; bu yüzden bana haksızlık
etmesinden korkarım” dedi. İşte bunun üzerine bu ayet iniverdi. Bu ayetlerin,
küfürlerini içinde saklayıp, dıştan mü’min görünen bütün münafıklar hakkında
nâzil olduğu da söylenmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIV,
19)
Münafıklar
böyle durumlarda hakkın başkasına ait olduğunu bildiklerinde veya şüphe
ettiklerinde mahkeme olmaktan yüz çeviriyorlardı. Fakat hükmün kendi lehlerinde
verileceğini bildiklerinde veya elde edecekleri bir menfaat söz konusu
olduğunda ona koşarak geliyorlardı. Bu durum onların hak değil, sırf dünyevî
menfaat peşinde koştuklarını göstermektedir. Bu ise münafıklığın en mühim
tezâhürlerinden biridir.
Onların
bu şekilde davranmalarının üç sebebi olabilir:
› Kişi aslında
inanmadığı halde, İslâm toplumunun mensubu olmanın menfaatlerinden istifade
edebilmek için müslümanmış gibi görünür.
› Belki inanmış
olmakla birlikte, hâlâ nübüvvet, âhiret ve hatta Allah’ın varlığı hususunda
şüpheler taşıyor olabilir.
› Belki mümin
olmakla birlikte, Allah ve Rasûlü’nde zulüm ve haksızlık hissetmekte ve
bunların hükümlerini şu veya bu şekilde kendi aleyhinde bulmaktadır.
Bu
üç şıktan birine girenlerin bizzat kendilerinin zâlim olduklarına şüphe yoktur.
Bu gibi şüpheleri olduğu halde, İslâm toplumunun içine giren ve kendisini bu
toplumun bir üyesi göstererek hak etmediği menfaatlerden faydalanan bir kişi
hiç şüphesiz münafıktır, sahtekârdır, yalancıdır. Böyle insanlar yalnızca
kendilerine zulmetmek ve sahtekârlık yapmakla kalmaz; içlerindeki küfrü
gizleyip dilleriyle mümin olduklarını söylediklerinden dolayı onları
kendilerinden sayan ve böyle olduğu için de onları tüm içtimâî, siyasî ve
ahlâkî münâsebetlerden faydalandıran müslümanlara da zulüm ve haksızlık yapmış
olurlar.
Allah
ve Rasûlü’nün hükmü karşısında gerçek mü’minlerin gösterdiği itaat ve
teslimiyete gelince:
51. Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlü’ne çağrıldıkları zaman mü’minlerin yegâne sözü ancak: “Baş üstüne! İşittik ve itaat ettik” şeklinde olur. İşte kurtuluşa erecek olanlar, yalnız bunlardır.
52. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat eder, Allah’tan korkar ve O’na karşı gelmekten sakınırsa, işte onlar ebedî başarı ve mutluluğa erenlerin tâ kendileridir.
Kâmil
imana sahip mü’minler her zaman ve zeminde Allah ve Rasûlü’nün verdiği hükme
râzı olur, ona cân ü gönülden itaat ederler. Böyle durumlarda onların
gönüllerinden coşup ağızların çıkan tek söz yalnızca: “İşittik ve itaat ettik”
beyânıdır. İşte korktuklarından emin olup umduklarına nâil olacaklar bunlardır.
Burada
kurtuluşun, ebedî başarı ve mutluluğa kavuşmanın üç mühim şartı haber verilir:
›
Allah ve Rasûlü’ne kayıtsız şartsız itaat,
›
Geçmiş günahlar itibariyle Allah’tan korkmak, O’nun af ve
mağfiretine sığınmak,
›
Gelecekte işlenmesi muhtemel günahlar itibariyle de yine Allah’a
karşı derin bir takvâ ve saygı hissiyâtı içinde bulunup, O’nun râzı olmayacağı
her türlü söz, fiil, amel ve düşünceden uzak durmaktır.
Münafıkların bir diğer aldatma oyunlarını deşifre
etmek üzere buyruluyor ki:
53. Bir de o münafıklar, kendilerine emrettiğin takdirde, seninle birlikte savaşa çıkacaklarına dâir var güçleriyle Allah’a yemin ettiler. De ki: “Yemin etmenize gerek yok! Sizden istenen, sadece uygun bir şekilde itaat etmenizdir. Şüphesiz Allah, yaptığınız her şeyi en iyi bilmektedir.”
54. De ki: “Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin. Eğer itaatten yüz çevirecek olursanız şunu bilin ki, Peygamber kendi vazîfesinden, siz de kendi vazîfenizden sorumlu tutulacaksınız. Şu kadar ki, ona itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz. Peygamber’e düşen, Allah’ın emirlerini apaçık bir şekilde tebliğ etmektir.
Münafıkların
söz ve davranışlarında samimi olmadıklarını haber veren yukarıdaki âyetler
inince onlar, Allah Resûlü (s.a.s.)’e gelerek, kendisine itaat edeceklerine,
hatta yurtlarından çıkıp gitmeyi, eşlerini ve mallarını terk edip savaşa
çıkmayı emredecek olsa mutlaka yerine getireceklerine dair tüm güçleriyle yemin
etmişlerdi. Bunun üzerine bu âyetler indi. Yemin etmeye gerek yoktur. Çünkü
İslâm, insanlardan yemin etmelerini değil, Allah ve Rasûlü’nün emrine itaat
etmelerini istemektedir. Mühim olan lâf değil ameldir.
Ziyâ
Paşa der ki:
“Âyinesi
iştir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın
görünür rütbe-i aklı eserinde.”
Peygamber’in
vazifesi Allah’ın dinini, emir ve yasaklarını açık ve anlaşılır bir şekilde
tebliğ etmek; muhatapların vazifesi de Allah’ın buyruklarına itaat etmektir.
Dolayısıyla herkes kendi vazifesinden sorumludur. Hiç kimseye bir başkasının
günahı sorulmaz. Doğru yolu bulmak ise ancak Peygamber (s.a.s.)’e itaatle
mümkündür. Bunun başka bir alternatifi yoktur. Böyle davrandığımız takdirde
Yüce Allah biz mü’minlere parlak gelecekler ve büyük zaferler müjdelemektedir:
55. Allah, sizlerden iman edip sâlih ameller işleyenlere yeminle şunları va‘detti: Kendilerinden önceki mü’minleri kâfirlerin yerine geçirip hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacaktır. Kendileri için seçip râzı olduğu İslâm dinini mutlaka yerleştirecek ve onlara bu dîni hayatlarında uygulama güç ve imkânını verecektir. Ayrıca içinde bulundukları korkulu dönemin ardından onları tam bir emniyete kavuşturacaktır. Çünkü onlar yalnızca bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim nankörlük edip inkâra saparsa, işte onlar doğru yoldan çıkanların tâ kendileridir.
56. Öyleyse, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Peygamber’e itaat edin ki Allah’ın rahmetine erişesiniz.
57. Sakın kâfirlerin dünyada Allah’ı âciz bırakıp O’nun azabından kurtulacaklarını sanma! Onların varacakları yer ateştir. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.
Âyette
haber verilen vaat ve müjde sadece Resûlullah (s.a.s.) ve onun ashâbına değil,
bilakis kıyâmete kadar gelecek bütün müslümanlaradır. Burada Cenâb-ı Hak iki
şarta bağlı olarak üç vaatte bulunuyor:
Şartlar:
Biirncisi;
kâmil bir imana sahip olmak,
İkincisi;
sâlih ameller işlemek. Bundan maksat sadece namaz kılmak, oruç tutmak, hacca
gitmek gibi ibâdetler değil, aynı zamanda dünyanın imarına yardımcı olacak her
türlü işi Allah’ın rızâsına uygun tarzda ve en güzel şekilde yapmaktır.
Kâinatın fizik, matematik, sosyolojik, psikolojik tüm kanunlarından istifade
ederek bize ihsan edilen tüm dünya nimetlerini İslâm’ın yüceltilmesi ve hakkın
galip gelmesi için kullanmaktır.
Va‘dedilen
neticeler:
›
Kendilerinden önceki mü’minleri kâfirlerin yerine geçirip hâkim
kıldığı gibi onları da yeryüzüne hâkim ve iktidar sahibi kılacaktır. Meselâ
daha önce Firavun ve hanedanını helak ederek İsrâiloğulları’nı onların yerine
geçirmişti. Tarih boyu bu durum tekrar edip durmuştur.
›
Onlar için seçip râzı olduğu İslâm dinini onların iyiliğine
yerleştirip koruyacak, onlara İslâmı hayatlarına uygulama güç, kudret ve
imkânını bahşedecektir. Böylece İslâm Arap Yarımadası başta olmak üzere
dünyanın pek çok yerine yayılıp yerleşecektir.
›
İçinde bulundukları korku, şiddet ve endişe döneminin arkasından,
bunun yerine onları tam bir emniyet ve selâmete ulaştıracaktır.
Konuyla
ilgili olarak Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur: “Allah’a gerçekten iman
eden ve salih amellerde bulunan bu ümmeti; Allah katında yüce mertebe kazanmak,
dinini yaşamak, düşmanlarına karşı Allah’tan yardım görmek ve yeryüzünde güç
sahibi olmakla müjdele. Kim âhiret amelini dünya için yaparsa, onun âhirette
hiçbir nasibi yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 134)
Demek
ki, başarıların sebebi, mü’minlerin yalnızca Allah’a kulluk ediyor ve O’na
hiçbir şeyi ortak koşmuyor olmalarıdır. Başarı ve zafere ulaştıktan sonra da
yapacakları iş, yine Allah’a kulluk etmek ve O’na hiçbir şeyi ortak
koşmamaktır. Bu durumlarında bir değişiklik olduğunda, kendilerine lütfedilen
başarılar da değişecek, Allah’ın nimetlerine nankörlük edenler gâlibiyetlerini
kaybedeceklerdir. Allah Teâlâ buyurur:
“…Bir
toplum, içinde bulundukları iyi hâli değiştirmedikçe, Allah, onlara olan
nimetini değiştirmez. Fakat Allah, bir topluma kendi günahları yüzünden bir
kötülük dilediği zaman, artık onun geri çevrilmesi mümkün değildir. Onları,
Allah’tan başka koruyacak kimse de bulunmaz.” (Ra‘d 13/11)
Bu
sebeple Cenâb-ı Hak mü’minlere sürekli ilâhî rahmete nâil olmaları ve o rahmet
içinde kalmaları için namazı kılmalarını, zekâtı vermelerini ve Resûlullah
(s.a.s.)’e itaat etmelerini bir daha hatırlatmaktadır. Zaten yeryüzünde
hâkimiyet elde eden mü’minlerin gerçek hedefi, Allah’ın dinini hâkim kılmak ve
onun olabildiğince kalabalık kitleler tarafından yaşanmasını sağlamaktır. Bu
hususa ışık tutan bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah’ın
dinine yardım eden o mü’minler, kendilerine yeryüzünde bir hâkimiyet
verdiğimizde, namazlarını dosdoğru kılar, zekâtlarını verir, her türlü iyiliği
emredip yayar, kötülük ve yanlışlıkları yasaklayıp önünü almaya çalışırlar.
Bütün işlerin neticede varıp değerlendirileceği yer Allah’ın huzurudur.” (Hac 22/41)
Bu
âyetlerde va‘dedilen müjdenin gerçekleşmesi ve örneklendirilmesi bakımından
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ve ashâbının durumu pek güzel bir numûnedir. Şöyle ki:
Resûlullah (s.a.s.) ve ashâbı Mekke’de on yıl kadar korku içinde ve gizli bir
şekilde insanları Allah’ın birliğine imana ve yalnızca O’na kul olmaya davet
ettiler. Sonra izin verildi, Medine’ye hicret ettiler. Arkasından savaş emri
geldi. Orada korku çekerek, gece gündüz silahlı dolaşarak sabırla beklemek
mecburiyetinde kaldılar. Bu ağır şartlar altında bunalan bir sahâbî
Peygamberimiz (s.a.s.)’e gelerek:
“Ey
Allah’ın Rasûlü! Devamlı korku ve tehlike içinde mi yaşayacağız? Silahları
bırakıp güvenlik ve huzur içinde yaşayacağımız bir gün gelmeyecek mi?” diye
sordu. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.) şu cevabı verdi:
“İçinizden
bir kimsenin, silah taşımadan, elbisesine bürünerek kalabalıklar arasında
rahatça oturacağı günlere kavuşmak için çok değil, biraz daha sabredeceksiniz.”
Bu
sözün üzerinden çok zaman geçmeden bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Allah Teâlâ
Peygamberini Arap yarımadasına hâkim kıldı, silahı bıraktılar. Daha sonra içine
düştükleri iç savaş günlerine kadar Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın
hilâfetlerinde aynı huzur ve güven içinde yaşadılar. Sonra tekrar korkulu
günlere girdiler, korunaklar ve korumalar edindiler. Hâsılı onlar durumlarını
değiştirdiler, bu yüzden içinde bulundukları huzur da değişip yok oldu.
(Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVIII, 212)
Hâsılı başarı, huzur ve mutluluğun yolu, İslâm’ı
hayatın her alanını mükemmel bir tarzda tanzim edip kuşatan bir din hâlinde
benimseyip uygulamaktan geçer. Bu münâsebetle şimdi aile hayatına yeniden
dönülüp, aile fertlerinin ev içinde uymaları gereken pek mühim prensipler
hatırlatılarak şöyle buyrulur:
58. Ey iman edenler! Elinizin altında bulunan köleleriniz, câriyeleriniz ve henüz ergenlik çağına girmemiş çocuklarınız şu üç vakitte yanınıza girmek için sizden izin istesinler: Sabah namazından önce, öğleyin elbiselerinizi çıkarıp istirahata çekildiğiniz vakit ve yatsı namazından sonra. Çünkü bu üç vakit, sizin mahrem halde bulunabileceğiniz zamanlardır. Bu vakitlerin dışında, izinsiz olarak yanınıza girmelerinde ne size ne de onlara bir günah yoktur. Çünkü, ev içinde kaçınılmaz olarak birbirinizin yanına girip çıkmak durumundasınız. Allah size âyetlerini işte böyle açıklamaktadır. Allah herşeyi hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
59. Çocuklarınız ergenlik çağına girdiklerinde, onlar da kendilerinden önceki büyüklerinin yaptığı gibi sizden izin istesinler. Allah size âyetlerini işte böyle açıklamaktadır. Allah herşeyi hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
İslâm iffet dinidir ve iffetin korunmasına büyük önem verir. Fertlerin iffetli
yetişmeleri ve aile mahremiyetinin korunması için çok ince tedbirler alır. İşte
aile içinde erkek ve kadının uygunsuz bir durumda görülebilme ihtimalinin
bulunduğu vakitlerde, onların odasına izin almadan girilmesini yasaklaması bu
tedbirlerden bir tanesidir. Buna göre ister henüz bülüğ çağına erişmemiş olsun,
ister erişmiş olsun tüm köle ve câriyeler ve henüz bülûğ çağına erişmemiş
çocuklar şu üç vakitte anne-babalarının veya yakınlarının odalarına girerken
izin istemek mecburiyetindedirler:
› Henüz istirahat halinin devam ettiği sabah namazından önce,
› Öğleyin kaylûle uykusu için elbiselerin çıkarıldığı vakit,
› Yine istirahat için odalara çekinilen vakit olan yatsı namazından sonra.
Bu üç vaktin üçünde de kadın ve erkeğin
görülmesi uygun olmayan avret yerlerinin görülebilme ihtimali yüksektir. Bu
gibi menfi durumlara engel olmak için bu hüküm getirilmiştir. Ancak, bahsi
geçen kişiler aile içinde sürekli birbiriyle içli dışlı kimseler olduğundan bu
üç vaktin dışında izin isteme mecburiyeti yoktur. Bunların dışındaki vakitlerde
erkek ve kadın daha dikkatli olmalı, uygun olmayan bir durumda bulunmamaya
çalışmalıdır. Aksi durumlarda çocukların, köle ve cariyelerin bir sorumluluğu
yoktur.
Bülûğ çağına ulaşmış çocuklar ise artık
yetişkinler gibi her girdiklerinde izin istemeleri gerekir.
Bülûğ çağı erkeklerde ihtilam görmek,
kızlarda ise aybaşı görmekle başlar. Bunlarda gecikme olması durumunda ise Ebû
Hanîfe’ye göre kızlarda on yedi, erkeklerde on sekiz yaşın dolması gerekir.
Müçtehitlerin çoğuna göre ise on beş yaşına girilmesiyle bülûğ çağı başlamış
olur.
Şu rivayet, bu konudaki ilâhî buyruğun
anlaşılması bakımından dikkat çekicidir. Bir kimse Peygamber Efendimiz’e
gelerek:
“– Ya Resûlallah, içeriye girmek için
annemden de izin alacak mıyım?”
diye sorunca Efendimiz:
“– Evet” buyurdu. Adam:
“– Ancak ben onunla beraber ikâmet etmekteyim” dedi. Resûlullah (s.a.s.):
“– Yine de izin almalısın” buyurdu. Adam:
“– Ben onun dâimî hizmetçisiyim” dedi. Efendimiz (s.a.s.):
“– İzin almalısın! Sen onu çıplak halde görmek ister misin?” buyurdu. Adam:
“– Hayır” dedi. Bunun
üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):
“– Öyleyse ondan izin al!” buyurdu.
(Muvatta, İsti’zân 1)
Şimdi
de kadınların örtünmesiyle ilgili özel bir duruma işaret etmek üzere buyruluyor
ki:
60. Artık evlenme istek ve ümidi kalmamış yaşlı kadınların, güzellik ve süslerini yabancı erkeklere göstermemek şartıyla, dış giysilerini çıkarmaları günah değildir. Ancak olabildiğince iffetli davranmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir.
Bahsedilen
kadınlar, artık çocuk doğuramayacak yaşa gelmiş, cinsî arzu duymayan ve
erkeklerin şehvetini uyandırmayan kadınlardır. Bunlar, süs ve güzelliklerini
yabancı erkekler önünde sergilememek şartıyla, Ahzab sûresi 59. âyette
emredilen ve zînetleri gizlemek için kullanılan “dış elbiselerini” üzerlerine
almayabilirler. Bu, giyim kuşam bakımından onlara sağlanan bir kolaylıktır.
Fakat kalplerinde hâlâ gizli bir arzu ve görünme hevesi taşıyorlarsa o zaman bu
kolaylıktan faydalanamazlar. Bu takdirde diğer genç kadınlar gibi giyinmeleri
gerekir. Ancak her hâlükârda olabildiğince iffetli davranmaları, yanlış
anlaşılmalara sebep olacak hal ve hareketlerden uzak durmaları onlar için daha
hayırlıdır.
Aile içi ve akrabalar arası yeme içme konlarına
açıklık getirmek üzere şöyle buyruluyor:
61. Âmâ, topal ve hasta gibi özürlülerin, evlerinizde yemek yemelerinde bir sakınca yoktur. Sizin de eş ve çocuklarınızın evlerinden, babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden veya anahtarları size teslim edilmiş olup bakımını üstlendiğiniz yerlerden yahut da arkadaşlarınızın evlerinden izinsiz yiyip içmenizde bir günah yoktur. Toplu halde veya ayrı ayrı yemenizde de bir günah yoktur. Evlere girdiğinizde, Allah tarafından bereketli ve feyizli bir sağlık ve esenlik dileğiyle birbirinize selâm verin. Allah, düşünüp hikmetini anlamanız için size âyetlerini işte böyle açıklamaktadır.
İslâm
âmâ, topal ve hasta olanları başta cihad olmak üzere güç yetiremeyecekleri pek
çok yükümlülükten muaf tutmuş, onlar için daha hususi hükümler koymuştur. (bk.
Tevbe 9/91-92; Feth 48/17)
Burada
işaret edildiği gibi yeme içme bakımından da onlara kolaylık sağlanmıştır.
Şöyle ki:
› Hasta ve
sakatlar diğerleri ile birlikte yedikleri zaman hak geçmesi, onların karınlarını
doyuramaması ihtimali vardı, bu yüzden rahatsızlık duyanlar, “Birlikte
yemenizde sakınca yoktur” buyrularak rahatlatılmıştır.
› Hasta ve
sakatların, âyetin devamında sayılan yakınların evlerinden yemelerinde sakınca
bulunmadığı açıklanmıştır.
› Hastalar ve
sakatları, karınlarını doyurmak üzere evlerine götüren kimseler burada yiyecek
bulamazlarsa âyette sıralanan yakınlarına götürüyorlardı; bunda bir sakınca
bulunmadığı bildirilmektedir.
› Kur’ân-ı
Kerîm’in tâlimatları müslümanların zihnini öylesine değiştirmiş, kalplerine
öylesine tesir etmişti ki, haramla helâl arasındaki ayırım konusunda son derece
duyarlı hale gelmişlerdi. Meselâ Allah Teâlâ: “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda hırsızlık, rüşvet, faiz ve kumar
gibi meşrû olmayan yollarla yemeyin”
(Nisâ 4/29) buyurduğu zaman oldukça titizlenmişler ve birbirlerinin evlerinde
serbestçe yiyemez hale gelmişlerdi, o kadar ki, resmî bir davet olmadıkça, bir
dost veya yakının evinde yemeyi bile haram sayıyorlardı. Bu âyet-i kerîme
onların bu endişelerini gidermiş oldu.
› Sağlam
müminler savaşa giderken evlerini, sakatlıkları veya başkaca mazeretleri
yüzünden savaşa katılamayanlara emanet ediyorlardı, emanetçilerin de bu evlerde
bulunan yiyeceklerden yararlanma hususunda gönülleri rahat değildi. Bu âyetle
onlara ruhsat tanınmıştır.
Eski
Arabistan’da bazı kabilelerde her bir ferdin oturup ayrı yeme âdeti vardı.
Bugün hâlâ Hinduların yaptığı gibi, aynı yerde birlikte yemek yeme kötü
sayılırdı. Buna karşılık bazı kabileler ise ayrı ayrı yemeyi kötü sayıyorlardı,
o kadar ki, yemekte bir başka kişi yoksa yemeden kalkarlardı. Bu âyet-i kerîme,
bu tür âdet ve sınırlamaları ortadan kaldırmaktadır. Âyetin “Toplu halde
veya ayrı ayrı yemenizde de bir günah yoktur” kısmı, hüsn-i niyet ve ihtiyaç hudutları
içinde kalındığı müddetçe tek başına da, bütün arkadaşlar bir araya gelerek de
yemenin caiz olduğunu göstermektedir. Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki,
Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.):
“- Yemek yiyoruz, fakat doymuyoruz” diyenlere:
“-
Herhalde ayrı ayrı yiyorsunuz?” diye sorup öyle yaptıklarını öğrenince şöyle buyurmuştur:
“-
Birlikte yiyin; besmele çekin. Böyle yaparsanız yemeğiniz bereketlenir.” (Ebû Dâvûd,
Et’ime 14; İbn Mâce, Et’ime 17)
Bu
konuda yine Efendimiz (a.s.)’ın: “Yemeğinizi birlikte yiyin; ayrı ayrı
yemeyin. Çünkü bereket beraberliktedir” (İbn Mâce, Et’ime 17) tavsiyesi
bulunmaktadır.
Nûr
sûresinin 27-30. âyetleri, başkalarının evlerine girerken alınması gereken izin
ve verilmesi gereken selâmın âdabını öğretmişti. Burada “Evlere
girdiğinizde, Allah tarafından bereketli ve feyizli bir sağlık ve esenlik
dileğiyle birbirinize selâm verin” buyrularak bir kimsenin kendi evine veya
mescide girdiği zaman orada bulunanlara selâm vermesi istenmektedir. Eğer evde
birileri varsa:
اَلسَّلَامُ
عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ
(Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve
berakâtüh) der. Eğer kimse yoksa:
اَلسَّلاَمُ
عَلَيْنَا وَ عَلٰي عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِح۪ينَ
(Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhis sâlihîn)
der.
Bu
hususta Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Evlere
girdiğiniz vakit oranın halkına selâm verin. Allah’ın ismini zikredin. Çünkü
sizden herhangi bir kimse evine girdiği vakit selâm verip yüce Allah’ın ismini
yemeği üzerine anacak olursa, şeytan arkadaşlarına: «Burada geceleme imkânınız
yok, akşam yemeği de yiyemezsiniz» der. Şayet sizden herhangi bir kimse evine
girdiğinde selâm vermeyip yediği yemeğin başında da Allah’ın ismini anmayacak
olursa, şeytan arkadaşlarına: «Artık siz geceyi geçireceğiniz yeri de buldunuz
akşam yemeğini de buldunuz» der.” (Müslim, Eşribe 103; Ebû Dâvûd, Et‘ime 15)
Resûlullah
(s.a.s.) yine şöyle buyurur:
“Kişi
evine girecek olursa: «Allahım! Ben senden girişimin hayırlı, çıkışımın da
hayırlı olmasını dilerim. Allah’ın ismi ile girdik, Allah’ın ismi ile çıktık
ve Rabbimiz olan Allah’a tevekkül ettik» desin; sonra da aile halkına selâm
versin.”
(Ebû Dâvûd, Edeb 103)
Bu ahlâk ve âdâb kâidelerinin her biri, ferdî,
ailevî ve içtimâî hayatta İslâm’ın va‘dettiği huzura erebilmenin vazgeçilmez
esaslarıdır. Sağlam bir İslâm toplumunun oluşturulması için uyulması gereken
önemli bir esas da şudur:
62. Gerçek mü’minler ancak şu kimselerdir ki, Allah ve Rasûlü’ne yürekten inanmış olup, toplumu ilgilendiren herhangi bir iş vesilesiyle Peygamber’in yanında bulundukları sırada, ondan izin almadıkça ayrılıp gitmezler. Rasûlüm! Senden izin isteyenler, şüphesiz Allah ve Rasûlü’ne inananlardır. Bu sebeple şâyet bazı işleri için senden izin isterlerse, sen onlardan uygun gördüğüne izin ver ve kendileri için Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Bunlar,
İslâm toplumunun disiplin ve nizamını pekiştirmek ve öncesinden daha organize
hâle getirmek için verilen önemli tâlimatlardır. Zikredilen “iş”ten maksat,
İslâm devlet başkanının belli maslahatlar istikâmetinde insanları toplamayı
gerek duyduğu hususlardır. Bu maslahat, bir sünneti ihyâ etmek yahut bir birlik
oluşturup düşmanı korkutmak veya savaş için bir araya gelmek olabilir. Nitekim
yüce Allah: “Karara bağlanacak işlerde onlarla istişâre et!” (Âl-i İmran
3/159) buyurmaktadır. Eğer bu işin fayda ve zararı onların bu hususta müşavere
etmek için toplanmalarını gerektiriyorsa, bu kamuyu ilgilendiren bir iş
demektir. Burada kendisinden izin alınması istenen kişi, emir vermek yetkisine
sahip olan kişi devlet başkanı veya onu temsil eden yöneticidir. Dolayısıyla bu
hüküm, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’den sonra gelen halifeler ve müslümanların diğer
önderlerine karşı da geçerlidir. Böyle bir durumda hiç kimsenin herhangi bir
mazereti dolayısıyla, onun iznini almaksızın gitmesi caiz değildir. Onun iznini
alarak gidecek olursa hakkındaki kötü zan da ortadan kalkmış olur. Ancak
burada geçerli bir mazeret olmadan izin istemenin mutlak haramlığı konusunda
ciddi bir ikaz yer almaktadır. İzin istemek için geçerli bir mazeretin olması
gerekir. Fakat geçerli bir mazeret durumunda bile izin verip vermemek,
Peygamberimiz (s.a.s.)’e veya ondan sonraki halifeye kalmıştır. Eğer o toplumun
menfaat ve maslahatını ferdin şahsî mazeretinden daha ehemmiyetli görürse, izin
vermeyebilir ve bir müminin de buna gönülden razı olması gerekir. Burada da bir
ikaz daha yer almaktadır: Eğer izin istemede küçük ve gereksiz bir mazeret
beyânı, ya da ferdî menfaati toplumsal menfaatin üstünde tutma söz konusu
olursa, bu da günahtır. Dolayısıyla, Peygamber veya halefi, izin isteyenin
bağışlanması için dua etmelidir.
Rivayete
göre bu âyet-i kerîme, Kureyşliler Ebu Süfyan’ın, Gatafanlılar da Uyeyne b.
Hısn’ın kumandasında Medine üzerine hücum etmek üzere geldikleri vakit,
hendeğin kazılması hakkında nâzil olmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.) Medine
etrafında hendek kazmaya başlamıştı. Bu da hicretin beşinci yılı Şevval ayında
gerçekleşmişti. Münafıklar işten kurtulmak için görünmeden biri diğerinin
arkasına saklanarak sıvışıp gidiyorlar ve gerçekle ilgisi olmayan mazeretler
ileri sürüyorlardı. (Kurtubî, el-Câmi‘, XII, 321)
Bu
âyetin Hz. Ömer (r.a.) hakkında nâzil olduğu da nakledilmiştir. O Tebûk
seferinde geri dönmek maksadıyla Resûlüllah (s.a.s.)’den izin istedi. Efendimiz
ona izin verdi ve: “Geri dönebilirsin, Allah’a yemin ederim ki sen münafık
değilsin” demiş ve bu sözlerini münafıklara işittirmek istemişti. (Kurtubî, el-Câmi‘,
XII, 321)
Resûlullah
(s.a.s.)’ın Allah katında ve mü’minler nezdinde öylesine büyük bir değeri
vardır ki:
63. Ey mü’minler! Peygamber’in sizi çağırmasını, kendi aranızda herhangi birinin diğerini çağırmasıyla bir tutmayın. Allah içinizden birbirlerini siper edinerek sıvışıp gidenleri çok iyi biliyor. Rasûlullah’ın emrine aykırı hareket edenler, artık başlarına büyük bir belânın gelmesinden veya pek elemli bir azâbın tepelerine inmesinden korkup çekinsinler.
Nebiyy-i
Muhterem (s.a.s.) hem Allah katında hem de insanlar nezdinde çok şerefli bir
makama sahiptir. Onu sıradan bir insan olarak telakki edip ona göre davranmak
doğru değildir. Bu sebepledir ki Kur’ân-ı Kerîm, müslümanların Peygamberlerine
nasıl saygı göstermeleri gerektiğini açıkça beyân etmektedir. (bk. Hucurât
49/1-5) Nitekim bu âyet, Efendimiz (s.a.s.)’e sadece ismiyle hitap etmenin veya
kendisinden bahsederken sırf ismini söylemenin yahut Onun yaptığı çağrıyı,
sıradan insanların çağrısı gibi karşılamanın iman ve İslâm haysiyetiyle
bağdaşmayacağını haber vermektedir. Meselâ ondan bahsederken ismi ile beraber
Peygamber, Nebî, Rasûl, Resûlullah, Resûl-i Ekrem, Nebiyy-i Muhterem, Habîb-i
Ekrem, Peygamberimiz, Peygamber Efendimiz… gibi onu anlatan ve ona hürmetimizi
gösteren sıfat ve ünvanları ilâve etmek yerinde bir davranış olur. Ayrıca Allah
Teâlâ’nın Ahzab sûresi 56. âyetin emri gereğince, Resûlüllah (s.a.s.)’in ismi
anıldığı zaman ona salât edip selâm vermemiz, meselâ:
اَللّٰهُمَّ
عَلٰي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰي اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ
(Allahümme alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ
âli seyyidinâ Muhammed) veya:
صَلَّي
اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ
(Sallallahü
aleyhi ve selem) dememiz ona duyduğumuz o derin saygının bir ifadesidir.
Nitekim
Peygamber âşığı şâir Nâbî’yle ilgili anlatılan şu kıssa ne kadar ibretâmizdir:
Şâir
Nâbî, 1678 yılında, devlet adamları ile beraber Hac seferine çıkar. Kâfile
Medine’ye yaklaşırken, heyecandan Nâbî’nin gözüne uyku girmez olur. Kâfilede
bulunan bir paşanın, ayağını gafleten Medine-i Münevvere’ye doğru uzattığını
görür. Bu durumdan çok müteessir olarak meşhur na‘tini yazmaya başlar. Sabah
namazına yakın Medine-i Münevvere’ye yaklaştıklarında Nâbî, yazdığı na‘tin
Mescid-i Nebî’nin minârelerinden okunduğunu duyar:
“Sakın
terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu;
Nazargâh-ı
ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu.”
“Cenâb-ı
Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed Mustafâ’nın makâmı
ve beldesi olan bu yerde edebe riâyetsizlikten sakın!..”
“Murâât-ı
edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,
Metâf-ı
kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu.”
“Ey
Nâbî, bu dergâha edeb kâidelerine uyarak gir! Burası, kudsî ruhların etrafında
pervâne olduğu ve peygamberlerin eşiğini öptüğü mübârek bir makamdır.”
Bu
durum karşısında çok heyecanlanan şâir Nâbî, hemen müezzini bulur:
“–Bu
na‘ti kimden ve nasıl öğrendin?” diye sorar. Müezzin:
“–Bu
gece Allah Resûlü (s.a.s.) rüyâmızda bize:
«–Ümmetimden
Nâbî isimli bir şâir beni ziyârete geliyor. Bu zât bana son derece aşk,
muhabbet ve hürmetle doludur. Bu aşkı sebebiyle onu mescidimin minârelerinden
kendi na’ti ile karşılayın!..» buyurdu. Biz de bu emr-i nebevîyi yerine
getirdik...” der.
Nâbî,
hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Hem ağlar, hem de şunları söyler:
“–Demek
Allah Resûlü (s.a.s.) bana «ümmetim» dedi! Demek, İki Cihân Güneşi beni
ümmetliğe kabul buyurdu!..”
Tekrar
âyet-i kerîmenin tefsirine dönecek olursak, rivayete göre Resûlullah
(s.a.s.)’in Cuma günleri okuduğu hutbe münafıklara ağır geliyordu. Böylece
onlar, ashâb-ı kirâmın arkasına gizlenerek, izin almaksızın çekip gidiyorlardı.
Yine onlar savaşta da saftan çıkıp sıvışarak gidiyorlardı. Yine onlar Allah’ın
Rasûlü’nden, kitabından ve onun hatırlatmasından sıvışıp kaçıyorlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
XXIV, 35) Âyet-i kerîme onların bu hâline işaret etmekte, bunun hastalıklı bir
durum olduğunu belirtmektedir.
Peygamber
(s.a.s.)’in daveti Allah’ın daveti, Peygamberi’in emri Allah’ın emri, ona itaat
etmek de Allah’a itaat etmektir. Âyet-i kerîmede: “Peygamber’e itâat eden, Allah’a itaat etmiş olur” (Nisâ 4/80) buyrulur. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Peygamberi’nin
emrine karşı gelmekten sakındırmakta, ona isyan edenlerin dünyada fitnelere,
belâ ve musibetlere maruz kalacaklarını; âhirette de can yakıcı bir azaba
uğrayacaklarını hatırlatmaktadır. Dünyada başlarına gelecek “fitne”den maksat;
öldürülmek, çeşitli sıkıntılara maruz kalmak, başlarına zâlim idarecilerin
Musallat olması, Efendimiz’e karşı gelmenin uğursuzluğu sebebiyle kalplerin
mühürlenmesi gibi feci durumlardır. Bu izahlara göre Allah Resûlü (s.a.s.)’in
emrine uymanın farz, ona karşı gelmenin ise haram olduğu anlaşılmaktadır. Zira
iki dünyanın saadeti sünnete tâbi olmakla, iki dünyanın bedbahtlığı da sünnete
aykırı davranmaktadır. Allah Resûlü (s.a.s.)’in sünnetine uymayanın başına
gelecek en küçük musîbet, ona uymaktan mahrumiyet ve sonra tekrar ona
uyabilmeyi sağlamanın zorluğudur. Bu sebeple bütün gücümüzü kullanarak Allah
Resûlü’ne hürmet ve muhabbet ve onun sünnetine itaat çizgisinden ayrılmamaya
çalışmalıyız.
Netice
itibariyle:
64. Dikkat edin! Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. O sizin hangi durumda olduğunuzu ve neyi niçin yaptığınızı elbette bilmektedir. Herkesin huzuruna varacağı gün Allah, onların bütün yaptıklarını kendilerine tek tek haber verecektir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.
Göklerde
ve yerde her şey Allah’a ait olunca, O’nun mülkü olan hiç kimsenin kendi
sahibinin emrine itaatsizlik etmesi ve ona karşı gelmesi doğru olmaz. Bu,
cezayı gerektiren bir durumdur. O halde doğru olan O’na itaat etmek, O’nun
buyruklarına tâbi olmak ve O’nun Rasûlü’nün emri doğrultusunda hareket
etmektir. Çünkü herkes nihâyet O’na dönecek, herkese yaptıklarını eksiksiz bir
şekilde bildirecek ve amellerine göre onlara karşılık verecektir. Bu, Allah
için kolaydır; çünkü O her şeyi hakkiyle bilmektedir. O’nun ilminden gizli
kalan hiçbir şey yoktur.
Pek
dehşetli tehdit ve uyarılarla sona eren Nûr sûresinden sonra, bütün âlemleri
uyarıyla başlayan Furkân sûresi gelmektedir:
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...
Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...
"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...
Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...
Enbiya suresinin 37. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 37. Ayet Arapça: خُلِقَ الْاِنْسَانُ مِنْ عَجَلٍۜ سَاُر۪يكُمْ اٰيَات۪ي فَلَا تَسْتَعْجِ ...
Saff sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 14 âyettir. İsmini, 4. ayetinde geçen صَفًّا (saffen) kelimesinden alır. Sûrenin “İsa” ve اَلْحَوَارِيُّونَ (Hav ...