Nisâ sûresi Medine’de nâzil olmuştur, 176 âyettir. İsmini, birinci âyette geçen ve “kadınlar” mânasına gelen اَلنِّسَاءُ (Nisâ) kelimesinden alır. Ayrıca bu kelime sûre boyunca sıkça tekrar edilmektedir. Mushaf tertîbine göre 4, nüzûl sırasına göre 98. sûredir. Kur’ân-ı Kerîm’in 114 sûresi içinde اَلرِّجَالُ (ricâl) yani “Erkekler” ismini taşıyan bir sûre olmayıp, “Nisâ” ismiyle anılan bir sûrenin olması ve sûrede daha çok kadınlarla alakalı konuların ele alınması, İslâm’ın kadına verdiği değer açısından dikkat çekicidir. Daha önce hep ikinci planda tutulmuş ve hakları yenmiş kadınları onurlandırmanın ve onları İslâm toplumu içinde layık oldukları yere oturtmanın açık bir işaretidir.
Sûrede öncelikle toplumun temeli olan ailenin istikrarı için gereken tavsiye ve direktifler verilir. Bu açıdan bilhassa nikah ve mirasla alakalı hükümler açıklanır. Kadından ve kadınların toplum içindeki yerinden bahsedilir. Kadınlarla erkeklerin aynı asıldan geldiklerine vurgu yapılarak, akrabalık haklarına riayet emredilir. Emanetin ehline verilmesinin ve adâletin lüzumu hatırlatılır. Ayrıca vakit namazı, korku namazı, namaz için gerekli taharet ve teyemmüm gibi konulara temas edilerek insanların sağlam ve sıhhatli bir kulluk şuuru oluşturmalarında önemli hususlara yer verilir. Mü’minler kendilerini savunmaya teşvik edilir. Bununla birlikte onlara İslâm’ı tebliğ etmenin ehemmiyeti de öğretilir. Hicretin hükmü açıklanır. Mü’minlerle “münafıklar, yahudiler ve müşrikler” arasındaki münâsebetlere ait hükümler getirilir. Yahudilerin bazı yanlış inanç, tutum ve davranışları tenkit ve tashih edilir. Her şeyin ötesinde en çok müslüman fert ve toplumu kuvvetlendirme ve sağlam bir birlik oluşturma gayesiyle, müslüman şahsiyetinin ve ahlâkî karakterinin mükemmel, yüksek ve güçlü olması yönünde telkinler yapılır.
İbn Abbas (r.a.) şöyle der:
Nisâ suresinde bulunan sekiz âyet, bu ümmet için güneşin üzerine doğduğu ve battığı şeylerin hepsinden hayırlıdır:
“Allah, haramları ve helâlleri size apaçık bildirerek yolunuzu aydınlatmak istiyor …” (Nisâ 4/26)
“Allah sizi günahlardan, yanlış yollara gitmekten koruyup affına ve rahmetine yöneltmek diliyor.…” (Nisâ 4/27)
“Allah sizin yükünüzü hafifletip dinî hayatı yaşanılır kılmak istiyor. …” (Nisâ 4/28)
“Siz eğer yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, biz sizin küçük günahlarınızı örteriz…” (Nisâ 4/31)
“Allah zerre kadar bile olsa kimseye zulmetmez.” (Nisâ 4/40)
“Allah, kendisine şirk koşulmasını kesinlikle bağışlamaz. Bunun altındaki günahları ise dilediği kimse için affeder…” (Nisâ 4/48)
“Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olarak bulur.” (Nisâ 4/110)
“Eğer siz şükredip inanırsanız Allah size ne diye azap etsin.” (Nisâ 4/147) (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 448)
Nisâ sûresi, içerisinde hukukî ve ahlâkî hükümlerin en çok bulunduğu sûrelerden birisidir. Kulların bütün bu ağır hükümlerin üstesinden gelebilmeleri için sûreye takvâdan ve Allah’ın her şeyi görüp bildiğinden söz edilerek başlanmaktadır.
Mushaftaki sıralamada dördüncü, iniş sırasına göre doksan ikinci sûredir. Mümtehine sûresinden sonra, Zil âl’den önce inmiştir. Bakara, Enfâl, Âl-i İmrân, Ahzâb ve Mümtehine sûreleri Medine’de Nisâ’dan önce nâzil olmuştur. Sûrenin, hicretten sonra 5 veya 6. yılda, Müreysî Gazvesi’nde dinî hükümler ve uygulamalar arasına girdiği bilinen teyemmüm âyetini ihtiva etmesi ağırlıklı olarak bu yıllarda indiğini düşündürmektedir. Buhârî’de yer alan (“Ferâiz”, 14) Nisâ sûresinin 176. âyetinin Kur’an’ın son âyeti olduğu yönündeki rivayet dikkate alındığında, başka bazı sûreler gibi bunun da nüzûlünün geniş bir sürede tamamlandığı söylenebilir. Sûrenin hicret günlerinde veya Mekke’de nâzil olduğunu ifade eden rivayetler zayıf bulunmuştur. “Ey insanlar!” hitabıyla başlayan sûrelerin Mekke’de vahyedildiği yönündeki kabulden hareketle ileri sürülen son iddiaya şöyle karşı çıkılmıştır: Medine’de geldiği bilinen birçok âyette benzer hitaplar bulunmaktadır ve Medine’de “ey insanlar!” denildiğinde bununla yalnızca Medineliler kastedilmez; dolayısıyla bu hitap Mekke’de inişin işareti değildir (İbn Âşûr, IV, 212).
İbn Abbas (r.a.) şöyle der:
Nisâ suresinde bulunan sekiz âyet, bu ümmet için güneşin üzerine doğduğu ve battığı şeylerin hepsinden hayırlıdır:
“Allah, haramları ve helâlleri size apaçık bildirerek yolunuzu aydınlatmak istiyor …” (Nisâ 4/26)
“Allah sizi günahlardan, yanlış yollara gitmekten koruyup affına ve rahmetine yöneltmek diliyor.…” (Nisâ 4/27)
“Allah sizin yükünüzü hafifletip dinî hayatı yaşanılır kılmak istiyor. …” (Nisâ 4/28)
“Siz eğer yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, biz sizin küçük günahlarınızı örteriz…” (Nisâ 4/31)
“Allah zerre kadar bile olsa kimseye zulmetmez.” (Nisâ 4/40)
“Allah, kendisine şirk koşulmasını kesinlikle bağışlamaz. Bunun altındaki günahları ise dilediği kimse için affeder…” (Nisâ 4/48)
“Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olarak bulur.” (Nisâ 4/110)
“Eğer siz şükredip inanırsanız Allah size ne diye azap etsin.” (Nisâ 4/147) (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 448)
1. Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden, bu ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının. İsmi hürmetine birbirinizden dilekte bulunduğunuz o Allah’a saygısızlık etmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.
Sûre,
“Ey insanlar!” hitabıyla başlar. Bu hitap, sûrede açıklanan buyrukların,
benimsenip yaşanması istenen aile ve toplum nizamının, emir ve yasakların tüm
insanlık ailesini ilgilendirdiğini gösterir. Zira bütün insanlık aynı Rabbin
kulları ve aynı ana babanın çocuklarıdır. O halde, insanlar arasındaki her
türlü münâsebet insâniyet ve kardeşlik çerçevesinde ele alınmalı; bütün hukukî
meselelerin temelinde bu prensip esas olmalıdır. İnsanlarla Rableri arasındaki
münâsebet ise daima tek Allah’a layık “kulluk” ilişkisi üzerine kurulmalıdır.
Verilen
ilk emir, Allah’a karşı takvâ sahibi olmaktır. Allah’a karşı takvâ, özetle
O’nun tüm yasaklarından titizlikle kaçınıp, derece derece her türlü emirlerini gücümüz
oranında yerine getirmektir. Takvâ, sadece ıssız bir ormanda karşılaşılan vahşi
bir canlıdan korkmak gibi bir korku değil, duygusal yönüyle birlikte amel ve
davranış yönü de son derece güçlü olan bir durumdur. İşte bir tek insandan
milyarlarca insanı varlık sahasına çıkaran Yüce Yaratıcı’nın sonsuz kudreti
üzerinde etraflıca düşünmeli ve O’nun bütün insanları öldükten sonra diriltip
hesaba çekeceği unutulmamalı, dünyada da bu inanç ve anlayışa uygun bir hayat
sürmelidir.
Âyette
geçen نَفْسٌ وَاحِدَةٌ (nefsin vâhidetin) “bir tek nefis” ibaresiyle Âdem,
زَوْجَهَا (zevcehâ) “onun eşi” ibaresiyle de Havva
kastedilir. Allah Teâlâ, Âdem’i doğrudan doğruya topraktan yaratıp ona ruhundan
üflemiş, Havva’yı ise Âdem’i vasıta kılarak yaratmıştır. Bu husus, rivayetlerde
Havva’nın, Âdem’in bir kaburga kemiğinden yaratıldığı şeklinde ifade edilir.
(bk. Buhârî, Nikah 79-80; Müslim, Radâ‘ 65) Bunlardan anlaşılan, kadın da
erkekle aynı özden yaratılmış olmakla beraber, bir anlamda kadının varlığının
erkeğin varlığına tâbi olduğu, bir mânada kadının erkeğin ruhundan koptuğudur.
Ancak erkeğin kendine has fizikî ve rûhî özellikleri, kadının da kendine has
fizikî ve rûhî özellikleri vardır. Her birini tabii özelliklerine göre
kabullenmek ve o istikâmette değerlendirmek gerekir. Buna göre eğer hadîs-i
şerifte kadın kaburga kemiğine benzetilmişse (bk. Buhârî, Nikah 79-80), bu
kadının hâlet-i rûhiyesini, gönül yapısını izah eden muşahhas bir misaldir.
Kaburga kemiği ancak kavisli olduğunda uygun, sağlam ve maksada elverişlidir. O
zaman vazifesini yerine getirir. Düz olsaydı akciğerin şekline uymaz ve onu
koruyamazdı. O halde kadınları erkeklere benzetmeye çalışmak, tabii özelliklerini
yok etmeye kalkışmak, kavisli yaratılmış kaburga kemiğini düz hale getirmeye
uğraşmak gibidir. Bu teşebbüs onun aslî hüviyetinin bozulmasına yol açacaktır.
Ancak
konuyla ilgili âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerden, erkek ve kadın arasında
yaratılışlarının başlangıcı ve sahip oldukları öz ile ruh itibariyle çok
derinlere inen bir irtibat bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu yüzdendir ki, erkeğin
kadına duyduğu iştiyak, bir şeyin kendi nefsine, kendi cüzüne duyduğu sevgiyle;
kadının erkeğe hissettiği iştiyakı da bir şeyin kendi vatanına, kendi aslına
duyduğu sevgiyle açıklanabilir.
Verilen
ikinci emir, akraba hukukunu gözetmek ve akrabalık bağlarını koparmaktan
sakınmaktır. Allah Teâlâ, kendine itaatin hemen peşinden bunu emreder ki bu,
sıla-i rahimin önemine dikkat çeker. اَلْاَرْحَامُ (erhâm), “rahim”
kelimesinin çoğuludur. Rahim ise annenin döl yatağıdır. Bundan hareketle
akrabalığa da bu isim verilir. “Sıla-i rahim”, akrabayı ziyâret; “kat-i rahim”
ise akraba ile alakayı kesmektir. Rahim kelimesinin muhabbet, merhamet, şefkat
ve rikkat mânaları vardır. Burada “erhâm” hakkına riâyet emredilmekle,
kadınlara karşı şefkatli davranılması, âile hukukuna riâyet edilip aralarında
akrabalık bağı bulunan insanların birbirine karşı şefkat ve muhabbetle davranmaları,
akraba ile irtibatı kesmemeleri emredilir.
Âyetin
“Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir” (Nisâ 4/1) cümlesiyle
Cenâb-ı Hak, bütün insanların her hallerine vâkıf olduğunu bildirir.
Dolayısıyla her yaptığımız iş ve harekette, dile getirdiğimiz her sözde,
gönlümüzden geçirdiğimiz her düşüncede Allah’ın varlığını hissetmemiz, O’nun
bizi görüp gözetlediğinin farkında bulunmamız gerekir. Eğer kul bu ve benzeri
âyetleri kendi varlığında gerçekleştirebilirse, tasavvufta “murâkabe’ denilen
makama erişir. Bu makam, sahibine ilim ve hal olmak üzere iki meyve veren
şerefli bir makamdır. İlim tarafı; Allah’ın kendisinden tam mânasıyla haberdar
olduğunu, bütün amellerinde kendisini gördüğünü, her sözünü işittiğini,
gönlünden geçen her şeyin farkında olduğunu kulun bilmesidir. Hal tarafı ise,
kalbin bu bilginin gereğini yerine getirmesidir. Bu da ancak bu bilginin kalbi
bütünüyle kaplaması ve kalbin bundan asla gâfil kalmaması yoluyla olur. Bu hal
olmadan yalnız bilgi yeterli değildir. Şayet kişide sözünü ettiğimiz ilim ve
hal hâsıl olursa, bunun semeresi “ashâb-ı yemîn”e[1]
göre o kişinin Allah’tan hayâ etmesidir. Bunun zorunlu neticesi de günahlardan
uzaklaşmak ve ibâdetlere kendini vermektir. “Mukarrebûn”[2]
grubundan olanlara göre semeresi ise “müşâhede”dir. Bu da Celâl ve İkrâm Sahibi
olan Allah’ı tâzim ve yüceltmeyi gerektirir. Bu her iki semereye işaret etmek
üzere Resûl-i Ekrem Efendimiz “ihsan”ın tarifinde: “Allah’a, O’nu
görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Sen her ne kadar O’nu görmüyorsan da, O
seni görüyor” (Buhârî, İman 37) buyurur.
Üçüncü
emir, yetimlerin haklarını korumakla ilgili geliyor:
2. Yetimlere mallarını verin. Helâli haram olanla değiştirmeyin; onların mallarını kendi malınıza katarak yemeyin. Çünkü böyle yapmanız, gerçekten çok büyük bir günahtır.
“Müslümanlar içinde en hayırlı ev; içinde
yetîme iyi muamele edilen evdir. müslümanlar
içinde en kötü ev de yetîme kötü muamele edilen evdir.” (İbn Mâce, Edeb 6)
“Bir kimse,
müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine
götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teâlâ onu mutlaka
cennete koyar.” (Tirmizî, Birr 14/1917)
“Bir kimse
sırf Allah rızâsı için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç
teline karşılık ona sevap yazılır...” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 250).
Efendimiz (s.a.s.): “Kendi yetîmini veya başkasına âit bir
yetîmi himâye eden kimseyle ben, cennette şöyle yan yana bulunacağız” buyurmuş
ve işaret parmağıyla orta parmağını göstermiştir. (Buhârî, Edeb 24; Müslim,
Zühd 42)
Kalbinin katılığından şikâyet eden bir sahâbîye Allah Resûlü (s.a.s.)
şu tavsiyede bulunur:
“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan fakiri doyur, yetimin
başını okşa!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 263, 387)
Âlemlere Rahmet Efendimiz’in yetimlere nasıl şefkatli bir baba
olduğunu göstermesi açısından şu hâdise çok ibretlidir:
Mûte şehitlerinden Câfer (r.a.)’ın hanımı Esmâ bint-i Umeys şöyle
anlatıyor:
“Câfer ve arkadaşları şehîd oldukları zaman, Resûlullah (s.a.s.)
yanımıza geldi. O gün kırk deri tabaklamıştım. Ekmeklik hamurumu yoğurduktan
sonra çocuklarımın yüzlerini yıkamış, başlarını tarayıp yağlamıştım. Allah
Resûlü bana:
«–Ey Esmâ! Câfer’in çocukları nerede?» buyurdu.
Onları bağrına bastı, öptü ve kokladı. Bu esnâda gözlerinden yaşlar akmaya başladı:
«–Yâ Resûlallah! Anam-babam sana fedâ olsun! Niçin ağlıyorsun?
Niçin yavrularıma, yetimlere yaptığın gibi muamele ediyorsun? Yoksa Câfer ve
arkadaşlarından acı bir haber mi geldi?» dedim. Resûlullah (s.a.s):
«–Evet! Onlar bugün şehîd oldular!» buyurdu.
«–Vâh efendim! Vâh Câferim!» diyerek feryâd etmeye başladım.
Varlık Nûru kalkıp kızı Fâtıma’nın yanına gitti:
«–Câfer âilesi için yemek yapın! Onlar bugün başlarına gelen
acıyla meşguller.» buyurdu.”
Câfer (r.a.)’ın âilesine üç gün yemek götürüldü. Âlemlerin Fahr-i
Ebedîsi, Câfer’in evine üç gün uğramadı. Sonra yanlarına varıp:
“–Kardeşime ağlamayın artık! Bugünden sonra kardeşimin evlâtlarına
bakmak bana âittir!” buyurdu.
Hz. Câfer’in oğlu Abdullah (r.a.) der ki:
“Allah Resûlü, bizi kuş yavrusu gibi evine getirtti ve:
«–Bana bir berber çağırın!» buyurdu. Berber gelip başımızı
tıraş etti. Resûlullah (s.a.s.) ellerini kaldırdı ve:
«Allahım! Câfer’in ev halkını devamlı hayırlarla ve hayırlı
insanlarla karşılaştır! Abdullâh’ın elini, alışverişte bereketli kıl!» diyerek dua
etti ve bunu üç kere tekrarladı. Annemiz gelince bunu ona anlattım, çok
sevindi. Resûl-i Ekrem Efendimiz kendisine:
«–Sen bu çocukların geçim ve bakımları hakkında hiç endişelenme!
Dünyada ve âhirette onların velîsi benim!» buyurdu.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 204-205; Ebû Dâvûd, Tereccül, 13/4192; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 436; Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 766; İbn Sa‘d, et-Tabakât,
IV, 37)
Yüce Rabbimiz, yetimlerin, yaşları küçük olduğu sürece mallarını
sadece kendileri için harcamayı ve gerekli yaşa geldiklerinde mallarına en
güzel yolla kendilerine teslim etmeyi emreder. Onların korunup kollanmasını,
haklarının zâyi edilmemesini ister. Yetimlerin şahsî ve mâlî menfaatlerini
koruyup kollayan kişiler “velî” olarak bilinir. Kur’ân-ı Kerîm, yetîmlere karşı
mesuliyetlerini yerine getirmediği gibi yetîmin malını gasp eden, emanete
hıyanet eden velileri bu tür hal ve hareketlerden men etmektedir. Buna göre:
Öncelikle kendi başına malvarlığını idare edebilecek olgunluğa
ulaşamamış yetimlerin malvarlığını idare edenler bu malları haksız olarak
yememelidirler.
İkincisi; vakti geldiğinde haklarını yetimlere vermelidirler.
Üçüncüsü; haram ve pis olanla helâl ve temiz olanı birbirine
karıştırmamalıdırlar. Bu ifadeyle ilgili de şu izahlar yapılabilir:
›
Ey velîler veya vasîler! Elinizde bulunan yetimin temiz, hoş bir
malını kendi değersiz kötü bir malınızla değişmeye kalkışmayın.
›
Yetim malı size haram ve kirlidir. Kendi malınız ise helâl ve
hoştur. Bundan dolayı kendi helâl olan malınızla, yetimin haram olan malından
bir değiştirme, bir alışveriş yapmaya kalkmayın. Yetimin mallarını olduğu gibi
koruyun. Korunması için satılması gerekli olanları bile değerlerine satın ki
töhmet altında kalmayasınız.
›
Kendi mallarınıza güzel güzel bakıp da yetimin malını kötü bir
durumda bırakmayın, ona kendi malınıza bakar gibi ve hatta ondan daha fazla bir
özenle bakın.
›
Yetimin malına saldırarak almayınız ki, elinizde güzel
mallarınızın ona karşılık yok olmasına sebep olup da felakete düşmeyin.
›
Nihâyet kendi helâl rızkınızı beklemeyerek sabırsızlanıp yetimin
malını haram olarak yemek için pis boğazlığa kalkışmayın.
Çünkü böyle yaptığınız takdirde, çok büyük bir günah kazanmış
olursunuz.
Yetim kızlarla evlenme ve birden çok evlilik yapma konusuna
gelince:
3. Yetim kızlarla evlenip de, adâletli davranamayacağınızdan korkarsanız, o zaman onları değil, size helâl olup hoşunuza giden kadınlardan birini, hatta bunlardan iki, üç veya dördünü birden nikâhlayabilirsiniz. Şâyet bunlar arasında da adâleti sağlayamayacağınızdan endişe ederseniz, o zaman sadece bir kadınla evlenin veya sahip olduğunuz câriyelerle yetinin. Böyle davranmanız, zulme ve haksızlığa meyletmemeniz için en uygun yoldur.
Yetimlerin haklarını gözetip koruyan veli, onların evliliğiyle ilgili
hususlarda, eğer meşrû bir mazeret yoksa kendisi damat adayı olabilir. O, ister
kendisi isterse başkası olsun, evlilikle ilgili şartlar hususunda da doğrudan
söz sahibidir. Bir velî, velâyeti altındaki yetîm kızla bizzat evlenmek
isterse, yetîm kızın başka bir koruyucusu olmadığı için, bütün tasarruf yetkisi
o veliye ait olmaktadır. Bu noktada da hakkın kötüye kullanılması ve yetim
hakkının zâyi olması ihtimali yüksektir. Nitekim bu âyetler geldiği sırada ve
ondan önce bazı kişiler, velâyetleri altındaki yetîm kızları, sevmedikleri
halde yalnızca mallarına rağbet ettikleri için nikahlarına alırlar, bu kızlara
iyi davranmazlar, miraslarını yemek için ölmelerini isterlerdi. Bu âyetle böyle
davranmaları yasaklanmıştır.
Hz. Aişe, bu âyetin iniş sebebiyle ilgili olarak şöyle der:
“Bir erkeğin yanında bir yetîm kız bulunur ve bu erkek onun hem
velîsi hem vârisi olur. Yetîmin malı vardır ve o erkekten başka da ne onu
müdafaa edebilecek ne de nikahlanmasına vesile olabilecek başka kimse vardır.
Yetîm kızın tek velîsi olan bu erkek onun malına tamah ederek, malına kimsenin
ortak olmaması için kızı evlendirmez, ona iyi davranmaz, zorbalık yapar.” (bk. Buhârî,
Tefsir 4/1) İşte bu âyet-i kerîme velâyet altındaki yetim kızlar dışında
dünyada evlenilebilecek birçok kadın bulunduğuna işaret etmekte ve hakkın
kötüye kullanılması ihtimaline karşı, velayet altındaki yetim kızlar yerine
başka kadınlarla evlilik tavsiyesinde bulunmakta, yetim kızlara eziyet edilmemesini
ferman buyurmaktadır.
Bu âyet-i kerîme inince insanlar Peygamberimiz (s.a.s.)’e fetva
sordular. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Kadınlar hakkındaki dinî hükümleri açıklamanı istiyorlar. De ki:
«Allah, onlar hakkındaki hükmünü açıklıyor: Kitap’ta size okunan âyetler;
kendilerine verilmesi gereken miras, mehir gibi şeyleri vermediğiniz, üstelik
güzel ve zenginse nikahlamak istediğiniz, miraslarını kaybetmemek için
başkalarıyla nikahlamak istemediğiniz yetim kızlar, çaresiz kalmış çocuklar
hakkında ve yetimlere karşı adâleti yerine getirmeniz hususunda gerekli hükmü
vermektedir. İyilik olarak her ne yaparsanız, mutlaka Allah onu bilmektedir.»” (Nisâ 4/127)
Hz. Âişe, bu âyete dayanarak, sırf malı için yetim kızlarla
evlenmenin haram kılındığını söylemektedir. (bk. Buhârî, Tefsir 4/1)
Âyet-i kerîme yetimler hakkında adâlet yapamamaktan korkulması
halinde, harama düşülmemesi için diğer kadınlarla evlenilmesini tavsiye
etmektedir. Çok evlilik meselesine ise, doğrudan yetimlerle ilgili hükümleri
bildirmeyi hedefleyen, evlilik yoluyla da olsa yetimlerin mallarını yemeyi
yasaklayan bir ibarenin içerisinde, dolaylı olarak temas etmektedir. Âyet-i kerîmeden
anlaşılan şudur: Genellikle insan fıtratına ve aile huzuruna uygun olan tek
kadınla evlenmektir. Bilhassa eşler arasında meşrû ve makul çerçevede adâleti
sağlayamama endişesi durumunda tek kadınla evlenilmesi gerekir. Böyle bir
durumda birden çok evlilik, bile bile zulüm ve haksızlığa sebep olacağı için
kesinlikle yasaktır. Ancak âyet-i kerîme açık bir şekilde birden fazla iki, üç
ve dört kadınla aynı anda evliliğe izin vermektedir. İnsan ve toplum hayatında
buna ihtiyacın olduğu bilinmektedir. Bilhassa erkek nüfusun azaldığı içtimâî
kargaşa ve savaş dönemlerinde bu izin cemiyet planında çok büyük bir ehemmiyet
kazanır. Ferdî ihtiyaçları dikkate aldığımızda da, her şart altında tek kadınla
evlilik mecbur tutulduğu takdirde eşlerin ayrılmasını gerektirecek olan
hastalık, kısırlık ve benzeri bazı hususi durumların, çok evlilik izni
sayesinde ayrılık olmaksızın çözümlenebildiği görülmektedir.
Günümüzde tek kadınla evlilik sanki tarih boyunca uygulanan ve
öbür türlüsü düşünülemeyecek tek normal yolmuş gibi takdim edilmekle birlikte,
aslında en başından beri çok evlilik insanlık tarihinin ayrılmaz bir parçası
olmuştur. Çok eşliliği kabul etmeyen günümüz Batı toplumlarında birden fazla
kadınla kanun dışı kurulan beraberlikler çok yaygındır. Kaldı ki, yapılan
araştırmalara göre, çok evliliğin serbest olduğu Osmanlı devletinde yüzyıllar
boyunca ve büyük bir coğrafyada, birden fazla eşi olan erkek sayısı, tek
eşlilere göre çok az bir nispette kalmıştır. Dolayısıyla âyet tek evliliği asıl
olarak kabul etmekle birlikte, fıtrata uygun biçimde, gerekli durumlar için çok
evlilik kapısını da açık bırakmaktadır. Ancak bu iznin, eşleri arasında adâleti
sağlayabilecek durumda olan erkekler için söz konusu olduğu da unutulmamalıdır.
Ancak söz konusu adâlet, mutlak adâlet değil, meşrû, marûf ve makûl şartlar
içinde sağlanacak adâlettir. Nitekim bu sûrenin 129. âyetinde aynı konuya
temasla şöyle buyrulur:
“Ne kadar isteseniz de eşleriniz arasında adâleti sağlamaya güç
yetiremezsiniz. Hiç olmasa birine büsbütün meyledip, diğerini ne kocalı ne de
kocasız bir halde askıda bırakmayın. Eğer yanlış davranışlarınızı düzeltir ve
birbirinize haksızlık etmekten sakınırsanız, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve
engin merhamet sahibidir.”
Âyetin “ikişer, üçer, dörder” şeklindeki ifade tarzı, aynı anda
nikah altında bulundurulabilecek hanım sayısını tayin eder. Buna göre bir erkek
aynı anda en fazla dört hanımı nikâhı altında bulundurabilir. Nitekim Resûlullah
(s.a.s.), müslüman olduğu zaman on hanımı bulunan Sakifli Gaylan b. Ümeyye’ye: “Sen
bunlardan dört tanesini seç, diğerlerinden ayrıl!” buyurmuştur. (Muvatta, Talâk
76; Tirmizî, Nikâh 33)
Şimdi de evlilikte mehir konusunu hükme bağlamak üzere buyruluyor
ki:
4. Evlendiğiniz kadınlara mehirlerini gönül hoşluğuyla verin. Eğer mehrin bir kısmını kendi arzularıyla size bağışlarlarsa, onu da gönül rahatlığı içinde afiyetle yiyin.
“Mehir”; evlenme akdinde
erkeğin kadına verdiği veya borçlandığı mal ve meblağı ifade eder. Mehir
erkeğin kadına karşı gösterdiği rağbetin ve sevginin bir sembolüdür, kocanın
eşine verdiği bir nevi hediyedir. Mehir kadın için bir çeşit maddî güvenlik
anlamı da taşır. Evlilikte peşin olarak ödenmeyen mehir, boşanma durumunda
mutlaka ödenmelidir. İslâm’da mehir dışında başlık parası gibi bir uygulama
yoktur. Âyet-i kerîme mehrin ödenmesini bir hukukî vazife olarak ortaya
koymakta; mehrin kadına Allah tarafından bir farz olduğu bilinerek, gönül rızâsıyla
verilmesi gerektiğini söylemektedir. Eğer kadın kendi rızâsıyla mehrini
kocasına bağışlamak isterse bu câizdir. Fakat bu hususta gönül rızâsı esastır,
kocası eşine baskı yapamaz.
Hem kendi mallarıyla hem de yetimlerin mallarıyla ilgili yapılması
gerekenlere gelince:
5. Allah’ın, hayatınızın dayanağı kıldığı, koruyasınız diye sizin idâre ve emânetinize verdiği gerek mülkünüz, gerekse yetimlerin mallarını bir takım aklı ermez, nereye ve nasıl harcanacağını bilmez israfçı kişilere vermeyin. Bunun yerine o mallarla böylelerinin yeme-içme ihtiyaçlarını sağlayın, giyeceklerini temin edin. Kaba ve kırıcı olmaktan sakınıp onlara güzel ve yerinde sözler söyleyin.
İslâmın korunmasına önem verdiği esaslardan birisi de
malvarlığıdır. Zira dünya hayatımızı idâme ettirmeye vesile olması bakımından
malın kıymeti büyüktür. Bu sebeple Yüce Rabbimiz hesapsız, ölçüsüz bir şekilde
malvarlığının telef edilmesine cevaz vermeyip, isrâfı ve savurganlığı yasaklar.
(bk. A‘râf 7/31; İsrâ 17/26-27) Kime ait
olursa olsun hususi malvarlıkları aynı zamanda “millî servet” mefhumu
içerisinde kabul edildiği için, herhangi bir özel mülkiyette bütün toplumun
hakkı bulunduğu unutulmamalıdır. Âyette geçen السفيه (sefih) kelimesi, malını akla uygun bir şekilde
değerlendirme ve harcama kabiliyetinden mahrum, kâr-zararı ayıramayan, reşit
olmayan, aklı ermeyen kişi anlamına gelir. Böyle kimselerin malvarlığını idare
etmek için bir “vâsî” tâyin edilir. Normal durumlarda çocukların velileri aynı
zamanda onların vasîleridir.
Ey veliler, sorumlular:
6. Velîsi bulunduğunuz yetimleri evlilik çağına varıncaya kadar gözetip deneyin. Eğer onların akılca olgunlaşıp kâr-zararı ayırt edebilecek bir duruma ulaştıklarına kanaat getirirseniz, o takdirde mallarını kendilerine hemen devredin. Büyüyecekler de mallarını elimizden alacaklar diye o malları israf ile ve tez elden yiyip tüketmeyin. Zengin olan velî, yetim malına tenezzül etmesin; muhtaç olan da ihtiyaç ve emeğine uygun olarak meşrû ölçüde bir şey yesin. Mallarını kendilerine teslim ettiğinizde de yanlarında şâhit bulundurun. Hesap sorucu olarak Allah yeter.
Yetimler evlenme çağına gelip mallarını akıllıca kullanabilme
kabiliyetini de elde etmişlerse, veli ve vasîler onlara mallarını teslim
etmelidirler. Yetimler, mallarına sahip çıkacakları çağa gelmeden önce bu
malların İsrâfla heba edilmesi yasaktır. Kendi mallarını idare edemeyen
yetimlerin malları üzerinde tasarrufta bulunan veli ve vasîler, şayet
ihtiyaçları varsa, yaptıkları hizmet karşılığında örfe ve kanuna uygun bir pay
alabilirler. Bunda bir sakınca yoktur. Çünkü onların bakımı, korunması için
belli bir emek sarf etmektedirler. İhtiyacı olmayanların ise böyle bir pay
almaya tenezzül etmemeleri, bu işi ücretsiz ve sırf Allah rızâsı için yapmaları
Allah’ın rızâsına uygun daha faziletli bir davranıştır.
Kur’an-ı Kerim mirasla ilgili, özellikle kadınların haklarını ön
plana çıkaran şu hukukî düzenlemeleri yapmaktadır:
7. Ana babanın ve akrabanın vefat edip geride bıraktığı mallarda erkek mirasçıların bir payı olduğu gibi; ana babanın ve akrabanın vefat edip geride bıraktığı mallarda kadın mirasçıların da bir payı vardır. Bunlar, gerek az olsun gerek çok olsun, Allah tarafından takdir edilmiş ve mirasçıya verilmesi gereken paylardır.
Bu âyet-i kerîme mirasın taksimatıyla alakalı beş esas ihtiva
eder:
› Hem
erkeklerin hem de kadınların mirasta bir hakları vardır.
› Az olsun çok
olsun miras bütün vârisler arasında paylaşılmalıdır. O kadar ki, eğer ölen kişi
bir miktar kumaş bırakmış olsa bile gerekiyorsa mesela on parçaya ayrılmalıdır.
Bununla birlikte eğer bir varis isterse diğerinin rızâsını alarak onların
paylarını satın alır ve tüm mirasa sahip olabilir.
› Bu kaide
taşınabilir ve taşınamaz, zirâî veya sınâî her tür mal için geçerlidir.
› Ölen kişi
arkasında mal bıraktığı takdirde miras söz konusu olur.
› Yakın
akrabalar hayatta iken uzak akrabalara miras düşmez.
Burada az veya çok miras malından hem erkeklerin, hem de
kadınların pay sahibi olduğu bildirilmek suretiyle, İslâm öncesinde kadınlara
mirastan pay vermemek şeklindeki âdet kaldırılmıştır. Rivayete göre Ensar’dan
Evs b. Sâbit vefat ettiğinde geride hanımıyla üç kızını bırakmış, iki amcaoğlu
cahiliye âdetine göre mirasının tamamını almış ve onlara hiçbir şey
bırakmamışlardı. Kadın durumu Resûlullah’a arzetmiş, Efendimiz “Haydi evine
git, bakalım Allah ne gösterecek?” buyurarak vahyi beklemiş ve mirasın
yalnız erkeklere mahsus olmadığını bildiren bu âyet nâzil olmuştur. (bk. Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 148)
Miras konusuna giriş mâhiyetindeki bu âyet-i kerîme, aynı zamanda
aşağıda payları ayrıntılarıyla açıklanacak olan miras hisselerinin, titizlikle
sahiplerine verilmesini ihtar etmektedir:
8. Miras paylaştırılırken, mirasçı olmayan akrabalar, yetimler ve fakirler de orada hazır bulunuyorlarsa, onlara da bu mirastan bir şeyler verin ve gönüllerini alacak tatlı güzel sözler söyleyin.
Bu âyet, İslâm’ın yerleştirmeğe çalıştığı şefkat ve karşılıksız
yardım gibi faziletlerin müşahhas bir misâlini ortaya koyar. Buna göre vefat
edip de az veya çok bir mal bırakmış olan kimse, kanunî mirasçıları yanında
mirastan payı bulunmayan uzak akraba, hizmetçi veya konu-komşusu varsa, bunlara
da mirastan bir şeyler vermelidir. Âlimler umûmiyetle âyetteki tavsiyenin emir
değil, mendupluk ifade ettiği görüşündedirler. Dolayısıyla böyle bir payın
verilmesi zorunlu değildir. Fakat böyle davranmak, elbette kişiyi Allah’ın rızâsına
götürecek faziletli bir iştir.
Burada yetimlerin haklarına riayet tekrar tekrar hatırlatılır:
9. Arkalarında eli ermez, gücü yetmez küçük çocuklar bıraktıkları takdirde, onların halleri nice olur diye endişe edenler, aynı endişeyi diğer insanlar için de taşıyıp yetimlerin hakkına dokunmaktan öylece korkup ürpersinler. Ürpersinler de Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar ve gerek miras taksiminde, gerekse yetimlere, yoksullara muamelede sözün doğrusunu ve güzelini söylesinler.
10. Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınlarına sadece ateş doldurmuş oluyorlar. Onlar pek yakında çılgın alevli bir ateşe gireceklerdir.
Âyetlerde kalbe ve duygulara hitap eden bir ifade kullanılır. Bu
işlerde söz sahibi kişiler, velîler ve vâsîler, kendilerini vefat eden kişinin,
yetimlerini de kendi evlatları yerine koyup öyle düşünmeli, buna göre hareket
etmelidirler. Kendi çocuklarına kıyasla yetim haklarına dikkat ve riayet
göstermelidirler. Şayet böyle yapmayacak ve onların mallarını haksız olarak
yiyecek olurlarsa, şunu bilsinler ki yedikleri ancak ateştir. Karınlarını
ateşle doldurmaktadırlar. Âhiret gününde bu hareketlerinin karşılığını alevli
bir ateşte ceza görmek suretiyle çekeceklerdir.
Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) Miraca çıktığı gecede gördüklerini
anlatırken şöyle buyurmuştur:
“Baktım, dudakları deve dudaklarına benzeyen bir topluluğun
yanındayım. Başlarında bulunan biri bunların dudaklarını tutuyor, ağızlarına
ateşten bir taş parçası koyuyor, ağızlarından koyulan bu taş aşağılarından
çıkıyor. Bunların öyle bir bağırışı, öyle bir inleyişi var ki, çok acı! «Ey Cebrâil,
bunlar kim oluyor?» diye sordum bana: «Bunlar yetimlerin mallarını zulüm ile
yiyenlerdir» dedi.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XV, 18-19)
Mirasın kime ne kadar verleceğini belirlemek üzere şöyle
buyruluyor:
11. Çocuklarınızın mirastan payları konusunda Allah size şu emirleri veriyor: Erkek çocuğun payı, kız çocuğun payının iki katıdır. Eğer çocukların hepsi kız ve ikiden fazlaysa, mirasın üçte ikisi onlarındır. Eğer kız çocuk tekse mirasın yarısını alır. Ölenin çocuğu varsa, geriye bıraktığı maldan ana-babasından her birine altıda bir pay düşer. Eğer çocuğu yoksa, tek vârisi de ana-babasıysa, o takdirde mirasın üçte biri annenindir. Ölenin kardeşleri varsa, o zaman annenin payı altıda birdir. Bütün bu taksimler, ölenin yaptığı vasiyet yerine getirildikten ve varsa borcu ödendikten sonra yapılacaktır. Ana babanız ve çocuklarınızdan hangisinin faydaları itibariyle size daha yakın olduğunu siz bilemezsiniz. Bütün bunlar Allah tarafından belirlenmiş ve mutlaka sahiplerine verilmesi gereken paylardır. Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
12. Hanımlarınızın çocukları yoksa, bıraktıkları mirâsın yarısı sizindir. Çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Fakat bu taksim, vasiyetlerinin yerine getirilmesinden ve borçlarının ödenmesinden sonra yapılacaktır. Sizin çocuklarınız yoksa, bıraktığınız mirasın dörtte biri dul eşlerinizindir. Çocuklarınız varsa bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. Fakat bu taksim, vasiyetinizin yerine getirilmesinden ve borçlarınızın ödenmesinden sonra yapılacaktır. Eğer mirâs bırakan erkek veya kadının ana babası ve çocukları yok da, sadece bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, bu durumda onların her birine altıda bir pay düşer. Bundan fazla iseler, üçte bire ortak olurlar. Ama bütün bunlar da, ölenin vasiyetinin yerine getirilmesinden ve borçlarının ödenmesinden sonradır. Ancak vasiyetin yerine getirilip borcun ödenmesinde mirasçılar zarara uğratılmamalıdır. Bunlar, Allah’ın size olan emridir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, cezalandırmada acele etmeyendir.
İslâm’a göre mirasın nasıl taksim
edileceği bu âyetlerle sûrenin sonunda yer alan 176. âyette beyân
edilir. Âyetlerin izah ettiği kısımlar dışında kalan hususlar ise Resûlullah (s.a.s.)’in
sünnetiyle açıklığa kavuşturulur.
İslâm öncesi câhiliye Arapları mirası
kendilerine göre taksim ederlerdi. Mesela akrabalık bağı dışında “hılf” denilen
karşılıklı ahitleşmeyi ve evlat edinmeyi de miras için esas kabul etmişlerdi.
Bunlardan “karşılıklı ahitleşme”, iki kişinin birbirini vâris tanıması esasına
dayanıyordu. İkisinden hangisi önce ölürse öteki onun malına varis olurdu.
Birisi bir başkasının oğlunu evlat edinirse, bundan böyle nesebi evlat edinene
nispet edilir ve o kişinin vârisi olurdu. Yine câhiliye döneminde miras yalnız
at üzerinde savaşabilen yetişkin erkeklere kalabilirdi. Kadınlara ve küçük
çocuklara mirastan pay verilmezdi. Bu âyetlerle birlikte İslâmın miras
hususundaki esasları açık ve detaylı bir biçimde belirlenmiş oldu.
İslâm hukukuna göre mirastan belirli
paylara sahip olan yakın akrabalara “ashâbü’l-ferâiz” denir. Tek başlarına
olunca mirasın tamamını, ferâiz ashâbıyla beraber olunca ise mirasın geri
kalanını alan akrabaya ise “asabe” denir. Mesela ölenin oğlu tek başına olunca
mirasın tamamını, ölenin karısıyla beraber bulunduğu takdirde de sekizde bir
hisseden geri kalan sekizde yedi hisseyi alır.
Bu âyetlerde ölenin oğlu, kızı, anası,
babası, hanımı ve kardeşinin miras payları açıkça ifade edilir. Buna göre
ölenin çocuklarından erkeğe kadının iki katı kadar pay verilecektir Allah Teâlâ’nın
tanzîm buyurduğu aile ve toplum yapısı açısından âdil olan budur. İslâm’da aslolan,
erkek ve kadının bir aile hayatı içerisinde yaşamasıdır. Aile içinde de mâlî
mesuliyet, ev halkının nafakasının temini erkeğin omuzlarına yüklenmiştir.
Erkek hem kendinin, hem de eşi ve çocuklarının nafakasını karşılamak
zorundadır. Buna mukâbil, kadın yalnız kendinden mesuldür ve kendisine kalan
miras hissesi üzerinde tek başına tasarrufa yetkilidir.
Ölenin bir kızı varsa mirasın yarısını,
ikiden fazla kızı varsa üçte ikisini alacaklardır. Âyet iki kızı bulunması
durumunu açıkça zikretmemektedir. Müçtehitler, çeşitli delillere dayanarak, iki
kızın payının da ikiden fazlası gibi üçte iki olacağını kabul etmişlerdir.
“Ana babanız ve çocuklarınızdan hangisinin faydaları itibariyle
size daha yakın olduğunu siz bilemezsiniz” (Nisâ 4/11) beyânıyla, miras paylarının âyetlerde
emredildiği şekilde yerine getirilmesi lüzumu hatırlatılır. Vârislerden bir
kısmını diğerine tercih edecek ve bir kısmını mahrum bırakıp zarara uğratacak
tarzda vasiyetler yapılmaması tembih edilir. Çünkü mirasta asıl olan şahsî hissiyât
ve tasarruflar değil, akrabalık bağı ve yakınlık derecesidir.
Bu âyetlerde birkaç kere tekrarlanan “ölenin yaptığı vasiyet
yerine getirildikten ve varsa borcu ödendikten sonra” (Nisâ 4/11) ifadesi, mirasta öncelikle bu iki meselenin halledilmesi
gerektiğini gösterir. Buna göre önce ölünün borçları ödenir, sonra vasiyeti
yerine getirilir, daha sonra da kalan miras paylaştırılır. Kişinin malvarlığı
üzerinde yapabileceği vasiyetin miktarı hadislerde üçte birle sınırlandırılmış,
vârislere vasiyet yoluyla mal bırakmak da yasaklanmıştır.
Gelen âyetlerde Allah Teâlâ’nın beyân
buyurduğu bu miras hükümlerine uymamız gerektiği kuvvetli ifadelerle
belirtilir. Bunlara aykırı uygulamalardan uzak durmamız istenir:
13. İşte bunlar Allah’ın belirlediği sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ederse Allah onu, içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur.
14. Kim de Allah’a ve Peygamberi’ne isyân eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu, içinde devamlı kalacağı bir ateşe sokar. Onun için zelîl ve perişan eden bir azap vardır.
İslâm, mirasta payları dağıtırken âdil
denge esasına riâyet ettiği gibi, vârisleri tâyin ederken de yakınlık derecesi
ile beraber faydayı göz önüne almış, hem dünya hem de âhiret hayatında ölüye
faydası dokunan ve dokunacak olan akrabayı mirastan mahrum etmemiştir. Bu
sebepledir ki gerek miras hükümleriyle, gerekse Kur’ân ve Sünnette ifadesini
bulan her türlü hükümle ilgili olarak Allah ve Rasûlü’ne itaat edenler cennetle
müjdelenirken, herhangi bir biçimde bu hükümlerin ortaya koyduğu sınırları
aşanlar, cehennem ateşiyle ikaz ve tehdit edilir.
Mirasla ilgili düzenlemelerden sonra
sıra, İslâm aile yapısı açıısndan çok büyük önem arzeden kadın-erkek
ilişkilerini düzenlemeye ve bununla ilgili yapılacak ıslah çalışmalarına
gelmektedir:
15. Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şâhit getirin. Bunlar şâhitlik ederlerse, o kadınları, ölüm kendilerini alıp götürünceye veya Allah haklarında bir çıkış yolu belirleyinceye kadar evlerde tutun, dışarı bırakmayın.
›
Seviciliğin cezası kadınları evlerde hapsetmektir. “Allah’ın
onlara bir yol açması” ise hallerini düzeltmeleri ve erkeklerle evlenmeleridir.
›
Livata suçunun cezası, bunu yapanlara söz ve fiille eziyet çektirmek,
onlara maddî ve manevî olarak acı vererek canlarını yakmak, böylece bu iğrenç
fiili işlemekten vazgeçmelerini sağlamaktır. Ceza olarak ne söyleneceği, ne
yapılacağı âyette açıklanmamış, ictihad ve uygulamaya bırakılmıştır.
›
Bekar kadınla bekar erkeğin yaptığı zinanın cezası Nûr sûresi 2.
âyette açıklandığı üzere yüzer sopa vurmaktır.
›
Sünnet deliliyle evli kadın ve evli erkeğin zina cezası ise
recimdir.
Bütün
bunlar büyük günahlar olup, onların affı için yapılacak makbul tevbenin
şartları hakkında buyruluyor ki:
16. İçinizden iki erkek fuhuş yaparsa onları cezalandırın. Eğer tevbe eder, hallerini düzeltirlerse artık onlara ceza vermekten vazgeçin. Çünkü Allah tevbeleri çokça kabul eden, çok çok merhamet edendir.
› Seviciliğin cezası kadınları evlerde hapsetmektir. “Allah’ın onlara bir yol açması” ise hallerini düzeltmeleri ve erkeklerle evlenmeleridir.
› Livata suçunun cezası, bunu yapanlara söz ve fiille eziyet çektirmek, onlara maddî ve manevî olarak acı vererek canlarını yakmak, böylece bu iğrenç fiili işlemekten vazgeçmelerini sağlamaktır. Ceza olarak ne söyleneceği, ne yapılacağı âyette açıklanmamış, ictihad ve uygulamaya bırakılmıştır.
› Bekar kadınla bekar erkeğin yaptığı zinanın cezası Nûr sûresi 2. âyette açıklandığı üzere yüzer sopa vurmaktır.
› Sünnet deliliyle evli kadın ve evli erkeğin zina cezası ise recimdir.
Bütün bunlar büyük günahlar olup, onların affı için yapılacak makbul tevbenin şartları hakkında buyruluyor ki:
17. Allah’ın kabul edeceği tevbe, ancak câhillikleri sebebiyle günah işleyip de, o günahtan çarçabuk vazgeçenlerin tevbesidir. İşte Allah, böylelerinin tevbesini kabul buyurur. Allah her şeyi hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
18. Yoksa hayatı boyunca günah işleyip işleyip de, nihâyet kendisine ölüm gelip çattığında: “Ben şimdi tevbe ediyorum” diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tevbeleri kabul edilmeyecektir. Biz, böyleleri için can yakıcı bir azap hazırladık.
Dünya hayatında insanlar için her zaman tevbe kapısı açıktır.
Günahlardan pişman olmak için her vakit fırsat vardır. Nefsine uyup günah
işledikten sonra derhal pişman olan bir kul gönlünden gelerek, bir daha
işlememek azmiyle tevbe ederse, Cenâb-ı Hakk’ın bu tevbeyi kabul etmesi umulur.
Hatta âyetin müjdesine göre böyle tevbeleri kabul etmeyi Yüce Allah va‘detmektedir.
Ancak ömrünü günahlarla geçirmiş kişi hayatının son saniyelerinde, dünya
hayatından ümidini kesmiş, ölüm sarhoşluğu kendisini kaplamaya başlamışken,
artık âhiret âlemiyle alakalı bazı gerçekleri görmeye başladıktan sonra tevbe
ederse, bu tevbenin kabul edilmeyeceği ifade edilmektedir. Firavun’un azgın
dalgalar arasında can verirken yaptığı tevbe buna misaldir. (bk. Yûnus 10/90)
Kabul edilmeyen bir başka tevbe de, ömrünü küfür içinde tamamlayıp öldükten
sonra âhiret âleminde pişmanlık duyanların tevbesidir.
Resûlullah (s.a.s.):
“Şüphesiz Allah, perde düşmedikçe kulun tevbesini kabul eder ve
onu affeder” buyurunca ashâb-ı kirâm:
“- Ey Allah’ın Rasûlü! Perde nedir?” diye sordu. Peygamber
Efendimiz de:
“- Perde kişinin müşrik olarak ölmesidir” buyurdu. (Ahmed
b. Hanbel, Müsned, V, 174)
Allah Teâlâ âyet-i kerîmede iman sahibi olduğu halde ömrünü günah
ve fısk içinde geçirenle kâfir olarak öleni bir arada zikretmek suretiyle,
geciktirmeden bir an önce tevbe etmenin ehemmiyetini gösterir.
“Cehâlet” kelimesi sadece basit “bilgisizlik” mânası taşımaz.
Cehâlet, duyuların ve şehvetin aklın gücünü örtmesi, kabaran şehvet
hissiyatının tahrikiyle hareket etmek demektir. Bu kelime “ilim” değil, “hilim”
kelimesinin zıddıdır. Dolayısıyla âyetteki “câhillikleri sebebiyle” ifadesi,
işlenen günahın günah olduğunu bilmemek değil, gaflet haliyle nefse uymayı,
yapılan işin sonucunu akla getirmemeyi, bildiği halde iradesine uyamayacak bir
halde bulunmayı ifade eder. Nitekim âlim dahi olsa bir mü’min, günaha daldığı esnâda
Allah’tan gafil ve câhildir.
Tevbe müminler üzerine farz olup makbul bir tevbenin dört şartı
vardır:
Kalben pişman olmak,
anda tüm günahları terk etmek,
Tekrar günah işlememeye azmetmek,
Tevbeyi başka bir şey değil, ancak Allah korkusu ve O’ndan duyulan
hayâ sebebiyle yapmak.
Ehlullaha göre kulların Allah’a olan yakınlık dereceleri, diğer
konularda olduğu gibi tevbe hususunda da sorumlulukları farklı kılar. Yakınlık
ne kadar fazla ise mükellefiyet de ona göre fazlalaşır, tevbe edilmesi lazım
gelen süre de ona göre kısalır.
İslâm, erkek-kadın, genç-ihtiyar, müslim-gayri müslim tüm
insanların haklarını savunan ve koruyan yüce bir dindir. Bu sebepledir ki,
öncelikle cahiliye döneminde hakları yenen ve zulme uğrayan kadınların durumunu
düzeltmek, genel olarak da tüm kadınlara iyi davranmayı öğütlemek üzere şöyle
buyuruyor:
19. Ey iman edenler! Kadınları mirâs yoluyla zorla almanız size helâl değildir. Onlar apaçık bir hayâsızlık yapmadıkça, kendilerine verdiğiniz şeylerin bir kısmını geri almak için onları sıkıştırmayın. Eşlerinizle hoşça ve güzelce geçinin. Onlardan hoşlanmazsanız da sabredin. Olabilir ki bir şey hoşunuza gitmez de, bakarsınız Allah onda sizin için pek çok hayırlar takdir etmiştir.
Âyetin
iniş sebebi hakkında İbn Abbas (r.a.) şöyle der:
“Câhiliye
döneminde bir adam öldüğü vakit onun velileri, adamın hanımı üzerinde daha bir
hak sahibi olurlardı. Onlardan biri istediği takdirde onunla evlenebilirdi.
İsterlerse onu başkasıyla evlendirir, istemezlerse evlendirmezlerdi. Onlar,
kadının akrabalarından daha çok onun üzerinde hak sahibi idiler. Bunun üzerine
bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Buhârî, Tefsir 4/6; Ebû Dâvûd, Nikâh 23)
Âyetteki
“kadınları mirâs yoluyla zorla almak” ifadesi kadınların kendisi için söz
konusudur. Âyetin bu kısmına “kadınlara zorla vâris olmanız size helâl
değildir” şeklinde mâna vermek de mümkündür. Bu ifade ise onların malları için
söz konusudur. İslâm’dan önce her ikisi de yapılmaktaydı. Bir adam, babası
öldüğünde üvey annesine sahip olurdu. Eğer ölen kişinin başka bir eşinden oğlu
yoksa, şayet kadın erken davranıp akrabalarının yanına kaçamazsa, ölenin
yakınlarından birisi kadının üzerine bir elbise atar ve ona sahip olurdu.
İstediği takdirde ölenin verdiği mehir dışında herhangi bir mehir vermeksizin
onunla evlenirdi. İsterse de başkasıyla evlendirir, mehrini kendisi alır, kadına
o mehirden bir şey vermezdi. Bir de kadının kendisine değil, malına zorla vâris
olmak vardı. Bu da iki şekilde olurdu: Ya kocası karısını sevmediği halde
boşamaz, ölmesini ve malının kendisine kalmasını beklerdi. Ya da veliler
velayetleri altındaki kadın ve kızları evlendirmez, böylece mallarının
kendilerine kalmasını isterlerdi. İslâm geldikten sonra câhiliye döneminin
bütün bu haksız âdetleri sona ermiştir. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
X, 9-10)
“Apaçık bir hayâsızlık” kaydı zinayı veya karı
kocanın ayrılmasını gerektirecek bir davranışı, hak ve sınır tanımaz bir durumu
ifade eder. Kadın evlilik hukukunun sona ermesini gerektirecek böyle bir
harekette bulunursa ancak, koca daha önce kendisine verdiği mehrin bir kısmını
almak için kadını zorlayabilir ve böylelikle evliliği sona erdirebilir. Eğer
böyle bir durum yoksa, erkeğin eşiyle iyi geçinmesi, ona karşı dinin meşrû
gördüğü, aklın ve örfün hoş karşıladığı şekilde muamele etmesi gerekir.
Âyetin
son kısmı, âile yapısını ayakta tutmak için çok mühim bir kaide koymaktadır:
Evliliğin başında kişinin eşinin gerek fizikî güzellik gerek ahlâk bakımından
bazı hoşa gitmeyen eksiklikleri olabilir. Koca ilk planda bunlara takılarak
hemen eşini boşama yoluna gitmemelidir. Sabırlı, soğuk kanlı ve dikkatli
davranmalıdır. Çünkü o hanımın mutlu bir aile hayatının temini için henüz
keşfedilmemiş farklı güzellikleri olabilir. Bu güzelliklerin ortaya çıkmasına
fırsat vermek gerekir. Zamanla onun iyi yönlerinin, eksikliklerinden daha fazla
olduğunu ve onların eksikliğini kapatacak kadar baskın olduğunu anlayabilir. Resûlullah
(s.a.s.): “Mü’min bir erkek, mü’min olan hanımından tiksinip nefret etmesin.
Çünkü onun bir huyundan hoşlanmayacak olsa dahi, bir başka huyundan
hoşlanabilir” (Müslim, Radâ 61) buyurur. Bu sebeple kocanın uzun bir süre
düşünmeden, hanımının eksisini artısını tartmadan onu boşamaya karar vermesi
doğru değildir. Çünkü boşanma, Allah’ın sevmediği ve başka çare kalmayınca
başvurulacak bir durumdur. Evlilik ise, ortada ciddi bir sebep bulunmadığı
halde sadece duyguların tesiriyle kolayca bozulabilecek bir akit değildir.
Her
ne olursa olsun erkek eşini boşayıp yerine bir başkasını almak istiyorsa,
evvelki eşine çuvallar dolusu mehir vermiş de olsa ondan bir şeyi alması helâl
olmaz:
20. Eğer siz bir eşi boşayıp da yerine bir başka eş almak isterseniz, boşadığınız eşe yüklerle mehir vermiş olsanız bile, ondan hiçbir şeyi geri almayın. Yoksa siz fuhuş yaptı diye eşinize iftira ederek ve apaçık bir vebâl yüklenerek mi verdiğinizi geri alacaksınız?
21. Hem onu nasıl geri alabilirsiniz ki? Zira sizler evlenip birbirinizle içli dışlı beraber oldunuz, üstelik onlar da sizden kesin bir söz aldılar.
Câhiliye
döneminde, bir kusuru bulunmadığı halde eşinden ayrılmak isteyen bazı erkekler
verdikleri mehri de kurtarmak isterler, bunun için kadını iftirayla tehdit
ederler, kadın bu tehditten yıldığı için istemeye istemeye mehrini iade ederdi.
(bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, X, 12) “Yoksa siz onu iftirayla
ve apaçık günahla mı alacaksınız?” ibaresiyle bu eski çirkin âdete işaret
edilmiş ve bunlar yasaklanmıştır.
“Yüklerle”
olarak tercüme edilen اَلْقِنْطَارُ
(kıntâr) kelimesi çokluktan kinayedir. Peygamberimiz (s.a.s.) mehir konusunda
mutad olanın takip edilmesini, aşırı gidilmemesini tavsiye etmiş olmakla
birlikte bu âyetin ifadesinden dolayı âlimler mehrin üst sınırının olmadığını
kabul etmişlerdir. Hz. Ömer, mehrin üst sınırını
“-Ey
müminlerin emîri! Allah’ın kitabı mı yoksa senin emrin mi uygulama önceliğine
sahiptir?”
Bu
soruya taaccüp eden Ömer (r.a.)
“-Tabi
ki Allah’ın kitabı, niçin bunu soruyorsun?” diye karşılık verdi.
Kadının:
“-Sen
biraz önce insanların fazla mehir ödemelerini yasakladın, halbuki Allah Teâlâ
kitabında «... Onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahi ondan
hiçbir şeyi geri almayın» (Nisâ 4/20) buyurmaktadır” demesi üzerine Hz.
Ömer:
“-
Herkes Ömer’den daha bilgili”, bir başka rivayette: “Doğru düşünen ve söyleyen
bir kadın, hata eden bir başkan, Allah yardımcımız olsun!” demiş; ardından
tekrar minbere çıkarak mescittekilere şunları söylemiştir:
“-
Sizi, kadınlara mehir verme konusunda aşırı gitmekten menetmiştim. Herkes
kendi malında dilediğini yapsın, serbestsiniz.” (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
X, 12)
“Kesin
bir söz” olarak çevrilen م۪يثَاقًا
غَل۪يظًا (mîsâkan galîzan) ibaresi, Allah’ın emri ve Peygamberin sünneti
üzere yapılan nikah akdini ifade eder. Çünkü bu akit hayat boyu güzel
geçinmeyi, bu olmadığı takdirde de güzellikle yolları ayırmayı
gerektirmektedir. Bu akde ve ahde uymayarak, sözde durmayarak verilen bir hakkı
geri almaya çalışmak ise zulümdür, günahtır.
Şimdi söz, evlenilmesi haram olan kadınlara
getirilerek buyruluyor ki:
22. Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın nikâhladığı kadınlarla evlenmeyin. Şüphesiz bu, çok çirkin bir hayâsızlık, Allah’ın gazabını celbeden bir günah ve pek iğrenç bir yoldur!
Bu ve bundan sonraki iki âyet evlenilmesi haram olan
kadınları saymaktadır. Yukarıda sözü
edilen kadınlara vâris olunması meselesinden de anlaşıldığı üzere, câhiliye
döneminde babaların eşleriyle, yani üvey analarla evlenilirdi. Âyet bu çirkin
cahiliye âdetini ortadan kaldırır. Baba ve dedelerin evlendiği kadınlarla
evlenmeyi kesin olarak yasaklar. Tekitli ifadelerle bunun ne kadar insanlık
haysiyetine aykırı bir durum olduğunu beyân eder. Âyetin, “ancak geçmişte olanlar müstesnâ” (Nisâ 4/22) kısmı, bu âyetin
nüzûlünden önce olanların affedildiğini müjdeler. Fakat şu an böyle bir evlilik
devam ediyorsa derhal ayrılmalı, bundan sonra da kesinlikle böyle bir
uygulamaya dönülmemelidir.
“Babalarınızın
nikahladığı” cümlesindeki “nikahladığı” kelimesiyle “evlilik akdi”nin mi, yoksa
“cinsî münâsebet”in mi kastedildiği hususu iki şekilde anlaşılmıştır:
› Evlenme akdi,
› Hem evlenme
akdi hem akit olmaksızın cinsel temas, yani zina. Bu ikinci görüşü kabul
edenler, babaların zina ettiği kadının, oğlun üvey anası gibi olduğunu ve
onunla evlenmenin caiz olmadığını kabul etmiş olurlar.
Evlenilmesi
haram olan diğer kadınlar şunlardır:
23. Ey mü’min erkekler! Şu kadınlarla evlenmeniz size haram kılınmıştır: Analarınız, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren sütanalarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin anaları, kendileriyle cinsî münâsebette bulunduğunuz eşlerinizden olup himâyenizde bulunan üvey kızlarınız. Eğer anneleriyle cinsî münâsebette bulunmadan ayrılmışsanız, üvey kızlarınızı nikâhlamanızda size bir günah yoktur. Keza öz oğullarınızın eşleriyle evlenmeniz ve iki kız kardeşi nikâhınız altında birleştirmeniz size haram kılındı. Ancak geçmişte olanlar müstesnâ; onlar affedilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir.
24. Sahip olduğunuz cariyeler müstesnâ, evli kadınları nikâhlamanız da size haram kılınmıştır. İşte bütün bunlar, Allah’ın sizin için belirlediği kesin hükümlerdir. Bu sayılanların dışındaki kadınları, iffetli yaşamak, zinâ etmemek ve mehirlerini ödemek şartıyla nikâhlamanız size helâldir. Bu şartlar altında onlardan hangisiyle bir arada bulunup beraberliklerinden yararlanmak istiyorsanız, üzerinizde bir borç olarak belirlenmiş olan mehirlerini ödeyin. Fakat mehrin miktarını belirledikten sonra onu aranızda karşılıklı rızâ ile artırıp eksiltmekte size herhangi bir günah yoktur. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
İslâm’da
evlenilmesi haram olan kadınlar şu şekilde sıralamaktadır:
A.
Nesep sebebiyle haram olan kadınlar:
1.
Anneleriniz: Kendi anneleriniz, babanızın ve annenizin anneleri, ne kadar
yukarıya varırsa varsın bütün nineleriniz size haram kılındı.
2.
Kızlarınız: Gerek kendi kızlarınız, gerek oğlunuzun veya kızınızın kızları, kız
torunları ne kadar aşağı inerse insin, sizin zürriyetinizden gelen bütün kızlar
size haramdır.
3.
Kızkardeşleriniz: Ana baba bir, yahut anne bir veya baba bir bütün
kızkardeşleriniz.
4.
Halalarınız: Babalarınızın, dedelerinizin kızkardeşleri olan bütün halalarınız.
5.
Teyzeleriniz: Annelerinizin ve ninelerinizin kızkardeşleri olan büyük küçük
bütün teyzeleriniz.
6.
Erkek kardeşlerinizin kızları, kız torunları, o kanaldan gelen bütün kız
yeğenleriniz.
7.
Kızkardeşlerinizin kızları, kız torunları, o kanaldan gelen bütün kız
yeğenleriniz.
Buraya
kadar sayılan kadınlar, nesep olarak haram olan kadınlardır.
B.
Emzirme sebebiyle haram olan kadınlar:
1.
Sizi emzirmiş olan süt anneleriniz ve nineleriniz. Süt anne yani kişiyi emziren
kadın, yahut bu kadının nesep veya süt anneleri ve nineleridir. Bunların hepsi
emene haramdır.
2.
Süt kardeşleriniz.
Anne
sütünün insanın fizyolojik ve psikolojik gelişiminde çok büyük bir önemi
bulunduğu için, İslâm sütle oluşan yakınlığı kan yakınlığı gibi görmüştür.
Âyette yalnız süt anne ve süt kardeşten bahsedilmiş olmakla birlikte, neseben
haram olan bütün yakınlıkların süt için de söz konusu olduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim Efendimiz (s.a.s.): “Neseben haram olanların hepsi süt bakımından da
haramdır” (Buhârî, Nikah 20; Müslim, Radâ 2) buyurmuştur. Âlimlerin çoğuna
göre haram kılan emzirme ilk iki yaşla sınırlıdır. Evliliği haram kılan sütün
miktarı hususunda ise fikir ayrılığı vardır. Çoğunluk iki yaşını doldurmamış
çocuğun midesine inen bir yudum sütün dahi “süt hısımlığı” ilişkisi doğurduğunu
kabul etmiştir. Bazıları ise bunun için asgari beş doyumluk emmenin gerekli
olduğunu söylemişlerdir.
C.
Nikâh sebebiyle haram olan kadınlar:
1.
Eşlerinizin anneleri: Cinsî münasebet olsun olmasın, nikahladığınız bütün
kadınların anneleri yani kayınvâlideleriniz ve onların anneleri size haramdır.
2.
Kendileriyle cinsî münâsebet yaptığınız eşlerinizin çocukları olup evlerinizde
bulunan üvey kızlarınız. Eğer nikahladığınız halde henüz kendileriyle cinsî
münâsebet yapmadıysanız, evliliğiniz son bulduğunda, onların kızlarıyla
evlenmenizde bir sakınca yoktur.
3.
Kendi sulbünüzden gelen öz oğullarınızın eşleri yani gelinleriniz. Bu ifade
bütün torunlarınızın eşlerini de
kapsar. “Sulbünüzden gelen” kaydıyla evlatlıklar bu hükümden çıkarılmıştır.
4.
İki kız kardeşi bir arada nikahlamak da size haramdır. Nikahın sahih olabilmesi
için birinin ölmüş veya boşanmış olması ve boşananın da iddetini tamamlamış
olması lazımdır.
Resûlullah
(s.a.s.): “Kadın, halasının üzerine; hala kardeşinin kızı üzerine; kadın
teyzesinin üzerine; teyze kızkardeşinin kızı üzerine, bunlardan büyük küçüğün,
küçük büyüyün üzerine nikah edilemez” (Ebû Dâvûd, Nikah 12/2065) buyurarak
bir kadının halası, teyzesi, erkek ve kızkardeşinin kızı ile birlikte
nikahlanamayacağı hükmünü koymuştur.
6.
Başkalarının nikâhı altında bulunan bütün kadınlar da size haram kılınmıştır.
24.
âyette geçen اَلْمُحْصَنَاتُ (muhsanât) ve مُحْصِن۪ينَ (muhsınîn) kelimeleri, “korumak, erişilmez kılmak,
kuvvetlendirmek” mânasındaki “ihsaan” kökünden gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu
kelime kadınlar için kullanıldığında “evli olmak, iffetli olmak ve hür olmak”
mânalarını ifade eder. Her üç durum da kadını zinadan korumakta, yani onu bu
kötü yola düşmekten engellemektedir. Kelimenin geçtiği âyetlerde bu üç mânadan
hangisinin kastedildiği ise sözün gelişinden ve karinelerden anlaşılır. Burada “evli kadınlar” hakkında kullanılır.
Câhiliye döneminde bazı durumlarda bir kadın birden fazla erkekle
evlenebiliyordu, bu âyetle bu âdet ortadan kaldırılmış olmaktadır.
İslâm’ın
yayıldığı dönemlerde savaş esirleri köle olarak kabul ediliyor, hissesine kadın
esir düşen gaziler onlarla cinsi hayat yaşayabiliyordu. Âyet-i kerîmede evli
kadınları nikahlamak yasaklanırken cariyeler bundan istisna edilmiştir. Yani
hür olmayan kadınlar daha önce evlenmiş de olsalar, bunlar hür olanlar gibi
umumiyetle haram olmayıp ayrı hükümlere tâbidirler.
Evlenilmesi
haram olanların dışındaki kadınlarla sahih bir nikah yapıp mehirlerini vermek
suretiyle evlenmek caizdir. Yalnız bunları yaparken, işin meşrû çerçevede
olmasına dikkat etmek, iffetli olmak ve
zinadan uzak durmak gerekir.
Câriyelerle
evlenme konusunda ise şu hükümler getirilmektedir:
25. İçinizde hür mü’min kadınlarla evlenecek servet ve imkânı bulunmayanları, sahibi olduğunuz mü’min cariyelerle evlendirin. Allah sizi imanlarınızla değerlendirir ve her birinizin imanının keyfiyet ve derecesini çok iyi bilir. Hür olsun, câriye olsun hepiniz aynı kökten birer insan; mü’minler olarak da aynı dinin ve aynı toplumun mensuplarısınız. O halde câriyeleri, iffetli yaşamaları, açıkça veya gizli dostlar tutarak zinâ etmemeleri şartıyla ve sahiplerinin de izniyle nikâhlayın. Mehirlerini de dinin ve örfün gereklerini dikkate alarak güzelce verin. Evlendikten sonra zinâ ederlerse onların cezası hür kadınların cezasının yarısıdır. Câriyelerle evlenme izni, içinizden kötü yola düşmekten korkanlar içindir. Ancak sabredip onlarla evlenmemeniz sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Evlenmek
isteyen, fakat maddî gücü olmayan erkeklerin mü’min cariyeleri nikahlaması
tavsiye edilmektedir. Eski devirlerde köle ve cariyelere insan nazarıyla
bakılmadığı için, câriye nikahlamak erkek için haysiyet kırıcı bir davranış
olarak kabul ediliyordu. Âyet bu anlayışı yumuşatmak ve gerekli durumlarda
cariyelerin de nikahlanabileceği düşüncesine hazırlamak maksadıyla, bütün
insanların aynı kökten geldiğine, herkesin insanlıkta birbirine eşit olduğuna,
hele mü’minlerin aynı dinin ve toplumun parçası olduklarına dikkat çekmektedir.
“Allah sizin imanınızın keyfiyet ve derecesini çok iyi bilir” cümlesi de, kadın
ve erkeklerin, hür ve kölelerin imanlarını ve bütün bu insanların iman
bakımından birbirlerine karşı üstünlüklerini en iyi bilenin Allah olduğunu ifade
etmekte, böylelikle de Allah katında önemli olanın soy sop değil, iman kuvveti
olduğunu ihsas ettirmektedir. Dolayısıyla mü’minler de insanları
değerlendirirken bu ölçüye dikkat etmelidirler.
Câhiliye
döneminde câriye sahipleri, bunları ücret karşılığı fuhuş yapmak üzere kiraya
verir ve bundan para kazanırlardı. Âyette geçen إِتِّخَاذُ
الْأخْدَانِ (ittihâzü’l-ahdân) ifadesi, gizli dost tutmak mânasında olup,
genellikle câriyelerin belirli birisiyle buluşup zina etmesi anlamına
gelmekteydi. Âyet bu çirkin ve insanlık dışı âdeti yasaklamış, cariyelerle
evliliğin namus ve hukuk temeli üzerine oturmasını istemiştir.
Evlenip
iffetleri koruma altına alındıktan sonra zina eden cariyelere hür kadınların
cezasının yarısı, yani yüz sopanın yarısı olan elli sopa cezası uygulanacaktır.
Âlimlerin çoğunluğuna göre âyetteki “muhsanât” kelimesi evli kadınları değil,
bekâr hür kadınları ifade etmektedir. Zira evli hür kadınların zina cezası
sünnetle sabit olan recimdir ve bu ceza bölünebilir nitelikte değildir.
Unutmayın
ki:
26. Allah, haramları ve helâleri size apaçık bildirerek yolunuzu aydınlatmak, sizi daha önce yaşamış sâlih insanların gerçek kurtuluş yollarına iletmek ve sizi yanlış yollara gitmekten koruyup affına ve rahmetine yöneltmek istiyor. Allah her şeyi hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Önceki
âyetlerde ifade olunan ahkâm hiç bilinmemiş, uygulanmamış, yeni hükümler
değildir. Bilakis geçmiş ümmetleri salâh ve fazilet yoluna sevkeden
hükümlerdir. Allah Teâlâ kadın-erkek ilişkilerine dair, fıtrata ve yaratılış
sırrına uygun olarak emir buyurduğu bu hükümler sayesinde Hz. Muhammed (s.a.s.)
ümmetini de, Hz. Âdem’den itibaren gelip geçen tevhid ehli faziletli ümmetlerin
saadete ulaştıran yollarına, hususiyetle de Hz. İbrâhim’in yoluna sevk etmeyi
murad etmektedir. Cenâb-ı Hak bir başka âyette Nûh’a verilen, İbrâhim, Mûsâ ve
İsa’ya tavsiye edilen şeylerin Resûlullah’a da bildirilip din kılındığını beyân
buyurmaktadır. (bk. Şûrâ 42/13) İşte Nisâ suresinde açıklanmış olan bu
uygulamalar da yüzyıllar boyu tecrübe edilmiş, insanları fazilete ve saadete
sevketmiş yollardır. Yüce Allah öncelikle câhiliye devrinden yeni çıkmış, eski
peygamberleri ve tevhidin cihanşumûl tarihini bilmeyen Araplara ve onlar
vasıtasıyla tüm insanlığa bilmedikleri bu hükümleri öğretmeyi, böylelikle
onların affa mazhar, dünyada ve âhirette mesud olmalarını dilemektedir. Çünkü:
27. Allah haramları ve helâlleri açıklayarak sizi günahlardan, yanlış yollara gitmekten koruyup affına ve rahmetine yöneltmek diliyor. Ancak şehvetlerine uyanlar, sizin büsbütün yoldan çıkıp uçurumlara yuvarlanmanızı istemektedirler.
Yüce
Allah bu âyette, 26. âyette de geçen “Allah
haramları ve helâlleri açıklayarak sizi günahlardan, yanlış yollara gitmekten
koruyup affına ve rahmetine yöneltmek diliyor” ifadesini tekrar kullanmak
suretiyle her türlü günahı ve yanlış yolları terk ederek iyilik ve güzellik
yoluna sülûk etmenin önemine vurgu yapmakta, böyle yaptıkları takdirde kulların
tevbelerinin kabule şâyan hâle geldiğini haber vermekte, bir anlamda bütün
insanlara samimi olarak tevbe etme çağrısında bulunmaktadır. Çünkü Cenâb-ı Hak
müminlerin dâima iyilik, doğruluk ve istikâmet üzere bulunmalarını, yaptıkları
tevbelerde sâbit kadem olmalarını ve böylece onları bağışlamayı murad
etmektedir. Nefsânî arzuları peşinde koşanlar, özellikle kadın-erkek
ilişkilerinde sınır tanımayıp yalnız şehvetlerine uymanın derdinde olanlar ise
herkesi kendilerine benzetmeyi arzu ederler. Başkalarının da kendileri gibi hak
yolundan sapmalarını, helâl-haram tanımayarak yalnız dünyevî zevkler peşinde
koşup insanlık vazifelerini unutmalarını, behimî ve anlamsız bir hayat peşinde
koşmalarını isterler. İnsanoğlu dünyadaki kulluk imtihanı boyunca iki etki
arasında bir mücadele vermektedir. Cenâb-ı Hak bu âyetle kullarının şehvete
değil hikmete, fazilete, ilâhî emirlere uymalarını istemektedir.
Hz.
Mevlânâ, bütün kötülüklerin kaynağının nefsin aşırı şehvet arzusunun olduğunu
belirttikten sonra şehvet ateşini söndürmenin çaresini şöyle izah eder:
“Ateş,
suyun ve suyun çocukları olan insanların düşmanıdır. Nitekim su da, ateşin can
düşmanıdır. Su ateşi öldürür, söndürür; çünkü ateş, suyun ve çocukları olan insanların
düşmanıdır. Şunu da aklında iyi tut ki, bahsettiğim ateş şehvet ateşidir.
Suçun, günahın, kabahatin aslı ve sebebi odur. Dışardaki ateş, su ile söner;
fakat, içerdeki şehvet ateşi insanı cehenneme kadar götürür. Şehvet ateşi su
ile sönmez; çünkü kıvrandırmak, azab etmek bakımından onda cehennem huyu
vardır. Şehvet ateşinin çaresi nedir? Din nûrudur. Nasıl ki cehennem mümine:
«Ey mümin, çabuk geç, senin nûrun benim ateşimi söndürüyor!» diyecektir. Bu
ateşi ne söndürür? Allah’ın nûru! Nemrud’un ateşini söndüren Hz. İbrâhim’in
nûrunu kendine üstad edin de, Nemrud’a benzeyen nefsinin ateşinden, şu öd ağacı
gibi olan bedenin kurtulsun. Şehvet ateşi eksilip bitmez. Ona dilediğini
vermemekle eksilir. Bir ateşe odun attıkça, o ateş hiç söner mi? Hiç odunu
yakmaz olur mu? Fakat odun atmazsan, ateş söner. Allah’tan korkmak ve çekinmek
şehvet ateşine su serper.” (Mevlânâ, Mesnevî, 3695-3795. beyitler)
İşte
insanın, nefsinin olumsuz arzularına karşı bu iradeyi göstermesi gerekir. Fakat
bu oldukça zordur. Bu yüzden:
28. Allah sizin yükünüzü hafifletip dinî hayatı yaşanılır kılmak istiyor. Çünkü insan yaratılış itibariyle zayıf ve zaafları olan bir varlıktır.
İnsanoğlu
zannettiği kadar kuvvetli bir varlık değildir. Çünkü o, çok zaman nefsânî
arzularına karşı koyacak iradeyi sergileyemez. Hevâ ve hevesine çoğunluk mağlup
olur. Şehvetini dizginlemekte gerekli sabrı gösteremez. Sahip olduğu
istidatları ibâdet ve kulluk yolunda kullanmaya genellikle muvaffak olamaz.
Gerçi insan kulluk imtihanını kazanmasını sağlayacak güç ve donanımdan mahrum
değildir. Ancak bu imtihanda kendisini yarı yolda bıraktırma ihtimali taşıyan
bazı zaafları da vardır. Şehevî arzuları bu zaafların en mühimlerindendir.
Geçen âyetlerde bu arzunun meşrû yoldan tatmini için gerekli hükümleri beyân
eden Kur’ân-ı Kerîm, bu âyette insanın söz konusu zaafına işaret etmek
suretiyle zinaya ve gayri meşrû yollara sapmaktan nehyettiği gibi, meşrû nikah
yollarını kolaylaştırmak gerektiğine de işaret etmiş olmaktadır. Esasen İslâm
dini bir bütün olarak, tarih boyunca insanoğluna yüklenmiş olan ağır sorumlulukları
kaldırıp onun yükünü hafifletmeyi hedeflemiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz:“Ben kolay ve müsâmahakâr hanîf dîni ile gönderildim” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 266)
buyurmak
suretiyle buna işaret etmiştir. Bu bakımdan İslâm âlimleri ve fakîhleri, hem
dinin mâhiyetini hem de insanların maslahatını çok iyi bilerek tatbiki mümkün
olabilecek bir yol tutmalıdırlar. Dinden taviz vermemeli, bilakis dini doğru
bir şekilde anlayıp anlatmalıdırlar. Nitekim şâir der ki:
“Her kârda âkıl gözetir semt-i sühûlet
Engüşt-i hıred ukde-i düşvâra yakışmaz.” (Sâmî,
Arpaemînizâde)
“Akıllı
adam, her işde bir kolaylık, bir çıkar yol gözetir. Halli mümkün olmayan işlere
körü körüne teşebbüs etmez.”
İnsanın
bir başka zaafı da aşırı mal tutkusudur. Bununla alakalı olarak da şöyle buyruluyor:
29. Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda hırsızlık, rüşvet, faiz ve kumar gibi meşrû olmayan yollarla yemeyin. Karşılıklı rızâya dayanan bir ticaret yapmanız ise elbette meşrûdur. Kendi nefislerinizi de öldürmeyin. Doğrusu Allah size karşı çok merhametlidir.
30. Kim haddi aşarak ve haksızlığa saparak yasaklanan bu fiilleri işlerse, şunu bilsin ki, biz onu pek yakında o müthiş cehennem ateşine sokacağız. Bu ise Allah için çok kolaydır.
“Meşrû olmayan yollarla yemek”ten maksat, hukuk ve ahlâk dairesinin
doğru kabul etmediği yollardan elde edilen haksız kazançtır. Bu gibi yollar
arasında hırsızlık, gasp, kumar, faiz ve tefecilik, rüşvet sayılabilir. Âyet-i kerîmede
rızık yollarının en genişi olması bakımından ticaret tavsiye edilmekte, ancak
ticaretin de karşılıklı rızâya dayalı olması şart koşulmaktadır. Ticarette
satın alınan malın üzerine konulan kârın müşahhas bir karşılığı olmaması
sebebiyle, ilk nazarda haksız kazanç türlerini andırıyor gibi gözüktüğü için
âyette ticaret bunlardan istisna edilmiştir. Ticaret yapan kişi zahmetlere
katlanarak, emek çekerek, vakit ayırarak yürüttüğü bu faaliyetinde kamuya
yararlı bir hizmet görmekte, insanların ihtiyacı olan malları temin etmektedir.
Ticaretin bilhassa istisna edilerek zikredilmesinde, ticaretin hukuken meşrû
olmasından başka, ekonomik mülahazaların da sözkonusu olduğu söylenebilir. Zira
ticarette sermayenin nemalandırılması esas olduğu için, hazırdan yeme
anlayışının en büyük devası ticaret olduğu gibi, karşılıklı rızâya dayanan bir
ticaret anlayışının hem ferdî, hem millî ekonomiye büyük katkılar
sağlayacağında şüphe yoktur.
Bu
âyetin inişinden sonra sahabîler başkasına ait mallardan yemek hususunda o
kadar titiz davranmaya başlamışlardı ki, bir başkasının yemeğini yemeye bile
çekinir hâle gelmişlerdi. Ancak Nûr suresindeki: “Eş ve çocuklarınızın evlerinde
yemek yemenizde bir sakınca yoktur…” (Nûr 24/61) âyeti onları
rahatlatmıştı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 43-44)
Şu
ibretli kıssa, haram lokmadan sakınma hususunda insana ne güzel bir yol
göstermektedir:
Birgün
zamanın hükümdarı, Şeyh Rukneddin Alâüddevle’ye bir ceylan getirdi ve “Ye
bundan. Kendi ellerimle yaptığım bir okla babamdan mîras kalan atın sırtında
avladım” deyince Hazret şöyle cevap verdi: “Aklıma bir komutanın Mevlâna
Cemal’e iki kaz getirip: «Bunları ye. Kendi şâhinimle avladım» demesi ve Mevlâna
Cemal’in: «Burada, üzerinde durulması gereken kazlar değil, bu şâhinin hangi
yaşlı kadının tavukları ile beslenip avlanacak kadar güçlendiğidir» diye cevap
vermesi geldi. İşte senin kendi atının üzerinde avladığın bu ceylan her ne
kadar bir av ise de bu atın yemi hangi mazlumun arpasından alındı kimbilir?”
dedi ve ceylanı yemedi.
Hâsılı
her ne kadar günümüzde nadir ve ulaşılması çok zor bir haslet olsa da helâl
rızık talebinde ihtimam göstermek lâzımdır.
“Kendi nefislerinizi öldürmeyin” emri,
genellikle birbirinizi öldürmeyin şeklinde anlaşılmıştır. Bu emir, malların
haksız yoldan yenilmemesi gerektiği buyruğundan hemen sonra gelmesi bakımından
dikkat çekicidir. Ekonomik haksızlık, neticede sosyal problemlere, cinâî
suçlara, asayişsizliklere sebebiyet verecektir. Bu sebeple âyette “mallarınızı
aranızda haksız yollarla yemeyin, meşrû çizgiler içerisinde ticaret yapın, aksi
takdirde çıkacak toplumsal anarşi neticesinde birbirinizi itlaf edersiniz”
denilmiş olmaktadır.
“Kendi
nefislerinizi öldürmeyin” ibaresi, “canınıza doğrudan veya dolaylı yollarla
kıymayın, kendinizi tehlikeye atmayın” şeklinde de anlaşılmıştır. Nitekim
Resulullah (s.a.v.) döneminde Amr b. Âs, başından geçen bir hadisede bunu böyle
anladığını göstermiştir. Amr b. Âs anlatıyor: “Resulullah (s.a.v.) beni
Zâtü’s-Selâsil gazvesine göndermişti. Çok soğuk bir gecede ihtilam oldum.
Kendime acıdım, gusletmek yerine teyemmümle arkadaşlarıma sabah namazını
kıldırdım. Medine’ye döndüğümde durumu Resulullah’a anlattım. Bana dedi ki: «Ey
Amr! Ashâbına cünüpken namaz mı kıldırdın?» «Evet yâ Resulallah» dedim,
«Gusletseydim helak olmaktan korkmuştum» ve Allah Teâlâ’nın «Kendi nefislerinizi de öldürmeyin. Doğrusu
Allah size karşı çok merhametlidir»
(Nisâ 4/29) buyruğunu okudum. Resulullah güldü, bir şey demedi.” (Ebû Dâvûd,
Tahâre 124; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 203)
Her
kim kendi canına veya hukukî sebeplerle idam yahut meşrû müdafaa gibi geçerli
bir sebep olmaksızın bir insanın canına haksız bir yolla kıyarsa, onun gidip
varacağı yer ateştir. Böylelerini ateşle cezalandırmak Allah için çok kolaydır.
Resûlullah
(s.a.s.) buyurur:
“Kim kendini dağdan atıp öldürürse o cehennem ateşinde sürekli
olarak yuvarlanır durur. Kim zehir içip kendisini öldürürse cehennem ateşi
içinde elindeki zehiri sürekli içer durur. Kim kendisini bir demir parçasıyla
öldürürse cehennem ateşi içinde sürekli olarak o demir parçasını karnına
sokar.”
(Buhârî, Cenâiz 83; Müslim, İman 175)
Resûlullah
(s.a.s.) geçmişte yaşanmış şöyle ibretli bir hâdise nakleder:
“Sizden önceki ümmetlerden birinde
bir adamın yarası vardı. Bundan dolayı rahatsızlandı ve bir bıçak çıkarıp elini
kopardı. Fakat elinden o kadar kan aktı ki sonunda öldü. Allah Teâlâ bunun
üzerine şöyle buyurdu: «Kulum nefsine kıymakta benden aceleci davrandı. Ben de
ona cenneti haram kıldım.»” (Buhârî, Enbiyâ’ 50; Müslim, İman 181)
Allah Teâlâ’nın kahır ve cezasını anlatan bu
bilgilerden sonra mü’minlere bir rahmet esintisi olarak şu müjde geliyor:
31. Siz eğer yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, biz sizin küçük günahlarınızı örteriz. Ve sizi, saygı ve ikram göreceğiniz şerefli bir mevkiye çıkarır ve neticede pek hoş, çok değerli ve ikramı bol bir yere yerleştiririz.
Müminlere
en çok ümit veren âyetlerden birisi budur. Cenâb-ı Allah, büyük günahlardan
kaçınmak şartıyla müminlerin küçük günahlarını affedebileceğini beyân
buyuruyor. Hadislerde bildirilen büyük günahlar arasında Allah’a şirk koşmak,
haksız yere adam öldürmek, iffetli birine zina iftirası atmak, zina etmek,
yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, faiz yemek, yalan şâhitlikte
bulunmak, hırsızlık yapmak, içki içmek… gibi günahlar bulunmaktadır. (bk. Buhârî,
Edeb 6; Eyman 16; Müslim, İman 143-145) Bununla birlikte unutulmamalıdır ki,
önemsenmeden işlenen küçük günahlar da âdet haline gelir ve sürekli işlenirse
büyük günah gibi olur ve müminin kalbini karartır. Ayrıca kâmil müminlere
yakışan, kendilerini Allah’tan uzaklaştıran her türlü hareketi ve düşünceyi
büyük günah bilip ondan uzak durmaktır.
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Büyük günahlardan uzak durulursa bir namaz öteki namaza kadar,
bir cuma öteki cumaya kadar bir ramazan öteki ramazana kadar olan küçük
günahlara kefâret olur.” (Müslim, Tahâret 14-16; Tirmizî, Salât 160)
Yüce
Allah, kullarını günahlardan sakındırıp hallerini ıslaha yönlendirdikten sonra
şimdi de erkek ve kadınlara ait olan hakları ve eşler arası münasebetleri
düzenleyen hükümleri beyân etmek üzere şöyle buyuruyor:
32. Allah’ın bir kısmınıza diğerlerinden daha fazla verdiği, dolayısıyla başkalarında bulunup sizde olmayan şeylere göz dikip imrenmeyin. Erkeklere çalışıp kazandıklarından bir pay olduğu gibi, kadınlara da çalışıp kazandıklarından bir pay vardır. O halde çalışın da, daha hayırlı şeyleri Allah’ın lutfundan isteyin. Şüphe yok ki Allah her şeyi bilir.
Müminlerin
annelerinden Ümmü Seleme (r.a.) bir gün Resûlullah’a: “Ey Allah’ın elçisi!
Erkekler savaşıyor, biz savaşamıyoruz. Biz mirasta onların aldığının yarısını
alıyoruz” diyerek açıklama istemişti. Ayrıca kadınların hicretlerinin Kur’ân’da
zikredilmemesi, bir erkek şahide karşılık iki kadın şahidin gerekli olması gibi
hususlar hatırlatılarak, her türlü amelin karşılığında kadınların erkeklerden
geri olup olmadığı sorulmuştu. (Tirmizî,
Tefsir 4/8-9) Bu gibi sorulara cevaben nâzil olan âyet-i kerîmelerden biri de
budur.
Cenâb-ı
Allah, kadın ve erkeklere farklı özellikler ve faziletler bahşetmiştir.
Dolayısıyla bu hususlarda iki tarafın da takdire râzı olup hayır yolunda
yürümeleri gerekir. Kadına ve erkeğe yaraşan, diğerlerinin nasibini temenni
etmek, boş kuruntu ve hayaller peşinde koşmak değil, Allah’ın kendilerine
bahşettiği kabiliyet ve istidada uygun olarak çalışmaktır. Bununla birlikte meşrû
olan bir şeyi, başkasının elindekine göz dikmeksizin Allah’ın lütfundan
istemekte bir sakınca yoktur. Kul Allah’ın takdirine rızâ gösterdiği,
gerçekleşmesi mümkün olmayan boş temennilerde bulunmadığı, başkalarının sahip
olduğu nimetlerin hasetle yok olmasını istemediği sürece, maddî ve manevî her
türlü nimeti Allah’ın fazlından talep ve niyaz etmesi caizdir. Âyet-i kerîmede
kadınların da erkekler gibi hak ve hukuk sahibi oldukları ifade ediliyor ki,
Kur’ân’ın indiği çağda birçok kültürlerde kadına çok cüz’î bir hak verildiği
veya hiç verilmediği düşünülürse bunun büyük bir inkılap olduğu anlaşılır.
Ancak her iki cinse ayrı özellik bahşeden fıtrat gereğince aralarında bazı
hükümlerde farklılıkların olması tabiidir. İki cinsi her bakımdan eşitlemeye
çalışan menfi cereyanların günümüzde her toplumda kısır kalmış olması da, ilâhî
hikmetin cihanşümullüğünü göstermektedir.
İslâm’ın
cihanşümul bir din oluşunu belgeleyen bâriz özelliklerinden biri de her hak
sahibine hakkının verilmesi konusunda gösterdiği emsalsiz dikkattir:
33. Ana baba ile yakın akrabanın ölümden sonra bırakacakları her terike için vârisler belirledik. Yemin ederek kendileriyle sözleşme yaptığınız kimselerin paylarını da verin. Muhakkak Allah her şeye hakkıyla şâhittir.
“Yemin ederek
sözleşme yaptığınız kimseler”den (Nisâ 4/33) maksat kendileriyle
dostluk ve kardeşlik sözleşmesi yapılmış olanlardır. Hanefi mezhebine göre,
herhangi bir kişi müslüman olur, vârisi de bulunmazsa, o bir dindaşına:
“Tazminat ödemem gerekirse senin benim akilemden alman, ölümümden sonra da
senin bana vâris olman üzere kardeşlik sözleşmesi yapalım” diye anlaşma
yaparsa, bu akit geçerlidir. Bunlar da sıra kendilerine geldiği zaman mirastan
pay alırlar.
عَاقَدَتْ (âkadet) kırâatine göre âyetin
bu kısmına “yeminlerinizle
karşılıklı anlaşma akdi yaptığınız kimseler” mânası da verilir. Buna göre
“nikah akdi” ile koca veya karının yahut “koruma akdi” ile köle ile efendisinin
terikelerinden miras alacak mirasçıları da Allah Teâlâ belirlemiştir. Bunlara
da payları ne ise verilecektir. Nitekim Nisâ sûresi 12. âyette karı ile kocanın
birbirlerine ne şekilde vâris olacakları açıklanmıştır.
İslâm’ın
tanzim ettiği aile içinde kadının erkek, erkeğin de kadın üzerindeki haklara ve
bu vesileyle erkeğin kadın üzerindeki üstünlüğüne temas edilerek şöyle
buyruluyor:
34. Erkekler kadınlar üzerinde yönetici ve koruyucudurlar. Bunun sebebi, Allah’ın insanların bir kısmını diğerlerinden üstün yaratması ve bir de erkeklerin, kendi mallarından mehir ve evin geçimi gibi harcama yükümlülüklerinin olmasıdır. Şu halde sâliha kadınlar itaatkârdırlar. Allah’ın, onların kocaları üzerindeki haklarını korumasına karşılık, hanımlar da kocalarının bulunmadığı zamanlarda ve kimsenin görmeyeceği yerlerde namuslarını, onların mallarını ve çocuklarını korurlar. Dikbaşlılık ve serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince; öncelikle bunlara nasihat edin, vazgeçmezlerse yataklarında yalnız bırakın, bu da sonuç vermezse onları dövün. Size itaat ederlerse artık onlara haksızlık etmek için herhangi bir bahane aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür.
“Koruyucu
ve yönetici” olarak çevrilen kelime, اَلْقَوَّامُ
(kavvâm)dır. Kavvâm; bir işe bakan ve onu gereği gibi yapıp sonuçlandırmaya
önem veren mânasını taşır. Buna göre erkekler kadınların genel anlamda hâkimi
olmakla birlikte, bu hâkimiyet mutlak ve keyfî değil, “Bir kavmin efendisi,
ona hizmet edendir” (Deylemî, Müsned, II, 324) hadisindeki mânaya
uygun olarak, hizmet etme anlamını da içinde barındıran bir hâkimiyettir.
Böylelikle, Kur’ân’ın belirlediği aile ve toplum içindeki iş bölümünde, kadınla
erkek arasında mutlak bir eşitlikten bahsetmek doğru değildir. Ancak her iki
cinsin fıtratlarına uygun düşecek bir işbölümünden ve dayanışmadan söz etmek
mümkündür.
Âyette
kocaların eşleri üzerindeki değil de, genel olarak erkeklerin kadınlar
üzerindeki koruyuculuk ve yöneticiliğinden bahsedilir. Erkeklerin bu özelliği
de, biri fıtrî, diğeri ise kesbî ve içtimâî nitelikte olan şu iki sebebe
bağlanır:
Birincisi;
Allah insanların bir kısmını diğerlerinden daha üstün özelliklerle yaratmıştır.
Burada genel olarak erkeklerin kadınlara nispetle fıtraten bir üstünlüğe sahip
oldukları anlaşılır. Ancak söz konusu edilen ve erkeğin yaratılıştan sahip
olduğu üstünlük her bakımdan değil, “kavvâm”lık vazifesinin gerekleri olan bazı
hususiyetlerdir. Fizikî güç, aklî olgunluk, idarî kabiliyet gibi özellikler
bunlar arasında sayılabilir. Bununla birlikte, âyet-i kerîme, bu üstünlüğü
mutlak mânada erkeklere hasretmemiş, bazı insanları diğer bazılarına üstün
kıldığını ifade eden bir üslupla nâzil olmuştur. Buradaki söz gelişinden,
erkeklerde bulunup kadınlarda olmayan bazı hususiyetler öncelikle anlaşılması lazımdır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, her erkeğin her kadından bu noktada üstün
olduğunu söylemek doğru değildir. Fert fert karşılaştırmak yerine, cins olarak
genel mânada erkeğin kadından yöneticilik bakımından üstün olduğu söylenebilir.
Ancak bazı kadınların bazı erkeklerden bu hususta daha ileri olduğu da müşâhede
edilen bir durumdur. Ayrıca kadın cinsi de erkek cinsinde bulunmayan bazı fıtrî
özelliklerle mücehhez kılınmıştır. Bu sebeple her iki cinsin birbirine çeşitli
yönlerden muhtaç ve bağımlı olduğu unutulmamalıdır. Yine bu ifade tarzından,
erkeğin “kavvâm” olabilmesi için sözü edilen üstünlüklere sahip olması
gerektiği anlaşılır.
İkincisi;
erkekler mallarından harcama yapmaktadırlar. Yani aile geçimini ve diğer mâlî
yükümlülükleri üstlenen cins erkektir. İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinden
itibaren genellikle ailenin geçimini sağlayan taraf erkek olmuştur. Nitekim
mirasta kadının erkeğe göre yarım hisse alması da bu noktayla alakalıdır.
Günümüzde kadınlar iktisâdî hayata önemli ölçüde dâhil olmakla beraber, büyük
çoğunluk itibariyle aynı durum devam etmektedir.
Ailenin
teşekkülünü sağlayan temel esaslar olan karı-koca, aile hayatını Allah’ın
rızâsına uygun bir şekilde yürütebilmek için bazı dînî, hukukî, ahlâkî
kâidelere uymak mecburiyetindedirler. Bu kâidelere uyulduğu müddetçe ciddi bir
problem çıkmayacaktır. Ancak taraflar bu kâidelere uymazsa çeşitli yaptırımlar
devreye girecektir. Bu sebepledir ki, bu âyet-i kerîmede kadının, 128. âyette
ise kocanın hukuku çiğnemesi söz konusu edilerek, problemin çözümü için bazı
tedbirler konulmuştur.
Kur’ân-ı
Kerîm’e göre kadınlar, aile hukukuna riayet edip etmemelerine göre iki sıfatla
vasıflanır: “Sâliha” ve “nâşize”. Sâliha
kadınlar itaatkârdır. Onların mümeyyiz vasıfları hem Allah’a hem de
eşlerine itaatkâr olmalarıdır. Bunlar ilâhî kanunlara uygun davranır, ailenin
namus ve şerefine leke sürmezler. Resulullah (s.a.s.), böyle sâliha ve dindar
kadınları överek şöyle buyurmuştur:
“Kadınların en hayırlısı, yüzüne baktığında seni mutlu eden, bir
şey yapmasını istediğinde itaat eden, yanında bulunmadığın sırada gerek nefsi
ve gerekse malın açısından seni korumaya çalışan kadındır.” (Ebû Dâvûd, Zekât
32; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 251, 432)
“Dünya geçici bir faydalanmadan ibarettir. Onun fayda sağlayan en
hayırlı varlığı dindar kadındır.” (Müslim, Radâ‘ 64)
“Bir kadın beş vakit namazını kılar, orucunu tutar, namusunu korur
ve kocasına itaat ederse; ona «Cennete istediğin kapıdan gir» denilir.” (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, I, 191)
Bir
kadın, şayet “kavvâm”lık vazifesini layıkıyla yerine getiren bir kocaya karşı
itaatsizlik, bahsedilen kâidelere karşı çıkma ve başkaldırma alâmetleri
gösterirse, âyet-i kerîme kocanın alması gereken bazı tedbirleri bildirir. Bu
tedbirler sırasıyla şöyledir:
›
Nasihat etmek,
›
Yatakta yalnız bırakmak,
›
Yüze vurmamak ve yara bere bırakacak tarzda olmamak şartıyla
hafifçe dövmek.
Dövmekle
alakalı unutulmaması gereken şu üç noktaya dikkat etmek gerekir. Birinci
olarak, erkek ailevî vazifelerini yerine getirmiş ve kavvâmlık çerçevesine
giren mesuliyetlerini ifa etmiş olmalıdır. İkinci olarak, burada dövülmesi söz konusu
edilen kişi, ailenin şeref ve haysiyetine aykırı hareket eden, itaatsizliği ve
baş kaldırması söz konusu olan ve diğer tedbirler kâr etmeyen bir kadındır.
Dövme işi, boşanmaya gidilen bir yolda, ailenin bozulmaya yüz tutan bir yönünün
ıslahı için son çarelerden biri olarak zikredilmektedir. Üçüncü olarak da,
hiçbir âlim ve müfessir kadının feci bir surette dövülebileceğine cevaz
vermemiş, bilakis dövmenin hafif, iz bırakmayacak, zarar vermeyecek, yüze
gelmeyecek şekilde olması gerektiği ısrarla belirtilmiştir. Bütün bunlardan
sonra, ibaresi apaçık olan bir hususu farklı amaçlarla, farklı zihniyetlerle
tevil yoluna gitmek caiz değildir.
Şunu
da göz ardı etmemek lazımdır ki, ayet-i celilede son çare olarak sunulan dövme
fiili, hiçbir zaman istenen bir durum olmamakla ve bütün kadınlara şamil
bulunmamakla beraber toplum kapsamlı olarak incelendiğinde bazı kadınların
hafif de olsa şiddet kullanmaktan başka bir dilden anlamayacakları gerçeğidir.
Kadınla ilgili konulara kadın duygusallığı içinde yaklaşan bazı dar görüşlü
kimseler sanki Allah kelamında bir yanlış varmış gibi bir gayret içine girip
anlamı gayet açık ve net bulunan bir kelimeyi, bir tabiri, bir gerçeği tersine
çevirip gerçek dışı bir yoruma zorlamaktadırlar. Kocasına daimi itaatsizlik
halinde olan, ailenin itibarını hiçe sayarak davranan, sözden anlamayan, yerine
göre kocasına şiddet kullanmayı düşünen bir kadını te’dib edip yuvayı
yıkılmaktan kurtarmaya çalışmak ve bu formülü başka hiç çare kalmamışsa son
çare olarak uygulamakta bir mahzur yoktur. Şimdilerde karısı tarafından şiddete
maruz kalan erkeklerin sayısı artmasına rağmen birçok kimse görmezlikten
gelirken, böyle bir konuda feminist yaklaşımların kendilerini nerelere
götüreceğini hesaplamayan basîretsiz kişiler düşünmeden ve toplumu tanımadan
konuşmaya devam etmektedirler.
Bu
açıklananların yanında, dinimizin hukukî kâidelerden başka ahlâkî tavsiyeleri
olduğu da unutulmamalıdır. Bazı durumlarda uygulanabilecek ihtimaller, fetva ve
takvâ yolları olarak iki şekilde mülahaza olunabilir. Bu bakımdan, âyet-i
kerîmede gerekli durumlarda ve şartlarına uygun biçimde dövme izni yer almakla
birlikte, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) erkeklerin eşlerini dövmelerini menetmiş
(Buhârî, Nikah 93), kendisi de hayatı boyunca hiç kimseye elini kaldırmamıştır.
Resulullah (s.a.s.), hanımlarıyla zaman zaman sıkıntılı günler yaşamış,
aralarındaki kıskançlık neticesi mübârek gönlünü huzursuz eden durumlarla
karşılaşmış, hatta dünyalık isteklerinden bunaldığı için bir ay boyunca bütün
eşlerinden ayrılıp tek başına inzivaya çekildiği bir dönem dahi olmuş, buna
rağmen asla hiçbir hanımına değil el kaldırmak, kırıcı bir söz dahi
söylememiştir. Böyle bir Peygamberin ümmeti olan müslümanlara da kadınlara
karşı onunki gibi bir inceliğe sahip olmaya çalışmak yaraşır.
Gönül
ehli bir âlim şöyle der: “Kadının bir eziyetine katlanmak, aslında yirmi
eziyetinden kurtulmak demektir. Bir eziyete katlanınca çocuğunuzu tokattan,
tencerenizi kırılmaktan, buzağınızı dayaktan, kedinizi itilip kakılmaktan,
elbisenizi yanmaktan, misafirlerinizi de bırakılıp gitmekten kurtarmış
olursunuz.”
Resûlullah
(s.a.s.), erkekleri hanımların eziyetlerine karşı daha müsamahakâr olmaya
teşvik için şöyle buyurur:
“Dünyada hiçbir kadın eşine eziyet etmez ki hûrilerden olan eşi
ona şöyle çıkışmasın: «Allah canını alsın. Ona eziyet etme. O senin yanında
misâfirdir. Yakında seni bırakıp bize gelecek!»” (Tirmizî,
Radâ‘ 19).
Bütün
bu tedbirler faydalı olduğu ve serkeşlik yapıp başkaldıran kadın bu
davranışından vazgeçtiği takdirde, artık ona haksızlık yapmak için kocanın
herhangi bir bahane araması, sözlü veya fiilî olarak eza etmesi zulümdür, caiz
değildir. Aksi takdirde karşısında çok yüce olan Allah’ı bulur ki, Allah’ın
zulmeden erkeğe karşı olan kudreti, erkeğin kadına karşı olan kuvvetinden çok
daha büyüktür.
Bütün
bu aile içi önlemler fayda vermez ve aile dağılma noktasına gelirse Yüce Allah
son çare olarak şöyle bir çözüm yoluna gidilmesini tavsiye buyuruyor:
35. Şâyet karı-kocanın aralarının iyice açılmasından ve artık yuvanın dağılmasından endişe ederseniz, erkeğin ve kadının ailesinden birer hakem belirleyin. İki taraf da iyi niyetle işi düzeltmek isterse, Allah karı-kocanın arasındaki dargınlığı giderip barışmalarını sağlayacaktır. Şüphesiz Allah her şeyi bilir, kullarının her hâlinden haberdardır.
Eğer
karı koca arasındaki anlaşmazlık ve geçimsizlik, ayrılık derecesine varacak
olursa, bu kez anlaşmazlık iki tarafın ailesinden birer hakeme havale edilir.
Hakem olacak kişi akıllı, hükmüne razı olunacak derecede olgun ve ıslah
edebilecek yeterlilikte bir kişi olmalıdır. Kadının ve kocanın ailesinden birer
hakem seçilmesinin şüphesiz pek çok sebep ve hikmeti vardır:
·
Karı-koca arasındaki anlaşmazlıkları en iyi akrabaları bilir.
·
Aralarını birleştirmeyi en çok onlar ister.
·
Taraflar şahsî meselelerini kendilerine rahatlıkla anlatabilir.
·
İki tarafın da, onların vereceği hükme razı olması kuvvetle
muhtemeldir.
Hakem
tayin edecek merci, devletin ilgili makâmı olmakla birlikte, bu durum
karı-kocanın bizzat hakem tayin etmelerine mani değildir. Bir hakemin koca,
diğerinin de kadın tarafından olmasının bağlayıcı olup olmadığı hususu
tartışmalı olduğu gibi, hakemin salahiyeti de tartışmalıdır. Kimi âlim ve
müçtehidler hakemin hükmünün hâkiminki gibi olacağını, yani bundan sonra
evlilik bağının devam edip etmemesine hakemin re’sen karar verebileceğini
söylerken, aralarında Ebû Hanîfe’nin de bulunduğu daha az sayıdaki âlime göre,
hakemin salahiyeti vekilinki gibidir. Yani tarafların rızâsı hilafına bir karar
veremezler. Buna göre hakemlerin vazifesi tarafların arasını düzeltmek, kusurlu
olan tarafı yola getirmek için uygulanacak yöntem ve müeyyideyi belirlemek gibi
hususlardan ibarettir.
Asıl
mesele aileyi çözülmekten kurtarmak, arayı ayırmak değil, uzlaştırmaktır.
Nitekim âyette de “arayı bulmak”an bahsedilmiş, “ayırmak”tan bahsedilmemiş,
hakemlerin salahiyeti mevzuu da bu yüzden ictihad konusu olmuştur. Dolayısıyla
Allah’ın rızâsı ayrılmakta değil, birleşmektedir. Seçilen iki hakem gerçekten,
iyi niyetle, Allah’ın rızâsını umarak eşlerin arasını düzeltmek isterse, Allah
onları buna muvaffak kılar. Gayretlerini bereketli kılar, eşler arasına ülfet
ve muhabbet verir. O her şeyi bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır, onları
buna nasıl muvaffak kılacağını da yine en iyi kendisi bilir.
İster
karı-koca, ister diğer bütün insanlar arasında olsun barış ve huzuru teminin
yegâne yolu, yakından uzağa ulaşabildiğimiz herkese iyilik yapmaktır. Bununla
alakalı şöyle buyruluyor:
36. Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babanıza iyilikte bulunun. Akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolda kalmışlara, elinizin altında bulunan köle, câriye, hizmetçi ve işçilere iyilik yapın. Çünkü Allah, kendini beğenen ve çokça övünüp duran kimseleri kesinlikle sevmez.
Bu
ve müteakip âyetlerde, sûrenin ana konuları arasında bulunan toplum düzeni ve
insanlar arasındaki beşerî münâsebetler ele alınır. İslâm toplum düzeninin
esası Allah’ın birliğine iman etmek, O’na kulluk etmek ve hiçbir şeyi O’na
ortak koşmamak olduğu için, öncelikle bu hususa dikkat çekilir. Bir Allah’a
inanan ve O’na kulluk eden fertlerden müteşekkil bir toplumun birbirleriyle
olan ilişkileri hep iyilik ve ihsan üzerine kurulmalıdır. Buna göre ana baba
başta olmak üzere âyette sayılan gruplara iyi davranmak, onlarla iyi geçinmek
İslâm hukuk ve ahlâkının temel unsurları arasında yer alır. İyilik yapılacak,
iyi davranılacak insanların başında ana baba gelir. Başka âyetlerde ve birçok
hadislerde ana babaya iyi davranılması üzerinde önemle durulur. Ana babadan
sonra yakınlık derecesine göre akrabalara da iyilik edilmeli, “ihsan”
kelimesinin bütün şümulüyle, mümkün olan her türlü hayır ve iyilik
yapılmalıdır. Sûrenin başından itibaren zaten yetim hakları üzerinde
ehemmiyetle durulmakta olup bu âyette tekrar onlara iyi davranılması hususu zikredilmiştir.
Yoksullara iyilik yapmak ise dinimizin her zaman ısrarla vurguladığı bir
ictimâî yardım anlayışının esaslarından birisidir. Aynı şekilde komşu hakları
da dinimizde çok önem verilen hususlardan biridir. Resûlullah (s.a.v.) birçok
hadislerinde komşu haklarına dikkat çekmiş, komşuluğun önemini göstermiştir:
“Cebrâil, komşu hakları üzerinde o kadar önemle durdu ki,
neredeyse komşuyu komşuya mirasçı yapacak zannettim.” (Buharî,
Edeb 28; Müslim, Birr 140-141)
“Allah’a ve âhiret gününe inanan kimse komşusunu rahatsız
etmesin.”
(Buhârî, Edeb 31; Müslim, İman 74, 75)
“Allah’a ve âhiret gününe inanan kimse komşusuna iyilik etsin.” (Müslim,
İman 77)
Yine
Peygamberimiz (s.a.s.), Allah katında en hayırlı komşunun, komşularına en çok
iyilik yapan kimse olduğunu (Tirmizî, Birr 28) ve komşusunun, kötülük
yapmasından korktuğu kimsenin tam olarak iman etmiş sayılmayacağını (Buhârî,
Edeb 29; Müslim, İman 73) ifade buyurmuştur.
Komşuluk
aynı zamanda insanın karakterini ve iç dünyasını anlamanın önemli bir vasıtasını
teşkil eder. Bir kişi Hz. Ömer’in yanında başka birinden övgüyle bahsediyordu.
Bir müddet sonra Ömer (r.a.) ile aralarında şöyle bir konuşma geçti:
“–Onunla
hiç yolculuk yaptın mı?”
“–Hayır.”
“–Alışveriş
gibi ictimâî bir muamelen oldu mu?”
“–Hayır.”
“–Peki
sabah-akşam ona komşu oldun mu?”
“–Hayır.”
Bu
cevaplar üzerine Hz. Ömer:
“–Kendisinden
başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki, sen onu tanımıyorsun” dedi.
(Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Beyrut
1990, III, 312)
Âyette
uzak ve yakın komşudan bahsedilir. Yakın komşu, evleri en yakında olan
komşular, uzak komşu ise nispeten daha uzakta olan komşulardır. Yakın ve uzak
kavramları, akrabalık bağının bulunup bulunmaması veya müslüman olup olmama
ölçülerine göre de değerlendirilebilir. İslâm’a göre gayri müslim komşuların da
komşuluk hakkı vardır.
Buna
göre:
› Komşu hem
akraba hem de mü’min ise bunun üzerimizde üç hakkı vardır. Akraba hakkı, iman
kardeşiliği hakkı, komşu hakkı.
› Mü’min ise
iki hakkı vardır: İman kardeşliği hakkı ve komşu hakkı.
› Gayr-i müslim
ise, onun da komşuluk hakkı vardır.
Yolda
kalmış olanlara yardım da önemli bir husustur. “Elinizin altında bulunanlar”
Kur’ân’ın nâzil olduğu dönemde köleler için kullanılan bir ifade olup günümüzde
kölelik kaldırılmış, ancak iktisâdî ve içtimâî olarak çok daha yaygın bir
kölelik çeşidi yeryüzüne yayılmıştır. Zamanımızda insanlık haysiyetine
yakışmayacak şartlar altında çalışmak zorunda olan milyonlarca işçi,
işverenlerin ellerinin altında sayılır. Onların haklarına riayet etmek ve
gerekli her türlü insânî yardımda bulunmak, kendilerine düşen bir İslâmî ve
insânî vecibedir. Nitekim Hz. Selman-ı Fârisi’nin şu hâli bu hususta ne güzel
bir numûnedir:
Selmân-ı
Fârisî (r.a.) vâli idi. Ebu Kalaba onun yanına geldi. Hz. Selman kollarını
sıvamış hamur yoğuruyordu. Şaşırdı, sordu:
“-
Bu da ne? Senin hizmetçin yok mu?”
Hz.
Selman şöyle cevap verdi:
“Var.
Onu bir işe yolladım; hamuru da ben yoğuruyorum. Ona iki görevi birden vermeyi
uygun görmedim.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 397)
Şâir
Es’ad Muhlis Paşa ne güzel söyler:
“Çalış gamginleri şâd etmeye şâd olmak istersen
Sevindir kalb-i nâsı gamdan âzâd olmak istersen.”
“Dâimâ
neşeli olmak istiyorsan, kederli insanları teselli etmeye, neşelendirmeye
çalış. Kedere kapılmamak istiyorsan hemcinslerinin kalplerini sevindir.”
Cenâb-ı
Hak âyetin başında, Allah’a kulluk etmeyi emir buyurmuş ve şirki yasaklamıştı.
Kulluk, gerçek mânasıyla, kulun her türlü benlik ve irade iddiasından vazgeçip
kendini Hakk’ın varlığı ve iradesi önünde yok etmesi demektir. Kulluğun zâhirî
ve bâtınî dereceleri vardır. Her şeyden önce mü’minin şer’î emirlere tamamen
riayet etmesi, sonra da kalbini Hakk’ın tecellîlerine açık tutması gerekir.
Bunun için de şirkten, ama yalnız zâhirî anlamdaki şirkten değil, mecazi
şirkten de uzak durması gerekir ki, bu da âlemde Hak’tan başka bir irade sahibi
görmemeyi, hatta nihâî mertebelerde Hak’tan başkasının varlığını görmemeyi
gerektirir. Mü’min şayet kulluğunu böyle yüksek derecelere çıkartmaya muvaffak
olur ve şirkin her türlüsünden uzak durmayı başarabilirse, güzel ahlâkın her
türlüsü kendiliğinden onda zâhir olmaya başlar. Böyle bir kul yalnız ana-baba
ve akrabalara karşı iyi davranmakla kalmaz, bütün insanlara, bütün canlılara,
hatta canlı cansız bütün varlıklara başka bir gözle bakmayı öğrenir ve kimseye
kötülük yapamaz ve hatta kötülük tasavvur edemez bir hale gelir. İhsan, onun
tabii bir vasfı olur.
Yüce
Allah Kur’ân’da zaman zaman sevmediği kimseleri açıklamıştır. Bunlardan bir
grup da kendini beğenen ve böbürlenip duran insanlardır. Azamet ve kibriyâ,
yücelik ve ululuk yalnız Allah’a mahsustur. Tamamen Allah’ın bahşettiği
varlıkla ve O’na ait olan her türlü imkânlar sayesinde diğer insanlara karşı
bir varlık ve üstünlük vehmeden kişiler, Allah’a hakiki mânada kulluk şuurundan
uzak oldukları gibi, âyetin başında yasaklanan şirkten de tamamen kurtulmuş
sayılmazlar.
Bu
tür olumsuz yönde ilerleyen kimselerin diğer kötü sıfatları açıklanmak üzere
şöyle buyruluyor:
37. Bunlar cimrilik yapan, etrafındaki insanlara cimriliği emreden ve Allah’ın lutf-u kereminden kendilerine verdiği nimetleri de gizleyen kimselerdir. İşte biz böyle nankör kâfirler için zelîl ve perişan edici bir azap hazırladık.
Kendini
beğenip böbürlenenlerin bir diğer kötü özelliği cimri olmalarıdır. Bunlar
yalnız cimri olmakla kalmaz, buna başkalarını da teşvik ederler. Başkalarını da
fakirlikle korkutup elindekileri hayır yolunda kullanmalarına mâni olurlar.
Allah’ın bahşettiği türlü nimetleri ihtiyaç sahipleriyle paylaşmalarını
engellerler. Bu nimetlerden ihtiyaç sahiplerine bir pay ayırmamakla kalmaz,
üstelik bu nimetleri herkesten özenle saklarlar.
Âyetin,
Ensâr-ı kirâmı fakirlikle korkutarak iyilik ve ihsandan engellemeye çalışan
yahudiler hakkında nâzil olduğu rivayet edilir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
V, 121) Bununla beraber cimrilik her toplum ve her devir için umumi bir ahlâkî
bozukluk olduğu için âyetin hitabı her zamana ve her topluma şâmildir.
Bu
cimrilerin mukabilinde de bir grup vardır:
38. Allah’a ve âhiret gününe inanmadıkları halde mallarını insanlara gösteriş için harcayanları da Allah sevmez. Bir kimsenin arkadaşı şeytan olursa, o ne fenâ bir arkadaştır!
39. Onlar, Allah’a ve âhiret gününe inanıp, Allah’ın kendilerine ihsân ettiği nimetlerden O’nun yolunda harcasalardı, ne zararları olurdu sanki! Ama Allah onları çok iyi bilmektedir.
40. Şu kesindir ki, Allah zerre kadar bile olsa kimseye zulmetmez. Ama zerre kadar bir iyilik yapılsa, onun sevabını kat kat artırır ve ayrıca kendi yüce katından pek büyük bir mükâfat verir.
Bunlar
Allah’a ve âhiret gününe inanmadıkları halde, yalnız gösteriş için, dünyada iyi
bir nam ve mevki edinmek için mallarını ve paralarını harcarlar. Bunların
yaptıkları iyiliklerin Allah katında bir değeri yoktur. Hem bu gösteriş
meraklısı insanlar, hem de cimri olup cimriliği tavsiye edenler şayet Allah’a
iman etmiş olsalardı ve Allah rızâsı için ihsan ve infak etselerdi, yaptıkları
hiçbir amel karşılıksız kalmaz, Allah’ın lütfuyla kat kat fazla karşılığını
görür ve ebedî saadeti kazanırlardı.
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Şüphesiz Allah, mü’min kulun iyiliğini eksiltip ona zulmetmez.
Mü’min dünyada yaptığı iyiliğe karşılık rızıkla mükâfatlanır; âhirette de
ayrıca mükâfatını görür. Kâfir ise dünyada yaptığı iyiliğin karşılığını alır,
âhirette ona hiçbir karşılık yoktur.” (Müslim, Kıyâmet 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 125,
283)
Bu
sebeple Cenab-ı Hak kıyametin dehşetiyle uyararak şöyle buyuruyor:
41. Kıyâmet günü her ümmetten bir şâhit getirip, Rasûlüm, seni de bunlar üzerine şâhit kıldığımız vakit o kâfirlerin halleri nice olacak?
42. Dünyada iken hakkı inkâr edip peygambere karşı gelenler, işte o gün yerin dibine geçirilmeyi isteyecekler ve ne söyledikleri bir sözü ne de yaptıkları bir işi Allah’tan gizleyebilecekler!
Her
peygamber, kendilerine gönderilmiş olduğu ümmetin şahididir. Nitekim Mâide 117.
âyette, Hz. İsa’nın âhiret yurdunda Cenâb-ı Hakk’a “Ben onların arasındayken
onlara şâhittim” diyeceği nakledilir. Âlemlerin Rabbi kıyamette her ümmeti
hesaba çekerken, şâhitlik görevini o ümmetlerin peygamberleri üstlenecektir.
Peygamberlerin Seyyidi olan Resûl-i Ekrem Efendimiz ise, hem Ümmet-i
Muhammed’in, hem de diğer bütün peygamberlerin şahidi olacaktır.
Hâtemü’l-Enbiyâ olarak o, şahsında her türlü insânî fazileti ve kemâli
birleştiren en yüce insan, insân-ı kâmilin en zirve numûnesi, diğer bütün
peygamberlerin faziletlerini de şahsında toplamış, hepsinin tebliğlerine vâkıf
olmuş âdil bir şâhit olarak diğer peygamberlerin şâhitliklerine şâhitlik eden,
onların risalet ve nübüvvet vazifelerini hakkıyla yaptıklarını ikrar eden nihâî
beşerî otorite olacaktır.
Tıpkı
Hûd suresindeki istikamet emrinin saçları beyazlatan mesuliyet şuuru gibi, bu
âyet-i kerîmenin Rasûlulullah’a yüklediği bütün insanlığı kucaklayan büyük
vazîfe, Efendimizi duygulandırırdı. Peygamberimiz (a.s.) bir gün, ashâbın
kurralarından Abdullah b. Mes’ûd’a: “Bana Kur’ân oku!” buyurdu. İbn
Mes’ûd: “Yâ Rasûlallah! Sana indirilen Kur’ân’ı, ben sana nasıl okuyabilirim?!”
dedi. Peygamberimiz “Ben onu, kendimden başkasından dinlemeyi daha çok
severim” buyurdu. Bunun üzerine İbn Mes’ûd Nisâ suresinden okumaya başladı.
“Kıyâmet günü her ümmetten bir
şâhit getirip, Rasûlüm, seni de bunlar üzerine şâhit kıldığımız vakit o
kâfirlerin halleri nice olacak?” (Nisâ 4/43) ayetine geldiğinde Resûlullah
Efendimiz “Yeter!” buyurdu. İbn Mes’ûd Peygamberimize baktığında
gözlerinin yaşla dolduğunu görmüştü. (Buhârî, Tefsir 4/9; Müslim, Misâfirîn
247-247)
İşte
o dehşetli kıyamet günü Âlemlere Rahmet (s.a.s.) Efendimiz’i üzecek perişan bir
halde olmamak için henüz dünyadayken ilâhî emirlere uymanın ehemmiyetine dikkat
çekmek üzere buyruluyor ki:
43. Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilecek derecede ayıkıncaya, cünüp iken de -yolcu olanlarınız hâriç- yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta ya da yolcu iseniz veya sizden biriniz abdestini bozmuşsa veyahut kadınlarınızla cinsî münâsebette bulunmuşsanız; bu durumlarda abdest alacak veya yıkanacak su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin: yüzünüzü ve kollarınızı onunla meshedin. Doğrusu Allah, çok affedici, çok bağışlayıcıdır.
Hicretin
başlarında, henüz içki haram kılınmadan önce “Rasûlüm! Sana içki ve kumarın
hükmünü soruyorlar. Şöyle de: «Onlarda büyük bir günah ve zarar, bununla
birlikte insanlar için birtakım faydalar da vardır; fakat günah ve zararları
faydalarından daha büyüktür»” (Bakara 2/219) meâlindeki âyet nâzil olunca,
sahâbeden bazıları “Biz onu zararı ve kötülüğü için değil, faydalarından dolayı
içiyoruz” diyerek içmeye devam ettiler. Bundan üç yıl sonra bir gün,
Abdurrahman b. Avf bir yemek hazırlamış, arkadaşlarını da davet etmişti.
Yediler, içki içtiler, sarhoş oldular. Akşam namazı vakti girince aralarından
biri imam oldu, namaza durdular. İmam, namazda Kâfirûn suresindeki “Bundan
böyle ben sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Siz de benim taptığıma
tapacak değilsiniz” (Kâfirûn 109/4-5) âyetlerini “Ben sizin
taptıklarınıza kulluk ederim, siz de benim kulluk ettiğime taparsınız”
şeklinde yanlış okudu. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. (Ebû Dâvûd, Eşribe 1;
Tirmizî, Tefsir 4/12) müslümanlardan şarap içmeye devam edenler, bu âyetin
nüzûlünden sonra ancak sabah ve yatsı namazlarından sonra içmeye başladılar.
Çünkü bu namazlardan sonra içtikleri zaman bir sonraki namaz vaktine kadar
sarhoşluktan ayılmaya vakit bulabiliyorlardı.
Bu
âyet içkinin tedrîcen haram kılınışında, yukarıda zikri geçen Bakara sûresi
219. âyettten sonra ikinci adım olup, içki kesin bir ifadeyle Mâide sûresi 90.
âyetle haram kılınmıştır.
Âyet-i
kerîmede sarhoşken ve cünüplük durumunda namaza yaklaşılmaması emredilmekte,
ancak cünüplük durumuyla ilgili olarak “yolcu olan” istisnâ edilmektedir. Yani
yolculuk halinde su kolay bulunamadığı takdirde, cünüp olanlar teyemmüm ederek
namaz kılabilecektir. Burada yolcu olanları ifade ederken kullanılan ibare عَابِر۪ي سَب۪يلٍ (âbirî
sebîl)dir ki bunun tam kelime karşılığı “yolu geçenler” demektir. Âyetin
aşağısında, teyemmümle ilgili olarak yine yolculardan bahsederken عَلٰى سَفَرٍ (alâ
sefer) kelimesi kullanılmıştır. Yolcuların iki kere zikredilmemesi gerektiğini
düşünen bazı müfessirler, ilkine farklı bir mâna vermişlerdir. Bu görüşe göre
“âbirî sebîl” ifadesi, “yolu mescid”den geçenler, mescidde oturmadan bir
tarafından girip diğer tarafından geçenler hakkında olup, buna göre evlerinin
ana yola ulaştıran kapısı mescide açıldığı için yolu mecburen mescidden
geçenlerin cünüpken geçmelerine izin verilmiş olmaktadır. Diğer görüşü
benimseyen âlimler ise, yolcuların iki kere zikredilmesini, su kıtlığının ve
ihtiyacının yolculuk durumunda daha fazla olmasıyla açıklamaktadırlar.
Bu
âyet sefer halinde, Mâide sûresinin 6. âyeti ise hazar halinde, gerekli
durumlarda teyemmümün gusül ve abdest yerine geçtiğini ifade etmek suretiyle
birbirini tamamlamaktadır. Hicretin 6. yılında Müreysî seferinde Hz. Âişe’nin
gerdanlığı kaybolmuş, aramak için vakit harcanmış, suyun bulunduğu menzile
ulaşma imkânı kalmamıştı. Abdest için su bulamayan halk durumu Hz. Ebubekir’e
şikayet etmiş, o da kızı Hz. Âişe’ye çıkışmıştı. Bu sırada Resûlullah Efendimiz
Hz. Âişe’nin dizine başını koymuş istirahat etmekte iken teyemmüm âyeti nâzil
oldu. (bk. Buhârî, Teyemmüm 1; Tefsir 4/10) Ancak bu esnada nâzil olan âyetin
tefsiri yapılmakta olan âyet mi, yoksa Mâide sûresi 6. âyet mi olduğu hususunda
müfessirler ve âlimler arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır.
Teyemmüm,
sözlükte “kasdetmek, niyet etmek” anlamına gelen bir kelime olup, dinî bir terim
olarak hususî bir mâna kazanmıştır. Bununla birlikte, teyemmümün sözlük anlamı
olan “niyet” onun mâhiyetine dâhil olmuş ve niyetsiz teyemmüm geçerli
görülmemiştir. Teyemmüm şöyle yapılır: Niyet edildikten sonra yer kabuğuna ait
temiz toprak, kil, kum, taş gibi bir nesneye iki elin içi ile dokunup yüz,
sonra bir defa daha dokunup dirseklere kadar kollar meshedilir. Bu hem abdest,
hem de cünüpler için gusül yerine geçer.
Dokunularak
teyemmüm yapılacak toprağın “tayyib” yani “tertemiz” olması gerektiği beyân
buyrulur. Teyemmüm esasen bedeni temizleyen bir uygulama olmamakla birlikte,
temizlik şuurunu daima diri tutması bakımından önemli bir manevî tesire
sahiptir. Abdest veya gusül edilemediği takdirde hükmen bunların yerine geçen
sembolik bir temizlik uygulaması olan teyemmümün verdiği en önemli ders,
müminin hiçbir şart altında zâhiren ve bâtınen temizliği bırakmaması
gerektiğidir. “Bir şeyin tamamı elde edilemeyince, tamamının da terkedilmesi
gerekmez” şeklindeki umumi kaide, burada da geçerlidir.
“Kadınlarla
cinsî münâsebette bulunmak” diye tercüme edilen اَللَّمْسُ
وَ الْمُلَامَسَةُ(lems/mülâmese) kelimesinin hakiki mânası
el veya bedenin bir kısmıyla dokunmak, mecazi mânası ise cinsî temasta
bulunmaktır. “Lems” ile eşanlamlı olan “mess” kelimesi de Kur’ân’da cinsî münâsebet anlamında kullanılmıştır.
(bk. Bakara 2/236-237) Aralarında İmam Şâfiî’nin de bulunduğu bazı âlimler
yalnız deri temasının abdesti bozacağını kabul etmişlerse de, Peygamberimiz ve
sahâbîlerin uygulamasıyla da desteklenen genel kanaat, burada “lems” ile kastedilenin cinsî temas olduğudur.
Fert,
aile ve toplum hayatını yakından ilgilendiren bir kısım esaslara yer
verildikten sonra söz, İslâm’ın kabul edilip yayılması önünde büyük bir engel
teşkil eden Ehl-i kitabın yanlış tutum ve davranışlarına getirilerek şöyle
buyruluyor:
44. Bakmaz mısın şu kendilerine kitaptan bir pay verilenlere: Nasıl da sürekli doğru yolu bırakıp sapıklığı satın alıyorlar ve bu yetmiyormuş gibi, sizin de düz yoldan çıkmanızı arzuluyorlar!
45. Allah, düşmanlarınızın kimler olduğunu sizden daha iyi bilir. Gerçek dost olarak Allah yeter, yardımcı olarak da Allah yeter!
“Kendilerine
kitaptan bir pay verilenler”den maksat yahudi âlimleridir. Tevrat’ı ve Eski
Ahit’in diğer kitaplarını iyi bilen, uzun yüzyıllar boyunca yerleşmiş bir dînî
ilimler geleneğinin sağladığı birikime sahip olan bu şahıslar, kutsal
kitaplarda vasıfları belirtilen son peygamberin Rasûlulullah (s.a.s.) olduğunu
kesinlikle bildikleri halde hidâyet yolunu kabulden kaçınıyor ve sapkınlık
yolunda kalmayı tercih ediyor, üstüne üstlük bir de müslümanları da saptırmaya
uğraşıyorlar. Allah, müslümanların düşmanları olan bu gürûhun ahvâlini
herkesten iyi bilmekte ve Kur’ân’ın çeşitli âyetlerinde de bunların
içyüzlerini, vasıflarını teker teker açıklamaktadır. Tâ ki müminler sahip
oldukları hidâyet yolundan sapmaksızın dosdoğru yürümeye devam etsinler.
Şimdi
de yahudilerin Tevrat’ı tahriflerinin ve Peygamberimiz (s.a.s.)’e
düşmanlıklarının birer emaresi olan bir kısım sözlerine yer verilmek üzere
şöyle buyruluyor:
46. Yahudilerden bir kısmı kelimelerin yerlerini değiştirerek tahrif ederler. Peygamber’e de dillerini eğip bükerek ve din ile alay ederek: “Duyduk ama itaat etmiyoruz”, “Dinle, dinlenmez olası” ve “râinâ: bizim çoban” derler. Eğer onlar “İşittik ve itaat ettik”, “Dinle ve bizi gözet: ünzurnâ” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı. Fakat küfürleri sebebiyle Allah onları lânetlemiştir; artık onlardan pek azı inanır.
Yazılı
bir metnin lafzını veya anlamını çarpıtmaya
“tahrîf” denir. Lafzî tahrîfte bir kelimenin yerine bir başkası geçirilir.
Yahudi âlimlerinden bazılarının Tevrat’ta böyle keyfî değişiklikler yaptığına
dair rivayetler vardır. Mâna ile ilgili tahrîf, bir dilden başka dile çeviri
yapıldığı zaman veya muğlak bir ibare tefsir edilirken sözkonusu olur.
Yahudilerin bütün bu tahrif çeşitlerini uyguladıkları kaynaklarda beyân
edilmiştir. Bazı bid’at fırkalarının kendi hevâlarına tâbi olarak yaptıkları
tefsirler de bu kısma girer. İbn Abbas der ki: “Kimsenin Allah kelâmını tahrif
etmeye gücü yetmez, ancak sözü yanlış bir şekilde tefsir edebilirler.”
Yahudiler,
yaptıkları bütün bu tahriflerle de kalmamışlar, bazıları tahrifin sözlü olan
bir başka çeşidini uygulayarak, aradaki ses benzerliği dolayısıyla müminlerin
söyledikleri bazı kelimelere kötü anlam yükleyerek Resûlullah’a hakaret kastı
gütmüşlerdir. Mesela müminler zaman zaman Peygamberimize رَاعِنَا (râ‘inâ) derler ve bununla “bizi gözet, durumumuza uygun söz
söyle” demek isterlerdi. Bunu duyan bir kısım yahudiler ise İbrânice’de bu
kelimeye benzeyen ve “kalın kafalı, ahmak” anlamlarına gelen “râ‘ûnâ”yı
kastederek “râ‘inâ” demişler, bunu derken sarhoş gibi dillerini eğip bükmüşler,
bir de buna çift anlamlı غَيْرَ مُسْمَعٍ (gayra
müsma‘) ibaresini eklemişler, bununla da “dinlemeyez olası” diye bir başka
hakareti kastetmişler, bütün bu hareketlerinde de hak dine tânetme, onu küçük
düşürme amacını gütmüşlerdi. müslümanlar gibi “işittik ve itaat ettik”
diyecekleri yerde de “işittik ve isyan ettik” diyerek küfürdeki inatlarını
iyice ortaya koymuşlardı. Kötü niyetle, gerçeği bile bile yaptıkları bütün bu
edepsizlikleriyle Allah’ın lanetine müstahak olmuşlardır. (bk. Bakara 2/104) Bu
sebeple şöyle bir tehdidi haketmişlerdir:
47. Ey kendilerine kitap verilenler! Biz birtakım yüzleri silip dümdüz ederek enseleri hâline çevirmeden, yahut cumartesi gününe saygı göstermeyen kimseleri lânetlediğimiz gibi sizi de lânetlemeden önce, yanınızdaki Tevrat’ı doğrulamak üzere indirdiğimiz Kur’an’a iman edin. Allah’ın emri mutlaka yerine gelecektir.
Bu
âyette Kur’an’a ve Peygamber’e inanmamakta inat eden Ehl-i kitaba yönelik büyük
bir azap tehdidi vardır. “Yüzleri silip dümdüz etmek” bir yüzü yüz olmaktan
çıkacak şekilde değişime uğratmak, yüzdeki organları silip yok etmek;
“arkalarına çevirmek”ten kasıt da yüzdeki organları başın arkasına koymak
anlamına gelebilir. Bir insan yüzünün kafanın arkasında olmasının değil gerçekleşmesi,
hayali bile dehşet vermeye yetecektir. Bu ifadeler şayet mecazi anlamda
kullanılıyor ise, bu durumda bir yüzü yüz yapan özelliklerin yok edilmesi;
idrâkten ve idrâk duyularından mahrum bırakılması, insanın ileriye, kemâle
yönelik olan yürüyüşünün ters istikamete çevrilip geriye, ilkelliğe, nâdânlığa
yöneltilmesi ve böylelikle iki cihanda şekâvet damgası yapıştırılarak ebedî
azâba dûçar kılınması kastediliyor demektir. Bedenleri, yahut tıynetleri
maymunlara ve domuzlara çevrilen “Ashâb-ı sebt” kıssasına Bakara sûresi 65-66.
âyetlerde temas edilmiş, bu kıssa daha geniş olarak da A‘râf sûresi 163-166 âyetlerde anlatılmıştır.
Hâsılı
müslüman, Allah’ın emir ve nehiyleri karşısında son derece dikkatli olmalı,
sû-i hâtimeden korkmalıdır. Bu açıdan bakıldığında müezzin Abdullah b. Ahmed’in
anlattığı şu olay, ne kadar ibretlidir: “Beytullah’ı tavâf ediyordum. Adamın
biri devamlı «Allahım, beni bu dünyadan müslüman olarak çıkar» diye dua edip
duruyor, başka bir şey söylemiyordu. Kabe’nin örtüsüne tutunmuş gözyaşı döken
adama: «Niçin bu duadan başka bir dua etmiyorsun?» deyince adam: «Benim başıma
gelenleri bilsen beni mâzur görürdün» dedi ve anlatmaya başladı: «Benim iki
kardeşim vardı ki bunların büyük olanı Allah rızâsı için kırk sene ezan okuyan
bir müezzindi. Ölümü yaklaşınca mushafın getirilmesini istedi. Biz, mushafı
teberrük için istediğini zannettik. Mushafı eline aldı ve oradakileri
kendisinin bu mushafta bulunanlardan uzak olduğuna şâhit tuttu. Sonra hıristiyan
oldu ve hıristiyan olarak öldü. O defnedilince otuz sene de öteki kardeşim
müezzinlik yaptı. Ölüm gelip çattığında o da ilk kardeşimin yaptıklarını yaptı
ve hıristiyan olarak öldü. Şimdi ben de onlar gibi olmaktan korkuyorum. Onun
için Allah’tan dînimi korumasını niyâz ediyorum». Bunun üzerine ben:
«Peki
onlar hayattayken ne yaparlar, ne ederlerdi» diye sordum. Adam:
«Kadınların
avret yerlerini tâkip ederler ve tüysüz oğlanlara şehvetle bakarlardı» dedi.”
Ancak
kul, nefis ve şeytanın aldatması ve gafletin tesiriyle ne kadar günaha düşerse
düşsün, bütün günahları bağışlayıcı sonsuz merhamet sahibi bir Rabbinin
olduğunu unutmamalı, ümitsizliğe kapılmamalı ve O’nun tevbe çağrısına kulak
vermelidir:
48. Allah, kendisine şirk koşulmasını kesinlikle bağışlamaz. Bunun altındaki günahları ise dilediği kimse için affeder. Kim Allah’a şirk koşarsa, hiç şüphesiz korkunç bir iftirada bulunmuş, pek büyük bir günah işlemiş olur.
Allah
Teâlâ bu âyette hiçbir surette affetmeyeceği tek günah olarak şirki
göstermektedir. Her şeyin Rabbi ve sahibi olan Cenâb-ı Allah gayyûrdur;
kendisine bir ortağı hiçbir surette kabul etmez. Bunun dışındaki günahların
affedilme durumu ise O’nun yüce lütfuna ve keremine bağlıdır; dilediğini
affeder, dilediğini cezalandırır.
Rivayete
göre Hz. Ali: “Kur’ân’da en çok hoşuma giden âyet, «Allah, kendisine şirk
koşulmasını kesinlikle bağışlamaz. Bunun altındaki günahları ise, dilediği
kimse için affeder» (Nisâ 4/48) âyetidir” demiştir. (Tirmizî, Tefsir 4/23)
Hadis-i
kudside şöyle buyrulur:
“Kim bana hiçbir şeyi ortak koşmamak şartıyla dünya dolusu günahla
gelse, ben kendisini bir o kadar mağfiretle karşılarım.” (Müslim,
Zikir 22; Tirmizî, Da‘avat 99)
Nebiyy-i
Ekrem (s.a.s.):
“Cebrâil bana geldi; «Ümmetinden Allah’a ortak koşmayarak ölen
kimse cennete girer» dedi” buyurunca, Ebu Zerr (r.a.):
“-
Zina edip hırsızlık yapsada mı?” diye sordu. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):
“- Zina da etse, hırsızlık da yapsa neticede cennete girer” buyurdu. (Buhârî,
Rikak 14; Müslim, Zekât 32)
Bu
bakımdan şâirin şu beyti ne kadar mânidârdır:
“Münkeşif olması ezdâd iledir eşyânın
Şîve-i mağfirete cürm ü günehdir bâis.” (Pertev
Paşa)
“Her
şeyin varlığı zıddı ile anlaşılır. İyiyi, ancak kötü ile karşılaştırarak idrâk
ederiz. Beyaz, siyaha göre beyazdır. Büyük, küçüğün yanında büyüklüğünü
gösterir. İşte bunun gibi Allah Teâlâ’nın kullarını affetmesi de yine kulların
işledikleri kabahat ve günahlardan sonra tecelli eder, kendini gösterir. Yani
suç ve günahın olmadığı yerde «affın» bahis konusu olmayacağı tabiîdir.”
Bilinmelidir
ki şirkin, Allah’tan başka ilâh edinme şeklindeki kaba biçiminden başka, başta
riya olmak üzere daha gizli olan çeşitleri de vardır. İşte kâmil bir iman,
şirkin her türlüsünden uzak durmayı gerektirir. Her türlü benlik iddialarından
geçerek varlıklarını Allah’ı bilmeye ve O’nu bulmaya adamış olan Hak dostları,
şirkin müsamaha edilmeyeceği şuurunu derinleştirmişler, şirkten uzak durma
hususunda çok ince bir yol tutmuşlar, şirkin açığını ve gizlisini tamamıyla
terk etmişlerdir. Rableriyle olan muamelelerini, kalplerinden geçen hususları
bu zaviyeden sürekli teftişe tâbi tutmuşlardır. Mevlâlarından başka hiçbir şeye
sevgi göstermemeye ve O’ndan başka hiçbir şeyden korkmamaya gayret göstermişlerdir.
Çünkü kâinatta olan biten şeylerde O’ndan başka hiçbir şeye ait gerçek bir
tesir ve fiil bulunmadığını kabul ve tasdik etmişlerdir. Böylece O’ndan başka
hiçbir şeye gerçek bir varlık atfetmeyerek tevhidlerini sağlamlaştırıp şirkin
her türlüsünden uzaklaşmışlardır.
Allah
dostlarından Hüseyin Lâmekânî Hazretleri, dostlarından birine yazdığı mektupta
şöyle der: “Dostum! Kendi vaktinizde Hakk’ın menzilini ve mertebesini bilmek,
Hakk’ın sevmediği fiilleri, sözleri, sıfatları ve zâtı terk eylemektir. Şimdi
düşünün, «Hak Teâlâ’nın kuluyuz ve O’nu her şeyden çok severiz» dersiniz.
Hakk’ın sevmediği fiillerinizden, sıfatlarınızdan ve zâtınızdan Hak aşkına ve
Allah muhabbeti için neyi terk ettiniz? Neden vazgeçtiniz? Biliniz ki, o terk
edip vazgeçtiğiniz miktar, Allah katında sizin dereceniz ve mertebeniz
olacaktır. Fakat, «Fiillerimizden, sıfatlarımızdan ve zâtımızdan Hakk’ın
sevmediği nedir?» diye soracak olursanız, şunu söyleyebilirim: «Hak Teâlâ kendi
sözlerinden gayrı sözü, kendi fiillerinden gayrı fiili, kendi sıfatlarından
gayrı sıfatı ve kendi zâtından gayrı zâtı sevmez…»”
Bu
bakımdan insanın, nefsini tüm menfiliklerden arındırarak Rabbin ölçülerine göre
temizlenmesi zor bir iştir. Buna rağmen bazı kendini bilmezler böyle bir
tezkiye iddiasında bulunabilirler. Onlara cevaben buyruluyor ki:
49. Bakmaz mısın, şu kendilerini temize çıkarıp duranlara? Oysa Allah dilediğini temize çıkarır ve hiç kimseye kıl kadar olsun haksızlık edilmez.
Rivayete
göre bazı yahudiler bir gün çocuklarını alıp Resûlullah (s.a.s.)’in huzuruna
geldiler. “Ya Muhammed! Bu çocukların günahı var mıdır?” diye sordular.
Efendimiz (s.a.s.): “Hayır!” buyurunca, “İşte biz de bunlar gibiyiz. Gece
yaptığımız günahlar gündüz, gündüz yaptığımız günahlar gece silinir” diye
kendilerini temize çıkarmak istediler. Bunun üzerine yahudiler hakkında bu
âyetler nâzil oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, X, 102)
Bu
âyetler bize, yanlış inanç ve çirkin ameller içinde bocalayan insanların kendi
kendilerini övmelerinin; nefislerinin günahsız ve kalplerinin temiz olduğunu
iddia etmelerinin bir değeri olmayacağını, mühim olanın bizzat Allah tarafından
tezkiye edilmek olduğunu öğretmektedir.
Hz.
Mevlânâ, tezkiye olmuş nefisle tezkiye olmamış nefsin hallerini şu misalle ne
güzel anlatmaktadır:
“Bir
hekîm dedi ki: «Çölde bir karga ile bir leyleği beraber gördüm. Bu hale şaştım
ve aralarındaki birlik, anlaşma nedir; bunu anlayayım diye hallerine dikkat
ettim. Şaşkın bir halde onlara yaklaştım. İkisinin de topal olduklarını gördüm.»
Hele
yurdu gökyüzü olan iri doğan kuşu yani ârif ile yeryüzü harabeler kuşu olan
yarasa yani bilgisiz kişi nasıl dost olabilirler? Biri İlliyyîn’in güneşi,
öbürü Siccîn’den kopup gelmiş yarasa.[1]
Biri her ayıptan arınmış tertemiz bir nûr, öbürü her kapının dilencisi… Biri
Ülker burcunda bir ay, öbürü gübre içinde bir kurt... Biri Yûsuf yüzlü, İsa nefesli bir varlık,
öbürü bir kurt, yahut da boynunda çıngırak bulunan bir eşek. Biri mekansızlık
âleminde uçmakta, öbürü köpekler gibi samanlıkta yaşamakta.
Gül,
gönül diliyle pislik böceğine: «Ey koltuğu kokmuş!» der, «Eğer sen gül
bahçesinden kaçarsan, senin bu tiksintin gül bahçesinin kemalini ve üstünlüğünü
belirtir. Benim gayretim, yani seni istemeyişim: Ey alçak kişi, buradan
uzaklaş! diye kafana bir çomak vurur. Ey alçak! Eğer sen benimle birlikte
olursan, bazıları senin, benim aslımdan bir cins olduğunu sanırlar. Bülbüllere
yakışan yer, çayırlık ve çimenliktir. Pislik böceğinin yurdu da pisliktir.
Allah bana lutfetti de, bir mürşid vasıtasıyle beni pislikten, murdarlıktan
pak etti, arıttı. Böyle iken nasıl olur da nefs-i emmâre[2]
gibi bir murdarı başıma bela eder? Mürşide ulaşmadan önce, bir damarım,
nefsine esir olan o murdarlardan idi. Fakat Hakk, mürşid eliyle o damarı kesip
attı. Artık o kötü damar, o kötü huy bana nasıl ve nerede ulaşabilir?” (Mevlânâ,
Mesnevî, 2103-2119. beyt)
Devam
eden âyetlerde kötü halleri hatırlatılan bir kısım Ehl-i kitap, henüz nefisleri
tezkiye olmadığı halde böyle bir iddiada bulunanlara ibretli bir misal olarak anlatılır:
[1] İlliyyîn: Yedinci kat gökte bir yerin adı. Cennetlerin
en yüksek, en iyi yeridir. Bir rivayete göre de yedinci kat göğün üstünde
Sidretü’l-münteha’nın ve arşın altında bir makam ki, iyi kişilerin amel
defterleri orada bulunur. (bk. Mutaffifîn 83/18-21) Siccîn: Cehennemin
en alt tabakasında, en kötü yeri. Fasıkların,
kâfirlerin, müşriklerin amel defterlerinin bulunduğu yer. (bk.
Mutaffifîn 83/7-9)
[2] Nefs-i emmâre:
Devamlı kötülük yapmayı emreden nefis mertebesi.
50. Hele şunlara bak! Nasıl da Allah adına yalan uyduruyorlar! Apaçık bir günah olarak bu onlara yeter.
Rivayete göre bazı yahudiler bir gün çocuklarını alıp Resûlullah (s.a.s.)’in huzuruna geldiler. “Ya Muhammed! Bu çocukların günahı var mıdır?” diye sordular. Efendimiz (s.a.s.): “Hayır!” buyurunca, “İşte biz de bunlar gibiyiz. Gece yaptığımız günahlar gündüz, gündüz yaptığımız günahlar gece silinir” diye kendilerini temize çıkarmak istediler. Bunun üzerine yahudiler hakkında bu âyetler nâzil oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, X, 102)
Bu âyetler bize, yanlış inanç ve çirkin ameller içinde bocalayan insanların kendi kendilerini övmelerinin; nefislerinin günahsız ve kalplerinin temiz olduğunu iddia etmelerinin bir değeri olmayacağını, mühim olanın bizzat Allah tarafından tezkiye edilmek olduğunu öğretmektedir.
Hz. Mevlânâ, tezkiye olmuş nefisle tezkiye olmamış nefsin hallerini şu misalle ne güzel anlatmaktadır:
“Bir hekîm dedi ki: «Çölde bir karga ile bir leyleği beraber gördüm. Bu hale şaştım ve aralarındaki birlik, anlaşma nedir; bunu anlayayım diye hallerine dikkat ettim. Şaşkın bir halde onlara yaklaştım. İkisinin de topal olduklarını gördüm.»
Hele yurdu gökyüzü olan iri doğan kuşu yani ârif ile yeryüzü harabeler kuşu olan yarasa yani bilgisiz kişi nasıl dost olabilirler? Biri İlliyyîn’in güneşi, öbürü Siccîn’den kopup gelmiş yarasa.[1] Biri her ayıptan arınmış tertemiz bir nûr, öbürü her kapının dilencisi… Biri Ülker burcunda bir ay, öbürü gübre içinde bir kurt... Biri Yûsuf yüzlü, İsa nefesli bir varlık, öbürü bir kurt, yahut da boynunda çıngırak bulunan bir eşek. Biri mekansızlık âleminde uçmakta, öbürü köpekler gibi samanlıkta yaşamakta.
Gül, gönül diliyle pislik böceğine: «Ey koltuğu kokmuş!» der, «Eğer sen gül bahçesinden kaçarsan, senin bu tiksintin gül bahçesinin kemalini ve üstünlüğünü belirtir. Benim gayretim, yani seni istemeyişim: Ey alçak kişi, buradan uzaklaş! diye kafana bir çomak vurur. Ey alçak! Eğer sen benimle birlikte olursan, bazıları senin, benim aslımdan bir cins olduğunu sanırlar. Bülbüllere yakışan yer, çayırlık ve çimenliktir. Pislik böceğinin yurdu da pisliktir. Allah bana lutfetti de, bir mürşid vasıtasıyle beni pislikten, murdarlıktan pak etti, arıttı. Böyle iken nasıl olur da nefs-i emmâre[2] gibi bir murdarı başıma bela eder? Mürşide ulaşmadan önce, bir damarım, nefsine esir olan o murdarlardan idi. Fakat Hakk, mürşid eliyle o damarı kesip attı. Artık o kötü damar, o kötü huy bana nasıl ve nerede ulaşabilir?” (Mevlânâ, Mesnevî, 2103-2119. beyt)
Devam eden âyetlerde kötü halleri hatırlatılan bir kısım Ehl-i kitap, henüz nefisleri tezkiye olmadığı halde böyle bir iddiada bulunanlara ibretli bir misal olarak anlatılır:
[1] İlliyyîn: Yedinci kat gökte bir yerin adı. Cennetlerin en yüksek, en iyi yeridir. Bir rivayete göre de yedinci kat göğün üstünde Sidretü’l-münteha’nın ve arşın altında bir makam ki, iyi kişilerin amel defterleri orada bulunur. (bk. Mutaffifîn 83/18-21) Siccîn: Cehennemin en alt tabakasında, en kötü yeri. Fasıkların, kâfirlerin, müşriklerin amel defterlerinin bulunduğu yer. (bk. Mutaffifîn 83/7-9)
[2] Nefs-i emmâre: Devamlı kötülük yapmayı emreden nefis mertebesi.
51. Bakmaz mısın şu kendilerine kitaptan bir pay verilenlere: Onlar, aslı esası olmayan bir takım bâtıl şeylere ve şeytânî güçlere inanıyorlar. Kâfirler için de “Bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadır” diyorlar.
52. İşte bunlar Allah’ın lânetlediği kimselerdir. Allah kime lânet ederse, artık onun için hiçbir yardımcı bulamazsın.
53. Yoksa onların Allah’ın mülk ve saltanatında bir payları mı var? Öyle olsa onlar insanlara çekirdeğin sırtındaki küçücük bir tomurcuğu bile vermezler.
Uhud
savaşından sonraki günlerde Medine’deki yahudi önderlerinden Huyey b. Ahtab ile
Ka‘b b. Eşref, yanlarına kendi dinlerinden yetmiş süvari alarak, Kureyşle bir
ittifak anlaşması yapmak üzere Mekke’ye gitmişlerdi. Maksatları müslümanlarla
olan anlaşmalarını bozmak ve onlara karşı savaşmaktı. Bu sebeple Kureyşle
ittifak kurmak istiyorlardı. Kureyş ileri gelenleri onlara “Siz Ehl-i
kitapsınız, Muhammed’e bizden daha yakın sayılırsınız. Size güvenmemiz için şu
bizim putlarımıza secde edin de mutmain olalım” dediler. Yahudiler de derhal
kabul edip gereğini yaptılar. Sonra Ebu Süfyan Ka‘b b. Eşref’e: “Sen kitap
okur, âlim bir adamsın, biz ise ümmîyiz, bilmeyiz. Söyle, bizim tuttuğumuz yol
mu, yoksa Muhammed’in yolu mu daha doğru?” diye sordu. Ka‘b: “Muhammed ne
diyor?” diye sorunca “Yalnız Allah’a ibâdeti emrediyor ve şirki yasaklıyor”
diye cevapladı. “Sizin dininiz nedir?” sualine de “Biz Kâbe’nin sorumlularıyız,
hacılara su veririz, misafirlere yemek yediririz, esirleri kurtarırız, şunu
yaparız bunu yaparız..” diye anlattı. Bunun üzerine Ka‘b “Sizin yolunuz daha
doğrudur” diyerek putperestleri iman ehline tercih ve tafdil etti. Bu âyetler
bunun üzerine nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 160-161)
Yahudilerin
böyle davranmalarının sebebi, kalplerini simsiyah zift gibi sarmış olan müzmin
kıskançlık hastalığıydı:
54. Yoksa onlar, Allah’ın lutuf ve kereminden bağışladığı nimetlerden dolayı insanları mı kıskanıyorlar? Evet, biz İbrâhim’in soyuna kitabı ve hikmeti verdik; onlara büyük bir mülk ve hâkimiyet bahşettik.
55. Buna rağmen onlardan bir kısmı Peygamber’e inandı, kimi de ondan yüz çevirdi. İnanmayanlara, kaynar ve alevli bir ateş olarak cehennem yeter!
Malum
olduğu üzere yahudiler Hz. İbrâhim’in
oğlu Hz. İshâk’ın; Araplar da diğer oğlu Hz. İsmâil’in soyundan gelirler.
Asırlar boyunca Hz. İshâk soyundan çok sayıda peygamber gelmiştir. Yahudiler bu
peygamberlerden birçoğuna eziyet etmiş, bir kısmını öldürmüşler, kendilerine
bahşedilen büyük nimetlerin kadrini bilememişlerdir. Eski Ahit’te vasıflarını
gördükleri son peygamberin de İshâk soyundan olacağına iyice inanmışlardı.
Fakat İsmâil soyundan, yani Araplar arasından zuhur ettiğini görünce, onun hak
peygamber olduğunu bildikleri halde kıskançlıkla inkâr yoluna saptılar.
Şâir
Ziyâ Paşa der ki:
“Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar,
Rencîde olur dîde-i huffâş zıyâdan.”
“Ahlâkî
şahsiyetlerinde ve gönül âlemlerinde eksiklik bulunan kimseler, ahlâkî kemâl ve
fazilet sahibi seçkinleri çekemezler. Onların durumu yarasalara benzer. Zira
yarasaların gözleri ışıktan rahatsız olur.”
Böyle bile
bile küfre sapanların cezası hem ebedi hem de çok ağır olacaktır:
56. Âyetlerimizi inkâr edenleri pek yakında korkunç bir ateşe sokacağız. Onların derileri kızarıp kavruldukça, yerlerini başka derilerle değiştireceğiz ki, azabı hiç aralıksız tatmaya devam etsinler. Şüphesiz ki Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
57. Buna karşılık, iman edip sâlih amel işleyenleri, içinde ebediyen kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz. Onlar için orada tertemiz eşler de vardır. Biz onları, serin ve hoş gölgeler altına alacak, sürekli taze ve hiç kesilmeyen nimetler içinde yaşatacağız.
Allah’ın
âyetlerini inkâr eden ve bu hal üzere ölen kâfirlerin, cehennemin azabını ebedi
olarak tadacakları, burada “yanan derilerinin yerine yenilerinin
getirilmesiyle” beyân edilir. Âyette geçen اَلنَّضْجُ
(nadc) kelimesi, meyvenin pişip olgunlaşması mânasına gelir. Pişip olgunlaşan
meyve, yavaş yavaş hayâtiyetini kaybeder, sonunda dalından düşer. Aynı şekilde
deriler de pişince hayatiyetini kaybedip bedenden düşer. Allah o kâfirler için,
derileri pişip düştükçe yeni deriler yaratır ki, müstahak oldukları ateş
azabını devamlı tatsınlar. Aslında azabı duyan ruhtur, beyindir. Fakat
beyindeki azap duygusunu uyandıran, derideki sinirlerdir. Dolayısıyla âyet-i kerîmede,
azabın deri sinirleri vasıtasıyla duyulduğu istikâmetindeki ilmî gerçeğe işaret
vardır. Pişen derilerin yenileriyle değiştirilmesi, azabın devamlılığını ifade
eder. Kâfirler böyle ebedî bir azap içinde kıvranıp perişan olurken, buna
mukâbil iman edip sâlih amel işleyenler, cennetlerde olacaklar, onun akla
hayale gelmez nimetlerine erişeceklerdir. Kendilerine tertemiz cennet
hanımları, hûrileri ihsan edilecektir. Kâfirler cehennemin akıl almaz
ateşlerinde yanarken mü’minler, tarifi imkânsız bir huzur ve mutluluk
yaşayacakları cennetin eşsiz gölgelikleri altında ebedî saadet damlalarını
yudumlayacaklardır.
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Cennette öyle bir ağaç vardır ki,
binitli biri bu ağacın gölgesinde yüz sene yolculuk etse yine de o gölgeyi
katedemez. İsterseniz «Uzayıp yayılmış
gölgeler» (Vakıa 56/30) âyetini
okuyun. Cennette, hiç bir gözün
görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir beşerin aklına gelmeyecek nimetler
vardır. Dilerseniz «Yaptıkları
bütün bu güzel işler karşılığında onlar için göz ve gönül aydınlığı olacak
hangi sürpriz nimetlerin saklı tutulduğunu hiç kimse hayal bile edemez»
(Secde 32/17) âyetini okuyun. Cennetten kırbaç kadar bir yer, dünyadan ve
içinde bulunanlardan daha hayırlıdır. Dilerseniz «Kim
cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulursa, gerçekten o kurtuluşa ermiştir.» (Âl-i İmran 3/185) âyetini okuyun.” (Buhârî, Bed’ü’l-halk 8; Müslim, Cennet 6)
Fakîh
Ebü’l-Leys der ki: “Bu
değerli nimetlere nâil olmak isteyenin şu beş şeye devam etmesi gerekir.
❂ Nefsini bütün
günahlardan alıkoymasıdır.
❂ Az bir dünyalığa
rızâ göstermesidir. Çünkü cennetin bedeli dünya sevgisini terk etmektir.
❂ İbâdet ve
tâate hırslı olması ve her bir tâate özel bir önem vermesidir. Çünkü bağışlanıp
cennete girmesine belki de o taat sebep olacaktır.
❂ Sâlihleri ve
hayır ehlini sevmesi ve onlarla beraber olup arkadaşlık etmesidir. İnsanın
arkadaşının hayır ehli olması gerekir. Çünkü arkadaşlık insana tesir eder.
Allah sâlihlerden birini bağışladığı zaman o da kardeşlerine ve arkadaşlarına
şefâat eder.
❂ Çokça dua
ederek Allah’ın kendisine cenneti nasip etmesini ve sonunu hayırlı kılmasını
niyâz etmesidir.
Cehennemden
kurtulup cennete erişmenin en mühim şartı ise fert ve toplum hayatında emânet
ve adâlete dikkat etmektir:
58. Şüphesiz Allah size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adâletle hükmetmenizi emrediyor. Böylece Allah size ne güzel öğüt veriyor! Doğrusu Allah her şeyi hakkıyla işiten, kemâliyle görendir.
Bütün bir siyasî hikmeti “emanet” ve “adâlet”
kelimeleriyle özetleyen bu şümullü âyet-i kerîmenin iniş sebebi olarak
kaynaklarda şu hadise zikredilir:
Mekke’nin fethi günü Resûlullah Mekke’ye girdiği
zaman Kâbe’nin anahtarını muhafaza eden Osman b. Talha kapıyı kilitlemiş, anahtarını
Resûlullah’a teslim etmemişti. Gerekçe olarak da, “Eğer Resûlullah olduğunu
kabul etseydim, teslimden geri durmazdım” demişti. Bunun üzerine Hz. Ali,
Osman’ı tutup kolunu bükerek anahtarı zorla elinden aldı ve Kâbe kapısını açtı.
Resûlullah içeri girip iki rekat namaz kıldı. Çıktığı zaman Hz. Abbas anahtarın
kendisine verilmesini ve eskiden kendi uhdesinde bulunan sikâyet yani hacıları
sulama hizmetiyle beraber sidânetin, yani Kâbe anahtarı muhafızlığının
kendisinde birleştirilmesini talep etti. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.
Rasûlulullah anahtarların Osman’a teslimini ve kendisinden özür dilemesini Hz.
Ali’ye emretti. Hz. Ali de götürüp özür dileyince Osman “Önce anahtarları zorla
alıp eziyet ettin, sonra geldin tamire çalışıyorsun” dedi. Hz. Ali de “Senin
hakkında Allah Teâlâ Kur’ân âyeti indirdi” diyerek âyeti okuyunca Osman hemen
kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu ve bundan böyle de Kâbe anahtar
muhafızlığı Osman’ın neslinde ve ailesinde kaldı. (Müslim, Hac 390; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 161-162)
اَلْأمَانَةُ (emânet),
insanın emin ve güvenilir olması, yani kendisine herhangi bir şeyin kalp
huzuruyla ve korkusuzca teslim edilebilir ve arzu edildiği zaman da sâlimen
alınabilir bir halde bulunması hâline denilir. İnsanın bu emniyet vasfına bağlı
olarak ona teslim edilen şeye de “emânet” denilmektedir. Âyette bu ikinci
mânada kullanılmaktadır.
İnsanoğlu, yeryüzünde ilâhî iradeye uygun bir düzen kurabilme
ve Allah’ı tanıyabilme kabiliyetleriyle donatılmış olması bakımından Allah
Teâlâ’nın emânetini taşıyan yegâne varlıktır. Bu özelliğiyle de diğer
yaratılmışlar üzerinde hüküm ve tasarruf kudretine sahiptir. Her işi ehline,
layık olana havale etmek de, hangi mevkide olursa olsun, insanın insan olması
bakımından sahip olduğu bu genel emanet yükümlülüğünün bir neticesidir.
Mesuliyetli ve kazançlı işlerin ehil olmasa da yakınlara, ahbaplara, aynı gruba
mensup olanlara dağıtılmasının neredeyse normal bir davranış biçimi haline
geldiği günümüzde, bu âyetin mesajı daha da önem kazanmaktadır.
Resûlullah (s.a.s.) bu hususta yaşanabilecek
ihmallerin ne gibi vahim neticelere sebep olduğu hususunda bizleri ikaz
buyurur. Nitekim kıyametin ne zaman kopacağını soran birine Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.):
“- Emânet zâyi olduğu zaman kıyâmeti
bekle!” buyurmuştu.
“Emânet nasıl zâyi olur?” sorulunca da:
“İş, ehline verilmediği zaman, işte o
zaman kıyâmeti bekle!” buyurmuştur. (Buhârî, İlim 2; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, II, 361)
Bir insanın üç nevi muamelesi vardır: Rabbiyle,
kendisiyle ve diğer insanlarla. Bu her üç çeşit muamelede de emanete riâyet
sözkonusudur:
Birincisi; insanın Rabbine karşı olan emanet
mesuliyeti; O’nun emir ve yasaklarına uymak, Allah’ın kendisine bahşetmiş
olduğu maddi ve mânevî imkânları yanlış yollarda kullanmamak, hayatını ilâhî
rızâya uygun yaşamak gibi hususlardır ki buradaki emanet neticede kulun Rabbine
karşı olan vazifeleridir. İbn Mesud (r.a.): “Emanet her şeyde lazımdır:
Abdestte, gusülde, namazda, zekâtta, oruçta…” demiştir. Şu halde insanoğlu her
azasını ve kuvvetini bu emanet duygusu içerisinde kullanmak zorundadır.
İkincisi; insanın kendine karşı emaneti; dinî ve
dünyevî hususlarda kendisi için en faydalı olanı tercih etmesi, zararlı
arzularına uyup sonunda pişman olacağı yollara sapmamasıdır.
Üçüncü olarak diğer insanlara ve topluma karşı olan
emaneti ise, onların hukuklarını gözetmek, alışverişte aldatmamak gibi
şeylerdir. Buna göre her bir grubun bir diğerine, özetle âlimlerin halka,
kocanın hanımına ve çocuklara, yöneticilerin yönetilenlere karşı yerine
getirmesi gereken bir emaneti vardır. Hz. Ömer’in şu davranışı, yöneticilerin
tebaaya karşı taşıması gereken emanet şuurunu ne güzel aksettirir:
Ömer (r.a.) hilâfeti zamanında, 400 dirhem paraya
muhtaç olmuş ve bu parayı da Abdurrahman b. Avf hazretlerinden istemişti.
Abdurrahman b. Avf, Ömer (r.a.)’a para yerine şu telkinde bulundu:
“- Ya Ömer! Parayı benden mi istiyorsun? Halbuki
Beytülmal senin elindedir. Parayı oradan al, sonra iade edersin.”.
Hayatı, adâlet timsali olan Hz. Ömer, Abdurrahman b.
Avf’e şu cevabı verdi:
“Ya Abdurrahman! Parayı senden istiyorum. Zira bir
emr-i ilâhî vukuunda veya borcu ödeyememe gibi bir durumda seninle helâlleşmek
kolay olur. Ya mirasımdan bir miktar ayırtırım, yahut bir şekilde helâlleşiriz.
Ama ben, bu borçlanmayı devlet hazinesine yaparsam, bütün müslümanlarla
helâlleşmek lâzım gelir ki, bu da mümkün değildir. O takdirde, ne benim malım
onu ödemeye yeter, ne de sevabım âhirette beni kurtarır. Bu kadar ağır bir
yükün altına girmeye cesâret edemedim, ya Abdurrahman!” (Büyük Dinî
Hikâyeler, I, 306)
Âyette geçen اَلْعَدْلُ (adâlet) kelimesine gelince,
“her şeyi yerli yerine koymak, herkese ve her şeye hakkını vermek” mânasına gelmektedir.
Bu, içerisinde bütün bir hukuk ilminin gayesini ve özünü taşıyan derin anlamlı,
çok şümullü küllî bir kelimedir. İnsanı ve kâinatı yaratan Cenâb-ı Hak, Rahman
suresinde de buyurduğu üzere cümle varlığın özüne “mîzân”ı yerleştirmiş (bk.
Rahman 55/7-9), yani varlığa maddi ve mânevî anlamda her şeyi ilâhî nizamla
irtibatlı kılan yüce bir denge bahşetmiş, bunun yeryüzünde ve insanlar
arasındaki yansıması olmak üzere de adâlet ve hakkaniyet duygusunu kalplere
yerleştirmiştir. müslümanlar da yüzyıllar boyunca dinî naslardan ve aklın temel
ilkelerinden yararlanarak hukukla ilgili mîzânın esaslarını bulmak ve uygulamak
için çalışmışlardır. Şu halde hukukun gâyesi kâinattaki ilâhî nizamla irtibatlı
olarak yeryüzünde adâleti tesis etmek, bunun için en uygun kâideleri bulmak ve
bulduktan sonra da uygulanması için –diğer içtimaî müesseselerle işbirliği
halinde- gerekli bütün şartları tesis etmektir.
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kıyâmet gününde Allah’ın en çok sevdiği
ve kendisinin meclisine en yakın olacak insan, âdil devlet başkanıdır. O gün
Allah’ın en çok kızdığı ve kendisinin meclisine en uzak olacak insan da zâlim devlet başkanıdır.” (Tirmizî, Ahkâm 4)
Hz. Ali der ki: “Devlet başkanının Allah’ın
indirdiği ile hükmetmesi ve emâneti yerine getirmesi üzerine borçtur. Devlet
başkanı böyle yaptığı takdirde, insanların da onu dinlemeleri, ona itaat
etmeleri ve çağırdığı zaman yanına gitmeleri üzerlerine borçtur.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 200)
Bir milletin ilerleyip yükselmesi de ancak âdil bir
devlet başkanıyla mümkün olur. Ziyâ Paşa
şöyle der:
“Bir milletin olunca mukadder saadeti,
Bir âdile muvaffaz eder Hak hukûmeti.”
“Allah Teâlâ bir milletin her sahada gelişip
ilerleyerek saadete erişmesini takdir buyurduğunda, o ülkenin idâresini adâletle
hükmedecek bir kişiye emânet eder.”
Şakik-i Belhî’nin Hârûn Reşid’e yaptığı şu
tavsiyeler devlet başkanının üzerinde bulunan ve yerine getirmesi gereken
sorumluluğun büyüklüğünü göstermesi açısından pek mânidârdır:
Şakîk Belhî hac maksadıyla yola çıkıp Bağdad’a vardığında,
Hârûn Reşid kendisini çağırdı ve “Bana öğüt ver” dedi. Şakîk ona şu nasihatta
bulundu:
“- Aklını başına topla! Zira Hak Teâlâ seni Hz.
Sıddîk’ın makâmına oturmuş olduğundan, ondan istediği gibi senden de sıdk
istiyor. Fâruk makâmına oturmuş olduğundan, ondan istediği gibi senden de hakla
bâtıl arasını ayırmanı istiyor. Zinnûreyn makâmına oturmuş olduğundan, ondan
istediği gibi senden de hayâ ve kerem istiyor. Murtazâ makâmına oturmuş
olduğundan, ondan istediği gibi senden de ilim ve adâlet istiyor.”
Hârûn: “Biraz daha” deyince, Şakîk nasihatına devam
etti:
“- Allah’ın bir yeri var, ona cehennem derler, seni
ona kapıcı yapıp eline üç şey vermiş: Mal, kılıç, kırbaç. Demiş ki, halkı bu üç
şeyle cehennemden uzaklaştır:
Muhtaç biri yanına gelirse, malını ondan esirgeme!
Kim Hakk’ın fermanına aykırı davranırsa, kırbaçla onu edeplendir.
Kim haksız olarak, adam öldürürse, maktûlün vârislerinin iznini alarak
onu bu kılıçla kısas olarak idam et. Eğer bunları yapmazsan cehenneme
gidenlerin ilki sen olursun.”
Hârûn “Biraz daha” dedi. Şakîk yine devam etti:
“−Sen suyun menbaısın, vâliler bu suyun arklarıdır.
Eğer su kaynağı saf ve berrak olursa, arklar da aynı şekilde saf ve berrak
olur.”
Hârûn “Biraz daha” dedi. Şakîk yine devam etti:
“−Farzet ki, çölün ortasındasın ve mahvolmaya ramak
kalacak şekilde susadın. O zaman bir içim su buldun, kaça alırsın?” Hârûn:
“–Kaça isterlerse ona” dedi.
“−Ama adam «Mülkünün yarısını isterim» derse?”
“−Onu da veririm.” Şakîk:
“−Farzet ki bu suyu içtin ama içtiğin su dışarı
çıkmadı, idrar yapamadın. Öyle ki, mahvolmaktan korktun, o zaman biri çıkıp: «Ben
seni tedavi edebilirim ama buna karşılık mülkünün diğer yarısını alırım» derse
ne yaparsın?” Hârûn:
“−Bunu da veririm.” Şakîk:
“–Şu hâlde önce içip sonra idrar yoluyla dışarı
attığın bir içim su değerindeki bir mülk ile ne diye övünüp duruyorsun?” (Attâr,
Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 236)
Şunu da unutmamak gerekir ki, sorumluluk sahibi
insanların isabetli davranabilmeleri, böylece emânet ve adâletin gerçekleşmesi
ancak Allah ve Resûlü’ne kayıtsız şartsız itaate bağlıdır. Bu sebeple
buyruluyor ki:
59. Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve içinizden kendilerine yetki verdiğiniz yöneticilere de itaat edin. Eğer Allah’a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bir meseleyi hemen Allah’a ve Peygamber’e arzedin. Böyle yapmanız, hem hakkınızda daha hayırlıdır, hem de netice itibariyle daha güzeldir.
Yüce
Allah yöneticilere emanetleri ehline vermeyi ve insanlar arasında adâletle
hükmetmeyi emrettikten sonra, halka da Allah ve Rasûlü’ne, ayrıca emanet ve adâlet
vasıflarına sahip mü’min yöneticilere itaati emretmektedir. Allah’a itaat,
O’nun Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilen buyruklarına itaat anlamına gelir. Âyette Resûlullah’a
itaat emredilirken “itaat edin” emri tekrar edilmiştir. Buradan anlaşıldığına
göre Resûlullah’a itaat emri Allah’a itaat emrinden ayrı ve müstakil bir mâna
taşımaktadır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’de haber verilen esaslara ilâveten, Resûlullah
(s.a.s.)’in din ile alakalı her türlü davranışları uyulmaya esas teşkil
etmektedir. Ulü’l-emr’e itaat emredilirken ise “itaat” kelimesi tekrarlanmamıştır.
Buradan da onlara uymanın Kur’an ve Resûlullah’a uymaya bağlı olduğu, yani
yöneticilerin meşrû olmayan emirlerine uymanın gerekmediği anlaşılmıştır.
“Allah’ın emrine uymadığı takdirde, hiç kimseye itaat edilmez” (Buhârî, Ahkam
4) hadis-i şerifi bu mânayı desteklemektedir. Ayrıca âyetin iniş sebebi olarak
zikredilen şu hadise de bunu doğrulamaktadır:
Rivayete
göre Resûlullah (s.a.s.) bir grubu askerî bir görevle vazifelendirmiş,
başlarına da Abdullah b. Huzafe’yi getirmişti. Abdullah bir sebeple öfkelenmiş
ve emri altındakilere ateş yakıp içine girmelerini emretmişti. Emri alanlar
tereddüt içinde kaldılar; bir kısmı komutanın her emrinin yerine getirilmesi
gerektiğini düşünüyor, bir kısmı ise yalnız meşrû emirlere riayet edileceğini
söylüyorlardı. Tartışma sürerken ateş söndü. Seferden döndükten sonra Resûlullah’a
durumu anlattılar. Efendimiz “Ateşe girseydiler kıyamete kadar oradan
çıkamazlardı. Ancak meşrû emre itaat edilir” buyurdu. (Buhârî, Ahkam 4)
“Ulü’l-emr”;
emir sahipleri, emir verme salahiyetine sahip âmirler demektir. Bundan maksadın
müslüman yöneticiler ve âlimler olduğu belirtilir. müslüman toplumun
değerlerini ve inançlarını paylaşan, onlardan olan idarecilere itaat
edilmelidir. Ayrıca gerek halk tabakasının gerekse idare mevkiinde bulunan
yöneticilerin, bilmedikleri konularda âlimlere başvurmaları gerekmektedir.
Dolayısıyla “ulü’l-emr” kavramı içerisinde hem âlimlerin hem de yöneticilerin
yer aldığı anlaşılmaktadır. Müfessirlerden bazıları emir sahiplerini
açıklarken, Allah ve Rasûlü’nden sonra gerçek mânada itaat edilmeye layık
yegâne topluluğun “ehl-i hall ve’l-akd” denilen ve bir görüş üzerinde ittifak
etmeleri halinde bu görüşün şer’î bir delil teşkil ettiği, ümmeti temsil eden
bir nevi “âlimler meclisi”, “icma topluluğu” olduğunu ifade etmişlerdir.
Anlaşmazlık
konusu olan herhangi bir hususu “Allah’a arzetmek”, “Kur’an’a arzetmek” demek
olduğu gibi, “Rasûl’e arzetmek” de “sünnete arzetmek” anlamına gelir. Gerek
ümmet arasında, gerekse halkla yöneticiler arasında çıkması muhtemel
anlaşmazlıkların çözümü için Kur’an ve sünnet kıyamete kadar iki temel
rehberdir. Şayet anlaşmazlık konusu olan meselenin bizzat naslarda çözümü varsa
bu herkes için bağlayıcıdır. Yoksa buradaki umûmî kâidelerden hareketle
âlimlerin içtihadına uymak gerekir.
Ancak
bazı insanlar var ki, onlar Allah’ın ve Peygamber’in emrine değil, bunun tam
karşısında yer alan şeytânî güçlere uymayı tercih ederler:
60. Rasûlüm! Hem sana indirilene, hem de senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmedin mi? Onlar kalkıp şeytânî güçlerin hükmüne başvurmak istiyorlar. Halbuki o şeytanî güçleri bütünüyle reddetmekle emrolunmuşlardı. Çünkü şeytan onları doğru yoldan büsbütün uzaklaştırıp, korkunç bir sapkınlığa düşürmek istemektedir.
61. Onlara “Allah’ın indirdiği Kur’an’ın ve Peygamber’in hükmüne gelin!” denildiği vakit, münafıkların senden iyice çekinip büsbütün uzak durduklarını görürsün.
Allah’a
ve âhiret gününe gerçekten inananların aralarındaki anlaşmazlıkları Allah’a ve
Rasûlüne götürmeleri gerektiği beyân buyrulduktan sonra, münafıkların bu
hususta nasıl bir yol takip ettikleri tasvir ve tenkit edilmektedir. Rivayete
göre münafıklardan birisi ile bir yahudi davalı oldular. Yahudi ihtilafı
halletmek üzere Resûlullah’a gitmeyi teklif etti, münafık ise Ka‘b b. Eşref
isimli İslâm düşmanı yahudiye gitmeyi istedi. Meselede münafık haksız, yahudi
haklı idi. Bu sebeple münafık Resûlullah’ın ancak hak ile hüküm verdiğini
bildiği için rüşvet almakla meşhur yahudi reisine gitmeyi isterken, yahudi de,
hakla vereceği hükmün lehine olacağından emin olduğu için Efendimize gitmekte
diretti. Neticede Resûlullah önünde muhakeme olundular. Resulullah (s.a.s.)
davayı haklı olan yahudi lehinde karara bağladı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
V, 211-213)
اَلطَّاغُوتُ (tağut) kelimesi, azgınlık ve düşmanlıkta
ileri giden, şeytanca düzenler kuran azgın kimseleri ifade eder. Âyette Ka‘b b.
Eşref ve onun gibi din düşmanlığında haddi aşanları belirtmek üzere
kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Münafıklar,
kalplerinde manevî bir hastalık taşıdıklarından merhameti sonsuz Rabbimiz, bu
hastalığın tedavisi için onlara hallerine uygun davranılmasını ve tesirli söz söylenmesini
istiyor:
62. Önceden işledikleri günahlar yüzünden başlarına bir felaket inince halleri nice olur? Kaldı ki sonra Allah’a yemin ederek “Biz iyilik yapıp, insanların arasını uzlaştırmaktan başka bir şey düşünmedik!” diyerek sana gelirler.
63. Allah, onların kalplerinde ne var, ne yok çok iyi biliyor. Bu sebeple sen onlara aldırma, onlara öğüt ver ve ruhlarına işleyecek tesirli sözler söyle.
Münafıklar,
haysiyetlerini ve güvenilirlik vasıflarını yok eden kalplerindeki o büyük
hastalık yüzünden sürekli bir tereddüt hali içindedirler. Resûlullah’a iman
ettiklerini zahiren söyledikleri halde O’nun verdiği hükümlere uymazlar, iki
tarafı da idare etmeye çalışırlar, bunun için çabalarken sık sık sahtekarlıkları,
yanlış işleri ortaya çıkar. Başları sıkışınca da hemen yine Resûlullah’a koşar
ve çeşitli tevillere kalkışırlar. Münafıklar kalben iman etmedikleri halde
zahiren müslüman göründükleri için kendilerine iyi davranılması emredilmekte,
kalplerindeki hastalığın izalesi için tesirli ve güzel sözler söylenmesi
istenmektedir.
Nitekim
sözün tesiriyle ilgili Mevlânâ Hazretleri şöyle der:
“Sözün
üç yerden çıktığını söylerler: Nefisten, akıldan ve aşktan.
Birincisi;
nefsin sözüdür. Nefisten gelen söz, bulanık ve tatsızdır. Bundan ne söyleyen
bir zevk alır, ne de dinleyene bir faydası olur.
İkincisi
aklın sözüdür. Bu söz akıllılarca makbuldür; birçok faydaların da kaynağıdır.
Hem dinleyeni ve hem de söyleyeni zevkle doldurur.
Üçüncüsü
aşkın sözüdür. Bu da söyleyeni mest ve dinleyeni de sarhoş edip neşelendirir.”
(Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 476)
İşte
peygamberlerin mübârek ağızlarından çıkan sözler, aşkın sözüdür. Kalbi
etkileyip insanı mesteder. Bu sebeple Allah Teâlâ, onların ruhları hoş eden
sözlerine kulak verip kendilerine itaat edilmesi için gönderdiğini bildiriyor:
64. Biz, her bir peygamberi, Allah’ın izniyle kendisine itaat edilsin diye gönderdik. Şayet onlar kendilerine zulmettiklerinde hemen sana gelip Allah’tan bağışlanma isteselerdi ve Peygamber de onlar için mağfiret dileseydi, onlar Allah’ın tevbeleri çok kabul edici ve çok merhametli olduğunu mutlaka görürlerdi.
Peygamberler
Allah’ın yeryüzünde kendilerine kayıtsız şartsız itaat edilmesini emrettiği
yegâne kullardır. Diğer insanlara itaat şartı, ancak peygamberlerin öğretilerinde
tecelli eden ilâhî iradeye uygunluk ölçüsünde geçerlidir. Gerek müslüman,
gerekse kâfir ve münafıklar için tevbe ve rahmet kapısı hayatta olduğu sürece Resûlullah
(s.a.s.)’dir. Her türlü kusur ve günah sebebiyle kendisine başvuran ve samimi
bir niyetle tevbe edenlerin tevbelerini Cenâb-ı Hak kabul buyuracağını va‘detmiştir.
Resûlullah’ın vefatından sonra da kıyamete kadar tevbe kapısı açıktır.
Ebû
Nas b. es-Sıbâğ, eş-Şâmil isimli kitabında el-‘Utebî’den şu meşhur olayı
nakletmektedir: “Resûlullah’ın (sas) kabri başında bulunuyordum. Bir bedevi
gelip “Esselâmu aleyke ya Resûlallah! Yüce Allah’ın;’Şayet onlar kendilerine
zulmettiklerinde (Resûlum) hemen sana gelip Allah’tan bağışlanma isteselerdi ve
Peygamber de onlar için bağışlanma dileseydi, onlar Allah’ın tevbeleri çok
kabul edici ve çok merhametli olduğunu görürlerdi” buyurduğunu işittim ve
günahlarım için bağışlanma dilemen ve Rabbim huzurunda bana şefaatçi olman için
sana geldim” dedi ve şu beyitleri söyledi: “Ey toprağa defnedilenlerin en
hayırlısı ve en yücesi! Senin güzelliğinle çöller de tepeler de güzel oldu,
bereket doldu. Senin içinde bulunduğun bu kabre canım fedâ olsun. O kabir ki
orada iffet vardır, cûd vardır, kerem vardır.” Bunları söyledikten sonra bedevi
oradan döndü gitti. O esnada gözlerim hafif bir uykuyla dalar gibi oldu.
Rüyamda Resûlullah’ı (sas) gördüm. Bana; “Ey ‘Utebî! Koş o bedeviye kavuş ve
kendisini Allah’ın bağışladığını müjdele!”[1]
Ancak
tevbenin kabulü için iman şarttır. İmanın kabulü için de Allah Resûlü (s.a.s.)’in
verdiği her hükme gönüllü olarak teslimiyet şarttır:
[1] Nisâ 4:64/İbn Kesîr.
65. Hayır! Hayır! Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında baş gösteren anlaşmazlıklarda Rasûlüm seni hakem yapmadıkça, sonra da verdiğin hükümlere, içlerinde hiçbir sıkıntı ve itiraz duymadan tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça gerçek mü’min olamazlar.
Yüce
Allah bir anlaşmazlık halinde Resûlullah (s.a.s.)’i hakem kılmayı ve her türlü konuda
onun verdiği hükme can u gönülden, kalpte hiçbir sıkıntı ve itiraz kalmaksızın
itaat etmeyi kâmil imanın ölçütlerinden biri olarak beyân buyurmaktadır. Âyetin
iniş sebebi olan hadise şudur: Zübeyr b. Avvam ile komşusu arasında bahçe
sulama meselesi yüzünden bir anlaşmazlık çıkmıştı. Hakem olarak Resûlullah’a
başvurdular. Efendimiz suyu kullanım hakkının Hz. Zübeyr’in olduğunu anladı,
ancak komşunun da mağdur olmaması için ona da bir hak verilmesini istedi ve “Zübeyr!
Bahçeni suladıktan sonra suyu sal, daha sonra da komşun sulasın” buyurdu.
Fakat komşusu: “Ey Allah’ın Rasûlü! O, halanın oğlu olduğu için mi böyle
hükmediyorsun?” diyerek Efendimiz (s.a.s.)’in verdiği karara itiraz etti.
Peygamberlik makamına gerekli saygının gösterilmediğini gören Resûlullah (s.a.s.)’in
rengi attı ve Hz. Zübeyr’e su hakkını sonuna kadar kullanmasını tavsiye ederek:
“Zübeyr! Tarlanı sula. Sonra suyu, hurma ağaçlarının köklerine ulaşıncaya
kadar bahçende tut!” buyurdu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Buhârî,
Musâkât 6,7; Müslim, Fezâil 129)
Bu
âyet-i kerîme ve iniş sebebinden anlaşıldığı gibi, iman kuru bir davadan ibaret
değildir. Aksine gönülden bağlanmak, inanmak ve kabullenmektir. Bir taraftan
“Allah ve Rasûlü’ne inandım” deyip, diğer taraftan hükümlerine razı olmamak, münafıklığın
açık bir alâmetidir. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” denmiştir. Acımaz; çünkü
mü’minin kalbinde o acıyı unutturacak kadar kuvvetli bir iman vardır.
Hem
peygamberin vereceği hükümler, insan takatinin üstünde, beklenmedik ve
olağanüstü şeyler değil bilakis adâlet ve hakkaniyet ölçülerinde insan
fıtratına en uygun hükümlerdir:
66. Eğer onlara “Kendinizi öldürün!” yahut “Yurtlarınızdan çıkın!” diye emretmiş olsaydık, içlerinden pek azı müstesna, bu emri yerine getirmezlerdi. Halbuki onlar, verilen öğütleri tutsalardı, hem kendileri için daha hayırlı olur hem de iman, azim ve sebâtları daha da artardı.
67. O zaman yanımızdan kendilerine elbette büyük bir mükâfat verirdik.
68. Ve onları mutlaka dosdoğru bir yola ulaştırırdık.
Allah
Teâlâ daha önceki ümmetlere, ezcümle İsrâiloğulları’na, kalp katılıklarının
giderilmesi, işledikleri ağır günahların affı gibi çeşitli hikmetlere binaen
kimi zaman çok ağır tekliflerle sorumlu kılmıştır. İslâm ise fıtrata uygunluk
ve kolaylık dini olup insan tabiatına aykırı, mutad olandan fazla teklifler
getirmemiştir. Hak Teâlâ 66. âyette, daha önceki âyetlerde beyân buyrulan itaat
esasının bir zeyli olmak üzere, İslâm’daki bütün emir ve yasakların kolaylıkla
itaat edilebilir cinsten olduğunu dolaylı bir biçimde beyân buyurmaktadır. Daha
önemlisi İslâmî emir ve yasaklara uymanın neticesi çok parlaktır:
69. Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlihlerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştır!
70. Bu, Allah’ın bahşettiği çok büyük bir lutuftur. Ona kimlerin lâyık olduğunu ve bunların derecesini Allah’ın bilmesi yeter!
Tamamen
insan fıtratına uygun olan bu emir ve yasaklara itaat etmenin karşılığında da,
diğer âlemde en yüksek mertebelerde bulunacak olan peygamberlerle, sıddıklarla,
şehitler ve sâlihlerle beraberlik vaad edilmektedir. Şu halde Allah’a ve
Rasûlü’ne gerçek mânada itaat edenler, yalnız cennete girmekle kalmayacak, aynı
zamanda orada bu yüce şahsiyetlerle beraber olacaklardır.
Âyette
ilâhî nimetlere nâil oldukları için tebcil ve takdir edilen yüksek rütbeli
bahtiyarlar şunlardır:
› Nebîler: Allah
Teâlâ’nın insanlar arasında seçip vahiy gönderdiği peygamberlerdir.
› Sıddîklar:
“Sıddîk” doğru ve adil olan kimsedir. Her zaman doğruluk ve hak üzere olan,
bütün işlerinde hakkı koruyan ve doğru olan, tüm kalbiyle her zaman hakkın ve adâletin
yanında yer alan, hiçbir zayıflık göstermeksizin tüm haksızlıklara karşı çıkan
kimsedir. Sıddîk olan kimse o derece temiz ve nefsânî kirlerden uzaktır ki,
sadece dostları değil, düşmanları bile ondan tarafsızlık ve adâlet bekler.
Hak
dostlarından Ebû Muhammed Tüsterî (k.s.) der ki:
“Şunlar
sıddîklar zümresinin ahlâkındandır:
›
İster doğru, ister yanlış olsun Allah adına yemin etmezler.
›
Kimsenin gıybetini yapmazlar ve onların yanında kimsenin gıybeti
yapılmaz.
›
Midelerini fazla doyurmazlar.
›
Bir şeye söz verdiler mi dönmezler, onu mutlaka yerine
getirirler.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 254)
› Şehîdler:
“Şehîd”, bir şeye şâhit olan “tanık” demektir. Aslında, hayatının her alanında
gereğini uygulayarak imana şâhitlik eden kişi şehîddir. Allah yolunda öldürülen
kişiye de şehîd denir. Çünkü o Allah için isteyerek ölümü seçer. Doğru olduğuna
inandığı şey için hayatını feda etmesi, imanındaki ihlâsın açık bir alâmetidir.
Herhangi bir şey hakkında “doğrudur” demesinin, o şeyin gerçekten doğru
olduğuna yeter delil teşkil ettiği kimseler de şehîddir.
› Sâlihler:
“Sâlih” ise itikadında, niyetinde, sözlerinde ve hareketlerinde doğru olan ve
hayatının her yönünde doğruluğu benimseyen kimsedir.
Arkadaşlığa
layık olan en güzel insanlar bunlardır. Dünyada da âhirette de bu gibi
arkadaşlar edinmeye ve onlara yakın olmaya çalışmak zaruridir. Bu hususta
dikkat edilmesi gereken bir kısım incelikler bulunmaktadır. Nitekim Ebû Osman
Hirî’ye, mü’minlere dost ve arkadaş olmanın şartları soruldu. Şöyle açıkladı:
“-
Elinde bulunan maldan din kardeşlerine bol bol dağıtmandır; ancak onların
mallarından bir şey alıp yememen şartıyla…
-
Din kardeşlerine hep uyumlu davranmandır; ancak onlardan senin emrine
uymalarını beklememen şartıyla…
-
Onlara karşı nefsinin hoşgörülü olmasını istemendir; ancak onların, sana karşı
hoşgörülü olmalarını beklememen şartıyla…
-
Bu arada onlardan gelen az olsa dahi, sana verdiklerini çok görmen; senden
onlara giden şeyleri de az bulmandır.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 260)
Hz.
Sevbân ile alakalı şu rivayet hem âyetin iniş sebebini izah etmekte, hem de
âyetin derin mânasının kalplere işlemesini sağlamaktadır:
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.)’in bir sohbetinde Sevbân (r.a.), Habîbullâh’a pek derin ve
dalgın bir sûrette bakıyordu. Gâyet de ızdıraplı bir hâli vardı. Öyle ki onun
bu hâli, Âlemlerin Efendisi’nin dikkatini çekti. Merhametle sordu:
“–Yâ Sevbân! Nedir bu hâlin?”
Hz.
Sevbân bu iltifat ile muhabbet çağlayanı hâline gelen sevdâlı gönlüyle şöyle
dedi:
“–Anam,
babam ve bu cânım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Senin hasretin beni öyle yakıp
kavurmaktadır ki, nûrundan ayrı geçirdiğim her an bana ayrı bir hicran
olmaktadır. Dünyada böyle olunca âhirette hâlim nice olur diye dertleniyorum.
Orada siz peygamberlerle beraber olacaksınız. Benim ise, ne olacağım ve nerede
bulunacağım belli değil! Üstelik cennete giremezsem, sizi görmekten tamamen
mahrum kalacağım! Bu hâl beni yakıp kavuruyor ey Allah’ın Rasûlü!”
Bunun
üzerine bu âyetler nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 168-169)
Peygamber-i
Zîşân (s.a.s.) de, Sevbân ile birlikte ashâb-ı kirâmdan da zaman zaman vâkî
olan bu ve benzeri hicranlı sözlere ve ayrıca kıyâmete kadar gelecek olan
ümmetin muhabbet ve aşk kâfilesinin yanık gönüllerine sürûr dolu bir müjde
sadedinde şöyle buyurdu:
“Kişi, sevdiği ile beraberdir...” (Buhârî,
Edeb 96; Müslim, Birr 165)
Şâir
Necîb ne güzel söyler:
“Rûz-i visâl olsa cihân müddeti kadar
Vakt-i firâkın olmaya bir saati kadar.”
“Dostla
beraber bulunduğumuz bir günlük zaman, dünyanın ömrü kadar uzun olsa, insana
yinde de ayrılığın bir saati kadar uzun görünmez.”
Allah
ve Peygamber sevgisi, sevgilerin en yücesidir. Bu sevgiyi elde etmenin ve
korumanın bedeli ise can ve malı o uğurda verebilmektir. Bu sebeple buyruluyor
ki:
71. Ey iman edenler! Düşmana karşı korunma tedbirinizi alın. Duruma göre bölükler halinde sefere çıkın veya gerektiğinde topyekün savaşın.
Önceki
âyetlerde Allah ve Rasûlü’ne itaatın önemi izah edildikten sonra bu âyette en
mühim tâlimatlardan biri olan savaş konusuna temas edilir. Burada teşvik edilen
savaş büyük ihtimalle Mekke fethidir. Hudeybiye antlaşmasından sonraki sulh ve
rahatlık devrinde Mekkeli müşriklerle Medineli münafıklar boş durmayıp müslümanların
kökünü kazımak için planlar yapıyorlardı. Ayrıca Mekke’de ve başka yerlerde,
kâfirler arasında kalmış, baskı altında yaşayan müminler, zayıf ve mazlum
insanlar bulunuyordu. Hem kendilerini korumak hem de bu insanları kurtarmak
için müminlerin devamlı teyakkuzda bulunmaları, tedbirli olmaları istenmekte,
gerektiğinde savaşmaları ve küçük gruplar halinde taciz ve vurkaç hareketleri
yapmaları yahut topyekün muharebe etmeleri emredilmektedir. Ancak savaşa çıkarken
içlerinde zayıf karakterli bir kısım münafıkların olabileceğini ve bunlara
karşı dikkatli olmaları gerektiğini hatırlatmak üzere buyruluyor ki:
72. İçinizde öyleleri var ki, gerçekten ağırdan alır, savaşa gitmez. Savaşta başınıza bir felaket geldiğinde de: “Neyse ki, Allah bana yardım etti de onlarla beraber bulunmadım” der.
73. Şayet size Allah’tan bir zafer ve ganimet erişirse, o zaman da, aranızda daha önce sanki hiçbir tanışıklık yokmuş gibi, “Keşke ben de onlarla beraber olsaydım da büyük bir kazanç elde etseydim” der.
Ayetlerin ifadesine göre münafık karakterli öyle kimseler vardır
ki savaş, gaza veya herhangi ictimai bir hizmet söz konusu olunca mutlaka
ağırdan alır, tembel davranır ve geri kalır. Mü’minlerin başına bir musibet
gelip başarılı olamadıkları, sıkıntı çektikleri veya şehîd oldukları takdirde
üzülecek yerde sevinir. Hatta onlarla beraber bulunmayışını Allah’ın bir lütfu
olarak görür. Fakat Allah tarafından mü’minlere bir lutuf ve ihsan ulaştığında,
fetihler yaparak ganimet elde ettiklerinde sanki onunla müslümanlar arasında
hiçbir tanışıklık, hiçbir sevgi bağı yokmuş gibi üzülür ve onlarla beraber
bulunup büyük mükafatlara ermiş olmayı ister. Hâsılı müslümanların başarılı ve
muzaffer olmasından memnun olmaz, aksine memnuniyet duyacak yerde üzülür,
onlarla beraber bulunmadığına ise âhiret düşüncesiyle değil, sırf dünya
sevgisiyle pişman olur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 228-229)
Âyet-i kerîmede geçen لَيُبَطِّئَنَّ (leyubettıenne) kelimesi, ağırlığı ve telaffuzu zor
olması bakımından özellikle seçilmiştir. Gerçekten dil, bu kelimenin harflerini
ve vurgusunu sonuna kadar telaffuz etmekte son derece zorlanmaktadır. Çünkü
kelimenin zorluğu sona doğru daha bir artmaktadır. Şüphesiz zikredilen kelime,
vurgusundaki bu zorluk ve ağırlık ile beraberindeki psikolojik hareketi eksiksiz
bir şekilde tasvir etmektedir. Bu da tek bir kelimeyle bütün bir durumu anlatan
ve tabloyu çizen Kur’an’ın edebî tasvirinin eşsiz örneklerindendir. “İçinizde öyleleri var ki, gerçekten ağırdan
alır, savaşa gitmez” (Nisâ
4/72) cümlesi, bu kişilerin, ağırdan alma işini eksiksiz yerine getirdikleri,
bunda ısrar ettikleri ve bu konuda çaba sarf ettiklerini göstermektedir. Bu da
cümlede çeşitli tekit yöntemleriyle ifade edilmektedir. Bütün bunlar bu grubun
ağırdan almayı ısrarla sürdürdüğünü, bu durumun müslüman safta olumsuz etki
bıraktığını ve müslümanlara çok çektirdiğini göstermektedir. Dolayısıyla âyet-i
kerîme, projektörünü onların ruhlarının içine tutmakta ve olağanüstü tasvir
gücüyle iğrenç hakikatlerini resmektedir. Bunlar, Resulullah döneminde, ondan sonra
da bütün zaman ve mekanlardaki durumlarıyla zayıf ve renkten renge giren
münafıklardır. Bunlar, şahsî çıkarlarından daha üstün bir gaye, sınırlı ve
küçük kişiliklerinden daha yüce bir ufuk tanımazlar. Bütün dünyayı bir tek
mihver etrafında döndürürler ki bu da bir an bile unutamadıkları kendi şahsî
menfaatleridir.
74. O halde dünya hayatını verip âhireti almak isteyen samimi mü’minler Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya gâlip gelirse, biz ona pek yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.
Dînî hizmetleri îfada, özellikle cihad ve savaş gibi candan ve
maldan fedakârlık gerektiren ilâhî buyrukları yerine getirmede ağır davranan “münafık”
karakterin karşısına “mü’min” şahsiyet konur. Cihadı yalnız Allah için yapan böyle
sağlam imanlı kişiler, savaşa çağrıldıklarında herhangi bir hesap kitap yapmaz
ve hemen emre icâbet ederler. Çünkü onlar, her daim ebedî âhiret mutluluğu için
dünyayı fedâ etmeye hazırdırlar. İster galip gelsinler, isterse şehit olsunlar,
her hâlükârda Allah katında büyük mükâfatlara kavuşacaklardır.
Allah yolunda canını seve seve verecek böyle mücahidlere her zaman
ihtiyaç olacaktır. Çünkü yeryüzünde haksızlıkların sona ermesi ve zulme uğramış
çaresiz insanların imdat feryatlarının dinmesi zor gözükmektedir:
75. Size ne oluyor ki, Allah yolunda, ayrıca, baskı altına alınıp çaresiz bırakılarak: “Rabbimiz! Ahâlisi zâlim olan şu memleketten bizi kurtar. Bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!” diye yalvarıp duran zavallı erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz?
Fetih
öncesinde Mekke’de, zayıflık, yaşlılık ve imkânsızlık gibi sebeplerle Medine’ye
hicret edememiş, yahut Hudeybiye antlaşması gereğince hicret ettiği halde
Mekkeli müşriklere iade edilmiş bazı müslümanlar bulunuyordu. Bunlar
müşriklerin baskı ve zulümleri altında yaşıyorlar, bir kurtarıcı göndermesi
için Allah’a yalvarıyorlardı. Bu âyette bu mazlumların yakarışlarına bir cevap
bulunduğu gibi, her çağda savaşın esas gâyesine de işaret edilmektedir. Buna
göre savaşın maksadı baskıyı ve zulmü ortadan kaldırmak, adâleti ve din
hürriyetini temin etmektir.
Âyette
“çocukların” zayıflarla beraber zikredilmesi, müşriklerin zulümlerinin çok
fazla olduğunu, hatta babalarını zorlamak, onların yerine öfkelerini
çocuklardan çıkarmak için küçük yavrulara ulaşacak kadar aşırıya gittiklerini
gösterir.
Şu
tarihî misâl, ezilip hor görülen ve ayaklar altında çiğnenen mazlum yığınların
seslerine kulak verip onlara yardım etmenin, rahmânî sillelerden korunup ilâhî
teminat altına girme bakımından önemine dikkat çeker:
Selçuklu
Sultânı Alaaddin Keykubad, şehrin kalesini tamamladığında, Hz. Mevlânâ’nın
babası Bahâeddin Veled’den teberrüken kaleyi görmesini ve kale hakkındaki
fikrini beyân etmesini ricâ eder. Bahâeddin Veled Hazretleri, gidip yapılanları
görür ve şöyle der:
“–Kaleniz,
sel felâketlerini, düşman akınlarını önlemek için fevkalâde güzel ve kuvvetli
görünüyor. Lâkin sen, idâren altındaki mazlumların, ezilen insanların beddua
oklarına karşı hangi tedbiri aldın? Çünkü onların beddua okları, yalnız senin
kalen gibi bir kaleyi değil, yüzbinlerce kale burcunu deler geçer ve dünyayı
harâbeye çevirir. En iyisi sen, adâlet ve iyilikten kale burçları yap ve
sâlihlerden, hayırlı dua askerleri teşkîl etmeye gayret et. Böylesi senin için
surlardan daha emindir. Zira halkın ve dünyanın güven ve huzuru o dua askerleriyle
sağlanır.”
Alah
yolunda savşamanın nasıllığı ve şartlarına gelince:
76. İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfirler ise şeytânî güçlerin yolunda savaşırlar. Öyleyse, ey mü’minler, haydi şeytanın taraftarlarıyla savaşın. Bilin ki, şeytanın hîlesi cidden zayıftır.
Allah
yolunda savaşmak; adâlet ve hakkaniyet yolunda, göklerdeki kusursuz ilâhî
nizamın benzerinin yeryüzünde de tesisi için savaşmak demektir. Allah yolunun
düşmanları ise Allah’tan gayri taptıkları yalancı ilâhları, şeytanın izinde
yürüyen önderleri yolunda savaşırlar.
Ahmed
b. Sehl (r.h.) der ki: “Senin dört tane düşmanın vardır:
› Birincisi,
dünyadır. Onun silahı, insanlara karışmak, hapishanesi ise uzlet yani halka
karışmayıp inzivâya çekilmektir.
› İkincisi,
şeytandır. Onun silahı tokluk, hapishânesi ise açlıktır.
› Üçüncüsü,
nefistir. Onun silahı uyku, hapishânesi ise uyanıklıktır.
› Dördüncüsü,
hevâdır. Onun silahı konuşmak, hapishânesi ise susmaktır.”
Şeytanın
hîlesi, hakîkaten zayıftır. Çünkü Allah, her zaman dostlarına yardım eder. Bu
yardım ise nefislerini tezkiye etmeleri, arıtıp yüceltmeleri, kalplerini
dünyevî meşgalelerden arındırmaları ve sırlarını tevhid nuruyla doldurmaları
sâyesinde ortaya çıkar. Çünkü şeytan zulmânî bir varlık olup nûrânî şeylerden
kesin olarak kaçar.
Şeytanın
hilelerine kanmadan Allah yolunda yiğitçe ve mertçe savaşabilmek için, ölüm
gerçeğini anlamak ve onu En Yüce Sevgili’ye ulaşabilmenin yegâne yolu olarak
görmek gerekir. Aksi takdirde ölüm korkusu, insanı savaş gibi ilâhî emirlere
karşı gelmeye ve pek çok mânevî bereketlerden mahrum kalmaya sevk edebilir:
77. Ne zaman savaş izni verileceğini sorup durdukları bir zamanda kendilerine: “Şimdilik elinizi savaştan çekin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin” denilen kimseleri görmedin mi? Nihâyet üzerlerine savaş farz kılınınca içlerinden bir kısmının, Allah’tan korkar gibi, hatta daha da fazla insanlardan korkmaya başladığını ve: “Rabbimiz, bize savaşı niçin farz kıldın? Bize biraz daha mühlet verseydin olmaz mıydı?” dediklerini görürsün. Onlara de ki: “Dünyanın menfaati pek azdır ve kısa bir süre içindir. Âhiret ise, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bütünüyle hayırdır ve size orada kıl kadar bile bir haksızlık yapılmaz.”
Mekke’deyken
müşriklerin çeşitli zulüm ve işkencelerine maruz kalan müminler, onlara
mukabele etmek, müşriklerle savaşmak istiyor, ancak bu izin onlara
verilmiyordu. O dönemde zekât ve namazla nefislerin terbiye edilmesi gerekiyor,
savaşmak için henüz şartların olgunlaşmadığı anlaşılıyordu. Hicretten sonra
savaşmayı emreden ayetler inmeye başladığı zaman müslümanlardan bazılarıyla özellikle
münafıklara bu emir ağır geldi, düşmanla savaşmaktan çekindiler, keşke biraz
daha gecikseydi diye temenni ettiler. Bunun sebebi, savaşa gitmenin ölümle aynı
şey olduğu şeklindeki yanlış zanlarıdır. Halbuki:
78. Her nerede olursanız olun, isterse tahkim edilmiş sağlam ve yüksek kaleler içinde bulunun ölüm mutlaka gelip sizi yakalar. Onlar bir iyiliğe kavuşsalar: “Bu, Allah’tandır” derler. Başlarına bir kötülük gelince de “Bu, senin yüzündendir” derler. De ki: “Nimet de, belâ da hepsi Allah’tandır!” Fakat bu adamlara ne oluyor ki, bir türlü sözü anlamaya yanaşmıyorlar?
79. Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Sana gelen her kötülük de nefsindendir. Rasûlüm! Seni bütün insanlara elçi olarak gönderdik. Buna şâhit olarak Allah yeter.
İnsanoğlu
ölümden asla kaçamaz, ecel geldiği takdirde kişi isterse korunaklı kalelerde
saklansın, ister göklere çıkıp yıldızlara otursun ölüm gelip onu bulur. Henüz
eceli gelmeyen kişi ise cenk meydanlarının en ön saflarında çarpışıp dursa da
daha görecek günleri vardır. Onun için ölüm korkusu sebebiyle vazifeden
kaçılmaz, geçici dünya hayatının fani menfaatleri için ebedi saadetlerden uzak
kalınmaz.
Şâir
İbn Kemâl der ki:
“Kısmetindir gezdiren yer yer seni,
Göğe çıksan âkıbet yer yer seni.
Hem anınçün ana derler ana yer,
Âdem’i ol kendi besler, kendi yer!”
Rivayet
edildiğine göre yahudilerle münafıklardan bazıları, Resûl-i Ekrem Efendimiz
Medine’ye gelip tebliğe başladıktan sonraki günlerde, işleri iyi gidip rahat
olduklarında “Bu Allah’tandır” diyorlar, işleri ters gittiğinde, sıkıntı
çektiklerinde ise -haşa- “Bu, Muhammed’in yüzündendir” diyor ve Efendimiz
(s.a.s.)’e uğursuzluk atfediyorlardı. Bu cümleden olmak üzere o sıralarda
görülen bir kıtlığı Peygamberimize atfetmişler, “Biz böyle uğursuz bir adam
görmedik, o geleli meyvalarımız az biter oldu, mallar pahalılandı” demişlerdi.
(Kurtubî, el-Câmi‘, V, 284) Yahudiler daha önce de benzer sözleri Hz. Mûsâ’ya
söylemişlerdi. (bk. A‘râf 7/131) Halbuki
her türlü hayır ve şer Allah’ın takdiri ve yaratmasıyla meydana gelir. O’nun
izni, müdahalesi ve yaratması olmaksızın hiçbir şey gerçekleşemez.
Ancak
79. âyette hayır ve iyiliğin Allah’tan, kötülüğün ise insandan olduğu beyân
edilir. Cenâb-ı Hak önce takdir etme ve vücuda getirme bakımlarından iyi-kötü
her şeyi kendi Zatı’na izafe buyurur. Hemen arkasından ise, bu ifadeden
bazılarının hiçbir şeyden mesul olmadıkları mânasını çıkarmamaları, kesbi
reddedip cebr anlayışına sapmamaları için insanların yaptıkları kötü işlerden
mesul olduklarını, bunları ancak kendi kusur ve yanlış takdirleri sebebiyle
işlediklerini bildirir. İlahî rızâ bunlara taalluk etmez. Hayır, menfaat, sevap
gibi hususlarda ise hem ilâhî rızânın, hem ilâhî takdir ve yaratışın mevcut
olması, güzel şeylerin kullara kolaylaştırılması hasebiyle bunların Allah’a ait
olduğu belirtilir. İnsanın hiçbir emeği olmayan güzellikler ve hayırlar tamamen
birer lutuf, hediye, ihsan-ı ilâhî kabilindendir. İnsanın kesbiyle işlediği
güzellikler ise aslında insanı böyle şeylere yönelten, gönlüne bunları yapma
duygusu veren, yapabilme gücünü bahşeden, onu o işe muvaffak kılan Allah’a
aittir. Ayrıca müslümanların iyi amellerini, başlarına gelen güzel şeyleri,
muvaffak oldukları başarıları Allah’a izafe etmeleri de imanlarının icabı ve
edebin bir gereğidir. Kötü işlere, günah, masiyet ve seyyielere ise Hakk’ın rızâsı
olmadığı için gönülde bunları yapmaya yönelik arzu ilâhî değil, nefsânî ve
şeytânî kaynaklıdır. İnsan kendi zaafı, kusuru, hatası neticesinde kötü bir şey
işlediğinde, her ne kadar kulun iradesine uygun olarak bu fiili de vücuda
getiren Allah ise de, o işin mesuliyeti kula ait olacaktır.
Hulasa;
gerçek mânada Allah dışında var kılan, iyi ve kötüyü takdir eden kimse yoktur.
Bu bakımdan iyi de kötü de Allah’tandır. Ancak insanların yaptıkları kötü
şeyleri kendilerinden soyutlayarak tamamen Allah’a atfetmelerinde hem bir sû-i
edep, hem de mesuliyeti inkâr etmeye götürecek bir anlayışsızlık vardır. Şu
halde mümin her zaman güzel ameller yapmaya çalışacak ve bunu asla kendinden
bilmeyecek, kötü bir iş işlediğinde de bunun kendi kusuru olduğunu anlayıp
hemen tevbe edecektir. Hz. İbrâhim’in “Hastalandığım zaman bana şifa veren
O’dur” (Şuarâ 26/80) ifadesinde, aslında hastalık da şifa da Allah’tan
olduğu halde hastalığı kendine, şifayı Yüce Allah’a atfetmesindeki edep herkes
için örnek olmalıdır. Şüphesiz güzel ahlâkın ve adabın en güzel numûneleri, Allah
Resûlü (s.a.s.)’de mevcuttur. Bu sebeple ona itaatin gerekliliği sadedinde
şöyle buyruluyor:
80. Peygamber’e itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de itaatten yüz çevirirse aldırma! Çünkü biz seni, onların üzerine bekçi olarak göndermedik.
81. O münafıklara bir şey emrettiğin zaman: “Baş üstüne” diyorlar. Fakat senin yanından çıktıkları zaman içlerinde bir gürûh, senin söylediğinin tam tersi planlar kuruyorlar. Ama Allah onların karanlık planlarını bir bir kaydetmektedir. Şu halde sen onlara aldırış etme, Allah’a dayan. Kendisine dayanılıp güvenilecek vekil olarak Allah yeter.
Resûlullah’ın
gerek Kur’an’ı tebliğ ve beyân eden, gerekse Kur’an’da açıkça ifade edilmeyen
hususlara dair başlı başına hüküm koyan söz ve fiillerine itaat, Allah’a itaat
anlamına gelir. Efendimiz yeryüzünde Allah’ın iradesini ve rızâsını tecelli
ettiren en büyük rehberdir. O yaşayan, canlı Kur’an’dır. O’nun sünneti
Kur’an’dan sonra dinin ikinci kaynağıdır. Resûlullah (s.a.s.) sadece Allah’ın
emrini ve iradesini tebliğ ve beyân eder.
Allah
Resûlü (s.a.s.)’e itaatin önemini göstermesi bakımından şu rivayet pek dikkat
çekicidir:
İbrâz
b. Sâriye (r.a.) şöyle anlatır:
Resûlullah
(s.a.s.) bize çok tesirli bir öğüt verdi. Bu öğütten dolayı kalpler ürperdi,
gözler yaşardı. Bizler:
“-
Ey Allah’ın Rasûlü! Bu öğüt, sanki ayrılmak üzere olan birinin öğüdüne
benziyor, bari bize bir tavsiyede bulun” dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
“- Size Allah’a çok saygı duymanızı, başınıza bir Habeşli köle
bile başkan olsa, onu dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Benden sonra sağ
kalıp uzunca bir hayat sürecek olanlar pek çok ihtilaflar görecekler. O zaman
size gerekli olan, benim sünnetime ve doğru yolda olan Hülefâ-i Raşidin’in
uygulamalarına sarılmanızdır. Benim ve onların sünnetlerine sımsıkı sarılınız.
Sonradan ortaya çıkarılmış bid‘atlerden şiddetle kaçınınız. Çünkü her bid‘at
sapıklıktır.” Ebû Dâvûd, Sünnet 5; Tirmizî, İlim 16)
Hadis
âlimi İbn Avn şöyle der:
“Üç
şey vardır ki, ben onları hem kendim hem de kardeşlerim için istiyorum:
·
Sünneti öğrenip tatbikâtına gayret etmek.
·
Kur’ân’ı anlamak, üzerinde tefekkür edip araştırmak.
·
İnsanları ancak hayır üzere bırakmak, hayırla muamele etmek veya insanları
yalnızca hayra davet etmek.” (Buhârî, İ’tisâm 2)
Şunu
belirtmek gerekir ki, Peygamber kimseyi zorla imana getirmez. Bu bakımdan o,
imandan yüz çevirenlere karşı bir bekçi değildir. Çünkü dinde zorlama yoktur.
Zorla müslüman olmuş görünenden de hayırdan çok zarar gelir. Nitekim
böylelerinden bazıları görünüşte, sadece ağızlarıyla itaat ettiklerini
söylerken huzurdan çıktılar mı söylediklerinin aksine şeyler peşine düşerler,
isyan ve tezviratla uğraşırlar. Eğer onlar Kur’ân-ı Kerîm üzerinde etraflıca
düşünecek olsalardı, onun getirdiklerinin Allah’ın emri olduğunu bilir ve böyle
yanlış bir yol tutmazlardı:
82. Acaba Kur’an üzerinde hiç düşünmüyorlar mı? Şayet o, Allah’tan başkasının sözü olsaydı, elbette onda pek çok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı.
Âyette geçen اَلتَّدَبُّرُ (tedebbür)
kelimesi, sahibini, istenilen mânaları anlayıp kavramaya ulaştıran düşünce,
tefekkür ve teemmül mânasına gelir. Bu tefekkür ancak, lafzı az, fakat bu
lafızlara yerleştirilen yüklü mânaları içeren sözleri anlamada söz konusudur.
Böyle bir söz üzerinde düşünceyi yoğunlaştırdıkça hiç de basit olmayan daha
değişik ve orijinal mânalar ortaya çıkar. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XXIII, 252) Tefekkür, derinlemesine düşünmektir. Tedebbür ise
okunan ayetin bir sonrasında, onun bir sonrasında… bir bütün olarak Kur’an’ın
başından sonuna kadar ne var ve bunların her biri sistem içinde nasıl bir
konumda diye takib ederek okumaktır. Bu olmadan Kur’ân-ı Kerîm’de bir
çelişkinin olup olmadığını kimse fark edemez. Ancak layıkıyla “tedebbür” yapan
kişi, sistemin bütününü anlar ve işin tadına varır. Zaten ayetin devamında da
Kur’an’da hiçbir çelişki bulunmadığı vurgulanmaktadır.
Bu
sebepledir ki, mümin olsun veya olmasın makul düşünebilen, selim akıl sahibi
herkes, âyet ve surelerinin inişi uzun yıllara yayılmış bulunan Kur’an’ın hem
iç tutarlılığında, hem de ifadelerindeki muhkemlik ve güzellik noktasında hemfikirdirler.
Resûlullah devrinde İslâm’a karşı her türlü fırsatı kullanmak isteyen müşrik, Ehl-i
kitap ve münafıklar, Kur’an’ın tutarsızlık veya insan sözlerinde bulunan
herhangi bir kusur içerdiğini ileri sürememişlerdir. Gayr-i müslimlerin yalnız
kendilerinin bildiği düşünce ve niyetlerini açıkça ortaya koyan, insanları hak
ve hayra, tevhid ve fazilete sevkeden, ileriye yönelik verdiği haberleri
gerçekleşen ve gerçekleşmekte devam eden; insan, varlık, ahlâk, tarih, dünya ve
evren gibi tek bir insanın herbirinde doğru ve tutarlı şeyler söylemekten aciz
kalacağı çok büyük meseleleri içeren bu ilâhî kitap, kıyamete kadar her türlü
kontrole açıktır ve kaynağının Hak olduğu hakîkatini tekrarlayıp durmaktadır.
İşte bu ilâhî kitap, İslâm toplum düzeninin sağlanması ve onun yıkıcı
taaruzlardan korunması için şu önemli tâlimatı vermektedir:
83. Onlara, müslüman toplumun güvenliğini ilgilendiren veya mü’minler arasında korku ve paniğe yol açabilecek bir haber geldiğinde, olayın sebep olabileceği zararları düşünmeden, onu hemen yayıverirler. Halbuki onlar bu haberi Rasûlulullah’a ve aralarındaki yetki sahibi kimselere götürselerdi, işin iç yüzünü araştırıp ortaya çıkarabilecek olanlar, elbette onun mâhiyetini anlayıp, ne yapılması gerektiğini bilirlerdi. Eğer Allah’ın üzerinizde lutfu ve rahmeti olmasaydı, pek azınız hâriç, hepiniz şeytana uyup giderdiniz.
Toplumu
iyi veya kötü bir şekilde etkileyecek olan haberleri doğruluğunu tahkik
etmeden, sonuçlarını düşünmeden hemen yaymak menedilmektedir. Bunun yerine
doğru olan, böyle haberleri toplumda fikir ve sorumluluk sahibi olan, o
haberlerin mâna ve maksadını anlayıp gereğini yapacak mevkide olan âlim ve
yöneticilerle paylaşmak ve daha sonra onların tavsiyelerine göre hareket
etmektir. Bu âyette toplumu bilgilendirme mevkiinde bulunan medyanın
sorumluluğuna da önemli bir işaret vardır.
Rivayete
göre münafıklar fırsat buldukça yalan yanlış birtakım haberler yayarlar,
müslümanların bir kısmı da askeri birliklerle ilgili iyi-kötü ne işitirlerse
hemen tetkik ve tahkik etmeden, önünü ardını düşünmeden ilan ederlerdi. Bu
yüzden de bazı sıkıntılar ortaya çıkardı. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
V, 247) Âyet-i kerîme, bu vesileden hareketle genel bir prensip ortaya
koymaktadır.
Cenâb-ı Hak, önceki âyetlerde İslâm toplumu
içinde meydana gelebilecek bir kısım aksaklıklara temas ettikten sonra,
hitabını Peygamberimiz (s.a.s.)’e yönlendirerek, hangi şart altında olursa
olsun daimi surette Allah yolunda cihad etmesini; hâliyle mü’minlere örnek olup
sözüyle de onları cihada teşvik etmesini istemektedir:
84. Rasûlüm! Allah yolunda savaş! Sen ancak kendinden sorumlusun. Mü’minleri de savaşa teşvik et. Allah, bu yolla kâfirlerin kuvvetini kıracaktır. Çünkü Allah’ın kudreti sınırsız, cezalandırması da pek şiddetlidir.
Tek
başına da kalsa mümin ilâhî rızâyı elde etmek için gereken hedefe doğru yürümekle,
Allah’ın sözünü yüceltmek için cihad etmekle sorumludur. Bu sebeple desteksiz
tek başına kalacak olsa dahi Peygamberimiz (s.a.s.)’e, cihaddan geri durmaması
emir buyrulmuştur. Buradan kimi zaman tek bir insanın dahi çok önemli işler
yapabileceği, kimsenin kendi güç, kabiliyet ve istidatlarını küçümsememesi
gerektiği de anlaşılabilir. Herkesin söz geçirmesi kesin olan tek kişi kendisi
olduğu için, nihayetinde herkes kendinden mesuldür. Bir yandan da müslümanların,
Peygamberi ve onun yolunu terk etmemeleri, Hak yolunda birlik olmaları ve İslâm
yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmeleri için bir teşvik vardır. Çünkü:
85. Kim Allah için bir iyiliğe aracılık ederse, onun sevabından kendisi için bir pay vardır. Kim de kötülüğe aracılık ederse, onun da günahından ona bir pay düşer. Allah her şeyi görüp gözeten ve karşılığını verendir.
Kim güzel bir işin gerçekleşmesi, bir iyiliğin yapılıması için
aracılık ederse bundan dolayı ecir alır. Kim de iyi olmayan bir iş için,
şeriata ve hakkaniyete aykırı bir mesele için, daha ehil olanı varken
ehliyetsizin işbaşına getirilmesi için hatırını ve nüfuzunu kullanarak araya
girerse o da bunun karşılığını görecektir. Yapılan bütün bu muameleleri gören, bunları
yakından takip eden, herkese ve her şeye hakkını veren ancak Allah’tır.
Resûlullah (s.a.s.) bu hususta şöyle buıyurur:
“İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O
çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından
hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye
onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayırılır.
Fakat onların günahından hiçbir şey noksanlaşmaz.” (Müslim,
Zekât 69; Nesâî, Zekât 64 )
Bu bakımdan Müslüman devamlı iyi bir çığır açmanın gayreti içinde
olacak, fazileti elden bırakmayacak ve kendine yapılan bir iyiliğe de
olabildiği kadar daha güzeliyle karşılık vermeye çalışacaktır:
86. Size bir selâm verildiğinde, onu daha güzeliyle, hiç değilse aynısıyla alın. Unutmayın ki Allah, her şeyin hesabını tutmaktadır.
Âyette
“selam” mânasında geçen اَلتَّحِيَّةُ
(tahiyye) kelimesi, esas itibariyle sağlık ve uzun ömür dileme anlamına gelir.
Cahiliye döneminde Araplar birbirlerine selam verecekleri zaman حَيَّاكَ اللّٰهُ (hayyâkallah) yani “Allah sana uzun ömür
versin” derlerdi. Uzun ömür her zaman iyilik ve saadet sebebi olmadığı için
İslâm’dan sonra dünya ve âhiret selametini içine alan (esselamü aleyküm)
ibaresi yaygınlaşmıştır.
İslâmda
selamın yeri çok önemlidir, “İslâm” kelimesiyle “selam” aynı kökten gelir.
Cenab-ı Allah’ın bir ismi de “es-Selam”dır. Her türlü iyi niyeti ve duayı içine
alan bu kelime, müslümanların kaynaşmasının ve yekvücut olmasının sembolü
olmuştur. Peygamberimiz bilhassa Medine’yi ilk teşriflerinde, müslümanları
birbirine kaynaştırmak için selamlaşma üzerinde çok durmuş, herkesle
selamlaşmanın fazileti ve ecri konusunda sık sık tavsiyelerde bulunmuştur.
Fıkhî
açıdan selam vermek sünnettir, verilen selamı almak ise farzdır. Türkçemizde اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ (es-selâmü ‘aleyküm)
veya bunun hafifletilmiş şekli olan سَلَامٌ عَلَيْكُمْ
(selâmun ‘aleyküm) en yaygın selam şekilleridir. اَلسَّلَامُ
عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ (es-Selâmü aleyküm ve
rahmetullahi ve berekâtuhu) ise selamın en şümullü ve zengin biçimidir ki
âyet-i kerîmede de “daha güzeli” ifadesiyle buna işaret buyrulur.
Habîb-i
Ekrem Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ Âdem’i yaratınca ona:
«– Git şu oturmakta olan meleklere selâm ver ve senin selâmına nasıl
karşılık vereceklerini de güzelce dinle; çünkü senin ve neslinin selâmı bu
şekilde olacaktır!» buyurdu. Âdem meleklere:
«– es-Selâmü ‘aleyküm» dedi. Melekler:
«– es-Selâmü ‘aleyke ve rahmetullâh» karşılığını verdiler. Onun
selâmına «ve rahmetullâh»ı ilâve ettiler.” (Buhârî, Enbiyâ 1)
İmrân
b. Husayn (r.a.) şöyle anlatıyor:
Resûlullah
(s.a.s.)’e bir adam geldi ve:
“–
es-Selâmü ‘aleyküm” dedi. Efendimiz onun selâmına aynı şekilde karşılık
verdikten sonra adam oturdu. Allah Resûlü:
“– On sevap kazandı” buyurdu. Sonra bir başka adam geldi, o da:
“–
es-Selâmü ‘aleyküm ve rahmetullâh” dedi. Peygamberimiz ona da verdiği selâmın
aynıyla mukâbelede bulundu. O kişi de yerine oturdu. Resûl-i Ekrem:
“– Yirmi sevap kazandı” buyurdu. Daha sonra bir başka adam geldi ve:
“–
es-Selâmü ‘aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh” dedi. Fahr-i Kâinat o kişiye
de selâmının aynıyla karşılık verdi. O kişi de yerine oturdu. Efendimiz onun
hakkında da:
“– Otuz sevap kazandı” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Edeb 131-132)
Bu
gibi âyet-i kerîme ve hadis-i şerifler, müslümanın her zaman ve zeminde İslâmî âdâb
ve nezâkete uygun en güzel davranışları sergilemelerini ister. Selamlamada,
hediyeleşmede ve bütün beşeri münâsebetlerde hep fazilet tarafını tercih
etmelerini talep eder. Zira müslüman daima sevdiren, cezbeden, bağlayan, ülfet
ettiren kişidir. Halbuki kaba ve nazik olmayan davranışlar, insanları
uzaklaştırır. Kalplerini soğutur. Güzel ve nazik davranışlar ise kalpleri
ısıtır, muhabbeti artırır. Özellikle insanlar arası ilişkilerin gergin olduğu
dönemlerde, böyle faziletli ince, nazik ve güzel davranışlar kat kat gerekli ve
faydalı olur. Bu tür faziletli davranışlarda başarılı olmanın şartı ise tek
olan Allah’a bağlanmak, yaptığımız her ameli O’nun rızâsını tahsil için yapmak
ve ebedî âhiret hayatını hiç hatırdan çıkarmamaktır:
87. Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. O, geleceğinde hiçbir şüphe bulunmayan kıyâmet gününde sizi elbette bir araya toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?
Kendinden
başka hiçbir ilâh olmayan Allah Teâlâ, insanları kıyâmet gününe kadar öldürerek
yerin altında, kıyâmet günü de dirilterek mahşer meydanında bir araya toplayacaktır.
Bunda en küçük bir şüpheye mahal bulunmamaktadır. Zira bu hakikati haber veren
Allah’tır ve O’ndan daha doğru sözlü de hiç kimse yoktur. Bu günde insanların
Cenâb-ı Hakk’a hesap vermek üzere kabirlerin kalkmaları sebebiyle ona “Kıyâmet
günü” denmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede:
“Öyle bir günde ki, bütün insanlar kabirlerinden kalkıp, hesap ve
ceza için Âlemlerin Rabbinin huzurunda divan dururlar!” (Mutaffifîn
83/6) buyrulmaktadır.
Mü’minler,
böyle derin bir şekilde Allah’a iman ve âhiret korkusuyla hayatı tüm yönleriyle
düzenlemeli, özellikle münafıkların tehlikeli oyunlarına karşı son derece
uyanık olmalıdırlar:
88. Ey mü’minler! Size ne oluyor ki münafıklar konusunda iki muarız gruba ayrılıyorsunuz? Görüyorsunuz ki, işledikleri bunca günah yüzünden Allah onları tersyüz etmiş, gerisin geri küfre döndürmüştür. Allah’ın saptırdıklarını siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz? Oysa Allah kimi saptırırsa, artık onun kurtulması için sen asla bir çıkış yolu bulamazsın!
89. O münafıklar, kendilerinin küfre yuvarlandığı gibi sizin de o şekilde küfre yuvarlanmanızı ve sapkınlıkta eşit hâle gelmenizi isterler. Onlar, inanıp Allah yolunda hicret edinceye kadar sakın onları dost ve sırdaş edinmeyin. Şayet iman ve hicretten yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin.
Mü’minler,
kendileri dışında kalan inanç gruplarıyla ilişkilerini düzenlerken birtakım
prensiplere bağlı kalarak, ne kendilerinin ne de başkalarının zarar görmeyeceği
bir yol izlemelidirler. Bu âyetlerde onların, münafıklarla alakalı tutum ve
davranışları düzenlenmekte, münafıklar sebebiyle ihtilaf ve münakaşaya
düşmemeleri önerilmektedir. Âyetlerin mesajını yeteri derecede anlayabilmek
için iniş sebebine bakmakta fayda vardır. Bu âyet-i kerîmeler hakkında birkaç
iniş sebebi nakledilmekle birlikte bunlardan ikisi şöyledir:
›
Allah Resûlü (s.a.s.), Uhud savaşına çıktığında onunla birlikte
gelenlerden bir kısmı geri döndü. Bunun üzerine Peygamberimiz’in ashâbı ikiye
bölündü. Bir grup “onlarla savaşalım” ya da “onları öldürelim” diyor, diğer
grup da “onlarla savaşmayalım, onları öldürmeyelim” diyordu. İşte bunun üzerine
bu âyetler indi. (Buhârî, Meğâzî 16; Tefsîr 4/15; Muslim, Munâfıkîn 6)
›
Rivayete göre bazı Araplar Medine-i Münevvere’ye gelerek müslüman
olmuşlar, orada iken veba ve hummaya yakalanmışlar: “Belki buradan çıkarsak
vebadan kurtuluruz” diyerek Medine’den çıkmışlardı. Çıkarlarken ashaptan
bazıları onlara rastlamış ve “Neden geri dönüyorsunuz? Sizi Medine’den geri
döndürüp çıkaran nedir?” diye sormuşlardı. Onlar da: “Vebaya yakalandık ve bu
yüzden orayı sevmedik” dediler. Ashâb-ı kirâm onlara: “Sizin için Allah Resûlü’nde
güzel bir örnek yok muydu?” dedikten sonra kendi aralarında ayrılığa düşmüş ve
Medine’den ayrılan bu kimseler hakkında bazıları “münafık” derken, bazıları da:
“Hayır, onlar müslüman” demişlerdi. Bu tartışma üzerine bu âyet-i kerîme inerek
onların münafık olduklarını beyân etmiştir. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
172)
Allah
Teâlâ, bunlar gibi iki yüzlü kimseleri, içlerinde taşıdıkları nifak, yaptıkları
büyük yanlışlar ve nihayet açıkça ortaya koydukları irtidatları yüzünden, hor
ve hakîr olmak, esir alınmak ve öldürülmek gibi, kâfirlere tatbik edilen
hükümlere maruz kılmıştır. Halbuki zahiren de olsa Allah’ın birliğini ve Hz.
Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini kabul ettikleri müddetçe münafıkları
öldürmeye dinimiz müsaade etmemiştir. Fakat ayette işaret edildiği üzere
küfürlerini açıkça ortaya koydukları zaman, Allah Teâlâ onlara, kâfirlere
tatbik edilecek hükümleri tatbik etmeyi emretmektedir. Çünkü onlar, kendi
tercihleriyle doğru yolu terk edip sapıklık yolunu seçmişlerdir. Bu sebeple
Cenab-ı Hak onların üzerine sapkınlık mührünü vurmuştur. Dolayısıyla onları müslüman
saymaya çalışıp, sevap ve mükâfata nâil olmalarını beklemek boşuna bir
gayrettir. Üstelik onlar sadece kendileri inkâr yoluna sapmakla kalmayıp,
mü’minleri de küfre düşürmek ve küfür cephesinde onlarla birlikte olmak
sevdasındadırlar. Bu durum, İslâm ve müslümanlar için çok daha tehlikeli bir
girişimdir. Düşmanlığını bu şekilde açıkça ortaya koyan kimseleri, samimi olarak
müslüman olup mü’minlerin saflarına katılıncaya kadar dost edinmek caiz
değildir. Âyet-i kerîme bunu kesin bir dille yasaklamaktadır. Bu vasıftaki
kimseler, iman ve hicrete yanaşmadıkları ve yüz çevirip gittikleri takdirde
cezaları, ister Harem bölgesi olsun isterse Harem dışında olsun yakalanıp
öldürülmektir.
Ancak
onlardan şu iki grup insanla savaşmanız, onları yakalayıp öldürmeniz caiz
değildir:
90. Ancak aranızda anlaşma bulunan bir kavme sığınanları veya ne sizinle ne de kendi kavimleriyle savaşmayı göze alamayıp size gelenleri öldürmeyin. Allah dileseydi onları üzerinize musallat ederdi de mutlaka sizinle savaşırlardı. Bundan böyle sizden uzak durur, sizinle savaşmayıp barış teklif ederlerse, bu takdirde Allah size, onların aleyhinde bir yol tutmanıza müsaade etmez.
Bunlardan:
Birincisi;
sizinle anlaşması bulunan bir kavim ile anlaşma yapmış kimseler. Çünkü bunlar
da dolaylı olarak kendileriyle anlaşma yaptığınız kimselerden sayılırlar.
İkincisi;
hem öldürülmekten korktukları için sizinle, hem de aynı dinden olmaları
sebebiyle kendi kavimleriyle savaşmaktan göğüsleri daralarak size gelenler.
Mesela Müdlicoğulları kabîlesi, hem müslümanlarla hem de Kureyş’le savaşmamak
üzere anlaşma yapmışlardı. müslümanlarla, aralarında anlaşma olduğu için
savaşmaktan göğüsleri daralmıştı. Bir de Allah Teâlâ onların kalplerine korku
attı. Yine aynı dinden oldukları için kendi kavimlerine karşı sizinle beraber
olup savaşmaktan da göğüsleri iyice daralmıştı.
Âyetin, “Allah dileseydi onları üzerinize musallat
ederdi de mutlaka sizinle savaşırlardı” (Nisâ 4/90) kısmı, Cenâb-ı Hakk’ın müslümanlara
olan hususi yardımını beyân etmektedir. Zira her şeye kâdir olan Allah,
dilediği her şeyi yapabilir. İsterse müşriklere güç ve kuvvet verip,
kalplerindeki korkuyu kaldırarak size saldırmalarına müsaade edebilir. Bunun da
hikmeti şudur:
›
Müslümanlar arasında kötülüklerin yaygınlaşması ve mâsiyetlerin
iyice artması sebebiyle, buna karşılık ilâhî bir ceza ve intikamdır.
› Bir iptilâ ve
denemedir. Nitekim âyet-i kerîmede bu hususta şöyle buyrulur: “Gerçek şu ki,
içinizden cihad edenleri ve sabredenleri ayırt edinceye; söz ve
davranışlarınızdaki samimiyetinizin doğruluğunu ortaya çıkarıncaya kadar biz
sizi sınamaya devam edeceğiz.” (Muhammed 47/31)
›
Mü’minlerin günahlarını temizleyip nefislerini tezkiye etmek
içindir. Âyet-i kerîmede: “Bir de Allah, mü’minleri her türlü günah
kirlerinden temizlemek ve kâfirleri helak etmek için böyle yapar” (Âl-i İmran
3/141) buyrulur.
Münafıklardan
bir grup da şunlardır:
91. Bir de hem sizden hem de kendi kavimlerinden güven içinde olmayı isteyen başka münafıklar da bulacaksınız. Onlar, ne zaman fitne fesat çıkarmaya dâvet edilseler, hemen oraya baş aşağı dalarlar. Eğer size karşı savaşmaktan uzak durmaz, barış teklifinde bulunmaz ve ellerini üzerinizden çekmezlerse, onları bulduğunuz yerde yakalayıp öldürün. İşte bu gibiler aleyhinde size apaçık bir savaş izni vermişizdir.
Bir
grup kimseler de var ki, bir taraftan müslümanlarla barış içinde olmaya gayret
ederler. müslüman olduklarını göstermek için sadece dilleriyle kelime-i tevhid
getirerek onlardan gelecek tehlikelerden emin olmak isterler. Diğer taraftan da
müslümanlardan gizledikleri, fakat yeri gelince ortaya çıkardıkları küfürleri
sebebiyle kendi kavimlerinden emin olmaya çalışırlar. Rivayete göre bunlar Esed
ve Gatafan kabîlelerinden bir topluluktur. Medine’ye geldiklerinde müslüman
olmuşlar ve müslümanlardan emîn olmak için anlaşma yapmışlardı. Kabîlelerinin
yanına dönünce de onlardan emîn olmak için müslümanlarla yaptıkları anlaşmayı
bozmuşlar ve kâfir olmuşlardı. (Kurtubî, el-Câmi‘, V, 311)
Bu
tip insanlar, her ne zaman fitneye davet edilseler, kavimleri tarafından müslümanlarla
savaşmaya çağrılsalar, buna hemen gözü kapalı atılır, baş aşağı dalarlar.
Kendilerini bu yanlış yöneliş ve yuvarlanmaktan kurtaramazlar. Küfürlerindeki
ısrarlarını ve müslümanlara olan büyük düşmanlıklarını gizleyemezler. Baş aşağı
daldıkları o derin fitne çukuru içinde son derece çirkin duruma düşerek, en
şerli düşmandan daha beter hale gelirler. Burada kullanılan “baş aşağı dalma”
ifadesi, düşülen şeyin içinden çıkmanın mümkün olmadığını ifade etmektedir.
Allah
Resûlü (s.a.s.), kalpleriyle inkâr ettikleri halde sadece dilleriyle
inandıklarını söyleyen münafıkları, dıştan göründükleri gibi kabul ediyor ve
küfürlerini açıkça ortaya koymadıkça onlara mü’min muamelesi yapıyordu. Allah Teâlâ,
bu âyet-i kerîmede söz konusu ettiği kimselerin münafık olduklarını haber
vermekte ve bunun göstergelerini bildirmektedir. Bu göstergeler onların müslümanlara
zarar vermeleri, barışa yanaşmamaları ve savaşa devam etmeleridir. Bu durumda
Allah Teâlâ mü’minlere, onları buldukları yerde yakalayıp öldürme müsaadesi
vermektedir.
Ancak
bu öldürme müsaadesi belli şartlar altında ve belli şahıslar için geçerlidir.
Bu bakımdan mü’minler haksız yere insan öldürmekten şiddetle uzak
durmalıdırlar. Çünkü dinimizde haksız yere cana kıymak büyük bir günahtır. Hata
ile veya kasten oluşuna göre de ağır cezaları vardır:
92. Bir mü’minin diğer bir mü’mini öldürmesi olacak şey değildir. Fakat yanlışlıkla olabilir. Kim yanlışlıkla bir mü’mini öldürürse, cezası, mü’min bir köleyi azat etmesi ve ölenin ailesine diyet ödemesidir. Ancak ölenin ailesi bağışlarsa, diyet ödemesi gerekmez. Şâyet ölen mü’min olmakla birlikte size düşman olan bir kavimden ise, öldürenin cezası, sadece mü’min bir köleyi azat etmesidir. Eğer öldürülen kişi, aranızda anlaşma bulunan kâfir bir kavimdense, o takdirde ceza, ölenin ailesine diyet ödemesi ve mü’min bir köleyi azat etmesidir. Bunları yerine getirmek için yeterli imkânlara sahip olamayan, bunun yerine peş peşe iki ay oruç tutmalıdır. Allah bu cezaları, yanlışlıkla adam öldüren kimsenin tevbesini kabul etmek için koymuştur. Allah, hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebi hakkında bir kısım rivayetler bulunmaktadır. Bunların her
biri, bir mü’minin yanlışlıkla öldürülmesini konu alır. Urve b. Zübeyr’in
naklettiği hâdise şöyledir: Huzeyfe b. Yeman (r.a.), Uhud Savaşında Peygamber
Efendimiz’le beraberdi. O sırada müslümanlar yanlışlıkla Huzeyfe’nin babası
Yeman’ı, kâfir zannedip yakalamışlar ve kılıçla boynunu vurmuşlardı. Halbuki
Huzeyfe tam o esnada “O, benim babamdır!” demiş, fakat müslümanlar Huzeyfe’nin
sözünü, ancak babasını öldürdükten sonra anlayabilmişlerdi. Bunun üzerine
Huzeyfe, “Allah sizi bağışlasın, çünkü O, merhametlilerin en merhametlisidir”
dedi. Bu söz, Allah Resûlü’nün yanında Huzeyfe’nin değerini daha da artırdı.
İşte bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
X, 180)
Bilerek
ve haksız yere bir mü’minin başka bir mü’mini öldürmesi haram kılınmıştır. Bu
şekilde bir mü’mini öldüren kişinin cezası kısas yoluyla idamdır. Eğer bir mü’min başka bir mü’mini
yanlışlıkla; mesela av hayvanı veya kendisine karşı savaşan bir kâfir
zannederek öldürür ya da ölümüne sebep olursa, bunun günahından kurtulabilmek
için ödemesi gereken maddi ve mânevî cezalar vardır. Bu cezalar, öldürdüğü
kişinin mensup olduğu aile ve toplumun durumuna göre değişiklik arzetmektedir:
›
Öldürülen, İslâm toplumu içinde yaşayan müslüman bir aileye
mensupsa öldürenin ödeyeceği iki ceza vardır. Birincisi, öldürülenin ailesine
teslim edeceği diyettir. Bu da Peygamber Efendimiz’in belirlemesiyle yüz deve
veya ona denk altın veya gümüş paradır. (bk. Buhârî, Cizye 12; Müslim, Kasame
6) Günümüz değerleriyle hesaplanırken bin dinar yani zekâttaki “nisap” miktarının
elli katının esas alınması pratik bir yoldur. Öldürülen kişinin ailesi isterse
bunu bağışlayabilir; diyet almaktan vazgeçebilir. İkincisi mü’min bir köle azat
etmesidir. Bununla, yanlışlıkla da olsa hür bir hayatı yok ettiği için, ona
bedel olarak topluma hür bir hayat kazandırmak hedeflenmiştir. Köle azat etmeye
gücü yetmeyenler, hiç ara vermeksizin iki ay oruç tutarlar.
›
Şayet öldürülen mü’min, fakat ailesi gayri müslim ve aynı zamanda müslümanlara
düşman bir toplum içinde bulunuyorsa, o takdirde öldüren sadece mü’min bir köle
azat etmekle sorumludur. Öldürülen kişinin ailesine diyet ödemez. Çünkü böyle
bir durumda ödeyeceği diyet, kâfirleri müslümanlara karşı kuvvetlendirmek ve
onlara yardım etmek mânası taşıyacaktır. Bu ise hikmete uygun değildir.
›
Eğer öldürülen mü’min, müslümanlarla aralarında anlaşma bulunan
bir kavimden ise birinci şıkta olduğu gibi yine ödenecek ceza ikidir.
Öldürülenin ailesine teslim edilecek diyet ve mü’min bir kölenin azat
edilmesidir. Köle azat etmeye imkânı olmayan ise, tevbesinin kabul edilebilmesi
için iki ay peş peşe oruç tutacaktır.
Bir
mü’mini kasten öldürmeye gelince:
93. Bir mü’mini kasten öldürenin cezası ise, içinde ebedî kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için pek büyük bir azap hazırlamıştır.
Bu âyet-i kerîme Mıkyes b. Subâbe’nin, kardeşinin öldürülmesi
üzerine işlediği cinayet hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki; Mıkyes ve kardeşi
Hişâm müslüman olmuşlardı. Bir gün Mıkyes, kardeşi Hişâm’ı, Neccâr oğulları
içinde öldürülmüş olarak buldu ve gelip Resûlullah (s.a.s.)’e durumu bildirdi.
Peygamberimiz de yanına Fihr oğullarından ve Bedir ashâbından Zuheyr b. İyâz’ı
katarak:
“–Eğer kâtili biliyorsanız kısas yapılmak üzere bunlara teslim
edin, bilmiyorsanız diyetini verin” diye Neccâr oğullarına gönderdi. Neccâr
oğulları o zaman Kubâ’da oturuyorlardı. Bunlar Neccâr oğullarına geldiler ve Resûlullah
(s.a.s.)’in emrini tebliğ ettiler. Onlar da:
“–Allah Resûlü’nün emri başımız üstüne. Kâtili bilmiyoruz, fakat
diyetini verelim” dediler. Hişâm’ın diyeti olarak yüz deveyi o ikisine teslim
ettiler. Mıkyes ve Zubeyr de develeri alarak Medine’ye doğru yola çıktılar.
Kubâ-Medine arası yaklaşık bir saatlik yoldu. Yolda şeytan Mıkyes’e vesvese
verdi. Mıkyes kendi kendine: “Sen ne yapıyorsun? Kardeşinin diyetini alıp da
insanları kendi aleyhine mi konuşturacaksın? Yanındakini öldür, cana can olsun,
aldığın diyet de kâr kalsın” deyip bir gaflet anında Zubeyr’in başını bir taşla
parçaladı. Develerden birine binerek, diğerlerini de alıp götürdü. Bir şiir
söyleyerek dinden döndüğünü îlân etti ve Mekke’ye kaçtı. İşte bunun üzerine bu
âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 174)
Kasten adam öldürmenin dünya hayatıyla ilgili hükmü Bakara
sûresinde, “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas emredildi” (Bakara 2/178) âyetiyle beyân buyrulmuştur. Âhiretle
ilgili hükmü de şudur: Mümin veya kâfir kim bir mü’mini kasten, bile bile,
hayatına kasdederek öldürürse onun cezası cehennemdir. Orada pek uzun müddet ve
belki sonsuza kadar cezalandırılır. Çünkü Allah ona gazab etmiş, onu
lanetlemiş, merhamete layık görmeyip onun için büyük bir azab hazırlamıştır.
Zira böyle bir cinâyet, imanla birlikte işlenmeyecek kadar büyük bir günahtır.
Bu sebeple diyet ödemek ve köle azat etmek bu suça bir ceza olarak kabul
edilmemiş, bilakis onun akibeti Allah’a bırakılmıştır.
İbn Abbas gibi bazı sahabîler bu suça tevbenin kabul
olunmayacağını söylemişlerdir. Bazıları da yüce Allah’ın “Şüphesiz
Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ama dilediği kimselerin bunun
dışındaki günahlarını bağışlar”
(Nisâ 4/116) ayetine dayanarak tevbe eden kâtilin de bağışlanacağı görüşündedirler.
Buna göre âyette geçen الخلد (huld) “sonsuzluk”
kelimesi “uzun bir zaman dilimi” olarak tefsir edilmiştir.
Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerîm’de cehennemde ebedi kalışı bildiren
ne kadar ayet varsa hepsi kâfirlere ait olduğu halde Sadece “Bir mü’mini
kasten öldürenin cezası ise, içinde ebedi kalacağı cehennemdir” (Nisâ 4/93) âyet-i kerîmesi, bir mü’mini kasten
öldüren mü’minleri de kapsamaktadır. Fakat konuyu derinlemesine tetkik eden
âlimler, şirk ve küfrün dışındaki günahların eninde sonunda bağışlanacağına
dair âyet ve hadisleri daha kuvvetli bulmuşlardır. Dolayısıyla bu âyetten
maksat, insanları bir mü’mini kasten öldürmekten şiddetle menetmektir.
İkinci olarak da “Mü’mini, sırf mü’min olduğu için öldürme” mânası
kastedilmektedir.
Âyet-i kerîmenin tefsiriyle ilgili rivayetler ve açıklamalar
değerlendirildiğinde şöyle bir neticeye varılabilir:
“Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ama
dilediği kimselerin bunun dışındaki günahlarını bağışlar.” (Nisâ 4/116)
“Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan
bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici
olarak bulur”
(Nisâ 4/110) âyetleri, tevbe edildiği takdirde bütün günahların bağışlanacağını
beyân buyurmaktadır. Ehl-i Sünnet âlimleri bu görüşte ittifak etmektedirler. Bu
hükme aykırı düşen rivayetler, haksız yere cana kıyma fiilini, şiddetli ve
korkutucu bir üslûp ile yasaklamaya hamledilmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın af kapısı
her tevbekâra açıktır. Bu hususta, İsrâiloğullarından yüz kişiyi öldüren bir
kâtilin affedilip cennete gitmesiyle alâkalı Resûlullah Efendimiz’in naklettiği
kıssa mühim bir delildir. (bk. Buhârî, Enbiyâ 50; Müslim, Tevbe 46; İbn Mâce, Diyât 2)
Mü’mini kasten öldürme günahının affedilebileceğine dâir
âlimlerimiz üç delil serdetmişlerdir:
› Küfür,
mü’mini kasten öldürmeden daha büyük bir günahtır. Küfrün tevbesi kabul
edildiğine göre bu günahın tevbesi öncelikle kabul edilir.
› Furkan
Sûresi 68-69. âyetlerde büyük günahlar sayılmakta, bunlardan birisi olarak da
haksız yere adam öldürmek zikredilmekte ve bunlara verilecek uhrevî ceza
bildirilmektedir. 70 ve 71. âyetlerde ise bu günahların hepsini işleyenin bile
tevbesinin kabul edileceği haber verilmektedir. Dolayısıyla sadece adam öldürme
günahını işleyenin tevbesinin makbul olması daha evlâ olur.
› Nisâ
Sûresi 48 ve 116. âyetlerde tekraren Allah Teâlâ’nın şirk hâriç diğer bütün
günahları dileyeceği kimseler için, tevbe şartı zikredilmeksizin bağışlayacağı bildirilir.
Dolayısıyla Allah’ın o günahları kul tevbe ettikten sonra bağışlaması ihtimali
daha kuvvetlidir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, X, 191)
Cana kıymanın büyük bir günah olması ve savaş ortamlarında bu
ihtimalin daha da artması sebebiyle Allah Teâlâ mü’minleri şöyle ikaz buyurur:
94. Ey iman edenler! Allah yolunda cihâd için sefere çıktığınız zaman iyice araştırın, dikkatli olun da size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatlerini arzulayarak: “Sen mü’min değilsin” deyip onu öldürmeye kalkmayın. Unutmayın ki, Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önceleri siz de onlar gibiydiniz; Allah size iman nimetini lûtfetti. O halde iyice araştırın da bir yanlışlık yapmayın! Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
Bu
âyetin iniş sebebi olan hâdiseyi, aynı zamanda olayın kahramanı olan Üsâme b. Zeyd şöyle nakletmektedir:
Resûlullah (s.a.s.), bizi Cüheyne kabilesinin Huraka kolu üzerine
göndermişti. Sabahleyin onlar sularının başındayken üzerlerine hücum ettik. Ben
ve ensardan bir kişi onlardan bir adama ulaştık. Üzerine yürüyünce, adam: لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ (lâ ilâhe illallah) “Allah’tan
başka ilâh yoktur” dedi. Bunun üzerine ensardan olan arkadaşım hücumdan
vazgeçti; bense mızrağımı adama sapladım ve onu öldürdüm. Medine’ye döndüğümüzde
bu olay Peygamber (s.a.s.)’in kulağına gitti ve bana:
“– Ey Üsâme! Lâ ilâhe illallah dedikten sonra adamı
öldürdün ha?” buyurdu. Ben :
“– Yâ Rasûlallah! O, bu sözü sadece canını kurtarmak için söyledi”
dedim. Peygamber Efendimiz tekrar :
“– Lâ ilâhe illallah dedikten sonra adamı öldürdün
ha?” diye yine sordu ve bu sözü o kadar çok tekrarladı ki, ben, daha
önce müslüman olmamış olmayı bile temenni ettim. (Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman
l58-159)
Müslim, İman 158’de, Efendimiz’in Üsâme’ye: “Kalbini mi yardın
ki, bu sebeple söyleyip söylemediğini bilesin?” buyurduğu da rivayet
edilmektedir.
Peygamber Efendimiz bu olaya son derece üzüldü ve bunun üzerine sözkonusu
âyet-i kerîme indi.
Ayetin iniş sebebiyle alakalı bir diğer rivayet de şöyledir:
İbn Abbas (r.a.)’nın anlattığına göre, müslümanlardan bir grup, beraberinde
birkaç koyun bulunan bir adama arkadan yetiştiler. O da “es-Selâmu aleykûm”
dediği halde onu öldürdüler ve beraberindeki koyunlarını aldılar. Bunun
üzerine yüce Allah: “Dünya hayatının geçici menfaatlerini arzulayarak” (Nisâ
4/94) buyruğuna kadar bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Dünya hayatının menfaati ise,
orada sözü geçen birkaç koyundu. (Buhârî, Tefsir 4/17; Müslim, Tefsir 22)
İslâm’da cihadın gâyesi ne toprak işgal etmek, ne ganimet elde
etmek ne de şu veya bu sebeple insan hayatına son vermektir. İslâm cihadı,
insanla Rabbi arasındaki engelleri kaldırmak ve onu Allah’a teslim olmuş bir
kul haline getirebilmek için farz kılmıştır. Bu teslimiyetin mânası da herkesi
müslüman yapmak değil, hidâyetten nasibi olanlara onun yolunu aralamak, bunun
dışında kalanları da İslâm’ın hâkimiyetine boyun eğdirmektir. Aslında müslümanlar,
herkesin hidâyete erişmesini arzu ederler. Çünkü bu durum, elbette hidâyete
eren insanın dünya ve âhirette faydasına olacak ve ebedi mutluluğa ermesini
sağlayacaktır. Fakat bunu güç kullanarak silah zoruyla kabul ettirmek doğru
değildir. Güç, insanları zorla müslüman yapmak için değil, onlara İslâm’ın
hâkimiyetini kabul ettirmek için kullanılmalıdır. Çünkü silahlı cihad, İslâmî
tebliğin en son merhalesidir. Ayrıca âyetin iniş sebebiyle ilgili nakledilen rivayette
Peygamber Efendimiz’in, “Kalbini mi yardın?” ikazı, müslümanlara düşen
vazifenin, zâhire göre hüküm vermek olduğunu bildirmektedir. Zira kalpten
geçeni bilmeye Allah’tan başka hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.
Âyetin “Daha önceleri siz de onlar gibiydiniz; Allah size iman nimetini
lûtfetti. O halde iyice araştırın da bir yanlışlık yapmayın!” (Nisâ 4/94)
kısmı, müminleri, kendi geçmişlerini ve İslâm’a
henüz yeni girip ısınırken yaşadıkları hâlet-i ruhiyelerini tefekküre
yönlendirmektedir. O zaman ki hallerini ve psikolojilerini düşündükleri zaman,
kendilerine “selâm verenleri, müslüman oldum diyenleri, kelime-i tevhidi
söyleyenleri...” bu beyânlarında samimi kabul edecek, bunun tabii ve mâkul bir
durum olduğunu daha rahat anlayacaklardır. Çünkü müslüman olduğu halde henüz
hicret etme imkânı bulamamış, müminlerle tanışamamış, kabilesi içinde imanını
gizleyerek yaşama durumunda kalmış olanlar hep böyle yapmışlar, müslüman
olanlarla ilk karşılaştıklarında ya selâm vererek veya kelime-i tevhidi
söyleyerek durumlarını anlatmaya çalışmışlardır. Diğer taraftan bir kimsenin
imana gelmesi bazan birden olabildiği halde bazan da peyderpey gerçekleşmektedir.
Bu bakımdan hidâyette ilk adımın atılması ve kişinin kalbinde iman
istikâmetinde ilk defa bir meylin oluşması fevkalâde mühimdir. O halde
müslümanların başlangıçta dikkatli olmaları ve imanı tedâi ettiren en küçük
işaretlerle bile yetinmeleri, hem yanlış bir davranışta bulunmalarına mâni
olacak hem de insanların hidâyete kavuşmalarını daha da kolaylaştıracaktır.
Cihad esnasında bir kısım aksaklıkların olması müslümanların
azimlerini kırmamalıdır. Bilakis bu aksaklıkları gidererek daha büyük bir
azimle Allah yolunda cihada devam etmelidirler. Çünkü:
95. Hastalık, körlük, topallık gibi bir mazereti bulunmaksızın savaştan geri kalıp evde oturan mü’minlerle, mallarıyla canlarıyla Allah yolunda savaşanlar elbette bir değildir. Allah, mallarıyla canlarıyla savaşanları, herhangi bir sebeple savaştan geri kalan kimselerden derece itibariyle daha üstün tutmuştur. Gerçi Allah, her birine varılacak en güzel yurt olan cenneti va‘detmektedir. Yine de Allah, cihâd edenleri, pek büyük bir mükâfatla, mücâdeleden kaçıp oturanlara üstün kılmıştır.
96. Onlar için Allah’ın yanında yüksek dereceler, bir bağışlanma ve bir rahmet vardır. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
İslâm
dininin öğrenilmesi, yaşanması ve yayılması için Allah yolunda cihad çok mühim
bir düstûrdur. Bu sebeple canı ve malıyla cihad eden mü’minlere Allah Teâlâ, Kur’ân-ı
Kerîm’in pek çok âyetinde büyük mükâfatlar va‘detmekte ve onları cennetle
müjdelemektedir. (bk. Tevbe 9/111-112; Saf 61/10-12) Fakat cihad hususunda
bütün mü’minler aynı seviyede değildir. Maddi, mânevî ve bedenî imkânlar
bakımından onların durumları birbirinden farklılık arzetmektedir. Dinimiz, her
ferdi ancak imkânları ölçüsünde sorumlu tutar. Nitekim bu âyet-i kerîme, cihad
etmek veya cihattan geri kalmak bakımından mü’minleri sınıflandırmakta, ancak
“mazeret sahibi olanları” istisnâ etmektedir. Bunlar hastalık, körlük, topallık
gibi cihada katılmalarını engelleyecek fizikî bir özrü bulunanlardır. Âyet-i kerîmede:
“Savaşa katılmama hususunda köre günah yoktur, topala günah yoktur, hastaya
da günah yoktur…” (Fetih 48/17) Savaşa gidebilecek binit, elbise, silah
gibi maddî imkânlardan mahrum olanlar da bu gruba dâhildirler. (bk. Tevbe
9/91-92)
Âyette geçen “bir mazereti bulunmaksızın” (Nisâ 4/96) kaydıyla
alakalı olarak Allah Resûlü’nün vahiy katiplerinden Zeyd
b. Sabit, şu hâdiseyi nakleder: Resûlullah cihad edenlerle oturanların eşit
olmadıklarını bildiren âyeti bana yazdırırken âmâ sahabî Ümmü Mektûm çıkageldi
ve: “Ey Allah’ın Rasûlü! Yemin ederim ki, eğer güç yetirebilseydim, gözlerim
görüyor olsaydı ben de cihada katılırdım” dedi. Bunun üzerine Resûlullah’ın
dizi benim dizimin üzerinde iken vahiy gelmeye başladı, bacağıma öylesine bir
ağırlık çöktü ki uyluk kemiğimin kırılacağını zannettim. Sonra Allah Resûlü’nün
üzerinden bu hal giderildi ve “bir mazereti bulunmaksızın” kaydı geldi.
(Buhârî, Tefsir 4/18)
Bu âyet, mazeret sahiplerinin ecir ve sevap bakımından
mücâhitlerle eşit olduğuna delâlet etmektedir. Rivayete göre Resûlullah (s.a.s.)
Tebük seferinden dönüp Medine’ye yaklaştığı zaman:
“Medine’de öyle insanlar vardır ki siz nereye
gittiyseniz, hangi vâdiyi geçtiyseniz muhakkak onlar da sizinle beraber
oradaydı” buyurdu. Orada bulunanlar:
“- Yâ Rasûlallah! Onlar Medine’de idi. Nasıl bizimle beraber
olabilirler?” dediklerinde Allah Resûlü (s.a.s.):
“Evet, onlar Medine’dedirler. Fakat onları orada
alıkoyan mazeretleridir” diye cevap verdi. (Buhârî, Cihad 35; Müslim, İmâre
159; Ebû Dâvûd, Cihad 19)
Ancak imkânları olduğu ve herhangi bir özrü bulunmadığı halde
cihattan geri kalanların durumu ayrı mütalaa edilmektedir. Bunlar mü’min
oldukları için kendilerine cennet vaat edilmekle beraber, derece ve mükâfat
itibariyle mallarıyla canlarıyla cihad edenlerle eşit tutulmaları mümkün
değildir. Şüphesiz Allah, mallarıyla canlarıyla kendi yolunda cihad edenleri
katında yüksek derecelere erdirecek, onlara büyük mükâfatlar ikram edecek,
bütün günahlarını bağışlayacak ve onlara merhametiyle muamele edecektir.
Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
“Cennette yüz derece vardır. Allah
Teâlâ bu dereceleri kendi yolunda cihad edenler için hazırlamıştır. Her iki derece
arasındaki mesâfe yerle gök arası kadardır.” (Buhârî,
Cihad 4)
İmam Kuşeyrî (r.h.) âyetle ilgili şu açıklamayı yapar: Bütün
noksanlardan münezzeh olan Allah, evliyâsını kerâmetler husûsunda bir tutmuş,
ancak ulaşacakları dereceler bakımından onları farklı kılmıştır. Bâzıları
zengin, bâzıları daha zengin, bâzıları büyük, bâzıları daha büyüktür. Yıldızlar
parlaktır. Fakat ayın parlaklığı onların üzerindedir. Güneş doğduğu zaman ise
ışığıyla onların hepsine galip gelir. (Kuşeyrî, Letâifu’l-işârât, I,
221)
Belki cennet; Hakk’a vâsıl olanlar, özürleri sebebiyle yolda kalan
tâlibler ve özürsüz olarak talep etmeden oturup kalan mü’minler arasında
müşterektir. Ancak onlardan birinci grup bir vâdîde, diğerleri başka bir
vâdîdedir. Bunlar, derece bakımından Allah Teâlâ katında eşit olmazlar.
İnsanlar içinde bir grup da vardır ki, kendilerine yazık edip
cehennemlik olmuşlardır:
97. Melekler, dininin emirlerini yerine getirmeyerek kendilerine yazık ederken canlarını aldıkları kimselere: “Sizler ne işle meşguldünüz?” diye sorarlar. Onlar: “Biz düşman yurdunda dinimizi yaşamaktan âciz bırakılmış, gerçekten zayıf kimselerdik” derler. Melekler de onlara: “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Orada uygun bir yere hicret etseydiniz ya!” derler. Onların varacağı yer cehennemdir. Orası, son durak olarak ne fenâ bir yerdir.
“Kendilerine
yazık ederken öldürülen” kimselerden maksat, hicret emri geldikten sonra imkânları bulunduğu halde Peygamberimiz ve ashâbıyla
beraber Mekke’den Medine’ye[1]
hicret etmeyen, Mekke’de müşrikler arasında yaşamaya devam eden, bu sebeple ya
tekrar küfre dönen veya dinlerini tehlikeye atanlardır. Nitekim Abdullah b.
Abbas (r.a.) âyetin iniş sebebiyle alakalı olarak şu rivayette bulunmuştur:
“Müslümanlardan bir grup insan müşriklerle beraber bulunuyor,
savaşlarda da Resûlullah’a karşı müşriklerin sayısını arttırmış oluyorlardı. Bu
arada atılan oklardan ve sallanan kılıçlardan isabet alıp yaralanıyor veya
ölüyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Buhârî, Tefsir 4/19)
Dolayısıyla onlara düşen vazife, din ve inançlarının gereğini
rahat bir şekilde yerine getirmelerine mâni olan, hatta tam aksi istikâmette
davranmaya zorlayan müşrikleri bir an önce terk edip, müslümanların arasına
katılmak ve onlarla beraber yaşamaktır.
Âyette “aciz bırakılmış, gerçekten zayıf kimseler” diye tercüme
ettiğimiz اَلْمُسْتَضْعَفُونَ (müstad‘afûn) kelimesi, içinde yaşadıkları hâkim topluluk tarafından
ezilen, önem verilmeyen, isteklerine kulak asılmayan, haklarını savunma ve alma
bakımından güçleri yeterli olmayan aciz kimseleri ifade eder. Kur’an’ın
yaklaşımına göre müstad‘af olmak, makbul bir durum değildir. Mü’mine yakışan
zillet değil izzettir; mahkum değil hâkim olmaktır. Bu sebeple öncelikle böyle
zelîl bir duruma düşmemek gerekir. Başa geldiği takdirde ise en kısa zamanda
bir yolunu bulup bu zelîl durumdan kurtulmak icap eder. Zira meleklerin,
canlarını aldıkları sırada onların zayıf kimseler oldukları yönündeki
mazeretlerini makul karşılamayıp, “Allah’ın arzı geniş değil miydi,
orada uygun bir yere hicret etseydiniz ya” (Nisâ 4/97) demeleri buna teşvik
etmektedir. İşte bulundukları yerde din ve inançlarının gereği olan
vazifelerini yerine getirmelerine mâni olan bir zulüm ve hâkimiyet altından
çıkmak ve az veya çok daha müsait bir tarafa göç edebilmek imkânına sahip
oldukları, dolayısıyla tam anlamıyla aciz ve zayıf olmadıkları halde,
kendilerini tamâmen zayıf addedip yerlerinden kımıldamayanlar, bu şekilde
yapabilecekleri vazifelerini terk ederek küfür ve zulme yardımcı olmuş
olacaklarından bunların varacakları yer cehennemdir. Cehennem ise pek fenâ bir
dönüş yeridir.
Âyet-i kerîme her ne kadar Mekke’de kalan müslümanlar hakkında
inmiş olsa da hükmü genel olup, bu durumda olan herkesi içine almaktadır.
Gerçekten aciz, güçsüz ve çaresizlere gelince:
[1] Âyet-i kerîmede geçen اَرْضُ
اللّٰهِ (ardullah),
bir görüşe göre Medine-i Münevvere olup Allah’ın dünyada kendine nisbet ederek
şereflendirdiği tek şehirdir. Medine-i Münevvere’nin doksan kadar ismi vardır.
Onlardan biri de Ardullah’dır. Yalnız bu görüş, âyetin mânasının umûmî oluşuna
mâni değildir. Dünyanın herhangi bir yerinde baskı görüp dinini yaşayamayan bir
müslüman, dinini kolaylıkla yaşayabileceği müsait bir yere hicret edebilir.
Hicret edeceği o yer de “ardullâh”tır.
98. Ancak hiçbir çareye gücü yetmeyen ve hicret için bir yol bulamayan gerçekten âciz ve zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar bunun dışındadır.
99. Allah’ın bunları affedeceği umulur. Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır.
Ancak
gerçekten aciz ve çaresiz olan, hicret etmek için ellerinde hiçbir imkân
bulunmayan, ne kendi kendine ne de bir başkasının yardımıyla yolu doğrultup
gidemeyecek durumda olan hakikaten zavallı ve perişan olan erkekler, kadınlar
ve çocuklar önceki ayette haber verilen ilâhî tehdide muhatap değildir. Çünkü
onların ne halde olduklarını Allah Teâlâ, çok iyi bilmektedir. Dolayısıyla
onları affetmesi umulur. Burada kesin bir dille “Allah onları affedecektir”
değil de, “affetmesi umulur” şeklinde bir ifadenin kullanılması, hicreti terk
etmenin son derece tehlikeli bir durum olduğunu hatırlatmakta, hatta mecbûren
hicret edemeyip kalan kimsenin kendini emniyette hissetmemesini, hicret etmek
için fırsat kollamasını ve kalbini ona bağlayıp bir çıkar yol aramasını
istemektedir. Zira en zor şartlarda bile hicret etmeye çalışmak büyük bir
mükâfata, bolluk ve genişliğe, Allah’ın mağfiret ve rahmetini kazanmaya vesile
olacaktır:
100. Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde barınacak pek çok güzel yer ve maddî-manevî genişlik ve bolluk bulur. Kim de evinden Allah ve Rasûlü’ne hicret etmek niyetiyle çıkar, sonra da hedefine varmadan kendisine ölüm yetişirse, artık onun mükâfatı şüphesiz Allah’a aittir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Şartlar
gerektirdiği zaman dinin emirlerini kolaylıkla yaşayabilmek ve yasaklarından sakınabilmek
için müsait bölgelere hicret etmek, Kur’ân-ı Kerîm’in yer yer temas ettiği
mühim bir ilâhî emirdir. Zira Allah Teâlâ insanı, sadece yemesi, içmesi ve
elinden geldiği kadar dünyanın bir kısım imkânlarından istifade etmesi için
değil, kendine kulluk yapması için yaratmıştır. Dolayısıyla o, geniş olan
yeryüzünde Allah’a en güzel şekilde kulluk edebileceği yerleri aramak ve
bulmakla da mükelleftir. Ancak bunu başarabilmesinin önünde iki mühim engel
vardır:
Birincisi;
insan, içinde doğup büyüdüğü ve yaşadığı vatanını sever; orada huzur ve
refahının daha çok olduğunu düşünür. Hicret etme mecburiyetinde kalınca, “Eğer
vatanımı terk edersem, sıkıntıya, zorluğa ve maişet darlığına düşerim” diye
endişe eder. İşte âyet-i kerîmenin “Kim Allah yolunda hicret ederse
yeryüzünde barınacak pek çok güzel yer ve maddî-manevî genişlik ve bolluk
bulur” (Nisâ 4/100) kısmı, böyle bir endişenin yersiz olduğunu beyân
buyurmaktadır.
İkincisi;
hicrete mani olacak ikinci sebep ise şudur: Hicret etmek isteyen kişi, “Eğer
ben şöyle bir hedefe ulaşmak ve daha güzel şeyler elde etmek için vatanımı terk
edersem, onu ya elde ederim veya edemem. Dolayısıyla elde edip edemeyeceğim
şüpheli olan bir şey yüzünden, elimde mevcut olan imkânlarımı ve huzurumu zayi
etmemek daha evladır” diye düşünebilir. İşte âyet-i kerîmenin “Kim de
evinden Allah ve Rasûlü’ne hicret etmek niyetiyle çıkar, sonra da hedefine
varmadan kendisine ölüm yetişirse, artık onun mükâfatı şüphesiz Allah’a aittir”
(Nisâ 4/100) kısmı da böyle bir endişenin gereksiz olduğuna, her halükârda
Cenâb-ı Hakk’ın, niyetine göre kula mükafatını vereceğine vurgu yapmaktadır.
Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Yapılan işler niyetlere göre değerlendirilir. Herkes yaptığı işin
karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Rasûlü’ne varmak,
onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Rasûlü’ne hicret
sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına
kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlendirilir.”
(Buhârî,
Bed’ü’l-vahy 1; Müslim, İmâret 155)
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebi olarak zikredilen şu hâdise de güzel bir niyetle hicrete
yönelmenin fazilet ve değerini ortaya koymaktadır:
“Melekler, dininin emirlerini yerine getirmeyerek kendilerine
yazık ederlerken canlarını aldıkları kimselere… (Nisâ 4/97)
âyet-i kerîmesi nâzil olunca, müslümanlardan hasta olan bir kişi şöyle
dedi: “Allah’a yemin ederim, benim mazeretim yoktur. Çünkü ben, yolu da bilen
birisiyim, varlıklı da birisiyim. Haydi beni bineğime bindiriniz.” Onu
bineğine bindirdiler. Yola devam ederken Ten‘im denilen yerde eceli yetip vefat
etti. Ashâb-ı kirâm: “Eğer hicret edip bize ulaşabilmiş olsaydı ecrini
eksiksiz olarak hakeder ve alırdı” dediler. Oğulları gelip olayı Peygamber
Efendimiz’e haber verdiler. Bunun üzerine “Kim de evinden Allah ve Rasûlü’ne
hicret etmek niyetiyle çıkar da…” (Nisâ 4/100) âyeti nâzil oldu. (bk.
Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 323-325; Kurtubî, el-Câmi‘, V, 449)
Bu
âyetten hareketle Üftâde Efendi (k.s.), nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesi
yaparak tasavvufî bir terbiye ve terakkî yoluna girenlere müjde mâhiyetinde şu
açıklamayı yapmaktadır:
“Seyr
ü sülûk yoluna giren bir kimse, kemâle ermeden ölürse, kabirde murâdına erişir
ve sülûkünü tamamlar. Nitekim hac için Kâbe yolunu tutup, o yolda ölen kimseye
de iki hac sevabı verilir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, II, 330)
Küfür
diyarından yani müslüman olmayanların kültür ve düzenlerinin hâkim bulunduğu
ülkeler ve toplumlardan İslâm diyarına hicret etme farziyeti kıyamete kadar
geçerlidir. Peygamberimiz (s.a.s.)’in “Mekke fethinden sonra hicret
mecburiyeti kalkmıştır; lâkin cihad ve iyi niyetle yurdundan ayrılmanın
gerekliliği devam eder; bu sebeple savaşa çağırıldığınız zaman hemen katılın”
(Buhârî, Cihad 1) beyânı, sadece Peygamber Efendimiz’in bulunduğu yere hicret
etme mecburiyetini kaldırmıştır. (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, V, 350) Çünkü
İslâm’ı öğrenmek ve yaşamak için müsait olmayan hatta insanları dinden
döndürmek üzere baskı yapılan bir bölgede oturmaya devam etmek, kişinin imanını
ve dinî hayatını tehlikeye atacaktır.
Şimdi
de cihad ve hicret için yola çıkanlara seferde, korku halinde, düşman
karşısında, hatta hastalık ve yağmur gibi zaruri durumlarda bir kolaylık ve bir
merhamet tecellisi olarak namazı kısaltmalarına müsaade eden beyânlar
gelmektedir:
101. Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfirlerin size bir fenâlık yapmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızda üzerinize bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır.
“Namazı
kısaltmak”, farzı dörder rekat olan öğle, ikindi ve yatsı namazlarını ikişer
rekat olarak kılmaktır. Dolayısıyla sabah ve akşam namazlarında kısaltma
yapılamaz. Bu âyet-i kerîme sefere çıkılıp düşman korkusu söz konusu olursa
namazın kısaltılmasına müsaade etmektedir. Yolculukta emniyet durumunda
namazları kısaltmak ise Allah Resûlü’nün sünnetiyle sabittir. Peygamber
Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Yolculukta namazı kısaltmak Allah’ın size bir sadakasıdır;
öyleyse siz de onun sadakasını kabul edin.” (Müslim, Müsâfirîn 4)
Görüldüğü
üzere korku ve tehlike hallerinde namazı kısaltmak, Allah’ın kullarına
sağladığı bir ruhsattır, kolaylıktır. Tehlikesiz yolculuklarda namazı kısaltma
izni ise Allah’ın kullarına bir sadakasıdır. Onun ruhsatı da, sadakası da kabul
edilip ona göre ibâdet edilmelidir. Gerçekten de Allah Resûlü (s.a.s.), yapmış
olduğu bütün seferlerde gerek korku gerek emniyet halinde olsun, rekâtların
sayısını kısaltmıştır. Bu konuda âlimlerin bir görüş ayrılığı yoktur.
Ordu,
savaş halindeyken namazı cemaatle nasıl kılacaklarını tarif etmek üzere
buyruluyor ki:
102. Rasûlüm! Savaşta mü’minler arasında bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir grup silahlarını da yanlarına alarak seninle beraber namaza dursunlar. Bu esnâda diğer grup düşmanı gözetlesin. Namaz kılan grup secde yapıp rekâtı tamamlayınca, düşmanı gözetlemek üzere arka tarafa geçsin. Sonra henüz namaz kılmamış olan diğer grup gelsin ve seninle beraber namazlarını kılsınlar. Hem yer değiştirirken hem de namaz esnâsında ihtiyat tedbirlerini alsınlar, silahlarını da yanlarında bulundursunlar. Çünkü kâfirler, silahlarınızı ve teçhîzâtınızı unutup bırakmanızı, böylece âni bir baskınla üzerinize saldırmayı çok arzu ederler. Ancak yağmur-çamurdan dolayı sıkıntıya düşerseniz, yahut hasta iseniz namaz kılarken silahlarınızı yere bırakmanızda size bir vebâl yoktur. Fakat yine de gelebilecek tehlikelere karşı tedbiri elden bırakmayın. Şüphesiz ki Allah, kâfirler için pek alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.
Burada
düşman saldırısı gibi ciddî bir tehlike ânında, durumun müsaadesi ve gereğine
göre, cemâatin iki gruba ayrılarak, imâmın arkasında farz bir namazı kısaltıp
nöbetleşe nasıl kılacaklarının hususi bir şekli tarif edilmektedir: İki rekâtli
namazın ilk rekâtini imamla birlikte kılan birinci grup, ikinci secdeden sonra
cemâatten ayrılıp vazife başına gider. İkinci grup gelerek imamla birlikte
kalan rekâtı tamamlar ve vazifeye döner. İmam kendi başına selam verir. Daha
sonra da birinci grup “lâhik” hükmünde olduğu için kıraatsiz, ikinci grup ise “mesbûk”
durumunda olduğu için kıraatli olarak yine nöbetleşe namazlarını tamamlar. (bk.
Muvatta, Salâtü’l-havf 1-3) Böylece namaz hem cemâatle îfâ edilmiş hem de
düşman tarafından gelebilecek tehlikelerin önüne set çekilmiş olur.
Yaratılıştan
maksat Allah’a kulluk etmek, en zor şartlarda bile O’nun emirlerini yerine
getirmeye gayret göstermektir. Namaz, İslâm’ın esaslarından ve kulluğun en
mühim şartlarından biridir. Onun cemaatle kılınması ise, hem âyet-i kerîmeler
hem de hadis-i şeriflerde tavsiye edilmektedir. Savaş halinde ve düşman
saldırısının muhtemel olduğu anda bile, namazın cemaatle nasıl kılınacağının
tarif edilmesi ve bunun emredilmesi, Rabbimizin namaz ibâdetine ve onun
cemaatle ifâsına ne seviyede ehemmiyet verdiğinin açık bir delili olarak kabul
edilmelidir. Ancak âyet-i kerîmede de tekrar tekrar vurgulandığı gibi, herhangi
bir ani baskın ve saldırının vuku bulması ihtimaline binâen silahların ve
ihtiyat tedbirlerinin alınması emredilmektedir. Rivayete göre Resûlullah
(s.a.v.) bir gazve esnasında ashâbı ile öğle namazını kılmış, müşrikler de bunu
görmüştü. Sonradan “Biz ne fenâ yaptık, niye o sırada saldırıvermedik” dediler
ve diğer bir namaz sırasında baskın yapmaya karar verdiler. Yüce Allah da bu
âyetle Peygamberine onların sırlarını bildirdi. (bk. Ebû Dâvûd, Salâtü’s-sefer
12/1236)
Diğer
taraftan yağmur veya hastalık gibi zor durumlarda silahların yere bırakılmasına
müsaade edilirken, yine de ihtiyat tedbirlerinin alınması istenmektedir.
Savaşta böyle bir eziyet ve zarar bulunmadıkça namazda bile silahı üzerinde
bulundurmak vacip, elden bırakmak ise günahtır. Silahları bırakmak caiz olduğu
zaman da her halde ihtiyatlı olmak, tetikte bulunmak, namaz kılarken de düşmana
karşı dikkatli, uyanık ve temkinli bulunmak lazımdır. Düşmanın ani saldırısıyla
karşı karşıya kalmamak ve gafil avlanmamak için ne gerekiyorsa yapılmalıdır.
Çünkü kâfirler, müslümanların apaçık düşmanlarıdır; onları gafil avlayıp
ansızın saldırmayı ve onları mağlup edebilmeyi çok isterler.
Âyetin
sonunda yer alan, “Şüphesiz ki Allah, kâfirler için pek alçaltıcı bir azap
hazırlamıştır” (Nisâ 3/102) beyânıyla, düşmandan sakınmak emredilmekle
beraber, bunu gerçekten düşmanın güç ve kuvvetine bağlamanın, bu yolla
mü’minleri şüphe ve heyecana düşürmenin doğru olmadığı gösterilmekte, özellikle
kalpleri sadece Allah’a bağlamanın ve bununla beraber sebeplere sarılmanın da
mühim olduğu hatırlatılmaktadır. Bu şekilde, itikâdî yönden kâfir olanlar
cehennem azabıyla korkutuldukları gibi, “sünnetullâh” denilen Allah Teâlâ’nın
ictimâî hayatla alakalı kanunlarını görmezlikten gelip ihmal edenler de netice
itibariyle mağlubiyet ve perişanlıkla tehdit edilmektedir.
Düşman
karşısında ihtiyatlı ve temkinli olmanın, gerekli bütün tedbirleri almanın
ehemmiyetini göstermesi açısından bir gaza esnâsında bizzat Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in
başından geçen ve bu âyetin inişine de sebep olan şu hâdise ne kadar dikkate
şâyandır:
Resûlullah
(s.a.s.) Enmâroğulları kabîlesiyle savaşmak üzere gazaya çıktı. Allah Teâlâ o
kabîleyi hezîmete uğratmıştı. Resûlullah (s.a.s.) ve müslümanlar savaş yerine
geldiklerinde düşmandan kimseyi göremediler ve silahlarını bıraktılar.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de silahını bırakarak bir ihtiyâcını görmek için
çıkmıştı. Vâdinin öteki tarafına geçtiğinde yağmur serpiştiriyordu. Resûlullah (s.a.s.)
ile ashâbı arasına vadi girmişti. Peygamberimiz bir ağaç altına oturmuştu ki
Gavres b. el-Hâris adındaki düşman onu gördü. Yanında kılıcı bulunduğu halde
dağın tepesinden indi. Arkadaşlarına da “Muhammed’i öldürmezsem Allah canımı
alsın” diye söz vermişti. O gelip başının üzerine dikilmeden Resûlullah bunun
farkına varamadı. Kılıcını kınından çıkartıp:
“–Ya
Muhammed, seni şimdi benden kim kurtaracak?” dedi. Peygamber Efendimiz (a.s.)
da:
“–Aziz ve Celîl olan Allah!” dedi. Sonra “Allahım dilediğin yolla beni Gavres b. el-Hâris’den kurtar!” diye dua
etti. Gavres kılıcını Resûlullah (s.a.s.)’e vurmaya yeltendi. Fakat âniden iki
omuzu arasına bir sancı saplanıp yüzü üstüne yere kapandı, kılıcı da elinden
düştü. Resûlullah (s.a.s.) hemen kalkıp kılıcı aldı ve:
“–Ey Gavres, şimdi seni benden kim
kurtaracak?” buyurdu. O da:
–Hiç
kimse” dedi. Resûlullah (s.a.v.) ona:
“–Allah’dan başka ilâh olmadığına ve
Muhammed’in O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet et, kılıcını sana vereyim”
buyurdu. Gavres:
“–Hayır,
bunu söyleyemem. Fakat ebedî olarak seninle savaşmayacağıma ve sana karşı
kimseye yardım etmeyeceğime söz veririm” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.)
ona kılıcını verdi. Gavres:
“-Vallahi
sen benden çok hayırlısın” deyince Allah Resûlü:
“–Ben hayırlı insan olmaya senden
daha layığım” buyurdu. Gavres arkadaşlarının yanına dönüp olanları anlattı.
Bâzıları îmana geldi. Yağmur dinip vâdinin seli çekilince Resûlullah (s.a.s.)
ashâbının yanına döndü ve hâdiseyi onlara anlattı. (bk. Buhârî, Megâzî 31; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, III, 390; Kurtubî, el-Câmi‘, V, 372-373)
Şimdi
de bu şekilde namaz tamamlandıktan sonra ve emniyete kavuştukları zaman müslümanların
nasıl davranacakları açıklanmaktadır:
103. Korku hâlinde kıldığınız namazı bitirince ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerine yatarken Allah’ı zikredin. Korkudan emîn olduğunuz vakit ise artık namazı normal zamandaki şartlarına uyarak dosdoğru kılın. Çünkü namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirlenmiş farz bir ibâdetdir.
Müslümanlar, tarif edildiği şekilde korku namazını kılıp
bitirdiklerinde dilleri ve kalpleriyle daimî olarak Allah’ı zikre devam
edeceklerdir. İster ayakta, ister otururken, isterse yanları üzere yatıyorken
Allah’ı hiçbir zaman dillerinden düşürmeyecekler ve hatırlarından
çıkarmayacaklardır. Hususiyle savaş halinde iken tekbir, tehlil getirerek ve
ilâhî yardımın celbi için dua ederek Allah’ı anacaklardır. Nitekim bir başka
âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Düşman ordusuyla karşılaştığınız zaman sebat
edin, dayanın ve Allah’ı çok çok zikredin ki başarıya erebilesiniz.” (Enfâl 8/45)
Savaş
bitip kalpler sukûnete ererek huzur ve emniyet hâli tahakkuk edince mü’minler,
vakti gelen namazları bütün rükun ve şartlarına dikkat ederek kılacaklar, savaş
sırasında kılamadıkları namazları da kaza edeceklerdir. Zira fiilen savaşta
bulunmak namaz kılmayı engelleyen bir durum olup, bu takdirde namazları kazaya
bırakmak gerekebilir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), Hendek savaşı sırasında
dört vakit namazı kazaya bırakmıştır.
Âyetin
“Namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirlenmiş farz bir ibâdetdir” (Nisâ
3/103) bölümü, farz namazların vakitlerine umûmi mânada işaret etmektedir.
Başka âyetlerde haber verildiğine göre bunlar sabah, öğle, ikindi, akşam ve
yatsı vakitleridir. (bk. Hud 11/114; İsrâ 17/78; Tâhâ 20/130; Rûm 30/17-18) Peygamber Efendimiz,
bu âyetlerdeki mânaların tefsiri ve beyânı sadedinde namaz vakitlerini, onların
başlangıç ve bitiş zamanlarını tayin etmiş ve namazların nasıl kılınacağını da
bizzat tatbik ederek açıklamıştır. Asr-ı saadetten günümüze kadar milyonlarca
müslümanın tatbikatıyla bu şekilde devam etmiş ve bundan böyle de böylece devam
edecektir.
Allah
Teâlâ, kullarına olan rahmetinin bir tezâhürü olarak ve kulluğu kolaylaştırmak
maksadıyla onların yapacakları ibâdetler için belirli vakitler tâyin etmiştir.
Bu sebeple günde beş vakit namazı, senede bir ay orucu, kırkta bir zekâtı ve
ömürde bir defâ haccı farz kılmıştır. İbadetler için bu şekilde belirli ve
sınırlı vakitler olmasaydı, nefsin en mühim aldatması olan “şimdi kalsın,
ileride yaparım” düşüncesi insanları ibâdetten alıkoyabilir, bu takdirde
tembellik yapıp görmezlikten gelerek kulluk vazifelerini terk etmelerine sebep
olabilirdi.
Diğer
taraftan özellikle namazın, günün belirli saatlerinde beş vakit olarak takdir
edilmesinin, insan ömrünün geçirdiği safahatla da yakın bir alakasının olduğu
görülebilir. Şöyle ki:
İnsanın
doğumundan ölümüne ve âhirete irtihal etmesine kadarki hayatı beş mertebe
olarak değerlendirilebilir. Birincisi, doğup varlık âlemine gelme mertebesidir.
Nitekim insan doğar, bir müddet gelişme ve büyüme devresi geçirir. Bu müddete
“büyüme çağı” denilir. İkinci mertebe, duraklama devridir ki, bir süre artıp
eksilmeyerek olgunluk sıfatı üzere kalır. Bu müddete “gençlik çağı” denir.
Üçüncü mertebe “olgunluk çağı”dır. Bu devrede insanda gizli bir noksanlık yüz
göstermeye başlar. Dördüncü mertebe “yaşlılık çağı”dır ki, insanda açıktan
açığa bir takım noksanlıklar ortaya çıkmaya başlar ve ölünceye kadar bu durum
devam edip gider. Buna da yaşlılık ve ihtiyarlık denir. Beşinci mertebe, insan
öldükten sonra bir müddet daha izleri devam eder. Daha sonra bu izler de
kaybolur ve ortada ne adı ne de izi kalır. Doğuşundan batıp kayboluşuna kadar
güneş için de bu beş mertebe geçerlidir. Güneşin doğudan doğduğu sıradaki hali
insanın doğduğu zamanki halini andırır. Yavaş yavaş yükselir, nuru kuvvetlenir,
ısısı şiddetlenir, nihayet göğün ortasına gelir, bir duraklama anı geçirir.
Sonra inmeğe başlar ve yavaş yavaş eksilerek ikindiye kadar gider. Sonra
eksiklikleri daha net bir şekilde ortaya çıkar, ışığı ve ısısı zayıflar,
çökmesi artar ve hızla batmaya yönelir. Battıktan sonra batı ufkunda şafak
denilen bazı izleri kalır, sonra bu da kaybolur ve güneş sanki âlemde hiç
yokmuş gibi bir hale gelir. İşte ilâhî kudret ve azamet tecellilerinden olan bu
beş mertebeden her birini yüce Allah, bir ilâhî emre işaret yapıp her birinde
bir namazı farz kılmıştır. Vakti ve zamanı belli birer farz ibâdet olan bu beş
vakit namaz, günlük değişmeleri belirtip gösteren bir takvim gibi, müslümanın
işlerini nizama koymakta, onun planlı programlı bir hayat sürmesini
sağlamaktadır. Dolayısıyla, müminlerin namazları ne kadar düzenli olursa, diğer
durumları da o nispette düzenli ve intizamlı olacaktır.
Ancak
bütün kulluk namazdan ibaret değildir. Allah’ın dinini yüceltmek için cihad
etmek, din düşmanlarıyla mücadelede gerekli bütün çalışmaları yapmak ve bu
hususta en küçük bir gevşeklik göstermemek de Allah’a kulluğun önemli bir
yönünü teşkil eder:
104. Düşmanınız olan o kavmi, toparlanmalarına fırsat vermeden takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da sizin gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz Allah’tan, onların ummadıkları şeyleri umuyorsunuz. Allah, hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Âyetin
nüzûl sebebi hakkında şöyle bir hâdise nakledilir: Uhud günü müslümanların
başına gelenler geldikten sonra Allah Resûlü ve ashâbı dağa çıktılar. Aşağı
taraftan Ebu Süfyan gelip: “Ey Muhammed, yara yaraya karşılıktır, savaş böyle
sırayladır; gâlibiyet bir gün size ise bir gün de bizedir” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.)
ashâbına: “Şuna cevap versenize!” buyurdu. Onlar: “Ortada eşitlik yok:
Bizim ölülerimiz cennette, sizinkiler ise cehennemdedir” dediler. Ebu Süfyân:
“Uzzâ bizimdir, sizin Uzzâ’nız yok.” dedi. Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.): “Allah
bizim Mevlâmızdır, sizinse mevlânız yok, deyiniz” buyurdu. Ebu Süfyân:
“Yücel ey Hübel, yücel ey Hübel!” dedi. Peygamberimiz: “Allah en yücedir, en
Uludur! deyiniz” buyurdu. Ebu Süfyan: “Bizim ve sizin buluşma
yerimiz Küçük Bedir olsun” dedi. O gün müslümanlar yaralı olarak uyudular.
İkrime der ki: “İşte orada « Size Uhud’da bir yara dokunduysa, biliyorsunuz
ki Bedir’de de düşmanlarınıza benzeri bir yara dokunmuştu....» (Al-i İmrân
3/140-141) âyetleri ile bu âyet, yani «Düşmanınız olan o kavmi,
toparlanmalarına fırsat vermeden takip etmekte gevşeklik göstermeyin…» (Nisâ
4/104) âyet-i kerîmesi nâzil oldu.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 357-358)
İniş
sebebi bu olmakla beraber âyet-i kerîmenin mânası bütün zamanları ve
mü’minlerin kâfirlerle yaptıkları ve yapacakları bütün savaş hallerini şümûlüne
almaktadır. müslümanlar, düşmanları karşısında devamlı hazırlıklı olmalıdırlar.
Havada, karada ve denizde kâfirlerle savaşıp muzaffer olabilmek ve bu
gâlibiyetin devamını sağlayabilmek için ordu, silah ve mühimmat itibariyle her
türlü donanımı sağlama mecburiyeti vardır. Bu hususta siyasi, iktisadî, içtimâî
ve askeri her türlü çalışmanın yapılması, yatırımların devam etmesi, fedakârlık
gösterilmesi ve masraftan kaçınılmaması gereklidir. Barışı sağlamanın ve huzur
içinde yaşayabilmenin en emin yolu da budur. Savaş, cihad ve her türlü
mücâdelede düşmanlarına nispetle müslümanların daha gayretli olmaları beklenir.
Çünkü savaşta ölüm ve yaralanma durumlarında, insan olmaları itibariyle kâfir
olsun mü’min olsun aynı acıyı çekmektedirler. Fakat mü’minler, Allah’tan
kâfirlerin beklemedikleri güzellikleri beklemekte ve ummaktadırlar. Kâfirlerin,
elde edecekleri kazanç tamamen dünya ile alakalı olup, ebedi hayatla ilgili
hiçbir beklentileri yoktur. Mü’minler ise dünyada barış, emniyet, huzur,
helâlinden dünya nimetlerine sahip olmanın yanında, daha mühimi ebedi saadete
erişip cennet nimetlerine ulaşmayı ve Allah’ın rızâsına ermeyi istemektedirler.
Düşman denilince akla sadece savaş gelmemeli,
onların da insan olduğu, dolayısıyla bir kısım haklarının bulunduğu gözden uzak
tutulmalıdır. Özellikle kâfirlerle savaşma ve onları takip etme bahsindeki
buyrukları görüp de onlara hainlik etmeyi, haksızlık yapmayı ve yapmadıkları
bir şeyi “yaptılar” diyerek iftira etmeyi dinin gereği zannetmemelidir. İslâm
dininin hedefi ve Kur’ân’ın iniş hikmeti, hakkı yerleştirmek ve her hak
sahibine hakkını vermektir. Hak, kâfirle de ilgili olsa yine haktır. Kâfirin
inkâr hâli, onun haklarına tecavüzü helâl kılmaz. Hak olan bir dinin gereği,
kâfirin bile lehinde veya aleyhinde ancak Allah’ın indirdiği hak ve adâlete
dayanan hükümlerle hükmetmektir. Şimdi bunun güzel bir misali verilmektedir:
105. Rasûlüm! Doğrusu biz, ilâhî gerçekleri ortaya koyan bu kitabı sana, insanlar arasında Allah’ın gösterdiği şekilde hüküm verebilesin diye indirdik. Sakın, hâinlerin savunucusu olma!
Kur’ân-ı
Kerîm, insanlar arasında Allah Teâlâ’nın muradına uygun tarzda adâlet ve
hakkaniyet prensiplerine dayalı olarak hükmedilmesi için indirilmiştir. Çünkü
O, hakkı açıklayan, her türlü bâtıl ve eğrilikten uzak, sadece hak yolu, adâleti
ve doğruyu gösteren bir hidâyet düstûrudur. Bu âyetler hakkında şöyle bir iniş
sebebi rivayet edilmektedir:
Zaferoğullarından
ve Ensar’dan Tu‘me b. Übeyrık, komşusu Katâde b. Numân’ın evinden bir zırh
çalmıştı. Zırh, içinde un bulunan bir çuvalda idi. Çuval da yırtık olduğundan
evine kadar un dökülerek gitmişti. Sonra çaldığı zırhı yahudilerden Zeyd b.
Semîn adında bir adamın yanına sakladı. Çalınan zırh Tu‘me’nin yanında aranıp
bulunamayınca o:
“–
Vallahi ben almadım ve onun hakkında bir bilgim de yok” diye yemin etti. Zırhın
sahipleri:
“–
Hayır, vallahi zırhı o çaldı. Gece karanlıkta bize geldiğini gördük, zırhı
aldı, evine girinceye kadar da izini sürdük, zaten un izini de görmüştük”
dediler. Ancak Efendimiz hırsızlık suçlamasını reddeden Tu‘me’ye yemin teklif
edip, o da çalmadığına dâir yemin edince zırhın sahipleri mecburen Tu‘me’yi
serbest bıraktılar. Un izini takip ederek nihâyet yahudinin evine geldiler ve
onu tutup Allah Resûlü’ne getirdiler. Yahudi:
“–
Zırhı bana Tu‘me b. Übeyrık verdi” dedi ve yahudilerden bir cemâat da buna
şâhitlik ettiler. Tu‘me’nin kabilesi olan Zaferoğulları ise:
“–
Gelin, Resûlullah’a gidelim” dediler ve Efendimiz’e gelip Tu‘me’nin durumunu
anlattılar. Arkadaşlarını müdafaa sadedinde:
“–
Ey Allah’ın Rasûlü! Eğer hırsızlığı yahudinin yaptığını ilân ederek onu cezalandırmazsan
arkadaşımız helâk olacak, rezil rüsvâ olacak, yahudi de suçsuz çıkacak”
dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyetleri indirerek, kimin hâin, kimin
temiz ve günahsız olduğunu açıkça bildirdi ve Resûlullah (s.a.s.)’e de doğruyu
gösterdi. Buna karşı Tu‘me Hakk’a teslîm olup tevbekâr olacak yerde Mekke’ye
kaçarak dinden döndü. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 362-364; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 183)
Buna
göre hırsızlık veya herhangi bir suç işlendiğinde, sanık veya sanıkların tayininde
bir belirsizlik ve zorluk söz konusu olursa hâkimin, sanıkların din ve
milliyetine bakmaksızın tam bir adâlet duygusuyla konuya yaklaşması ve tarafsız
bir şekilde konuyu araştırarak hüküm vermesi gerekir. Çünkü onun vazifesi,
hakkın yerine getirilmesi ve gerçek sahibini bulması için gayret göstermektir.
Dolayısıyla davacının makamı, şöhreti, serveti ve sağladığı menfaat ne olursa
olsun, haksız olduğu takdirde herhangi bir hakim veya avukat onun tarafını
tutamaz, lehinde hüküm çıkarmak için çalışamaz. Haklı olduğunu bilmediği bir
kimseyi başkası karşısında savunamaz. Bu, caiz değildir. Dolayısıyla, vereceği
hükmün yanlış olma ihtimaline karşılık Cenab-ı Hak Peygamberinden istiğfar
etmesini istemektedir:
106. Allah’tan bağışlanma dile! Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcıdır ve çok merhametlidir.
Peygamberler
masumdurlar; günah işlemezler. Ancak, hakkında vahiy inmemiş hususlarda hüküm
verirken o ana kadarki birikimlerine göre hüküm verirler. Niyetleri de vahyin
henüz bir düzenleme getirmediği konularda en güzeli yakalamaktır. Bu konularda
vahiyle bir düzenleme gelirse peygamberin daha önce verdiği hüküm kesinlikle
zelle sayılmamak gerekir. Ancak vahiy gelse de hâşâ peygamber daha farklı bir
görüş ortaya koysaydı ancak bu hata sayılabilirdi ki böyle bir şey peygamberler
için hem düşünülemez, hem de asla onlardan böyle bir durum vaki olmamıştır. Mademki
Allah bütün âlemlerin rabbidir, hiç şüphesiz peygamberlerin de rabbidir. Allah
onları da onlara ihsan ettiği yüksek makamlara uygun uslublarda
yönlendirecektir. Bu gibi durumlar Allah’ın koyduğu fizik kanunları kadar tabii
ve olması gerektiği şekildedir. Bunlar malzeme olarak değerlendirilip ısmet
sıfatıyla taclandırılan ve ilâhî vahyin birinci derecede muhatapları olan
müstesna insanların geçirdikleri haller zelle olarak değerlendirilmemelidir.
Hukukî
davalarda haklı olan taraf bulunduğu gibi bir de haklı olmayan taraf vardır.
Bir taraf tabii olarak hakkını ararken, bir de bile bile hıyanet içinde olanlar
vardır. Hakime düşen kesinlikle hakkın yanında yer alıp diğerini savunmamaktır:
107. Haksızlık yaparak kendilerine hâinlik edenleri savunma! Şüphesiz Allah, hâinlikte ve günah işlemekte aşırı gidenleri hiç sevmez.
“Nefse
hıyanet”, kişinin kendini aldatması, bir menfaat elde edeceği zannıyla hareket
edip, beklentisinin tam aksine büyük bir zarara uğramasıdır. Bu bakımdan bir
insanın haksızlık yapmaya veya bir günah işlemeye cür’et ederek kendini
cehennem azabına maruz bırakması, kendini aldatmak ve Allah’ın emaneti olan
nefse hainlik etmek anlamına gelmektedir. Allah bu tür pek hâin, pek günahkâr
olan; hâinlikten sakınmayan ve günahtan çekinmeyen kimseleri hiç sevmez. O
halde böyle kimseleri savunmak, avukatlığını yapmak, onu haklı çıkarma
niyetiyle lehinde deliller bulmaya çalışmak doğru bir davranış değildir.
Şimdi
“nefse hıyanetin” açık bir misali verilmektedir:
108. Onlar, yaptıkları hâinlik ve işledikleri günahları insanlardan gizlemeye çalışırlar da, hayâ edip Allah’tan gizlemezler. Halbuki onlar, bilhassa gece karanlığında gizli gizli Allah’ın râzı olmayacağı ihânet planları yaparken Allah onların yanıbaşındaydı. Zâten Allah, onların yaptıkları her şeyi ilmiyle kuşatmış durumdadır.
Burada
“nefse hıyânetin” açık bir misâli verilmektedir: Kendilerine hıyanet edenler,
insanlardan utandıkları ve zararlarından korktukları için planladıkları
günahlarını onlardan gizliyorlar. Fakat her şeyi hakkiyle bilen ve gören,
dolayısıyla haya edilmeye ve azabından sakınılmaya en layık varlık olan Allah’ı
hesaba katmıyorlar. Halbuki Allah, gece gündüz hep onlarla beraberdir.
Geceleyin gizlice bir araya gelip, Allah’ın razı olmayacağı sözleri düzüp, bunu
nasıl uygulayacaklarını planlarken O hep yanlarında bulunmaktadır. Allah,
onların bütün yaptıklarını ilmiyle her yönden kuşatmıştır. Hiçbir şeyi gözden
kaçırmaz ve cezasını bir gün mutlaka verir. Bu, yanlış olma ihtimali bulunmayan
değişmez bir gerçektir. O halde kulun, bütün niyet, söz ve fiillerini,
kendinden bir an bile gafil olmayan bir yüce Rabbin murakabesinde ve O’nun
muradına uygun tarzda tanzim etmesinden başka bir çıkar yol yoktur.
Şunu
unutmamak gerekir ki:
109. Haydi diyelim, siz dünya hayatında onları savunmaya çalıştınız; peki kıyâmet günü Allah’a karşı onları kim savunacak? Yahut kim onlara vekil olacak?
Dünya
iyilerle kötülerin birbirinden ayrılmasını sağlayacak bir imtihan sahası olduğu
için burada iyiler iyiliklerini, kötüler de kötülüklerini yapacaklardır. Haksızlık
yapanlar olacağı gibi, o haksızları savunanlar da bulunacaktır. Fakat
yapılanlar dünya hayatıyla sınırlı kalmayacak, bunların âhiret hayatını, cennet
ve cehennemi alakadar eden çok ciddî bir boyutunun olduğu bir gün bütün
açıklığıyla ortaya çıkacaktır. Kıyamet günü Allah Teâlâ ne emrederse sadece o
geçerli olacak, hiç kimsenin O’nun emrine ve hükmüne aykırı davranması mümkün
olmayacaktır. Çünkü o günün tek hâkimi
Cenâb-ı Hak’tır. (Fâtiha 1/3; Mü’min 40/16) Hâsılı, dünya hayatında haksızların
yanında yer alanlar, onların savunuculuğunu yapmaya çalışanlar, âhirette bu
imkândan mahrum kalacakları için, onları Allah’a karşı kesinlikle
savunamayacak, kendileri de o hıyanete ortak olacaklardır. Onları savunacak
veya onlara vekillik yapacak başka bir kimse de bulunmayacaktır. Neticede
haksızlık yapanlar da, haksızlığa destek çıkanlar da hepsi birlikte Allah’ın
hesâbı ve azabıyla yüz yüze geleceklerdir.
Ancak,
henüz dünyada yaşarken elbette tevbe ve istiğfar kapısı açıktır:
110. Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olarak bulur.
111. Günah işleyen kimse, onu ancak kendi aleyhine işlemiş olur. Allah, her şeyi hakkıyla bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.
112. Kim de bir hata yapar veya günah işler de sonra onu suçsuz birinin üzerine atarsa, muhakkak ki büyük bir iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.
Kur’an,
son nefese kadar tevbe kapısını açık tutar. İnsana hatasından dönüp halini
ıslaha fırsat verir. Dolayısıyla hırsızlık etmek ve iftira atmak suretiyle
başkasına kötülük yapan veya şirk ve benzeri gibi herhangi bir günahı işleyerek
kendine zulmeden kul, tevbe edip Allah’tan mağfiret talep ettiği zaman,
bağışlanma ihtimali vardır. Çünkü günahları bağışlayacak olan sadece Allah’tır.
Allah ise çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.): “Her
hangi bir kul eğer bir günah işler, sonra abdest alır iki rekat namaz kılar ve
Allah’tan bağışlanma dilerse, mutlaka Allah onu bağışlar” buyurmuş, sonra
da: “Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan
bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici
olarak bulur” (Nisâ 4/110) âyetini okumuştur. (Tirmizî, Salât 181; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, I, 9)
Günah,
kesinlikle onu işleyen kişinin aleyhinedir. Çünkü günah, fıtratı bozar. Onun
kiri, kişinin berrak kalp aynasında hemen ortaya çıkar; onu gerçeği görüp
dinlemeye karşı kör ve sağır eder. Âyet-i kerîmede: “Hayır, gerçek hiç de
öyle değil! Aslında onların işledikleri günahlar, kalplerini bütün bütün
paslandırmıştır” (Mutaffifîn 83/14) buyrularak bu hususa işaret edilir. Bu
sebeple her günah, kişinin bizzat nefsine, insanlık cevherine yaptığı bir
hâinlik olup, onun zararını görecek ve cezasını çekecek olan da yine
kendisidir.
Yapılan
bir kötülüğü veya günahı, bunlarla hiçbir ilgisi bulunmayan suçsuz birinin
üzerine atmak ise daha büyük bir günahtır. Bunu yapan kişi hem iftira etmiş hem
de apaçık bir günah işlemiş olur. Günahlar bir yük ve ağırlık olduğundan, buna
işaret edilmek üzere âyette özellikle “yüklenmek” fiili kullanılmıştır. Nitekim
bir başka âyette: “Gerçek şu ki onlar kendi günahlarını yüklenecekler, kendi
günahlarıyla beraber saptırdıkları insanlara ait nice günahları da
yükleneceklerdir…” (Ankebût 29/13) buyrulur.
Âyette
geçen اَلْخَط۪يئَةُ (hatîe) kelimesine
küçük günah; اَلْإثْمُ (ism) kelimesine
büyük günah; birincisine “yapanla sınırlı kalan küçük günah”, ikincisine ise
“zulüm ve öldürme gibi başkasına tecavüz eden günah”; birincisine “gerek
isteyerek olsun, gerek bilmeden olsun, yapılması uygun olmayan”, ikincisine ise
“isteyerek yapılan günah” gibi mânalar verilmiştir.
Başkasına,
yapmadığı bir kötülüğü iftira etmek, ağır ve büyük bir günah olduğu gibi, kendi
günahını başkasına yüklemeye çalışmak, o günaha bu ağır ve büyük günahı ilave
etmektir. Yani günahın katlanarak daha ağır ve büyük hale gelmesidir. Böyle bir
duruma düşen kulun yapacağı şey pişman olmak, tövbe etmek, hakkı sahibine
teslim etmek, adâlete başvurmak, Allah’a yönelmek ve O’ndan bağışlanmayı
dilemektir.
Peygamber
Efendimiz (s.a.s.) bir gün ashâbına: “Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?”
diye sordu. Onlar, “Allah ve Rasulü daha iyi bilir”, dediklerinde şöyle
buyurdu: “Kardeşin hakkında duyduğunda hoşuna gitmeyecek şekilde
konuşmandır.” Bu kez Efendimiz’e, “Şayet söylediğim kardeşimde bulunuyorsa
bunun hakkında ne dersin?” diye soruldu. O da şöyle buyurdu: “Eğer dediğin
onda varsa onun gıybetini yapmış olursun. Eğer dediğin onda yoksa, ona
iftirada bulunmuş olursun.” (Müslim, Birr 70)
Bütün
bu hatırlatmalardan sonra Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.)’e olan özel
ihsanlarını ve mü’minlerin uymaları gereken yolu şöyle beyân ediyor:
113. Rasûlüm! Eğer üzerinde Allah’ın lutuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir grup vereceğin hükümde seni bile adâletten saptırmaya kesinlikle yeltenmişti. Fakat onlar, başkasını değil ancak kendilerini saptırırlar ve sana da hiçbir zarar veremezler. Çünkü Allah, sana kitabı ve hikmeti indirmekte ve sana bilmediğin şeyleri öğretmektedir. Allah’ın sana olan lutfu gerçekten çok büyüktür.
Allah
Teâlâ, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e diğer bütün nimetlerden üstün olarak
peygamberlik nimetini ve günah işlemekten korunmuş olma hususiyetini vermiştir.
İlâhî teyid hep onun yanındadır. Dolayısıyla Peygamber’in yanılması ve yanlış
yapması mümkün değildir. Haksızlık, yalan ve iftira yoluyla Peygamberi
yanıltmaya çalışanlar, sadece kendilerini yanıltırlar ve ona hiçbir zarar
veremezler. Üstelik Allah Peygamberine kitap ve hikmeti indirmiştir. Kitap, Kur’ân-ı
Kerîm’dir. Hikmet ise sünnettir; dini bütün inceliği ile anlayıp tatbik
edebilme özelliğidir. Ona bilmediği şeyleri de öğretmiştir. Allah Resûlü (s.a.s.),
daha önce kitabın ve imanın ne olduğunu bilmezken, Cenâb-ı Hakk’ın öğretmesiyle
bunlardan haberdar olmuş, yolu aydınlanmış ve gerçekleri görme imkânı
bulmuştur. (bk. Şûrâ 42/53) Yine onu, münafıkların sırlarına müttali kılmış,
onların çeşitli hile ve tuzaklarından sakınabilecek yolları göstermiştir. Bu
sebeple herhangi bir art niyetli kimsenin, Peygamberi aldatmaya, saptırmaya ve
ayağını kaydırmaya hiçbir zaman gücü yetmeyecektir. Onlar ne kadar gizli
toplantılar tertip etseler de bu konuda istedikleri neticeye
ulaşamayacaklardır. Bu sebeple Yüce Rabbimiz, gizli yapılabilecek toplantıların
mahiyetini, şartlarını ve gayesini belirlemek üzere şöyle buyuruyor:
114. Onların kendi aralarında yaptıkları gizli görüşmelerin ve fısıldaşmaların çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, iyilik yapmayı ya da insanların arasını düzeltmeyi emredenlerinki bunun dışındadır. Kim bunu Allah’ın rızâsını kazanmak niyetiyle yaparsa, ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.
Başkalarının
da bulunduğu bir yerde iki veya daha fazla kişinin bir araya gelerek gizli
görüşme yapmaları ve kendi aralarında fısıldaşarak bir şeyler konuşmaları
dinimizce hoş karşılanmamıştır. Bu tür davranışlar insanların tecessüs ve
meraklarını celbederek şüphe içine düşmelerine sebep olmaktadır. Bu bakımdan
âyet-i kerîme gizli olarak yapılan toplantı ve fısıldaşmaların çoğunda hayır
olmadığını haber vermekte; bundan sadece hayırlı işlerin hepsini içine alan şu
üç durumu istisna etmektedir:
› Sadaka
vermek,
› Şeriatin ve
aklın güzel gördüğü her türlü iyiliği emretmek,
› İnsanların
arasını ıslaha çalışmak.
Bu
hususla ilgili olarak diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Aranızda gizli konuşacak olursanız sakın günah
işlemek, düşmanlık etmek ve Peygamber’e karşı çıkmak için fısıldaşmayın. Ancak
iyilik ve takvâ üzere bir araya gelin ve konuşun. Bir gün huzurunda
toplanacağınız Allah’a karşı gönülden saygı besleyin ve O’na itaatsizlikten
sakının!”
(Mucâdile 58/9)
Sevgili
Peygamberimiz (s.a.s.) de şöyle buyurur:
“Üç kişi olduğunuzda iki kişi, arkadaşlarını bir kenara bırakarak
kendi aralarında gizlice fısıldaşmasınlar. Çünkü bu durum, arkadaşlarını üzer.” (Müslim,
Selâm 38)
Hasılı
çıkar yol, Allah Resûlü (s.a.s.)’in yoluna ve tüm samimiyetleriyle bu yola
bağlanmış mü’minlerin yoluna uymaktır:
115. Kim de, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygamber’e aykırı davranır, mü’minlerin yolundan başka bir yol tutarsa, onu döndüğü o bâtıl yolda bırakır ve cehenneme atarız. Cehennem ise, varılacak ne kötü bir yerdir.
Bu
âyet, hırsızlık yapan ve bunu başkasının üzerine atmaya çalışan Tu‘me b.
Ubeyrık hakkında inmiştir. O, tevbe edip günahından af dileyecek yerde Mekke’ye
kaçıp müşriklere katıldı. Dinden dönerek Allah Resûlü’ne muhalefet etti ve kâfir
olarak öldü. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 376)
Cenâb-ı
Hak, peygamber göndermek, ona kitap ve hikmeti öğretmek suretiyle insanlara
doğru yolu bütün berraklığıyla beyân buyurmuştur. Peygamber ve beraberindeki
mü’minler, bu yolda istikamet üzere yürüyerek, sonradan gelenlere örnek olacak
pek güzel bir İslâmî hayat yaşamışlardır. Dolayısıyla gidilecek yol, yolda
uyulması gereken işaretler ve varılacak menzil bellidir. Bu yol, itikat ve
amelde tevhidi esas alan sapasağlam İslâm dinidir. Bu yol, Allah ve Rasûlü’ne
kayıtsız şartsız itaat yoludur. Varılacak menzil ise dünyada huzur ve saadet, âhirette
de cennet ve rızâ-i ilâhîdir. Şimdi kim, tercihini Peygamber’e muhalefetten
yana kullanır, ona düşmanlığı seçer ve mü’minlerin yolundan başka bir yola
girerse, varacağı yer çok fenâ bir mekan olan cehennemdir.
Âyet-i
kerîmede “Peygamber’e karşı gelmek” ile “mü’minlerin yolundan başkasına tâbi
olmak” ayrı birer fiil olarak zikredilir. Âyetin bu sarih ifadesiyle, Allah
Resûlü’ne uymak istendiği gibi, müminlerin yoluna uymak da açıkça
istenmektedir. Zira “kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra
Peygamber’e aykırı davranma” ifadesinden sonra “mü’minlerin yolundan
başka bir yol tutma” (Nisâ 4/115) kaydının getirilmesi, her iki şıkkın da
bizzat matlup ve gerekli olduğunu gösterir. Buna göre Resûlullah (s.a.s.)’e
karşı çıkmak, müminler yoluna gitmemek demek olduğu gibi, müminler yoluna
gitmemek de Resûlullah (s.a.s.)’e karşı çıkmak demek olduğu açıkça
belirtilmiştir. Bundan dolayıdır ki, Ehl-i Sünnet âlimleri, âyetin bu kısmını
icma-ı ümmete uymanın farz olduğunu ifade için sevkolunmuş bir delil olarak
anlamışlardır. Böylece icma-ı ümmet yani İslâm âlimlerinin ittifakı ile
doğrunun ortaya çıkabileceği ve ona da uymanın farz olduğu kabul edilmiştir.
Zaten âyette kullanılan اَلْإتِّبَاعُ
(ittibâ) kelimesi de asıl meselenin “uyma” esası üzerinde cereyan ettiğini
göstermektedir.
Ümmetin
icmâsının önemini gösterme bakımından Enes (r.a.)’ın naklettiği şu hâdise pek
anlamlıdır:
“Peygamber
Efendimiz (s.a.s.) ile bâzı sahâbîler birlikte bulunurlarken yanlarından bir
cenâze geçti. Ashâb-ı kirâmdan bâzıları o cenâzeyi hayırla yâd ettiler. Bunun
üzerine Efendimiz:
“–Vecebet: Vâcib oldu, kesinleşti!” buyurdu.
Sonra
bir cenâze daha geçti. Orada bulunanlar onun kötülüğünden bahsettiler. Resûl-i
Ekrem Efendimiz yine:
“–Vecebet: Vâcib oldu, kesinleşti!” buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ömer:
“–Yâ
Rasûlallah, kesinleşen nedir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz:
“–Önce geçen cenâzeyi iyilikle yâd ettiniz, bu sebeple onun
cennete girmesi kesinleşti. Sonrakinin de kötülüğünden bahsettiniz, onun da
cehenneme girmesi kesinleşti. Çünkü siz mü’minler, Allah’ın yeryüzündeki
şâhitlerisiniz.” buyurdu. (Buhârî, Cenâiz 86; Müslim, Cenâiz 60)
Dolayısıyla
müslümanların, bugün bu âyet-i kerîmenin mesajı üzerinde önemle durmaları
gerekmektedir. İslâm hakkında yapılan yayınlar ve söylenen sözler bu açıdan
büyük bir ehemmiyet taşımaktadır. Zira müslümanları ne kadar derinden
yaraladığını düşünmeden rastgele söylenen sözler, birçok tahribata sebep
olmaktadır. Çünkü bu yolla müslümanların tuttuğu yoldan farklı ve onlara zıd
görüşler sanki İslâm’ın görüşü gibi sunulabilmekte, bu da müslümanlar arasında
düşünce, inanç ve amel zaafına neden olabilmektedir. Hatta onlara bir kısım
günahların kapısını aralayabilmekte ve onları şeytanın tuzağına düşme
tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaktadır:
116. Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ama dilediği kimselerin bunun dışındaki günahlarını bağışlar. Artık kim Allah’a şirk koşarsa, doğru yoldan çok uzak bir sapıklığa düşmüş olur.
Rivayete
göre yaşlı bir kimsenin, Peygamberimiz’e gelip: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben büyük
küçük günahlara batmış yaşlı bir adamım. Ancak şu kadar var ki ben, Cenâb-ı
Hakk’ı bildiğim ve O’na îman ettiğim günden beri O’na hiçbir şeyi ortak koşmadım.
Şimdi benim Allah katındaki durumum ne olacak” demesi üzerine bu âyet nâzil
olmuştur. (Kurtubî, el-Câmi‘, V, 386)
Allah’a
şirk koşmak, en büyük günahtır. Kul tevbe etmediği müddetçe bu günah
bağışlanmayacaktır. Allah Teâlâ, şirkin dışındaki günahları ise, tevbe olsun
veya olmasın dilediği kulları için bağışlayabilir. (Bk. Nisâ 4/48)
Allah’a
şirk koşan kimse, doğru yoldan çok uzaklara sapar ve bütün hayırlardan mahrum
kalır. Neticede cennetten de uzak düşer. Kişi, haktan uzaklaştığı nispette
cennetten de uzak kalacaktır. Onu rızâ-i ilâhîden ve cennetten en çok
uzaklaştıracak günah ise şüphesiz şirk olacaktır. Bu sebeple şirkin, açık ve
gizli bütün yönlerini en iyi şekilde bilip onlardan uzak durmak, kulun yapması
gereken en mühim vazifelerin başında yer almaktadır.
Şirkin
en açık şekli, Allah’ın dışında putlar edinip onlara tapmaktır:
117. Onlar, Allah’ı bırakıp, kendilerine dişi isimler verdikleri putlara taparlar. Böyle yapmakla aslında başkasına değil, ancak hayırsız ve azgın şeytana tapmış olurlar.
Müşrikler,
taptıkları putları daha ziyade kadın şeklinde tasvir ediyor, onlara kadınların
kullandıkları zînet eşyaları takıyor ve onlara Lât, Menât, Uzzâ gibi kadın
isimleri veriyorlardı. Melekleri de “Allah’ın kızları” diye isimlendiriyor (bk.
Necm 53/27) kendileri için Allah katında şefaat edeceklerine inanıyorlardı. Bu
sebeple âyette özellikle اَلْإنَاثُ
(inâs) “dişiler” ifadesi kullanılmıştır. Onlar, yanlış düşüncelerine uygun
olarak ürettikleri putlarından hem bir kısım menfaatler elde etmeye çalışıyor,
hem de onları duygusal yönden bir tatmin vasıtası olarak görüyorlardı.
Özellikle ruhlarında kadına karşı duydukları derin alakayı, kadın suretinde
putlar edinerek ortaya koyuyorlardı. Onlar, bu şekilde bir davranışla başka
değil ancak şeytana tapıyorlar, ondan medet umuyorlardı. Çünkü buna onları
teşvik eden ve yaptıran hayırsız, isyankâr, azgın ve inatçı şeytandan başkası
değildir. Gerçekten de gönüllerindeki kulluk duygularını ve en yüksek
sevgilerini Allah’a yönlendirmeyip de putlara, kadınlara, makam ve şöhrete
tahsis edenler, şeytana aldanmış ve ona kul olmuşlardır.
Halbuki:
118. Allah o şeytana lânet etmişti. O da bunun üzerine şöyle demişti: “Yemin olsun ki senin kullarından bana uyup neticede bana ait olacak bir pay edineceğim.”
119. “Onları mutlaka doğru yoldan saptıracağım. Onları boş ümitler ve yalan sevdâlarla oyalayacağım. Onlara emredeceğim, hayvanların kulaklarını yaracaklar. Yine onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığı şekli değiştirecekler.” O halde kim Allah’ı bırakıp şeytanı dost edinirse, elbette o, açıktan açığa büyük bir zarara uğramış olur.
120. Şeytan onlara bir takım vaatlerde bulunur ve onları boş ümitlerle oyalar. Zâten şeytanın onlara olan va‘di, boş bir aldatmadan başka bir şey değildir.
121. İşte onların barınakları cehennemdir; oradan kaçıp kurtulacak bir yer de bulamayacaklardır.
Emrine
isyân etmesi sebebiyle Allah Teâlâ şeytanı lânetlemiş, azametine yaraşır bir
kahır ve gazap ile onu huzurundan kovmuş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Buna
mukâbil şeytan, yemin ederek kıyamete kadar insanları Allah yolundan saptırmak
üzere harekete geçmiştir. Onlardan belli bir pay almaya azmetmiş ve ihlâsa
erenler hariç herkesi aldatacağını söylemiştir. (bk. Sād 38/83) Gerçekten de insanlık
tarihi boyunca görülen manzara şeytanın bu iddiasını tahakkuk ettirdiğini
göstermeye kâfidir. Nitekim şu âyet-i kerîme işin hazîn neticesini şöyle haber
vermektedir:
“Gerçekten de İblîs’in insanlar hakkındaki zan ve temennîsi doğru
çıktı. Çünkü bir kısım mü’minler dışında
herkes ona uyup gitti.” (Sebe’ 34/20)
Şeytanın
elde etmek istediği payla alakalı olarak Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Allah Teâlâ kıyamet günü:
«- Ey Âdem! Cehenneme gidecek kâfileyi gönder» buyuracak, Âdem:
«- Cehennem kâfilesi de nedir?» diyecek, bunun üzerine Cenâb-ı
Hak:
«- Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuz kişi» buyuracaktır.” (Müslim,
İman 379)
Şeytan
akıl, irade ve imanı zayıf olan kimseleri doğru yoldan saptırmaya çalışır.
Onları gerçekleşmesi mümkün olmayan dipsiz emeller, boş ümitler ve temennîlerle
oyalar, uğraştırır durur. Her insanı yaşı, bilgisi, mevkisi, ihtiyaçları, arzu
ve isteklerine göre ümitlere boğar. Özellikle günahta ısrar etmelerini sağlamak
üzere ömürlerinin uzun olacağını, iyilik yapacak daha çok zaman
bulabileceklerini, ileride tevbe edip Allah’a dönebileceklerini söyler ve bu
düşünceyi onların zihinlerine yerleştirmeye çabalar. Onları daima Allah’ın razı
olmayacağı yanlış işlere yönlendirir. Buna âyet-i kerîmede iki muşahhas misal
verilmektedir:
Birincisi;
putlara adanan veya belli vasıfları taşıyan hayvanların kulaklarını yarmak,
gözlerini çıkarmak. Bu misal, din ve akıl dışı bütün yanlış anlayış ve
hurafelerin şeytanın bir aldatmacası olduğuna işaret etmektedir.
İkincisi;
Allah’ın yaratışını ve yarattıklarını değiştirmek. Bu misal de fıtrata ve selim
tabiata uymayan sapmalara işaret etmektedir. Örnek olarak şu hususlara temas
etmek mümkündür:
› İnsanların
faydalanması için yaratılan güneş, yıldız, ay, taş ve ateş gibi yaratıkları
putlaştırmak.
› Helâle haram,
harama helâl, iyiye kötü, kötüye iyi demek; hayır yerine şer işlemek, imar
edilmesi gerekeni yıkıp, yıkılması gerekeni imar etmek.
› Yaratılış
kanunu zıddına işler yapmak; kadını erkek, erkeği kadın yapmaya çalışmak; kadın
yerine erkek, erkek yerine kadın çalıştırmak.
› Erkekleri
iğdiş edip hadım ağası yapmak; uzuvları yaratılış görevlerinin dışında
kullanmak; nikâh yerine zina etmek, temizi bırakıp pisliklere koşmak.
› Bıyıkları
sakalları yolmak, yüzleri boyamak, kılıklarını değiştirmek; kulak, burun kesip
göz çıkarmak.
› Menfaati
bırakıp zararı seçmek, ciddilikleri atıp eğlenceye heves etmek, doğruluğu
budalalık, eğriliği hüner saymak.
› Ruhların
yaratılışındaki selamet ve saflıklarını bozmak; hidâyet yolunu ve Allah’a
kulluğu terk etmek; yaratılanı yaratıcı yerine koymak, tevhitten uzaklaşıp bâtıl
dinler ve fikirler arkasında koşmak ve şeytanın peşinden gitmek.
İşte
dünya hayatında insanlara apaçık düşman olan, akıllarını şaşırtan, kalplerine
nüfuz ederek onları hak ve hayırdan uzaklaştıran melun bir kuvvet vardır ki, o
şeytandır. Dolayısıyla Allah’ı bırakıp da şeytanı dost ve amir edinenler,
Allah’ın emrini dinlemeyip şeytana itaat edenler, artık çok açık ve büyük bir
ziyan içindedirler. Zira şeytan onlara devamlı boş vaatlerde bulunur, nefsânî
arzularını kamçılar, ağızlarının suyunu akıtır. Fakat o melunun vesveseleri ve
telkin ettiği kuruntular apaçık aldanıştan başka bir şey değildir. Bütün bu
ikazlara rağmen şeytanın izini takip edenler, eğer tevbe edip bundan vazgeçmez
iseler, yürüdükleri yolun tabii bir neticesi olarak cehenneme varacak ve oradan
asla bir çıkış kapısı bulamayacaklardır.
İman
edip sâlih ameller işleyenlere gelince:
122. İman edip sâlih ameller işleyenleri, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere yerleştireceğiz. Bu, Allah’ın gerçek va‘didir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?
İmanla
beraber sâlih amellerin zikredilmesi, küfürle beraber taatin fayda vermeyeceği
gibi, imanla beraber taatsizliğin ve masiyetin de kişiye zarar vereceği
gerçeğine işaret etmektedir. Allah, imanıyla ameliyle emrine uygun kulluk hayatı
yaşayan mü’minleri cennetlerle mükâfatlandıracaktır. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın
değişmesi mümkün olmayan gerçek bir va‘didir. Allah’tan daha doğru sözlü olan
ve vaadini tutan başka bir kimse olamaz. Allah’ın haber verdiği gerçekler,
insanların şahsî düşüncelerine göre değişmez:
123. Gerçek, ne sizin boş temennîleriniz ne de Ehl-i kitabın asılsız kuruntularına bağlıdır. Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görecek ve Allah’tan başka da ne bir dost bulabilecek ne de bir yardımcı.
Rivayete
göre yahudilerle hıristiyanlar: “Cennete bizden olandan başkası girmeyecektir”
dediler. Kureyşliler: “Biz, öldükten sonra diriltilmeyeceğiz” dediler. Bunun
üzerine 123. âyet nâzil oldu. Diğer bir rivayete göre ise mü’minlerle Ehl-i kitap
birbirlerine karşı övünmeye koyuldular. Kitab ehli: “Peygamberimiz sizin
peygamberinizden öncedir. Kitabımız kitabınızdan öncedir ve biz sizden daha
çok Allah’a yakınız” dediler. Mü’minler de: “Peygamberimiz peygamberlerin
sonuncusudur. Kitabımız ise, diğer kitaplara karşı hakem mevkiindedir” dediler.
Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, V, 396)
Dinî
gerçekler, hiç kimsenin asılsız temennî ve boş kuruntularına bağlı değildir.
Allah Teâlâ, nasıl bir ilâhî kanun koymuşsa onun hükmü câridir, onu
engelleyecek hiçbir güç yoktur. Bu açıdan kötülük yapan cezasını çekecek,
iyilik yapan da mükâfatını görecektir. İyilik yapanlar, güzel güzel işler
başaranlar cennete girecek ve onlar en küçük bir haksızlığa uğramayacaklardır.[1]
Hz.
Ebubekir şöyle anlatır: Birgün Resûlullah (s.a.s.)’in yanında bulunurken “Gerçek
şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görecek ve Allah’tan başka da
ne bir dost bulabilecek ne de bir yardımcı” (Nisâ 4/123) âyeti nâzil
oldu. Efendimiz:
“- Ebubekir, bana indirilen bu âyeti sana okutayım mı?” buyurdu. Ben:
“-
Tabii ki ya Rasûlallah” dedim. Bana bu âyeti okuttu. Sanki belimin kırılıp
ayrıldığını hissettim ve öylece kasılıp kaldım.
Peygamberimiz:
“- Neyin var, ne oldu?” diye sordu. Ben:
“-
Anam babam sana fedâ olsun ya Rasûlallah, hangimiz günah işlemez ki! Şimdi biz
işlediklerimiz yüzünden mutlaka cezalandırılacak mıyız?” diye üzüntümü ifade
ettim. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.) şu açıklamayı yaptı:
“- Ey Ebubekir! Sen ve diğer mü’minler hatalarınız sebebiyle
dünyada bazı sıkıntı ve meşakkatlere uğratılarak cezalandırılırsınız. Öyle ki
Allah’a günahsız olarak kavuşursunuz. Diğerlerine gelince onların yaptıkları
biriktirilir ve cezaları kıyamet gününe bırakılır.” (Tirmizî,
Tefsir 4/3039)
Yine
bu âyetin tesiriyle sarsılan müslümanlara Allah Resûlü (s.a.s.) şu teskin ve
teselli edici nasihatte bulunmuştur:
“İtidali kaybetmeyin, doğruluktan ayrılmayın. Şunu bilin ki,
müslümanın karşı karşıya kaldığı her bir musibette -ayağının sürçmesi,
parmağının kanaması gibi küçük sıkıntıları ve herhangi bir tarafına batan bir
diken de dâhil olmak üzere- günahlarına bir kefaret vardır.” (Müslim,
Birr 52)
Şunu
ifade etmek gerekir ki:
[1] Hurma çekirdeğinin üstündeki, hurma fidanının
kendisinden neş’et edip büyüdüğü çok ince beyaz çukurcuğa اَلنَّق۪يرُ (nakîr), yarığındaki ipliğe اَلْفَت۪يلُ (fetîl), çekirdeğe yapışık ince kabuğa da اَلْقِطْم۪يرُ (kıtmîr) denilir. Bu
kelimeler, en küçük ölçü ve miktarları belirtmek için kullanılır.
124. İster erkek ister kadın olsun, kim mü’min olarak sâlih ameller işlerse, işte onlar cennete girecek ve hurma çekirdeğinin küçücük oyuğu kadar bile haksızlığa uğramayacaklardır.
Rivayete göre yahudilerle hıristiyanlar: “Cennete bizden olandan başkası girmeyecektir” dediler. Kureyşliler: “Biz, öldükten sonra diriltilmeyeceğiz” dediler. Bunun üzerine 123. âyet nâzil oldu. Diğer bir rivayete göre ise mü’minlerle Ehl-i kitap birbirlerine karşı övünmeye koyuldular. Kitab ehli: “Peygamberimiz sizin peygamberinizden öncedir. Kitabımız kitabınızdan öncedir ve biz sizden daha çok Allah’a yakınız” dediler. Mü’minler de: “Peygamberimiz peygamberlerin sonuncusudur. Kitabımız ise, diğer kitaplara karşı hakem mevkiindedir” dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, V, 396)
Dinî gerçekler, hiç kimsenin asılsız temennî ve boş kuruntularına bağlı değildir. Allah Teâlâ, nasıl bir ilâhî kanun koymuşsa onun hükmü câridir, onu engelleyecek hiçbir güç yoktur. Bu açıdan kötülük yapan cezasını çekecek, iyilik yapan da mükâfatını görecektir. İyilik yapanlar, güzel güzel işler başaranlar cennete girecek ve onlar en küçük bir haksızlığa uğramayacaklardır.[1]
Hz. Ebubekir şöyle anlatır: Birgün Resûlullah (s.a.s.)’in yanında bulunurken “Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görecek ve Allah’tan başka da ne bir dost bulabilecek ne de bir yardımcı” (Nisâ 4/123) âyeti nâzil oldu. Efendimiz:
“- Ebubekir, bana indirilen bu âyeti sana okutayım mı?” buyurdu. Ben:
“- Tabii ki ya Rasûlallah” dedim. Bana bu âyeti okuttu. Sanki belimin kırılıp ayrıldığını hissettim ve öylece kasılıp kaldım.
Peygamberimiz:
“- Neyin var, ne oldu?” diye sordu. Ben:
“- Anam babam sana fedâ olsun ya Rasûlallah, hangimiz günah işlemez ki! Şimdi biz işlediklerimiz yüzünden mutlaka cezalandırılacak mıyız?” diye üzüntümü ifade ettim. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.) şu açıklamayı yaptı:
“- Ey Ebubekir! Sen ve diğer mü’minler hatalarınız sebebiyle dünyada bazı sıkıntı ve meşakkatlere uğratılarak cezalandırılırsınız. Öyle ki Allah’a günahsız olarak kavuşursunuz. Diğerlerine gelince onların yaptıkları biriktirilir ve cezaları kıyamet gününe bırakılır.” (Tirmizî, Tefsir 4/3039)
Yine bu âyetin tesiriyle sarsılan müslümanlara Allah Resûlü (s.a.s.) şu teskin ve teselli edici nasihatte bulunmuştur:
“İtidali kaybetmeyin, doğruluktan ayrılmayın. Şunu bilin ki, müslümanın karşı karşıya kaldığı her bir musibette -ayağının sürçmesi, parmağının kanaması gibi küçük sıkıntıları ve herhangi bir tarafına batan bir diken de dâhil olmak üzere- günahlarına bir kefaret vardır.” (Müslim, Birr 52)
Şunu ifade etmek gerekir ki:
[1] Hurma çekirdeğinin üstündeki, hurma fidanının kendisinden neş’et edip büyüdüğü çok ince beyaz çukurcuğa اَلنَّق۪يرُ (nakîr), yarığındaki ipliğe اَلْفَت۪يلُ (fetîl), çekirdeğe yapışık ince kabuğa da اَلْقِطْم۪يرُ (kıtmîr) denilir. Bu kelimeler, en küçük ölçü ve miktarları belirtmek için kullanılır.
125. Allah’ı görürcesine iyilik yapan bir kimse olarak bütün varlığıyla Allah’a teslim olan ve şirkten uzak dupduru bir tevhid inancıyla İbrâhim’in dînine uyan kimseden daha güzel bir dine kim sahiptir ki? Üstelik Allah, İbrâhim’i dost edinmiştir.
126. Göklerde olanlar da yerde olanlar da hepsi Allah’ındır. Allah, ilim ve kudretiyle her şeyi kuşatmıştır.
Bir
insanın dinini en güzel şekilde yaşamasının ve yüksek seviyede dindâr bir
kişiliğe sahip olmasının en mühim şartları şunlardır:
›
İnanılması gereken esaslara kâmil mânada iman edip kalbini, ruhunu
ve benliğini her türlü mânevî kirliliklerden arındırıp tam olarak Allah’a
teslim etmek.
›
İbadet, ahlâk ve muamelâtla alâkalı vazifelerini ihsan kıvamında
yerine getirmek. Allah Resûlü (s.a.s.) ihsanı: “Allah’ı görüyormuş gibi ona
kulluk etmendir. Zira her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir”
(Buhârî, İman 37; Müslim, İman 57) şeklinde tarif etmektedir.
›
Gerçek bir müvahhid olarak, tevhid esasına dayanan Hz. İbrâhim’in
dinine tâbi olmak. Zira Hz. İbrâhim’in dini, bütün dinler arasında sıhhati ve
makbûliyeti hususunda ittifak edilen ve İslâm’a en uygun olan bir dindir. Hz. İbrâhim
de peygamberler arasında üstün bir yeri olan ve “Ebu’l-Enbiyâ” diye yâd edilen
bir peygamberdir. Cenâb-ı Hak, onun getirdiği dine uymaya teşvik için, mümeyyiz
bir vasfını öne çıkararak “Allah, İbrâhim’i dost edinmiştir” (Nisâ
4/125) buyurmuştur.
Âyette
geçen اَلْخَل۪يلُ (halîl), dost
demektir. Dosta bu ismin verilmesi, onun sevgisinin kalbin en ücra köşelerine
sızıp yerleşmesi ve doldurmadığı en ufak bir gedik bırakmamasından dolayıdır.
Dolayısıyla halîl, muhabbetinde en küçük bir halel, eksiklik bulunmayan kimse demektir.
İşte İbrâhim (a.s.) yüce Allah’ı çok seven ve Allah tarafından da çok sevilen
bir peygamber idi. Onun Allah dostu oluşuyla ilgili dikkat çekici misallerden
ikisi şöyledir:
Rivayete
göre Allah Teâlâ, Hazret-i İbrâhim’e
sayılamayacak kadar koyun sürüleri ihsân etmişti. Cebrâil (a.s.) insan
sûretinde gelerek: “Bu sürüler kimin? Bana sürülerden birini satar
mısın?” diyerek sordu. İbrâhim (a.s.): “Bu sürüler Rabbimindir. Şu anda benim
elimde emânet olarak bulunuyor. Bir kere zikredersen, üçte birini; üç kere
zikredersen hepsini al, götür!” dedi. Cebrâil
(a.s.) üç defâ: سُبُّوحٌ قُدُّوسٌ رَبُّنَا وَ رَبُّ الْمَلٰئِكَةِ
وَ الرُّوحِ (Subbûhun kuddûsun rabbunâ ve rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh)
“Bizim Rabbimiz, Rûh’un ve melâike-i kirâmın Rabbi, bütün kusurlardan münezzeh,
cümle eksikliklerden pâk ve yücedir” diye zikredince Hz. İbrâhim: “Al
hepsi senin olsun, al götür!” dedi. Hz. Cebrâil:
“Ben insan değil, meleğim, alamam” dedi. İbrâhim (a.s.) da: “Sen meleksen, ben de halîlim; Allah’ın
dostuyum. Verdiğimi geri almak bana
yakışmaz” diyerek karşılık verdi. Nihâyet Hz. İbrâhim, sürülerinin
hepsini sattı. Mülk alıp vakfetti. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, II, 356-357)
Diğer
bir rivayete göre Hz. İbrâhim, kâfirlerin elebaşılarını misafir etmiş,
kendilerine birtakım hediyeler vermiş, onlara ihsanda bulunmuştu. Onun bu
misafirperverliği ve cömertliği karşısında hayran kalan misafirler kendisine
herhangi bir ihtiyacı olup olmadığını sormuşlar, o da: “Rabbime bir defa secde
etmenizi istiyorum” demişti. Bunun üzerine onlar secde ettiler, o da yüce
Allah’a şöylece dua etti: “Allahım! Ben ancak elimden gelen bir işi yaptım.
Allahım sen de sana layık olanı yap.” Yüce Allah, bunun üzerine onlara İslâm’la
şereflenmeyi lütfetti. (Kurtubî, el-Câmi‘, V, 401- 401)
İbrâhim (a.s.), canı, evlâdı ve malı ile ağır bir imtihan
geçirmiş, hepsinde de Rabbine büyük bir teslîmiyet ve muhabbetle râm olmuştur.
Allah’ın halîli, sevgili bir dostu olarak kulluğun zirvesine erişmiştir.
Allah, İbrâhim’i güzel kulluğu ve itaati dolayısıyla dost
edinmiştir. Emirlerine harfiyen uyması vesilesiyle ona büyük bir ikramda
bulunmuştur. Yoksa, -hâşâ- bir ihtiyacı sebebiyle, yahut da bununla mülkünü
artırması ya da desteğini alması kastıyla onu dost edinmiş değildir. Zira
göklerde ve yerde bulunan her şey hem mülkiyet hem de yaratma itibariyle
Allah’a ait iken böyle bir şey olması mümkün değildir.
Unutmamak gerekir ki, Allah’ın sevdiği bir kul olabilmek
ve O’nun dostluğu istikâmetinde mesafe alabilmek için kul hakları hususunda
titiz davranmak; hele yetimler, zayıflar ve çaresiz kadınlar gibi ezilen
kesimlerin hukukuna son derece dikkat etmek lazımdır. Bu sebeple buyruluyor ki:
127. Kadınlar hakkındaki dinî hükümleri açıklamanı istiyorlar. De ki: “Allah, onlar hakkındaki hükmünü açıklıyor: Kitapta size okunan âyetler; kendilerine verilmesi gereken miras, mehir gibi şeyleri vermediğiniz, üstelik güzel ve zenginse nikâhlamak istediğiniz, miraslarını kaybetmemek için başkalarıyla nikâhlamak istemediğiniz yetim kızlar, çaresiz kalmış çocuklar hakkında ve yetimlere karşı adâleti yerine getirmeniz hususunda gerekli hükmü vermektedir. İyilik olarak her ne yaparsanız, mutlaka Allah onu bilmektedir.”
Câhiliye
devrinde bir adam, himâyesinde bulunan yetim kız güzel ve varlıklı ise onunla
evlenir böylelikle malını yerdi. Kız çirkinse, kendisi evlenmediği gibi onun
başkalarıyla evlenmesine de mâni olur, nihâyet o kız ölünce mirasına sahip
çıkardı. Ayrıca o devirde kadınlara ve çocuklara mirastan hiç pay vermezlerdi.
(bk. Buhârî, Tefsir 4/23; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 50) Bu
gibi âyetlerin inmesiyle bu tür çirkin muameleler yasaklanmış oldu.
Yetim
kızlar ve onların malları hakkında yine bu sûrenin ilk âyetlerinde şu ilâhî
ikazlar yer almaktadır:
“Yetimlere mallarını verin. Helâli haram olanla değiştirmeyin;
onların mallarını kendi malınıza katarak yemeyin. Çünkü böyle yapmanız,
gerçekten çok büyük bir günahtır.” (Nisâ 4/2)
“…Büyüyecekler de mallarını
elimizden alacaklar diye o malları İsrâf ile ve tez elden yiyip tüketmeyin.” (Nisâ 4/6)
Rivayete
göre Hz. Ömer, kendisine yetim bir kızın velisi geldiğinde bakar, eğer o yetim
güzel ve zengin ise:
“-
Onu senden başka biriyle evlendir, ona senden daha hayırlı birini bul” derdi.
Eğer yetim çirkin ve fakir ise:
“-
Onu kendine nikahla, çünkü ona bakmaya ve iyi davranmaya herkesten çok sen
layıksın” derdi (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 275).
Âyette
geçen “çaresiz çocuklar”dan maksat, kendisini koruyacak yakınlarını kaybetmiş, merhametsiz
kimselerin eline düşmüş ve hakkını korumaktan aciz erkek çocuklardır. Bunların
da haklarının korunması, ellerinden tutulması ve ihtiyaçlarının karşılanması müslümanların
yerine getirmesi gereken mühim bir dinî vecibedir. Bu tür ictimâî hizmetleri
ifaya teşvik bakımından Hâtemü’l-Esam’ın şu sözü ne kadar mânidardır:
“Üç
şey vardır ki, onlar olmadan üç şey iddia eden yalancı mevkiine düşer:
› Malını Allah
yolunda harcamadan cenneti sevdiğini iddia eden,
› Haramlardan
sakınmadan Allah’ı sevdiğini iddia eden,
› Fakirleri
sevmeden Peygamber Efendimiz’i sevdiğini iddia eden yalancıdır.”
Nisâ sûresi 34. âyette evlilik hayatında kadının
sebep olduğu “nuşûz”dan, 35. ayette de kadın veya kocanın istememesi sebebiyle
ortaya çıkan boşanma tehlikesinden bahsedilmişti. Gelen âyette ise kocanın
“nuşûz”undan neş’et eden aile problemleri üzerinde durulmaktadır:
128. Eğer bir kadın kocasının serkeşliğinden, geçimsizliğinden ve büsbütün kendisinden yüz çevirip uzaklaşmasından korkarsa, o takdirde anlaşarak aralarını düzeltmelerinde ikisine de bir günah yoktur. Karşılıklı anlaşmak, elbette en iyi yoldur. Şu bir gerçek ki nefisler, bencil ve menfaatlerine düşkün olarak yaratılmışlardır. Bu bakımdan ey kocalar, siz eşlerinize güzel davranır ve onlara haksızlık etmekten sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptığınız her şeyden haberdârdır.
Kocasının
serkeşliği, geçimsizliği, kötü muamelesi ve yüz çevirmesi sebebiyle zor durumda
kalan bir kadın, aslında hâkime müracaat etmek suretiyle boşanma talebinde
bulunabilir. Fakat âyet-i kerîme hemen boşanmayı değil, aileyi dağılmaktan
kurtarmak için alınacak tedbirler üzerinde durmaktadır. O da iki tarafın,
hususiyle de kadının bir kısım fedakârlıklar yaparak aralarında anlaşmaya
varmalarıdır. Çünkü barışmak ve anlaşmak, evliliğin devamı, aile hayatının
bekâsı ve çocukların fazla zarar görmeden sıhhatli bir şekilde yetiştirilmeleri
açısından büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Şu hâdise, hangi şartlar altında
olursa olsun eşlerin bir şekilde anlaşarak aralarında mutlaka barış ve huzuru
temine gayret göstermeleri gerektiğine ne güzel bir misaldir:
İmran
b. Hattan el-Haricî, insanların en çirkinlerinden biri idi. Hanımı ise son
derece güzeldi. Hanımı bir gün ona baktı ve: “Elhamdülillah” dedi. Bunun
üzerine kocası, “Ne oldu?” diye sorunca da: “Hem ben, hem de sen
cennetliklerden olduğumuz için, Allah’a hamdettim. Çünkü sana, benim gibi güzel
bir kadın nasip oldu, sen de şükrettin. Bana da senin gibi bir adam nasip oldu,
ben de sabrettim. Şüphe yok ki Allah hem şükreden kullarına, hem de sabreden
kullarına cennetini vaadetmiştir” dedi. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 276)
Âyette
insan tabiatının ayrılmaz ve derin bir özelliğine dikkat çekilmektedir. O da
onun mal-mülk edinme sevdası ve menfaatine karşı aşırı düşkünlüğüdür. Bu
özellik hem kadında hem de erkekte vardır. Her ikisi de kendi tutkularını
gerçekleştirmek ve lehlerine olanı elde etmek isterler. Dolayısıyla kocası
tarafından kötü muameleye maruz kalan bir kadın, ona bir takım menfaatler
sağlamak, mehir, nafaka ve benzeri özel haklarından vazgeçmek suretiyle onun
sert ve incitici davranışlarını engelleyerek kendisine karşı iyi davranmasını
sağlayabilir. Fakat bundan daha güzeli, Allah’ın her şeyden haberdar olduğu
inancıyla, O’nun azabından korkup rahmetini umarak kocaların eşlerine iyi
davranması ve evlilik hayatını zedeleyecek her türlü kötü muameleden
vazgeçmesidir.
Nisâ
sûresinin 3. âyetinde eşler arasında adâleti sağlamaktan korkulduğu takdirde
tek kadınla yetinilmesi tavsiye edilmişti. Şimdi tekrar çok evlilik ve eşler
arasında adâleti sağlama konusuna temas edilerek şöyle buyruluyor:
129. Ne kadar isteseniz de eşleriniz arasında adâleti sağlamaya güç yetiremezsiniz. Hiç olmasa birine büsbütün meyledip, diğerini ne kocalı ne de kocasız bir halde askıda bırakmayın. Eğer yanlış davranışlarınızı düzeltir ve birbirinize haksızlık etmekten sakınırsanız, şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır ve engin merhamet sahibidir.
130. Eğer karı-koca boşanıp birbirinden ayrılacak olurlarsa, sınırsız lutuf ve keremiyle Allah, onlardan her birinin ihtiyacını giderir. Çünkü Allah’ın hazînesi geniştir, O’nun her işi ve hükmü hikmetli ve sağlamdır.
129.
âyette ne kadar çalışılsa çalışılsın eşler arasında tam olarak adâleti
sağlamanın mümkün olmadığı bildirilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm, çok evliliği
yasaklamadığına göre her iki âyette bahsedilen “adâlet”e farklı mânalar vermek
gerekir. Anlaşılan o ki, kadınlar hakkında iki çeşit adâletten söz etmek
mümkündür:
Birincisi;
nafaka yani yiyecek, içecek, giyecek ve barınma ihtiyaçları ile gece birlikte
kalma gibi hukukta adâlet ve eşitliktir. Bunlar insanın güç yetirebileceği;
istek ve iradesine bağlı olan işlerdir. Yerine getirilmesi emredilen adâlet de
budur. Sakınılması gereken adâletsizlik ise birine bütünüyle meyledip diğerini
hanımlık muamelesinden tamamen mahrum etmek, büsbütün terk ve ihmal edilmiş
gibi bırakarak eziyet etmektir.
İkincisi;
gönül ilişkisi, sevgi ve bağlılıkta adâlet ve eşitliktir ki, bu insanın güç ve
iktidarının dışındadır. Âyet-i kerîmede bu gerçeğe temas edilerek, erkekler bu
hususta mazur görülmekte, bir bakıma işin böyle bir derûnî ciheti olduğu göz
ardı edilmeksizin, buna rağmen luzûmu hâlinde çok evliliğe ışık yakılmaktadır.
Ancak birden çok evlilik yapan erkeğin, gönül ilişkilerini bir tarafa
bırakırsak, hususiyle maddî konularda, iradeye bağlı ve ölçülebilir hak ve
menfaatlerde hanımların hepsine adâletle muamele etmesi, birine teveccüh
gösterip diğerini ne kocalı ne kocasız sayılabilecek şekilde askıda bırakmaması
istenmektedir.
Allah
Resûlü (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “İki hanımı olup da birine
büsbütün meyleden ve diğerini ihmal eden kimse kıyamet gününde bir tarafı eğik
olarak gelir.” (Ebû Dâvûd, Nikah 38; Tirmizî, Nikah 42)
Zaruri
sebepler yüzünden hanımlar arasında adâletsiz bir uygulama söz konusu olduğunda
hemen aralarını düzelttiğiniz, bozulan tarafları tamir edip iyileştirdiğiniz,
bundan böyle de yanlış meyillerden sakındığınız takdirde, Cenâb-ı Hak çok
bağışlayıcı ve çok merhamet edici olduğundan, geçmişte yaptıklarınızı affedecek
ve sizi rahmetiyle bu hususta başarıya eriştirecektir. Ancak eşler arasında bir
sıkıntı olduğunda ıslah için tavsiye edilen bu çare yolarına başvurmanın her
seferinde mutlaka müspet bir netice vermesi mümkün olmayabilir. Dolayısıyla
yapılan girişimler sonuçsuz kalır, herhangi bir yolla eşler arasında barış ve
anlaşma sağlanamaz, her ikisi de kendi istekleriyle birbirlerinden
ayrılırlarsa, Allah Teâlâ kendi kudret, kuvvet ve zenginliği ile her birine
ikramda bulunur, ihtiyaçlarını karşılar ve birini diğerine muhtaç etmez. Çünkü
Allah’ın ilmi, kudreti ve rahmeti sonsuz geniştir; hazineleri bitip tükenmez.
O’nun her hükmü ve işi sağlam ve hikmetlidir. Dolayısıyla Allah’ı iyi tanımalı,
her türlü hal ve harekette O’na karşı gelmekten sakınılmalıdır. Zâten takvâ,
bütün insanlardan istenilen açık bir ilâhî emirdir:
131. Göklerde olan ve yerde olan herşey Allah’ındır. Yemin olsun ki biz, sizden önce kendilerine kitap verilenlere de size de Allah’tan korkup sakınmanızı emrettik. Eğer inkâra sapıp nankörlük ederseniz bunun Allah’a hiçbir zararı olmaz. Çünkü göklerde olan ve yerde olan her şey Allah’ındır. Allah, hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir; her türlü övgü O’na âittir.
132. Evet, göklerde ne var, yerde varsa hepsi Allah’ındır. Vekîl olarak Allah yeter.
133. Ey insanlar! Allah dilerse sizi yok eder, yerinize başkalarını getirir. Bunu yapmaya Allah’ın kudreti elbette yeter.
134. Kim dünya nimet ve mutluluğunu istiyorsa, şunu bilsin ki, dünyanın da âhiretin de nimet ve mutluluğu Allah katındadır. Allah, her şeyi hakkıyla işiten ve kemâliyle görendir.
Müslümanları
kadınlara ve yetimlere karşı merhametli, şefkatli ve adâletli olmaya teşvik
etmek için Allah Teâlâ, anlatılan konunun neticesi sayılabilecek bu âyetlerde
kısa fakat son derece tesirli bir tavsiyede bulunarak şu hususları yeniden
hatırlatmaktadır:
Birincisi;
Allah önceki Ehl-i kitaba ve onlardan sonra gelen bütün mü’minlere, hatta tüm
insanlara her türlü işlerini yaparken kalplerinde Allah korkusu olmasını, O’nun
azabından ve sevgisini kaybetmekten sakınmalarını emretmiştir. Bu emir, Allah
için değil, şüphesiz insanların iyiliği içindir. Eğer bu emirlere uygun
davranırlarsa, doğacak netice onların iyiliğine olacaktır. Eğer uymazlarsa,
Allah’a hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Zira kâinatın yaratıcısı ve hakimi olan
Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah’ın emirlerini uygulamadıkları
takdirde, ilâhî emirlere bigâne kalan ve isyankâr bir tutum içine giren o
topluluğu yok edip devreden çıkarır ve yerlerine başka bir topluluk getirir.
Allah buna elbette hakkiyle güç yetirecek bir kudrete sahiptir. Ayrıca bazı
grupların helak edilip ortadan kaldırılması, Allah’ın mülkünün büyüklüğünden
hiçbir şey eksiltmez.
İkincisi;
Allah hem dünyanın fâni hem de âhiretin bâkî tüm nimet, fayda ve mükâfatlarının
yegâne sahibidir. Bunlardan kâbiliyet, istidat, gayret ve cesaretleri ölçüsünde
seçim yapmak insanlara düşmektedir. Eğer insanlar bu dünyanın geçici
nimetlerini isterlerse, hatta âhiretin ebedi saadetini bunlara feda ederlerse,
Allah onlardan dilediğine istediği kadar dünyalık nasip eder. Fakat onlar için âhirette
bir nasip olmayacaktır. (bk. Bakara 2/200; İsrâ 17/18) Böyle davrananlar, kendi
akılsızlıkları ve basîretsizlikleri yüzünden Allah’ın lutuf deryasından sadece
bir damlayı seçtiklerini unutmamalıdırlar. O halde onların, hem bu dünyanın hem
de âhiretin sonsuz nimetlerine kavuşmalarını sağlayacak olan, iman ve itaat
yolunu tercih etmeleri şüphesiz daha hayırlı olacaktır. Bu tavsiyelerin, “Allah,
her şeyi hakkiyle işiten ve kemâliyle görendir” (Nisâ 4/134) ifadesiyle
bitirilmesi çok mânidârdır. Allah hakkiyle işiten ve kemâliyle gören bir Zât olduğu
için rahmet ve lütfunu kimlere nasıl taksim edeceği hususunda en ince
ayrıntıları hesaplama kudretine sahiptir. Şüphesiz O, her şeyi bilmektedir,
herkesin niyet ve gayretlerinden haberdardır. O halde, Allah’a âsi olan kimse,
O’nun mü’min, müttakî ve itaatkâr kullarına tahsis ettiği nimet ve lutuftan pay
beklememelidir. Bu ebedî sermayeden pay almak isteyenler de, gelen âyetlerde beyân
edildiği şekilde kâmil bir imanla birlikte hak ve adâlet ölçülerine azami
dikkat göstermelidir:
135. Ey iman edenler! Kendinizin, ana-babanızın ve yakın akrabanızın aleyhinde bile olsa, Allah için doğru dürüst şâhidlik yaparak, adâleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun! Hakkında şâhidlik yaptığınız kimse zengin de olsa fakir de olsa böyle davranın. Çünkü Allah, ikisine de sizden daha yakındır, hâllerini daha iyi bilir. Şu hâlde, sakın âdil davranmaktan yüz çevirip nefsin arzularına uymayın. Eğer dilinizi eğip büker, gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün ondan yüz çevirirseniz, başınıza geleceği siz düşünün! Zira Allah, yaptığınız her şeyden hakkıyla haberdârdır.
Önceki
âyetlerde yetimlere ve kadınlara adâletle davranmak emredilmişti. Şimdi ise
bütün hususlarda âdil davranılması, adâletin hayatın her safhasına
yaygınlaştırılması ve bunun bir îcâbı olan doğru şâhitlik emredilmektedir. اَلْقَوَّامُونَ (kavvâmûn) kelimesinin mübâlağa sîgasında
gelmesi, adâletin ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermektedir. Böylece
“Adâleti ayakta tutmakta devamlı olun, haksızlığa hiç yaklaşmayın, hiçbir zaman
ve hiçbir durumda adâleti zedelemeyin!” denilmektedir.
Âyet-i
kerîme, muhâkemenin iki aslî unsuru olan hüküm verme ve şâhitliği bir araya
getirmiştir. Hâkimlerin âdil ve müstakim olması, şâhitlerin de Allah için hakkı
müdâfaa etmesi ve güzel ahlâklarıyla insanlara örnek şahsiyetler hâline
gelmesini arzu edilmektedir.
Bir
ism-i şerifi de Adl olan Cenâb-ı Hak katında adâlet öyle ehemmiyetlidir ki,
kişi kendi aleyhine bile olsa Allah için doğru şâhitlik yapmalıdır. Üzerinde
başkalarının hakkı varsa ikrar ve itiraf etmelidir. Aynı şekilde, anne-babası
ve akrabaları aleyhine de olsa âdil hüküm ve doğru şâhitlikten kaçınmamalıdır.
Diğer taraftan, kişinin üçüncü şahıs aleyhine yapacağı şâhitlik, kendisinin ve
akrabalarının herhangi bir zarara uğramasına sebep olacaksa bile yine dosdoğru
şâhitlik yapmalıdır.
Hüküm
ve şâhitlik esnâsında kişilerin zenginlik ve fakirlik durumları kesinlikle
dikkate alınmamalıdır. Zengine yaranmak veya fakire merhamet etmek için hak ve
adâletten ayrılmak doğru değildir. Allah zengine de fakire de herkesten daha
yakındır, onları insanlardan daha iyi koruyup gözetir. Adâlet onlara zarar
verecek olsaydı Allah ona göre hüküm indirirdi. Adâlet, zenginliğe veya fakirliğe
göre belirlenecek bir konu değildir. O ancak hakka ve doğruluğa göre belirlenir.
Zenginlik ve fakirliğin hikmetleri ise başkadır. Bunlar, kulluk imtihanının bir
gereğidir. Bu sebeple doğru şâhitlik ve adâletle muamele etme konusunda Allah
zengin ile fakir arasında herhangi bir fark gözetmemiştir. O halde nefsin
arzularına uymayıp, ilâhî murakabe altında bulunduğumuz şuuruyla adil davranmak
icap etmektedir. Adâletle hükmetme ve şâhitlik husûsunda dili eğip bükmemeli,
bir tarafa meyletmemeli, yanlış yaparım korkusuyla bunlardan büsbütün yüz de
çevirmemeli, adâletin yerini bulmasına ve insanların doğru şâhitlik yapmalarına
da mâni olunmamalıdır. Çünkü Allah, şâhitliği doğru veya eğri yapanları da,
ondan kaçanları da hem görür hem de bilir. Doğrulara mükâfatlarını verirken,
yalancıları şiddetle cezalandırır.
Adâleti
ikâme ve doğru şâhitlik hususunda Resûlullah (s.a.v.) şöyle ikaz buyurmaktadır:
“Sizler bana muhâkeme olmak üzere geliyorsunuz. Belki biriniz,
delilini getirmekte diğerinden daha becerikli olabilir ve merâmını daha iyi
anlatabilir. Ben de dinlediğime göre o kimsenin lehinde hüküm veririm. Şunu
bilin ki kimin lehine kardeşinin hakkını alıp hüküm vermişsem, ona cehennemden
bir pay ayırmış olurum.” (Buhârî, Şehâdât 27; Müslim, Akdiye 4)
Başka
bir hadiste de şöyle buyrulur:
“Kim ırzı çiğnenmek ve mahremiyeti
lekelenmek üzere olan bir müslümana yardım etmeyip yüzüstü bırakırsa, Allah
Teâlâ da onu, yardımını beklediği yerde yüzüstü bırakır. Kim de ırzı çiğnenmek
ve mahremiyeti lekelenmek üzere olan bir müslüman kardeşine yardım ederse,
Allah da ona, yardımını beklediği yerde yardım eder.” (Ebû Dâvûd, Edeb 36)
Adâlet ve doğru şâhitlik gibi Allah Teâlâ’nın tüm
emirlerini yerli yerince ve zamanında îfa edebilmek için devamlı surette sağlam
bir iman ve istikâmet üzere bulunmak şarttır:
136. Ey iman edenler! Allah’a, Rasûlü’ne, Rasûlü’ne indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara imanda sebât edin! Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhireti inkâr ederse, koyu bir sapıklığa sapmış, haktan tamâmen uzaklaşmış olur.
Rivayet
edildiğine göre yahudi âlimlerden bir topluluk, Peygamber Efendimiz’e gelerek:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Biz sana, kitabına, Mûsâ’ya, Tevrat’a ve Üzeyr’e iman
ediyoruz ve bunlardan başka kitapları ve peygamberleri tanımıyoruz” demişlerdi.
Allah Resûlü (s.a.s.) de: “Hayır, Allah’a, bütün peygamberlerine, Muhammed’e
ve kitabı Kur’an’a ve ondan önceki kitaplara iman ediniz” buyurdu.
“Yapmayız” dediklerinde bu âyet nâzil oldu ve hepsi iman ettiler. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 60)
Âyet-i
kerîme iman etmek isteyen kimselerin, nelere ve nasıl inanmaları gerektiğini
bildirmektedir. Buna göre son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) gönderildikten
ve ona Kur’ân-ı Kerîm indirildikten sonra yeryüzünde yaşayan ve iman etmek
isteyen kimseler Allah’a, meleklere, Kur’ân-ı Kerîm’e ve ondan önce gönderilen
kitaplara, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e, ondan önce gönderilen bütün
peygamberlere ve âhiret gününe iman etmek mecburiyetindedirler. Bunlardan
birine bile inanmayan kimsenin imanı geçerli değildir, bunlardan birini bile
inkâr eden kimse geçerli ve kurtarıcı imana kavuşamamış, dolayısıyla hak
dinden sapmış ve yolunu bulamayacak derecede şaşırmış sayılır. Böylelerini
bekleyen âkıbet, dünyada alçaklık, âhirette ise elim bir azaptır:
137. İman edip sonra kâfir olanlar, sonra yine iman edip tekrar kâfir olanlar sonra da inkârlarını iyice artıranlar yok mu, Allah onları kesinlikle bağışlamayacak ve onları doğru yola ulaştırmayacaktır.
138. Rasûlüm! Münafıkları, kendileri için hazırlanmış olan can yakıcı bir azapla müjdele.
139. Onlar, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost ve sırdaş ediniyorlar. Yoksa onlar kâfirlerin yanında izzet, şeref ve kuvvet mi arıyorlar? Boşuna aramasınlar. Çünkü izzet, şeref ve kuvvet tamamiyle Allah’a aittir.
İster
münafık ister bir kısım yahudiler olsun burada iman kalbine tam olarak
yerleşmemiş bir gruptan bahsedilir. Bu kişiler zaman zaman gerçek veya
göstermelik mânada iman ettiklerini söylerler, sonra da aslî hallerine dönüp inkâr
ederler. Üstelik müslümanlara düşmanlık yaparak ve İslâm’a saldırarak inkârda
ileri giderler. İnkâr ve nankörlükte bu kadar ileri giden, içinde bulunduğu
küfür ve şirk günahından tevbe edip vazgeçmeyi düşünmeyen, bir de açıkça din
düşmanlığı yapan, nihâyetinde “su bardağı su yolunda kırılır” fehvâsınca kâfir
olarak ölen kişilerin bağışlanmaları ve doğru yolu bulmaları mümkün değildir.
Bu tavır, bilindiği üzere münafıkça bir tavırdır. Be sebeple devam eden âyette,
münafıkların can yakıcı bir azapla müjdelenmeleri istenmektedir.
Burada
münafıkların iki mühim özelliği dile getirilir:
›
Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost ve sırdaş edinmek, onlarla
hemhâl olmak, onlarla oturup kalkmak.
›
Kâfirlerin himayesine girip onlardan izzet, şeref, güç ve kuvvet
almaya çalışmak; gâlibiyet, şeref ve üstünlüğü onlarla birlikte olmakta aramak.
Burada
mü’minlere de açık bir ikaz bulunmaktadır. Onların asıl güvenecekleri,
dayanacakları ve kader birliği yapacakları kimseler iman kardeşleridir. Onları
bırakıp ne din ne iman tanımayan kâfirleri dost edinmek, onlara güvenip
dayanmak doğru değildir. Zira mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinen
kimselerde imanın zayıflaması ve bir kısım nifak alametlerinin ortaya çıkması
büyük bir ihtimal dâhilindedir. Halbuki mutlak güç, kuvvet ve kudret Allah Teâlâ’ya
aittir. Bu bakımdan mü’minler Allah’a dayanıp O’na güvenmeleri ve O’nun razı
olacağı bir kulluk yapmaları nispetinde izzet, şeref ve üstünlük elde
edeceklerdir. Allah’ın âyetlerini yalanlayan veya onlarla alay edenlere
meylettikleri ölçüde de, şeref ve üstünlüklerini kaybedeceklerdir. Şimdi bu
hususta çok ciddî bir ikaz gelmektedir:
140. Allah size kitabında şu hükmü indirmiştir: “Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini veya bunlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, bunu yapanlar başka bir söze dalıncaya kadar onlarla beraber kesinlikle oturmayın. Yoksa siz de tıpkı onlar gibi olursunuz.” Şüphesiz Allah, münafıkları da kâfirleri de hep birlikte cehennemde toplayacaktır.
Mekke’de
müşrikler, meclislerinde Kur’ân’dan bahseder ve onunla alay ederlerdi. Bunun
üzerine Allah Tealâ: “Âyetlerimiz hakkında alaylı tavırlarla
münâsebetsizliğe dalanları gördüğünde, onlar başka bir konuya geçinceye kadar
kendilerinden uzak dur. Şayet şeytan sana bir an için unuttururda yanlarında
kalacak olursan, hatırlar hatırlamaz derhal kalk ve o zâlimler gürûhuyla bir
arada oturma!” (En‘âm 6/68) âyet-i kerîmesini indirdi. Allah Resûlü (s.a.s.)
Medine-i Münevvere’ye hicret ettikten sonra bu sefer yahudiler aynı şeyi
yapmaya başladılar. Onların bu meclislerde dinleyicileri de münafıklardı. Bunun
üzerine de Allah Tealâ bu âyeti inzâl buyurdu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
XI, 64-65)
Allah’ın
âyetlerinin inkâr edildiği ve onlarla alay edildiği yerlerde oturmak bile
yasaklanırken, onları dost edinmek ve onlardan bir izzet ve şeref beklemek
nasıl doğru olabilir? Âyette geçen “Yoksa siz de tıpkı onlar gibi olursunuz”
(Nisâ 4/140) ikazı oldukça dikkat çekicidir. Buna göre Allah’ın âyetlerini
inkâr ve alaya almak küfür olduğu gibi, bu durumdayken onlarla beraber oturmak
da küfür sayılmaktadır. Orada oturan kişi, açık veya gizli olarak bu duruma
itiraz etmediği müddetçe küfürden kurtulamaz. Çünkü küfre rızâ küfür, günaha rızâ
günahtır. O halde eğer onlara tepki gösterme gücünü bulamıyorsa, bu âyet-i kerîmenin
tehdit ettiği kimselerden olmamak için yanlarından kalkıp gitmesi gerekir.
Şâir
Yahyâ şöyle öğüt verir:
“Âşinâ olma günahkâr olana
İltifât eyleme bî-âr olana.”
“Günah
işleyen kimselere dost olma. Ârı ve hayası bulunmayanlara da iltifat eyleme.”
Rivayete
göre Ömer b. Abdülaziz (r.h.), içki içen bir topluluğa rastladı ve onları
cezalandırdı. Onların arasında da oruçlu biri vardı ve: “Şu kişi oruçludur”
dediler. Bunun üzerine: “…Bunu yapanlar başka bir söze dalıncaya kadar
onlarla beraber kesinlikle oturmayın. Yoksa siz de tıpkı onlar gibi olursunuz”
(Nisâ 4/140) âyetini okudu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 444) O, bu
davranışıyla günaha rızânın günah olduğunu; o günahı işleyenin de, ona razı
olanın da o günahın cezasına hep birlikte maruz kalacaklarını göstermiş oldu.
Şeyh
Ubeydullâh Ahrâr (k.s.), bu hususta yârânına şöyle nasîhat eder:
“-
Ağyâr ve bîgânelerle sohbet etmek, kalbe fütûr, rûha dağınıklık ve gönle
perişanlık verir. Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî, bir gün içinde böyle bir
perişanlık duydu. Bir türlü kendisini toplayamadı; meclisindekilere:
«-
Hele bir bakın meclisimizde yabancı biri var mı?» dedi. Araştırdılar kimseyi
bulamadılar. Fakat Bâyezid-i Bistâmî ısrâr etti:
“-
Hele iyi araştırın. Asâların olduğu yere de bakın. Eğer öyle olmasaydı, içimde
bu perişanlık olmazdı» dedi. Tekrar araştırdılar ve bir gâfilin asâsını
buldular. O asâyı dışarı attılar; Bayezid-i Bistâmî’nin gönül huzûru da yerine
geldi.
Yine
bir gün Hâce Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri, huzûruna gelen yakınlarından birine:
“-
Senden yabancılık kokusu geliyor” dedi ve ilâve etti:
“-
Gâlibâ sen, yabancı birinin elbisesini giymişsin.” O kimse hayretle:
“-
Evet öyle” dedi ve o elbiseyi değiştirip tekrar geldi. (el-Hadâiku’l-Verdiyye,
s. 666)
Bu
sebepledir ki, Mevlânâ Hazretleri oğlu Sultan Veled’e şu nasihatte bulunmuştur:
“Bahaeddin,
eğer dâima cennette bulunmak istersen, herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini
yüreğinde tutma! Çünkü bir adamı dostlukla anarsan dâima sevinç içinde olursun.
İşte o sevinç cennetin ta kendisidir. Eğer bir kimseyi düşmanlıkla anarsan
dâima üzüntü içerisinde olursun. İşte bu gam da cehennemin ta kendisidir.
Dostları andığın vakit, içinin bahçesi çiçeklenir, gül ve fesleğenlerle dolar.
Düşmanları andığın vakit, için, dikenler ve yılanlarla dolar, canın sıkılır,
içine bir pejmürdelik gelir. Bütün peygamberler ve velîler böyle yaptılar,
içlerindeki bu karakteri dışlarına vurdular. Halk onların bu güzel huylarına
mağlûp olup tutuldu. İradeleriyle onların ümmeti ve müridi oldular.” (Ahmet
Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, II, 210)
Şimdi
de dost edinilmesi ve birlikte oturulması yasaklanan münafıkların bir kısım
özellikleri deşifre ediliyor:
141. Münafıklar, sizinle ilgili olup bitenleri çok yakından izler ve devamlı olarak havayı yoklarlar: Şayet Allah size bir zafer lutfederse: “Biz de sizinle beraber değil miydik?” derler. Eğer kâfirlerin zaferden bir payı olursa, o zaman da onlara yaklaşmak için: “Biz size yardım ederek gâlibiyetinizi temin etmedik mi? Mü’minlerden gelecek felaketlere karşı sizi korumadık mı?” derler. Allah, kıyâmet günü aranızda hükmünü verecektir. Allah, mü’minler aleyhinde kâfirlere, kalıcı bir gâlibiyet için kesinlikle fırsat tanımayacaktır.
Münafıklar,
her dönemde sadece dilleriyle müslüman olduklarını söyleyerek ve sözde İslâm
toplumuna katılarak İslâm’ın sağladığı kolaylıklardan faydalanmaya
çalışmışlardır. Bir taraftan böyle yaparken diğer taraftan da kâfirlerin
arasına karışıp: “Biz menfaatimiz icabı onlarla beraber görünsek de gerçekte müslüman
değiliz. Düşünce, inanç ve hayat tarzı bakımından size daha yakınız. Bu sebeple
müslümanlarla olan mücadelenizde sizin yanınızda bulunduğunuzdan emin olun”
diyerek onlardan da istifadeye çalışırlar.
Âyetin,
“Allah, mü’minler aleyhinde kâfirlere kalıcı bir gâlibiyet için kesinlikle
fırsat tanımayacaktır” (Nisâ 4/141) kısmının hem dünya hem de âhiret
hayatını ilgilendiren yönü vardır. Allah, kıyâmet günü mü’minler ve münafıklar
arasında hükmünü verecek, orada mü’minlerin üstünlükleri ve elde ettikleri en
büyük başarı ortaya çıkacaktır. Nitekim şu âyet-i kerîme bu hakîkati beyân
etmektedir: “Dünya hayatı kâfirlere süslü ve sevimli
gösterildi. Bu sebeple iman edenlerle alay edip dururlar. Halbuki Allah’a karşı
gelmekten sakınanlar, kıyâmet günü onlardan üstün olacaklardır.” (Bakara
2/212) Dünya hayatına gelince, “Biz, bu gâlibiyet ve mağlubiyet günlerini
insanlar arasında döndürür dururuz” (Âl-i İmrân 3/140) şeklindeki ilâhî kanun gereğince
gâlibiyet zaman zaman müslümanların, zaman zaman da kâfirlerin olsa da Allah,
mü’minlerin devletini sona erdirme ve izlerini silme fırsatını kâfirlere asla
vermeyecektir. Bununla birlikte kâfirlerin eline fırsat geçmemesi için
mü’minlerin kendi aralarında tefrikaya düşüp savaşmamaları, iyiliği emir ve
kötülükten sakındırma vazifelerini ihmal etmemeleri ve günah girdabına
gömülmemeleri gerekir. Nitekim bu hususa ışık tutacak şekilde Allah Resûlü (s.a.s.)
şöyle buyurmaktadır:
“Allah bana doğusuyla batısıyla bütün dünyayı toplu olarak
gösterdi. Doğuda ve batıda, ondan bana gösterilen tüm yerlere ümmetimin sahip
ve hâkim olacağını gördüm. Bana biri kırmızı, diğeri beyaz iki hazine verildi. Altın
ve gümüş, Roma ve İran, Suriye ve Irak hazineleri önüme serildi. Rabbimden
«Ümmetimi genel bir kıtlıkla helak etmemesini, kendilerinden başka bir düşmanı
üzerlerine salıp köklerini kazımamalarını ve istiklâllerine son vermemelerini»
istedim. Rabbim de şöyle buyurdu: «Rasûlüm! Ben bir hüküm verdiğimde bu geri
çevrilmez. Ben sana ümmetinle ilgili olarak onları bir genel kıtlıkla yok
etmemeyi, kendileri bölünüp bir grubu diğerini öldürmedikçe ve esir almadıkça
dünya üzerlerine gelse -kendilerinden başka- onların varlıklarına ve
istiklâllerine son verecek bir düşmanı onlara musallat kılmayacağımı va‘dediyorum.»” (Müslim,
Fiten 19-20)
Münafıkların diğer özelliklerine gelince:
142. Münafıklar, kendilerince güyâ Allah’ı aldatmaya çalışıyorlar. Oysa Allah, onların hilelerini sürekli kendi başlarına çeviriyor. Onlar namaza kalktıklarında tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı da pek az hatırlarına getirirler.
143. Onlar, mü’minlerle kâfirlerin arasında bocalayıp duranlardır. Tam olarak ne mü’minlere ne de kâfirlere bağlanabilirler. Allah kimi saptırırsa, artık sen onun için bir kurtuluş yolu bulamazsın.
Münafıklar,
iki yüzlülük yapmaları, yalan söylemeleri, mü’minler aleyhine hileler ve
tuzaklar planlamaları ile güya Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Bunu yaparken
ilâhî bir kamera altında bulunduklarını, yaptıkları her şeyin kaydedildiğini
hiç dikkate almazlar. Halbuki her şeyi gören ve bilen Allah Teâlâ, onların
tuzaklarını boşa çıkaracak, hilelerini başlarına geçirecek ve mü’minleri
aldatmak istemelerine mukâbil onları cezalandıracaktır. Burada münafıkların
dört önemli özelliğine temas edilir:
›
Onlar, namazı tembel tembel, isteksiz bir şekilde kılmaya çalışırlar.
Kendilerini müslüman gösterebilmek için cemaatle namaza iştirakleri
gerektiğinden, cemaate gelmek onlara çok zor gelir. Namazı ancak riyakârlık
yapmak için kılarlar. Bu sebeple herhangi bir sevap ummazlar. Onu terk etmekten
dolayı da ceza göreceklerine inanmazlar. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Münafıklara
en ağır gelen namaz, yatsı namazı ile sabah namazıdır.” (Buhârî, Mevâkît
20; Müslim, Mesâcid 252) Çünkü gündüzün çalışıp yoruldukları için yatsı
namazına gitmek, derin uyku vaktine rast geldiği için de sabah namazına gitmek
onlara ağır gelir.
›
İnsanlara gösteriş yaparlar. Bütün kıldıkları namaz ve yaptıkları
hayırlar hep gösteriş içindir. Allah’a gerçek mânada inanmadıkları ve O’ndan
bir sevap ummadıkları için yaptıklarını sadece dünyevî beklenti ve endişelerle
yaparlar.
›
Allah’ı az zikrederler, neredeyse hatırlarına bile getirmezler.
Zira Allah’ın zikri onların dillerine ve kalplerine yerleşmemiştir. Gönüllü
olarak ne teşbih ne tehlil getiriler ne de Kur’an okurlar. Sadece riya için
kıldıkları namazlarda tekbir getirirler. Bu da elbette çok zikir sayılmaz.
Gerçekten de müslüman görünen nice insanlar vardır ki, günlerce beraber olsan
onlardan ne bir tehlil ne de bir tesbih duymak mümkün olabilir. Ancak dünya ve
dünyalıklarla alakalı faydasız konuşmalar bütün vakitlerini doldurur. Bundan
hiç usanmazlar. Bunun bir munâfıklık alâmeti olduğunun farkında bile
değildirler. Halbuki mü’minin üç kalesi vardır. Bunlar mescid, zikrullah ve
Kur’an tilâvetidir. Bu üç şeyden biriyle meşgul olan mü’min, kendini şeytandan
koruyan bir kaleye sığınmış sayılır.
›
Onlar iman ile küfür arasında kararsızlık, tereddüt ve şaşkınlık
içindedirler. İç ve dış dünyaları tam bir istikrarsızlık manzarası
arzetmektedir. Ne mü’minlere yar olabilirler, ne de kâfirlere tam olarak bağlanabilirler.
İki grup arasında bocalar dururlar. Her iki tarafı da memnun etme çabası
içerisinde uğraşır, böylece ömürlerini boş yere tüketirler. Tercihlerini
sapıklıktan yana kullandıkları için, Allah onları doğru yoldan saptırmış ve
derin bir şaşkınlık içine bırakmıştır. Böyle durumda olan kimselere bir hidâyet
ve kurtuluş yolu bulmak mümkün değildir.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Münafığın durumu, hangi sürüye katılacağını bilemeyen, iki sürü
arasındaki şaşkın koyun gibidir. Kimi zaman bu tarafa, kimi zaman da diğerine
gider, kalır.” (Müslim, Munâfıkîn 17)
Bu
bakımdan kurtuluş itibariyle mü’min, münafık ve kâfirin durumunu bir nehre
atılan üç kimsenin hâline benzetmek mümkündür. Mü’min nehri geçer. Kâfir olduğu
yerde kalır. Münafık ise, nehri geçmeye teşebbüs eder, fakat ortasına
geldiğinde muvaffak olamayacağını anlar. O vakit kâfir ona: “Bana doğru gel de
boğulmayasın” diye seslenir. Mü’min de ona: “Benden tarafa gel de kurtul” diye
bağırır. Bunun üzerine münafık ne tarafa gideceğine bir türlü karar veremez.
Tereddüt içinde oyalanırken boğulup gider. İşte bu misalde olduğu gibi münafık
ölene kadar şüpheden kurtulamaz.
Bu
sebeple Yüce Rabbimiz, mü’minleri kâfir ve münafıkların zararlarından korumak
üzere şöyle buyuruyor:
144. Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost ve sırdaş edinmeyin. Yoksa, böyle bir akılsızlıkta bulunup da aleyhinizde Allah’a apaçık bir delil vermek ve O’nun azabını üzerinize çekmek mi istiyorsunuz?
İslâm’dan
önce Medine’de yaşayan Evs ve Hazreç kabilesinden olan Araplar ile Kurayza
oğulları yahudileri arasında emzirme, yeminle birbirlerine bağlanma gibi
sebeplerle oluşmuş bir takım ilişkiler ve dostluklar vardı. Allah Resûlü (s.a.s.)
Medine-i Münevvere’ye gelip de onlar müslüman olunca, yahudilerle olan
dostluklarının doğru olup olmadığından, ya da bu dostluklarını devam
ettirmelerinde bir sakınca bulunup bulunmadığından şüphe ettiler. Durumu gelip Resûlullah’a
anlattılar ve: “Yâ Rasûlallah, biz kimlerle dost olalım?” diye sordular. Efendimiz’in: “Muhacirlerle dost olun”
buyurması üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
XI, 69)
Bu
hususa temas eden âyet-i kerîmelerde özellikle “mü’minleri bir tarafa bırakma”
kaydına vurgu yapıldığı görülür. Demek ki, mü’minin öncelikle diğer mü’minleri
dost ve sırdaş edinmesi, onları bir kenara atmaması, dışlamaması gerekir. Bunu
yaptıktan sonra İslâm’ın müsaade ettiği çerçevede müslüman olmayanlarla da, her
iki tarafın da menfaatine olacak ve kötülükleri önleyecek şekilde ilişkiler
kurabilir, anlaşmalar yapabilir. Fakat İslâm’ın belirlediği çerçeveyi dikkate
almadan ölçüsüz bir şekilde kâfirleri dost edinenler, onlarla düşüp kalkanlar,
kendi dinleri ve mü’min kardeşleri aleyhinde bile olsa kâfir dostlarının
yaptıklarına ses çıkarmayanlar, hatta onların hâkimiyetlerine razı olup itiraz
etmeyenler, Allah’a bile bile aleyhlerinde kullanacağı ve bu sebeple
kendilerine azap edeceği bir delil vermiş olurlar. Yani böyle davrananlar,
kâfirlerin dünya ve âhirette maruz kalacakları cezaya müstehak ve ortak olmak
suretiyle gazab-ı ilâhîyeye uğrarlar.
Münafıkların
uğrayacağı cezaya gelince:
145. Şüphesiz münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onları oradan kurtaracak hiçbir yardımcı da bulamazsın.
146. Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini tam bir ihlasla yaşayıp bütün samimiyetleriyle Allah’a yönelenler başka. İşte onlar gerçek mü’minlerle beraberdirler. Allah mü’minlere pek büyük bir mükâfat verecektir.
Araplar
aşağı doğru inen tabakalar hakkında اَلدَّرْكُ (derku), yukarı doğru çıkanlara da اَلدَّرَجَةُ (derece) derler. Buna göre cennette dereceler,
cehennemde ise derekeler vardır. Cehennem ateşi aşağıya doğru çeşitli tabaka ve
mevkilerden oluşur. Yakıcılık durumuna göre ona çeşitli isimler verilir. Kur’ân-ı
Kerîm’de zikredilen isimlerden bazıları şunlardır: Cehennem, Cahîm, Hamîm,
Saîr, Hutame, Lezâ, Sekar, Hâviye,
Ğayy... İşte münafıklar, farklı isimlerle ve sıfatlarla anılan cehennem
ateşinin en alt tabakasında bulunurlar. Burada cezalandırılmalarının sebebi ise
küfürlerinin ileri derecede oluşu, hilelerinin çokluğu ve mü’minlere eziyet verme
imkânları elde edip bunları tatbik etmelerinden dolayıdır.
Kullarına
sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz, cehennemin en alt tabakasına layık olan
münafıklara bile tevbe kapısını açık tutmakta; günahlarından tevbe edip hâlini
düzeltenleri, Allah’a kulluğa sımsıkı sarılanları, gösterişi terk edip dinin
emirlerini samimi bir şekilde sadece Allah için yapanları affedeceğini, onları
gerçek mü’minlerden sayacağını ve mü’minlerle beraber onlara da büyük bir
mükâfat vereceğini müjdelemektedir. Bunun sebep ve hikmeti şudur:
147. Eğer siz şükredip inanırsanız Allah size ne diye azap etsin. Allah, iyiliklerin karşılığını bol bol veren ve her şeyi hakkıyla bilendir.
Kullar,
Allah’ın verdiği nimetlere şükredip nankörlükten uzak durdukları ve iman edip
onun gereğini yerine getirdikleri takdirde Allah onlara azap etmeyecektir.
Çünkü ilâhî azabın mevcudiyetinin hikmeti, insanları küfür ve nankörlükten
sakındırmak, iman ve şükre sevketmektir. Netice hâsıl olduktan sonra azap
etmeye gerek kalmayacaktır. Allah Şâkir’dir; kullarının yaptıkları iyilikleri
kabul buyurur ve onlara fazlasıyla mükâfat verir. Diğer yönden işledikleri
günahları affeder; eğer affetmezse sadece o günahın küçüklük veya büyüklüğüyle
sınırlı bir ceza takdir buyurur. Zira Allah, her şeyi en iyi bilendir.
Şükrün
en mühim alâmeti, Allah’ın lütfettiği nimetlerin kadrini bilmek ve bunu dil ile
söyleyip davranışlarla sergilemektir. Bunu başarabilmek için de müslüman, nimet
veren Varlığın kendisine olan lütfunun farkında olup şükürde O’na başkasını
ortak koşmamalı, O’na nihâyetsiz muhabbet ve bağlılık duymalı ve O’nun
emirlerine itaat edip, rızâsına muhâlif hareketlerden kaçınmalıdır.
Şu
dört şey insanın lehine, şu üç şey de insanın aleyhinedir. Lehine olan dört
şey: Şükür, iman, dua ve istiğfardır. Bu hususta âyet-i kerîmelerde şöyle
buyrulur:
“Eğer siz şükredip inanırsanız Allah size ne diye azap etsin.” (Nisâ 4/147)
“Rasûlüm, sen onların arasında bulunduğun sürece Allah onlara azap
edecek değildir. Bir de yaptıklarına pişmanlık duyup günahlarının
bağışlanmasını diledikleri sürece de Allah onlara azap etmeyecektir.” (Enfâl 8/33)
“Rasûlüm! De ki: “Eğer kulluğunuz ve yakarmanız olmasa Rabbim size
ne diye değer versin ki?” (Furkan 25/77)
Aleyhine
olan üç hususa gelince, bunlar: Hilekârlık, haddi aşmak ve ahdi bozmaktır.
Nitekim bu hususta da âyetlerde şöyle buyrulur:
“Oysa kötülük planları,
ancak onu kuranların ayağına dolanır.” (Fâtır 35/43)
“Ey insanlar! Taşkınlığınız ancak kendinize zarar verecektir.” (Yûnus 10/23)
“Artık kim bey‘atini bozarsa ancak kendi zararına bozmuş olur.” (Feth 48/10)
Dâimâ
iyilikleri seven ve emreden, kötülükleri ise sevmeyip yasaklayan Yüce Allah, haksızlığa
uğrayan kullarına bir kısım ruhsatlar tanımaktadır ki onlardan biri şudur:
148. Allah çirkin sözün, açıkça söylenmesinden asla hoşlanmaz. Ancak zulme uğrayan kimsenin durumu başkadır. Allah, her şeyi hakkıyla işitir ve kemâliyle bilir.
Rivayete
göre bir adam bir kavme misafir olmuştu. Onu misafir etmede, yedirip içirmede
kötü davrandılar da onlardan şikâyette bulundu. Bu âyet-i kerîme, onun şikâyette
bulunmasına ruhsat tanımak üzere nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
189)
Bir
diğer rivayete göre Peygamber Efendimiz’in de hazır bulunduğu bir mecliste bir
adam Hz. Ebubekir’in aleyhinde konuştu. Ebubekir cevap vermedi. Adam konuşmaya
devam edince dayanamadı ve cevap verdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.)
kalkıp meclisten ayrılmak istedi. Ebubekir: “Ey Allah’ın Rasûlü, bu adam benim
aleyhimde konuşurken oturuyordun, ben cevap verince çıkmaya davrandın?!” dedi.
Efendimiz: “O, senin aleyhinde konuşurken bir melek senin yerine o adama
cevap veriyordu. Fakat sen cevap verince melek gitti, yerine şeytan gelip
oturdu” buyurdu ve bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Ebû Dâvûd, Edeb 41/4896; Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 72)
Allah
Teâlâ, ne fiil ne de söz olarak, ne gizli ne de âşikâr kötülüğün hiç birini
sevmez. Kötü fiil şöyle dursun, kötülüğün söz kabilinden olarak bile meydana
konulmasını istemez. Sadece sözle bile olsa kötülük ilan edildiği ve
açıklandığı zaman oraya ilâhî gazap ve azap iner. Ancak zulüm ve haksızlığa
uğrayan kişi bundan müstesnâdır. Zulme uğramış, hakkına tecavüz edilmiş olan
kimse feryat edebilir, zalim aleyhine bağıra bağıra beddua edebilir yahut ondan
yakınarak kötülüklerini söyleyebilir, hatta kötü sözlerine misliyle karşılıkta
bulunabilir.
Hasan
Basri (r.h.), şu üç şahıs aleyhinde konuşmanın gıybet olmayacağını söyler.
Bunlar; zâlim sultan, açıktan günah işleyen fâsık, insanları kendi uydurduğu
bidate çağıran bidatçi kimsedir.
“Allah çirkin sözün, açıkça söylenmesinden asla hoşlanmaz. Ancak
zulme uğrayan kimsenin durumu başkadır” (Nisâ 4/148) âyetinden şöyle bir
işârî mâna anlamak mümkündür: “Allah, avâmın kötü ve çirkin sözleri açıkça
söylemesini, havâssın kendi kendine söylemesini, ehassu’l-havâssın ise
gönlünden geçirmesini sevmez. Ancak beşer olması hasebiyle istemeyerek bir
mâsiyet işlemesi veyâ zorlanması sebebiyle haksızlığa uğrayan kimseler bunun
hâricindedir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, II, 381)
Ancak
ister fiilî olsun ister kavlî olsun açık veya gizli yapılan bütün iyiliklerin
ve kendimize yapılan kötülük ve haksızlıkları affetmenin Allah katında büyük
mükâfatı vardır. Özellikle “Siz, açık veya gizli bir iyilik yaptığınızda” (Nisâ
4/149) ifadesiyle söze başlanması kötülüğü bağışlamaya teşvik için bir
giriştir. Zaten ardından da Allah’ın affediciliği ve her şeye kâdir olduğu
zikredilmiştir. Buradan, Allah’ın razı olduğu davranışın, cezalandırmaya gücü
yeterken affetmek olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten de Allah âsîleri cezalandırmaya
ve onlardan intikam almaya muktedir olduğu halde çok affedicidir. Demek ki
intikam almaya gücü yettiği halde affetmek Allah’ın ahlâkındandır. Mü’minlerin
de Allah’ın bu ahlâkına ve değişmez kanununa uymaları gerekir. Bu âyetlerde mazluma,
intikam almak için ruhsat verildikten sonra güzel ahlâk prensibine uyarak af
yolunu tercih etmesine de teşvik vardır. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede
şöyle buyrulur:
“Bununla beraber kim affeder ve böylece düşmanlığı sona erdirip
barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir…” (Şûrâ 42/40)
Af ve iyilikten yana hiçbir nasibi olmayıp Allah’ı
ve peygamberleri inkâr edenlere gelince:
149. Siz, açık veya gizli bir iyilik yaptığınızda ya da size yapılan bir kötülüğü bağışladığınızda, şunu bilin ki Allah da sizi affedecektir. Çünkü Allah, çok affedicidir, her şeye gücü yetendir.
Rivayete
göre bir adam bir kavme misafir olmuştu. Onu misafir etmede, yedirip içirmede
kötü davrandılar da onlardan şikâyette bulundu. Bu âyet-i kerîme, onun şikâyette
bulunmasına ruhsat tanımak üzere nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
189)
Bir
diğer rivayete göre Peygamber Efendimiz’in de hazır bulunduğu bir mecliste bir
adam Hz. Ebubekir’in aleyhinde konuştu. Ebubekir cevap vermedi. Adam konuşmaya
devam edince dayanamadı ve cevap verdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.)
kalkıp meclisten ayrılmak istedi. Ebubekir: “Ey Allah’ın Rasûlü, bu adam benim
aleyhimde konuşurken oturuyordun, ben cevap verince çıkmaya davrandın?!” dedi.
Efendimiz: “O, senin aleyhinde konuşurken bir melek senin yerine o adama
cevap veriyordu. Fakat sen cevap verince melek gitti, yerine şeytan gelip
oturdu” buyurdu ve bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Ebû Dâvûd, Edeb 41/4896; Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 72)
Allah
Teâlâ, ne fiil ne de söz olarak, ne gizli ne de âşikâr kötülüğün hiç birini
sevmez. Kötü fiil şöyle dursun, kötülüğün söz kabilinden olarak bile meydana
konulmasını istemez. Sadece sözle bile olsa kötülük ilan edildiği ve
açıklandığı zaman oraya ilâhî gazap ve azap iner. Ancak zulüm ve haksızlığa
uğrayan kişi bundan müstesnâdır. Zulme uğramış, hakkına tecavüz edilmiş olan
kimse feryat edebilir, zalim aleyhine bağıra bağıra beddua edebilir yahut ondan
yakınarak kötülüklerini söyleyebilir, hatta kötü sözlerine misliyle karşılıkta
bulunabilir.
Hasan
Basri (r.h.), şu üç şahıs aleyhinde konuşmanın gıybet olmayacağını söyler.
Bunlar; zâlim sultan, açıktan günah işleyen fâsık, insanları kendi uydurduğu
bidate çağıran bidatçi kimsedir.
“Allah çirkin sözün, açıkça söylenmesinden asla hoşlanmaz. Ancak
zulme uğrayan kimsenin durumu başkadır” (Nisâ 4/148) âyetinden şöyle bir
işârî mâna anlamak mümkündür: “Allah, avâmın kötü ve çirkin sözleri açıkça
söylemesini, havâssın kendi kendine söylemesini, ehassu’l-havâssın ise
gönlünden geçirmesini sevmez. Ancak beşer olması hasebiyle istemeyerek bir
mâsiyet işlemesi veyâ zorlanması sebebiyle haksızlığa uğrayan kimseler bunun
hâricindedir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, II, 381)
Ancak
ister fiilî olsun ister kavlî olsun açık veya gizli yapılan bütün iyiliklerin
ve kendimize yapılan kötülük ve haksızlıkları affetmenin Allah katında büyük
mükâfatı vardır. Özellikle “Siz, açık veya gizli bir iyilik yaptığınızda” (Nisâ
4/149) ifadesiyle söze başlanması kötülüğü bağışlamaya teşvik için bir
giriştir. Zaten ardından da Allah’ın affediciliği ve her şeye kâdir olduğu
zikredilmiştir. Buradan, Allah’ın razı olduğu davranışın, cezalandırmaya gücü
yeterken affetmek olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten de Allah âsîleri cezalandırmaya
ve onlardan intikam almaya muktedir olduğu halde çok affedicidir. Demek ki
intikam almaya gücü yettiği halde affetmek Allah’ın ahlâkındandır. Mü’minlerin
de Allah’ın bu ahlâkına ve değişmez kanununa uymaları gerekir. Bu âyetlerde mazluma,
intikam almak için ruhsat verildikten sonra güzel ahlâk prensibine uyarak af
yolunu tercih etmesine de teşvik vardır. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede
şöyle buyrulur:
“Bununla beraber kim affeder ve böylece düşmanlığı sona erdirip
barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir…” (Şûrâ 42/40)
Af ve iyilikten yana hiçbir nasibi olmayıp Allah’ı
ve peygamberleri inkâr edenlere gelince:
150. Allah’ı ve peygamberlerini inkâr eden, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyen ve “peygamberlerin bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız” deyip, böylece iman ile küfür arasında bir yol tutmaya çalışanlara gelince:
151. İşte bunlar gerçek mânada kâfirdirler. Biz de kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.
Allah
katında yegâne makbul din, iman ve tevhid esası üzerine kurulmuş İslâm dinidir.
Allah’ın gönderdiği bütün peygamberler, Allah adına davette bulunmuşlar ve
temel esaslar itibariyle hep aynı dini tebliğ etmişlerdir. Dolayısıyla iman
açısından Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak ve aynı şekilde
peygamberler arasında bir ayrıma gitmek doğru değildir; apaçık bir küfürdür.
Burada
üç grup kâfirden bahsedilmektedir:
§
Hem Allah’ı hem de peygamberlerini inkâr edenler, hiç birine iman
etmeyenler. Müşrikler, dinsizler ve ateistler bu gruba girer.
§
İman etme bakımından Allah ile peygamberi birbirinden ayıranlar,
yani Allah’a iman iddiasında bulunup da peygamberlere inanmayanlar.
§
Peygamberlerden bazısına inanıp bazısına inanmayanlar. Yahudi ve hıristiyanlar
bu gruba girmektedir. Özellikle Peygamber Efendimiz’e iman etmemeleri tenkit
edilmektedir.
Bu
davranışların hepsi küfür, bunu sergileyenler de kâfirdir. Çünkü imanla küfür,
hakla bâtıl arasında orta bir mertebe yoktur. Bir peygamberi inkâr bütün peygamberleri
inkâr, peygamberleri inkâr ise Allah’ı inkâr demektir.
Günümüzde
özellikle müsteşriklerin gündeme getirdiği iddialar ve bunların bir kısım
modernistler tarafından yüksek sesle dillendirilmesi sonucu, Peygamberimiz (s.a.s.)
ve onun sünneti hakkında Kur’an’ın bu konudaki yaklaşımına kesinlikle uymayan
bir kısım inkârî temayüller baş göstermiştir. Kur’ân-ı Kerîm’den anladığımıza
göre “Peygamber”, yeryüzünde Allah’ın temsilcisidir. O, Allah’tan din vahyini
almakta, Allah adına konuşmakta, Allah adına karar verip iş yapmaktadır. Bizim
Allah hakkında, din hakkında ve dinin bahsettiği bütün hususlarda sahip
olduğumuz bilgiler, bütünüyle Peygamber (s.a.s.)’in verdiği bilgilere
dayanmaktadır. Çünkü bu mânada Allah ile irtibat halinde bulunup söz söyleme yetkisine
sahip tek kişi odur. Bu sebepledir ki, Allah Teâlâ pek çok âyette kendisi ile
beraber Peygamber’e itaati emretmiş ve “Peygamber’e itaatin aynen kendine
itaat” (bk. Nisâ 4/80) olduğunu haber vermiştir. Kulun Allah’ı sevip O’nun
af ve mağfiretine ulaşabilmesini Peygamberi’ne uymaya bağlamıştır. (bk. Âl-i
İmran 3/31) O halde Peygamber (s.a.s.)’i ve onun sünnetini devre dışı bırakmaya
çalışmak, bununla ilgili kalplere şüphe tohumları atmak gibi hâince ve şeytanca
teşebbüsler, “Allah ile peygamberlerin” arasını ayırmaya yeltenmekten başka bir
şey değildir. Bunu bilinçli planlayanlar ve uygulayanlar kapkaranlık küfür
dehlizlerinde bulundukları gibi, bilerek veya bilmeyerek buna alet olanlar da
aynı küfür dehlizlerine doğru süratle yol almaktadırlar. Kurtuluş için bu bâtıl
yoldan dönüş gereklidir ki, bir sonraki âyet bunun çaresini öğretmektedir:
152. Allah’a ve peygamberlerine inanıp peygamberlerin arasını ayırmayanlara gelince, Allah onlara yakında mükâfatlarını verecektir. Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Makbul
iman, Allah’a ve peygamberlerine inanmak ve iman itibariyle onlar
arasında bir ayırıp yapmamaktır. Bu şekilde inanıp gereğini yapanlar ebedî
mükâfata, ilâhî mağfiret ve rahmete nâil olacaklardır.
Şimdi
de, peygamberlere karşı sergilenen menfi tavra misal olarak Ehl-i kitabın hâli
gözler önüne serilmekte ve müslümanların bu konuda dikkatli olmaları
istenmektedir:
153. Rasûlüm! Ehl-i kitâp senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Buna aldırış etme. Çünkü onlar Mûsâ’dan daha büyüğünü istemiş, “Bize Allah’ı açıkça göster!” demişlerdi. Derken, böyle küstahça istekleri yüzünden onları hemen yıldırım çarpmıştı. Sonra, kendilerine apaçık deliller ve mûcizeler gelmesine rağmen buzağıyı tanrı edinmişlerdi. Yine de bütün bunları affetmiş; Mûsâ’ya da apaçık bir delil, kudret ve hâkimiyet vermiştik.
Rivayete
göre yahudilerin Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e: “Ey Muhammed, eğer gerçekten
peygamber isen Mûsâ’nın getirdiği gibi kitabı gökten bize bir defada toptan
getir” demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 189) Diğer bir rivayete göre ise bir grup yahudinin Peygamberimiz’e
gelip “Mûsâ’nın Allah katından levhaları getirdiği gibi sen de bize Allah
katından levhalar getir ki seni tasdik edelim” diye istekte bulunmaları üzerine
nâzil olmuştur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VI, 10)
Ehl-i
kitap, iman edeceklerinden dolayı değil tamamen işi yokuşa sürmek ve peygamberi
zor durumda bırakmak niyetiyle Allah Resûlü (s.a.s.)’den böyle bir talepte
bulunmuşlardır. Nitekim Hz. Mûsâ’dan bundan daha büyük bir şey istemişler:
“Allah’ı açıkça görmedikçe sana iman etmeyeceğiz!” demişler ve gözleri göre
göre kendilerini yıldırım çarpmıştı. Sonra şükretmeleri için ölümlerinin
ardından Allah onları tekrar diriltmişti. (bk. Bakara 2/55-56) Fakat fazla geçmeden, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği
beyaz el, asa, denizin yarılması gibi Allah’ın varlığına, birliğine ve
kudretine açıkça delâlet eden mûcizeleri görmelerine rağmen buzağıyı ilâh
edinmişlerdi. (bk. Bakara 2/51; Tâhâ 20/83-89)
“Mûsâ’ya verilen apaçık delil”den maksat, gösterdiği mûcizelerdir.
Çünkü o, bunlar vesilesiyle peygamberliğini ispat etmiş, muhâliflerini
kıpırdamayacak şekilde susturmuş ve onlar üzerinde nüfûz ve hâkimiyetini
kurmuştur.
Diğer
taraftan:
154. Verdikleri sözde durmaları için dağı üzerlerine kaldırmış ve: “Şehrin kapısından secde ederek, emirlerimize boyun eğerek girin!” demiştik. Yine onlara: “Cumartesi yasağını hiçe sayarak haddi aşmayın!” buyurmuş ve onlardan pek sağlam bir söz almıştık.
Yahudiler,
ıslahı zor bir millet oldukları için, Allah Teâlâ emirlerini yerine getirmek üzere
onlardan söz alırken ve onlardan sözlerinde durmalarını isterken dağı
üzerlerine bir gölge gibi kaldırmış; bunları dine kâmil bir imanla değil, dağın
altında kafalarını ezecek gibi bir vaziyette bağlamıştır. (bk. Bakara 2/63; A‘râf
7/171) Onlara verilen emirlerden ikisi
de şehrin kapısından başlarını eğip secde eder vaziyette girmeleri (bk. Bakara
2/58) ve balık tutmak gibi yasak işler yaparak cumartesi gününün mahremiyetini
çiğnememeleri ve haddi aşmamalarıdır. (bk. Bakara 2/65-66)
Yahudilerin
lânete uğramalarının ve kalplerinin mühürlenmesinin sebepleri ise şöyle beyân
edilir:
155. Fakat verdikleri sözden dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz perdelidir” demeleri yüzünden biz onları lânetledik. Aslında Allah, onların kalplerini inkârları yüzünden mühürlemiştir. Artık pek azı dışında onlar iman etmezler.
Sözkonusu
edilen sebepler şunlardır:
Allah’ın emirlerini yapıp yasaklarından kaçınacaklarına dair
verdikleri sözü bozmaları,
Allah’ın âyetlerini, ilâhî hükümleri haber veren açık delillerini
ve peygamberler eliyle gösterdiği mûcizelerini inkâr etmeleri,
Peygamberleri haksız yere öldürmeleri,
“Kalbimiz perdelidir, ne söylense tesir etmez, dolayısıyla yapılan
telkinlerin hiç biri kulağımıza girmez”
veya “kalbimiz ilim kaplarıdır, ilimle doludur, yeni bir bilgiye, yeni
bir peygamberin davetine ihtiyacımız yok” demeleri,
Allah’ın, bir erkek aracılığı olmaksızın çocuk yaratabilecek
kudrette olduğuna inanmadıklarından dolayı Hz. Meryem hakkında zina ettiğine
dair büyük bir iftirada bulunmaları,
“Biz, Allah’ın Rasûlü Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demeleridir.[1]
Demek
ki onlar, peygamber olduğunu bildikleri Hz. İsa’yı öldürmeyi istemişler ve buna
azmetmişlerdi. Fakat onu ne öldürebildiler, ne de çarmıha gerip asabildiler.
Zira o dönemde idamlar çarmıha germek suretiyle yapılır, mahkumlar çarmıhta bir
müddet kaldıktan sonra kemikleri, özellikle de omurga kemikleri kırılıp
omiriliği çıkarılarak öldürülürdü. Ancak Hz. İsa’nın yerini haber veren ihbarcı
ona benzetilmiş ve çarmıha gerilerek o katledilmiştir. Hz. İsa’yı ise Allah
Teâlâ, yahudilerin elinden kurtarmış, akıl yoluyla mâhiyetini tam olarak
bilemeyeceğimiz bir yolla kendine, kendi katına yükseltmiştir. Fakat meselenin
nasıl vuku bulduğu ve ayrıntıları konusunda bir açıklama yapılmamıştır. Ne
Allah’ın onu bedeniyle birlikte yeryüzünden gökteki bir yere yükselttiği, ne de
onun diğer insanlar gibi ölüp ruhunun göğe yükseltildiği belirtilmemiştir.
Mesele o kadar kapalı bir dille anlatılmıştır ki, bu hadise hakkında, onun
olağanüstü ve mûcizevi olduğunu söylemekten başka bir değerlendirme yapmak
imkânsız gibidir. Evet Hz. İsa Allah’a
yükseltilmiştir; kıyamete yakın tekrar dünyaya gelecek ve Peygamber
Efendimiz’in izinde İslâm’ın tebliğini yapacaktır. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Hz. İsa, üzerinde kızıl toprak renginde iki
elbise olduğu hâlde iner; haçı kırar, domuzu öldürür, cizyeyi kaldırır, insanları
İslâm’a çağırır. Allah, onun zamanında İslâm hâriç bütün dinleri ortadan
kaldırır. Yeryüzüne emniyet gelir. Bunun bereketiyle arslanlar develerle otlar.
Çocuklar, yılanlarla oynar.” (İbn Mâce, Fiten 33/4077)
Bir başka hadîs-i şerîf de şöyledir:
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemîn
ederim ki, Meryem oğlu İsa’nın, İslâm şerîati ile hükmedecek adâletli bir hâkim
olarak aranıza ineceği, haçları kırıp, domuzları öldüreceği, Ehl-i kitâptan
cizyeyi kaldıracağı (yâni Ehl-i kitâbın da müslüman olup yahudilik ve hıristiyanlığın
kalkacağı) vakit yakındır. O zaman mal öylesine artar ki, kimse onu kabul
etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamâmından daha hayırlı olur.” Bu hadîs-i şerîfi rivayet eden
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayetinin sonunda der ki: “Dilerseniz şu âyeti okuyun: « Ehl-i kitaptan
her biri ölümünden önce ona mutlaka iman edecek; o da kıyamet günü onlar
aleyhinde şâhit olacaktır.» (Nisâ 4/159)” (Buhârî, Büyû 102, Enbiyâ 49; Müslim, İman 242)
Âyette bahsedilen “İsa hakkında
anlaşmazlığa düşenler”den maksat hıristiyanlardır.
Onların Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi konusunda ortak bir inançları yoktur. Bir
inanca göre çarmıha gerilen kişi Hz. İsa değil, ona çok benzeyen bir adamdı.
Başka bir görüşe göre, çarmıha gerilen kişi Hz. İsa idi, fakat çarmıhta
ölmemişti ve çarmıhtan indirildiğinde yaşıyordu. Bazıları da Hz. İsa’nın
çarmıhta öldüğüne, daha sonra tekrar dirilip havarileriyle birçok kez buluşup,
konuştuğuna inanırlar. Bir kısmı ondan Kutsal Ruh’un çıkarıldığını söylerler.
Bazıları da Hz. İsa’nın ölümünden sonra, insan vücudu içinde dirildiğini ve bu
vücut içinde yükseltildiğini söyler. Tüm bunlar, hıristiyanların bu konuda
gerçek bir bilgiye sahip olmadıklarını, farklı görüşlerini sadece tahminlere
dayandırdıklarını ve bir şüphe içinde bulunduklarını gösterir.
Sonuç olarak:
[1] “Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ey muhâcirler topluluğu! Beş haslet vardır
ki, size ulaşıp da onlarla imtihan olunmanızdan Allah’a sığınırım. 1. Bir
toplumda fuhuş çoğalır ve alenen işlenirse orada vebâ, salgın hastalıklar ve
mûsibetler önceden görülmemiş bir şekilde artar, çığ gibi büyür. 2. Ölçü ve tartıyı eksik tutarlarsa onlar
yıllarca süren bir yokluğa, rızık darlığına mâruz kalırlar ve idarecileri
onlara haksızlık eder. 3. Eğer mallarının zekâtını vermezlerse orada kuraklık
hüküm sürer. Hayvanlar olmasa yağmur bile yağmaz. 4. Allah’a ve Rasûlü’ne
verdikleri ahdi bozarlarsa Allah onlara kendilerinden olmayan bir düşman Mûsâllat
eder de, o düşman ellerindekinin bir kısmını alır. 5. Liderleri Allah’ın kitabıyla
hükmetmez ve başkalarını Allah’ın indirdiklerine tercih ederlerse Allah onların
cezalarını kendi içlerinde kılar.” (İbn Mâce, Fiten 22/4019; Ali el-Müttaki, Kenzu’l-Ummâl, XVI, 80)
156. Bu lânet ve mühürleme, küfürde ısrarla devamları ve babasız çocuk doğurması sebebiyle Meryem’e büyük bir iftira atmaları yüzündendir.
157. Bir de: “Biz, Allah’ın Rasûlü Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demeleri yüzünden. Oysa onlar İsa Mesih’i ne öldürebildiler ne de çarmıha gerebildiler. Öldürdükleri başkası idi, fakat onlara İsa gibi gösterildi. Şüphesiz ki İsa hakkında anlaşmazlığa düşenler, onun öldürülmesi hususunda da şüphe içindedirler. Bu konuda zanna tâbi olmaktan başka hiçbir bilgileri yoktur. Kesin olan şu ki, onu öldüremediler:
158. Bilakis Allah onu kendi katına yükseltti. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.
Sözkonusu edilen sebepler şunlardır:
Allah’ın emirlerini yapıp yasaklarından kaçınacaklarına dair verdikleri sözü bozmaları,
Allah’ın âyetlerini, ilâhî hükümleri haber veren açık delillerini ve peygamberler eliyle gösterdiği mûcizelerini inkâr etmeleri,
Peygamberleri haksız yere öldürmeleri,
“Kalbimiz perdelidir, ne söylense tesir etmez, dolayısıyla yapılan telkinlerin hiç biri kulağımıza girmez” veya “kalbimiz ilim kaplarıdır, ilimle doludur, yeni bir bilgiye, yeni bir peygamberin davetine ihtiyacımız yok” demeleri,
Allah’ın, bir erkek aracılığı olmaksızın çocuk yaratabilecek kudrette olduğuna inanmadıklarından dolayı Hz. Meryem hakkında zina ettiğine dair büyük bir iftirada bulunmaları,
“Biz, Allah’ın Rasûlü Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demeleridir.[1]
Demek ki onlar, peygamber olduğunu bildikleri Hz. İsa’yı öldürmeyi istemişler ve buna azmetmişlerdi. Fakat onu ne öldürebildiler, ne de çarmıha gerip asabildiler. Zira o dönemde idamlar çarmıha germek suretiyle yapılır, mahkumlar çarmıhta bir müddet kaldıktan sonra kemikleri, özellikle de omurga kemikleri kırılıp omiriliği çıkarılarak öldürülürdü. Ancak Hz. İsa’nın yerini haber veren ihbarcı ona benzetilmiş ve çarmıha gerilerek o katledilmiştir. Hz. İsa’yı ise Allah Teâlâ, yahudilerin elinden kurtarmış, akıl yoluyla mâhiyetini tam olarak bilemeyeceğimiz bir yolla kendine, kendi katına yükseltmiştir. Fakat meselenin nasıl vuku bulduğu ve ayrıntıları konusunda bir açıklama yapılmamıştır. Ne Allah’ın onu bedeniyle birlikte yeryüzünden gökteki bir yere yükselttiği, ne de onun diğer insanlar gibi ölüp ruhunun göğe yükseltildiği belirtilmemiştir. Mesele o kadar kapalı bir dille anlatılmıştır ki, bu hadise hakkında, onun olağanüstü ve mûcizevi olduğunu söylemekten başka bir değerlendirme yapmak imkânsız gibidir. Evet Hz. İsa Allah’a yükseltilmiştir; kıyamete yakın tekrar dünyaya gelecek ve Peygamber Efendimiz’in izinde İslâm’ın tebliğini yapacaktır. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Hz. İsa, üzerinde kızıl toprak renginde iki elbise olduğu hâlde iner; haçı kırar, domuzu öldürür, cizyeyi kaldırır, insanları İslâm’a çağırır. Allah, onun zamanında İslâm hâriç bütün dinleri ortadan kaldırır. Yeryüzüne emniyet gelir. Bunun bereketiyle arslanlar develerle otlar. Çocuklar, yılanlarla oynar.” (İbn Mâce, Fiten 33/4077)
Bir başka hadîs-i şerîf de şöyledir:
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemîn ederim ki, Meryem oğlu İsa’nın, İslâm şerîati ile hükmedecek adâletli bir hâkim olarak aranıza ineceği, haçları kırıp, domuzları öldüreceği, Ehl-i kitâptan cizyeyi kaldıracağı (yâni Ehl-i kitâbın da müslüman olup yahudilik ve hıristiyanlığın kalkacağı) vakit yakındır. O zaman mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamâmından daha hayırlı olur.” Bu hadîs-i şerîfi rivayet eden Ebû Hüreyre (r.a.) rivayetinin sonunda der ki: “Dilerseniz şu âyeti okuyun: « Ehl-i kitaptan her biri ölümünden önce ona mutlaka iman edecek; o da kıyamet günü onlar aleyhinde şâhit olacaktır.» (Nisâ 4/159)” (Buhârî, Büyû 102, Enbiyâ 49; Müslim, İman 242)
Âyette bahsedilen “İsa hakkında anlaşmazlığa düşenler”den maksat hıristiyanlardır. Onların Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi konusunda ortak bir inançları yoktur. Bir inanca göre çarmıha gerilen kişi Hz. İsa değil, ona çok benzeyen bir adamdı. Başka bir görüşe göre, çarmıha gerilen kişi Hz. İsa idi, fakat çarmıhta ölmemişti ve çarmıhtan indirildiğinde yaşıyordu. Bazıları da Hz. İsa’nın çarmıhta öldüğüne, daha sonra tekrar dirilip havarileriyle birçok kez buluşup, konuştuğuna inanırlar. Bir kısmı ondan Kutsal Ruh’un çıkarıldığını söylerler. Bazıları da Hz. İsa’nın ölümünden sonra, insan vücudu içinde dirildiğini ve bu vücut içinde yükseltildiğini söyler. Tüm bunlar, hıristiyanların bu konuda gerçek bir bilgiye sahip olmadıklarını, farklı görüşlerini sadece tahminlere dayandırdıklarını ve bir şüphe içinde bulunduklarını gösterir.
Sonuç olarak:
[1] “Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ey muhâcirler topluluğu! Beş haslet vardır ki, size ulaşıp da onlarla imtihan olunmanızdan Allah’a sığınırım. 1. Bir toplumda fuhuş çoğalır ve alenen işlenirse orada vebâ, salgın hastalıklar ve mûsibetler önceden görülmemiş bir şekilde artar, çığ gibi büyür. 2. Ölçü ve tartıyı eksik tutarlarsa onlar yıllarca süren bir yokluğa, rızık darlığına mâruz kalırlar ve idarecileri onlara haksızlık eder. 3. Eğer mallarının zekâtını vermezlerse orada kuraklık hüküm sürer. Hayvanlar olmasa yağmur bile yağmaz. 4. Allah’a ve Rasûlü’ne verdikleri ahdi bozarlarsa Allah onlara kendilerinden olmayan bir düşman Mûsâllat eder de, o düşman ellerindekinin bir kısmını alır. 5. Liderleri Allah’ın kitabıyla hükmetmez ve başkalarını Allah’ın indirdiklerine tercih ederlerse Allah onların cezalarını kendi içlerinde kılar.” (İbn Mâce, Fiten 22/4019; Ali el-Müttaki, Kenzu’l-Ummâl, XVI, 80)
159. Ehl-i kitaptan her biri ölümünden önce ona mutlaka iman edecek; o da kıyâmet günü onlar aleyhinde şâhit olacaktır.
Kendilerine ölüm gelip çatmadan önce yahudiler Hz. İsa’yı
yalanlamaktan, hıristiyanlar da ona ulûhiyet isnadından tevbe ederek Hz. İsa’ya
olması gereken şekilde iman etmek zorundadırlar. Ölüm anı gelip tevbe kapısı
kapanmadan tevbe edip imana gelmelidirler. Zira âhiret perdelerinin aralandığı
o zamanda imanın faydası olmayacaktır. (bk. Nisâ 4/18) Böylelikle kâfir olarak
ruhlarını teslim edecekleri için Hz. İsa kıyamet günü onlara şâhit olacak, hıristiyanlar
aleyhinde: “Ey Rabbbim, bunlar bana ilâh ve Allah’ın oğlu” dediler, diye;
yahudiler aleyhinde de: “Ey Rabbim bunlar beni yalanladılar” diye şâhitlik yapacaktır.
Özellikle yahudilerin, Allah’ın gazabına uğramalarına
sebep olan daha başka zulümleri de vardır:
160. Yahudilerin yaptıkları zulümler ve pek çok kimseyi Allah yolundan alıkoymaları yüzünden daha önce kendilerine helâl kılınmış olan bir kısım temiz ve hoş yiyecekleri biz onlara haram kıldık.
161. Bir de kendilerine yasaklandığı halde faiz almaları ve haksız yollarla insanların mallarını yemeleri yüzünden. İçlerinden kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.
Yenmesi
meşrû ve helâlken zulümleri ve burada sayılan diğer günahları ve azgınlıkları
sebebiyle yahudilere haram kılınan şeyler, En‘âm sûresinde şöyle açıklanmıştır:
“Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kılmıştık. Sığır ve
koyunların sırt ve bağırsaklarına yapışmış yahut kemiğe karışmış yağları
dışındaki tüm iç yağlarını da onlara haram kılmıştık. Azgınlıkları yüzünden biz
onları böyle cezalandırdık. Gerçekten biz gerçeği söyleriz.” (En‘âm 6/146)
Burada
şöyle bir inceliğe dikkat çekilebilir: Rabbimiz, yahudiler hakkında: “Biz
onlara temiz ve iyi şeyleri haram kıldık” (Nisâ 4/160) buyurur. Ümmet-i
Muhammed hakkında ise “O Peygamber temiz ve hoş olan bütün yiyecek ve
içecekleri onlara helâl, kötü ve pis olan şeyleri ise onlara haram kılmaktadır”
(A‘râf 7/157) ve “Allah’ın size
verdiği helâl ve temiz rızıklardan yiyin” (Mâide 5/88) buyurmuştur. Dolayısıyla ümmet-i
Muhammed’e yani bize günahlarımızdan ötürü herhangi bir şey haram
kılınmamıştır. Allah Teâlâ bizi bu âyetlerle temiz ve güzel olan şeylerin haram
kılınmasından emniyette kıldığı gibi, inşallah âhirette de bizi acı bir azaptan
emniyette kılacaktır. Çünkü âyet-i kerîmede temiz ve güzel olan şeylerin haram
kılınması ile âhirette acı bir azap hazırlanması beraber zikredilmiştir. Âlimlerimiz
bu gibi âyetlerden ilhamla: “Yasakları çiğnemek, mübah olanların haram
kılınmasını gerektirir. Mübah olan şeylerde İsrâfa düşmek ise, münacâttan,
Allah’a gönülden yalvarış ve yakarıştan mahrum olmayı gerektirir” demişlerdir.
(Bursevî, Rûhu’l-Beyân, II, 390)
Fakat
yahudilerin hepsi aynı durumda değildir:
162. Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ile, sana indirilene ve senden önce indirilen kitaplara iman eden mü’minlere; özellikle namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, Allah’a ve âhiret gününe iman edenlere pek büyük bir mükâfat vereceğiz.
“İlimde
derinleşmiş olanlar”; eğrilikten hoşlanmayan, ilim yolunda sağlam duran, neyi
bildiğini neyi bilmediğini seçebilen, bildikleri sayesinde bilmediklerinin
önemini mümkün mertebe çözebilen, Allah katından gelen bilgiler hakkında en
küçük bir şüphe duymayan ve bildikleriyle amel eden gerçek ilim sahibi
kimselerdir. (bk. Âl-i İmrân 3/7)
Âyet-i
kerîmede ilimleri bu mertebeye erişen âlimlerin; bütün isim, sıfat ve
fiilleriyle Allah’ı, Allah’ın hükümlerini, emir ve yasaklarını bilip, bunlara
göre amel ettikleri beyân edilir. Şöyle ki:
› Onların,
Allah’ın hükümlerini bilmeleri, “Onlar sana indirilen ve senden önce
indirilen kitaplara iman ederler” (Nisâ 4/162) ifadesi ile açıklanmıştır.
› Onların
bildikleri ilâhî hükümler, emir ve yasaklarla amel etmeleri, “Onlar namazı
dosdoğru kılar, zekâtı verirler” (Nisâ 4/162) tabiriyle anlatılmıştır.
Burada en şerefli ibâdetlerden olmaları hasebiyle özellikle namaz ve zekât zikredilmiştir.
Çünkü namaz, bedenî ibâdetlerin en şereflisi[1],
zekât da mal ile yapılan ibâdetlerin en şereflisidir.
› Onların isim,
sıfat ve fiilleriyle Allah’ı tanımaları ise “Allah’a ve âhiret gününe iman
ederler” (Nisâ 4/162) ifadesiyle haber verilmiştir. Şüphesiz en kıymetli
bilgi, mebde’ ve meâd yani ilk yaratılış ve âhiret bilgisidir. Mebde’ bilgisi
âyette, “Allah’a inanırlar” sözüyle, meâd bilgisi de, “âhiret gününe inanırlar”
sözüyle anlatılmıştır. İşte bu üç vasfı kâmil mânada kendinde toplayan kimseler,
Kur’an’ın ifadesiyle “râsih âlim” yani ilimde derinleşmiş âlim olma şerefine
ererler. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 85)
Bu
şerefe en yüksek seviyede nâil olanlar şüphesiz ilâhî vahye mazhar olan
peygamberlerdir. Resûlullah (s.a.s.) de o peygamberler silsilesinin hem serveri
hem de son mührüdür:
[1] Namaz, Arapça’da اَلصَّلٰوةُ
(salât) kelimesiyle ifade edilir. “Salât”
kelimesinin “ateş” anlamındaki اَلصَّلْيُ (es-salyu) kökünden türediği de söylenmiştir. Araplar
eğri olan bir ağacı doğrultmak istedikleri zaman ateşe tutarlardı. Kulda da
nefs-i emmâre bulunması sebebiyle bir eğrilik vardır. Kerîm olan Allah’ın
zâtının heybeti ve celâli ise sıcaktır. Öyle ki eğer hicâbı kaldırılsa bu
heybet ve celal ulaştığı her şeyi yakar. Mü’min namaza başlayınca işte bu
celâle yönelir. Böylece namaz kılan kimseye Rabbânî azametin ve ilâhî kudretin
manevî harâreti isâbet eder. Ateşin karşısına konulan odunda eğrilik kalmadığı
gibi, namazını dosdoğru kılan mü’minde de eğrilik kalmaz. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, II, 391)
Nitekim âyet-i kerîmede: “Namazı da dosdoğru kıl! Çünkü bütün şartlarına
riâyet edilerek hakkiyle kılınan namaz, insanı her türlü hayasızlıktan, dînin
ve aklın kabul etmediği şeylerden alıkoyar” (Ankebût 29/45) buyrulur.
163. Rasûlüm! Biz, Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyediyoruz. Nitekim İbrâhim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Yâkub’a onun soyundan gelen peygamberlere, İsa’ya, Eyyûb’e, Yûnus’a Hârûn’a ve Süleyman’a da vahyetmiştik. Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.
Hz.
Muhammed (s.a.s.) Efendimiz, ilk defa peygamberlik davasıyla ortaya çıkmış bir
şahıs değildir. Nitekim âyet-i kerîmede: “De ki: «Peygamber olarak
gönderilen ilk kişi ben değilim. Bana veya size ne yapılacağını da bilemem.
Ben, sadece bana vahyolunana uyarım; çünkü ben ancak apaçık bir uyarıcıyım»” (Ahkâf
46/9) buyrulur. Ondan önce isim ve kıssaları Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen ve
zikredilmeyen pek çok peygamber gelmiş, Allah’tan vahiy almış ve bunu insanlara
tebliğ etmişlerdir. Nitekim bunlardan bir kısmının ismi burada geçmektedir.
اَلزَبُورُ (Zebûr), kelime olarak “yazılı şey” mânasında
olup, Hz. Dâvûd’a verilen kitabın adıdır. Kaynaklarda verilen bilgilere göre
Zebûr yüz elli sûreden ibaret olup, bunlarda herhangi bir hüküm, helâl ve
harama dair bir buyruk yoktu. Bu kitap bir takım hikmetli sözler ve öğütler
ihtiva etmekteydi. (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, VI, 17)
Peygamberlerin
gönderiliş maksadı, iman edip davetlerini kabul edenleri cennetle müjdelemek,
inkâr yolunu tutanları da cehennemle uyarmaktır. Üstelik peygamber geldikten
sonra insanların kıyamette Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri
kalmayacaktır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Biz, peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (İsrâ 17/15)
“Şayet biz, kitap ve peygamber göndermeden önce kendilerini
aslında hak ettikleri bir felâketle helâk edecek olsaydık, bu takdirde:
«Rabbimiz, ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, böyle rezil ve perişan
olmadan önce senin âyetlerine uysaydık!» diyeceklerdi.” (Tâhâ
20/134)
Peygamberlerin gelmediği dönemlerde yaşayan,
yaşadıkları bölge itibariyle peygamberlerin tebliğlerine ulaşamayan veya
bunlarla yeteri kadar irtibat kuramayan insanlar, sadece Allah’ın varlığı ve
birliğini tanıyarak O’na inanmakla mesuldürler. Bunun dışında dinî bakımdan
herhangi bir sorumlulukları yoktur. Fakat peygamberin davetini işitip dinin ne
olduğunu anlayanlar, aynı şekilde sonraki asırlarda dünyaya geldiği halde dini
doğru bir şekilde öğrenme imkânı bulanlar iman etmeyip inkâr yolunu tutarlarsa,
bunun mutlaka cezasını çekeceklerdir.[1]
Kur’ân-ı
Kerîm’in gerçekliğine gelince:
[1] Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ ile konuşması hakkında A‘râf 7/143. âyetin tefsirinde izah yapılmıştır.
164. Bundan önce kıssalarını sana anlattığımız peygamberlere ve kendilerinden sana bahsetmediğimiz daha başka peygamberlere de vahyettik. Allah Mûsâ ile de özel bir şekilde konuştu.
165. Müjdeleyici ve korkutucu böyle nice peygamberler gönderdik; tâ ki peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri kalmasın! Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.
Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz, ilk defa peygamberlik davasıyla ortaya çıkmış bir şahıs değildir. Nitekim âyet-i kerîmede: “De ki: «Peygamber olarak gönderilen ilk kişi ben değilim. Bana veya size ne yapılacağını da bilemem. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım; çünkü ben ancak apaçık bir uyarıcıyım»” (Ahkâf 46/9) buyrulur. Ondan önce isim ve kıssaları Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen ve zikredilmeyen pek çok peygamber gelmiş, Allah’tan vahiy almış ve bunu insanlara tebliğ etmişlerdir. Nitekim bunlardan bir kısmının ismi burada geçmektedir.
اَلزَبُورُ (Zebûr), kelime olarak “yazılı şey” mânasında olup, Hz. Dâvûd’a verilen kitabın adıdır. Kaynaklarda verilen bilgilere göre Zebûr yüz elli sûreden ibaret olup, bunlarda herhangi bir hüküm, helâl ve harama dair bir buyruk yoktu. Bu kitap bir takım hikmetli sözler ve öğütler ihtiva etmekteydi. (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, VI, 17)
Peygamberlerin gönderiliş maksadı, iman edip davetlerini kabul edenleri cennetle müjdelemek, inkâr yolunu tutanları da cehennemle uyarmaktır. Üstelik peygamber geldikten sonra insanların kıyamette Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri kalmayacaktır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Biz, peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (İsrâ 17/15)
“Şayet biz, kitap ve peygamber göndermeden önce kendilerini aslında hak ettikleri bir felâketle helâk edecek olsaydık, bu takdirde: «Rabbimiz, ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, böyle rezil ve perişan olmadan önce senin âyetlerine uysaydık!» diyeceklerdi.” (Tâhâ 20/134)
Peygamberlerin gelmediği dönemlerde yaşayan, yaşadıkları bölge itibariyle peygamberlerin tebliğlerine ulaşamayan veya bunlarla yeteri kadar irtibat kuramayan insanlar, sadece Allah’ın varlığı ve birliğini tanıyarak O’na inanmakla mesuldürler. Bunun dışında dinî bakımdan herhangi bir sorumlulukları yoktur. Fakat peygamberin davetini işitip dinin ne olduğunu anlayanlar, aynı şekilde sonraki asırlarda dünyaya geldiği halde dini doğru bir şekilde öğrenme imkânı bulanlar iman etmeyip inkâr yolunu tutarlarsa, bunun mutlaka cezasını çekeceklerdir.[1]
Kur’ân-ı Kerîm’in gerçekliğine gelince:
[1] Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ ile konuşması hakkında A‘râf 7/143. âyetin tefsirinde izah yapılmıştır.
166. Allah, sana indirdiğini bizzat kendi ilmine dayalı olarak ve kendi ilmi dâhilinde indirdiğine şâhitlik etmektedir. Melekler de buna şâhitlik ederler. Aslında şâhit olarak Allah yeter.
Kâfirler
inkâr etseler de Hz. Muhammed (s.a.s.) gerçek peygamber, O’na indirilen Kur’an
da gerçek Allah kelâmıdır. Allah, Kur’an’ı kendine hâs bir ilim ile
indirmiştir. O öyle ilâhî bir kelâmdır ki, böyle bir kitap indirmeye Allah’tan
başka hiç kimsenin ilim ve kudreti yetişemez. Bütün insanlar ve cinler kıyâmete
kadar ona karşı gelmekten acizdirler. Onun nazmındaki fesahat ve belagat
incelikleri, muhtevâsındaki kapsamlılık ve derinliği, gayba ait mânalarındaki
yüksek hakikatleri, hükümlerindeki hikmet ve güzellikleri ilâhî ilimden
başkasının kuşatabilmesi mümkün değildir. Bu sebeple Kur’an-ı Mübîn, her şeyi
bilen ve her yaptığını bilerek yapan Allah Teâlâ’nın ezeli ilmiyle indirdiği
hak bir ferman, eşsiz bir mûcizedir. Bunun şâhidi de Allah ve melekleridir. Bir
şeye Allah şâhit ise, onun doğruluğuna başka şâhit aramaya gerek yoktur. Bu
şehâdet, Peygamber Efendimiz ve mü’minleri teselli etmekte, onların mânevi
kuvvetlerini artırmakta ve bu ilâhî mesajı işitenleri Kur’an’a bu açıdan
bakmaya teşvik etmektedir. Bu gerçeği inkâr edenleri ise cehennem ateşiyle
şöyle uyarmaktadır:
167. Hal böyleyken Kur’an’ı inkâr edenler ve başkalarını da Allah yolundan alıkoyanlar, hiç şüphesiz haktan uzaklaşıp içinden çıkılmaz bir sapıklığa düşmüşlerdir.
168. Evet, o inkâr edenleri ve zulmedenleri Allah ne bağışlayacak, ne de onlara bir kurtuluş yolu gösterecektir.
169. Allah onlara ancak içinde ebedî olarak kalacakları cehennem yolununu gösterecektir. Bunu yapmak Allah için pek kolaydır.
Dinî
hakîkatleri inkâr edenler, peygambere inanıp tâbi olmaları gerekirken ona sırt
çevirmek suretiyle zulüm yolunu tutanlar, bu yetmiyormuş gibi başkalarını da
çeşitli yalan ve hilelerle Allah’ın yolundan engellemeye çalışanlar gerçekten
derin bir sapıklık içine düşmüşlerdir. Çünkü onlar kendileri haktan saptıkları
gibi başkalarını saptırmışlardır. Böylece sapıklık onlarda, kurtuluşu olmayacak
şekilde iyice kökleşmiştir. Bu sebeple bağışlanmaları ve doğru yolu bulmaları
imkânsız hale gelmiştir. Tuttukları bu sapıklık yolunun neticesi ise içinde
ebedi kalacakları cehennemdir. Yüce Rabbimiz tüm insanlığı böyle hazin bir sonuçtan
sakındırmak içinşu davette bulunmaktadır:
170. Ey insanlar! Peygamber size Rabbinizden gerçeği getirdi; o halde kendi iyiliğiniz için ona inanın. Eğer inkâr ederseniz, şunu bilin ki göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. Allah, hakkıyla bilen, her işi ve hükmü sağlam ve hikmetli olandır.
Görüldüğü
üzere hitap, bütün insanlaradır. Onları, Allah Resûlü (s.a.s.)’in Rabbinden
gerçeğin ta kendisi olarak getirdiği Kur’an’a imana ve İslâm’a tâbi olmaya
davet etmektedir. İnsanların inkâr, zulüm ve haksızlık yollarını terk edip iman
yolunu tercih etmeleri şüphesiz onların faydasına olacaktır. Zira dünya ve âhiret
sâadetine ancak bu yoldan yürüyerek ulaşabileceklerdir. İnkâra saplanmaları ise
ne kendilerine bir fayda sağlayacak, ne de Allah Teâlâ’ya bir zarar
verebilecektir. Zira göklerde ve yerdeki her şeyin sahibi olan Allah, onların
iman ve amellerine muhtaç olmadığı gibi, inkârlarından zarar görmekten de
uzaktır. Bütün varlıklar, yaratma, mülk ve tasarruf bakımından Allah’a ait olup
O’nun hükümranlığı dışına çıkamadıklarından, O yüce Yaratıcı, küfürleri
sebebiyle onlara azap etmeye de kadirdir. Hem onlar inkâr etseler de, Allah’a
ihlâsla kulluk eden ve emirlerine boyun eğen nice kulları olduğunu da asla
unutmamalıdırlar.
Elest
bezminde Rabbine kulluk sözü veren ve dünyaya imtihan için gelen insanın,
kâbiliyet ve istidatları nispetinde büyük bir gayret göstererek yüceler
yücesine tırmanabilmesi için iki hususa çok dikkat etmesi lazım gelir:
› Resûlullah
(s.a.v.)’i çok sevmek; O’nun sevgisini candan, malından, âile ve evlattan daha
üstün tutmakdır.
› Emrettiği ve
yasakladığı bütün hususlarda Resûlullah (s.a.s.)’e gönülden tâbi olmaktır.
Ancak bu yola kulun Allah Resûlü ile münâsebeti güçlenir ve ona tam olarak tâbi
olmak sâyesinde kemâlin zirvesine doğru yol alır.
Nitekim
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Benim ve
Allah’ın beni size kendisiyle peygamber olarak gönderdiği İslâm’ın benzeri şu
kimse gibidir ki, o kimse bir kavme gelerek: «Ben şu gözlerimle düşmanı gördüm.
Görüyorsunuz, ben açık bir uyarıcıyım. Hemen kaçıp kurtulmaya bakın» der.
Bâzıları onun sözüne inanarak hemen hareket edip gece boyunca giderek
kurtulurlar, bir kısmı da onu yalanlayarak yerlerinde kalırlar. Sabahleyin
düşman ansızın onları basar ve hepsini öldürür. İşte, bana itaat ederek Hak’tan
getirdiklerime tabi olanlarla, bana isyan edip Hak’tan getirdiklerimi
yalanlayanların misâli budur.” (Buhârî, İ‘tisam 2; Müslim, Fezâil 16)
Bu sebeple genel mânada bütün insanlık uyarılıp
Peygamber’e ve Kur’an’a imana çağrılırken, özel olarak da Ehl-i kitap
yanlışlarını terk edip doğru yolu kabule davet edilmektedir:
171. Ey Ehl-i kitap! Dininizde aşırı gidip taşkınlık yapmayın ve Allah hakkında doğru olandan başkasını söylemeyin! Şunu bilin ki, Meryem oğlu İsa Mesih ancak Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve O’ndan bir ruhtur. O halde Allah’a ve peygamberlerine tam iman edin de “Allah üçtür” demeyin. Kendi iyiliğinize olarak bundan vazgeçin. Çünkü Allah, bir tek ilâhtır. Hâşâ O, çocuğu olmaktan pak ve uzaktır. Göklerde ne var, yer de ne varsa hepsi O’nundur. Vekîl olarak Allah yeter.
Yahudiler,
Hz. İsa hakkında, annesi Hz. Meryem’e iftira atacak noktaya kadar işi aşırıya
götürmüşlerdir. Hıristiyanlar da ona ulûhiyet atfetmek ve onu Allah’ın oğlu
olarak telakki etmek gibi bir aşırılığın içine girmişlerdir. Her iki yöneliş de
günah ve küfürdür. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ümmetini aşırılıklardan
sakındırmak için, “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı överken yaptıkları
gibi, beni överken aşırıya gitmeyin. Benim hakkımda, «O, Allah’ın kulu ve
Rasûlüdür» deyin” buyurmuştur. (Buhârî, Enbiyâ’ 48) Âyet-i kerîme dinde
aşırı gitmeyi yasaklamakta ve Allah hakkında doğru olan ne ise sadece onu
söylemeyi emretmektedir. Allah Teâlâ’yı, bazı şeylerin içine girme (hulûl), bir
başka şeyle birleşme (ittihat), eş ve çocuk edinme gibi şânına lâyık olmayan
vasıflarla vasıflandırmak asla doğru değildir; yanlıştır ve küfürdür.
Şâir,
şu beytiyle tevhid inancının özünü anlatmaya çalışır:
“Doğru bak ahvâle, ey ahvel, olup vahdet-şinâs
Nûr birdir, olsa da mısbâh-ı pertev-zâ iki.” (Hasan
Hilmi)
“Ey
şaşı! Kâinatın ahvâl ve hâdiselerine bakarken Allah’ın birliğini kabul etmiş
bir gözle bak. Bu değişik ahvâl, birbirine zıt gibi görünen bu hâdisât ne
olursa olsun yalnız ve yalnız bir tek ilâhî kudretin eseridir. Lâmba kaç tane
ve kaç çeşit olursa olsun, verdikleri ışık bir tek ışıktır. Demek ki, çeşitli
olaylar ve haller sana bu «tek»liği anlatıyor, göstermeye çalışıyor; fakat sen
anlamıyor ve göremiyorsun.”
Dolayısıyla
Hz. İsa’ya, Allah’ın değil Hz. Meryem’in oğludur. Onu Hz. Meryem babasız olarak
doğurmuştur. O Allah değil, ancak Allah’ın peygamberidir. Meryem’e melekler
vasıtasıyla müjdelediği bir kelimesi; “Ol!” buyurması ve Cebrâil’in üflemesiyle
Meryem’in rahminde yarattığı bir mûcizesidir. (bk. Âl-i İmrân 3/45) O, Allah tarafından gönderilen bir
ruhtur; Allah onunla nice ölü kalplere hayat vermiştir. Dolayısıyla Allah’a
Allah olarak, peygamberlere de O’nun peygamberi olarak inanmak, böyle tanımak
ve bunları birbirine karıştırmamak gerekir.
İster
“Allah-Mesih-Meryem” şeklinde açık şirk ile, ister “Baba-Oğul-Ruhu’l-Kudüs”
terkibinde olduğu gibi yoruma dayalı bir şirk ile katiyen “Allah üçtür” denilmemeli, bundan
vazgeçilmelidir. Zira böyle söylemek dinle, tevhitle bağdaşmayacak derecede
büyük bir küfürdür. Bu yanlış inancı terk etmek onların faydasına olacaktır.
Çünkü Allah, tek ilâhtır, hiçbir ortağı yoktur, olması da mümkün değildir.
O’nun bir çocuğu olması ihtimali de yoktur. Allah, bu tür noksanlıklardan
yücedir; pak ve uzaktır. Göklerde ve yerde olan her şey O’nundur. Onları
yaratan, yöneten ve bunlarda tasarruf eden yegâne kudret sahibi O’dur. “Vekîl
olarak Allah yeter” (Nisâ 4/171); bütün bunları yaratmak,
düzenlemek, korumak, kollamak ve idare etmekte Allah’ın hiçbir kimseyi vekil
tutmaya ihtiyacı yoktur. O bizzat ve asaletle hüküm ve tasarrufa kâdir ve her
şeyden müstağnidir. Diğer taraftan Allah, kendine güvenen, tevekkül eden,
işlerini O’na havale eden kullarına nusretini gönderir, onları yardımsız
bırakmaz. O halde Allah’ın mülkü dışında bir şey, Allah’ın yerini tutacak bir
çocuk, O’nun yerini dolduracak bir vekil, Allah’tan başka işleri havale edecek bir
merci, bir mabud düşüncesi bütünüyle yanlıştır, böyle bir şeyin olması
muhaldir. Zira bu gibi şeyler ancak fâniler ve acizler için geçerlidir.
O
halde Allah’ın birliğini tam olarak kavramalı, ne İsa ne melekler hiçbir
varlığı Allah’a ortak koşmamalı, bilakis Hz. İsa ve meleklerin Allah’a nasıl
kulluk ettiklerini görüp onları örnek almalıyız:
172. Ne İsa Mesîh, ne de Allah’a yakın melekler Allah’a kul olmaktan asla kaçınmazlar. Kim Allah’a kulluktan kaçınır ve bunu kibrine yediremezse, bilsin ki Allah, öylelerinin hepsini kendi huzurunda toplayacaktır.
173. Ama iman edip sâlih ameller işleyenlerin mükâfatını Allah tam olarak verecek, hatta nihâyetsiz lutfundan onlara daha fazlasını ikram edecektir. Kendisine kulluktan kaçınıp büyüklenenleri ise can yakıcı bir azap ile cezalandıracak ve onlar kendilerine Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabileceklerdir.
Müşrikler
“Melekler Allah’ın kızlarıdır” (Nahl 16/57) diyorlar, hıristiyanlar da
Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia ediyorlardı. Burada bu iki iddia
çürütülmektedir. Peygamber de olsa Allah’a yakın melek de olsa Allah’ın
dışındaki her şey O’nun yaratığı ve kuludur. Hem peygamberler ve melekler,
Allah’a en çok ve en keyfiyetli kulluk yapması gereken kimselerdir. Çünkü onlar
Allah’ı, O’nun rahmetini ve gazabını herkesten çok tanıyanlardır. Onlar âhirete
inanmakta, iman edip güzel güzel ameller işleyen kullarına Allah’ın bol bol
mükâfat vereceğini, büyüklenip kulluğundan yüz çevirenleri ise
cezalandıracağını yakînen bilmektedirler. Dolayısıyla kullukta en ön safta
olması gereken Hz. İsa’nın ve mukarreb meleklerin Allah’a kulluktan yüksünmeleri,
uzak durmaları nasıl mümkün olabilir?
Bu
kadar tesirli izah ve ikazlardan sonra, önemine binâen tüm insanlık Kur’an’a ve
Peygamberimiz’e iman noktasında yeniden uyarılmaktadır:
174. Ey insanlar! Rabbinizden size kesin bir delil geldi ve size yolunuzu aydınlatan apaçık bir nûr indirdik.
İnsan
hayatının her alanını en ince adâlet ve hakkaniyet ölçülerine göre düzenleyen
İslâm’ın, mirasla ilgili koyduğu hükümlerden biri de şöyledir:
175. Allah’a inanıp O’na sımsıkı sarılanları Allah, katından bir rahmet ve lutuf içine daldıracak ve onları kendine varacak dosdoğru bir yola eriştirecektir.
İnsan hayatının her alanını en ince adâlet ve hakkaniyet ölçülerine göre düzenleyen İslâm’ın, mirasla ilgili koyduğu hükümlerden biri de şöyledir:
176. Rasûlüm! Senden açıklama istiyorlar. De ki: “Allah size şimdi kelâle (geride vâris olarak baba ve çocuk bırakmadan ölen kişinin mirası) hakkında açıklama yapıyor: Bir erkek ölür, geride çocuğu kalmaz, bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığı malın yarısı o kız kardeşindir. Kız kardeş geride çocuk bırakmadan ölürse, erkek kardeş onun bütün malına mirasçı olur. Ölen erkeğin geride iki kız kardeşi kalırsa, bunlar mirasın üçte ikisini alırlar. Vârisler, erkek ve kız kardeşler ise, bir erkeğe iki kız payı verilir. Allah size bu hükümleri açıklıyor ki, herhangi bir yanlışlığa ve şaşkınlığa düşmeyesiniz. Allah, her şeyi hakkıyla bilmektedir.
›
Ölen erkeğin çocuğu yok, sadece bir kız kardeşi varsa, bıraktığı
malın yarısı o kız kardeşine verilir. Kız kardeşin, mirasın yarısını
alabilmesinin şartı, ölenin hem erkek çocuğunun olmaması hem de babasının
geride kalmamış olmasıdır. Eğer ölen erkeğin kız çocuğu bulunursa, o zaman kız
kardeş, yine malın yarısını alır. Eğer erkeğin babası yaşıyorsa bu durumda kız
kardeş icmâya göre vâris olamaz. Burada sözü edilen ana-baba bir veya baba bir
kız kardeştir. Ana bir kız ve erkek kardeşin mirastaki hükmü, Nisâ sûresi 12.
ayette açıklanmıştır.
›
Erkek, ölen kız kardeşinin geride kalan herhangi bir çocuğu
bulunmadığı takdirde onun mirâsının tamamını alır. Bu, ana-baba bir veya baba
bir erkek kardeş olur ise böyledir. Fakat ana bir erkek kardeş olduğunda
mirasın tamamını alamaz.
›
Ölen erkeğin iki kız kardeşi varsa, bıraktığı mirasın üçte ikisi
onlara verilir.
›
Ölen erkeğin vârisleri, erkek ve kız birçok kardeş iseler, bir
erkeğe, iki kadının payı kadar pay verilir.
Cenâb-ı
Hakk’ın miras hususunda bu şekilde teferruatlı ve oranları belirleyerek
açıklamada bulunmasının hedefi, kulların, Allah’ın emrine uygun olarak hareket
etmelerini ve doğru olanı yapmaktan şaşmamalarını sağlamaktır.
Her
şeyi hakkiyle bilen Allah, insanların gerek hayat gerekse ölüm ve ötesiyle
alakalı bütün durumlarını çok iyi bildiğinden her bakımdan onların maslahat ve
yararlarını ihtiva eden hükümleri açıklamaktadır. Bu vesileyle onları ilim ve
nûr ile dosdoğtu bir yol üzerinde yürüyüp emsalsiz güzellik ve sonsuzlukta
ilâhî bir sofraya oturmaya davet etmek üzere Mâide sûresi başlıyor:
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَاِذْ تَاَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَز۪يدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ اِنَّ عَذَاب۪ي لَشَد۪يدٌ Eğer şükreder ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: اَلَّذ۪ينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا ...
“Sen elbette büyük ahlâk sahibisin.” (Kalem sûresi (68), 4) Allah Teâlâ en güzel şekilde yaratıp kendisine en güzel ahlâkı öğrettiği sevgili p ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: مَثَلُ الْجَنَّةِ الَّت۪ي وُعِدَ الْمُتَّقُونَۜ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۜ اُكُلُهَا دَٓائِمٌ وَظِلُّهَاۜ تِلْكَ ...
Ankebût Sûresi 41-45. Ayetler ve Meali 41. "Allah’ı bırakıp da başkalarını dost ve yardımcı edinenlerin hâli, örümceğin hâline benzer. Örümcek de b ...
Tuz sözlükte, “Suda eriyen, kokusuz, dili yakan bir tada sâhip, yiyecekleri korumada ve tatlandırmada kullanılan billûrsu madde” demektir. Tuz kelimes ...