Mâide sûresi 120 âyettir. Medine’de inmiştir. Sûre ismini, içinde “yemekli sofra” mânasındaki اَلْمَائِدَةُ (mâide) kelimesinin geçtiği 112. ayetten almaktadır. Esasında bu sûre İslâm nimetinin ikram edildiği ilâhî bir sofradır. Ayrıca bu sûreye, birinci âyetinde akidlerin yerine getirilmesi emredildiği için “Ukûd”, okuyanları azap meleklerinin elinden kurtaracağı için اَلْمُنْقِذَةُ (Münkıze), ve dinî hükümler çeşitli âyetlere serpiştirildiği için اَلْمُبَعْثِرَةُ (Muba‘sire) adları da verilmiştir. Bu sûre Hudeybiye anlaşmasından sonra, Hicret’in 6. senesinde veya 7. senesinin başlarında vahyolunmuştur. Mushaf tertîbine göre 5, nüzûl sırasına göre 110. sûredir.
Sûrede özetle şu mevzular ele alınmaktadır:
› Müslümanların dinî, içtimaî, iktisadî ve siyasî hayatlarını tanzim eden düzenlemelere yer verilir. Bu bağlamda akitlerin yerine getirilmesi, Allah’ın hacla ve bunun dışındaki hususlarla ilgili koymuş olduğu dinî nişânelere saygı duyulması, Kâbe’ye gelen hacılara karşı girişilecek her türlü müdahalenin yasaklanması sözkonusu edilir. Haram ve helâl olan yiyeceklerle alakalı kesin hükümler konur. Bu hususta İslâm’dan önce mevcut olan yanlış telakki ve uygulamalar kaldırılır. Ehl-i kitabın kestiklerini yeme ve iffetli hür kadınlarıyla evlenme izni verilir. Abdest, gusül ve teyemmümle ilgili hükümler; isyan, toplumun huzurunu bozma, hırsızlık ve kısası gerektiren hususlarla ilgili cezalar bildirilir. İçki içmek, kumar oynamak, putlara tapmak, fal oklarıyla iş yapmak tamamen yasaklanır. Yemin kefareti açıklanır ve şâhitlikle alakalı yeni hükümlere yer verilir.
› Hâkim duruma geçen müslümanlar, iktidarın kendilerini bozması tehlikesine karşı ikaz edilip, adâlete bağlı kalmaları, kendilerinden önce geçen kitap ehlinin hatalarına düşmemeleri, onları dost ve sırdaş edinmemeleri konusunda tekrar tekrar uyarılır. Bunu başarabilmek için de Allah ve Rasûlü’nün öğrettiklerini, emir ve yasaklarını titizlikle gözetmeleri emredilir.
› Yahudiler, ısrarla sürdürdükleri yanlış tavırlarına karşı ikaz edilir ve sırat-ı müstakim olan İslâm yoluna tabi olmaya çağrılır. Hz. Âdem’in iki oğlunun kıssası bağlamında Hz. Peygamber Efendimiz ve ashâbı hakkında öldürme planlarından vazgeçilmesi ve Allah katında insanın hayatının ehemmiyeti hususuna özel bir vurgu yapılır. Aynı şekilde Hıristiyanların da içine düştükleri yanlış inançlar açıkça belirtilerek, onlara da Allah Resûlü (s.a.s.)’in rehberliğini kabul etmeleri konusunda uyarıda bulunulur. İşin ciddiyetini göstermek üzere de kıyamet gününde peygamberlerin bile zor anlar yaşayacağı ilâhî hesaptan bir tablo arzedilir. Netice olarak bütün insanlar göklerin, yerin ve her şeyin sahibi olan Allah’a kulluğa davet edilir.
Mushaftaki sıralamada 5., iniş sırasına göre 112. sûredir. Fetih sûresinden sonra, Tevbe’den önce Medine’de nâzil olmuştur. Medine döneminde bir defada indiğine ve son inen sûrelerden olduğuna dair rivayetler bulunmakla birlikte (Tirmizî, “Tefsîr”, 6/20; Müsned, II, 176; VI, 455; Hâkim, Müstedrek, II, 311), bu rivayetlerin gerek sûrenin ihtiva ettiği konulara gerekse sûre içindeki âyetlerin iniş sebebiyle ilgili bilgilere uygun düşmediğini savunan Ateş’e göre sûre, Medine döneminde uzun bir zaman dilimi içerisinde peyderpey inmiş, ancak Hz. Peygamber’in hayatının sonlarında tertip edilmiş olması sebebiyle tamamının bir defada indiği sanılarak bu rivayetler ortaya çıkmıştır (II, 448). Gösterilen gerekçeler incelendiğinde bu görüşün daha isabetli olduğu anlaşılmaktadır.
Görüldüğü üzere Mâide sûresi müslümanların dinî, içtimaî, iktisadî ve siyasî hayatlarını tanzim eden pek çok düzenlemelere yer veren mühim sûrelerden biridir. Bu açıdan büyük bir fazilete sahiptir. Hz. Aişe (r.a.): “Mâide sûresi nüzûl bakımından son inen sûrelerdendir. Şu halde onda bulduğunuz helâlleri helâl, haramları da haram tutunuz” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 188) demektedir. Abdullah b. Amr b. Âs ise: “Nebi (s.a.s.) bineği üzerinde iken ona Mâide sûresi indi. Binek taşıyamadı, bunun üzerine Efendimiz bineğinden indi” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 176) diyerek sûrenin önemini ve dindeki ağırlığını vurgular.
1. Ey iman edenler! Yaptığınız anlaşmaları tam olarak yerine getirin. Harâm olduğu size bildirilen ve bildirilecek olanların dışındaki hayvanların eti size helâl kılındı. Ancak ihramlı iken avlanmanız helâl değildir. Şüphesiz Allah, dilediği hükmü verir.
“Yaptığınız
anlaşmalar” diye tercüme edilen اَلْعُقُودُ
(ukûd), “akd” kelimesinin çoğuludur. “Akd” sözlükte “ipin iki ucunu birbirine
bağlamak, sağlam bağ ve düğüm” gibi mânalara gelir. Bundan hareketle “belgeye
bağlanmış anlaşma”ya akit denilmiştir. Burada gerek fertler arasında, gerek
fertle toplum arasında, gerek toplumlar ve devletler arasında gerekse adak ve
yemin gibi kul ile Allah arasında bağlayıcı olan ve yerine getirilmesi gereken
bütün sözleşmeler kastedilmiştir. Mü’minler, bu sözleşmelerin gereği neyse onu
tam olarak yerine getirmekle mesuldürler. Kur’ân-ı Kerîm, tarafların dinî ve
etnik kimliklerine bakmaksızın sözleşmelere riâyet etmelerini mü’minlere
emrederek, sözleşmelerin bağlayıcı olmasının hukukun temel niteliklerinden biri
olduğunu ortaya koymuştur. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), bütün akitlerle
birlikte, gayri müslimlerle yapmış olduğu akitlerin yerine getirilmesine de son
derece önem vermiştir. (bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 325)
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) Efendimiz, işlenen bir kısım günahların ve bunlar içinde de ahdi
bozmanın sebep olacağı feci akıbetleri şöyle haber verir: “Bir toplumda hile ve sahtekârlık baş gösterirse Allah onların
kalplerine korku salar. Bir cemiyette zina yaygınlaşırsa, orada ölümler artar.
Bir kavim ölçü ve tartıyı eksik tutarsa orada rızık darlığı baş gösterir. Bir
kavimde adâletsizlik yaygınlaşırsa orada kanlı hâdiseler artar. Ve bir millet
ahdini bozarsa Allah onlara düşmanı musallat eder.” (Muvatta, Cihad 26)
Eşyada
aslolan mübâhlıktır, helâlliktir. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i
seniyye ile haram kılınanlar haricinde bütün hayvanların etleri helâldir. اَلْبَه۪يمَةُ
(behîme), karada ve denizde yaşayan dört ayaklı hayvanları ifade eden bir
kelimedir. اَلُأنْعَامُ (en‘âm) ise deve,
sığır, koyun ve keçi gibi evcil hayvanları (bk. En‘âm 6/142-144), bunlarla
birlikte ceylan, geyik ve benzeri gibi eti yenen yabani hayvanları da içine
alır. Pençeli ve yırtıcı hayvanlar ile at, eşek ve katır gibi tek tırnaklı
hayvanlar ise bu gruba dâhil değildir. Etlerinin yenmesi haram kılınan
hayvanlar bu sûrenin 3. âyetinde sayılmaktadır. Peygamber Efendimiz de: “Yırtıcı
hayvanlardan azı dişli olan her bir hayvan haramdır” (Buhârî, Sayd 29;
Müslim, Sayd 15) ve benzeri beyânlarıyla eti yenmesi haram olan diğer
hayvanları haber vermiştir. Hac ve umrede ihramlı iken kara hayvanlarını
avlamak haram kılınmış, deniz hayvanlarını avlamak ise serbest bırakılmıştır.
(bk. Mâide 6/96) İhramlı olanların, ihramlı olmayanlar tarafından avlanan kara
hayvanlarının etinden yemesinde ise bir sakınca görülmemiştir.
Şimdi
ise İslâm’ın bir kısım önemli alametlerine ve bunlara karşı saygılı olmak
gerektiğine işaret etmek üzere şöyle buyruluyor:
2. Ey iman edenler! Allah’ın dîninin alâmetlerine, haram aylara, Kâbe’ye hediye edilen kurbanlık hayvanlar ile onların boyunlarına takılan gerdanlıklara, Rablerinin lutuf ve rızâsını isteyerek Beyt-i Harâm’a gelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınız zaman isterseniz avlanabilirsiniz. Mescid-i Harâm’ı ziyaretinizi engellediler diye bir topluluğa duyduğunuz öfke, sakın sizi onlara karşı saldırganlık yapmaya sevk etmesin. İyilik ve takvâda birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta ise yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.
Âyet-i
kerîme Dubey‘a oğullarından Hutam hakkında inmiştir. Adı Şurayh b. Dubey‘a
el-Kindî idi. Hutam, Yemâme’den Medine-i Münevvere’ye Peygamber (s.a.v.)’i
görmeye gelir. Yanındaki atlıları Medine dışında bırakarak yalnız başına
Efendimiz’in huzuruna girer ve: “İnsanları neye davet ediyorsun?” diye sorar. Allah
Resûlü (s.a.s.): “Allah’ın tek ilâh olduğuna şehâdet etmeye, namazı kılmaya,
zekâtı vermeye” buyurur. Efendimiz’in davetini kabul etmiş görünerek: “Ancak,
kabilem içinde kendilerine danışmadan karar veremeyeceğim büyüklerim var, ben
onlara geri döneyim, belki müslüman olur, onları da size getiririm” der ve
oradan ayrılır. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ashâbına, Hutam yanına girdiğinde: “Yanınıza
şeytanın diliyle konuşan bir adam girdi”; çıktığında da: “Bu adam sizin
yanınıza kâfir yüzüyle girmişti, bir zalimin çıkışıyla çıktı. Bu adam müslüman
filân değil” buyurmuştu. Nitekim Hutam Medine’den çıkarken Medinelilerin
otlamak üzere dışarı saldıkları hayvanlarını sürüp götürür. müslümanlar peşine
düşerlerse de kaçıp kurtulur, yakalayamazlar. Daha sonra Allah Resûlü (s.a.s.)
Umretu’l-kazâ[1] için
Mekke-i Mükerreme’ye girdiğinde Yemâme hacılarının telbiyesini işitir ve ashâbına:
“Bunlar Hutam ve arkadaşları” buyurur. Hutam, Medinelilere ait olup da
gasbederek götürdüğü hayvanları hacda kurban olmak üzere nişanlamış ve Ka’be’de
kurban edilmek üzere getirmiştir. Efendimiz’in yanında bulunan müslümanlar
Hutam’ı yakalamak üzere ona doğru harekete geçince bu âyet-i kerîme nâzil olur.
(Vâhidi, s. 19; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VI, 78-79)
Âyet-i
kerîmede genelde Allah’ın bütün emirlerine, özel olarak da hac ve umre ile
alakalı bir kısım alâmet ve işaretlere saygı gösterilmesi, hürmetsizlik
edilmemesi istenir. اَلشَّعَائِرُ (şe‘âir), alâmet, işaret
ve nişan gibi mânalara gelen اَلشَّع۪يرَةُ
(şa‘îre) kelimesinin çoğuludur. “Allah’ın şe‘âiri”, Cenâb-ı Hakk’ın kullardan
yerine getirmelerini istediği dinî mükellefiyetler, ibâdet ve taatlere işaret
eden alâmetlerdir. Mesela ihram, mîkatler, cemreler, Safa ve Merve, Meş‘ar-i
Haram, Arafe, tavaf ve sa‘y[2],
kurban, tıraş olma ve ihramdan çıkma gibi durumlar hac ve umre için birer
nişânedir.
“Haram
ay”, savaşın haram olduğu aydır. Hicrî takvime göre bunlar Zilkâde, Zilhicce,
Muharrem ve Recep aylarıdır. اَلْهَدْيُ
(hedy), Allah’a mânen yaklaşmak için veya bir cinâyetten dolayı kefâret olarak
kesilmek üzere Harem-i Şerif’e götürülen veya gönderilen kurbana denir. اَلْقَلَائِدُ (kalâid), gerdanlık mânasındaki اَلْقِلَادَةُ (kılâde) kelimesinin çoğuludur. Harem-i
Şerif’e gönderilen kurbanların boyunlarına, kurbanlık olduğunun bilinmesi ve
onlara saldırılmaması için bağlanan nesnelere bu isim verilir. Aynı zamanda
boyunlarına gerdanlık takılmış olan kurbanlıklara da “kalâid” denilir.
Bütün
bunlara lâyık oldukları hürmet gösterilmeli; Allah’tan dünyaya ait bir ticaret
ve O’nun hoşnutluğunu arzulayarak Kâbe’yi ziyaret etmek isteyenlere de mâni
olunmamalıdır. Ziyaretlerine müsaade edilmeli, özellikle hac aylarında asayişin
korunmasına çok daha dikkat gösterilmelidir.
Âyetin,
“Mescid-i Haram’ı ziyaretinizi engellediler diye bir topluluğa duyduğunuz
öfke, sakın sizi onlara karşı saldırganlık yapmaya sevk etmesin. İyilik ve
takvâda birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta ise yardımlaşmayın.
Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir” (Mâide 5/2) kısmı,
mü’minleri daima itidalli olmaya, haksızlıktan uzak durmaya; günah, zulüm ve
düşmanlıkların önünü almaya ve hep iyilik ve takvâda yardımlaşmaya
yönlendirmektedir. Nitekim müşrikler hicretin 6. yılında umre için Mekke’ye
gelen müslümanları engelleyerek şehre sokmamışlar, Kabe’yi tavaf etmelerine
müsaade etmemişlerdi. Ancak bir yıl sonra müslümanların Kâbe’yi tavaf
etmelerine izin verileceği hükmünü içeren Hudeybiye Antlaşması yapıldı. Âyetten
anlaşıldığına göre müşriklerin müslümanlara karşı hasmane tutumları ve bu arada
onları büyük bir hasretle arzuladıkları Kabe ziyaretinden engellemeleri bazı
müslümanları intikam alma düşüncesine sevk etmiş, müslümanlar Mekke’yi
fethederek oranın yönetimini ellerine geçirince bazı kimseler daha önce
kendilerine kötülük etmiş olanları cezalandırmak ve yapılan kötülüklere
misillemede bulunmak istemişlerdi. Ancak âyet, bu hâdisenin müslümanların
zulüm yapmalarına bir gerekçe olamayacağını bildirmiş, onları af ve iyilik
yolunu tutmaya teşvik etmiştir.
Peygamber
Efendimiz (s.a.s.) de ümmetini her hâlükârda iyilik ve yardım etmeye çağırarak:
“Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!” buyurmuştur. “Ey
Allah’ın Rasûlü! Kardeşim mazlum ise yardım ederim, zalim ise nasıl yardım
edeyim?” diye sorulunca da: “Onu zulmetmekten engellersin, senin ona
yardımın budur” cevabını vermiştir. (Buhârî, Mezâlim 4)
Allah
Teâlâ, bu âyette iyilik üzere yardımlaşmaya teşvikte bulunup bunu, kendisine
karşı takvâlı olmakla birlikte zikreder. Takvâda Allah’ın rızâsı, iyilik de ise
insanların rızâsı vardır. Dolayısıyla Allah’ın rızâsı ile insanları hoşnut
etmeyi bir araya getirebilenler, tam mânasıyla huzur ve mutluluğu yakalama imkânı
bulurlar. İyilik ve takvâ üzere yardımlaşmak çeşitli şekillerde olabilir.
Mesela âlim ilmi ile, zengin malıyla insanlara yardımcı olur. Yiğit olan kimse
de Allah yolunda gösterdiği kahramanlıkla yardımcı olur. Hâsılı müslümanlar,
hayatın her alanında birbirini destekleyen ve birbirine yardım eden iki el gibi
olmalıdırlar.
Hz. Ebûbekir’in şu hâli bu hususta ne güzel
bir misâldir:
Birgün Allah Resûlü (s.a.s.) ashâbından yanında bulunanlara:
“–İçinizde bugün kim oruçludur?” diye sordu.
Hz. Ebûbekir:
“–Ben oruçluyum, yâ Rasûlallah!” dedi. Efendimiz:
“−Bugün kim bir cenâze namazına iştirâk etti?” buyurdu.
Ebûbekir (r.a.):
“–Ben, yâ Rasûlallah!” dedi. Peygamber Efendimiz:
“–Bugün kim bir
yoksul doyurdu?” diye sordu. Hz. Ebûbekir:
“–Ben, yâ Rasûlallah!” dedi. Fahr-i Kâinat (s.a.s.) Efendimiz:
“–Bugün bir
hasta ziyâretinde bulunanınız var mı?” diye sordu. Yine Ebûbekir (r.a.):
“–Ben, ey Allah’ın Rasûlü!” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.)
şöyle buyurdu:
“–Kim bu sâlih
amelleri bir araya getirirse o mutlaka cennete girer.” (Müslim,
Fedâilu’s-Sahâbe 12)
Nitekim
şâir şu öğüdü verir:
“Olmak istersen dü âlemde saîd
Kıl takarrub hayre, ol şerden bâid.” (Mehmed Es‘ad)
“Dünyada
da, âhirette de mesut olmak ve Allah’ı hoşnut etmek istiyorsan dâimâ iyilik
peşinde koş ve kötülüklerden uzaklaş.”
Birinci
âyette işaret edildiği üzere eti haram olan hayvanlar hakkında buyruluyor ki:
[1] Umretu’l-kaza:
Resûlullah (s.a.s.) ashabıyla birlikte hicretin altıncı yılı Hudeybiye
seferinin gerçekleştiği sene yapamadıkları, ancak bir yıl sonra yedinci yılda
kaza ederek yaptıkları umre.
[2] Mîkat:
İhrama girilen yerler. Cemre: Minâ’da şeytan taşlamak üzere atılan
taşlar. Tavaf: İbadet kastıyla Kâbe’nin etrafında dönme. S‘ay:
Safâ ile Merve arasında yürüyüş.
3. Size şunlar haram kılındı: Kendiliğinden ölen murdar hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkasının adına kesilen hayvanlar, henüz canı çıkmadan yetişip şartına uygun tarzda kestikleriniz dışında boğularak, bir şey vurularak, yukarıdan yuvarlanarak, boynuzlanarak yahut yırtıcı bir hayvan tarafından parçalanarak ölen hayvanlar, putlara ait sunaklarda kesilen hayvanlar ve zar atarak, kumar oynayarak elde edilen etler, yiyecekler. Bunları yemek, Allah’ın yolundan çıkmaktır. Bugün artık kâfirler dîninizi söndürmekten ve sizi dinden döndürmekten ümitlerini kesmiş durumdadırlar. O halde onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim. Ancak kim açlıktan bunalıp çaresiz kalırsa, günaha meyletmeksizin haram olan bu etlerden yiyebilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Bu
âyet-i kerîmede etleri yenmesi haram olan hayvanlar sayılmaktadır. Bunlar:
Kendiliğinden yani usûlüne uygun olarak kesilmeden ölen hayvan ki,
buna leş denilir. Allah Resûlü (s.a.s.), balığı bu hükümden istisnâ etmiştir. (Ebû
Dâvûd, Tahâret 41)
Kan. En‘âm sûresinin 145. âyetinde bunun “akmış kan” olduğu
açıklanmıştır. Bazı müşrikler hayvanın kesilince akan kanlarını bağırsaklara
doldurur ve kızartıp misafirlerine yedirirlerdi.
Domuz eti. Yine En‘âm sûresi 145. âyette domuz eti yasaklanırken
“muhakkak ki o pistir” buyrulmuş ve domuzun bizzat kendisinin pis olduğu
bildirilmiştir.
Allah’tan başkası adına boğazlanan hayvan. Müşrikler putların ve
cinlerin adını anarak hayvanları kesiyorlardı. Bu şekilde kesilen hayvan tıbbî
açıdan değil dinî sebeplerle murdar sayılmıştır. Hayvanları yaratan ve onları
bir nimet olarak insanın emrine veren Allah olduğu halde, onları Allah’tan
başkasının adına kesmek büyük bir zulüm ve şirktir. Böyle kesilen hayvan manevî
ve hukukî bakımdan pis ve haramdır.
Gerek takıldığı iple, gerek elle, gerek ağaç veya taş arasına
sıkışarak herhangi bir sebeple nefesi sıkışarak boğulup ölen hayvan.
Ağaç parçası ve taş gibi öldürücü şeylerle yakından veya uzaktan
vurulup öldürülen hayvan.
Yüksekten aşağı yuvarlanarak veya atılarak yahut bir kuyuya, bir
suya düşerek ölen hayvan.
Bir başka hayvan tarafından boynuzlanarak öldürülmüş hayvan.
Yırtıcı hayvanlar tarafından yakalanıp parçalanarak ölen hayvan.
“Yırtıcı hayvanlardan” maksat, parçalayıcı sivri dişleri bulunan arslan,
kaplan, kurt, köpek ve benzeri gibi saldıran, kapan, yırtan ve öldüren
hayvanlardır. Pençesi bulunan yırtıcı kuşlar da buna dâhildir.
Bu
son beş maddede sayılan hayvanlara eğer henüz ölmeden kavuşulur, şartlarına
uygun olarak kesilir ve kanları akıtılırsa etleri helâl olur.
Dikili taşlar üzerinde kesilen hayvan. Câhiliye döneminde Kâbe’nin
etrafında dikilmiş taşlar vardı. Bunlara nusub (çoğulu: ensâb) denilirdi. Putlar
için kurbanlar bunların üzerinde kesilir ve Kâbe’ye saygı niyetiyle kanları bu
taşların Beytullâh’a bakan yönlerine sürülürdü. İslâm bu maksatla kesilen
hayvanların etini de haram kılmıştır.
Fal oklarını atmak suretiyle taksim edilen et. Âyet-i kerîmede
taksimat yaparken fal oklarının kullanılmasının haram kılındığı bildirilmiş
olmakla birlikte maksat bu oklarla paylaşılan etin haram kılınmış olmasıdır.
Çünkü sözün gelişi, yenilmesi haram olan etlerle alakalıdır. Câhiliye döneminde
putlar için kesilen hayvanın parasını kimin vereceğine ve etinin nasıl
dağıtılacağına fal oku çekilerek karar verilirdi. Böyle bir taksimat bir tür
kumar sayılacağı için âyet-i kerîme bu eti de haram kılmış ve bunları yemenin
doğru yoldan sapma olduğunu haber vermiştir.
Fakat
ölmekten korkacak derecede aç ve zor durumda kalan kimse, zaruret miktarını
geçmemek veya kendisi gibi çaresiz durumda olan birinin elinden almamak
şartıyla haram kılınan bu etlerden yiyebilir. Çünkü zaruretler haramları mübah
kılar. Sonsuz mağfiret ve merhamet sahibi olan Allah, bu tür zaruri durumlar
sebebiyle kullarına merhamet eder ve onları cezalandırmaz.
Âyetin,
“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve
sizin için din olarak İslâm’ı seçtim” (Mâide 5/3) kısmı, Hz. Âdem’den
beri toplumların ihtiyaçlarına göre teşri edilegelen İslâm dininin Peygamber
Efendimiz’le beraber kemâle erdiğini haber vermektedir. Hayatın bütün
alanlarını tanzim eden itikat, ibâdet, ahlâk ve muamelât hükümleriyle, mükemmel
teşrî usûlü ve içtihat kanunlarıyla İslâm, Allah katında tek makbul dindir. Hz.
Muhammed (s.a.s.)’e gelen İslâm, önceki dinleri neshetmiştir. Fakat kendisinin,
bildirdiği helâl ve haramların neshedilme ihtimali kalmamıştır. Cenâb-ı Hak,
böylece mü’minlere olan nimetini tamamlamış, dinine uygun yaşadıkları nispette
onlara başarı nasip etmiştir. Nitekim asr-ı saadette Peygamberimiz ve ashâbı,
büyük bir mücadele ve sabırdan sonra Mekke’yi fethederek Kâbe’yi rahatça tavaf
edebilme imkânı elde etmişler, böylece giderek gelişen siyasî, içtimaî,
iktisâdi ve hukukî bir güç haline gelmişlerdir. Rabbimizin bizim için seçip
razı olduğu İslâm’ı öğrenme ve yaşama nispetinde de, üzerimizde bulunan bu
ilâhî nimetin tamamlanma müjdesine nâil olma, zafer ve galibiyet günlerini
yakalama ihtimali devam edecektir.
Peygamber
Efendimiz’in verdiği şu misal, İslâm’ın Resûlullah (s.a.s.)’in gönderilmesiyle
birlikte kemâle ermesini daha açık bir şekilde izah eder: “Benden önceki peygamberler ile benim durumum şu misalde olduğu
gibidir: Bir adam görkemli bir bina inşa eder. Onu güzelleştirir, süsler ve
tamamlar. Fakat köşelerden birinde bir kerpici eksik bırakır. İnsanlar onu
gezip dolaşırlar ve çok beğenirler. Ancak «Şuraya bir kerpiç konsaydı da tamam
olsaydı» derler. İşte ben, o mükemmel binayı tamamlayan kerpiç gibiyim.” (Buhârî, Menâkıb 18; Müslim, Fedail 22)
Allah Teâlâ’nın İslâm’ı kendi zâtı için seçmesiyle alakalı olarak da Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur: “Cibrîl (a.s.)
bana Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu söyledi: «İslâm dini zâtım için seçtiğim bir dindir. Ona ancak cömertlik
ve güzel ahlâk yakışır. müslüman olarak yaşadığınız sürece bu iki hasletle
ikrâm ediniz.»” (Kenzü’l-Ummâl, VI, 392)
Dinin
kemâle erdiğini haber veren bu âyet-i kerîme o kadar mânidardır ki, yahudilerden
bir adam Hz. Ömer’e gelerek: “Ey mü’minlerin emîri! Kitâbınız da okuduğunuz
öyle bir âyet var ki eğer o biz yahudi toplumuna inseydi biz o günü mutlaka
bayram ilan ederdik” der. Hz. Ömer (r.a.): “Bahsettiğin âyet hangisidir?” diye
sorunca, yahudi: “«Bugün sizin için dîninizi
kemâle erdirdim...» âyetidir” (Mâide 5/3) diye cevap verir. Bunun üzerine
Hz. Ömer şöyle buyurur: “Biz bu âyetin Peygamber (a.s.)’a nâzil olduğu günü ve
yeri biliyoruz. Bu âyet, Cuma günü Resûlullah (s.a.v.) Arafat’ta iken nâzil
olmuştur.” (Buhârî, İman 33; Müslim, Tefsir 5) Hz. Ömer böyle cevap vermek
sûretiyle o günün bizim için de bayram olduğuna işaret etmiştir.
Haram
olan etler ve yiyecekler bildirildikten sonra şimdi de bir kısım helâllere yer
verilmektedir:
4. Rasûlüm! Senden, kendilerine nelerin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: “Size bütün iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Allah’ın size öğrettiği bilgi ile eğittiğiniz avcı hayvanların, sizin için yakaladıklarını yiyin ve ava gönderirken üzerlerine Allah’ın ismini anın. Allah’a karşı gelmekten sakının; çünkü Allah, hesâbı pek çabuk görendir.
Dinin
haram kılmadığı, insan aklının ve fıtratının da iyi ve temiz gördüğü bütün
yiyecekler helâldir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in özelliklerini anlatan bir
âyet-i kerîmede: “O Peygamber temiz ve hoş olan bütün yiyecek ve içecekleri
onlara helâl, kötü ve pis olan şeyleri ise onlara haram kılmaktadır” (A‘râf
7/157) buyrulur.
Âyette
geçen اَلْجَوَارِحُ (cevârih) kelimesi
bütün yırtıcı ve parçalayıcı hayvanları ifade eden bir kelime olmakla birlikte,
burada avlanmak üzere eğitilmesi mümkün olanları kastedilir. اَلْمُكَلِّبُ (mükellib), yırtıcı hayvanları eğiten ve
onlara av peşinde gitmeyi öğreten kimse demektir. Bu kelimenin köpek mânasına
gelen “kelb”den türetilmesi, köpeğin eğitilmeye en müsait hayvan olmasındandır.
Buna göre kara hayvanlarından pars, kaplan ve köpek; kuşlardan da doğan,
kartal, şahin, atmaca ve akbaba gibi yırtıcı hayvanların, eğitildikleri
takdirde, yakaladıkları avların eti helâldir. Bu maksatla eğitilmiş olan
hayvanların beslenmesi ve alınıp satılması da helâldir. Âyetin “ava
gönderirken üzerlerine Allah’ın ismini anın” (Mâide 5/4) kısmı, eğitilmiş
hayvanın av üzerine salıverilirken besmele çekilmesi yani بِسْمِ اللّٰهِ (bismillah) denilmesinin gerekliliğini
ifade eder. Bu sebeple Hanefi mezhebine göre besmele çekilmeden salıverilen
hayvanın yakaladığı avın eti helâl değildir. Nitekim bu hususta Ebû Sa‘lebe (r.a.) şöyle bir hâdise nakleder:
Peygamber
Efendimiz (s.a.v.)’e: “Ya Nebiyyallah! Ben Ehl-i kitap arasında yaşıyorum.
Onların kaplarından yemek yememiz câiz midir? Bazan arazide ok atarak, bazan de
eğitilmiş veya eğitilmemiş köpeğimle avlanıyorum. Bunlardan hangisini
yiyebilirim?” dedim. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Ehl-i kitabın kaplarından başka
kap bulursanız onların kaplarından yemeyin. Ama başka kap bulamazsanız,
yıkadıktan sonra onlarda yemek yiyebilirsiniz. Okunla avladığına gelince,
atarken “bismillah” dediysen yiyebilirsin. Avın peşine gönderirken Allah’ın
adını andıysan eğitilmiş köpeğin tuttuğunu da yiyebilirsin. Eğitilmemiş köpeğin
yakaladığına gelince onu boğazlamaya yetişebildiğin takdirde yiyebilirsin.” (Buhârî, Zebâih 4; Müslim, Sayd 8)
Ehl-i kitabın kestikleri etleri ve pişirdikleri
yemekleri yemek ve kadınlarıyla evlenmek konusunu açıklamak üzere buyruluyor
ki:
5. Bugün size bütün iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Ehl-i kitabın yiyeceği size helâl, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. İffetinizi korumanız, zinâ etmemeniz, gizli dost edinmemeniz şartıyla ve mehirlerini verdiğiniz takdirde hür ve iffetli mü’min kadınlar ile sizden önce kitap verilmiş olanların hür ve iffetli kadınları size helâldir. Her kim inanılması gereken kâideleri inkâr ederse, onun bütün amelleri boşa gider ve o âhirette kesin olarak zarara uğrayanlardan olur.
Ehl-i
kitabın kestikleri ve pişirdikleri yemekler müslümanlara, müslümanlarınki de
onlara helâldir. Fakat yemeklerine İslâm’ın haram kıldığı domuz eti, haram
içecekler ve benzeri şeyler katarlarsa bunun helâl olmayacağı açıktır. Yani
onların kestiği hayvanın ve pişirdiği yemeğin malzemelerinin dinin helâl
saydığı şeylerden olması gerekir.
Âyette
geçen اَلْمُحْصَنَاتُ (muhsanât) kelimesi
terim olarak, “evli, iffetli ve hür kadınlar” mânasında kullanılır. Bu kelime Kur’ân-ı
Kerîm’de bazan bu mânalardan sadece “evli” (bk. Nisâ 4/24), bazan sadece “hür”
ve bazan de sadece “iffetli” (bk. Nisâ 4/25) anlamında kullanılır. Bazan de
ikisini veya üçünü birlikte içerir. Burada ise “hür ve iffetli” mânasına
geldiği görülmektedir. Burada Kur’an’a inanmış mü’minlerden ve Ehl-i kitaptan
bu vasıfta olan kadınlarla evlenebilmenin şartları beyân edilmektedir. Bunlar:
› Mü’min
erkeğin kendisinin de hür ve iffetli olması,
› Zina yolunu
tutmaması,
› Gizli dost,
metres edinmemesi,
› Evleneceği kadına
mehrini ödemesi.
Müslüman
erkeklerin, Ehl-i kitap kadınlarla evlenmelerine izin verildiği halde, müslüman
kadınların Ehl-i kitap erkeklerle evlenmelerine kesinlikle izin verilmemiştir.
Âyetin
“Her kim inanılması gereken kaideleri inkâr ederse, onun bütün amelleri boşa
gider ve o âhirette kesin olarak zarara uğrayanlardan olur” (Mâide 5/5) kısmı,
müslümanların Ehl-i kitapla münâsebetlerinde çok dikkatli olmaları gerektiği
hususunda ciddi bir ikaz özelliği taşımaktadır. O halde onların yiyeceklerini
yerken ve kadınlarıyla evlenirken imana bir zarar getirmekten, dinden dönme
tehlikesine düşmekten son derece çekinilmelidir.
İnsanın
ebedî hayatını alakadâr eden böyle hassas noktalarda ilâhî koruma altına
girebilmek için bilhassa ibâdet hayatına ve ibâdet için lazım gelen abdest,
gusül gibi temizlik mes’elelerine önem vermek gerekir:
6. Ey iman edenler! Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve kollarınızı yıkayın, başınıza meshedin ve topuklara kadar da ayaklarınızı yıkayın! Eğer cünüp iseniz güzelce yıkanıp temizlenin. Şayet hasta veya yolcu olursanız yahut biriniz tuvaletten gelirse ya da eşlerinizle cinsî münâsebette bulunur da, abdest veya gusül almanız gereken böyle durumlarda su bulamazsanız, o zaman temiz toprağa ellerinizi sürüp onunla yüzlerinizi ve dirseklere kadar kollarınızı meshedin. Bu tür emirlerle Allah size güçlük çıkarmak istemez; bilakis şükredesiniz diye sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak ister.
Abdest
namazla birlikte emredilmiş olup, hiçbir zaman abdestsiz namaz kılınmamıştır.
Bu âyette öncelikle namaz kılabilmek için alınması gerek abdestin farzları
sayılmaktadır. Bunlar:
1.
Yüzü yıkamak. Yüz, yukarıdan aşağıya doğru alında saçın bittiği yerden çene
altına kadar, yatay olarak da iki kulak yumuşakları arasında kalan kısımdır.
Ağza ve burna su vermek, kulakların içini meshetmek ise sünnettir.
2.
Kolları yıkamak. Kol, parmak uçlarından dirseklere kadar olan kısımdır.
3.
Başı meshetmek. Baş, kulakların üstünde kalan kısımdır. Başın neresinin ve ne
kadarının meshedileceği konusunda mezhepler arasında görüş ayrılıkları vardır.
Hanefîler’e göre başın en az dörtte birini meshetmek vaciptir.
4.
Topuklara kadar ayakları yıkamak. Ayak, parmak uçlarından topuk kemiklerine
kadar olan kısımdır.
Abdestte
yıkanılması gereken azaları birer kez yıkamak farz, üçer kez yıkamak ise
sünettir. (bk. Tirmizî, Tahâret 22)
Ayakların
yıkanması veya meshedilmesi ile alakalı iki farklı görüş vardır. Böyle bir
görüş ayrılığının sebebi ise âyette geçen ve “ayaklar” mânasına gelen اَرْجُلٌ (ercül) kelimesindeki ل (lâm) harfinin okunuşundaki farklılıktır:
a.
Kelimeyi kıraat imamlarından Nâfi, İbn Âmir, Asım’dan Hafs, Kisâî ve Yakup ل (lâm) harfinin üstünüyle اَرْجُلَكُمْ (ercüleküm) şeklinde okumuşlardır. Bu
okuyuşu esas alıp kelimeyi “yüzler” anlamına gelen وُجُوهٌ
(vücûh) üzerine atfedenler, âyete “yüzlerinizi, dirseklere kadar kollarınızı
ve ayaklarınızı yıkayın” (Mâide 5/6) şeklinde mâna vererek ayakların
yıkanmasının farz olduğunu söylemişlerdir. Ehl-i sünnet âlimleri bu
görüştedirler.
b.
Kıraat imamlarından İbn Kesîr, Ebu Amr, Asım’dan Ebubekir, Hamza, Ebu Cafer ve
Halef kelimeyi اَرْجُلِكُمْ (ercüliküm) şeklinde ل (lâm) harfinin kesresiyle okumuşlardır. Bu
okuyuşu esas alıp kelimeyi “başlar” mânasındaki رؤس
(ruûs) kelimesine atfedenler ise âyete “başlarınızı ve ökçelere kadar
ayaklarınızı meshedin” (Mâide 5/6) anlamı vererek, ayakların
meshedilmesinin farz olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim Şiiler bu okuyuşu esas
alarak ayakları meshetmekle iktifa ederler.
Ancak
Allah Resûlü (s.a.s.)’in bu husustaki tatbikâtını haber veren rivayetlere
bakıldığında, bunların daha çok Ehl-i Sünnet’in tercih ettiği görüşü
desteklediği görülür. Rivayetlerden biri şöyledir:
“Osman
b. Affân (r.a.) bir su kabı istedi, ondan iki eline su döküp onları üç defa
yıkadı. Sonra ağzına ve burnuna su verdi, sonra yüzünü üç defa yıkadı, sonra
kollarını dirseklere kadar üç defa yıkadı, sonra başını meshetti, sonra her bir
ayağını üçer defa yıkadı. Sonra da: «Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in bu şekilde
abdest aldığını gördüm» dedi.” (Buhârî, Vudû 28; Müslim, Tahâret 3)
Ayrıca
Peygamber Efendimiz’in, ayaklarını güzelce yıkamamış ve ökçelerinde biraz kuru
kalmış kimseler hakkında: “O ökçelerin ateşten vay haline!” (Buhârî,
Vudû 29; Müslim, Taharet 25) buyruğu ayakları yıkamanın farz olduğuna bir delil
teşkil etmektedir.
Üstelik,
eğer kasıt “meshetmek” olsaydı âyette ayaklarla ilgili “topuklara kadar”
ifadesinin kullanılmasına gerek kalmazdı. Bu da farzın esasının “yıkamak”
olduğuna ve “mesh”in buna dayanması lazım geldiğine işaret etmektedir. Hâsılı
ayaklar hakkında “yıkamak” emri açık, “mesh” emri ise kapalıdır. Peygamberimiz,
abdest alırken çıplak olan ayaklarını yıkamak (bk. Buhârî, Vudû, 7, 29; Müslim,
Tahâret 4, 18), abdestli olarak giydiği mestler üzerine meshetmek (bk. Müslim,
Tahâret 73; Ebû Dâvûd, Tahâret 12) şeklindeki tatbikatıyla âyette kastedilen
muradı beyân etmiştir.
Allah
Resûlü (s.a.s.), abdest almanın faziletiyle alakalı olarak şöyle buyurur:
“Müslüman bir kul abdest alır ve
yüzünü yıkarsa, gözleri ile bakarak işlediği her günah, abdest suyu veya suyun
son damlasıyla yüzünden akar gider. İki elini yıkadığında, elleriyle tutarak
işlediği her günah, abdest suyu veya suyun son damlasıyla ellerinden çıkar
gider. Ayaklarını yıkadığı zaman, ayaklarıyla yürüyerek işlediği her günah,
abdest suyu veya suyun son damlasıyla ayaklarından çıkar gider. Neticede bu
kimse, günahlardan arınmış olur.” (Müslim, Tahâret 32; Tirmizî,
Tahâret 2/2)
Bir diğer hadis-i şerif de şöyledir:
“Şüphesiz ki benim ümmetim,
kıyamet gününde, abdest izlerinden dolayı yüzleri nurlu, elleri ve ayakları
parlak olarak çağrılacaktır. Nûrunu artırmaya gücü yeten kimse bunu yapsın.” (Buhârî, Vudû’ 3; Müslim, Tahâret 35)
Âyette
beyân edilen ikinci husus “cünüplükten temizlenmek”, yani gusül abdesti
almaktır. Rüyada veya uyanıkken meninin fışkırarak çıkması, meni çıkmasa bile
erkek ve kadının cinsel uzuvlarının birleşmesi sebebiyle meydana gelen
abdestsizlik hâline “cünüplük” denilir. Cünüp olan kişi, niyet etmeli, ağzını
ve burnunu üçer kez su verip çalkalamalı ve bedeninin tamamını temiz bir şekilde
yıkamalıdır.
Abdest
ve guslü su ile yıkayarak almak, suyun bulunup mazeretin bulunmadığı haller
için geçerlidir. Eğer gerekli araştırmalar yapıldıktan sonra gerçekten su
bulunamazsa yahut hastalık veya yolculuk suyu aramaya mâni ya da var olan suyu
kullanmaya engel olursa, o zaman abdest veya gusül yerine “teyemmüm almak” yani
niyetle birlikte temiz bir toprağa elleri sürüp, onunla yüzleri ve kolları
meshetmek yeterlidir. Buna göre âyetteki “hastalık ve yolculuk”
kayıtları, suyu bulmaya veya kullanmaya mâni olan özürleri; “tuvaletten
gelmek veya cinsî münasebette bulunmak” kaydı, abdesti veya guslü
gerektiren sebepleri; “suyu bulamamak” kaydı ise bunların yerine
teyemmümün geçerli olma şartını göstermektedir.[1]
Mü’minlerin
temizlik ve ibâdet hayatıyla alakalı bu ilâhî emirlerden maksat, kullara bir
baskı yapmak, onları sıkıntı ve zahmete koşmak değil; bilakis onları, tertemiz
kılmak, maddî manevî, görünür görünmez pisliklerden ve günahlardan temizlemek
ve onlara nimetini tamamlamaktır. Bunun da hedefi, kulların kendilerine bunca
nimeti veren, onları sahipsiz olarak kendi hallerine bırakmayan Allah’ı
tanımaları ve O’na gereği gibi şükretmeleridir.
Kuşeyrî
(r.h.), Allah’ın mü’minleri temizlemek ve onlara olan nimetini tamamlamak
istemesiyle alakalı şu açıklamayı yapmaktadır:
“Allah
ismetiyle sizin zahirinizi günahtan, rahmetiyle de kalplerinizi gafletten;
sırrınızı şekilleri mülâhazadan, yine zahirinizi gereksiz meşguliyetlerin
dişleri arasına düşmekten temizlemek ister. Bir gruba nimetin tamamlanması
nefislerini kurtarmak iledir. Diğer bir gruba nimetin tamamlanması ise onları
nefislerinden kurtarmak iledir. İki grup arasında ne kadar fark vardır. Yine
nimetin tamamlanması, akıbetin güzel olmasıdır. Eğer bir insan iman ve irfan
vasfına sahip olarak dünyadan çıkabilirse hakiki saadeti tamamlanmış ve en
temiz nimetlere nâil olmuş olur. Hakiki mânada nimetin tamamlanması ise nimet
vereni müşâhede etmektir. Zira herkes bir şekilde nimet elde edebilir. Fakat
herkes o nimeti vereni göremez. Bu sebeple onun tamam olması, nimet vereni
görebilmek olarak değerlendirilmiştir.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I,
252-253)
Nîsâbûrî
(r.h.) şöyle der: “Kalbin temizliği, onun Allah’tan başkasından yüz
çevirmesidir. Sırrın temizliği, müşâhededir. Gönlün temizliği recâ ve
kanâattır. Rûhun temizliği hayâ ve heybettir. Karnın temizliği, helâl yemek,
haram ve şüpheli yiyeceklerden sakınmaktır. Bedenin temizliği, şehvetleri terk
etmek ve pislikleri gidermektir. Ellerin temizliği, haram ve şüpheli şeyleri
terk ederek helâl rızık için çalışmaktır. Dilin temizliği zikir ve
istiğfardır.”
Bahsedilen
bu temizliğe erişebilmek için Allah’a verdiğimiz kulluk sözümüzü yerine
getirmemiz lazımdır:
[1] Lems ve teyemmüm için bk. Nisâ
4/43.
7. Allah’ın size olan nimetlerini ve “İşittik ve itaat ettik!” diyerek verdiğiniz kesin ve bağlayıcı sözü hiç hatırınızdan çıkarmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, sînelerde gizli tutulan bütün sırları hakkıyla bilir.
“Mîsak”, kişinin akit yaparak, sağlam bir
şekilde bağlandığı ve yerine getirmeyi taahhüt ettiği söz demektir. Allah’ın
mü’minlerden aldığı sözden maksat, Elest bezminde “Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?” sorusuna “Evet, sen bizim Rabbimizsin!” şeklinde verdikleri
cevabın gereği olan kulluk sözüdür. (bk. A‘râf 7/172) Bununla birlikte bu
misaktan, ashâb-ı kirâm (r.a.)’ın, hoşlarına giden ve gitmeyen bütün durumlarda
Allah Resûlü (s.a.s.)’i dinleyip ona itaat edecekleri hususunda verdikleri
sözlerin kastedilmiş olması da mümkündür. (bk. Buhârî, Ahkam 43; Müslim, İmare
41-42) Nitekim onların, Akabe gecesindeki ve Hudeybiye’de ağaç altındaki bey‘atleri
böyle gerçekleşmiş, Efendimiz’in her bir teklifine “İşittik ve itaat ettik”
diye mukabele etmişlerdi. Allah Teâlâ da bunu, bizzat kendine yapılmış bey‘at
olarak haber vermiştir. (bk. Fetih 48/10) Ayrıca her bir mü’min, kelime-i
şehâdetle beyân ettiği iman ikrarının Allah’a verdiği sağlam bir söz olduğunu
bilip, onun gereğini yerine getirmeye çalışmalıdır. Bunlara ilâveten Cenâb-ı
Hakk’ın birliğini ve dini hükümlerin doğruluğunu gösteren aklî ve naklî
deliller de Allah’ın mü’minlerden aldığı ahit muhtevasında değerlendirilebilir.
Öyleyse mü’minler, Allah’a verdikleri kulluk sözünün şuurunu taşıyarak, ister
dost ister düşman bütün insanlar nezdinde hak ve adâletin şaşmaz ölçüsü
olmalıdırlar:
8. Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adâletle şâhitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz öfke, sakın sizi adâletsiz davranmaya sevketmesin! Adâletli olun; takvâya en uygunu, en yakışanı budur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdârdır.
Âyet-i
kerîme Allah’ın rızâsını kazanmak için hakkı ayakta tutmayı, doğrunun yanında,
haksızın karşısında yer almayı, dost veya düşman kimin hakkında olursa olsun
şâhitliği de adâletle yapmayı emretmektedir. Aynı husus biraz değişik
ifadelerle Nisâ 4/135. âyette de geçmişti. Fakat orada maksat daha çok sevgi ve
iltimas yerlerinde adâleti gözetmek; kendisi ve ana, baba, akrabalar gibi
sevdikleri aleyhinde bile olsa doğruyu itiraf edip adâleti yerine getirmekti.
Bu âyette maksat ise düşmanlık ve nefret yerlerinde adâleti gözetmek, düşmanın
lehinde bile hak ve adâletin gereğini yerine getirmektir. Orada iç siyâset,
burada ise dış siyasetle alakalı bir yönlendirme yapılmıştır. O halde
mü’minlerin vazifesi, İslâm toplumu içinde ve İslâm toplumunun diğer
toplumlarla münâsebetlerinde haksızlığı ortadan kaldırarak, hakkı ve adâleti
yerine getirmektir. Çünkü Kur’an’ın ana esaslarından biri, adâlet ilkesine
dayalı ve hukukun üstünlüğünün kabul edildiği sosyal bir düzen kurmaktır. Bunu
başarabilmek için fertlerin takvâ ölçüleri içinde yetiştirilmesi, onlara
Allah’ın bütün yaptıklarından haberdar olduğu inancının yerleştirilmesi ve her
şeyden önce bir takvâ toplumunun inşa edilmesi gerekmektedir. Bu takvâ
toplumunun temelini, küfürden uzak durup iman ve salih amellere devam etmek
oluşturur:
9. Allah, iman edip sâlih ameller işleyenlere, günahlarını bağışlayacağını ve onlara pek büyük bir mükâfat vereceğini va‘detmiştir.
Ebedî
kurtuluşun birinci şartı imandır. İman olmadan yapılan sâlih amellerin âhirette
hiçbir kıymeti yoktur. İmanla beraber yapılan amel-i sâlihler ise terazinin
sevaplar kefesine konacak ve ilâhî ölçülere göre değerlendirmeye tabi
tutulacaktır. Allah’ın nimetlerine şükretmek, O’na verdiğimiz kulluk sözümüzü
tutmak, dosta düşmana adâletle muamele etmek, takvâ üzere bir hayat yaşamak
gibi güzel amellere karşılık Rabbimiz, günahları bağışlayacağını ve kullarını
sonsuz nimetlerini sergilediği ve bol bol mükâfatlar hazırladığı cennete
girdireceğini vaat etmektedir. Allah’ın varlığını, birliğini ve O’na
şükretmenin zaruri olduğunu gösteren âyetleri ve delilleri yalanlayıp yok
sayanlar ve inkâr yolunu tutanlar ise şüphesiz ilâhî kahra uğrayacak ve
cehennem yâranı olacaklardır.
O
halde:
10. İnkâra saplanıp âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar o kızgın, alevli ateşin yoldaşlarıdırlar.
Ebedî kurtuluşun birinci şartı imandır. İman olmadan yapılan sâlih amellerin âhirette hiçbir kıymeti yoktur. İmanla beraber yapılan amel-i sâlihler ise terazinin sevaplar kefesine konacak ve ilâhî ölçülere göre değerlendirmeye tabi tutulacaktır. Allah’ın nimetlerine şükretmek, O’na verdiğimiz kulluk sözümüzü tutmak, dosta düşmana adâletle muamele etmek, takvâ üzere bir hayat yaşamak gibi güzel amellere karşılık Rabbimiz, günahları bağışlayacağını ve kullarını sonsuz nimetlerini sergilediği ve bol bol mükâfatlar hazırladığı cennete girdireceğini vaat etmektedir. Allah’ın varlığını, birliğini ve O’na şükretmenin zaruri olduğunu gösteren âyetleri ve delilleri yalanlayıp yok sayanlar ve inkâr yolunu tutanlar ise şüphesiz ilâhî kahra uğrayacak ve cehennem yâranı olacaklardır.
O halde:
11. Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani bir topluluk kötülük yapmak üzere size ellerini uzatmaya yeltenmişti de, Allah onların ellerini sizden geri çekmişti. Öyleyse Allah’a karşı gelmekten sakının! Mü’minler de yalnızca Allah’a güvenip dayansınlar.
Allah
Resûlü (s.a.s.) Efendimiz’e peygamberlik ihsan edilip İslâm’ı tebliğe
başladıktan sonra o ve beraberindeki müslümanlar zaman zaman büyük
tehlikelerle, suikastlerle yüzyüze gelmişler; her defasında Cenâb-ı Hak
yardımını göndererek onları bu tehlikelere karşı korumuştur. Dolayısıyla
mü’minlere burada özellikle bu husustaki ilâhî yardımları hatırlamaları ve
Allah’a olan şükür, takvâ, itimat ve tevekkül hissiyatlarını artırmaları
emredilmektedir.
Âyetin
bu nevi umûmi iniş sebepleri yanında birtakım hususi sebepleri de olduğu rivayet
edilmiştir. Onlardan biri şöyledir:
Allah
Resûlü (s.a.s.), Amr b. Umeyye ed-Damrî tarafından öldürülen iki Amir’linin
diyeti konusunda yardımlarını istemek üzere Nadîr oğullarına gitmişti.
Efendimiz onlara gelince gizlice birbirlerine: “Muhammed’i öldürmek için bundan
daha iyi bir fırsat asla elinize geçmez. Birisine emredin, onun yanında durduğu
evin damına çıksın, üzerine bir kaya yuvarlasın da bizi şu adamdan kurtarıp
rahata erdirsin” dediler. Amr b. Cihâş söyleneni yapmak üzere kalktığında
Peygamberimiz (s.a.s.)’e Cebrâil tarafından yahudilerin bu suikastlerinin
haberi geldi ve oradan ayrıldı. Bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nâzil oldu.
(Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VI, 197)
Bu
vesileyle söz İsrâiloğullarına intikal ettirilmekte, daha önce atalarına
yöneltilen ilâhî tâlimatlar ve onların bu talimatlar karşısındaki tutumları
hatırlatılarak tüm Ehl-i kitap Hz. Muhammed (s.a.s.)’e imana davet
edilmektedir:
12. Allah İsrâiloğulları’ndan kesin ve bağlayıcı bir söz almıştı. Biz onlardan, her bir kabileye bir kişi olmak üzere on iki temsilci tâyin etmiştik. Allah şöyle buyurmuştu: “Ben elbette sizinle beraberim. Şayet namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onları bütün gücünüzle destekler ve Allah rızâsı için güzel bir borç verirseniz ben de mutlaka sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştiririm. Artık bundan sonra hanginiz inkâra saplanırsa, dümdüz yolun ortasında kesinlikle sapıtmış olur.”
Cenâb-ı
Hak ümmet-i Muhammet’ten darlık, genişlik, tasa ve surûr hallerinde Peygambere
itaat etmeleri üzere sağlam bir söz aldığı gibi, İsrâiloğullarından da ilâhî
emirlere uyma ve peygamberlerine itaat konusunda sağlam bir söz almıştır.
Nitekim bu hususa Kur’ân-ı Kerîm’de zaman zaman yer verilmiştir. (bk. Bakara
2/40, 63, 93; Nisâ 4/154)
Âyette
geçen اَلنَّق۪يبُ (nakîb) kelimesi
lügatte “teftiş eden, denetleyen, koruyan, nöbet tutup gözetleyen, tecrübe
olunmuş, kendine güvenilen kimse” gibi mânalara gelir. Burada “bir topluluğun
durumlarını bilen, sırlarına âşina olan, işlerine güçlerine kefil olan ve
kendisine güvenilen temsilcisi” anlamında kullanılmıştır. İsrâiloğulları on iki
kabileye ayrılmış olduğundan dolayı her kabileden bir temsilci seçilmişti.
Bunlar, Hz. Mûsâ’nın savaş ile görevlendirilmiş olduğu Cebbarlar şehrine gidip
durumlarını öğrenmek ve dönüp peygamberleri Mûsâ’ya haber vermek için
gönderilmişlerdi. Gittiler, orada bulunan zorbaların büyük bir güce sahip
olduklarını gördüler ve onlara karşı koyamayacaklarını düşündüler. Gelir gelmez
de durumu kavimlerine haber verdiler. Halbuki Hz. Mûsâ onlara bunu söylemeyi
yasaklamıştı. Fakat sözlerinde durmadılar, caydılar. Sadece iki kişi sözünde
durabildi. Mâide 5/20-26. ayetlerde
onların bu kıssası yeniden ele alınacaktır.
Cenâb-ı
Hak, özelde gönderilen bu on iki temsilciye, genelde ise bütün insanlara
affedilip cennete girebilmenin şartlarını şöyle beyân etmektedir:
› Namazı
dosdoğru kılmak,
› Zekâtı
vermek,
› Peygamberlere
inanmak ve onlara yardımcı olmak,
› Allah rızâsı
için güzel bir borç vermek.
Burada
geçen “karz-ı hasen” ifadesi “güzel bir borç” mânasında olup, helâl yoldan
kazanılan para ve malların sırf âhiret sevabını ve rızây-i Bâri’yi tahsil için
Allah yolunda harcanmasıdır. Bu şekilde harcanan malların ve verilen borçların
mükâfatını şüphesiz Allah Teâlâ kat kat verecektir. Bu mükâfatların başında ise
günahların bağışlanması ve cennete girebilmek gelmektedir. İnkâr yolunu
tutanlar ise, kendilerine gösterilen doğru yoldan sapmışlar ve bunun feci
akıbetine uğramışlardır:
13. Fakat verdikleri sözden dönmeleri yüzünden onları lânetledik ve kalplerini kaskatı yaptık. Onlar Tevrat’ın kelimelerini, kastedilen mânayı bozacak şekilde yerlerinden oynatıp değiştiriyorlar. Kendilerine bildirilen ilâhî hükümlerin büyük bir kısmını da unuttular. İçlerinden pek azı dışında onlardan dâimâ hâinlik görürsün. Yine de sen onları affet ve yaptıklarına aldırış etme, katlan! Şüphesiz Allah, iyilik ve ihsân sahiplerini sever.
İster
bahsedilen temsilciler olsun, ister onların temsil ettiği İsrâiloğulları olsun,
doğru yol üzere yürüyecekleri, Allah’a kulluk ve peygambere itaat edecekleri
hususundaki sözlerini bozduklarından Cenâb-ı Hak onları lânetlemiş, rahmetinden
uzaklaştırmış, gazabına uğratmış ve kalplerini de kaskatı kılmıştır. Yapılan nasihat ve ikazları duymayacak, hak
ve adâlet tanımayacak, zulüm ve haksızlıktan kaçınmayacak ve Allah’tan
korkmayacak bir hale gelmişlerdir. Dünya muhabbeti ve nefsânî arzuları tatmin
tutkusu o dereceye geldi ki, kulluk mesuliyetlerini tamamen unuttular ve
istediklerini yapabilmek için de Allah’ın kelâmını tahrif etmeye, değiştirmeye
ve şahsi arzularına göre yorumlamaya başladılar. (bk. Bakara 2/75; Nisâ 4/46)
Yine kalplerinin katılığı ve bozukluğu sebebiyle kendilerine Tevrat vasıtasıyla
bildirilen ilâhî emirlerin önemli bir kısmını unuttular; onlardan faydalanmayı
akıllarına bile getiremez oldular. Tevrat’ta Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber
olacağı haber verildiği halde, buna kulak verip Efendimiz’e inanacak ve onun
rehberliğinde cennetlik olacak yerde, onu inkâr, hatta fırsat buldukça
öldürmeye teşebbüs ettiler. Âyet-i kerîme pek azı hariç onların bu tür
hainliklere devam edeceklerini, Peygamber’e ve onun ümmetine zarar vermeye
çalışacaklarını haber vermekte; fakat Efendimiz’e de af yolunu tutmasını,
yapılanlara katlanıp aldırış etmemesini tavsiye buyurmaktadır. Bu hükmün,
savaşı ve ahdi bozanları cezalandırmayı emreden
âyetlerle (bk. Tevbe 9/5, 29; Enfâl 8/58) iptal edildiği söylenmişse de İslâm,
müntesiplerine affetmeyi bir terbiye metodu olarak öğretmekte ve bu kapıyı
mümkün oldukça açık tutmaktadır. Çünkü Allah, hangi durumda olursa olsun
iyiliği ahlâkî bir meleke hâline getiren ve daima iyilik yapabilen kullarını sever.
Hıristiyanların durumu da yahudilerden farklı
değildir:
14. “Biz Hristiyanız” diyenlerden de kesin ve bağlayıcı söz almıştık; fakat onlar da kendilerine bildirilen ilâhî hükümlerin büyük bir kısmını unuttular. Bu yüzden aralarına kıyâmet gününe kadar sürecek düşmanlık ve kin saldık. Allah, onlara bütün yaptıklarını bir bir haber verecektir.
Hıristiyanlar
İncil gereğince Allah’a ve peygamberlerine iman edeceklerine, kulluk
vazifelerini yerine getireceklerine ve Tevrat ve İncil’de haber verildiği üzere
son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e inanacaklarına dair Hz. İsa’ya söz
vermişlerdi. Fakat bunlar da çok geçmeden verdikleri bu sözden vazgeçtiler,
kendilerine bildirilen ilâhî hükümlerin mühim bir kısmını unuttular, onlarla
amel edip faydalanma yolunu terk ettiler. Tevhid inancını kaybettiler ve onları
düzeltip doğru yola eriştirecek Son Peygamber’e tabi olmaktan da vazgeçtiler.
Böylece aralarına kıyamete kadar devam edecek düşmanlık, kin ve nefret
tohumlarını ekmiş oldular. Gerçekten de Hıristiyanlar çeşitli mezheplere
ayrıldılar, birbirlerini küfürle itham edip kin ve nefret saçtılar. Asırlarca
birbirlerinin kanlarını döktüler ve âyetin ifadesinden anlaşıldığına göre
kıyamete kadar da düşmanlık ve kan dökmeye devam edeceklerdir. Allah, yapmakta
oldukları bu yanlışlıkları kendilerine âhirette haber verecek ve gerçek
cezalarını orada çekeceklerdir.
Yahudi
ve hıristiyanların sapıklığa düştükleri hususlara ayrı ayrı değinildikten sonra
şimdi de Ehl-i kitaba topluca hitap edilerek onlardan gerçek kurtarıcıya
inanmaları isteniyor:
15. Ey Ehl-i kitap! Tevrat ve İncil’de olup da gizlediğiniz pek çok şeyi size açıklayan, pek çoğunu da yüzünüze vurmayan Peygamberimiz geldi. Gerçekten size Allah’tan bir nûr ve gerçeği açıkça gösteren bir kitap geldi.
16. Allah, o nûr ve kitap vasıtasıyla rızâsını arayanları ebedî huzur ve kurtuluş yollarına iletir; onları sadece kendi izniyle küfür ve günah karanlıklarından iman aydınlığına çıkarır ve onları dosdoğru yola ulaştırır.
Yahudiler,
Tevrat’taki Hz. Muhammed (s.a.s.)’e iman, recm âyeti, cumartesi yasağını
çiğnediklerinden ötürü maymunlara çevrilen bedbahtların kıssası gibi hususları;
Hıristiyanlar da İncil’deki Hz. İsa’dan sonra Ahmet isminde bir peygamberin
geleceği yönündeki müjdeyi gizliyorlardı. Bu sebeple onlara Kur’ân-ı Kerîm’de
çok şiddetli ikazlar yapıldığı görülmektedir. (bk. Bakara 2/159, 174) İşte Allah
Resûlü (s.a.s.), kendine indirilen Kur’ân-ı Kerîm sayesinde onların
kitaplarında olduğu halde gizledikleri pek çok hususu açıklığa kavuşturmuştur.
Bunlar, açıklanması zaruri olan dinî esasları içermektedir. Bir kısım
gizledikleri şeyler de var ki, bunlar açıklanması zaruri olan dinî esaslarla
alakalı olmadığından, daha fazla rezil rüsvâ olmamaları için Peygamber
Efendimiz bunları yüzlerine vurmamış, açıklamadan geçivermiştir. 15. âyette
geçen “Allah’tan bir nûr”dan maksat Peygamber Efendimiz’dir. Nitekim bir
başka âyette “Ey Peygamber! Şüphesiz ki biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir
uyarıcı, Allah’ın izniyle yine Allah’a çağıran bir davetçi ve nur saçan bir
kandil olarak gönderdik” (Ahzâb 33/45-46) buyrulur. “Apaçık bir kitap”tan
(Mâide 5/15) maksat da Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’an hakkı bâtılı, helâli haramı,
hayrı ve şerriyle insanların muhtaç olduğu bütün dini hususları açıkladığı için
bu isimle anılmıştır. Allah’ın rızâsına erme niyetiyle Peygamberimiz’e inanan
ve Kur’an’ın gösterdiği aydınlık yoldan yürüyenleri Cenâb-ı Hak, sapıklık
yollarından kurtarıp huzur, selâmet ve emniyet yollarına eriştirecek; küfür,
şirk ve günah karanlıklarından çıkarıp iman, İslâm ve ihsan aydınlığına
çıkaracak ve onları dosdoğru yola, hak dine ulaştıracaktır. Fakat bile bile
inkârlarında ısrar edenlere yapılacak bir şey yoktur:
17. “Allah, Meryem oğlu Mesîh’tir” diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Onlara şöyle de: “Şayet Allah Meryem oğlu Mesîh’i, annesini ve yeryüzünde bulunan herkesi helâk etmek istese, O’na kim engel olabilir?” Göklerin, yerin ve aralarında bulunan her şeyin mülkiyeti ve hâkimiyeti Allah’ındır. O, dilediğini yaratır. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.
Hıristiyanların
küfre düşmelerinin sebebi Hz. İsa’yı Allah olarak kabul etmeleridir. Halbuki sûresi
Nisâ 171. ayette de izah edildiği gibi İsa, Allah değil, O’nun yaratıp
peygamber yaptığı bir kuludur. Eğer İsa, Allah olsaydı, ebedi, ölümsüz ve her
şeye gücü yeten biri olması gerekirdi. Gerek kendisinin gerek başkalarının
başlarına gelecek musibetleri önleyebilmesi gerekirdi. Halbuki böyle değildir.
Allah Teâlâ, annesinin canını aldığı halde o, annesinin ölümünün önüne
geçememiştir. Yine Allah İsa’yı öldürmeyi murad edince de, onun ölümüne de
kimse engel olamaz. Hatta Allah yeryüzündeki bütün canlıları helak etmek
istese, helak edebilir, O’na mâni olabilecek hiçbir kuvvet yoktur. Zira
göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin mülkü Allah’a aittir. Onlarda
istediği gibi tasarruf eder; dilediğini yaratır, istediğini yaşatır, istediğini
de öldürür. Nihâyetsiz güç, kuvvet ve kudret, her muradını gerçekleştirme
yetkisi yalnız O’na aittir. O halde ibâdete lâyık tek ilâh, başkası değil
yalnızca Allah (c.c)’dır. Hiç kimsenin Allah Teâlâ ile “oğul” veya “sevgili”
gibi bir nesep ya da gönül bağı olmadığı gibi, herkesin o tek İlâh’a kulluk
etme vazifesi bulunmaktadır:
18. Yahudiler ve Hristiyanlar: “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz” dediler. De ki: “Öyleyse Allah sizi niçin günahlarınız yüzünden cezalandırıp duruyor? Doğrusu siz de O’nun yarattığı sıradan insanlarsınız.” O, dilediğini bağışlar, dilediğine de azab eder. Göklerin, yerin ve aralarında bulunan her şeyin mülkiyeti ve hâkimiyeti Allah’ındır. Sonunda dönüş de ancak O’nadır.
Rivayete
göre bir kısım yahudiler Allah Resûlü (s.a.s.)’e gelip onunla konuştular.
Efendimiz de onları İslâm’a davet edip, kabul etmedikleri takdirde
karşılaşacakları ilâhî azâb ile onları uyardı. Onlar da aynen hıristiyanlar
gibi “Ey Muhammed! Bizi ne ile korkutuyorsun? Bizler Allah’ın oğulları ve
sevgilileriyiz” dediler. Bu hâdise üzerine bu âyet nâzil oldu. (Taberî, VI,
224)
Onlar
bu sözleriyle Allah’a yakınlıklarını ifade etmek, dolayısıyla Allah’ın
kendilerine af, şefkat ve merhametle davranıp azap etmeyeceğini söylemek istemişlerdir.
Halbuki bu, onların uydurdukları aslı esasıolmayan bir kuruntudan başka bir şey
değildir. Nitekim “Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmayacak”
(bk. Bakara 2/80) sözleri de bu nevi kuruntularından biridir. Cenâb-ı Hak “Öyleyse
Allah, günahlarınız yüzünden sizi niçin cezalandırıp duruyor?” (Mâide 5/18)
sözüyle bu iddiaların asılsız olduğunu haber vermektedir. Nitekim tarih boyunca
Allah onları günahları sebebiyle cezalandırmıştır. Yurtlarından sürülmüşler,
lânetlenmişler, maymun ve domuza çevrilmişler, zillet ve meskenete düşmüşler ve
çeşitli cezalara çarptırılmışlardır. Gittikleri yanlış yoldan dönmedikleri
takdirde âhirette de ebedi azaba maruz kalacaklardır. Çünkü nihâî dönüş Allah’a
olacak, kimse kendini O’na hesap vermekten kurtaramayacaktır. O da dilediği
kullarını bağışlayacak, müstahak olanlara da azap edecektir. Âyet-i kerîmede
gerçek mânada muhabbet ehlinin, azaptan emniyette olacaklarına dair bir müjde
bulunduğu hissedilmektedir.
O
halde:
19. Ey Ehl-i kitap! Peygamberlerin arasının kesildiği bir zamanda, ileride: “Bize ne bir müjdeci geldi, de bir uyarıcı” demeyesiniz diye size dinî gerçekleri açıklayan elçimiz gelmiş bulunuyor. Gerçekten size hem müjdeleyen hem de uyaran bir peygamber gelmiştir. Allah, her şeye gücü yetendir.
Cenâb-ı
Hak, İsrâiloğulları’na olan hatırlatmalarına şöyle devam ediyor:
20. Bir zamanlar Mûsâ kavmine şöyle demişti: “Ey kavmim! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: O, içinizden peygamberler gönderdi; sizi hükümdarlar yapıp daha önce köle iken hür insanlar hâline getirdi. Dünyada hiç kimseye vermediği şeyleri size verdi.”
21. “Ey kavmim! Haydi, Allah’ın sizin için takdir ve girmenizi emir buyurduğu şu mukaddes ülkeye girin ve sakın düşmandan korkarak gerisin geriye dönüp kaçmayın. Yoksa kaybedenlerden olursunuz.”
Hz.
Mûsâ, yerlileriyle savaşıp Arz-ı Mukaddes’e girmelerini istediği kavmine
öncelikle Allah’ın ihsan ettiği hususi nimetleri hatırlatmaktadır. Şöyle ki:
›
Allah Teâlâ, hiçbir millete nasip olmayacak şekilde İsrâiloğullarından
pek çok peygamber göndermiştir. Bu peygamberler, büyük peygamberlerden sayılan
Hz. İbrâhim ve oğulları Hz. İshâk ve Hz. İsmâil soyundan gelmişlerdir.
›
Daha önceleri Mısır’da Firavun’un ve kavminin köleleri olarak
çalıştıkları, her türlü aşağılayıcı ve horlayıcı muameleye tabi tutuldukları
halde Allah onları kurtarmış ve hürriyetlerine kavuşturmuştur. Aynı zamanda
onlar arasından geçmişte ve gelecekte hükümdarlar ve büyük insanlar çıkmıştır.
›
Allah, kendi dönemlerinde dünyada hiç kimseye vermediği büyük
nimetleri onlara ikram etmiştir. Misal vermek gerekirse Kızıl Deniz’i onlar
için ikiye ayırmış, Firavun’un elinden onları kurtarmıştır. Düşmanlarını helak
ederek onları düşmanlarının mallarına varis kılmıştır. Tih çölünde onlara
kudret helvasıyla bıldırcın eti ikram etmiştir. Onlar için bir kayadan tatlı su
çıkarmış, bulutları üzerlerine gölgelik yapmıştır. Hiçbir millette onlardaki
gibi peygamberlik ve saltanatı bir araya getirmemiştir.
O
halde Allah’ın kendilerine olan bu büyük nimetlerin farkında olup
peygamberlerinin emrine uyarak ve bedelini ödeyerek Arz-ı Mukaddes’e girmeleri
lazımdır. “Arz-ı Mukaddes”, temiz ve mübârek yer demektir. İçinde “Beyt-i
Makdis”in bulunduğu bugünkü Filistin topraklarıdır. Hz. İbrâhim ve ondan sonra
birçok peygamber burada yaşadığı, vahye mazhar olduğu ve defnedildiği için bu
ismi almıştır. Bu bölge “Arz-ı Mev‘ûd: vaat edilen topraklar” diye de anılır.
Allah Teâlâ o toprakları İsrâiloğullarına, oraya girip orada hak din olan
İslâm’ı hâkim kılmaları için vaat etmişti. Dolayısıyla bu topraklar İsrâiloğullarına
bir ırk olmaları hasebiyle değil, İslâm’ın temsilini yüklenip, bayraktarlığını
yapmaları adına vaat edilmiş topraklardı.
Bütün
bunlara rağmen İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ’ya cevabı olumsuzdu:
22. Onlar şöyle cevap verdiler: “Ey Mûsâ! Orada çok güçlü ve zorba bir topluluk var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa o zaman biz de gireriz.”
23. Allah’ın buyruklarına karşı gelmekten korkan ve O’nun iman, sadakat, yakîn gibi nimetlerine eren iki yiğit ortaya atılıp şöyle dedi: “Şehrin kapısını zaptedip, üzerlerine saldırın. Bir kere oraya girmeyi başardığınız zaman, mutlaka siz gâlip geleceksiniz. Gerçekten mü’min iseniz yalnızca Allah’a güvenip dayanın.”
İsrâiloğulları
on iki kabileden oluşuyordu. Hz. Mûsâ her kabileden bir temsilci olmak üzere on
iki temsilci seçmişti. Bunlar Arz-ı Mukaddes’te yaşayan halkla alakalı haber
toplamak için yola çıktılar ve zorbaların şehrine vardılar. Geri dönüp de Hz.
Mûsâ’ya orada gördükleri insanların kuvvetlerini, boylarının uzunluğunu ve iri
cüsselerini haber verdiklerinde Mûsâ (a.s.) onlara: “Bu durumu gizli tutun ve
karargâhtan hiç kimseye söylemeyin, yoksa bozulup dağılırlar” tenbihâtında
bulundu. Fakat onlardan her biri, kendi yakınlarına ve amca çocuklarına bunu
haber verdi. Böylece haber, İsrâiloğulları arasında yayıldı. Bu yüzden onlar, o
topraklarda azgın, zorba, karşı konulmaz; istediğini zorla, cebren ve ezerek
yaptıran; boylarına erişilmez iri, güçlü, kuvvetli kimseler bulunduğunu ileri
sürerek savaşmayı göze alamadılar ve direttiler.
Seçilen
on iki temsilciden sadece iki kişi Mûsâ (a.s.)’ın tenbihâtını dinleyip durumu
kimseye anlatmadı. Rivayete göre bunların isminin Yûşa b. Nûn ve Kâleb b.
Yûfennâ olduğu söylenir. Bunlar âyetin ifadesiyle Allah’tan korkan, O’nun
emrine karşı gelmekten sakınanlardandı. Allah da onlara iman, yakîn ve salâh
gibi manevî ihsanlarda bulunmuştu. Bu iki kişi Hz. Mûsâ’nın peygamberliğine,
vaadindeki ve verdiği haberindeki doğruluğuna hakkıyla iman etmiş
olduklarından, gördükleri kuvvet ve heybete rağmen, Allah’ın lütfuyla,
sözlerinde durmuşlardır. Böylece itimat ve güvenilirliklerini ortaya koymuşlar,
kavimlerini de, savaştıkları takdirde mutlaka galip geleceklerini söyleyerek ve
Allah’a güvenip dayanmalarını öğütleyerek itaate teşvik etmişlerdir.
23.
âyetteki “Gerçekten mü’min iseniz yalnızca Allah’a güvenip dayanın” ifadesinden,
tevekkülün imanın bir şartı olduğu ihtimali ortaya çıkmaktadır. Sıradan
mü’minler için geçerli olan zahirî tevekkül, Allah’ın olmasını istediği
şeylerin mutlaka vuku bulacağını ve bunu geri çevirmeye kimsenin gücü
yetmeyeceğini bilmektir. Seçkin mü’minler için geçerli olan hakiki tevekkül ise
bütün hadiselerin Allah ile, Allah’tan ve Allah’ın olduğunu görmektir. Bu şuuru
kaybeden kimselerden iman ismi kaldırılır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât,
I, 260)
Ne
çare ki, Hz. Mûsa’yla birlikte imanlı o iki kişinin samimi nasihat ve
ısrarlarına rağmen İsrâiloğulları savaşmamaktaki inatlarını sürdürdüler:
24. “Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları sürece biz oraya asla girmeyeceğiz. Haydi, sen ve Rabbin birlikte gidip savaşın; biz işte burada oturuyoruz” dediler.
25. Mûsâ Allah’a şöyle yalvardı: “Rabbim! Benim kendimden ve kardeşimden başka hiç kimseye sözüm geçmiyor. Artık bizimle şu yoldan çıkmış âsi kavmin arasında sen hükmünü ver!”
26. Allah buyurdu ki: “O mukaddes ülke bundan böyle onlara kırk yıl yasaklanmıştır. Bu süre içinde bulundukları yerde şaşkın şaşkın dolaşıp dursunlar. Sen, yoldan çıkmış o âsî kimseler için hiç gam çekme!”
İsrâiloğuları,
bu inanmış iki adamın teşvik ve gayretlendirmelerine aldırış etmeksizin ilk
sözlerinde ısrar etmişler, zorbalar kendi topraklarında bulundukları müddetçe
asla Arz-ı Mukaddes’e girmeyeceklerini söylemişlerdir. Üstelik daha da ileri
giderek küstahça Hz. Mûsâ’ya: “Haydi, sen ve Rabbin birlikte gidip savaşın;
biz işte burada oturuyoruz” (Mâide 5/24) demişlerdir. Bu sözleriyle,
Allah’ı ve peygamberini hakir görmek, alaya almak ve onlara aldırış
etmediklerini göstermek istemişlerdir. Kavminin mukaddes arza girmemek üzere
direnmesi karşısında yapılacak hiçbir şeyin kalmadığını gören Hz. Mûsâ, ilâhî
rahmet ve yardımı celbedici kalbî bir rikkatle, üzüntü ve hüzün içerisinde
Allah Teâlâ’ya yalvarmış; “Rabbim! Benim kendimden ve kardeşimden başka hiç
kimseye sözüm geçmiyor. Artık bizimle şu yoldan çıkmış âsî kavmin arasında sen
hükmünü ver!” (Mâide 5/25) niyazında bulunmuştur. Kavminin
isyanından dolayı dünyada başlarına bir musibetin gelmesinden korkan Hz. Mûsâ,
böyle bir yakarışta bulunarak herkese lâyık olduğu cezanın verilmesini,
isyankâr kavminin ateşine kendisini de yakmamasını Allah’tan istemiştir.
Cenâb-ı Hak da, şahsiyetleri erozyona uğramış bu neslin böyle fütuhat gibi
şerefli bir vazifeye lâyık olmadıklarını bildirerek onların bu mukaddes yere
girmekten kırk sene mahrum bırakıldıklarını, bu süre zarfında çölde dar bir
alanda şaşkın şaşkın dolaşacaklarını haber vermiştir. Son olarak da Hz. Mûsâ’ya,
yoldan çıkmış fâsık bir toplum için fazla üzülmeye gerek olmadığını
öğütlemiştir.
Aslında,
Allah’a ve peygambere isyan hastalığı ilk defa İsrâiloğullarında ortaya çıkan
bir şey olmayıp, bunun kökleri tâ Hz. Âdem zamanına ve onun iki oğlu arasında
vuku bulan menfur cinâyete kadar uzanır. Bu cinâyet, haksız yere insanların
canına kıymayı göze alan tüm zâlimler için son derece caydırıcı irşat ve
ikazlar taşımaktadır:
27. Onlara Âdem’in iki oğlunun başından geçen ibret verici şu gerçeği anlat: Onlar Allah’a birer kurban takdîm etmişlerdi de birinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen kıskanıp: “Seni mutlaka öldüreceğim” deyince, öteki şu cevabı vermişti: “Allah ancak takvâ sahiplerinin ibâdetini kabul buyurur.”
28. “Sen beni öldürmek için elini uzatsan bile, ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim. Çünkü ben, Âlemlerin Rabbi Allah’tan korkarım.”
29. “Doğrusu ben isterim ki, sen hem benim günahımı hem kendi günahını yüklenesin de ateş ehlinden olasın. Zâlimlerin cezası işte budur.”
30. Nihâyet nefsi onu kardeşini öldürmeye sürükledi; onu öldürdü de mahvolup gidenlerden oldu.
31. Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermesi için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. Kãtil bunu görünce: “Yazıklar olsun bana! Şu kargadan daha bilgisiz, daha mı âcizim ki, kardeşimin cesedini nasıl ortadan kaldıracağımı bilemedim” diye dövündü ve pişmanlığa düşenlerden oldu.
Bu
âyetlerde haset, hırs ve dünya sevgisi gibi nefsin son derece çirkin hastalıklarının
insanın başına neler getirdiğinin ve onu nasıl yanlış bir yola sürüklediğinin
bir örneği verilmektedir. Örnek olarak ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’in
iki oğlu seçilmektedir. Rivayetlere göre bunların ismi Hâbil ve Kâbil’dir.
İnsan
neslinin çoğalabilmesi için Hz. Havvâ, bir batında birden çok çocuk dünyaya
getirmekteydi. Aynı batında doğan çocuklar kardeş olmaktaydı ve birbirleriyle
evlenmeleri harâmdı. Ancak diğer bir batında doğanlarla evlenebiliyorlardı.
Rivayete
göre Kâbil, kendisiyle aynı batında
doğan kızkardeşini almak istedi. Hâbil ise, bunun şerîate uygun olmadığını,
diğer zamanda doğan kardeşlerinden birini alması gerektiğini söyledi. Kâbil,
bu îkâzı dikkate almayarak, kendisinin yaptığı fiilin doğru bir davranış olduğu
iddiâsında bulundu. Bunun üzerine Hâbil, burada kimin doğru hareket ettiğinin
anlaşılması için Allah’a birer kurban adamayı teklif etti. O zamanlar kurban,
herkesin mesleği îcâbı, elinde bulunan maldan verilirdi. Kurban verilen bu
şeyler, bir dağ başına konur, bir müddet sonra gidip bakıldığında; gökten inen
ateş tarafından yakılarak ortadan kaybolan kurban Cenâb-ı Hak tarafından kabul
edilmiş sayılırdı. (bk. Âl-i İmrân 3/183)
Hâbil’in koyun sürüleri vardı. Kurban vermek için, içlerinden en semiz
ve gösterişli olan bir koçu seçti. Kâbil ise, ziraatle uğraşırdı. O da, cılız
buğdaylardan oluşan bir demeti kurban olarak ayırdı. Hâbil ile Kâbil, bir
müddet sonra bıraktıkları kurbanların akıbetini görmek için gittiler. Hâbil’in
kurban ettiği koç, kabul edilmişti; Kâbil’in cılız buğday demeti ise, olduğu
gibi duruyordu. (İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 36) Bu hâdise karşısında Kâbil
son derece öfkelendi ve âyet-i kerîmede haber verildiği üzere kardeşi Hâbil’i
katletti.
İnsanlık
târihinde, ilk defâ meydana gelen adam öldürme ve kardeş kanı dökme hâdisesi
hakkında Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Zulmen öldürülen her insanın kanının günahından
Âdem’in ilk oğluna da mutlakâ bir pay ayrılır. Çünkü o insan öldürme
çığırını ilk başlatan kişidir.” (Buhârî, Enbiyâ 1; Müslim, Kasâme 27)
29.
âyette yer alan “Doğrusu ben isterim ki, sen hem benim günahımı hem kendi
günahını yüklenesin de ateş ehlinden olasın. Zâlimlerin cezası işte budur” ifadesiyle
alakalı olarak şu iki hususa temas etmek gerekir:
Birincisi, “…Hiç kimse bir başkasının günah yükünü
çekmez ve onunla yargılanmaz.…” (İsrâ 17/15) buyrulduğu hâlde kâtil olan,
öldürülenin günahını nasıl yüklenir? Bu nokta birkaç şekilde izah edilmiştir:
Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “Birbirine söven iki kişinin
söyledikleri, zulme uğrayan haddi aşmadıkça başlayana âittir.” (Müslim,
Birr 69) Yâni mazlum haddi aşıp daha ileri gitmedikçe, ilk başlayan hem aynen
kendi günahını, hem de sebep olduğundan dolayı arkadaşının günahının bir
mislini yüklenir. Burada da “benim günahım” demek, şâyet sana karşılık vererek
el uzatırsam, gireceğim günahın bir misli demektir. Şu hâlde biri haddi aşar,
diğeri de karşılık verir, neticede her ikisi de ölürlerse, başlatan, iki
cinayet, diğeri de bir cinâyet işlemiş olur. Beriki, karşılık vermeyecek
olursa, bu bir cinâyetten de kurtulur. Fakat kâtil yine iki cinâyet işlemiş ve
iki günah yüklenmiş olur ki, birisi mazlumu öldürmek, diğeri kendini cezaya
lâyık bulup ateşe atmak cinâyetidir. Bundan başka “benim günahım” demek “beni
öldürmek günahı”; “senin günahın” da “daha önce işlediğin günahların” demek
olur.
İkincisi
ise, bir insan için kendinin Allah’a isyan etmesini istemek câiz olmadığı gibi,
başkasının isyânını istemek de câiz değildir. O hâlde böyle bir muttakî
kimsenin diğeri hakkında iki günah istemesi nasıl câiz olur? Buna da iki
şekilde cevap verilebilir: Birincisi, bu sözden asıl maksat, diğerinin günaha
girmesini istemek değil; ne kendinin, ne de onun günaha girmemesini istemek, günahtan
uzaklaştıracak bir nasihat vermektir. İkincisi, isyan istemek câiz değilse de
isyan edenin cezalandırılmasını istemek câizdir. Bu itibar ile mâna, “ben günaha
girmek istemem, sen ısrar edersen ben de senin Allah’tan cezanı isterim”, demek
de olabilir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 164; Elmalılı, Hak
Dini, III, 1654)
Bir
hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
“İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O
çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından
hiçbir şey eksilmez. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı
vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayırılır. Fakat
onların günahından da hiçbir şey eksilmez.” (Müslim, Zekât 69; Nesâî, Zekât
64)
Bu
nebevî beyân da gösteriyor ki; kim bir iyiliğe delâlet ederse, kendisinden
sonra devam eden o iyilikten; kim de bir kötülüğe sebep olursa kendisinden
sonra teselsül edecek o kötülükten hisse alır. Nitekim İmâm Gazâli, bu hadisin
açıklaması istikâmetinde şöyle der: “Ölen ve kendisi ile birlikte günahları da
ölen kimseye ne mutlu! Öldüğü hâlde günahları yüzlerce sene devam eden tâlihsiz
kimseye ise yazıklar olsun.”
Bu
kıssada vahyin nûruyla aydınlanmış olan bir akıl ile nefsin sultasından
kurtulamayıp bundan mahrum kalan aklın mukâyesesi yapılmakta ve bunların yol
açtığı neticenin canlı bir misâli sergilenmektedir. Aklın, vahyin içinde bir
değeri vardır. Vahyin hizmetinde olan ve onu rehber kabul eden bir akıl,
hikmetlere vâkıf olur. Vahyin yol göstericiliğinden mahrum olan akıl ise insanı
nefsin âfetlerinden koruyamaz. Akıl, her türlü gâye için kullanılabilen keskin
bir bıçak gibidir. Dileyen onunla faydalı bir şey kesebilir, dileyen de onunla
cinâyet işleyebilir. Nitekim Kābil’in aklı, vahyî bilgiye muhâlefet ettiği için
kendisini sapıklığa götürmüş ve âhiretini mahvetmiştir. Takvâ ve ihlâstan
mahrum kimselerde akıl, hem kendilerine, hem de başkalarına karşı o kimsenin
zulmünü artırır. Kâbil misâlinde olduğu gibi, kardeşini katletmeye kadar bile
gidebilir. Akıl nimetini vahyin istediği istikâmette kullanarak Kâbil’e
nasihatte bulunan Hâbil ise, ihlâslı bir kul olduğu için Allah korkusuyla
hareket etmiştir.
Hâbil’in
sergilediği davranışın güzelliğini tasdik sadedinde Resûl-i Ekrem (s.a.s.)
şöyle buyurmuşlardır:
“İleride öyle fitneler olacak ki o vakitte oturan kimse ayakta
durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlı olacaktır.” Sa‘d b. Ebî
Vakkâs (r.a.): “Yâ Resûlallah! Adam evime girip, öldürmek için elini bana
uzatsa ne yapmamı tavsiye buyurursunuz?” deyince, Peygamberimiz (a.s.): “Âdem’in
oğlu Hâbil gibi ol!” buyurmuştur. (Tirmizî, Fiten 29/2194)
İslâm
dîni, beş husûsun muhâfaza ve müdâfaasını emretmiştir. Bunlar: Can, akıl, din,
nesil ve maldır. Kişi, bunlara yapılan herhangi bir taarruza karşı gerekli
mücâdeleyi yapmalıdır. Fakat, bu mücâdeleyi yaparken şeriatın gösterdiği yolu
tâkip etmelidir. Ancak şu var ki, zâlim veya mazlum olma durumunda kalınca
Peygamber Efendimiz’in tavsiyesi istikâmetinde, zâlim olmayı değil, mazlum
olmayı tercih etmelidir.
Kıskançlık
ve haset hastalığına yakalananlar, kendi üzerindeki nimeti görmeyip dâimâ
başkalarının elindeki nimetlere göz dikerler. Nefsin kötü sıfatlarından olan
kıskançlık ve haset kimin üzerinde hâkimiyet kurarsa, ona her türlü kötülüğü
yaptırır. Hattâ bu kişi, kardeşini bile öldürmekten çekinmez. Haset ve kıskanç
kişiler, ilâhî takdire râzı olmazlar. Bunun neticesinde, dünyada rezîl ve
rüsvây olarak büyük bir vicdân azâbı ve pişmanlığa dûçâr olurlar. Onlar
âhirette de acıklı bir azâb ile karşılaşacaklardır. Bu hastalığın çâresi, nefsi
terbiye ve tezkiye ederek, nefs-i emmâreden kurtulmak ve nefs-i mutmainneye
ulaşmak, husûsiyle Allah’ın verdiğine râzı olmaktır.
Hâbil
ve Kâbil kıssasından çıkarılacak netice şudur:
32. İşte bundan dolayı İsrâiloğulları için şu hükmü koyduk: “Bir cana kıymanın veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmanın cezası olmaksızın kim bir kimseyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller, mûcizeler getirdiler. Ne var ki, bütün bunlardan sonra onların pek çoğu hâlâ yeryüzünde taşkınlık yapıp durmaktadırlar.
Rivayete
göre Medine yahudileri Peygamber Efendimiz’i ve sahâbeden bazılarını öldürmek
için tuzak kurmaya çalışıyorlardı. Bu sebeple yüce Allah onlara adam öldürmenin
ne kadar büyük bir cinayet olduğunu göstermek için Hz. Âdem’in iki oğlunun
kıssasını anlattıktan sonra onların kutsal kitaplarında da haksız yere bir insanı
öldürmenin bütün insanlığı öldürmek; bir canı kurtarmanın da bütün insanlığı
kurtarmak gibi olduğunun yazılı bulunduğuna dikkat çekmiştir.
Cenâb-ı
Hak, gönderdiği bütün dinlerde insan hayatının mukaddes ve değerli olduğunu
haber vermiş; bu sebeple haksız yere bir kişiyi öldürmeyi yeryüzündeki bütün
insanları öldürmek kadar büyük bir cinâyet olarak kabul etmiş, bir canı
korumayı da bütün insanlığı korumak kadar üstün bir fazilet saymıştır. Burada
bütün insanlar tek can gibi telakki edilmiş ve bir insanın bütün insanlığı
temsil ettiği gerçeği dile getirilmiştir. Nitekim şu âyet-i kerîme, Allah’ın
sonsuz kudretine işaretin yanı sıra, bir açıdan da bu gerçeğe temas etmektedir:
“Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de tek bir kişinin yaratılıp
diriltilmesi gibidir. Gerçekten Allah, her şeyi hakkiyle işiten, her şeyi
hakkiyle görendir.” (Lokmân 31/28)
Bir
insanı haksız yere öldürmenin büyük bir insanlık suçu olduğu ortadadır. Çünkü
böyle bir cinâyet büyük bir fitneye sebep olur; toplumda öldürme olaylarının
yayılmasına, insanların birbirine düşmesine ve içtimaî nizamın bozulmasına yol
açar. Ayrıca haksız olarak bir başkasının canına kıyan kimse, yalnızca o kişiye
haksızlık yapmakla kalmaz, aynı zamanda insan hayatının kutsallığına
inanmadığını ve başkalarına karşı hiçbir merhamet duygusu taşımadığını da
göstermiş olur. Halbuki insan hayatının emniyet altına alınabilmesi için
insanların birbirine saygı göstermeleri, hayatın kutsal olduğuna inanıp
muhafazasına ciddiyetle çalışmaları ve katilleri ilâhî emirlere uygun olarak
cezalandırmaları gerekir. Bu sebeple İslâm, haksız yere insan öldürmeyi önlemek,
toplumun can güvenliğini sağlamak, onları huzurlu ve mutlu bir hayata
kavuşturmak için bu suçu işleyenlere dünyada kısas cezasını emretmiş (Bakara
2/178-179), âhirette ise katilin Allah’ın gazabı, laneti ve cehennem azabıyla
cezalandırılacağını (Nisâ 4/93) haber vermiştir.
Nitekim
aşağıdaki âyetlerde de yeryüzünde bozgunculuk yapan ve insanların haklarına
saldıran kimselere verilecek bir kısım cezalar beyân edilmektedir:
33. Allah ve Rasûlü’ne karşı savaş açanların ve silahlı eylemlerle yeryüzünde fitne fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ya öldürülmek veya asılmak yahut el ve ayaklarının çapraz kesilmesi ya da bulundukları yerden sürgün edilmektir. Dünyada onların cezası böyle bir rezilliktir; âhirette de onlar için pek büyük bir azap vardır.
Kaynaklarda
bu âyetle alakalı birkaç iniş sebebi zikredilir. Bunlardan sahih hadis
kaynaklarında zikredilen bir rivayet şöyledir:
Ukl
veya Ureyne kabilesinden bir topluluk, Resûlullah (s.a.v.)’in huzuruna
gelmişlerdi. Medine’nin havasından etkilenerek rahatsız oldular. Bunun üzerine
Peygamberimiz onlara süt veren bir takım develeri tahsis edip, onlardan
faydalanmalarını, sütlerinden içmelerini istedi. Bunun üzerine onlar da kalkıp
gittiler. Sağlıklarına kavuştukları vakit, Peygamberimiz’in tayin ettiği çobanı
öldürdüler. Davarları önlerine katıp götürdüler. Sabah erken vakitte onların bu
yaptıkları Allah Resûlü’ne ulaşınca, o da arkalarına takipçi gönderdi. Güneş
yükseldiği sırada yakalanıp getirildiler. Peygamberimizin emri üzere el ve
ayakları kesildi, gözleri çıkarıldı. Medine’nin kara taşlığına bırakıldılar. Su
istiyorlar, onlara su verilmiyordu. Bu hâdiseyi Enes b. Malik’ten rivayet eden
Ebu Kılâbe şöyle demiştir: İşte bunlar, hırsızlık yapmışlar, adam öldürmüşler,
iman ettikten sonra kâfir olmuşlar, Allah’a ve Rasûlü’ne karşı savaş
açmışlardır. (Ebû Dâvûd, Hudûd 3/4364; Buhârî, Tefsir 5/5; Müslim, Kasâme 9) Bu
olay üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olarak (bk. Ebû Dâvûd, Hudûd 3/4366) Allah
ve Rasûlü’ne isyan edip onların buyruklarına karşı savaş açan ve yeryüzünde
fesat çıkaranlara ne tür cezalar verileceğini beyân etmiştir.
Allah
ve Rasûlü’ne savaş açanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak için koşanlardan
maksat, Allah ve Rasûlü’nün koyduğu kanunlara karşı düşmanca tavır alıp meşrû
nizama karşı çıkan; insanları Allah yolundan uzaklaştıracak faaliyetlerde bulunan;
hırsızlık, eşkıyalık ve kanunsuzluk yapan, yol kesip insanlara korku salan,
halkın emniyet ve asayişini bozup canlarına, mallarına veya namuslarına
tecavüz eden kimseler veya bu nevi suçları örgütlenerek yapanlardır. Bunlar
gayri müslimlerden olabileceği gibi müslümanlardan da olabilir. Fesad çıkarılan
yerden maksat ise İslâm devletinin hâkim olduğu yerler ve anlaşma yaptığı
ülkelerdir.
Yukarıda
bahsedilen suçları işleyenlere, işledikleri suç nispetinde verilecek cezalar
âyet-i kerîmede şöyle sıralanmaktadır:
› Öldürülmeleri:
Bu kimseler eğer Sadece öldürme suçunu işlemişlerse had gereği olarak
asılmaksızın sadece öldürülürler. Ölenin vârisleri affetseler bile bu affa
îtibar edilmez. Çünkü bu ceza, şahısların değil şerîatın hakkıdır.
› Eğer yol
kesenler, hem insan öldürür hem de mal gaspederlerse, bu takdirde cezaları ölümle
birlikte bir de asılmalarıdır. Suçlular diri veya öldürüldükten sonra
asılmaları konusunda görüş ayrılığı vardır. Fakat onları diri olarak asmanın,
başkalarını aynı suçu işlemekten vazgeçirmede daha tesirli ve daha caydırıcı
olacağı kesindir.
› El ve ayaklarının
çaprazlama kesilmesi: Eğer bozguncular yol keserek bir müslüman veya zımmînin
kendisini öldürmeksizin sadece malını gaspederlerse sağ elleri bilekten, sol
ayakları da topuk kemiğinden kesilir. Ellerinin kesilmesi malı gaspetmeleri,
ayaklarının kesilmesi ise yol güvenliğinde tedirginlik meydana getirmeleri
sebebiyledir.
› Bulundukları
yerden sürülmeleri veya hapsedilmeleri: Bozguncular, korkutma ve bozgunculuk
yapmaya çalışmak dışında bir şey yapmamışlarsa yani cana kıymamış ve mal
gaspetmemişlerse, cezaları bulundukları yerden sürgün edilmelidir. Âlimlerin
çoğu bunu “hapsetmek” olarak anlamışlardır. Çünkü ancak hapsetmek suretiyle o
kişinin belâsından insanları emniyete almak mümkün olabilir. Sürgün edildiği
takdirde, gittiği yerde de bu tür bozgunculuk ve eşkıyalık yapabilir. Ayrıca hapis de, suç işleyenin kötülüğünü
halktan uzaklaştırmak olduğu için de bir çeşit sürgün sayılır.
Sözkonusu
edilen bu cezaların uygulanmasında şöyle bir istisna yapılmaktadır:
34. Ancak, siz kendilerini ele geçirmeden önce suçundan tevbe edenler bu hükmün dışındadır. Şunu bilin ki Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Âyette
sözkonusu edilen istisna, son tarafından da anlaşılacağı gibi sadece Allah yani
kamu haklarıyla alakalı bir istisnadır. Kul hakları ise tevbeyle ortadan
kalkmaz. Hak sahipleri isterlerse ceza talebinde bulunabilirler, isterlerse
affederler.
Meselâ;
yol kesiciler eğer bir insanı öldürüp ele geçmeden önce tevbe etseler, had
gereği olarak öldürülme cezaları düşer. Fakat ölenin yakını, isterse kısas
yoluyla hakkını alabilir, isterse affedebilir. Eğer yol kesiciler oradakilerin
mallarını alır ve yakalanmadan evvel tevbe ederlerse, elleri ve ayaklarının
çapraz olarak kesilme cezaları düşer. Fakat mal sahiplerinin hakkı bâkî kalır
ve hırsızların çaldıkları malları iade etmeleri gerekir. Yakalandıktan sonra
tevbe edenlere gelince âyetin zâhir mânasına göre bunların tevbe etmeleri artık
dünyevi cezalarının kaldırılması hususunda kendilerine bir fayda vermez.
Şüphesiz âhirette bu tevbelerinin faydasını görecek olsalar da dünyada kul
haklarını ödemek ve had cezası neyse onu çekmek mecburiyetindedirler. Âyet-i kerîme,
müslüman yol kesiciler hakkındadır. Çünkü müşriğin, hem yakalanmadan önce hem
de sonra tevbe etmesi ona uygulanacak cezayı kaldırır.
Müslümanlara
tavsiye edilen en güzel yol ise bütün günahları, hatta mekruhları bile terk
ederek Allah’a güzel bir kul olabilmektir:
35. Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının; O’na yaklaşıp rızâsını kazanmanın yollarını arayın ve O’nun yolunda cihâd edin ki kurtuluşa erebilesiniz.
“Her kim ihlâs ile bana kulluk eden bir dostuma düşmanlık ederse,
ben de ona karşı savaş ilân ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden
daha sevimli herhangi bir amelle bana yakınlık kazanamaz. Kulum bana farzlara
ilâveten işlediği nâfile ibâdetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben onu
severim. Kulumu sevince de ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve
yürüyen ayağı olurum. Benden her ne isterse, onu mutlaka veririm; bana
sığınırsa, onu korurum.” (Buhârî, Rikak 38)
“Vesîle” aynı zamanda cennette Allah Resûlü (s.a.s.)’e
verilecek bir makamın ismidir. Bu
hususta Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:
“Kim ezanı duyduğu vakit «Ey bu tam çağrının ve başlayan namazın
sahibi Allahım! Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’e vesîleyi ve fazileti ver. Onu
kendisine va‘dettiğin yüce makama ulaştır» diye dua ederse kıyâmet gününde
şefaatime nâil olur.” (Buhârî, Ezan 8; Müslim, Salât 11)
İmam
Kuşeyrî (r.h.), “vesîle arama” emrine şu mânaları vermiştir:
Nefsânî güç ve kuvvetten geçerek Hakk’ın nimet ve ihsanını görmek,
Allah’ın önceden sana olan ihsanları vesilesiyle O’na yaklaşmak,
Allah’ın senin için güzel olanı seçmesi,
İnancı her türlü şüpheden tam olarak arındırmak,
Ömrün sonuna kadar dostluk ölçüleri içinde sadâkat, doğruluk ve
dürüstlüğü devam ettirmek,
Amelleri riyâdan, halleri kendini beğenme düşüncesinden ve nefsi
de dünyevî hazlardan uzaklaştırmaktır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I,
263)
Mü’minler,
kurtuluşa erebilmek ve Allah’a daha yakın bir kul olabilmek için, iman ve takvâ
ile birlikte, her türlü sâlih ve güzel amelleri işlemeye, kalplerini “kalb-i
selîm” hâline getirmeye gayret edeceklerdir. Bunlar arasında da hususiyle Allah
yolunda cihada önem vereceklerdir. Hem kendilerini hem de diğer insanları
Allah’ın yolundan alıkoyan ve Allah’tan başkasına kulluk etmeye zorlayan bütün
engelleri ortadan kaldırmak için mal ve canlarıyla ciddi bir mücadele
vereceklerdir. İnsanların kâfir olarak ölmemeleri ve cehennemden insan
kurtarmak için gayret göstereceklerdir:
36. İnkâr edenlere gelince, yeryüzünde bulunan her şey, hatta bir o kadarı daha onların olsa ve kıyâmet gününün azabından kurtulmak için bunların hepsini fidye olarak verseler dahi asla kabul edilmez. Onlara can yakıcı bir azap vardır.
37. Onlar ateşten çıkmak isterler, fakat oradan kesinlikle çıkamazlar. Onlar için dâimî bir azap vardır.
Allah’ı
inkâr, yapılan güzel amelleri boşa çıkaran ve sahibini ebedî hüsrana düşüren
büyük bir belâdır. Bu sebeple İslâm’ın ilk hedefi, insanları inkâr
bataklığından kurtarıp iman caddesine çıkarmaktır. Çünkü, inkâr ve küfür hâli
içinde ölüp dünyayı terk edenler, asla bağışlanmayacak ve mutlaka cehenneme
gireceklerdir. Hatta onlar, yeryüzünde bulunan her şey ve onun bir o kadarı
daha kendilerinin olup, bunu kıyâmet gününün azabından kurtulmak için fidye
verseler bile, bu onlardan kabul edilmeyecek, bağışlanmalarına yetmeyecek ve
elem verici azabı tadacaklardır. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
“Kıyamet gününde kâfir
getirilir ve ona «Söyler misin, senin dünya dolusu altının olsa bunları şu an
kendini kurtarmak için fidye olarak verir misin?» denildiğinde «Evet» cevâbını
verir. Bunun üzerine ona: «Senden bundan daha kolayı istendi fakat bundan
çekindin» denilir.” (Buhârî, Rikâk 49; Müslim, Munâfıkîn 52)
Kâfir
olarak ölenler, cehennemde ebedî kalacaklar, çıkmak isteyecekler, fakat oradan
asla çıkamayacaklardır. Bu hususa yer veren diğer âyet-i kerîmelerde şöyle
buyrulur:
“Cehennemdekiler: « Rabbimiz! Bizi bu ateşten çıkar. Eğer tekrar
küfre dönersek, o takdirde biz gerçekten kendimize zulmetmiş kimseler oluruz»
diyecekler.” (Mü’minûn 23/107)
“…Kâfirlere cehennemde ateşten elbiseler biçilecek, başlarının
üzerinden de kaynar su dökülecektir. O kaynar suların tesiriyle karınları
içinde bulunan bütün organları ve derileri eriyecektir. Onlar için ayrıca
demirden kamçılar ve topuzlar vardır. Çektikleri ıstıraptan dolayı ne zaman
cehennemden çıkmak isteseler, gerisin geriye onun içine itilecekler ve
kendilerine: «Tadın bakalım bu yakıcı azabı!» denilecek.” (Hac
22/19-22)
Allah
Resûlü (s.a.s.) de bu mevzu da şöyle buyurur: “Cennetliklere: «Ey cennet
ehli, burada ebedî kalacaksınız, artık ölüm yok» denilir. Cehennemliklere de:
«Ey cehennem ehli, siz de orada ebedî kalacaksınız, artık ölüm yok» denilir.”
(Buhârî, Rikak 50; Müslim, Cennet 40) Bu vesileyle mü’minlere ebedî cennet,
kâfirlere ise ebedî cehennemin olduğu ve artık ölümün olmadığı gerçeği
hatırlatılır.
Diğer
bir hadis-i şerifte ise cehennemin azabının şiddeti ve cennet nimetlerinin
güzelliğinden şöyle bir manzara sunulur:
“Kıyâmet günü, cehennemliklerden dünyada kendisine en çok nimet
verilen kimse getirilip ateşe daldırılır. Daha sonra ona: «Ey insanoğlu,
dünyada bir iyilik gördün mü, herhangi bir nimetle karşılaştın mı?» denilir de
o: «Vallahi hayır yâ Rabbi» diye cevap verir. Azâbın şiddeti, ona sahip olduğu dünya
nimetlerini unutturmuştur. Daha sonra cennetliklerden dünyada en sıkıntılı, en
çok musîbet ve belâya uğrayan kişi getirilir. Cennete sadece bir defâ
girdirilip çıkartılarak ona da: «Ey insanoğlu, dünyada hiç sıkıntı çektin mi,
bir belâya uğradın mı?» diye sorulur. O da bunlara cevap olarak: «Yemin ederim
ki hayır Allahım! Ne bana bir fakirlik uğradı ve ne de bir sıkıntı gördüm»
der.”
(Müslim, Munâfikîn 55)
Dolayısıyla
dünya hayatı bu ebedî gerçekler ışığında çok iyi değerlendirilmeli, Allah’ın
yasaklarından titizlikle kaçınılmalı, bu yasakları işleyenler olursa da,
cehennem azabına düşmeden dünyada cezasını vermelidir. Bu suçlardan biri de
dinimizin kesinlikle yasakladığı hırsızlıktır:
38. Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına bir karşılık ve Allah tarafından caydırıcı bir ceza olmak üzere sağ ellerini bilekten kesin. Allah kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü, hikmetli ve sağlam olandır.
Hırsız,
cezaî ehliyetin gereği olan temyiz gücüne sahip ve ergenlik çağma ulaşmış
olmalıdır. Yaptığı işin haram olduğunu bilmelidir. Hırsızlığın haram olduğunu
bilmeyen yeni müslüman olmuş bir kimseye bu ceza uygulanmaz. Hırsızlığı kasıtlı
olarak yapmalı, yani başkasına ait olduğunu bildiği bir malı sahiplenmek
maksadıyla bilinçli bir şekilde ve isteyerek almış olmalıdır. Malı, muhafaza
edildiği yerden gizlice almış olmalıdır. Açıkta bırakılan veya koruma altında
bulunmayan bir malın alınması had cezasını gerektiren hırsızlık suçunu oluşturmaz.
Çalınan mal hukuken korunan, iktisadî değere sahip olmalıdır. Meselâ meyve,
sebze gibi kısa sürede bozulan şeylerin çalınmasında da el kesme cezası uygulanmaz.
Açlık, zaruret ve zorlama gibi hırsızlık suçunu işlemeyi kısmen veya tamamen
mazur gösterecek bir mazeret bulunmamalıdır.
Çalınan
malın değeri belirli bir miktara ulaşmış olmalıdır. Hanefîler’e göre bu
sikkeli, hâlis 28 gr altın veya bu değerde bir şeydir. Şâfi ve Mâlikîler’e göre
1 gr altın; Hanbelîler’e göre de üç 8.5 gr gümüş veya 1 gr altındır.
Bu
şartlar altında hırsızlık yapan kişi, eğer bu suçu ilk defa işlemişse, yetkili
makamlar ve şahıslar tarafından sağ eli bileğinden kesilir. İkinci kez aynı
suçu işlerse sol ayağı topuktan kesilir. Üçüncü kez hırsızlık yaparsa, tevbe
edip halini düzeltinceye kadar hapsedilir.
Hırsızlığın
cezasının el kesme şeklinde olmasının hikmetiyle alakalı şu izahlar
yapılabilir:
-
Hırsız, zenginin eli ve dayanağı mevkiinde olan malını aldığı için onun da eli
kesilir. Böyle olunca sanki hırsız, o insanın elini kesip koparmış gibidir. O,
haksız bir yolla başkasının hakkını aldığı için onun da elini kesip
parçalarlar.
-
Göklerin ve yerin hazîneleri Allah’ındır. (bk. Münafıkûn 63/7) Kula âit olan
bütün mal mülk, Allahu Teâlâ’nın kulun yanındaki hazinesidir. Kul ise onun
bekçisidir. Hırsızlık yaptığında izinsiz olarak Mevlâ’sının hazinesine el
uzattığından, ihanet etmek suretiyle uzattığı o elin kesilmesi cezasına
çarptırılır.[1]
Hırsızın
tevbe etmesi durumunda yapılması gerekenlerle ilgili buyruluyor ki:
[1] Malın ve paranın hırsızlığı olduğu gibi, ibâdetlerden de
hırsızlık olur. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.): “İnsanların hırsızlık
bakımından en kötüsü, namazından çalandır” buyurmuş; Ashâb: “Ya Rasûlallah!
Kişi namazından nasıl çalar?” diye sorunca da “Rükû ve secdesini tam
yapmayarak” cevabını vermiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 56)
39. Kim işlediği bu haksızlıktan sonra tevbe eder ve hâlini düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
40. Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkiyeti ve hâkimiyeti Allah’ındır. O dilediğine azap eder, istediğini bağışlar. Allah’ın her şeye gücü yeter.
Hırsızlık
yapan, daha sonra tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder ve âhirette
karşılaşacağı cezayı affedip, ona rahmet ve mağfiretle muamele eder.
Dolayısıyla eli kesilmiş ve tevbekâr olmuş kimselere, daha önce hırsızlık etmiş
diye kötü gözle bakmamalı, acıyıp yardımda bulunmalıdır.
Âyet-i
kerîmenin zahirinden, yaptığına pişman olup tövbe eden hırsızın, tövbesinde
samimi olduğu anlaşıldığı takdirde elinin kesilmeyeceği anlaşılmaktadır. Ancak
bu mevzuda farklı görüşler dile getirilmiştir. Özetle Hanefîler’e göre hırsız
çaldığı malı yakalanmadan önce iade edip tövbe ederse eli kesilmez. Hanbelî ve
bir kısım Şâfıîler’e göre hırsız yakalanıp mahkemeye sevkedilmeden önce tövbe
ederse, belli şartlarda ceza düşer. Bazı âlimlere göre ise hırsız, dava hâkime
götürülmeden önce bile tövbe etse had cezası düşmez. Nitekim Peygamber
Efendimiz (s.a.s.) Mahzûm kabilesinden hırsızlık eden, fakat yaptığına pişman
olan bir kadının elinin kesilmesine hükmetmiştir. (Buhârî, Enbiyâ’ 54; Müslim,
Hudûd 9) Çünkü el kesme, suçun cezasıdır; tövbe ise işlediği günahtan Allah’a
sığınmadır.
İslâm
hırsızlığı yasaklamış bununla birlikte hırsızlığa sebep olacak yolları da kapatmaya
çalışmıştır. Zira İslâm’ın hedefi insanları cezalandırmak değil, bilakis onları
huzur içerisinde ve mutlu bir şekilde yaşatmaktır. Bu nevi hedeflerini
gerçekleştirmek için de zekâtı farz kılmış (bk. Tevbe 9/60), sadakayı teşvik
etmiş, zenginlerin mallarında fakir ve yoksullar için bir hak olduğunu
bildirmiş (Zâriyât 51/19), hâsılı her fırsatta zenginlerin fakirlere yardım
etmelerini istemiştir. Diğer taraftan, zaruret hallerinde haram olan şeylerden
bile ölçülü bir şekilde yiyip içmeye ruhsat vermiştir. (bk. Bakara 2/173; Mâide
5/3)
Göklerin
ve yerin mülkünü, saltanatını ve tasarrufunu kudret elinde bulunduran Yüce
Allah, istediği kullarını cezalandırır, dilediği kullarını bağışlar. İstediğini
murad etmesini, murad ettiğini yapmasını ve istediği hükmü vermesini
engelleyebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Çünkü O’nun her şeye gücü yeter. Öyleyse
Allah’a inanıp güvenen bir kişinin, İslâm düşmanlarından gelecek her türlü
baskı, eziyet ve kötülükler karşısında metanetini koruması, sarsıntıya
uğramadan vazifesine devam etmesi gerekir. Bu vesileyle münafıkların ve
yahudilerin düzenbazlıkları karşısında Resûlullah (s.a.s.)’i teselli etmek
üzere şöyle buyrulur:
41. Ey Peygamber! Gerek kalpleri iman etmediği halde yalnızca dilleriyle “İnandık!” diyen münafıklardan, gerekse yalanı can kulağıyla dinleyen ve sana gelmemiş bir topluluk hesabına casusluk eden yahudilerden küfürde birbirleriyle yarışırcasına koşturup duranlar sakın seni üzmesin. Onlar, kitaptaki kelimelerin yerlerini ve anlamlarını değiştirerek tahrif ederler. Peygamber’in huzuruna gelenlere şöyle derler: “Eğer size şöyle bir hüküm verilirse kabul edin, eğer istediğimiz hüküm verilmezse, aman onu kabulden geri durun!” Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse, artık sen onu Allah’ın elinden kurtaramazsın. Onlar, kalplerini Allah’ın temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada bir rezillik, âhirette de pek büyük bir azap vardır.
Âyet-i
kerimeyle alakalı iki önemli iniş sebebi rivayet edilmektedir. Bu rivayetlerden
birine göre âyet evli olan yahudi erkek ve kadının zinası sebebiyle gündeme
gelen bir recim hâdisesi hakkında nâzil olmuştur. Olay şöyle vuku bulmuştur:
Peygamberimiz
(s.a.v.)’in yanına yüzü kömürle karartılmış bir yahudi getirildi. Efendimiz
yahudileri çağırıp şöyle dedi: “Sizler kitabınızda zina edenin cezasının
böyle olduğunu mu görüyorsunuz?” Onlar, “Evet” deyince, Peygamberimiz ilim
adamlarından birisini çağırdı ve şöyle buyurdu: “Tevrat’ı Mûsâ’ya indiren
Allah adına bana söyle, kitabınızda zina edenin haddini böyle mi
buluyorsunuz?” O kişi: “Hayır. Eğer bu şekilde bana yemin verdirmeseydin
gerçeği söylemeyecektim. Biz, bunun cezasının recm olduğunu görüyoruz. Fakat
zina, soylularımız arasında çoğaldı. Bu sebeple soylu bir kimseyi yakaladık mı,
onu bırakırdık. Zayıf birisini yakaladık mı, ona had uygulardık. Bu sefer şöyle
dedik: Gelin ortaklaşa bir ceza tespit edelim ve bunu, soyluya da soylu
olmayana da uygulayalım. Sonunda recm yerine yüzü kömürle karartmayı ve sopa
vurmayı kararlaştırdık.” Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allahım!
Onlar senin emrini ortadan kaldırdıktan sonra ihya eden ilk kişi benim”
dedi ve zinâ eden evli kişilerin recmedilmesini emretti. Yüce Allah da: “Ey
Peygamber! … küfürde birbirleriyle yarışırcasına koşturup duranlar sakın seni
üzmesin” âyetini, “Eğer size
şöyle bir hüküm verilirse kabul edin…” (Mâide 5/41) kısmına kadar
indirdi. Yani onlar diyorlar ki: “Muhammed’e gidin. Eğer o size recim yerine
yüze kömür çalmayı ve sopa vurmayı emrederse onu kabul ediniz. Şayet size recm
cezasının uygulanması hükmünü verirse, ondan sakınınız.” Bunun üzerine Yüce
Allah daha sonra gelecek olan “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte
onlar kâfirlerin tâ kendileridir” (Mâide 5/44); “Kim Allah’ın indirdiğiyle
hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir” (Mâide 5/45); “Kim
Allah’ın, indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar fâsıkların tâ kendileridir”
(Mâide 5/47) âyetlerini indirdi. Bunların hepsi de kâfirler hakkındadır.”
(Müslim, Hudûd 28; Ebû Dâvûd, Hudûd 25)
Diğer
rivayete göre bu âyet-i kerîme Kurayza ve Nadiroğulları hakkında inmiştir.
Kurayzalı birisi, Nadiroğullarından birisini öldürdü. Nadiroğulları,
Kurayzalılardan birisini öldürdükleri vakit kısas uygulamalarına fırsat
vermezlerdi. Onlara sadece diyet vermekle yetinirlerdi. Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz (s.a.s.)’in hakemliğine başvurdular. Peygamberimiz de Kurayzalı ile
Nadiroğullarına mensub iki kişi arasında eşitlik sağlanması gerektiği hükmünü
verdi. Bu ise, Nadiroğullarının hoşuna gitmedi ve kabul etmediler. (Nesâî,
Kasâme 8)
Görüldüğü
üzere bu âyetler, müslüman olmayanların İslâm dininin hükümlerine müracaatları
hakkında nâzil olmuştur. “Küfürde yarışanlar”dan (Mâide 5/41) maksat münafıklar
ve yahudilerdir. Anlaşılan o ki yahudiler, aralarında ihtilafa düştükleri bir
davanın Peygamberimiz’e götürülüp hükme bağlanması için münafıklarla istişâre
etmişlerdir. Allah Resûlü (s.a.s.), isteklerine uygun hüküm verirse kabul
edilmesini, aksine hüküm verdiği takdirde de reddedilmesini
kararlaştırmışlardır. Peygamber Efendimiz de Allah’ın hükmü ne ise onu haber
vermiştir.
Âyet-i
kerîme, yahudiler ve münafıkların sergiledikleri bağnazca tavırlar, haince
tuzaklar, her türlü olumsuz tutum ve davranışlara karşı Peygamber Efendimizi
teselli etmekte ve üzülmemesini tavsiye buyurmaktadır. Ayrıca bu tür kötü
karakterli insanların daima bulunabileceğine işaret ederek gerçek müminlerin
bunlara karşı uyanık olmalarını sağlamak maksadıyla onların önde gelen
vasıflarına dikkat çekmektedir:
›
Onların işleri güçleri yalandır, yalan üzerinedir. Yalan onlarda
alışkanlık haline gelmiştir. Bu sebeple doğru sözden hoşlanmaz, onu dinlemekten
sıkılırlar. Fakat yalanlara, iftiralara, asılsız propagandalara kulak verir ve
bu tür fenalıklardan son derece zevk alırlar.
›
Bunlar, yalan söylemek ve dinlemekle kalmaz aynı zamanda, Allah
Resûlü (s.a.s.)’in yanına gelmeyip gizli planlar yapan, geriden geriye
insanları şaşırtıp yanlış iş yaptıran yahudi ve İslâm düşmanları lehine
casusluk yaparlar. Esas küfrün ve yalanın kaynağı olan bu kimseleri de can
kulağıyla dinlerler; bir dediklerini iki etmez, gereğini yapmak için koşarlar.
›
Onlar, özellikle yahudi din adamları Tevrat’ın kelimelerinin
yerlerini değiştirerek onlara nefsânî arzuları istikâmetinde mâna verirler.
Dünya menfaati mukâbilinde Allah’ın hükmünü değiştirir, tahrif ve tebdil
ederler. Böylece hem kendilerini hem de başkalarını hak yoldan uzaklaştırırlar.
Böylece
küfür ve isyanı tercih etmeleri ve bunda ısrar etmeleri sebebiyle Allah onları
küfür ve sapıklık içerisinde bırakmayı murat etmiştir. Bu safhadan sonra artık
onları kurtarmak için gösterilecek gayretler bir fayda sağlamayacaktır. Onlar,
iman, İslâm ve ihsan istikâmetinde yürüyerek nefislerini tezkiye, kalplerini
tasfiye etmek suretiyle kendilerini arındırmak istemedikleri için Allah da
onların doğru yolda yürüyüp temizlenmelerini murad etmemiştir. Eğer samimiyetle
talep etselerdi şüphesiz bu büyük nimetten mahrum kalmazlardı. Fakat onlar
küfrü tercih etmişler; dünyada zillete, âhirette de büyük bir azaba müstehak
olmuşlardır.
Buna
rağmen böyle kişiler Peygamberimiz (s.a.s.)’e bir dava getirdiklerinde, bu
davanın hükme bağlanması hususunda Efendimiz’e şu tavsiyede bulunulmaktadır:
42. Onlar, yalan ve iftirayı dinlemeye pek meraklı, haram yemeye çok düşkündürler. Şayet bir dâva için sana başvururlarsa, istersen aralarında hüküm ver, istersen onları kendi hallerine bırak. Müracaatlarını geri çevirdiğin takdirde sana hiçbir zarar veremezler. Ama hüküm verecek olursan, aralarında adâletle hükmet. Çünkü Allah, adâletli davrananları sever.
İşte
o yahudi ve münafıklar, yalana çokça kulak veren, onu can kulağıyla dinleyen ve
devamlı haram yiyen kimselerdir. Rüşvet alırlar, yalan olduğunu bildikleri bir
davayı dinleyip hüküm verirler veya başkasının istedikleri hükmü vermesi için
çalışırlar. Basit bir menfaat için bile hemen yalana başvurur, arabozuculuk ve
kandırma peşinde koşarlar. Rüşvet karşılığı bile bile yalancı şâhit dinler,
yalancı şâhitlik ederler. Para karşılığında haksızların ve yalancıların
yalanını yayınlamaktan çekinmezler.
Başka
din mensuplarının müracaatları hâlinde öncelikle Peygamber Efendimiz, onun
vefâtından sonra da İslâm âlimleri, hüküm verip vermemekte serbest
bırakılmışlardır. Âyetin “Şâyet bir dâvâ için sana başvururlarsa, istersen
aralarında hüküm ver, istersen onları kendi hallerine bırak. Müracaatlarını
geri çevirdiğin takdirde sana hiçbir zarar veremezler” (Mâide 5/42) kısmı
bu serbestiyeti haber verir. Ancak bir müslümanla bir zimmî, aralarındaki
davayı müslüman bir hâkime götürdüklerinde hâkimin bu davaya bakıp hüküm verme
mecburiyeti vardır. Bunda âlimler arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur.
Şu
da hayrete şâyan bir başka durumdur:
43. Hem Allah’ın hükümlerinin yer aldığı Tevrat ellerindeyken nasıl oluyor da senin hakemliğine başvuruyorlar ki? Başvuruyorlar, hemen arkasından ne diye verdiğin hükmü kabul etmeyerek dönüp gidiyorlar? Aslında onlar mü’min değildirler.
Bu
âyet, Peygamber Efendimiz’e hüküm sormak için gelen yahudi ve münafıkların
bu hususta samimi olmadıklarını haber vermektedir. Eğer samimi olsalardı, ya
içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat’la amel eder, meseleyi Peygamberimiz (s.a.s.)’e
getirmeye gerek duymazlardı. Ya da Peygamberimiz’in verdiği hükme razı olup
ondan yüz çevirmezlerdi. Dolayısıyla bu durum onların hem kendi kitaplarına
olan imanlarının, hem de Allah Resûlü’ne olan itimatlarının ne derece asılsız
olduğunu ortaya koymakta; onların sadece şahsî arzularının peşine koştuklarını
ifade etmektedir.
Halbuki
o dönem itibariyle Tevrat’ta onların meselelerini çözecek ilâhî hükümler yer
almaktadır. Çünkü:
44. İçinde doğru yolu gösteren ve gerçekleri aydınlatan âyetler bulunan Tevrat’ı şüphesiz biz indirdik. Allah’a teslim olmuş peygamberler, müçtehitler ve diğer âlimler yahudilere ait dâvalarda onunla hüküm verirlerdi. Çünkü hepsi de Allah’ın kitâbını korumakla vazîfelendirilmişlerdi ve onun hak kitap olduğuna şâhit idiler. Öyleyse siz insanlardan korkmayın da yalnız benden korkun. Âyetlerimi azıcık bir dünya menfaati karşılığında satmayın! Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.
Tevrât,
Hz. Mûsâ’ya indirilen Allah kelâmıdır. Geçerli olduğu süre içerisinde insanları
doğru yola çağıran ve onların yollarını aydınlatan bir rehber kitaptır. Hz. Mûsâ
ve Hz. Hârûn’dan başlayarak, Hz. İsa dâhil olmak üzere bütün peygamberler,
yahudiler arasındaki meselelerin çözümünde onunla hükmetmişlerdir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de, bu surenin 41-43. âyetlerinde geçtiği
üzere yahudiler arasında Tevrat’la hükmetmiştir. Dolayısıyla bahsedilen peygamberlere,
Peygamberimiz de dâhildir. Peygamberlerden başka yahudilerin اَلرَّبَّانِيُّونَ (rabbaniyyûn) denilen “dini ilimlerle,
hususiyle Tevrat’la meşgul olan, insanlara doğru bilgi ve inancı öğreten,
kendilerini Allah’a adamış müçtehid âlimleri, fakihleri” ve yine اَلْاَحْبَارُ (ahbâr) denilen ve bizdeki müftüler
mukâbilinde olan “dini ilimleri bilen ve öğreten din âlimleri” de Tevrat’la
hükmetmişlerdir. Bunlar aynı zamanda Allah’ın kitabını tahrif edilmekten ve
değiştirilmekten korumakla vazifeli olmuşlar, onun doğruluğuna şâhitlik
yapmışlar ve üzerinde gözcü olmuşlardır. Allah’ın kitabını korumak ise:
› Onun tahrif
ve tebdil edilmesini, değiştirilmesini, yanlış anlaşılmasını, belli kaidelere
bağlı kalmadan tefsir edilmesini önlemekle;
› Metnini
yazmak ve ezberlemekle,
› Mânasını ve
hükmünü öğrenmekle,
› Emir ve
nehiyleri istikâmetinde amel etmekle ve
› Onu
başkalarına öğretmekle olur. Bunları başarabilmek için bir takım zorlukları
göğüslemek, Allah’tan başka kimseden korkmamak ve dünyevi menfaatler karşısında
eğilmemek, Allah’ın hükmünü her şeyin fevkinde görmek lâzımdır.
44
ve bundan sonraki 45 ve 47. âyetlerde Allah’ın indirdiği hükümlerle
hükmetmeyenler sırasıyla “kâfirler”, “zâlimler” ve “fâsıklar” olarak
vasıflandırılmışlardır:
Kâfirler,
Allah’ın hükümlerini inkâr ettikleri, kabul etmedikleri veya hafife aldıkları
için onunla hükmetmeyenlerdir. Zâlimler, Allah’ın hükümlerine inandıkları halde
onunla hükmetmeyenlerdir. Çünkü Allah’ın hükmü adâleti, onun zıddı zulmü temsil
eder ve onunla hükmetmeyenler de zâlim olur. Fâsıklar, Allah’ın indirdiğiyle
hükmetmemek suretiyle O’nun emrinden çıkanlardır. Görüldüğü üzere küfür, zulüm
ve fısk, ilâhî hükmü çiğnemenin birer neticesidir. İlahi hükmün tatbik
edilmediği yerlerde bu üç günahtan birinden veya hepsinden kaçınmak mümkün
değildir. Değişen, işin keyfiyetine ve reddedişin boyutuna göre suçun cinsidir.
Her ne kadar 44 ve 45. âyetler yahudiler, 47 âyet hıristiyanlar hakkında inmiş
olsa da, beyân ettikleri bu hükümler bütün insanları şümûlüne alan umûmî
kâidelerdir.
Tevrat’ta
yer alan, Kur’ân-ı Kerîm’in de onaylayıp aldığı hükümlerden biri şudur:
45. Biz Tevrat’ta onlara şunu farz kılmıştık: “Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır; yaralamalar da böyle kısas yapılacaktır.” Fakat kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahları için bir kefâret olur. Her kim de Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.
Bu
âyet-i kerîme yahudilere öldürme ve yaralanma durumlarında kısasın farz
kılındığını haber vermektedir. Sosyal statüsü ne olursa olsun Allah’ın hükmü
karşısında bütün insanlar eşittir ve herhangi bir insana yapılan menfi
müdahalenin mutlaka karşılığı verilmelidir. Bu sebeple öldüren öldürülmeli,
çıkarılan göze karşılık göz çıkarılmalı, kesilen burna karşılık burun
kesilmeli, koparılan kulağa karşılık kulak koparılmalı, kırılan dişe karşılık
diş kırılmalı ve yaralanmalarda da misliyle yaralama yapılmalıdır. Ancak
öldürülenin velisi veya zarara uğrayan kişinin kendisi, kısas yapılacak şahsı
bağışlarsa, Allah Teâlâ bu vesileyle bağışlayan kişinin günahlarını affeder.
Bu
hükümler Kur’ân-ı Kerîm’de genel olarak zikredildiğinden ve yürürlükten
kaldırıldığına dair herhangi bir nas bulunmadığından müslümanlar için de geçerlidir.
شَرْعُ مَنْ قَبْلَنَا (şer‘u men kablenâ) denilen, Peygamber
Efendimiz’den önceki ilâhî dinlerin hükümlerinin şimdiki müslümanları bağlayıcı
olup olmadığı konusunda bir kısım değerlendirmeler yapılmıştır. Önceki
peygamberler vasıtasıyla bildirilen hükümler ümmet-i Muhammed’e nispetle iki
kısma ayrılır:
Birincisi;
Kur’ân-ı Kerîm’de veya Peygamber Efendimiz’in sünnetinde yer almayanlar.
Bunların müslümanlar için bağlayıcı olmadığı hususunda âlimlerin görüş birliği
vardır.
İkincisi;
Kur’ân-ı Kerîm’de veya Peygamber’in sünnetinde zikri geçen hükümler. Bunları da
üçe ayırmak mümkündür:
Müslümanlar açısından yürürlükten kaldırılmış olduğuna dair delil
bulunan hükümler. Bunların da müslümanlar için geçerli olmadığı hususunda görüş
birliği vardır. Meselâ En‘âm sûresinin 145-146. âyetlerinde söz konusu edilen
tırnaklı hayvanların yahudilere haram kılınmasına dair hüküm böyledir.
Müslümanlar hakkında da geçerli olduğuna dair delil bulunan
hükümler. Bunlar müslümanlar için de bağlayıcıdır. Bakara sûresinin 183.
âyetinde zikredilen oruç hükmü bu kısma misal teşkil eder.
Kur’ân-ı Kerîm’de veya Peygamberimiz (s.a.s.)’in beyânlarında
kabul veya red yönünde bir işaret olmaksızın zikri geçen ve yürürlükten
kaldırıldığına dair bir delil bulunmayan hükümler. Bunların müslümanlar bakımından
bağlayıcı olup olmadığı İslâm âlimlerince tartışılmıştır; fakat çoğunluk
bağlayıcı olduğu kanaatindedir. Açıklamakta olduğumuz âyet de bu son gruba
girmektedir.
Hz.
İsa ve İncil’e gelince:
46. Daha sonra, o peygamberlerin izleri üzere Meryem oğlu İsa’yı, kendinden önce indirilen Tevrat’ın hükümlerini doğrulayıcı olarak gönderdik. Ona da içinde doğru yolu gösteren ve gerçekleri aydınlatan âyetler bulunan İncil’i, kendisinden önceki Tevrat’ı tasdik etmek üzere ve takvâ sahiplerine bir yol gösterici ve öğüt olarak verdik.
47. İncil ehli de, Allah’ın orada indirdiği ile hükmetsin! Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsıkların tâ kendileridir.
Allah’ın
indirdiği hükümler sadece Tevrat’tan ve Tevrat’ta bulunanlardan ibaret
değildir. Tevrat’tan sonra Allah Teâlâ,
kendinden önceki peygamberlerin izlerinden yürümek üzere Hz. İsa’yı göndermiş,
ona da İncil’i vermiştir. İncil de aynen Tevrat gibi içinde hidâyet ve nur
bulunan, takvâ sahipleri için güzel güzel öğütler veren, insanlara ebedi
saadetin yollarını gösteren ilâhî kelâmdır. Âyette hem Hz. İsa hem de İncil’in
Tevrat’ı doğrulayıcı olduğuna dikkat çekilmektedir. Hz. İsâ’nın Tevrat’ı
doğrulamasından maksat ona iman etmesi, emir ve yasaklarını yaşaması ve
yaşatmaya çalışmasıdır. İncil’in Tevrat’ı doğrulaması ise onun tevhid,
nübüvvet, haşir ve adâlet gibi temel esaslarıyla birlikte neshedilmemiş birçok
hükmünü içermesi demektir. İncil ehli olan Hıristiyanlar, Tevrat’ın kendileri
için geçerli olan hükümleriyle beraber İncil’deki hükümlerle amel etmekle
sorumlu tutulmuşlardır. Allah’ın indirdiği ile hükmetmedikleri takdirde itikadî
durumlarına göre yukarıda 44. âyetin tefsirinde kısaca temas edildiği gibi
kâfirler, zalimler veya fâsıklar zümresine dâhil olurlar.
Allah
Resûlü (s.a.s.), hakimlerin mesuliyetinin büyüklüğü hakkında şöyle buyurur:
“Hâkimler üç sınıftır. İkisi cehennemde, biri cennettedir.
Cehenneme girecek olan bir grup hâkim bilerek adâletsiz hükmettiği için, diğeri
bilmeden hükmedip de insanların haklarının yok olmasına sebep olduğu için
girer. Hak ve adâlete uygun hükmeden hâkim ise cennete girer.” (Ebû Dâvûd,
Akdiye 2; Tirmizî, Ahkam 1)
Tevrat
ve İncil’le alâkalı ilâhî beyânlar bu şekilde bildirilmiştir. Fakat Allah Teâlâ’nın
indirdiği kitaplar bunlardan ibaret değildir. Bilindiği üzere son olarak,
önceki bütün ilâhî kitapları doğrulayıcı ve koruyucu vasfıyla Kur’ân-ı Kerîm’i
inzal buyurmuştur:
48. Rasûlüm! Sana da Kur’an’ı, kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onları koruyup denetleyici olarak her yönden gerçeğe uygun bir tarzda indirdik. O halde daha önce kendilerine kitap verilenler arasında Allah’ın indirdiğiyle hükmet; sana gelen gerçekleri bir tarafa bırakarak onların asılsız isteklerine uyma. Biz her biriniz için, o dönemin peygamberine ait bir şeriat ve bir yol-yöntem belirledik. Eğer Allah dileseydi, sizi, tarih boyu aynı şeriate bağlı bir tek ümmet yapardı. Fakat her birinizi, kendisine verdiği kitap ve şeriat ile imtihan etmek için böyle ümmetlere ayırdı. Öyleyse ey mü’minler, siz de durmayın, hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Neticede hepinizin dönüşü Allah’adır ve anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri O size bildirecektir.
Cenâb-ı
Hak Hz. Mûsâ’ya Tevrat’ı, Hz. İsa’ya İncil’i indirdiği gibi, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e
de Kur’ân-ı Kerîm’i indirmiştir. İncil Tevrat’ı doğrulayıcı olarak geldiği
gibi, Kur’ân-ı Kerîm de Tevrat ve İncil başta olmak üzere kendinden önceki
bütün ilâhî kitapları hem doğrulayıcı hem de onları koruyup kollayıcı, muhafaza
edici, denetleyici olarak gelmiştir. Ayette Kur’an’ın bir vasfı olarak
zikredilen اَلْمُهَيْمِنُ (müheymin) sözlükte
“koruyan, gözeten, şâhitlik eden, kollayan, barındıran” gibi mânalar
içermektedir. Dolayısıyla Müheymin olan Allah Teâlâ’nın bizzat muhafazası
altında bulunduğundan bozulma ve tahriften uzak kalacağı garanti olan Kur’an,
önceki ilâhî kitapların da amel edilmesi gerekli olan hükümlerini kaybolma ve
bozulmadan koruyacak, şâhitliğiyle gerçek olan bilgileri ibkâ, bozuk olanları
ise iptal edecek, bu kitabın tasdikinden geçmeyen yahut buna aykırı olan diğer
kitaplar ve geçmiş şeriatlerin hükümleriyle amel etmek caiz olmayacaktır. Yani
bu kitap, onlar üzerinde, tasdik ve teyidine başvuruda bulunulacak emin bir
merci, bir koruyucu, bir murâkıb ve gerçek bir şâhit olacaktır. Artık Tevrat
veya İncil’in hükümleriyle amel etmenin mutlak olması da bu kitabın getirdiği
ahkamla kayıtlı bulunacaktır. O halde bundan böyle hem Ehl-i kitabın hem de
diğer insanların problemlerinin çözümünde artık Allah’ın Hz. Muhammed (s.a.s.)’e
indirdiği Kur’an’ın ahkâmiyle hükmetmek, bu hükümleri bir kenara iterek
insanların keyfî arzu ve isteklerine uymamak icab etmektedir. Allah’ın muradı
böyle tecellî etmiştir, ona teslim olmaktan başka alternatif yoktur.
Âyet-i kerîmede geçen اَلشِّرْعَةُ (şir‘a) kelimesi sözlükte “bir ırmak veya
herhangi bir su kaynağından su almak veya içmek maksadıyla girilen yol” mânasına
gelir. “Şeriat” de aynı mânadadır. Terim olarak şeriat, “Allah tarafından
peygamberi vasıtasıyla bildirilen hükümlerin hepsini kapsayan ilâhî kanun”
demektir. Bu kelimenin “sadece ibâdet ve muamelâtla alâkalı hususları
düzenleyen kâideler” anlamında kullanıldığı da görülmektedir. اَلْمِنْهَاجُ (minhâc) kelimesi ise sözlükte “açık yol,
metot, yöntem” demektir. Bir değerlendirmeye göre minhâc, “Allah’a,
peygamberlere ve âhirete iman gibi dinin açık, sabit, sürekli, zamana, mekâna
ve ahvale göre değişmeyen esasları” mânasına gelmektedir. Buna göre dinin
değişmeyen esaslarına “minhâc”, zamana, mekâna ve ahvale göre değişebilen
ayrıntılarına da “şeriat” denilebileceğini söylemek mümkündür.
Allah
Teâlâ, gönderdiği her peygambere, kendi döneminde yaşayan insanların
ihtiyaçlarını dikkate alarak bir şeriat ve yürüyecekleri apaçık bir yol talim
buyurmuştur. Dolayısıyla peygamberlere bildirilen şeriatler arasında, dinin
temel düstûrları dışında, özellikle muamelâta ait yönlerde bir kısım
farklılıklar olmuştur. Her ümmet, peygamberleri tarafından kendilerine tebliğ
edilen şeriate göre sorumlu tutulmuştur. Bu da insanların dünyada tabi
tutuldukları imtihanın bir gereğidir. Eğer Allah dileseydi, her bir ümmete
farklı bir şeriat ve yol değil, hepsine aynı şeriat ve yolu emredebilirdi.
Buna
göre Hz. Mûsâ’dan Hz. İsa’nın gönderilmesine kadar olan ümmetin şeriati
Tevrat’ta, Hz. İsa’nın gönderilmesinden Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gönderilmesine
kadar olan ümmetin şeriati İncil’de, son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in
gönderilmesinden itibaren mevcut olan ümmetin şeriati de Kur’ân-ı Kerîm’dedir.
En son ve en şümullü kitap olan Kur’ân-ı Kerîm, Tevrat’ın ve İncil’in kıyâmete
kadar geçerli olacak doğrularını muhtevası içine alması yanında değişmesi
gereken hükümlerini de uygun olanlarıyla değiştirmiştir. Bu sebeple insanlığın
hidâyeti için gönderilmiş olan Kur’an geldikten sonra artık, bütün beşeriyetin
olduğu gibi, yahudi ve hıristiyanların da ona iman edip hükümleriyle amel
etmeleri gerekmektedir.
O
halde:
49. Hangi dinden olurlarsa olsunlar, onların arasında Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından bile seni saptırmamaları için, onlara karşı son derece dikkatli ol! Eğer senin verdiğin hükmü kabul etmez de yüz çevirip giderlerse, şunu bil ki Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları belâya uğratmak istemektedir. Zâten insanların birçoğu Allah’ın yolundan çıkmış kimselerdir.
Bu
âyet-i kerîmelerin şöyle bir sebep üzere indikleri nakledilir: Bir grup yahudi
kendi aralarında “Gelin Muhammed’e gidip onunla konuşalım. Belki onu dininde
fitneye düşürebiliriz” diye konuşup Resûlullah (s.a.s.)’e geldiler ve: “Ey
Muhammed, biliyorsun ki biz, yahudilerin bilginleriyiz, eşrafıyız ve
efendileriyiz. Eğer biz sana tâbi olursak kavmimiz bize muhalefet etmez ve bütün
yahudiler sana tâbi olurlar. Şimdi bizimle kavmimiz arasında çözülmesi gereken
bir dava var. Bu davada gelip senden hüküm isteyelim, seni aramızda hakem
kılalım. Sen de onların aleyhine, bizim lehimize hüküm ver. Biz de sana iman
edelim, seni tasdik edelim” dediler. Peygamberimiz onların bu tekliflerini
kabul etmedi ve bu âyetler nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VI,
370-371)
Âyetin
“Eğer senin verdiğin hükmü kabul etmez de yüz çevirip giderlerse, şunu bil
ki Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları belâya uğratmak istemektedir”
(Mâide 5/49) kısmı dikkat çekicidir. Burada Allah’ın hükümlerine sırt
çevirmenin, onlara göre amel etmekten uzak durmanın, bir de o hükümlerin
uygulanmasına engel olmaya çalışmanın cezasının tehir edilmeyip hemen verileceği
ikâzı yapılmaktadır. Çünkü Kurân ve Peygamber’in verdiği hükmü kabul etmemek,
bunlardan yüz çevirmek, açıktan açığa adâleti reddedip haksızlığa ve zulme
yönelmek mânasını taşır. Adâletin yerine getirilmemesi ise toplumu felâketlere
sürükleyecektir. Peygamber’in emrine aykırı davranmanın dünyada belâ ve
musibetlere, âhirette de azaba sebep olacağıyla ilgili şöyle buyrulur:
“Resûlüllah’ın emrine aykırı hareket edenler, artık başlarına
büyük bir belânın gelmesinden veya pek elemli bir azâbın tepelerine inmesinden
korkup çekinsinler.” (Nûr 24/63)
Nitekim
Medine yahudileri her fırsatta İslâm’a karşı düşmanca tavır aldıkları ve
müslümanlara ihanet ettikleri için başlarına büyük musibetler gelmiş; bir kısmı
öldürülmüş, bir kısmı da sürgün edilmiştir. Bu durum, Allah’ın hükmü yanında,
onu bir tarafa itip câhiliye hükmünü tercih etmenin tabii bir neticesinden
başka bir şey değildir:
50. Yoksa onlar, hâlâ câhiliye hükmünü mü arzu ediyorlar? Oysa gerçeği kesin olarak bilen bir toplum için, Allah’tan daha güzel hüküm veren başka kim olabilir?
İki
türlü hüküm vardır. Birincisi Allah’ın koyduğu ve razı olduğu hükümdür. Diğeri
ise bunların dışında kalan hükümlerdir. Âyet-i kerîme Allah’ın dışındaki
kimselerin koyduğu hükümleri “câhiliye hükmü” olarak tavsif etmektedir. Aslında
“câhiliye”, özel olarak, Araplar’ın İslâm’dan önceki dinî ve sosyal hayat
telakkilerini, genel olarak da fert ve toplumların günah ve isyanlarını ifade
eden bir terimdir. Burada belli bir döneme verilen isimden ziyade zulüm,
haksızlık, adâletsizlik, menfaatperestlik temelleri üzerine oturan bir
zihniyeti temsil etmekte; bunu isteyen insanlar ve gruplar kınanmaktadır.
Halbuki gerçeği yakînen idrak edebilenler için Allah’tan daha üstün bir hâkim
ve O’nun koyduğu hükümlerden daha güzel bir hüküm yoktur. Bu inancı geliştirip
kökleştirebilmenin şartlarından biri, hâlâ câhiliye hükmünü arzu eden
kimselerle dostluk ilişkilerine dikkat etmektir:
51. Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost ve sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar birbirinin dostudur. Sizden kim onları dost edinirse, kesinlikle onlardan olur. Şüphesiz ki Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez.
51-52.
âyetlerin iniş sebebiyle alâkalı şöyle bir rivayet nakledilir:
Hâris
oğullarından Ubâde b. Sâmit (r.a.) Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e gelip: “Ey Allah’ın
Rasûlü, benim yahudilerden bir çok dostum var. Onların dar zamanımda bana
yardım edeceklerinden de eminim. Ama ben, o yahudi dostlarımın dostluğunu terk
edip Allah ve Rasûlü’ün dostluğuna dönüyorum; Allah’a ve Rasûlü’ne dostluk besliyorum”
dedi. Orada bulunan Abdullah b. Übeyy ise: “Ben, zamanın ilerde başımıza
getirebileceği felâketlerden korkan bir adamım. Onun için önceki dostlarımın
dostluğundan ayrılacak değilim” dedi. Peygamberimiz ona: “Ey Ebu’l-Hubâb,
yahudilerin dostluğunu Ubâde b.
Sâmit’inkine tercih ediyorsan buyur öyle yap!” buyurdu. Abdullah b. Übeyy
de: “Evet öyle yaptım” deyince bu (51 ve 52.) âyetler indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
VI, 372; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 200-201)
Dostluk
konusunda Ehl-i kitapla mü’minler arasında bocalayan münafıkların durumunu
ortaya koymak üzere şöyle buyruluyor:
52. Kalplerinde hastalık bulunanların: “Ne olur ne olmaz, korkarız ki zaman aleyhimize dönüverir de başımıza bir felaket gelir” diyerek, o zâlimlerin dostluklarını kazanmak için âdeta yarış yaptıklarını görürsün. Kim bilir, belki de Allah, mü’minlere bir zafer, bir ferahlık ihsân eder veya münafıklara doğrudan kendi katından bir musibet verir de onlar, içlerinde gizledikleri nifak yüzünden: “Eyvah, biz ne yaptık!” diye pişman olurlar.
53. O zaman mü’minler hayretle aralarında şöyle söylenirler: “Var güçleriyle Allah’a yemin edip, biz müslümanlarla beraber olduklarını söyleyenler bunlar değil miydi?” Onların bütün yaptıkları boşa gitti, böylece kayebedenlerden oldular.
“Kalplerinde hastalık
bulunanlar”dan (Mâide 5/52) maksat münafıklar olup, burada onların yahudi, Hıristiyan
ve mü’minlerle olan münâsebetlerinden bir kesite yer verilmektedir. Âyetlerin
indiği dönem itibariyle Medine’de yahudiler hem verimli topraklara sahip hem de
ticari hayata da hâkim durumda idiler. Bu sebeple toplumun iktisâdî ve siyasî
hayatında hissedilen bir ağırlıkları bulunmaktaydı. Hıristiyanlar da
yaşadıkları bölgelerde iktisâdî açıdan diğerlerinden daha iyi durumda idiler. Resûlullah
(s.a.s.)’in liderliğinde Medine’de kurulmuş bulunan İslâm devleti ise,
düşmanlarına karşı verdiği mücadele henüz kesin bir sonuca ulaşmadığı için
münafıklar durumlarını tam olarak netleştirmemişlerdi. Bunlar görünürde
müslümanların içinde yer alıyorlar, ancak mücadele müslümanların mağlubiyetiyle
neticelenecek olursa yahudi ve hıristîyanlara sığınabilmek için onlarla olana
dostluk münâsebetlerini de devam ettirmeye gayret gösteriyorlardı. Fakat onlar
Allah’ın, Muazzez Peygamberine yardım edeceğini, ona zaferler, fetihler nasip
edebileceğini veya düşmanlarının başına bir felâket getirip de onları yok
edebileceğini, bu takdirde sergiledikleri iki yüzlü tavırlarından pişmanlık
duyacaklarını hesaba katmıyorlardı. Gerçekten de netice itibariyle münafıkların
hesabı tutmamış, yüce Allah vaadini yerine getirerek peygamberine fetihler ve
başarılar nasip etmiş, yahudileri bertaraf etmiş, böylece münafıklar, içlerinde
gizledikleri kötü niyet ve planlarından dolayı pişman olarak hayal kırıklığına
uğramışlardır.
Bu
durum karşısında mü’minler haklı olarak, umduklarını bulamayıp şaşkınlık içine
düşen bu münafıklara işaret ederek ve bunların ümit bağladıkları o mağlup ve
perişan dostlarına hitap ederek, yüzlerine karşı veya kendi aralarında: “Var
güçleriyle Allah’a yemin edip, biz müslümanlarla beraber olduklarını
söyleyenler bunlar değil miydi?” (Mâide 5/53) demişlerdir. Çünkü münafıklar
yahudi dostlarına daha önce “Eğer siz yurdunuzdan sürülürseniz biz de
mutlaka sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde hiç kimseye itaat etmez,
sözünü dinlemeyiz. Size savaş açılırsa elbette yardımınıza koşarız” (Haşr
59/11) diye söz vermişlerdi. Böylece bu vaadlerinde de yalancı oldukları ortaya
çıktı. Neticede onların bütün amelleri, gayretleri ve planları boşa gitti.
Dünya ve âhirette kaybeden, zarara uğrayan ve hiçbir şey elde edemeyen kimseler
oldular. Bu vasıftaki insanların din emânetini taşımaları mümkün değildir. Bu
sebeple Cenâb-ı Hak, İslâm’ı tüm yönleriyle öğrenecek, yaşayıp yaşatacak gerçek
mü’minleri tanıtmak üzere buyuruyor ki:
54. Ey iman edenler! Sizden kim dîninden dönerse, Allah onların yerine yakında öyle bir nesil getirecek ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihâd ederler ve kendilerine dil uzatan hiçbir kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın öyle bir lutfudur ki, onu dilediğine verir. Allah, lutfu ve rahmeti pek geniş olan, her şeyi hakkıyla bilendir.
Din,
Allah Teâlâ’nın insanlığa ihsan ettiği en büyük emanetidir. Bu emaneti yüklenme
ve taşıma sorumluluğu varlıklar arasında sadece insana verilmiştir. Hz. Âdem’den
beri insanlar içinde bu din emanetine sahip çıkanlar olduğu gibi, sahip
çıkmayanlar da olmuştur. Bir dönem bu emaneti elinde bulundurduğu halde,
hakkını veremediği için onu elinden kaçıranlar da bulunmaktadır. Önceki
âyetlerde beyân edildiği gibi kalplerinde nifak hastalığı bulunan ve bozuk bir
karaktere sahip olan münafık tipli kimselerin İslâm emanetini taşımalarını,
sıhhatli bir toplum düzeni oluşturmalarını ve hayırlı bir netice elde
etmelerini beklemek mümkün değildir. Dolayısıyla Allah Teâlâ mü’minleri bu tür
zaafiyetlerden arındırmak, dinde sâbit-kadem olmalarını sağlamak ve istediği
mü’min şahsiyetini elde etmelerine yardımcı olmak üzere sevdiği ve razı olduğu
insanların vasıflarını saymaktadır. Onlar da şu hususiyetlerin bulunduğunu beyân
etmektedir:
Birincisi;
Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Allah’ın hususi olarak seçtiği
bu toplumun karakter yapısında sevgi ön plana çıkmaktadır. Bu kimseler;
“Mâsivâ hubbün et gönülden dûr,
Kalbin etsin muhabbetin pür nûr” (Fuzûlî)
“Allah’tan
başka tüm varlıkların ve fânî sevdaların sevgisini gönlünden uzaklaştır ki,
kalbindeki Allah sevgisi tertemiz hâle gelsin ve güneş gibi parıldasın” beytinde
işaret edildiği biçimde gönül âlemlerini masivânın kirlerinden arındırmışlar,
ilâhî muhabbete engel olacak her türlü arızâyı gidermişler, mânevî
hastalıklarını tedavi etmişler ve hakiki mânada sevme ve sevilme derecesine
ulaşmışlardır. Bu derece, Allah’ın onları sevmesi, onların da Allah’ı
sevmesidir. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede, “Gerçek mü’minlerin Allah’a
olan sevgileri, her şeyden daha sağlam ve daha kuvvetlidir” (Bakara 2/165)
buyrularak bu gerçeğe temas edilmektedir.
Nitekim
İbrâhim Düsukî (k.s.), Allah Teâlâ’ya kulları arasında en sevgili olanların
özeliklerini şöyle sayar:
“Kalbi en temiz olan,
Edep yerlerini koruyan,
Dilini kötülükten saklayan,
Elini kötülükten çeken,
En çok iffetli olan ve affetmeyi pek seven,
Bir de iyilik etmeye ve ikrama koşan,
Sonra gönlü geniş, zikri pek çok olan.” (Velîler Ansiklopedisi,
II, 603)
İkincisi;
onlar, mü’minlere karşı son derece alçak gönüllü ve şefkatli, kâfirlere karşı
da şiddetli ve onurludurlar. İlâhî muhabbeti kalplerine yerleştiren bu mümtaz
kimseler, taşıdıkları iman ve muhabbetin saikıyla mü’minlere karşı çok mütevazi
ve şefkatli, kâfirlere karşı ise izzetli ve kuvvetli davranırlar. Bir taraftan
sahip oldukları istidat, ilim, makam, mevki, mal ve serveti müslümanların
lehine kullanırken, diğer taraftan İslâm düşmanlarına karşı sert, dirençli ve
tavizsiz bir duruş sergilerler. Fani menfaatler karşısında izzet, şeref ve
onurlarına leke sürdürmezler. Zaten imanın ilk meyvesi, sevdiğini Allah için
sevmek, buğzettiğine Allah için buğzetmek ve ehline merhametli olmaktır.
Nitekim mü’minlerin özelliklerini beyân eden bir diğer âyet-i kerîmede, “Peygamber’in
beraberinde bulunan mü’minler kâfirlere karşı çok sert ve tavizsiz, kendi
aralarında gayet merhametlidirler” (Feth 48/29) buyrulur.
Mü’minin
mü’min kardeşine göstermesi gereken merhamet ve muhabbetin ölçüsünü anlayabilme
bakımından İbrâhim b. Edhem (k.s.)’un şu davranışı pek güzeldir:
O,
bir adamla arkadaş oldu. Zamanı geldi, ayrılmaları gerekti. Arkadaşı sordu:
“-
Uzun zaman arkadaşlık yaptık. Benim bir aybımı gördünse söyle ondan vazgeçeyim,
beni ikaz et, uyandır…”
Dinledi;
şu cevabı verdi:
“Kardeşim,
sende bir ayıp görmedim. Beni seni dâimâ sevgi gözüyle gördüm. Onun için iyi
buldum. Senden her gördüğüm de hoştu. Ayıp soruyorsan bana sorma; başkasına
sor…” (Velîler Ansiklopedisi, I, 227)
Üçüncüsü;
onlar Allah yolunda cihâd ederler. Mallarını ve canlarını seferber ederek ve
ellerinde bulunan her türlü imkânları kullanarak Allah’ın dininin tebliğ
edilmesi, öğrenilmesi ve yaşanmasını sağlamak için gayret gösterirler. Resûlullah
(s.a.s.)’in şu davranışı bu hususta ne güzel bir örnektir:
Bir
gün Resûlullah (s.a.s.), Muhâcirler ve Ensâr’dan bâzılarıyla birlikte Muâz b.
Cebel (r.a.)’ı Yemen’e vâli olarak uğurlamaya çıkmıştı. Muâz (r.a.) binek
üzerinde, Allah Resûlü ise onun yanında yaya olarak gidiyordu. Hz. Muâz:
“–Yâ
Resûlallah! Ben binitliyim, Siz ise yayasınız! Ben de inip sizinle ve
ashâbınızla birlikte yürüsem olmaz mı?” diye mahcûbiyetini dile getirdi. Onu
teskîn eden Efendimiz, kendisini meşgûl eden esas düşüncenin ne olduğunu şöyle ifade
buyurdu:
“–Ey Muâz! Bu adımlarımın, Allah yolunda atılan adımlar olmasını
arzu ediyorum.” (Diyârbekrî, Târihu’l-hamîs, Beyrut, ts, II, 142)
Dördüncüsü;
Allah’ın dinini yaşarken ve tebliğ ederken hiçbir kınayanın kınamasından
korkmazlar. Korku, bir şeyi yanlış yapma ve neticesinin ne olacağını
kestirememe düşüncesinden doğar. Bu kimseler, yaptıklarını bilinçli olarak
yaptıklarından, Allah’ın emrine uygun davrandıkları hususunda şüpheleri
olmadığından ve akıbetin kendi lehlerine tecelli edeceğine inandıklarından
dolayı onlarda masiva korkusu ömrünü tüketmiştir. Dolayısıyla kimsenin
kınamasına da aldırış etmezler. Onların kalplerinde sadece Rablerini razı etme
arzusu ve farkında olmadan bu rızâya mani herhangi bir şey yapma korkusu
vardır. Şu beyit âyetin bahsettiği toplumun güzel hâlini anlatır:
“Bir kavm ki ciddiyet ile hâdim-i Hak’tır,
Her türlü fütûhât-ı ilâhîye ehaktır.” (Üsküdarlı
Tal’at Bey)
“Eğer
bir toplum bütün gayret ve ciddiyetiyle Cenâb-ı Hakk’ın dinine hizmete
sarılırsa, şüphesiz onlar her türlü ilâhî fetihlere layık olurlar.”
Peki,
Allah’ın sevgi ve hoşnutluğunu kazanmış bu seçkin mü’min topluluğun dostları
kimdir, kimler olmalıdır:
55. Sizin dostunuz ancak Allah, O’nun Peygamberi, bir de Allah’a tam boyun eğerek namazı dosdoğru kılan ve zekâtı veren mü’minlerdir.
Mü’minlerin,
umumi olarak kendi dinlerine inanmayanları, bunlar arasında da yahudi ve hıristiyanları
velî, dost ve yandaş edinmelerine gerek yoktur. Çünkü onların dostları Allah
Teâla, O’nun Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.) ve huşû içinde namazını kılan,
zekâtını veren ve Allah’ın emir ve yasaklarına ihlasla boyun eğen mü’minlerdir.
Bunların dostluğu, başkasını dost edinmeye ihtiyaç bırakmayacak derecede güzel,
önemli ve üstündür. Bu şekilde muhabbet ve kardeşlik hisleri içinde Allah,
Peygamberi ve birbirleriyle dost olan mü’minler, Allah’ın taraftarlarıdırlar.
Bir mânada O’nun şeytana ve din düşmanlarına karşı cihad eden ordusu ve
askerleridirler. Allah’ın ordusunun galip geleceğinde ise asla şüphe yoktur.
Burada
tavsiye edilen ülvî dostlukları tesis edebilmek için bazı ince noktalara dikkat
edilmesi gerekir. Şöyle ki:
Allah’ın
dostluğu, O’nun düşmanlarına düşman olmak demektir. Nitekim Hz. İbrâhim
kavminin taptığı putları kastederek: “O putlar benim düşmanımdır. Ancak
Âlemlerin Rabbi olan Allah dostumdur” (Şuarâ 26/77) demiştir.
Resûlullah
(s.a.s.)’in dostluğu, nefse düşman olmayı ve onun kötü arzularına karşı çıkmayı
gerektirir. Hadis-i şerifte: “Sizden hiç biriniz, tüm arzuları benim
getirdiklerime uymadıkça gerçek mânada îman etmiş olmaz” buyrulmuştur. (Kenzü’l-Ummâl,
I, 217) Bir diğer hadiste de: “Sizden biriniz, ben ona kendisinden,
malından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça gerçekten îman
etmiş olmaz” buyrulur. (Buhârî, İman 8; Müslim, İman 70)
Mü’minleri
dost edinmek ise onlarla din kardeşi olmaktır. Bu hususta Allah Teâlâ: “Bütün
mü’minler kardeştir” (Hucurât 49/10) buyurur. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) de: “Sizden
biriniz kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe gerçekten îman
etmiş olmaz” ihtarında bulunur. (Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72)
54.
âyette yalnız yahudi ve hıristiyanları dost edinmek yasaklanmıştı. Gelen âyetle
ise yasak, onlarla birlikte bütün kâfirlere teşmil edilmekte ve özel olarak
Ehl-i kitabın İslâm dinini alaya alan ve küçük görenlerine tahsis olunmaktadır:
56. Kim Allah’ı, Peygamberini ve mü’minleri dost edinirse, şüphe yok ki üstün gelecek olanlar, Allah’ın tarafında yer alanlardır.
Mü’minlerin, umumi olarak kendi dinlerine inanmayanları, bunlar arasında da yahudi ve hıristiyanları velî, dost ve yandaş edinmelerine gerek yoktur. Çünkü onların dostları Allah Teâla, O’nun Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.) ve huşû içinde namazını kılan, zekâtını veren ve Allah’ın emir ve yasaklarına ihlasla boyun eğen mü’minlerdir. Bunların dostluğu, başkasını dost edinmeye ihtiyaç bırakmayacak derecede güzel, önemli ve üstündür. Bu şekilde muhabbet ve kardeşlik hisleri içinde Allah, Peygamberi ve birbirleriyle dost olan mü’minler, Allah’ın taraftarlarıdırlar. Bir mânada O’nun şeytana ve din düşmanlarına karşı cihad eden ordusu ve askerleridirler. Allah’ın ordusunun galip geleceğinde ise asla şüphe yoktur.
Burada tavsiye edilen ülvî dostlukları tesis edebilmek için bazı ince noktalara dikkat edilmesi gerekir. Şöyle ki:
Allah’ın dostluğu, O’nun düşmanlarına düşman olmak demektir. Nitekim Hz. İbrâhim kavminin taptığı putları kastederek: “O putlar benim düşmanımdır. Ancak Âlemlerin Rabbi olan Allah dostumdur” (Şuarâ 26/77) demiştir.
Resûlullah (s.a.s.)’in dostluğu, nefse düşman olmayı ve onun kötü arzularına karşı çıkmayı gerektirir. Hadis-i şerifte: “Sizden hiç biriniz, tüm arzuları benim getirdiklerime uymadıkça gerçek mânada îman etmiş olmaz” buyrulmuştur. (Kenzü’l-Ummâl, I, 217) Bir diğer hadiste de: “Sizden biriniz, ben ona kendisinden, malından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça gerçekten îman etmiş olmaz” buyrulur. (Buhârî, İman 8; Müslim, İman 70)
Mü’minleri dost edinmek ise onlarla din kardeşi olmaktır. Bu hususta Allah Teâlâ: “Bütün mü’minler kardeştir” (Hucurât 49/10) buyurur. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) de: “Sizden biriniz kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe gerçekten îman etmiş olmaz” ihtarında bulunur. (Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72)
54. âyette yalnız yahudi ve hıristiyanları dost edinmek yasaklanmıştı. Gelen âyetle ise yasak, onlarla birlikte bütün kâfirlere teşmil edilmekte ve özel olarak Ehl-i kitabın İslâm dinini alaya alan ve küçük görenlerine tahsis olunmaktadır:
57. Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan dîninizle alay edip eğlenenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçekten mü’min iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının.
Âyetin
iniş sebebi hakkında şöyle bir rivayet vardır: Yahudilerden Rifâa b. Zeyd ve Suveyd
b. Hâris dıştan müslüman olmuş gibi görünmüş, sonra da münafıklığa
başlamışlardı. Zahiren müslüman göründükleri için de bazı müslümanlar onlara
dostluk besliyorlardı. Bunun üzerine bu ayet indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
VI, 391; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 202) Buna göre dıştan müslüman
görünüp içinden küfür ve nifak taşımak, dini çirkin maksatlara alet yapıp onu
eğlence ve oyuncak yerine koymaktır. Bununla önce müslüman olduğunu söyleyip,
sonra müslümanlara içlerinden fesat saçmak isteyen kâfirlere dikkat
çekilmiştir. Bununla beraber ayet her türlü alayı içine alır. Bu sebeple bu
genel sözden sonra alay etmenin özel bir çeşidini beyân etmek üzere şöyle
buyrulmaktadır:
58. Siz ezan okuyup namaza dâvette bulunduğunuz zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Çünkü onlar, akletmeyen ve gerçeği anlamayan bir topluluktur.
Dost
edinmeniz yasaklanan o kâfirler ve Ehl-i kitap, müslümanları namaza çağırmak
için ezan okuduğunuz zaman o ezan veya namazı eğlence ve oyun mevzuu yapar,
onunla alay ederler. Bu da bunların akılsız bir toplum olmalarından
kaynaklanır. Bu yüzden onlar, boş sözlere kulak verir, mânasız çanları
dinlerler de tevhide, namaz ve kurtuluşa çağıran yüksek mânalı güzel ezanlardan
hoşlanmazlar.
Bu
âyet-i kerîme de özellikle Allah Resûlü (s.a.s.)’in müezzini namaz için ezan
okuyup da müslümanların Mescid-i Nebevî’ye doğru gitmeleri üzerine yine
yahudiler alay yollu bir şekilde: “Kalktılar, kalkamaz olasıcalar; namaz
kıldılar, kılamaz olasıcalar; rûkû ettiler, edemez olasacılar” dediler. Bunun
üzerine bu âyet nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 202; Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XII, 29)
Başka bir rivayette de müşriklerin ve yahudilerin özellikle müslümanlar
secdede iken onlara güldükleri, secde ile veya müslümanların secdedeki
halleriyle alay ettikleri belirtilmektedir. (Kurtubî, el-Câmi‘, VI, 224)
Yine rivayete göre Medine’de bir hıristiyan varmış, müezzinin “Şâhitlik ederim ki,
Muhammed Allah’ın Resulüdür” dediğini işittiği zaman “Allah yalancıyı yaksın”
dermiş. Bir gece hizmetçisi elinde bir ateş ile odasına giderken bir kıvılcım
sıçramış, hane halkı da uykuda imiş, derken bir yangın çıkmış, hıristiyan da
bütün âilesi ile beraber yanmış gitmiş, bu âyet de bunun üzerine inmiştir. (Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 203)
Bu
âyet öncelikle ezanın meşrûluğuna, ikinci olarak da onunla alay etmenin ve onu
hafife almanın küfür olduğuna delalet etmektedir. Bunun için ezana icâbet etmek
vacibtir. Ezanın sözleri ve tertibi ise sünnetle belirlenmiştir.
Allah’ın
buyruklarına boyun eğmedikleri gibi, üstelik onlarla alay edip eğlenen Ehl-i
kitaba ilâhî ihtarlar şu şekilde devam ediyor:
59. Rasûlüm de ki: “Ey Ehl-i kitap! Siz herhalde yalnızca Allah’a iman ettiğimiz, hem bize hem de daha önce indirilmiş kitaplara inandığımız için ve sizin pek çoğunuz da yoldan çıkmış kimseler olduğunuz için bizden hiç hoşlanmıyorsunuz.
60. De ki: “Allah katında uğrayacakları ceza itibariyle kötünün kötüsü bir durumda olanları size haber vereyim mi? Bunlar, kendilerini Allah’ın lânetlediği, gazabına uğrattığı, kimini maymunlara, kimini domuzlara çevirdiği kimseler ve şeytânî güçlere tapanlardır. İşte bulundukları yer ve konum itibariyle en kötü olan ve dosdoğru yoldan en çok sapanlar onlardır.”
Kitap
ehlinin, müslümanlardan hoşlanmamaları, onları ayıplamaları, dinlerini
beğenmemeleri, başka bir şeyden değil, ancak iki sebepten dolayıdır: Birincisi,
mü’minlerin Allah’a, Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirilen Kur’an’a,
şeriat ve yola, önceki geçen peygamberlere indirilmiş olan kitaplara ve bu
arada Tevrat ve İncil’e de iman etmeleridir. İkincisi müslümanları kıskanan,
ayıplayan kitap ehlinin çoğunun günah işlemek suretiyle doğru yoldan çıkmış
olmasıdır. Görüldüğü üzere ümmet-i Muhammed’in imanları onlarınkinden daha
geniş ve onların inandıkları esasları da içine almaktadır. Kitap ehlinin ise
hem iman sahaları ve vicdanları dar, hem de çoğu fâsık ve vicdansızdır.
Şüphesiz iman ve vicdan genişliği ayıplanacak bir şey değil, takdir edilmesi
gereken bir durumdur. Fakat şu bir gerçek ki, anlayışı dar olanlar yüksek
anlayışlı insanları, vicdansızlar vicdanlıları, günahkârlar doğruları sevmezler
ve onları rahatsız etmek için ellerinden geleni yaparlar. Dinin emri, bunlara
tahammül etmek ve kötülüklerini engelleyebilmek için gerekli çalışmaları
yapmaktır. O halde müslümanlar toplum olarak bu cevabı verebilmek için, bu
geniş ve kuvvetli imana sahip olmaları ve günahlardan uzak durmaları gerekir.
Bir
grup yahudi Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e geldiler ve: “Ey Muhammed, hangi
peygamberlere iman ediyorsun?” diye sordular. Allah Resûlü: “Biz, sadece Allah’a boyun eğen müslümanlarız”a kadar olmak
üzere “Allah’a, bize indirilene, İbrâhim’e, İsmâil’e... indirilene...”
âyet-i kerîmesini okudu. (bk. Bakara 2/136) Bu âyet-i kerîmede Hz. İsa’nın ismi
geçince onun peygamberliğini inkârla: “Biz ne İsa’ya ne de ona iman edene asla
iman edecek değiliz. Dünya ve âhirette payı sizinkinden daha az bir din, sizin
dininizden daha kötü bir din bilmiyoruz” dediler de bu âyet-i kerîmeler nâzil
oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 203)
60.
âyette, Allah’ın insanları kurtuluşa erdirmek için gönderdiği hak dini ve onun
esaslarını şer olarak gören yahudilere, gerçek kötülüğün ne olduğu ve Allah
katında büyük cezalara uğrayacak şerli kimselerin kimler olduğu haber
verilmektedir. Bunlar:
› İşledikleri
büyük günahlar ve isyanları sebebiyle Allah’ın lânet ettiği, üzerlerine
gazabını yağdırdığı kimseler. Nitekim apaçık âyetleri, mûcize ve delilleri
gördükten sonra inkâr etmeleri, günahlara batmaları yüzünden yahudiler
lânetlenmiş, ilâhî rahmetten uzaklaşmış ve gazaba uğramışlardır. (bk. Bakara
2/61, 159)
› Maymunlar ve
domuzlara çevirdiği kimseler. Bu çevrilme gerçek mânada olabileceği gibi,
Allah’ın emir ve yasaklarını çiğneyen günahkâr kimselerin ahlâkî ve mânevî bir
değişmeye uğramalarına da işaret edebilir. Müfessirlerin pek çoğu bunun gerçek
olarak tahakkuk ettiğini söylemişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ yahudilerden bir
kısmını cumartesi gününe saygı göstermedikleri ve o günün yasağını ihlal
ettikleri için Dâvud (a.s.) zamanında onun bedduasıyla maymunlara dönüştürmüştür.
(bk. A‘râf 7/166) Bir kısmını da Îsâ (a.s.) devrinde Allah tarafından indirilen
sofradan yedikten sonra ve apaçık âyetleri gördükten sonra küfre düştüklerinde
domuza çevirmiştir.
› Tâğût’a
kulluk yapanlar. Tâğût, hakkı kabul etmeyip azgınlık yapan, doğru yoldan sapan
ve saptıran her türlü şeytânî güçtür. Allah’ın dışında tapılan şeylere de bu
isim verilir. Şeytan da, azıp sapması sebebiyle bu isimle anılmıştır.
Ehl-i
kitabın iki yüzlü tavırlarına dikkat çekmek üzere buyruluyor ki:
61. Size geldikleri zaman “İnandık!” derler. Halbuki onlar yanınıza kâfir olarak girer, oradan yine kâfir olarak çıkarlar. Allah, içlerinde gizledikleri şeyi çok iyi bilmektedir.
62. Onların pek çoğunun günah işlemede, düşmanlık etmede ve her türlü haramı yemede yarışırcasına ve birbirlerine destek içinde koşuştuklarını görürsün. Yapmakta oldukları şeyler, gerçekten ne kötüdür.
Bir
kısım yahudiler Allah Resûlü (s.a.s.)’in huzuruna gelir ve münafıklık yaparak
“iman ettik” derlerdi. Halbuki kalpleri küfür ve inkârla dolu idi. Cenâb-ı Hak,
onların bu iki yüzlülüklerini haber vermekte, Peygamber ve mü’minleri böyle
şahsiyetsiz kişilere karşı uyanık durmaya çağırmaktadır. Bu tip kimseler, bırak
iman edip onun gereğini yapmayı, açıktan açığa günaha, düşmanlığa ve her türlü
haramı yemeğe âdeta birbirleriyle yarışırcasına koşuşurlar. Yalancılık eder,
kötü söz söyler, zulüm ve haksızlık yapar, rüşvet alır, diğer haram şeyleri
pervasızca ele geçirip yemekten çekinmezler. Allah’tan korkmaz, insanlardan
utanmazlar. Zira âyetteki “görürsün” hitabı, onların bu tutum ve
davranışlarının herkes tarafından görülebilen bir durum olduğuna işaret eder.
İster Ehl-i kitap ister diğer insanlar için olsun,
insanları günahlardan sakındırmada din âlimlerine büyük bir sorumluluk
düşmektedir. Bunu hatırlatmak üzere şöyle buyruluyor:
63. Keşke mürşitleri ve âlimleri onları günah olan sözleri söylemekten ve haram yemekten alıkoysalardı. Fakat heyhât! Bunların da yapıp durdukları şeyler gerçekten ne kötüdür.
Din
âlimlerinin; mürşitlerin, müçtehitlerin ve fakîhlerin vazifesi Allah’ın dinini
en güzel şekilde öğrenmek, yaşamak ve halkı da bu yönde bilgilendirip terbiye
etmektir. Onları günahlardan uzaklaştırarak hayırlı ve faziletli işlere
yönlendirmektir. Halkın salâhı, bunların salâh ve gayretine bağlıdır. Âlimlerde
meydana gelen en küçük bir bozulma, halk nezdinde daha büyük oranda bozulmalara
yol açar ve pek çok kişinin yoldan çıkmasına neden olabilir. Bu hususa ışık
tutan şu kısacık hikâye ne kadar ibrete şayândır:
Birgün
İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, çamurda yürüyen bir çocuğa rastlamıştı.
Ona merhamet ve şefkatle tebessüm ederek:
“–Evlâdım,
dikkat et de düşmeyesin!” dedi.
Çocuk
da, zekâ ve basîret parlayan gözleriyle İmâm’a döndü ve kendisinden
beklenmeyecek bir olgunlukla şu karşılığı verdi:
“–Ey
İmâm! Asıl sen dikkat et ve düşmekten sakın! Çünkü âlimin düşmesi, âlemin
düşmesi demektir. Benim düşmem basittir, düşersem yalnız ben zarar görürüm.
Fakat sizin ayağınız kayacak olursa, size tâbî olup peşinizden
gidenlerin de ayakları kayar ve düşerler ki, bunların hepsini kaldırmak,
oldukça güçtür!..”
Ebû
Hanîfe Hazretleri, bu sözden çok etkilendi ve sarsıldı. Artık o günden sonra, öğrencileriyle
birlikte tam bir ay müzâkere ettikten sonra ancak bir fetvâ verirdi. Öğrencilerine
de şu nasihatte bulunurdu:
“Şayet bir meselede size daha kuvvetli bir delil ulaşırsa,
o hususta bana tâbî olmayınız. İslâm’da kemâlin alâmeti budur. Bana
olan sevgi ve bağlılığınız da ancak bu şekilde ortaya çıkar...” (İbn Âbidin,
Hâşiyetü İbn Âbidîn, Dımaşk 2000, I, 217-219)
Osmanlı
tarihinden seçilen şu misal, âlimlerin fetvâ verirken, idarecilerin de bunları
uygularken bunların Allah’ın emrine uygun olup olmadıkları noktasında
göstermeleri gereken titizliği gözler önüne serer:
Kânûnî
Sultan Süleyman vefât edip de nâşı kabre indirilirken bir sandık getirilip;
“Vasiyeti gereğidir!” denilerek kabre konulmak istendi. Şeyhulislâm Ebussuûd
Efendi, bu duruma müdâhale etti. Cenâze ile beraber kıymetli bir şeyin
gömülmesinin câiz olmadığını bildirdi. Ebussuûd Efendi’ye bunun, Sultân’ın vefâtından
bir gün evvelki vasiyeti olduğu bildirilince, merakla sandığı açtı. Kendisinin
Hünkâr’a verdiği fetvâlarla karşılaştı. Hayretler içinde donakaldı:
“–Sen
kendini kurtardın ulu Hâkan! Biz yarın âhirette ne yapacağız?!.” diyerek
hüzünlendi ve ağlamağa başladı.
Zira
Kânûnî, hayâtı boyunca yapacağı her işin fetvâsını almış, ondan sonra icrâ
etmişti.
Dolayısıyla
âyet-i kerîmede yahudilerin yaptıkları haksızlıklar ve işledikleri günahlar
karşısında sessiz kalıp onları ikaz etmeyen; yalan söylemelerine ve haram yemelerine
rızâ gösterip buna mani olmayan din âlimleri kınanmakta ve yaptıkları bu işin
çok kötü olduğu haber verilmektedir. Bu âyet, Kur’an’da âlimleri uyaran en
şiddetli âyetlerin başında yer almaktadır.
Peygamber
Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar, zalimi görüp de onun elini zulümden çekmeyecek
olurlarsa, aradan fazla zaman geçmeden Allah’ın hepsini birlikte
cezalandırılmasından korkulur.” (Tirmizî, Tefsir 5/3057)
Yahudilerin
şu yaptıkları, böyle bir zulme ibretli bir misaldir:
64. Yahudiler: “Allah’ın eli bağlı ve sıkıdır” dediler. Elleri bağlansın onu söyleyenlerin, lânet olsun onlara! Hiç de öyle değil, aksine Allah’ın iki eli de açıktır, nasıl dilerse o şekilde ihsân ve ikram eder. Rabbinden sana indirilen âyetler, elbette onların pek çoğunun azgınlığını ve küfrünü daha da artıracaktır. Biz de onların arasına kıyâmet gününe kadar sürüp gidecek düşmanlık, kin ve nefret saldık. Ne zaman savaş için bir fitne ateşi körükledilerse, Allah onu söndürdü. Yine de onlar dünyanın her tarafında sırf bozgunculuk çıkarmak için koşuşturup dururlar. Allah, bozgunculuk yapanları sevmez.
Yahudiler
önceleri varlık, bolluk ve refah içinde idiler. Yaşadıkları yerlerde halkın en
zengini onlardı. Hz. Muhammed (s.a.s.) peygamber olup onu yalanladıktan sonra
malları azaldı, darlığa ve sıkıntıya düştüler. Bu sebeple Allah’ın kendilerine
ihsan ve ikramda bulunmaktan vazgeçmesine bir isyan, bir sızlanma ve şikâyet
olarak Allah’ın elinin bağlı, kendilerine karşı cimri olduğunu söylemişlerdir.
Bu tavır sadece yahudilere mahsus değildir. Başka toplumlardaki câhil ve
beyinsiz kimseler de, sıkıntı, meşakkat ve belâlara düçar oldukları zaman,
Allah’a dönecekleri yerde sabredemez ve bu şekilde asılsız sözler sarfederler.
İkinci olarak yahudiler, Peygamber Efendimiz’in ve etrafındaki pek çok kimsenin
fakir olduğunu görüp, buna rağmen Cenâb-ı Hakk’ın, “Kim Allah’a güzel bir
borç verecek olursa” (Bakara 2/245) gibi ayetlerde beyân edildiği gibi bu
fakir kimselerden borç istediğini işitince Allah’ın fakir ve cimri olduğu
düşüncesine kapılmış ve bunu ifade etmişlerdir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
XII, 35) Görüldüğü üzere bu ifade, “Harcamalarında ve başkalarına yardımda
eli sıkı olma!” (İsrâ 17/29) buyruğunda olduğu gibi cimrilikten bahseden
temsili bir ifadedir. Bu sözleri sebebiyle yahudiler hem ahlâkî bir vasıf hem
de iktisâdî bir tutum olarak son derece cimri bir toplum haline gelmişler ve
Allah’ın lânetine uğramışlardır.
Aziz
ve Celil olan Allah’ın durumu, onların söylediği gibi değildir. “Hiç de öyle
değil, aksine Allah’ın iki eli de açıktır, nasıl dilerse o şekilde ihsan ve
ikram eder” (Mâide 5/64) Hâşâ o cimri değil, mutlak cömerttir;
sonsuz lutuf ve ihsan sahibidir. Âciz değil, mutlak kâdirdir. Nasıl dilerse
öyle verir, isterse verir isterse vermez; isterse az isterse çok verir. İsterse
hesap ile isterse hesapsız, isterse sebep ile isterse sebepsiz ihsan eder. O
hem zengin ve kerîm, hem mutlak güç ve kuvvet sahibi, hem her istediğini yapan,
hem de mutlak rızık vericidir. O vermeye mecbur olmadığı gibi vermemeye de
mecbur değildir. Vermekle zenginliği tükenmeyeceği gibi, vermemekle de cimri
olması gerekmez. Onun ne kudretini kayıtlayacak bir güç, ne de iradesini
yasaklayacak bir kanun vardır. Kudretleri sınırlayan kayıtlar, iradeleri
zorlayan kanunlar Allah üzerinde değil, ancak ve ancak yaratıklar üzerinde
hâkimdir. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın zenginliği ve cömertliği ile alakalı olarak
hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
“Allah’ın sağ eli nimetlerle dopdoludur. Hiçbir şey onu eksiltmez.
O, gece gündüz bol bol ihsan eder. Gökleri ve yeri yarattığı günden beri
verdiğini bir düşün. Bütün bunlar O’nun sağ elinde bulunanları hiç
eksiltmemiştir.” (Buhârî, Tevhid 22; Müslim, Zekât 37)
Gerçek
böyle olmakla beraber yahudiler bunu kavrayamadılar, üstelik doğru olanı yanlış
olandan ayırarak insanlığı hidâyete eriştirmek için gelen Kur’an’ın diriltici
mesajlarına da kulaklarını kapattılar. Bu yüzden inen âyetler onlara şifa
olacak yerde bir çoğunun azgınlığını ve küfrünü artırmıştır; bu tînette
olanların da kıyamete kadar azgınlıklarını artıracaktır. Çünkü Kur’an her ne
kadar bütün insanlar için hidâyet rehberi olsa da, onun fiilî hidâyeti ancak
mü’minler ve müttakîler içindir. (bk. Bakara 2/2) Zâlimler ve kâfirler onun
hidâyetinden bir nasip alamayacaklardır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle
buyrulur: “Biz Kur’an’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiriyoruz. O,
zâlimlerin ise ancak ziyânını artırır.” (İsrâ 17/82)
Cenab-ı Hak o yahudilerin arasına kıyamete
kadar devam edecek bir düşmanlık ve kin bırakmıştır. Bu, hiçbir zaman yok
olmayacaktır. “Sen onları dışarıdan birlik içinde sanırsın; halbuki kalpleri
darmadağınıktır” (Haşr 59/14) âyeti bu hakikati dile getirir. Ne zaman Allah
Resûlü ile savaşmak ve ona bir kötülük etmek isteseler Allah onu söndürmüştür.
Aralarında ihtilaf ve tefrika çıkarmak suretiyle onları geri çekmiş ve
peygamberini onların kötülüklerinden korumuştur. Yine de onlar yeryüzünde fesat
çıkarmak için koşup dururlar. müslümanlara tuzak kurmaya, İslâm ümmeti arasında
kötülük ve fitne çıkarmaya çalışırlar. Bu davalarından hiçbir zaman
vazgeçmezler. Allah ise fesatçıları sevmez, bozgunculuğa koşanların cezasını
verir.
Ancak,
merhametine sınır olmayan Yüce Allah, kim olursa olsun kullarına kurtuluş için
kapıyı devamlı açık tutmaktadır:
65. Eğer Ehl-i kitap iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, biz elbette onların günahlarını örter ve kendilerini nimetlerle dolu cennetlere yerleştirirdik.
66. Eğer onlar Tevrat’ın, İncil’in ve son olarak Rablerinden kendilerine indirilmiş olan Kur’an’ın hükümlerini tam olarak uygulasalardı, o takdirde hiç şüphesiz yukarıdan yağıp yerden fışkıracak bereketlerle, başlarının üzerinden ve ayaklarının altından bol bol yerlerdi. Her şeye rağmen içlerinde ölçülü davranıp mutedil yolda giden bir zümre de vardır. Fakat çoğunluğa gelince, onların işleyip durdukları şeyler çok kötüdür.
Kitap
ehli olan yahudi ve hıristiyanlar inanılması gereken hususlara iman ederek,
bozgunculuk, yalancılık, haram yeme gibi günahlardan sakınsalardı, Allah Teâlâ
onların bütün kötülüklerini muhakkak örter, onları ebedî nimet cennetlerine
koyar, mesut ve bahtiyar ederdi. Böylece azaptan kurtulur, rahmete ererlerdi.
Eğer yine onlar imanla beraber Tevrat’ın, İncil’in ve Rablerinden kendilerine
indirilen diğer kitapların, âyetlerin, bunlar içinde de hususiyle son
Peygamber’e indirilen Kur’an’ın hükümlerini yerine getirseler, tatbik ve icra
etselerdi; bunların ihtiva ettiği emir ve yasaklar istikametinde dürüst bir
hayat yaşayıp gerçekten muttakî kimseler olsalardı, bu takdirde hem başlarının
üzerinden hem ayaklarının altından yiyecekler, her taraflarından Allah’ın
nimetine garkolacaklardı. Böylece sıkıntılar içinde kalıp cimrilik ve pintilik
derdiyle “Allah’ın eli bağlıdır” demeyecekler, lanet ve gazaba uğramayacaklar,
neticede dünya ve âhiret saadetine ereceklerdi.
66.
âyette geçen “başlarının üzerinden ve ayaklarının altından bol bol yerlerdi”
ifadesinden şu mânaları anlamak mümkündür:
❂ Bundan maksat
sadece üst ve alt taraf değil, her yönde bolluktan kinâyedir. Buna göre mâna,
“onlar hiçbir yönden fakirlik görmeyecek, her yönden ve her zaman nimete gark
olacaklardı” demek olur.
❂ Yukarıdan
yemek, yağmur ve benzeri gibi gökten gelen nimetlerden istifade etmek; ayak
altından yemek ise yeryüzüne ait mahsullerden faydalanmaktır.
❂ Yukardan
yemek, çalışmaksızın ihsan olunacak Rabbânî bağışları; ayaklarının altından
yemek de çalışıp çabalamakla kazanılacak nimetleri ifade eder.
❂ Üstten yemek,
devletin elde ettiği ve bölüştürdüğü genel menfaatlere; alttan yemek de şahsî
teşebbüs ile olan ferdî üretime delalet edebilir.
اَلْمُقْتَصِدُ (muktesıd), “mutedil davranan, orta yolu
tutan kimse” demektir. Kitap ehlinden böyle bir ilâhî övgüye nâil olan az bir
kesim bulunmaktadır. Bir görüşe göre bunlardan maksat, yahudilerden Abdullah b.
Selâm, hıristiyanlardan Necâşî gibi kitap ehli arasından Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e
iman edenlerdir. Diğer görüşe göre ise kitap ehli içinde kendi dinlerinde adâletli
ve doğru olan, Peygamberimiz’e iman etmemiş olmakla beraber şiddetli inat ve
kızgınlığı bulunmayıp, ölçülü ve tarafsız bulunan kimselerdir. Bunların iman
edip hidâyete erme ihtimalleri daha kuvvetlidir. Çünkü kendine gösterilen
delilleri taassup göstermeden değerlendirebilen kişilerin, hakikati bulma
bakımından daha başarılı olacakları şüphesizdir. Bunun için de Peygamber,
ulaşabildiği herkese Rabbinden gelen ilâhî buyrukları büyük bir ümitle ve
korkmadan tebliğe devam etmelidir:
67. Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan elçilik vazîfeni yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu doğru yola erdirmez.
“Bize düşen Allah’ın mesajını tam olarak, açık ve anlaşılır bir
şekilde size ulaştırmaktır” (bk. Yâsîn 36/17) diyen peygamberlerin, Allah’tan gelen
buyrukları gizlemeden ve hiçbir değişikliğe tabi tutmadan insanlara ulaştırma
sorumlulukları vardır. Dolayısıyla bu âyet-i kerîme hem Peygamber’i, hem de
ondan sonra tebliğ vazifesini ifa edecek âlimleri, dinle alakalı hiçbir bilgiyi
gizlememeleri, en zor şartlarda bile tebliğe devam etmeleri hususunda ciddi
bir şekilde uyarmaktadır. Hz. Aişe (r.a.) şöyle der: “Her kim Hz. Muhammed (s.a.s.)’in
vahiyden herhangi bir şey gizlediğini söyleyecek olursa, şunu bil ki o kimse
yalan söylemiştir. Çünkü Yüce Allah: « Rabbinden sana indirileni tebliğ et.
Eğer böyle yapmazsan elçilik vazifeni yerine getirmemiş olursun»” (Mâide
5/67) buyurmaktadır.” (Buhârî, Tevhid 46; Müslim, İman 287)
Tebliğ
vazîfesinin ihmâli, kişiyi hem bu dünyada hem de âhirette pek çok sıkıntılara
dûçâr eder. Bu hususta Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle buyurur:
“Ashâb-ı
kirâm arasında şu gerçeği hep duyardık:
Kıyâmet
gününde bir kişinin yakasına, hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam
şaşırarak:
«–Benden
ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki!» der.
Yakasına
yapışan kişi ise:
«–Dünyada
iken beni hatâ ve çirkin işler üzerinde görürdün de, îkaz etmez, beni o
kötülüklerden alıkoymazdın.» diyerek ondan dâvâcı olur.” (Münzirî, et-Terğîb
ve’t-terhîb, Beyrut 1417, III, 164/3506)
Fudayl
b. Iyâz (r.h.) der ki:
“Kur’ân-ı
Kerîm’i okuyup mânasını anlayan kimse; peygamberlerin tebliğ etmekle sorumlu
olduğu şeylerden o da sorumlu olacaktır. Çünkü onlar, peygamberlerin vârisi
sayılırlar.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 226)
Âyette
yer alan “Allah seni insanlardan koruyacaktır” (Mâide 5/67) ifadesi,
Peygamber Efendimiz’in hayatının Allah tarafından emniyet altına alındığını
haber verir. Artık bundan böyle Allah onu, insanlardan, özellikle din
düşmanlarından gelecek zararlara karşı koruyacaktır. O halde korkmasını ve
çekinmesini gerektirecek bir durum yoktur. Nitekim şu rivayet bu mevzuu daha
kolay anlamayı sağlar:
Resûlullah
(s.a.s.) Medine’ye gelişinden sonra bir gece uyuyamadı ve: “Keşke ashâbımdan
liyakatli bir adam bu gece gelip beni korusa” buyurdu. Hz. Aişe der ki:
“Biz bu durumda iken, birbirine değen silahların seslerini işittik.” Peygamber
(s.a.s.): “Kim o?” deyince, O, “Sa‘d b. Ebi Vakkâs” dedi. Efendimiz: “Niçin
geldin?” diye sorunca da, “İçime Allah Resûlü (s.a.s.) adına bir korku
düştü. Onu korumaya geldim” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) ona dua
etti, sonra da uyudu. (Buhârî, Cihad 70; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe 39-40) Hz.
Aişe der ki: “Allah seni insanlardan koruyacaktır” (Mâide 5/67) âyet-i kerîmesi
nâzil oluncaya kadar Allah Resûlü, muhafızlar tarafından işte böylece
korunurdu. Bu âyet inince Peygamber (s.a.s.) başını çadırdan çıkarıp: “Ey
insanlar yanımdan ayrılıp gidebilirsiniz. Çünkü beni Allah korumuştur”
buyurmuştur. (Tirmizî, Tefsir 5/4)
Şimdi
hitap tekrar Ehl-i kitaba yöneltiliyor:
68. De ki: “Ey Ehl-i kitap! Tevrat’ın, İncil’in ve son olarak Rabbinizden size indirilmiş olan Kur’an’ın hükümlerini tam olarak uygulayıncaya kadar din adına herhangi bir sağlam esasa dayanmış olmazsınız.” Rabbinden sana indirilen âyetler, elbette onların pek çoğunun azgınlığını ve küfrünü daha da artıracaktır. Artık o kâfirler topluluğu için üzülme!
Ayetin
nüzûl sebebiyle alakâlı şöyle bir rivayet nakledilir: Yahudilerden bir grup
Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’e geldiler ve: “Ey Muhammed! Sen, İbrâhim milleti ve
dini üzere olduğunu, bizim yanımızdaki Tevrat’a iman ettiğini söyleyip onun
Allah’tan gelen bir hak olduğuna şehâdet etmiyor musun?” dediler. Efendimiz: “Evet
öyledir. Fakat sizler sonradan birçok şeyler uydurdunuz, onda sizden alınmış
olan kesin ve bağlayıcı sözü inkâr ettiniz, onda benim peygamberliğim ve vasıflarım
gibi insanlara açıklamakla emrolunduğunuz şeyleri gizlediniz. Ben, sizin bu
sonradan uydurduklarınızdan berîyim” buyurdu. Onlar yine: “Biz, elbette
yanımızda mevcut olanı alacağız. Hiç şüphesiz biz hak ve hidâyet üzereyiz; sana
iman edecek ve sana tabi olacak da değiliz” dediler de bu âyet-i kerîme nâzil
oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VI, 417-418)
Buna
göre kitap ehli, yaşadıkları dönem itibariyle Allah’ın kendilerini sorumlu
tuttuğu ilâhî hükümler, emir ve yasaklar istikâmetinde hareket etmedikçe, din
nâmına makbul herhangi bir şeye sahip olamayacaklardır. Kur’an’a
inanmadıklarından dolayı da, inen her bir ayet, onların küfrüne küfür katacak,
inkârlarını artıracaktır. “Artık o kâfirler topluluğu için üzülme!” (Mâide
5/68) emri, Efendimiz’in üzülmesini yasaklamak için değil, onu teselli etmek
içindir.
Netice
itibariyle:
69. Sözde iman edenlerden, yahudilerden, sabiîlerden ve Hristiyanlardan kim Allah’a ve âhiret gününe inanıp sâlih ameller işlerse, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.
Burada
bahsedilen yahudi, hıristiyan ve sabiîlerden maksadın kimler olduğu hakkında
açıklama Bakara suresi 62. âyette yapılmıştır. Bu âyetten hareketle bir kısım
müfessirler, âhirette mü’minler için hiçbir korku ve üzüntünün olmayacağını
söylemişlerdir. Nitekim “«Rabbimiz Allah’tır!» diye ikrarda bulunup, sonra
da özde ve sözde dosdoğru olarak inanç, amel ve ahlâkta sapmadan doğru yolu
takip edenlerin üzerine melekler iner ve şöyle derler: «Korkmayın ve üzülmeyin!
Size va’dolunan cennetle sevinin!»” (Fussılet 41/30) âyeti bu gerçeği haber
verir.
Bazı
müfessirler ise;
“Kıyâmeti göreceğiniz gün, dehşetten her emzikli anne emzirdiği
yavrusunu unutup terk eder, her hâmile dişi de karnındakini düşürür....” (Hacc 2/2)
“O gün insan kaçar kardeşinden, annesinden, babasından, karısından
ve oğullarından!” (Abese 80/34-36) gibi âyetlerden hareketle mü’minlerin kıyâmet
günü hem üzüleceklerini hem de korkacaklarını ifade etmişlerdir. Nitekim Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) bir defasında: “Kıyâmet günü insanlar yalın ayak ve çıplak
olarak haşrolunur” buyurdu. Hz. Âişe (r.a.) “Kadınlar ve erkekler birlikte
olunca onlar birbirlerine bakmazlar mı?” deyince, Efendimiz: “Ya Âişe! O gün
işler, onların birbirine bakmasını engelleyecek kadar şiddetli olacaktır” buyurdu.
(Müslim, Cennet 56) Bu hususta, “O gün onlardan her birinin başından aşkın
bir işi, kendine yetecek bir derdi ve belâsı vardır” (Abese 80/37) âyetini
hatırlamak yeterli olacaktır.
Bu
ikinci görüşü kabul edenler, kıyâmet günü mü’minlerin yaşayacakları korku ve
hüznün geçici olduğunu, devamlı olmadığını, bu sebeple Allah Teâlâ’nın bu
âyette hüznü mü’minlerden tamamen kaldırdığını söylemişlerdir.
Bahsedildiği
şekilde kıyâmet günü korku ve hüzünden emin olmak için, sağlam bir tevhid
inancıyla birlikte nefsânî arzuları bırakıp, peygamberlerin diriltici davetine
uymanın zarureti âşikârdır:
70. Andolsun biz, İsrâiloğulları’ndan kesin ve bağlayıcı söz aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Fakat ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin hoşlanmayacağı ilâhî buyruklar getirdiyse, o peygamberlerden bir kısmını yalanlıyor, bir kısmını da öldürüyorlardı.
Yüce
Allah, İsrâiloğullarından kendine kulluk etme, şirk koşmama, ana babaya iyilik
etme, günahlardan uzak durma, özetle ilâhî emir ve yasaklara itaat etme hususunda
kesin ve bağlayıcı söz almıştır. Onlara buyruklarını tebliğ eden pek çok
peygamber göndermiştir. Fakat onlar bu peygamberlerin bir kısmını
yalanlamışlar, davetlerini kabul etmemişler; bir kısmını da öldürmüşlerdir. Bu,
onların adet ve alışkanlık hâline getirdikleri bir durumdur. Meselâ Hz. İsa’yı
yalanlamışlar, öldürmeye teşebbüs ettikleri halde buna muvaffak olmamışlar,
fakat Hz. Zekeriya ve Hz. Yahyâ’yı sadece yalanlamakla kalmayıp aynı zamanda öldürmüşlerdir.
Onlar
bir taraftan bu büyük cürümleri işlerken, bir taraftan da “Biz Allah’ın
oğullarıyız ve sevgilileriyiz” gibi kuruntularla avunup, kendilerine verilen
mühlete kanarak bir fitnenin kopmayacağını; başlarına herhangi bir musibet ve
belânın gelmeyeceğini sandılar. Peygamberlerin çağırdığı hakikate karşı kör ve
sağır kesildiler; ne gördüklerinden ne de duyduklarından istifade edebildiler.
Sonra başlarına belâlar geldi, akıllanıp tevbe ettiler, Allah da tevbelerini
kabul etti. Yahut iman ettikleri takdirde tevbelerini kabul edeceğine dair son
Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) ile haber gönderdi. Fakat Hz. Muhammed (s.a.s.)’in
kendilerine ilâhî hakikatleri beyân etmesinden sonra yine onların pek çoğu
gerçeği görmez oldular, işitmez oldular.
71.
âyette İsrâiloğullarının iki kez kör ve sağır olmalarından bahsedilmiştir.
Müfessirler bu konuda birkaç tevcihte bulunmuşlardır. Bir görüşe göre
birincisiyle yahudilerin Hz. Zekeriyyâ, Yahyâ ve İsâ zamanındaki tutumları,
ikincisiyle Hz. Peygamber (s.a.s.)’in tebliğine karşı sergiledikleri tavır
kastedilmiştir. Başka bir görüşe göre her ikisi Hz. Mûsâ zamanında olmuştur:
Birinci kör ve sağır kesilmelerinden maksat buzağıya tapmaları, ikincisinden
maksat ise Allah’ı açıkça görme talebinde bulunmalarıdır. Üçüncü görüşe göre
ise burada onların İsrâ sûresinin 4-7. âyetlerinde bahsedilen kötülüklerine ve
bu sebeple başlarına gelen iki büyük felâkete işaret edilmektedir.
Önceki
âyetlerde yahudilerden bahsedildikten sonra, şimdi gelen âyetlerde
hıristiyanlardan bahsedilmekte ve onların bir kısım bâtıl inançları dile getirilmektedir.
71. İşledikleri bu kötülüklerin başlarına belâ olmayacağını sanıp, hakikate karşı kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah onların tevbesini kabul etti. Fakat ardından pek çoğu yine kör ve sağır kesildiler. Oysa Allah, onların bütün yaptıklarını görmektedir.
Yüce Allah, İsrâiloğullarından kendine kulluk etme, şirk koşmama, ana babaya iyilik etme, günahlardan uzak durma, özetle ilâhî emir ve yasaklara itaat etme hususunda kesin ve bağlayıcı söz almıştır. Onlara buyruklarını tebliğ eden pek çok peygamber göndermiştir. Fakat onlar bu peygamberlerin bir kısmını yalanlamışlar, davetlerini kabul etmemişler; bir kısmını da öldürmüşlerdir. Bu, onların adet ve alışkanlık hâline getirdikleri bir durumdur. Meselâ Hz. İsa’yı yalanlamışlar, öldürmeye teşebbüs ettikleri halde buna muvaffak olmamışlar, fakat Hz. Zekeriya ve Hz. Yahyâ’yı sadece yalanlamakla kalmayıp aynı zamanda öldürmüşlerdir.
Onlar bir taraftan bu büyük cürümleri işlerken, bir taraftan da “Biz Allah’ın oğullarıyız ve sevgilileriyiz” gibi kuruntularla avunup, kendilerine verilen mühlete kanarak bir fitnenin kopmayacağını; başlarına herhangi bir musibet ve belânın gelmeyeceğini sandılar. Peygamberlerin çağırdığı hakikate karşı kör ve sağır kesildiler; ne gördüklerinden ne de duyduklarından istifade edebildiler. Sonra başlarına belâlar geldi, akıllanıp tevbe ettiler, Allah da tevbelerini kabul etti. Yahut iman ettikleri takdirde tevbelerini kabul edeceğine dair son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) ile haber gönderdi. Fakat Hz. Muhammed (s.a.s.)’in kendilerine ilâhî hakikatleri beyân etmesinden sonra yine onların pek çoğu gerçeği görmez oldular, işitmez oldular.
71. âyette İsrâiloğullarının iki kez kör ve sağır olmalarından bahsedilmiştir. Müfessirler bu konuda birkaç tevcihte bulunmuşlardır. Bir görüşe göre birincisiyle yahudilerin Hz. Zekeriyyâ, Yahyâ ve İsâ zamanındaki tutumları, ikincisiyle Hz. Peygamber (s.a.s.)’in tebliğine karşı sergiledikleri tavır kastedilmiştir. Başka bir görüşe göre her ikisi Hz. Mûsâ zamanında olmuştur: Birinci kör ve sağır kesilmelerinden maksat buzağıya tapmaları, ikincisinden maksat ise Allah’ı açıkça görme talebinde bulunmalarıdır. Üçüncü görüşe göre ise burada onların İsrâ sûresinin 4-7. âyetlerinde bahsedilen kötülüklerine ve bu sebeple başlarına gelen iki büyük felâkete işaret edilmektedir.
Önceki âyetlerde yahudilerden bahsedildikten sonra, şimdi gelen âyetlerde hıristiyanlardan bahsedilmekte ve onların bir kısım bâtıl inançları dile getirilmektedir.
72. “Allah, ancak Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih onlara şöyle demişti: “Ey İsrâiloğulları! Benim de sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Şunu bilin ki, kim Allah’a şirk koşarsa, Allah ona cenneti haram kılmıştır ve onun varacağı yer ateştir. O gün zâlimler için hiçbir yardımcı da yoktur.
Onlardan
bir grup, “Allah, Meryem oğlu İsa Mesih’in ta kendisidir” demekte idiler.
Bunlar, “Meryem bir ilâh doğurdu” diyorlar, Allah Teâlâ’nın, Hz. İsa’ya hulul
ettiğini ve onun zatı ile birleştiğini söylüyorlardı. Hz. İsa, onların bu
düşüncelerinin yanlış olduğunu belirtmiş, kendisinin de diğer insanlar gibi
sonradan meydana geldiğini dolayısıyla ilâh olamayacağını açıkça ifade etmiş ve
onları tek olan Allah’a kulluğa çağırmıştır. Cenâb-ı Hak da şirkten vazgeçirmek
için onları cehennem azabıyla uyarmış, Allah’a ortak koşanların cennete
giremeyeceğini, aksine ateşe atılacaklarını ve onları bundan kurtaracak hiçbir
yardımcının olmayacağı şeklinde üç büyük tehditte bulunmuştur.
Hıristiyanların
bir diğer yanlış inançları da şudur:
73. “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyenler de hiç şüphesiz kâfir olmuşlardır. Halbuki tek olan ilâhtan başka hiçbir ilâh yoktur. Eğer söyleyegeldikleri bu iddiadan vazgeçmezlerse, onlardan inkâra saplananlara pek acıklı bir azap dokunacaktır.
74. Öyleyse, hâla samimi bir tevbe ile Allah’a dönüp, O’ndan kendilerini bağışlamasını istemeyecekler mi? Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Hıristiyanlardan
bir kısmı da Allah’ın üçün üçüncüsü, yani üç ilâhtan biri olduğunu söyleyerek
küfre girmişlerdir. Bir görüşe göre onlar bu sözleriyle “Allah, Meryem ve
İsa’nın üç ayrı ilâh olduğunu” kastetmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Allah’ın, Hz.
İsa’ya: “Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: «Allah’ın yanı sıra beni ve annemi
de iki tanrı kabul edin» diye sen mi söyledin?” (Mâide 5/116) buyurması bu
görüşü destekler. Diğer bir görüşe göre ise bir kısım hıristiyanlar “Cevher
tek, uknumları (unsurları) ise üçtür: Baba, Oğul ve Ruhu’l-Kudüs. Bu üçü, bir
tek ilâhtır” demişlerdir. Buna göre hıristiyanlar, “Baba” kelimesiyle, Allah’ın
zâtını; “Oğul” ile, kelimesini; “Ruh” ile de onun hayatını kastetmişlerdir.
Yine onlar, “Baba”nın bir ilâh, “Oğul”un bir ilâh ve “Ruh”un bir ilâh ve
hepsinin birlikte tek bir ilâh olduğunu iddia etmişlerdir. Halbuki bir tek ilâh
olan Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde âhirette can yakıcı azaptan
kurtulmak için şirki terk edip Kur’an’ın davet ettiği tevhid inancını
kabullenmek zarureti vardır. Son nefese kadar bunun kapısı da açıktır. Allah’a
tevbe ve istiğfar edildiği takdirde, mutlaka Allah bunu kabul buyuracak ve
günahları bağışlayacaktır. Rabbimiz, çok bağışlayıcı, çok merhamet edici
olduğunu vurgulamak suretiyle kullarını buna teşvik etmektedir. Bunun peşinden
de Hz. İsa ve Hz. Meryem’in ilah olmalarının imkansızlığını şu açık aklî
delillerle zihinlere yerleştirmektedir:
75. Meryem oğlu Mesih ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçti. Annesi de doğru sözlü, iffetli ve dürüst bir kadındı. İkisi de diğer insanlar gibi yemek yerlerdi. Bak, biz onlara gerçekleri delilleriyle nasıl açıklıyoruz, ama gel gör ki onlar, belli tesirler altında nasıl da akılları çelinip, bâtıl sevdalar peşinde koşturup duruyorlar.
76. Onlara şöyle de: “Allah’ı bırakıp da size ne bir zarar ne de bir fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi kulluk ediyorsunuz?” Allah, her şeyi hakkıyla işiten ve kemâliyle bilendir.
Hıristiyanların
Hz. İsa’yı bahane ederek yanlış bir yola sapmalarını haklı gösterecek hiçbir
gerekçeleri yoktur. Çünkü Hz. İsa ancak, kendisinden önce gelip geçmiş
peygamberler gibi bir peygamberdir. O da, diğer peygamberlerin getirdiği gibi,
Allah katından bir takım mûcizeler getirmiştir. Eğer Allah, O’nun eliyle anadan
kör doğanı ve alacalı olanı iyileştirmiş ve ölüleri diriltmiş ise, aynı şekilde
Hz. Mûsâ’nın eliyle de bir asaya can vermiş, onu hızla giden bir yılan haline
getirmiş ve Kızıldeniz’i yarmıştır. Allah onu babasız yarattığı gibi, daha önce
de Hz. Âdem’i hem babasız hem annesiz yaratmıştır. Önceki peygamberler yaşayıp
öldükleri gibi İsa da fânîdir, bir gün ölecektir. Ölümlü bir varlık ise nasıl ilâh
olabilir?
Îsâ
(a.s.)’ın annesi Hz. Meryem de doğruluk ve sadakattan ayrılmayan, Allah’ı,
peygamberlerini, kitaplarını tasdik eden; özünde, sözünde ve işinde gayet doğru
ve dürüst olan bir kadındı. (bk. Tahrim 66/12) O,
günahlardan tamamen uzak duran, kulluk vazifelerini yerine getirmede son derece
gayretli ve dikkatli olan biri idi. Çünkü, ancak bu vasıfların kendisinde
mükemmel olarak bulunduğu kimseye, “sıddîk” denilir. Demek Hz. Meryem de bir
annedir, tek olan Allah’ı tasdik eden ve O’nun emirlerine uyan bir kuldur. Bu
haliyle onun ilâh olması düşünülemez. Diğer taraftan annesi olan herkes, yok
iken meydana gelmiş demektir. Böyle olan kimseler ise, ilâh değil, mahlûk olur.
Dolayısıyla Hz. İsa da bir anneden doğduğuna göre ilâh değil mahluktur. Üstelik
ikisi de diğer insanlar gibi yemek yerlerdi. Bu da onların ilâh
olamayacaklarının çok açık bir delilidir. Çünkü
bunlar, muhtaç varlıklardır. Diğer canlılar, insanlar ve hayvanlar gibi nefes
alıp vermeye, dolup boşalmaya, yiyip içmeye ve bunları çıkarmaya ihtiyaçları
vardır. Gerçek ilâhın, bütün bu noksanlıklardan uzak ve temiz olması lazımdır.
Bu yüzden herhangi bir ihtiyaçla muhtaç olana ilâh demek, “o muhtaç değildir”
demek olup, bu da apaçık çelişki ve yalandır. O halde, Hz. İsa’nın ilâh olması
mümkün değildir. Bu açık delilleri görmemek, bunları bir tarafa bırakarak
hakikati terk etmek ve aslı olmayan boş sevdalar peşinde koşmak gerçekten
şaşılacak bir durumdur. Bu sebeple Cenab-ı Hak Peygamber (s.a.s.)’e, hususiyle Hıristiyanlara
hitap ederek âdeta şöyle demesini emreder:
“Ey
hıristiyanlar siz de diğer puta tapanlar gibi, Allah’ı bırakıp da O’na rağmen
size ne bir zarar, ne de bir fayda hiçbir şey yapamayacak olan acizlere mi
ma‘bûd diyor, ibâdet ediyorsunuz? Halbuki Allah size her türlü iyiliği ve
zararı ulaştırmaya gücü yettiği gibi, O işiten ve bilendir. Gizli, açık her
sözü işitir. Açıktan yapılan fiiller şöyle dursun, kalplerdeki inanç, niyet ve
hisleri bile bilir. Bu yüksek kudret karşısında Allah’a ortak koşmanın, o
acizlere mabud demenin, ibâdet etmenin ne büyük inkâr, ne kadar tehlikeli
olduğunu düşünmez misiniz? İşte sizin Meryem oğlu Mesih’e ilâh ve mabud
demenizin bundan hiçbir farkı yoktur. Çünkü Mesih, her ne zarar, her ne menfaat
yapabilirse bizzat kendiliğinden değil, ancak Allah’ın ona ihsan etmesi ve
vermesiyle yapabilir. Sonra o, ne Allah’ın verebileceği belalar ve musibetler
kadar zarara, ne de Allah’ın ihsan edeceği sıhhat, genişlik, hayır ve saadet
kadar menfaate hiçbir zaman sahip olamaz. Çünkü Allah bizzat zengin, bizzat
güçlüdür. Mesih ise bizzat fakir, bizzat güçsüzdür. Her neye sahip ise hepsi
Allah’tandır ve Allah’a aittir. Bu böyle iken Allah’ın kemâlini Mesih’e,
Mesih’in aczini Allah’a isnat edip de Allah yerine Mesih’e ibâdet etmek ne
büyük bir cüret, cehalet ve anlayışsızlıktır. Ne büyük bir iftira ve
beyinsizliktir!”
Bu
sebeple Yüce Allah, tüm insanlığı aynı tehlikelere karşı uyarmak üzere Ehl-i
kitaba olan ikazlarını şöyle devam ettirir:
77. De ki: “Ey Ehl-i kitap! Dininizde gerçeğin sınırlarından taşarak aşırılıklara düşmeyin. Daha önce kendileri saptığı gibi, pek çoklarını da saptırmış ve hâlâ da düz yoldan sapmaya devam eden bir topluluğun arzularına uymayın.
اَلْهَوٰي (hevâ) kelimesinin çoğulu olan اَلْأهْوَاءُ (ehvâ) ise nefsin, Allah rızâsına uygun
düşmeyen arzularını ifade eder. Sahibini ateşe kadar götürüp oraya yuvarlaması
sebebiyle ona bu isim verilmiştir.
Aslında
dinde aşırılıkları sebebiyle Allah’ın lanetine uğrayan şu kimseler, hem Ehl-i
kitaba hem de tüm insanlara ibret olmalıdır:
78. İsrâiloğulları’ndan kâfir olanlar hem Dâvûd hem de Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlendiler. Bunun sebebi, onların Allah’a isyan etmeleri ve haddi aşıp durmalarıydı.
79. Onlar, yapmakta oldukları kötülüklerden birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yaptıkları işler, gerçekten ne kadar kötü idi.
Dâvud
(a.s.)’ın diliyle lânetlenenler cumartesi yasağına riâyet etmeyen Eyle
ahâlîsidir. Dâvud (a.s.) onlar hakkında “Allahım onlara lânet et, onları
sonradan geleceklere ibret yap!” diye beddua etti. Bunun üzerine maymuna
çevrildiler. (bk. A‘râf 7/163-166)
Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlenenler ise, ondan gökten bir sofra
indirilmesini talep eden, istekleri yerine getirildikten sonra yine îman
etmeyenlerdir. Hz. İsa onlar için: “Allahım cumartesi gününün hürmetine riâyet
etmeyenlere lânet ettiğin gibi bunlara da lânet et! Onları kıyâmete kadar
anılacak bir ibret yap!” diye beddua etti. Bunun üzerine domuza çevrildiler.
(bk. Mâide 5/112-115) Bunların ilâhî lânete uğramalarının ve neticede maymun ve
domuzlara çevrilmelerinin sebebi, isyan etmeleri ve haram kılınan sınırları
çiğnemeleridir. Onlar hem günah işlemeye devam ediyor, hem de birbirini bundan
alıkoymaya çalışmıyorlar, böylelikle kahr-ı ilâhîyi çekecek çok kötü bir iş
yapıyorlardı. Bu konuda Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“İsrâiloğulları arasında zulüm yaygınlaştığı dönemlerde, bir kimse
diğerini günah işlerken görünce evvelâ onu bu yaptığından sakındırırdı. Fakat
ertesi gün onunla oturup kalkabilmek ve yiyip içebilmek için kötülükten
sakındırmazdı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak kalplerini birbirine benzetti ve
haklarında: «İsrâiloğulları’ndan kâfir olanlar hem Davut hem de Meryem oğlu
İsa’nın diliyle lânetlendiler... (Mâide
5/78-79) âyetlerini indirdi. Evet, siz de ya zâlime engel olup onu hakka
çekersiniz ya da bu durum sizin başınıza da gelir.” (Tirmizî, Tefsir 5/7; İbn
Mâce, Fiten 20)
Bu
gibi âyet-i kerîme ve hadis-i şeriflerden hareketle gücü yeten, kendisine ve
müslümanlara zarar gelmeyeceğinden emin olan kişilerin kötülükten
sakındırmalarının gerekliliği hususunda görüş birliği vardır. Şayet ciddi bir zarar
gelmesinden korkacak olursa, hiç değilse kalbiyle ona karşı çıkar, o kötülüğü
işleyen kimselerden uzak kalır ve onunla birlikte oturup kalkmaz. Zira burada,
günahkârlarla oturup kalkmanın yasaklandığı ve onlardan uzaklaşmanın
emredildiği görülmektedir. Şu bilinmelidir ki Allah’a, Peygamber’e ve Kur’an’a
imanla kâfirleri dost edinmenin bir arada düşünülmesi bile mümkün değildir:
80. Onların çoğunun kâfirleri dost ve sırdaş edindiklerini görürsün. Nefislerinin bizzat kendilerinin geleceği için işleyip gönderdikleri şey gerçekten ne kötüdür ki, bu yüzden Allah’ın gazabına uğramışlardır. Onlar cehennem azabı içinde ebedî olarak kalacaklardır.
81. Şayet Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene inanıyor olsalardı kâfirleri dost ve sırdaş edinmezlerdi. Ne var ki, onların birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.
Din
ve iman iddiasında bulunan Kitap ehlinden bir çoğu, Allah Resûlü’ne ve
mü’minlere kinlerinden dolayı kâfirleri, müşrikleri dostlar ediniyorlar ve
onların tarafını tutuyorlardı. Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e karşı savaşmak
konusunda ittifak kurmak için Mekke müşriklerinin yanına gitmişlerdi. Hatta
müşrikler kendilerine, “Bizim dinimiz mi yoksa Muhammed’in dini mi haktır,
hangimiz doğru yoldayız?” diye sorduklarında “Siz doğru yoldasınız” diye cevap
veriyorlardı. (bk. Nisâ 4/51) Bu tavır ve davranışlarıyla onlar âhiretleri için
son derece kötü bir amel işlemekte; Allah’ın gazabına uğramalarına ve kâfir
olarak ölerek ebediyen azap içinde kalmalarına sebep olacak işler yapmakta
idiler. Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve kitaplara gerçekten inanmış
olsalardı, müslümanlar aleyhine kâfirleri ve müşrikleri dost edinemezlerdi.
Çünkü bunun haram olduğu kendi peygamberlerinin şeriatinde ve ona indirilen
kitapta da açıkça bildirilmişti. Hâsılı hakiki iman, müşrikleri dost edinmeye
mânidir. Fakat onlar mü’min değil, dinden; Allah’a, peygamberlerine ve
kitaplarına imandan çıkmış fâsık kimselerdir. Bunlar içinde özellikle yahudiler
ve müşrikler, mü’minlere karşı pek şiddetli bir düşmanlık beslemektedirler:
82. İnsanlar içinde mü’minlere en şiddetli düşmanlık besleyenlerin yahudiler ve Allah’a şirk koşanların olduğunu görürsün. Yine insanlar içinde mü’minlere sevgi, şefkat ve alaka bakımından en çok yakınlık duyanların ise “Biz Hristiyanız” diyenler olduğunu görürsün. Çünkü onların içinde ilim ve ibâdetle meşgul dürüst din âlimleri ve kendilerini Allah’a adamış rahipler vardır. Onlar, gerçekler karşısında büyüklenmezler.
Bu
âyet ve bundan sonraki üç ayetin (82-85) iniş sebebi olarak şu hâdiseler
rivayet edilmektedir:
Birincisi;
Allah Resûlü (s.a.s.) Mekke-i Mükerreme’de müşriklerin, ashâbına kötülük
yapmalarından endişe etmekteydi. Bir çıkış yolu olarak Cafer b. Ebî Talib ve
İbn Mes’ûd’u ashâbından bir grup ile birlikte Necaşi’ye gönderdi. Onlara: “O
sâlih bir kraldır; zulmetmez ve yanında kimseye zulmedilmez. Ona gidin. Umulur
ki Allah bu şekilde müslümanlara bir ferahlık ve kurtuluş müyesser kılar”
buyurdu. Cafer ve yanındakiler Necâşî’nin yanına varınca onlara ikramda bulundu
ve: “Size indirilen Kur’an’dan bir şeyler biliyor musunuz?” diye sordu. “Evet”
dediler. “O halde onlardan okuyun” dedi. Etrafında papaz ve rahipler de vardı.
Cafer (r.a.) Meryem süresini okumaya başladı. Her bir âyeti okuduğunda burada
zikredilen gerçekleri tanıyıp bildikleri için gözlerinden yaşlar süzülmeye
başladı. Hatta Necâşî, yerden bir ot parçası alarak: “Vallahi, Allah Teâlâ’nın
İncil’de Hz. Meryem ve Hz. İsa hakkında bahsettiği ile bu ayetler arasında şu
kadarcık bile bir fark yok” dedi. Hz. Cafer kıraatini tamamlayıncaya kadar da
ağlamaya devam ettiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 205-206; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XII, 57)
İkincisi;
Habeş kralı Necâşî, tebaasının seçkinlerinden 30 kişilik bir heyeti Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) göndermişti. Efendimiz onlara Kur’ân’dan
Yâsîn sûresini okudu. Orada bulunanların kalpleri inceldi, ağladılar ve:
“Allah’a yemin ederiz ki biz bunları biliyoruz. Bunlar İsa’ya indirilenlere ne
kadar çok benziyor” deyip iman ettiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler
indirildi. Bu hey’et, Necâşî’ye dönüp olanları ona da anlattılar ve o da
müslüman oldu. Necâşî müslüman olarak öldü. Onun ölüm haberi Peygamber
Efendimiz (s.a.s.)’e ulaşınca Medine’de onun için giyâbî cenaze namazı
kıldırdı. (Taberî, VII, 3-6; Vâhidi, s. 206)
Mü’minlere
en amansız düşmanlık yapanlar ve yapacak olanlar yahudiler ve müşriklerdir.
Düşmanlığın şiddeti açısından yahudiler müşriklerden de önde gelmektedir. Çünkü
bunların dünya hırsı hepsinden daha fazladır. (bk. Bakara 2/96) Kalpleri son
derece kasvetlidir. (bk. Mâide 5/13) İmansızlık, menfaatperestlik ve günahlar
yüzünden o kalpler taş gibi, taştan daha katı hale gelmiştir. (bk. Bakara 2/74)
Nefsani arzularına düşkünlükleri, fesat çıkarmaya meyilleri, Hakk’a karşı kibir
ve inatları pek kuvvetlidir. Peygamberleri yalanlama ve öldürmede, isyan ve
ihtilal yapmada, fitne ateşini körüklemede maharet ve alışkanlıkları pek
çoktur. müslümanlara şiddetli düşmanlıklarının altında yatan mühim sebeplerden
bir kısmı bunlardır. Mü’minlere muhabbet besleme açısından en yakın olanlar ise
“Biz hıristiyanız” diyen kimselerdir. Aslında çoğunluk itibariyle bunlar mü’min
değildir ve müslümanlara karşı düşmanlık bunlarda da mevcuttur. Fakat yahudi ve
müşriklerle mukayese edildiğinde öbürlerinin düşmanlık yönleri önde, bunların
ise mü’minleri sevebilme kabiliyeti fazladır. Bu âyet-i kerîmede yahudilere
nispetle hıristiyanlardan daha fazla kimsenin hidâyete ereceğine işaret vardır
ki tarihi gerçekler de bunun doğruluğuna şâhitlik yapmaktadır.
Âyet-i
kerîmede hıristiyanların müslümanlara daha yakın olmalarının sebepleri şöyle
haber verilmektedir:
›
Hıristiyanlar arasında kıssîslerin yani ilim ve ibâdetle meşgul
olan keşişlerin bulunmasıdır. Bunlar ilmî ve dinî araştırmalar itibariyle Hıristiyanların
önde gelen bilginleri ve ibâdetle meşgul olan kişileridir.
›
Onlar arasında ruhbanların bulunmasıdır. Ruhban, “râhipler”
demektir. Allah ve âhiret korkusuyla mânastırlarda ibâdete çekilen, nefislerini
ezen ve dünyayı terk eden kişilere bu isim verilmektedir.
›
Hıristiyanların, yahudi ve müşriklere göre gerçekleri kabulde daha
ılımlı ve mütevazı insanlar olmalarıdır. Tevazu, insanın Yüce Allah’ın kudreti
karşısında kendi küçüklüğünün ve aczinin idraki içinde olması, bu sebeple bir yandan O’na itaat etmesi,
diğer yandan O’nun yaratıklarına karşı şefkat ve merhametle muamele etmesini
ifade eder. Dolayısıyla burada alçak gönüllü olmayı ve kendine kötülük edene
bile müsamaha ile davranmayı esas kabul eden Hıristiyanlığın, bu anlayışa diğer
dinlere nispetle daha yakın olduğuna dikkat çekilmiştir. Özellikle dini
kaynaklarından öğrenen, ilim ve amele ehemmiyet veren âlimlerin ve dünyaya ait
arzulardan arınmaya çalışan rahiplerin, mânevîyat önderlerinin varlığı, Hıristiyanların
kibirlerini kıran ve onları mü’minleri sevmeye yaklaştıran mühim bir sebep
olduğu anlaşılmaktadır.
Görüldüğü
üzere kibirsiz, mütevazı ve mü’minlere muhabbet bakımından diğerlerinden daha
yakın duran Hıristiyanlar içinde Kur’an’a ve Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’e
iman eden ve iman edecek olan rakik kalpli, Hakk’ı bilen mü’minlerin de
bulunduğunu haber vermek üzere şöyle buyrulur:
83. O âlim ve rahiplerin, Peygamber’e indirilen Kur’an’ı dinledikleri zaman, kendi kitaplarında görüp tanıdıkları gerçeği bunda bulmaları sebebiyle gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün! Onlar şöyle derler: “Rabbimiz! Biz iman ettik, artık bizi gerçeğe şâhitlik edenlerle beraber yaz.”
Onlar
arasında iman şerefine erenler, Allah Resûlü (s.a.s.)’e indirilen Kur’ân-ı
Kerîm’i dinledikleri zaman, bunun Allah kelâmı olduğunu anlar, daha önce kendi
kitaplarında âşinâ oldukları bu gerçekleri yeniden duymanın heyecanıyla
duygulanır, müteessir olur ve gözlerinden yaşlar boşanır, imanlarını ikrar
ederler. “Rabbimiz! Biz iman ettik, artık bizi gerçeğe şâhitlik edenlerle
beraber yaz” (Mâide 5/83) derler. Kur’an’ın gerçekliğine şâhitlik
etmiş bulunan Muhammed ümmeti defterine yazılmalarını niyaz ederler.[1]
Kendi nefislerinin fısıltılarına veya müslüman olmalarına itiraz edenlere karşı
da artık gerçekten inandıklarını teyit ve ispat için “Bütün arzumuz,
Rabbimizin bizi sâlih kullar arasına katarak cennete koyması iken, Allah’a ve
bize gelen gerçeğe niçin iman etmeyelim!” (Mâide 5/84) derler. Şu
halde inanmamak için hiçbir haklı sebep olmadıktan başka, üstelik Muhammed
ümmeti gibi sâlihler zümresinin nâil olacakları güzel mükâfatlara iştirak etme
arzusu gibi iman etmeyi gerekli kılan pek yüksek ve mühim bir sebep de
mevcuttur. Şüphesiz Allah, bu şekilde hakkı bulan, onun doğruluğunu ikrar eden
ve bir daha ondan ayrılmayı düşünmeyen bahtiyar kulları, altlarından ırmaklar
akan ve içinde ebedi kalacakları cennetlerle mükâfatlandıracaktır. İyiliğin
karşılığı şüphesiz iyilik olacaktır. Dünya hayatında düşüncesi, niyeti,
itikadı, sözü ve ameli güzel olanlar; yaptıkları işleri Allah görüyormuşçasına
en iyi yapanlar böyle ilâhî lutuflara ve ebedî nimetlere kavuşacaklardır. Fakat
Allah’ın âyetlerini inkâr eden, yalanlayan ve yok sayanlar, dolayısıyla şu fani
ömürlerini küfür, günah ve gaflet karanlıkları içinde geçirenler ancak
cehennemin dostları olabileceklerdir.
Önceki âyetlerde Hıristiyanlar içinde bulunan keşiş ve ruhbanlar
methedildi. Ruhbanlık ise dünya lezzetleri, nimet ve güzelliklerinden büsbütün
çekilip uzaklaşmak demektir. Bundan hareketle müslümanların ruhbanlığa teşvik
edildiği mânası anlaşılmamasını temin ve İslâm’da ruhbanlığın bulunmadığını
belirtme sadedinde söz helâl ve haram yiyeceklere getirilerek mü’minlere şöyle
hitap edilmektedir:
[1]
Hakiki âlimlerin hali işte böyle olur. Onlar ilâhî hakikatler karşısında
duydukları derin bir huşû ile ağlarlar, fakat baygın düşmezler. Allah’tan
niyazda bulunurlar, fakat feryat ve figan etmezler. Hüzünlü görünürler, fakat
cenaze imiş gibi bir görüntü vermezler.
84. “Bütün arzumuz, Rabbimizin bizi sâlih kullar arasına katarak cennete koyması iken, Allah’a ve bize gelen gerçeğe niçin iman etmeyelim!”
85. Bu sözlerinden dolayı Allah onları altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerle mukâfatlandırdı. İyilik yapanların mükâfatı işte budur!
Onlar arasında iman şerefine erenler, Allah Resûlü (s.a.s.)’e indirilen Kur’ân-ı Kerîm’i dinledikleri zaman, bunun Allah kelâmı olduğunu anlar, daha önce kendi kitaplarında âşinâ oldukları bu gerçekleri yeniden duymanın heyecanıyla duygulanır, müteessir olur ve gözlerinden yaşlar boşanır, imanlarını ikrar ederler. “Rabbimiz! Biz iman ettik, artık bizi gerçeğe şâhitlik edenlerle beraber yaz” (Mâide 5/83) derler. Kur’an’ın gerçekliğine şâhitlik etmiş bulunan Muhammed ümmeti defterine yazılmalarını niyaz ederler.[1] Kendi nefislerinin fısıltılarına veya müslüman olmalarına itiraz edenlere karşı da artık gerçekten inandıklarını teyit ve ispat için “Bütün arzumuz, Rabbimizin bizi sâlih kullar arasına katarak cennete koyması iken, Allah’a ve bize gelen gerçeğe niçin iman etmeyelim!” (Mâide 5/84) derler. Şu halde inanmamak için hiçbir haklı sebep olmadıktan başka, üstelik Muhammed ümmeti gibi sâlihler zümresinin nâil olacakları güzel mükâfatlara iştirak etme arzusu gibi iman etmeyi gerekli kılan pek yüksek ve mühim bir sebep de mevcuttur. Şüphesiz Allah, bu şekilde hakkı bulan, onun doğruluğunu ikrar eden ve bir daha ondan ayrılmayı düşünmeyen bahtiyar kulları, altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedi kalacakları cennetlerle mükâfatlandıracaktır. İyiliğin karşılığı şüphesiz iyilik olacaktır. Dünya hayatında düşüncesi, niyeti, itikadı, sözü ve ameli güzel olanlar; yaptıkları işleri Allah görüyormuşçasına en iyi yapanlar böyle ilâhî lutuflara ve ebedî nimetlere kavuşacaklardır. Fakat Allah’ın âyetlerini inkâr eden, yalanlayan ve yok sayanlar, dolayısıyla şu fani ömürlerini küfür, günah ve gaflet karanlıkları içinde geçirenler ancak cehennemin dostları olabileceklerdir.
Önceki âyetlerde Hıristiyanlar içinde bulunan keşiş ve ruhbanlar methedildi. Ruhbanlık ise dünya lezzetleri, nimet ve güzelliklerinden büsbütün çekilip uzaklaşmak demektir. Bundan hareketle müslümanların ruhbanlığa teşvik edildiği mânası anlaşılmamasını temin ve İslâm’da ruhbanlığın bulunmadığını belirtme sadedinde söz helâl ve haram yiyeceklere getirilerek mü’minlere şöyle hitap edilmektedir:
[1] Hakiki âlimlerin hali işte böyle olur. Onlar ilâhî hakikatler karşısında duydukları derin bir huşû ile ağlarlar, fakat baygın düşmezler. Allah’tan niyazda bulunurlar, fakat feryat ve figan etmezler. Hüzünlü görünürler, fakat cenaze imiş gibi bir görüntü vermezler.
86. Âyetlerimizi inkâr edip yalanlayanlara gelince, onlar o kızgın, alevli ateşin yoldaşıdırlar.
Onlar arasında iman şerefine erenler, Allah Resûlü (s.a.s.)’e indirilen Kur’ân-ı Kerîm’i dinledikleri zaman, bunun Allah kelâmı olduğunu anlar, daha önce kendi kitaplarında âşinâ oldukları bu gerçekleri yeniden duymanın heyecanıyla duygulanır, müteessir olur ve gözlerinden yaşlar boşanır, imanlarını ikrar ederler. “Rabbimiz! Biz iman ettik, artık bizi gerçeğe şâhitlik edenlerle beraber yaz” (Mâide 5/83) derler. Kur’an’ın gerçekliğine şâhitlik etmiş bulunan Muhammed ümmeti defterine yazılmalarını niyaz ederler.[1] Kendi nefislerinin fısıltılarına veya müslüman olmalarına itiraz edenlere karşı da artık gerçekten inandıklarını teyit ve ispat için “Bütün arzumuz, Rabbimizin bizi sâlih kullar arasına katarak cennete koyması iken, Allah’a ve bize gelen gerçeğe niçin iman etmeyelim!” (Mâide 5/84) derler. Şu halde inanmamak için hiçbir haklı sebep olmadıktan başka, üstelik Muhammed ümmeti gibi sâlihler zümresinin nâil olacakları güzel mükâfatlara iştirak etme arzusu gibi iman etmeyi gerekli kılan pek yüksek ve mühim bir sebep de mevcuttur. Şüphesiz Allah, bu şekilde hakkı bulan, onun doğruluğunu ikrar eden ve bir daha ondan ayrılmayı düşünmeyen bahtiyar kulları, altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedi kalacakları cennetlerle mükâfatlandıracaktır. İyiliğin karşılığı şüphesiz iyilik olacaktır. Dünya hayatında düşüncesi, niyeti, itikadı, sözü ve ameli güzel olanlar; yaptıkları işleri Allah görüyormuşçasına en iyi yapanlar böyle ilâhî lutuflara ve ebedî nimetlere kavuşacaklardır. Fakat Allah’ın âyetlerini inkâr eden, yalanlayan ve yok sayanlar, dolayısıyla şu fani ömürlerini küfür, günah ve gaflet karanlıkları içinde geçirenler ancak cehennemin dostları olabileceklerdir.
Önceki âyetlerde Hıristiyanlar içinde bulunan keşiş ve ruhbanlar methedildi. Ruhbanlık ise dünya lezzetleri, nimet ve güzelliklerinden büsbütün çekilip uzaklaşmak demektir. Bundan hareketle müslümanların ruhbanlığa teşvik edildiği mânası anlaşılmamasını temin ve İslâm’da ruhbanlığın bulunmadığını belirtme sadedinde söz helâl ve haram yiyeceklere getirilerek mü’minlere şöyle hitap edilmektedir:
[1] Hakiki âlimlerin hali işte böyle olur. Onlar ilâhî hakikatler karşısında duydukları derin bir huşû ile ağlarlar, fakat baygın düşmezler. Allah’tan niyazda bulunurlar, fakat feryat ve figan etmezler. Hüzünlü görünürler, fakat cenaze imiş gibi bir görüntü vermezler.
87. Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı temiz ve güzel nimetleri kendinize haram kılmayın! Haddi de aşmayın; çünkü Allah haddi aşanları sevmez.
88. Allah’ın size verdiği helâl ve temiz rızıklardan yiyin. Kendisine iman ettiğiniz Allah’a karşı gelmekten sakının!
Bu
âyetlerin iniş sebebiyle alakalı şöyle bir rivayet nakledilir:
Ashâb-ı kirâmdan bâzıları birgün Sevgili
Peygamberimiz’in ibâdetini öğrenmek için mü’minlerin annelerine sormuşlardı.
Onlar da gördüklerini anlattılar. Efendimiz’in îtidâl üzere yapmış olduğu
ibâdetlerini az gören bu kimseler kendi kendilerine:
“– Allah’ın Resûlü nerede biz neredeyiz? Onun
geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır” dediler. İçlerinden biri:
“– Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece
uyumaksızın namaz kılacağım”
dedi. Bir diğeri:
“– Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç
tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim”
dedi. Üçüncü sahâbî de:
“– Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak
kalacak, asla evlenmeyeceğim”
diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve
kendilerine şunları söyledi:“ Şöyle şöyle
diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum! Allah’a yemin ederim ki ben sizin Allah’tan
en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazan oruç tutuyor, bazan
tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum.
Benim sünnetimden yüz çeviren kimse, benden değildir.” (Buhârî, Nikâh 1)
Sonra sahâbeyi toplayıp onlara şöyle bir
konuşma yaptı:
“Birtakım kimselere ne oluyor ki hanımlarıyla beraber olmayı, yeme içmeyi,
güzel koku sürmeyi, uyumayı ve meşrû sayılan dünya zevklerini kendilerine haram
kılıyorlar. Şüphesiz ki ben size keşiş ve ruhban olmanızı emretmiyorum. Benim
dinimde et yemeyi terk etmek, kadınlardan uzaklaşmak bulunmadığı gibi, dünyadan
el etek çekip manastırlara sığınmak da yoktur. Ümmetimin seyahati oruç,
ruhbanlığı ise cihaddır. Allah’a ibâdet ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak
koşmayınız, hac ve umre yapınız, namazlarınızı kılınız, zekâtınızı veriniz,
Ramazan orucunu tutunuz. Siz dosdoğru olunuz ki başkaları da öyle olsun. Sizden
önceki ümmetler, aşırılıkları yüzünden helâk oldular. Dini kendilerine
zorlaştırdılar, Allah da onlara zorlaştırdı. Bugün kilise ve manastırlarda
bulunanlar, onların artıklarıdır.” (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 207-208)
Eşyada
aslolan mübahlıktır. Allah Teâlâ bunları kulların hayatiyetlerini devam
ettirmeleri için yaratmıştır. Ancak imtihan gayesiyle bir takım şeyler haram
kılınmış, onlara dokunulmaması emredilmiştir. Zaten dinlerin gönderiliş maksadı
da neyin helâl neyin haram olduğunu beyân etmek ve insanların bu sınırlar
içinde yaşamalarını sağlamaktır. Bu yetki sadece dine ait olup, kulların
kendiliklerinden bir şeyi haram veya helâl kılma salahiyetleri yoktur. Bu
hususla ilgili âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Hiçbir delile dayanmadan sırf dillerinizin yalan yere
nitelendirmesiyle, “Şu helâldir, şu haramdır” demeyin. Böyle yapmakla Allah
adına yalan uydurmuş olursunuz. Allah adına yalan uyduranlar ise asla kurtuluşa
eremezler.” (Nahl 16/116)
“De ki: «Allah’ın kulları için yarattığı zînetleri, temiz ve hoş
rızıkları kim haram kılabilir?»” (A‘râf 7/32)
Bu
âyetlerin mânasını izah sadedinde âlimlerimizin güzel açıklamaları olmuştur. Şu
misal ne kadar dikkat çekicidir: Bir adam Hasan Basrî’ye gelir ve bir
komşusunun, şükrünü edâ edemeyeceği için pelte yemediğini söyler. Hasan Basrî
de: “Komşun soğuk su içiyor mu?” diye sorar. Adam, “Evet” deyince de: “Senin
komşun meğer soğuk suyun şükrünün, pelteden daha ağır olduğunu bilemeyecek
kadar cahil bir adammış” der.
Yine
Allah dostlarından Fudayl (k.s.)’a zühd için güzel elbise, et ve hurma tatlısı
gibi güzel şeyleri terk etmenin hükmü sorulur. Ben tatlı yemem diyen adama: “Keşke
hem yeseydin hem de Allah’tan korksaydın. Çünkü Allah Teâlâ helâl ve temiz
şeyleri yemeni kerih görmez. Sen asıl, annene babana iyilik yapmaya, sıla-i
rahime riayete, komşuna iyilik etmeye, bütün müslümanlara merhametli olmaya,
kinini yutmaya, sana zulmedeni affetmeye, sana kötülük yapana iyilik etmeye,
belalara karşı sabırlı ve tahammüllü olmaya bak. Bu gibi hükümler zühd için
hurma tatlısını terk etmekten daha önemlidir” tavsiyesinde bulunur.
87.
âyetteki “Haddi aşmayın” ifadesine şu mânaları vermek mümkündür: Helâli haram
sayarak Allah’ın hükümranlık alanına girmeyin. O hoş ve temiz rızıkları
kazanırken başkalarının hakkına tecavüz etmek suretiyle haram yapmayın. Helâl
şekilde kazandığınız nimetlere de normal ihtiyaçtan daha fazla hırs ve
düşkünlük ile atılıp İsrâf etmeyin. Sadece şehvetlerin peşine koşmayın. Gerek
kendinizin gerek başkalarının hakkını gözeterek ölçülü bir şekilde hareket
edin. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.
88.
âyetteki “yiyin” ifadesi, “yeme, içme, giyinme, seyahat etme gibi yollarla
dünya nimetlerinden yararlanın” mânasında olup, insanın günlük hayatının
vazgeçilmez ihtiyaçlarından ve dünya nimetlerinden istifade etmenin en önde
gelen yolu olması sebebiyle “yeme” fiili esas alınmıştır.
Gerek
helâl olan nimetleri kendimize haram kılma, gerekse başka hususlarda olsun,
yapılan bir yeminden dönülmesi gerektiğinde ödenecek kefareti bildirmek üzere
şöyle buyruluyor:
89. Allah kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutar. Bunun kefâreti, ailenize yedirdiğinizin orta hallisiyle on fakiri bir gün sabah akşam doyurmak veya giydiğiniz orta hallisiyle onları giydirmek yahut bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır. Buna gücü yetmeyen üç gün oruç tutmalıdır. İşte yemin ettiğinizde onu bozmanın kefâreti budur. Bununla birlikte, yeminlerinize bağlı kalıp gereğini yerine getirin. Şükredebilmeniz için Allah size âyetlerini işte böyle açıklamaktadır.
Ağızdan kasıtsız bir şekilde, düşünmeden ve rastgele çıkan
yeminlerin herhangi bir bağlayıcılığı yoktur. Bunların gereğini yerine getirmek
lazım gelmediği gibi, bozulması da bir kefaret gerektirmez. Çünkü bu bir akit
değildir. Fakat gelecekle alakalı olarak “vAllahi şöyle yapacağım, böyle
yapacağım, şöyle olursa böyle edeceğim” tarzında kişinin kendini bağladığı,
sağlam bir irade ve niyetle akdettiği yeminler bağlayıcıdır. Bunların gereğini
yerine getirmek icap eder. Aksi takdirde cezayı gerektirir. Bu tarz yapılan
yemin iki türlüdür. Birincisi günah olmayan bir şeye yemindir ki, bunun
bozulması caiz değildir, büyük günahtır. Diğeri günah olan bir işi yapmaya
yemindir ki, bunda sebat etmek bozmaktan daha günahtır. Bu sebeple daha hafif
olan günah tercih edilerek böyle bir yemin bozulmalı ve kefareti ödenmelidir.
Bozulan yeminin kefareti,
kişinin maddî imkânlarının durumuna göre şu yollardan biriyle ifâ edilir:
Maddî durumu müsait olan:
› Ya ailesine
yedirdiğinin orta derecesinden bir gün sabah akşam on fakiri doyurur,
› Veya on
fakiri baştan ayağa giyindirir,
› Yahut bir
köleyi özgürlüğüne kavuşturur.
› Bunlardan
birini yapmaya gücü yetmeyecek kadar fakir olan birisi ise, bozduğu yeminin
kefareti olarak üç gün oruç tutar.
İslâm, helâl olan nimetleri haram kılmayı yasakladığı gibi, haram
kıldığı şeylerden de şiddetle sakınılması gerektiğini haber verir:
90. Ey iman edenler! İçki, kumar, tapınmak ve putlara kurban kesmek için dikilen taşlar, fal ve şans okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.
Bu
âyetlerde içki, kumar, putlara tapmak ve falcılık kesin bir dille
yasaklanmıştır. Aklı örtüp onu çalışmaz hale getirdiği için içkiye اَلْخَمْرُ (hamr); haksız ve kolay bir şekilde para
kazanma yolu olması sebebiyle kumara اَلْمَيْسِرُ
(meysir) denilmiştir. (bk. Bakara 2/219) اَلْاَنْصَابُ
(ensâb), tapmak için dikilen taşlar, yani putlardır. اَلْاَزْلَامُ
(ezlâm) ise üzerinde “hayır” ve “şer” kelimelerinin yazıldığı, câhiliye
döneminde Arap geleneğinde önemli bir işe başlamadan önce, bu işin sonunun
hayırlı olup olmayacağını anlamak maksadıyla kullanılan fal oklarıdır. (bk.
Mâide 5/3)
İslâm’da
fert ve toplum hayatı için büyük önem arzeden emirler tedricî olarak geldiği
gibi, aynı şekilde toplumda iyice yerleşmiş bulunan kötülüklerin yasaklanması
da yine tedricî olarak vuku bulmuştur. Çünkü insanı terbiye etme ve ona bir
kısım gerçekleri kabul ettirmede tedricîlik, yani belli bir usûl çerçevesinde
adım adım hareket etmek çok mühim bir yere sahiptir. Bu sebeple Kur’an, içki ve
kumarı da tedricî bir yolla haram kılmıştır. İçkinin haram kılınması dört
merhalede olmuş ve bu konuda belli aralıklarla dört âyet inmiştir:
› “Hurma
ağaçlarının ve üzüm asmalarının meyvelerinden hem sarhoşluk veren bir içki hem
de güzel bir rızık elde edersiniz. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum
için kesin bir delil vardır.” (Nahl 16/67) Bu âyet inince müslümanlar içki içmeye devam
etmişlerdir. Çünkü o zaman henüz içki içmek haram kılınmamıştı.
›
Hz. Ömer, Muâz b. Cebel ve sahâbeden bir grup Resûlullah (s.a.s.)’e
gelerek: “Ya Rasûlallah bize içki hakkında fetvâ ver. Çünkü o aklı
gidermektedir” dediler. Bunun üzerine: “Rasûlüm! Sana içki ve kumarın
hükmünü soruyorlar. Şöyle de: «Onlarda büyük bir günah ve zarar, bununla
birlikte insanlar için birtakım faydalar da vardır; fakat günah ve zararları
faydalarından daha büyüktür.»” (Bakara 2/219) âyeti indi. Bunun üzerine bir
takım müslümanlar içki içmeye devam edip: “Biz faydasını alır kötülüğünü terk
ederiz” dediler. Bir kısmı ise içki içmeyi terk edip: “İçinde pek büyük bir
günah olan bir şeye bizim ihtiyacımız yok” dediler. (Vâhidi, s. 73)
›
Abdurrahmân b. Avf (r.a.), içki içenlerden bazılarını evine davet
etti. İçtiler ve sarhoş oldular. Namaz vakti olunca namaza durdular. İmam
“Kâfirûn” sûresini okumaya başladı. Şöyle diyordu: “De ki: Ey kâfirler, ben
sizin ibâdet ettiğinize ibâdet ederim.” Sûrenin sonuna kadar “ibâdet
etmem” ifadelerini hep “ibâdet ederim” şeklinde okudu. Bunun üzerine “Ey iman edenler! Sarhoş iken ne
söylediğinizi bilecek derecede ayıkıncaya kadar namaza yaklaşmayın...” (Nisâ 4/43) âyeti indi. (Vâhidi,
s. 73) Bu âyetin inmesinden sonra içki içenler epey azaldı. İçkiyi terkedenler:
“Bizi namazdan alıkoyan bir şeyde hayır yoktur” dediler. Bazı kimseler ise
namaz vakti dışında olmak üzere içki içmeye devam ettiler. Meselâ yatsı
namazından sonra içiyor sabahlayınca sarhoşluğu zâil olmuş oluyordu. Veya sabah
namazından sonra içiyor ve öğle vakti gelinceye kadar ayılıyordu.
›
Utban b. Mâlik bir ziyâfet tertip edip müslümanlardan bazılarını davet
etti. Davet edilenlerin içinde Sa‘d b. Ebî Vakkâs (r.a.) da vardı. Utban
misafirleri için deve kellesi kızartmıştı. Ondan doyuncaya kadar yediler ve
sarhoş oluncaya kadar içki içtiler. Sonra nesepleriyle övünmeye ve bu konuda
şiirler söylemeye başladılar. Bu sırada Sa‘d, ensârı hicveden, kötüleyen bir
şiir söyleyip kavmiyle övününce bir adam, devenin çene kemiğini alarak Sa’d’ın
başına vurdu ve yardı. Bunun üzerine Sa‘d, Resûlullah (s.a.s.)’e gelerek
ensârdan olan adamı şikâyette bulundu. Bunun üzerine de içkiyi kesin olarak
yasaklayan Mâide sûresinin 90-91. âyetleri nâzil oldu. (Müslim,
Fedâilü’s-sahâbe 43; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VII, 45-6).[1]
Bu
âyet-i kerîmelerde içki ve kumarın haramlığı peş peşe dokuz tekitle beyân
edilmiştir:
Cümlenin başı bu günahların büyüklüğünü ifade eden اِنَّمَا (innemâ) edâtı ile başlamıştır.
İçki ve kumar, putlar ve fal okları ile beraber zikredilerek, “İçki
içen puta tapan gibidir” (İbn Mâce, Eşribe 3) hadis-i şerifi delaletince
bunlar puta tapıcılık kabilinden gösterilmiştir.
Bunlara rics yani “pislik” adı verilmiştir.
Başlı başına şer veya kötülüğü galip olduğuna dikkat çekilerek
bunlar “şeytan işi” olarak vasıflandırılmıştır.
“Bunlardan kaçının” emriyle bizzat kendilerinden çekinilmesi
emredilmiştir.
Bu çekinme, felâha; dünya saadeti ve âhiret selâmetine ermek için
bir sebep yapılmıştır.
İçki ve kumarda şeytanın gayesi, başka değil, ancak insanlar
arasına kin ve düşmanlık düşürmek, onları Allah’ı zikretmekten ve namazı
kılmaktan menetmektir. Allah’ı unutan ve namazdan uzaklaşan kişi artık her
türlü günahı ve cinayeti işler, dinini ve imanını tehlikeye atar, hem dünyasını
hem de âhiretini mahveder.
Bunların haram kılınma sebepleri açıklandıktan sonra itaat sözü
alınmak üzere bir soru ile anlaşmayı belgelemek için “Artık siz şimdi bu
yasaklamayı kabul ettiniz ve içki ve kumardan tamamen vazgeçtiniz mi? Elbette
geçtiniz, değil mi?” buyrulmuştur.
92. âyette de itaati belgelemek ve aykırı davranışlardan
sakındırmak sûretiyle bunlardan vazgeçmeleri, Allah’a ve Peygamber’e itaat
etmeleri ve onların emrine karşı gelmekten çekinmeleri istenmektedir. Eğer
itaatten yüz çevirecek olurlarsa, peygamberin üzerine ait olan vazifenin açık
bir tebliğden ibaret olduğu, onu da yerine getirdiği, dolayısıyla bundan
ötesinin sorumluluğu ve zararı ona değil, itaatten yüz çevirenlere ait olduğu
vurgulanmaktadır.
Yasaklanmadan
önce içki içenlerin, kumar oynayanların durumlarını aydınlatmak ve içlerinde
çöreklenen soruları cevaplandırmak üzere buyruluyor ki:
[1] İçkinin kötülüğüyle ilgili âlimlerimiz çok güzel
açıklamalarda bulunmuşlardır. Amr b. Edhem içkiyi kötüleyerek şöyle der: “Eğer
akıl satın alınsaydı, satın alınmaya lâyık en güzel şey o olurdu. Fakat malı
ile ahmaklığı satın alıp onu kafasına sokan, yakasına kusan ve eteğine pisleyen
kimseye taaccüp olunur.” Hz. Ali (r.a.)’ın şöyle dediği nakledilir: “Bir kuyuya
bir damla şarap düşse sonra o kuyunun yerine bir minâre inşâ edilse, o minârede
ezan okumam. Denize bir damla şarap düşse sonra o deniz kuruyup yerinde ot
bitse asla orada hayvanlarımı otlatmam.” İbn Ömer (r.a.) da şöyle demiştir:
“Eğer bir parmağımı içkiye sokarsam o parmağı kendimden saymam”.
91. Hiç şüphesiz şeytan içki ve kumar yoluyla sizin aranıza ancak düşmanlık ve kin bırakmak, sizi Allah’ı zikretmekten ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz, değil mi?
92. Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve onlara itaatsizlikten sakının. Eğer itaatten yüz çevirirseniz, bilin ki, elçimize düşen açıkça tebliğ etmekten ibarettir.
Bu âyetlerde içki, kumar, putlara tapmak ve falcılık kesin bir dille yasaklanmıştır. Aklı örtüp onu çalışmaz hale getirdiği için içkiye اَلْخَمْرُ (hamr); haksız ve kolay bir şekilde para kazanma yolu olması sebebiyle kumara اَلْمَيْسِرُ (meysir) denilmiştir. (bk. Bakara 2/219) اَلْاَنْصَابُ (ensâb), tapmak için dikilen taşlar, yani putlardır. اَلْاَزْلَامُ (ezlâm) ise üzerinde “hayır” ve “şer” kelimelerinin yazıldığı, câhiliye döneminde Arap geleneğinde önemli bir işe başlamadan önce, bu işin sonunun hayırlı olup olmayacağını anlamak maksadıyla kullanılan fal oklarıdır. (bk. Mâide 5/3)
İslâm’da fert ve toplum hayatı için büyük önem arzeden emirler tedricî olarak geldiği gibi, aynı şekilde toplumda iyice yerleşmiş bulunan kötülüklerin yasaklanması da yine tedricî olarak vuku bulmuştur. Çünkü insanı terbiye etme ve ona bir kısım gerçekleri kabul ettirmede tedricîlik, yani belli bir usûl çerçevesinde adım adım hareket etmek çok mühim bir yere sahiptir. Bu sebeple Kur’an, içki ve kumarı da tedricî bir yolla haram kılmıştır. İçkinin haram kılınması dört merhalede olmuş ve bu konuda belli aralıklarla dört âyet inmiştir:
› “Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının meyvelerinden hem sarhoşluk veren bir içki hem de güzel bir rızık elde edersiniz. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum için kesin bir delil vardır.” (Nahl 16/67) Bu âyet inince müslümanlar içki içmeye devam etmişlerdir. Çünkü o zaman henüz içki içmek haram kılınmamıştı.
› Hz. Ömer, Muâz b. Cebel ve sahâbeden bir grup Resûlullah (s.a.s.)’e gelerek: “Ya Rasûlallah bize içki hakkında fetvâ ver. Çünkü o aklı gidermektedir” dediler. Bunun üzerine: “Rasûlüm! Sana içki ve kumarın hükmünü soruyorlar. Şöyle de: «Onlarda büyük bir günah ve zarar, bununla birlikte insanlar için birtakım faydalar da vardır; fakat günah ve zararları faydalarından daha büyüktür.»” (Bakara 2/219) âyeti indi. Bunun üzerine bir takım müslümanlar içki içmeye devam edip: “Biz faydasını alır kötülüğünü terk ederiz” dediler. Bir kısmı ise içki içmeyi terk edip: “İçinde pek büyük bir günah olan bir şeye bizim ihtiyacımız yok” dediler. (Vâhidi, s. 73)
› Abdurrahmân b. Avf (r.a.), içki içenlerden bazılarını evine davet etti. İçtiler ve sarhoş oldular. Namaz vakti olunca namaza durdular. İmam “Kâfirûn” sûresini okumaya başladı. Şöyle diyordu: “De ki: Ey kâfirler, ben sizin ibâdet ettiğinize ibâdet ederim.” Sûrenin sonuna kadar “ibâdet etmem” ifadelerini hep “ibâdet ederim” şeklinde okudu. Bunun üzerine “Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilecek derecede ayıkıncaya kadar namaza yaklaşmayın...” (Nisâ 4/43) âyeti indi. (Vâhidi, s. 73) Bu âyetin inmesinden sonra içki içenler epey azaldı. İçkiyi terkedenler: “Bizi namazdan alıkoyan bir şeyde hayır yoktur” dediler. Bazı kimseler ise namaz vakti dışında olmak üzere içki içmeye devam ettiler. Meselâ yatsı namazından sonra içiyor sabahlayınca sarhoşluğu zâil olmuş oluyordu. Veya sabah namazından sonra içiyor ve öğle vakti gelinceye kadar ayılıyordu.
› Utban b. Mâlik bir ziyâfet tertip edip müslümanlardan bazılarını davet etti. Davet edilenlerin içinde Sa‘d b. Ebî Vakkâs (r.a.) da vardı. Utban misafirleri için deve kellesi kızartmıştı. Ondan doyuncaya kadar yediler ve sarhoş oluncaya kadar içki içtiler. Sonra nesepleriyle övünmeye ve bu konuda şiirler söylemeye başladılar. Bu sırada Sa‘d, ensârı hicveden, kötüleyen bir şiir söyleyip kavmiyle övününce bir adam, devenin çene kemiğini alarak Sa’d’ın başına vurdu ve yardı. Bunun üzerine Sa‘d, Resûlullah (s.a.s.)’e gelerek ensârdan olan adamı şikâyette bulundu. Bunun üzerine de içkiyi kesin olarak yasaklayan Mâide sûresinin 90-91. âyetleri nâzil oldu. (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe 43; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VII, 45-6).[1]
Bu âyet-i kerîmelerde içki ve kumarın haramlığı peş peşe dokuz tekitle beyân edilmiştir:
Cümlenin başı bu günahların büyüklüğünü ifade eden اِنَّمَا (innemâ) edâtı ile başlamıştır.
İçki ve kumar, putlar ve fal okları ile beraber zikredilerek, “İçki içen puta tapan gibidir” (İbn Mâce, Eşribe 3) hadis-i şerifi delaletince bunlar puta tapıcılık kabilinden gösterilmiştir.
Bunlara rics yani “pislik” adı verilmiştir.
Başlı başına şer veya kötülüğü galip olduğuna dikkat çekilerek bunlar “şeytan işi” olarak vasıflandırılmıştır.
“Bunlardan kaçının” emriyle bizzat kendilerinden çekinilmesi emredilmiştir.
Bu çekinme, felâha; dünya saadeti ve âhiret selâmetine ermek için bir sebep yapılmıştır.
İçki ve kumarda şeytanın gayesi, başka değil, ancak insanlar arasına kin ve düşmanlık düşürmek, onları Allah’ı zikretmekten ve namazı kılmaktan menetmektir. Allah’ı unutan ve namazdan uzaklaşan kişi artık her türlü günahı ve cinayeti işler, dinini ve imanını tehlikeye atar, hem dünyasını hem de âhiretini mahveder.
Bunların haram kılınma sebepleri açıklandıktan sonra itaat sözü alınmak üzere bir soru ile anlaşmayı belgelemek için “Artık siz şimdi bu yasaklamayı kabul ettiniz ve içki ve kumardan tamamen vazgeçtiniz mi? Elbette geçtiniz, değil mi?” buyrulmuştur.
92. âyette de itaati belgelemek ve aykırı davranışlardan sakındırmak sûretiyle bunlardan vazgeçmeleri, Allah’a ve Peygamber’e itaat etmeleri ve onların emrine karşı gelmekten çekinmeleri istenmektedir. Eğer itaatten yüz çevirecek olurlarsa, peygamberin üzerine ait olan vazifenin açık bir tebliğden ibaret olduğu, onu da yerine getirdiği, dolayısıyla bundan ötesinin sorumluluğu ve zararı ona değil, itaatten yüz çevirenlere ait olduğu vurgulanmaktadır.
Yasaklanmadan önce içki içenlerin, kumar oynayanların durumlarını aydınlatmak ve içlerinde çöreklenen soruları cevaplandırmak üzere buyruluyor ki:
[1] İçkinin kötülüğüyle ilgili âlimlerimiz çok güzel açıklamalarda bulunmuşlardır. Amr b. Edhem içkiyi kötüleyerek şöyle der: “Eğer akıl satın alınsaydı, satın alınmaya lâyık en güzel şey o olurdu. Fakat malı ile ahmaklığı satın alıp onu kafasına sokan, yakasına kusan ve eteğine pisleyen kimseye taaccüp olunur.” Hz. Ali (r.a.)’ın şöyle dediği nakledilir: “Bir kuyuya bir damla şarap düşse sonra o kuyunun yerine bir minâre inşâ edilse, o minârede ezan okumam. Denize bir damla şarap düşse sonra o deniz kuruyup yerinde ot bitse asla orada hayvanlarımı otlatmam.” İbn Ömer (r.a.) da şöyle demiştir: “Eğer bir parmağımı içkiye sokarsam o parmağı kendimden saymam”.
93. İman edip sâlih amel işleyenlere, artık bundan böyle günahlardan sakınıp imanda sebât ile sâlih amellere devam ettikleri, sonra takvâları ve imanları tam sağlamlaşıp kökleştiği, sonra hem günahlardan sakınıp hem de iyilik yapmaya çalıştıkları takdirde, haram olmadan önce yiyip içtiklerinden dolayı bir günah yoktur. Çünkü Allah, iyilik ve ihsân sahiplerini sever.
İçki
ve kumar kesin bir şekilde haram kılınınca ashâb-ı kirâmdan bazıları: “İçki
içip kumar parası yediği halde ölüp aramızdan ayrılanların durumu ne olacak?”
gibi sözler söyleyince bu âyet indi. (Buhârî, Tefsir 5/11; Tirmizî, Tefsir
5/10-12)
Bu
âyette sâlih amel iki defa tekrar edilmiş, iman ve takvâ üç mertebe olarak
zikredilmiş ve neticede ihsan mertebesine yer verilmiştir. Burada iman ve
takvânın üç kez tekrar edilmesi, birkaç açıdan iman ve takvânın mertebelerine
işaret sayılmıştır. Şöyle ki:
› Bu iman ve
takvâ durumu geçmiş, şimdi ve gelecek olmak üzere üç zamana işarettir.
› Bu üç hâle
işarettir: Birincisi insanın kendisiyle yine kendi nefsi ve vicdanı arasında takvâ
ve iman; ikincisi kendisiyle diğer insanlar arasında takvâ ve iman; üçüncüsü
kendisiyle Allah arasında takvâ ve imandır. Bu sebeple üçüncüsünde iman, ihsana
tebdil edilmiş ve Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in: “İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi
O’na ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, muhakkak ki o seni
görmektedir” (Buhârî, İman 37) tarifine işaret buyrulmuştur.
› Burada
başlangıç, orta ve nihayet olmak üzere takvânın üç derecesi bulunduğuna işaret
edilmiştir.
› Sakınılacak
şeylerin derecelerine işarettir. Önce azaptan sakınmak için haramı terk,
ikincisi harama düşmemek için şüpheleri terk, üçüncüsü nefsi noksandan korumak,
tabiat ve alışkanlık kirlerinden temizlemek için bazı mubah şeyleri terk etmek
gerektir.
İçki
ve kumar gibi daimî haram olanların yanında bir de sırf ibâdet etme ve terbiye
hikmetiyle haram kılınanlar vardır ki, buna sûrenin başında “İhramda iken
avlanmayı helâl saymama” (Mâide 5/1) şartıyla işaret edilmiş idi. Şimdi
tekrar bu konuya dönülerek şöyle buyruluyor:
94. Ey iman edenler! Allah, görmediği halde kendisinden korkanları ortaya çıkarmak için, ihramlıyken ellerinizle tutuverecek ve mızraklarınızla vuruverecek şekilde yakınınızda dolaşan avları yasaklamak suretiyle sizi imtihan edecektir. Buna rağmen kim yasak sınırını aşarsa, böyleleri için pek acı bir azap vardır.
Bu
âyet-i kerîme Hudeybiye senesinde müslümanlar ihramlı oldukları sırada nâzil
olmuştur. Allah Teâlâ onları av hayvanları ile imtihan etti. Öyle ki vahşî
hayvanlar, kuşlar ve av hayvanları, ellerinin uzanabileceği ve bir güç
sarfetmeden tutuverecekleri kadar yakınlarına geldi. Fakat imtihanın bir gereği
olmak üzere onları tutmaktan ve avlamaktan men edildiler. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
XII, 71)
Cenâb-ı
Hak bu imtihanı, görmedikleri halde kendisinden korkanlarla korkmayanları,
hikmetini kavrasınlar veya kavramasınlar ilâhî emirleri dikkate alanlarla
almayanları birbirinden ayırmak için yapmıştır. Önceki âyetlerde içki ve
kumarın haram kılınmasından söz edilmişti. Gerçekte içki ve kumar gibi zararlı
oldukları belli olan hususlarda Allah’ın emrine uymak biraz daha kolaydır.
Fakat bu gibi sebep ve hikmeti bilinebilen şeylerde emir ve yasaklara uymada
nefsin çıkarı bulunduğundan, Allah’a duyulan sevgi veya korkuda kulun
samimiyeti tam olarak anlaşılamaz. Bunlara itaat Allah için değil nefis için
olabilir. Tam ihlas ve teslim olma ise, yaptığını sadece Allah rızâsı için
yapmakla mümkün olur. Bu da nefse ait olan bütün arzu ve isteklerden
sıyrılmakla gerçekleşir. İşte hem ihtiyaç hem de imkân varken sırf ihramlı
olunduğundan dolayı avlanmanın yasak kılınması gibi, sebep ve hikmeti açıkça
anlaşılmayan, bütün hikmeti yalnız Allah’ın emrine itaatten ve O’nun rızâsına
uymaktan ibaret olan ve sadece bu sebeple yerine getirilmesi gereken ilâhî
emirlere uymak bu nevidendir. Bunlar vesilesiyle Allah’ı samimi bir niyetle
tanıyıp tanımayanlar, Allah için dindar olanlarla, dünya ve nefisleri için
dindar olanlar birbirinden ayrılacak, mü’minler manen terbiye edilip
olgunlaşacak ve fazilet yolunda kemâle doğru ilerleyeceklerdir.
Âyet-i
kerîmeden şu inceliği anlamak da mümkündür: Elde bulunmayan bir nimetten
vazgeçmekle, sahip olduğumuz ve rahatlıkla ulaşabileceğimiz bir nimetin
karşısında nefsi engelleyebilmek arasında şüphesiz büyük bir fark vardır.
Elbette birincisi kolay, ikincisi zordur. Mesela dağ başında kalmış bir
kimsenin açlığa sabrederek Allah’a ibâdet etmesiyle, rahatlıkla ulaşabileceği
bol nimetlere, yiyecek ve içeceklere rağmen şuurlu bir açlığı tercih ederek ibâdet
etmesi aynı değildir. Elbette ikincisi birincisine nispetle daha faziletlidir.
İşte Hıristiyanlıkta tatbik edilen ruhbanlık terbiyesiyle İslâm’ın tâlim ettiği
terbiye arasındaki fark da bu misalle daha iyi anlaşılabilecektir.
Allah
Teâlâ, bu nevi imtihanlarla mü’minleri terbiye ederek onları daha büyük
emânetleri taşıyabilecek bir olgunluğa eriştirmeyi murad etmektedir. İslâm
emânetini yüklendikleri; insanların canları, malları, ırzları kendilerine
emanet edildiği, hukukun tevzii makamına geçtikleri zaman ayaklarının
kaymamasını ve emaneti zayi etmemelerini istemektedir. O halde bu ilâhî
tâlimatlar istikâmetinde mü’minler öyle bir fazilet ile yükselmelidirler ki,
her zaman ve her yerde haram ve çirkin olan şeyler şöyle dursun, aslı helâl
olan her türlü nimetler etraflarına saçılmış, önlerine serilmiş olsa bile,
Allah’ın izni olmadan onlara el uzatmayacak, haksız ve salahiyetsiz olarak
hiçbir şeye dokunmayacak, kendine sahip, nefsine hâkim ve Allah’ın bütün
emirlerine bağlı olacaklardır. Bu ahlâkî kemalleriyle her türlü ilâhî emaneti
taşımaya salahiyetli hâle geleceklerdir.
Şimdi
de ihramlıyken av hayvanı öldürmenin cezasını bildirmek üzere buyruluyor ki:
95. Ey iman edenler! İhramlı iken av hayvanlarını öldürmeyin. İçinizde kim bu halde iken kasten bir hayvanı öldürürse, yaptığı işin vebâlini tatması için verilecek ceza şudur: Ya içinizden iki âdil kimsenin kararıyla öldürdüğü ava eş değerdeki bir hayvanı Kâbe’ye ulaştırarak kurban etmek veya kefâret olarak fakirleri doyurmak yahut ona denk gelecek şekilde oruç tutmaktır. Bu konuda geçmişte yapılan hataları Allah affetmiştir. Fakat kim tekrar o günahı işlerse, Allah bunun intikamını ondan alır. Çünkü Allah, kudreti dâimâ üstün gelendir, intikam alandır.
İhramlı
iken av hayvanını kasten öldüren kişi, buna karşılık bir ceza ödemelidir.
Öncelikle avlanan hayvanın kıymeti, ilim ehli nazarında itimada şayan iki doğru
kimsenin takdiriyle avlanıldığı bölgenin ya da alım satım yapılmayan tenha bir
yerde öldürmüşse oraya en yakın bölgenin fiyatlarıyla tespit edilir. Eğer
öldürülen hayvanın kıymeti bir kurban değerinde olacak olursa öldüren kişi,
cezasını çekmede şu üç yoldan birini tercih edebilir:
› Öldürdüğü
hayvanın kıymeti olan meblağ ile bir kurban satın alarak Harem’de kurban etmek.
› Bu parayla
yiyecek satın alarak fakirlere dağıtmak. Bu her fakire
› Her bir
fakire verilecek yiyecek miktarı yerine bir gün oruç tutmak. Bir günlük yiyecek
miktarı tutarı kadar olmayan bir fazlalık söz konusu olursa ya bu fazlalık
tasadduk edilir ya da onun yerine bir günden az oruç olmayacağı için bir tam
gün oruç tutulur.
İhramlıyken
avlanmakla ilgili burada şöyle bir istisnâ yapılmaktadır:
96. Deniz hayvanlarını avlamak ve yemek hem sizin hem de yolcuların faydalanması için size helâl kılındı. Fakat ihramda olduğunuz müddetçe karada avlanmak size haramdır. Huzurunda toplanacağınız Allah’a karşı gelmekten ve O’nun azabına uğramaktan sakının.
Yüce
Allah, kullarına rahmetinin en ince tecellileri olarak hyatın tüm alanlarını en
hassas ölçülere göre düzenleyen hükümler bildirmektedir. Bunların bilinebilen
ve bilinemeyen nice hikmetleri vardır:
97. Allah Kâbe’yi, o Beyt-i Harâm’ı, haram ayları, Kâbe’ye hediye edilen kurbanı ve kurbanlıklara takılan gerdanlıkları insanlar için maddî-manevî bir kalkınma ve geçim vesilesi kılmıştır. Şunu bilesiniz ki, Allah göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
98. Bilin ki, Allah’ın cezalandırması çok şiddetlidir. Allah aynı zamanda çok bağışlayacıdır, engin merhamet sahibidir.
99. Peygamberin vazîfesi sadece tebliğ etmektir. Allah açığa vurduğunuz şeyleri de, gizlediğiniz şeyleri de bilir.
Allah
Teâlâ Beyt-i Harâm yani son derece muhterem, saygıdeğer ve her türlü hürmete
lâyık olan Kâbe’yi, haram aylarını, harem bölgesine gönderilen kurbanlıkları ve
onlara takılıp kurbanlık olduklarını gösteren gerdanlıkları insanların maddî ve
manevî olarak kalkınmalarına, ilerleyip gelişmelerine vesile kılmıştır. Halk
bunlar vesilesiyle hayat bulur, geçimini sağlar, din ve dünyalarını ayağa
kaldırırlar. Korkanlar buraya sığınır, zayıflar burada emniyet bulur. İnsanlar
hac ve umre için buraya gelirler ve namaz kılanlar da buraya dönerler. Hâsılı
göklerde olanları, yerde olanları ve her şeyi en iyi bilen Yüce Allah, şüphesiz
kullarının faydasına olan şeyleri de en iyi bilmekte, ona göre hükümler
koymakta ve kullarından da bu hükümlere teslimiyet göstermelerini istemektedir.
Bu sebeple insanlar, ilâhî talimatların, helâl ve haramların gizli hikmetlerini
Allah’ın ilmine havâle edip, sadece gerekleriyle amele koşmalıdırlar. Bir
taraftan Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu düşünerek yüksek bir korku ve
haşyet içinde, diğer taraftan da O’nun çok bağışlayıcı ve merhamet edici
olduğunu bilerek derin bir bağışlanma ümidi ve rahmete erme şevki ile kulluğa
devam etmelidirler. Peygamberin vazifesi, dinin emirlerini apaçık bir şekilde
tebliğ etmektir. O da bunu hakkiyle yapmıştır. Dolayısıyla bundan böyle
insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir mazeretleri yoktur. Zira
Allah’tan hiçbir şeyi gizli tutmak mümkün değildir. O, gizliği de açığı da aynı
şekilde bilmektedir. O halde samimi bir şekilde inanıp ihlas ve ihsan kıvamında
bir kulluk yolunu tutmak gerekmektedir. Kulluk yaparken de değer ölçüsü,
zâhiren maddi şeylerin çokluğu değil, temizlik, güzellik ve takvâ olmalıdır:
100. Rasûlüm! Pis ve murdar olan şeylerin çokluğu seni hayrete sevk etse bile: “Pis ve murdar olanla temiz ve hoş olan asla bir değildir” de. Öyleyse ey selim akıl sahipleri, Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.
Âyette
zikredilen “pis ve temiz” kelimeleri ile tefsircilerin açıklamalarına göre; helâl
ile haram, mü’min ile kâfir, itaatkâr ile isyânkâr, âdi ile kaliteli gibi
mânalar kastedilmiştir. Bu bakımdan pis veya temiz olan şeyleri ikiye ayırmak
mümkündür:
Maddî bakımdan pis ve temiz olanlar. Bu, herkesin görebildiği ve
belli olan şeylerdir.
Manevî bakımdan pis ve temiz olanlar. Manevî pisliklerin en kötüsü
küfür, şirk, cahillik ve günahlardır. Manevî temizlerin en temizi de, Allah’a
iman, O’nu bilmek ve O’na itaattir.
Kendisine
necaset bulaşmış olan cisim, fıtrat-ı selime sahibi insanlara göre pis
sayılacağı gibi, aynı şekilde “Allah’ı inkâr, O’nu bilmeme ve O’na taatten yüz
çevirme” gibi kötü sıfatlara müptelâ olmuş ruhlar da, kâmil ruhlara göre
pistir. Fakat Allah’ı bilen ve O’na ibâdete devam eden ruhlar, ilâhî mârifet
nurları ile aydınlanırlar ve temiz mukaddes ruhlara yakınlık ile neşelenirler.
Maddi âlemdeki pis ve temiz olan şeyler bir olmadığı gibi, aynı şekilde mânevî
âlemdeki pis ve temiz olan şeyler de bir değildir. Hatta ruhanî âlemde bu
ayrılık daha şiddetlidir. Çünkü maddeten pis olanın zararı, az ve önemsiz, yine
maddeten temiz olanın faydası da sınırlıdır. Buna karşılık manen pis olanın
zararı son derece büyük ve ebedî olduğu gibi, yine manen temiz olanın faydası
da büyük ve ebedîdir ki bu da, peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlihlerle
arkadaş olup âlemlerin Rabbi Allah’a yaklaşmaktır. Dolayısıyla bu âyet,
taatlere teşvik ve günahlardan uzaklaştırmanın en kuvvetli ifadelerinden birisi
olmaktadır.
Âyetteki
“Pis ve murdar olanın çokluğu seni hayrete sevk etse de” (Mâide 5/100) ifadesine
göre; mânevî âlemde pis olan şey, maddî âlemde bazan temiz, kıymetli ve
lezzetli görünebilir. Fakat onun kıymetli görünmesi, lezzetli olması ve elde
edilmesi, kişinin ebedî ve bakî saadetlerden mahrum kalmasına sebep olur.
Dolayısıyla pis olanın çokluğu ve cazibesi insanı hayrete düşürse bile, bunun mârifet,
muhabbet, taat, ruhanî mutluluk ve rabbânî ikramlarla sevinmek demek olan temiz
ve güzel şeylere denk olması imkânsızdır. O halde hakikati kavrayıp kurtuluşa
erebilmek için derin bir saygı, sevgi ve ürperti içinde Allah’tan korkmak
lazımdır. Bunun fiilî bir göstergesi olarak boş sorular ve anlamsız
hurafelerden vazgeçip Allah’ın buyruklarına uymak gerektiğini bildirmek üzere
şöyle buyruluyor:
101. Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde sizi sıkıntıya sokacak hususlarda soru sormayın. Kur’an indirilirken bunları sorarsanız, size cevabı açıklanıverir. Halbuki Allah onlardan sizi muaf tutmuştur. Allah çok bağışlayandır ve cezalandırmakta hiç acele etmeyendir.
102. Doğrusu sizden önceki bir topluluk da böyle sorular sormuş, ardından açıklanan hükümleri kabul etmedikleri için kâfir olmuşlardı.
Bu
âyet-i kerîmelerin iniş sebebi olarak rivayet edilen hâdiselerden biri
şöyledir: Allah Resûlü (s.a.s.), haccın farz kılındığını bildiren Âl-i İmrân süresi 97. âyet nâzil olunca bir hutbe okudu
ve: “Ey insanlar! Allah size haccı farz kıldı” buyurdu. Bir sahâbî: “Her
sene mi yâ Rasûlallah?” diye sordu. Efendimiz soruyu duymazdan geldi. Sorunun
üçüncü defa tekrar edilmesi üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.): “Şayet «evet»
deseydim her sene haccetmeniz farz olurdu. Siz ise buna tahammül edemezdiniz.
Benim açıkladığım konularda soru sormayın. Sizden önceki bazı toplumlar
peygamberlerine çok soru sormaktan ve sonra da bunlar üzerinde anlaşmazlığa
düşmekten dolayı helâk olmuşlardır. Şu halde size bir şeyi emrettiğimde onu
olabildiğince yerine getirmeye çalışın, size yasakladıklarımdan da kaçının”
buyurdu. Bu hadise üzerine bu âyetler nâzil oldu. (bk. Müslim, Hac 412; Tirmizî,
Hac 5; İbn Mâce, Menâsik 2)
Aslında
insanın bilmediği hususları bilenlerden sorup öğrenmeye çalışması Kur’an’ın bir
emridir. Âyet-i kerîmede: “Bilmiyorsanız, bilenlere sorun!” (Enbiyâ’
21/7) buyrulur. İlim bir hazîne, sorular o hazinenin anahtarlarıdır.
Dolayısıyla bu âyetlerde yasaklanan, yersiz ve faydasız hususlarda sorulan sorulardır.
Çünkü özellikle vahyin inmeye devam ettiği zamanlarda bir kısım dini hükümler
sorulan sorulara binâen gelmekteydi. Kur’ân-ı Kerîm’de “içki, kumar, yetimler,
kadın halleri, infak, ruh, Ashâb-ı Kehf” gibi insanların sorularına cevâben
gelen pek çok âyet vardır. Ancak âyet-i kerîmenin mesajı sadece indiği döneme
ait değil, kıyamete kadar bütün zamanlar için geçerlidir. Bu sebeple bütün
mü’minlerin dikkat etmesi gereken bir gerçeği beyân etmektedir. O da şudur: Dinî
vazifeler hususunda herkes Allah ve Rasûlü’nün emirlerini öğrenip gücü
yettiğince yerine getirmeye çalışmalı, yasaklarından kaçınmalı, kendi
anlayışını ve içinde yaşadıkları toplumların örf ve adetlerini dine
karıştırmaya kalkışmamalıdır. Dinin farz, vacip, sünnet, müstehap, mendup,
haram, mekruh şeklinde özetlenebilecek hükümlerini olduğu gibi benimsemeli;
asıl dinî vecibeleri bir tarafa bırakıp şahsi kanaatlere dayalı yeni
sorumluluklar ihdas etmeye yeltenmemelidir. Nitekim önceki toplumlar böyle yollara
tevessül etmişler, peygamberlerinden bir kısım uygunsuz taleplerde bulunmuşlar
ve bunların gereğini yapmadıklarından, üstelik kabul ve tasdikte problem
yaşadıklarından küfre düşmüşlerdir. Kur’ân-ı Kerîm, İsrâiloğulları’nın,
peygamberlerine bazı şeyler sorduklarını, bunun üzerine kendilerine bir şey
emredilince de onu terk edip, yapmadıklarını, sonunda da helak olduklarını
haber verir. Meselâ Semûd kavmi Hz. Sâlih’ten deve mûcizesi istemiş,
istedikleri olunca da inkâra sapmışlardır. Yine kavmi Hz. İsa’dan “bir sofra”
talebinde bulunmuş, sofra gelince de peygamberi tasdik etmeyip azaba düçar
olmuşlardır.
İslâm
gelmeden önce Arapların kendilerine has bir kısım örf ve adetleri vardı.
Bunlardan biri de belli özellikler taşıyan evcil hayvanları; develeri, davarları
putlar adına serbest bırakmaları, sonra da bunların kesilmesini ve
kullanılmasını yasak saymalarıydı. Gelen âyet-i kerîmelerde onların İslâm’a
uygun olmayan bu adetleri söz konusu edilmekte ve bu yanlışın düzeltilmesi
istenmektedir.
103. Allah bahîra, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şeyi meşrû kılmamıştır; fakat inkâra saplananlar Allah adına yalan uyduruyorlar. Zâten onların çoğu akıl erdiremezler.
104. Onlara: “Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin; onlar ne buyuruyorsa onu yapın” denildiği zaman: “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter” derler. Peki, ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler ise?
Burada
kullanılan isimlerin mânaları şöyledir:
اَلْبَح۪يرَةُ (Bahîra): Deve beş kere yavrulayıp, en
sonuncu yavrusu erkek olunca, o devenin kulağını dilerler, ona binmeyi ve onu
kesmeyi kendilerine yasaklarlar ve onu putları için salıp âzâd ederlerdi.
Bundan dolayı artık onun tüyleri kırpılmaz, sırtına binilmez, su içmesine mâni
olunmaz, merâdan kovulmaz, kendisinden istifade edilemez, yürüyemeyecek kadar
âciz bir insan bile ona rastlasa, haram saydığı için ona binmezdi.
اَلسَّائِبَةُ (sâibe): İstediği yere gidip dolaşsın diye
salıverilen hayvan demektir. Bir kimse hastalansa veya yolculuktan dönse veya
nezretse veyahut da bir nimete şükretmek istese, bunun için bir deve
salıverirdi. Veya deve on kere doğursa ve doğurdukları hep dişi olsa, sahibi
onu salıverirdi. Böylece bu da her hususta aynen bahîre gibi olurdu.
اَلْوَص۪يلَةُ (vasîle): “Başkasına
ulaştırılmış ve bitiştirilmiş” mânasındadır. Koyun, dişi doğurursa, bu
sahibinin olurdu. Eğer erkek doğurur ise, doğan bu yavru da putlarının olurdu. Eğer
erkek ve dişi karışık doğurur ise, “Bu kardeşine ulaştı” derler ve erkek
yavruyu, putlarına kurban etmezlerdi.
اَلْحَامُ (hâm): On sene
damızlık için kullanılan sonra salıverilen deve demektir. Bu da, sırtına
binilmesi haram olan develerdendir.
Bu
tür iddiaların din ve akıl ile bağdaşacak hiçbir tarafı yoktur. Bir şeyin helâl
veya haram olduğuna karar vermek Allah’a ait olduğuna göre, hayvanlardan
istifade açısından böyle sınırlandırmalar Allah hakkında yalan uydurmaktan
başka bir şey sayılmaz.
Geçmişlere
hürmet göstermek, onların güzel hal ve davranışlarını örnek almak yasaklanan
değil, bilakis teşvik edilen bir husustur. Fakat bunun cahillik ve sapıklık
değil, ilim ve hidâyet yolunda olması gerekir. Ancak ilmi, irfanı olan, hidâyet
üzere bulunan ve ilmiyle âmil kimselere ittiba edilebilir. Örf ve adetler de
meşrû ve makul olmak şartıyla kıymetlidir. Demek ki aslolan hakkı yani doğru
olanı bilmek, bulmak ve ona tabi olmaktır. Çünkü doğru olandan başkasına uyan
mutlaka zarar edecektir. Bu vesileyle Yüce Allah mü’minlere şu hatırlatmalarda
bulunur:
105. Ey iman edenler! Siz kendi halinizi düzeltmeye çalışın! Zira siz doğru yol üzere olduğunuz sürece sapıklığa düşenler size hiçbir zarar veremezler. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah’a olacak ve O, yaptıklarınızı size bir bir haber verecektir.
Mü’minler
fert ve toplum olarak kendilerine dikkat etmeli, hallerini düzeltmeli, Allah’ın
yasaklarından kaçınmalı, emirlerini tutmalı, istikamet üzere bir hayat
yaşamalı, hem kendi şahıslarının hem de toplumlarının iyiliğine ehemmiyet
vermelidirler. Öncelikli vazifeleri budur. Çünkü onlar fert ve toplum olarak hidâyet
üzere bulunur, doğru yolu tutarlarsa yanlış yollara sapanlar onlara zarar
veremez. Fakat bu ifadeden, “hiç kimse kimseye karışmasın, herkes kendi kendine
yalnız bir hayat yaşasın” gibi Kur’an’ın ruhuna uymayan yanlış bir mâna
anlaşılmamalıdır. Çünkü doğru yolda olmanın esaslarından biri de, gücü yettiği
kadar iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamaktır. Nitekim âyet-i kerîmelerde
şöyle buyrulur:
“Ey mü’minler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü
yasaklayan seçkin bir topluluk bulunsun. İşte onlar, doğru ve kalıcı yatırım
yapanların ta kendileridir.” (Âl-i İmrân 3/104)
“Ey mü’minler! Siz, insanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış
en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz usûlünce iyilikleri ve güzellikleri teşvik
edip yayar; kötülük ve çirkinlikleri yasaklayıp önüne geçmeye çalışırsınız.
Bunu da zâten Allah’a inandığınızdan dolayı, onun bir gereği olarak yaparsınız…”
(Âl-i
İmrân 3/110)
Peygamber
Efendimiz (s.a.s.) de:
“Sizden her kim bir kötülüğü görür ve değiştirmeye gücü yeterse
onu eliyle değiştirsin, eğer buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin, buna da
gücü etmezse kalbiyle buğzetsin.” (Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11)
Ebûbekir
(r.a.)’ın şu açıklamaları, bu âyet-i kerîmeyi nasıl anlamak gerektiğine dair
yeterli bilgiyi vermektedir: O bir gün
minberde şöyle konuşmuştur: “Ey insanlar, siz bu âyeti okuyor ve onu doğru
olmayan bir şekilde tevil ediyorsunuz. Ben Resûlullah (s.a.s.)’in şöyle
buyurduğunu iştim: «İnsanlar zalimi gördükleri zaman eğer ellerini tutmaz ve
onu zulümden engellemez iseler, aradan fazla bir zaman geçmeden Allah kendi
nezdinden onların hepsini kuşatacak bir azap gönderir.»” (Ebû Dâvûd,
Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 8) İşte “Hem öyle bir fitneden sakının ki,
geldiği zaman içinizden sadece zulmedenlere dokunmaz, herkesi kuşatır”
(Enfâl 8/25) âyet-i kerîmesi bu hakikati haber vermektedir.
Doğru
yol üzere bulunmanın en önemli göstergelerinden biri, en zor zamanlarda bile
insanların hak ve hukuklarını korumaya çalışmak ve bu yolda zaman ve zeminin
gerektirdiği tüm önlemleri almaktır. Buna bir örnek olması açıısndan buyruluyor
ki:
106. Ey iman edenler! Birinize ölüm gelip çattığı zaman vasiyet esnâsında sizden adâletli iki kişi; şâyet ölüm musîbeti yolculuk yaparken sizi yakalarsa sizden olmayanlardan iki kişi aranızda şâhitlik yapsın. Eğer şâhitlerden şüphelenirseniz, namazdan sonra onları alıkoyun ve kendilerine şöyle yemin ettirin: “Vallahi, akrabamız bile olsa biz yeminimizi hiçbir menfaat karşılığında satmayız ve Allah’ın emâneti olan bu şâhitliği de asla gizlemeyiz. Böyle yaparsak mutlaka günahkârlardan oluruz.”
Bu
âyetlerin iniş sebebi olarak tefsir ve hadis kaynaklarında şu olay nakledilir:
Temîm ed-Dârî, Adiyy b. Bedâ ve Büdeyl b. Ebû Meryem ticaret için birlikte Şam’a gitmişlerdi. Temîm
henüz müslüman olmamıştı, Adiyy de hıristiyan idi. Büdeyl ise müslümandı. Şam’a
vardıklarında, bir rivayete göre yolda, Büdeyl hastalandı. Yanındaki eşyaların
bir listesini yapıp bunları yazdığı kâğıdı yol arkadaşlarına haber vermeden
kumaşların arasına yerleştirdi. Sonra onlara döndüklerinde eşyalarını ailesine
teslim etmeleri için vasiyette bulundu, ardından ruhunu teslim etti.
Arkadaşları döndüklerinde, eşyanın arasında yer alan altın nakışlarla bezenmiş
gümüş bir kabı alıp diğerlerini ailesine teslim ettiler. Ailesi Büdeyl’in
yaptığı listede bir de gümüş kap bulunduğunu görünce bunu istediler, onlar
böyle bir şey teslim aldıklarını inkâr ettiler. Ailesi durumu Resûlullah (s.a.s.)’e
arzetti. Bunun üzerine 106. âyet indi. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ikindi namazını
müteakip onlara yemin ettirdi. Mes’ele bir müddet öylece çözümsüz kaldı. Sonra
dava konusu gümüş kap Mekke’de bulundu. Sahiplerine kimden aldıkları soruldu,
onlar da Temîm ed-Dârî ve Adiyy b. Bedâ’dan satın aldıklarını söylediler. Durum
tekrar Resûlullah’a arzedildi, bu kez 107. âyet nâzil oldu. Peygamber
Efendimiz ölünün vârislerinden iki kişiye bu konuda yemin ettirdi ve davayı
kazandılar. Diğer bir rivayete göre Temîm ve Adiyy bu kabı 1000 dirheme satıp
parasını bölüşmüşlerdi. Temîm müslüman olunca bu olaydan duyduğu rahatsızlık
üzerine Büdeyl’in ailesine durumu açıklayıp 500 dirhemi ödedi. Onlar da Adiyy
aleyhine dava açtılar ve âyete göre yemin edip davayı kazandılar. (bk. Buhârî,
Vesâya 35; Ebû Dâvûd, Akdiye 19; Tirmizî, Tefsir 5/19-20)
Bu
âyet-i kerîmelerde, ölümü yaklaşan kimsenin vasiyette bulunması halinde bunun
âdil iki kişinin şahid tutulması ile gerçekleşeceği haber verilmektedir. Eğer
kişi, yolculukta bulunup, yanında mü’minlerden herhangi bir kimse yoksa, bu
sefer yanında hazır bulunan kâfirlerden iki kişiyi şâhit tutar. Bu iki kişi
yolculuklarından dönüp, onun vasiyetine dair şâhitliklerini ifa edecek
olurlarsa, namazdan sonra[1]
yalan söylemediklerine, hiçbir değişiklik yapmadıklarına ve yaptıkları şâhitliklerinin
gerçek olduğuna, şâhitlikten hiçbir şeyi gizlemediklerine dair yemin ederler ve
onların bu şâhitlikleri gereğince hüküm verilir. Şayet bundan sonra, onların
yalan söyledikleri veya hainlik ettikleri ya da bunun gibi günah olan herhangi
bir durumları tespit edilecek olursa, bu sefer yolculukta iken vasiyette
bulunan ve ölen kişinin vârislerinden iki kişi yemin ederler, bu durumda şâhitlik
yapan iki kişi, ortaya çıkan hainliklerinin tazminâtını öderler. Görüldüğü
üzere yeminin ölenin vârislerine intikal ettirilmesi, onların, vasiyetle ilgili
şâhitlik yapanların o malı ölen kişiden satın aldıklarını iddia etmeleri
sebebiyledir. Eğer bir vasiyetin şahidi, ölen kişinin malından bir şey alsa ve
“bunu bana ölen kişi vasiyet etti” dese, vârisler bunu kabul etmedikleri
takdirde yemin edip malı geri alabilirler.
108.
âyette, şâhitliğin ağırlaştırılmış yemin şartına bağlanması ve bu yeminin de
karşı bir yeminle çürütülebilme imkânının verilmesinin gerçeğin ortaya
çıkmasına en uygun yol olduğu belirtilmektedir. Zira yemini tekit etmede âhiret
korkusu, yemini reddetmede de dünya korkusu gibi şer‘î hikmetler vardır. Bu iki
korkunun birleşmesi de şâhitliği hakkiyle yerine getirmeye en çok sevk edecek
sebeptir. Hâsılı mü’minler, vasiyet ve benzeri hususlarda emânete riâyetin,
Allah’ın emrine itaatin bir gereği olduğunu idrak etmeli, ispatla ilgili
zorluklardan yararlanarak mal ve menfaat hırsına kapılmamalı, Allah’a hesap
vereceğinin şuuru içinde her türlü günahtan uzak durmaya çalışmalıdırlar. Zira
Allah günah işleyip isyankârlık yaparak doğru yoldan çıkanları hidâyete
erdirmez. Nihâyet Peygamberleri bile hesaba çekeceği mahşer gününde, bütün bu
haksızlıkların hesabını sorar:
[1] Tefsirlerde burada geçen namazdan maksadın ağırlıklı
olarak ikindi namazı olduğu kaydedilir. Bu kanaate daha ziyade Resûlullah
(s.a.s.) zamanında bu tür konularda yapılan uygulamalar dikkate alınarak
ulaşılmaktadır. Bazı müfessirler ise bunu, yemin edecek kişilerin kendi
dinlerindeki ibâdet olarak anlamışlardır. Bunun hikmeti, şâhitlik yapanı,
ibâdet şuurunun zinde olduğu bir anda veya kalabalık bir kitlenin önünde
bulunma gibi ağır bir manevî sorumluluk hissi altında tutarak doğru şâhitlik
yapmaya mecbur etmektir.
107. Şayet o iki şâhidin yalan söyleyip gerçekten günah işledikleri ortaya çıkarsa, bu takdirde haksızlığa uğrayan mirasçılardan şâhitliğe daha lâyık olan başka iki kişi onların yerine geçerek şöyle yemin ederler: “Vallahi, bizim şâhitliğimiz, onların şâhitliğinden daha doğrudur ve bu şâhitliğimizle kimsenin hakkına tecavüz etmiş olmayacağız. Aksi halde biz gerçekten zâlimlerden oluruz.”
108. Bu uygulama, bütün tarafların şâhitliği en doğru bir şekilde yerine getirmeleri ve yemin ettikten sonra başkalarının yapacağı yeminlerle yalanlarının ortaya çıkıp rezil olmaktan korkarak hakkıyla şâhitlik yapmaları bakımından en uygun yoldur. Allah’a karşı gelmekten sakının ve emirlerini dinleyip itaat edin. Çünkü Allah, buyruklarını tutmayıp yoldan çıkan bir topluluğu doğru yola eriştirmez.
Bu âyetlerin iniş sebebi olarak tefsir ve hadis kaynaklarında şu olay nakledilir: Temîm ed-Dârî, Adiyy b. Bedâ ve Büdeyl b. Ebû Meryem ticaret için birlikte Şam’a gitmişlerdi. Temîm henüz müslüman olmamıştı, Adiyy de hıristiyan idi. Büdeyl ise müslümandı. Şam’a vardıklarında, bir rivayete göre yolda, Büdeyl hastalandı. Yanındaki eşyaların bir listesini yapıp bunları yazdığı kâğıdı yol arkadaşlarına haber vermeden kumaşların arasına yerleştirdi. Sonra onlara döndüklerinde eşyalarını ailesine teslim etmeleri için vasiyette bulundu, ardından ruhunu teslim etti. Arkadaşları döndüklerinde, eşyanın arasında yer alan altın nakışlarla bezenmiş gümüş bir kabı alıp diğerlerini ailesine teslim ettiler. Ailesi Büdeyl’in yaptığı listede bir de gümüş kap bulunduğunu görünce bunu istediler, onlar böyle bir şey teslim aldıklarını inkâr ettiler. Ailesi durumu Resûlullah (s.a.s.)’e arzetti. Bunun üzerine 106. âyet indi. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ikindi namazını müteakip onlara yemin ettirdi. Mes’ele bir müddet öylece çözümsüz kaldı. Sonra dava konusu gümüş kap Mekke’de bulundu. Sahiplerine kimden aldıkları soruldu, onlar da Temîm ed-Dârî ve Adiyy b. Bedâ’dan satın aldıklarını söylediler. Durum tekrar Resûlullah’a arzedildi, bu kez 107. âyet nâzil oldu. Peygamber Efendimiz ölünün vârislerinden iki kişiye bu konuda yemin ettirdi ve davayı kazandılar. Diğer bir rivayete göre Temîm ve Adiyy bu kabı 1000 dirheme satıp parasını bölüşmüşlerdi. Temîm müslüman olunca bu olaydan duyduğu rahatsızlık üzerine Büdeyl’in ailesine durumu açıklayıp 500 dirhemi ödedi. Onlar da Adiyy aleyhine dava açtılar ve âyete göre yemin edip davayı kazandılar. (bk. Buhârî, Vesâya 35; Ebû Dâvûd, Akdiye 19; Tirmizî, Tefsir 5/19-20)
Bu âyet-i kerîmelerde, ölümü yaklaşan kimsenin vasiyette bulunması halinde bunun âdil iki kişinin şahid tutulması ile gerçekleşeceği haber verilmektedir. Eğer kişi, yolculukta bulunup, yanında mü’minlerden herhangi bir kimse yoksa, bu sefer yanında hazır bulunan kâfirlerden iki kişiyi şâhit tutar. Bu iki kişi yolculuklarından dönüp, onun vasiyetine dair şâhitliklerini ifa edecek olurlarsa, namazdan sonra[1] yalan söylemediklerine, hiçbir değişiklik yapmadıklarına ve yaptıkları şâhitliklerinin gerçek olduğuna, şâhitlikten hiçbir şeyi gizlemediklerine dair yemin ederler ve onların bu şâhitlikleri gereğince hüküm verilir. Şayet bundan sonra, onların yalan söyledikleri veya hainlik ettikleri ya da bunun gibi günah olan herhangi bir durumları tespit edilecek olursa, bu sefer yolculukta iken vasiyette bulunan ve ölen kişinin vârislerinden iki kişi yemin ederler, bu durumda şâhitlik yapan iki kişi, ortaya çıkan hainliklerinin tazminâtını öderler. Görüldüğü üzere yeminin ölenin vârislerine intikal ettirilmesi, onların, vasiyetle ilgili şâhitlik yapanların o malı ölen kişiden satın aldıklarını iddia etmeleri sebebiyledir. Eğer bir vasiyetin şahidi, ölen kişinin malından bir şey alsa ve “bunu bana ölen kişi vasiyet etti” dese, vârisler bunu kabul etmedikleri takdirde yemin edip malı geri alabilirler.
108. âyette, şâhitliğin ağırlaştırılmış yemin şartına bağlanması ve bu yeminin de karşı bir yeminle çürütülebilme imkânının verilmesinin gerçeğin ortaya çıkmasına en uygun yol olduğu belirtilmektedir. Zira yemini tekit etmede âhiret korkusu, yemini reddetmede de dünya korkusu gibi şer‘î hikmetler vardır. Bu iki korkunun birleşmesi de şâhitliği hakkiyle yerine getirmeye en çok sevk edecek sebeptir. Hâsılı mü’minler, vasiyet ve benzeri hususlarda emânete riâyetin, Allah’ın emrine itaatin bir gereği olduğunu idrak etmeli, ispatla ilgili zorluklardan yararlanarak mal ve menfaat hırsına kapılmamalı, Allah’a hesap vereceğinin şuuru içinde her türlü günahtan uzak durmaya çalışmalıdırlar. Zira Allah günah işleyip isyankârlık yaparak doğru yoldan çıkanları hidâyete erdirmez. Nihâyet Peygamberleri bile hesaba çekeceği mahşer gününde, bütün bu haksızlıkların hesabını sorar:
[1] Tefsirlerde burada geçen namazdan maksadın ağırlıklı olarak ikindi namazı olduğu kaydedilir. Bu kanaate daha ziyade Resûlullah (s.a.s.) zamanında bu tür konularda yapılan uygulamalar dikkate alınarak ulaşılmaktadır. Bazı müfessirler ise bunu, yemin edecek kişilerin kendi dinlerindeki ibâdet olarak anlamışlardır. Bunun hikmeti, şâhitlik yapanı, ibâdet şuurunun zinde olduğu bir anda veya kalabalık bir kitlenin önünde bulunma gibi ağır bir manevî sorumluluk hissi altında tutarak doğru şâhitlik yapmaya mecbur etmektir.
109. Allah kıyâmet günü peygamberleri toplayacak ve: “Tebliğinize karşılık ümmetlerinizden nasıl bir mukâbele gördünüz?” buyuracak, onlar da: “Bizim bu hususta hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz bütün gizlilikleri hakkıyla bilen ancak sensin” diyecekler.
Kıyamet
günü korkunç ve dehşetli bir gündür. O gün bütün insanlarla beraber
peygamberler de sorguya çekilecektir. Tebliğ vazifelerini tam olarak îfa edip
etmediklerinden ve ümmetlerinin kendilerine nasıl bir mukabelede bulunduğundan
hesap vereceklerdir. Nitekim bir başka âyette şöyle buyrulur: “Biz elbette
kendilerine peygamber gönderilenleri de sorguya çekeceğiz, gönderilen
peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz.” (A ‘râf 7/6)
Onlar,
Cenâb-ı Hakk’ın “Tebliğinize karşılık ümmetlerinizden nasıl bir mukâbele
gördünüz?” hitabına, “Bizim bu hususta hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz
bütün gizlilikleri hakkiyle bilen ancak sensin” (Mâide 5/109) diyerek,
kıyamet gününün dehşeti karşısında titreyip işi Allah’a havale edecekler,
şefaat etmek şöyle dursun belki kapalı bir şekilde bir çeşit şikayet bile
edeceklerdir. O günde “Allah size yaptığınız her şeyi bir bir haber
verecektir” (Mâide 5/105) âyetinin sırrı bütün dehşetiyle ortaya
çıkacaktır.
Aşağıda
gelen âyetlerde kıyamet günü peygamberlerin nasıl sorguya çekileceklerine dair
bir örnek olmak üzere Hz. İsa’nın durumu şöyle tasvir edilir:
110. O zaman Allah şöyle buyuracak: “Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene olan nimetimi hatırla. Hani seni Rûhu’l-Kudüs ile desteklemiştim de hem beşikte hem yetişkin halde iken insanlarla konuşurdun. Sana yazı yazmayı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretmiştim. Hani benim iznimle çamurdan kuş sûretinde bir varlık yapıyor, ona üflüyor, o da yine benim iznimle gerçek kuş oluyordu. Benim iznimle anadan doğma körü ve teni alacalıyı iyileştiriyor, yine benim iznimle ölüleri diriltiyordun. Bir vakit de, İsrâiloğulları’nın öldürme kastıyla sana uzanan ellerini geri çekmiştim: kendilerine apaçık deliller ve mûcizeler getirmiştin de, aralarında küfür içinde boğulup gidenler: «Bu düpedüz büyüden başka bir şey değil!» demişlerdi.”
Öncelikle
Allah Teâlâ Îsâ (a.s.)’a verdiği nimetleri, yaptığı ihsanları ve
peygamberliğine delil olmak üzere lutfettiği mûcizeleri hatırlatmaktadır. Bunlar
Rûhu’l-Kudüs olan Cebrâil ile desteklenmesi, beşikteyken ve yetişkin iken
insanlarla konuşması, yazıyı, hikmeti, Tevrat ve İncili öğrenmesi, çamurdan kuş
yapıp canlandırması, anadan doğma körü ve teni alacalıyı iyileştirmesi, ölüleri
diriltmesi, Allah’ın onu İsrâiloğullarının şerrinden koruması, havarilere
İsa’ya inanmalarını emretmesi gibi ilâhî ihsanlardır. (bk. Bakara 2/87; Âl-i
İmrân 3/46, 48, 49, 52)
Havârilerin
gökten sofra istemeleri meselesine gelince:
111. “Hani Havârilere: «Bana ve Peygamberime iman edin!» diye emretmiştim. Onlar da: «Biz iman ettik, ya Rab! Sen de şâhit ol ki, biz gerçekten hakka teslim olmuş müslümanlarız!» demişlerdi.”
Öncelikle
Allah Teâlâ Îsâ (a.s.)’a verdiği nimetleri, yaptığı ihsanları ve
peygamberliğine delil olmak üzere lutfettiği mûcizeleri hatırlatmaktadır. Bunlar
Rûhu’l-Kudüs olan Cebrâil ile desteklenmesi, beşikteyken ve yetişkin iken
insanlarla konuşması, yazıyı, hikmeti, Tevrat ve İncili öğrenmesi, çamurdan kuş
yapıp canlandırması, anadan doğma körü ve teni alacalıyı iyileştirmesi, ölüleri
diriltmesi, Allah’ın onu İsrâiloğullarının şerrinden koruması, havarilere
İsa’ya inanmalarını emretmesi gibi ilâhî ihsanlardır. (bk. Bakara 2/87; Âl-i
İmrân 3/46, 48, 49, 52)
Havârilerin
gökten sofra istemeleri meselesine gelince:
112. O vakit Havâriler: “Ey Meryem oğlu İsa! Senin Rabbin bize gökten bir sofra indirmeye güç yetirebilir mi?” demişlerdi; o da: “Eğer gerçekten mü’min iseniz Allah’tan korkun!” demişti.
113. Havâriler: “İstiyoruz ki o sofradan yiyelim, böylece kalplerimiz mutmain olsun, bize doğru söylediğini bilelim ve buna şâhitlik edenlerden olalım” dediler.
Havâriler,
111. âyette haber verildiğine göre inandıklarını ve teslim olduklarını
söyleseler de, iman bütün hakikatiyle tam gönüllerine yerleşmemiş olacak ki “Senin
Rabbin bize gökten bir sofra indirmeye güç yetirebilir mi?” (Mâide 5/112) diyerek
Hz. İsa’dan bir mûcize talebinde bulunmuşlardır. Halbuki mûcize istemek küfrün
bir alâmeti olup, Allah’ın gücünü deneme sevdasıdır. Dolayısıyla mü’minin mûcize
talebinde ısrar etmesi asla caiz olamayacağı gibi, mûcize istiyor görünmesi
bile, imanında bir şüphe bulunduğuna işaret edeceği için en azından bir sû-i
edeptir. Bu sebeple Hz. İsa onlara “Eğer
gerçekten mü’min iseniz Allah’tan korkun!” (Mâide 5/112) demiştir.
Onlar
böyle bir talepte bulunmalarının gerekçesini ise dört maddede dile
getirmişlerdir:
Karınlarını doyurmak,
Allah’ın kudretinin delillerini gözleriyle görerek imanlarının
sağlamlaşarak kalplerinin mutmain olması.
Hz. İsa’nın peygamberlik davasında doğru olduğunu kesin olarak
bilmek,
İsrâiloğullarından gökten inen bu sofrayı göremeyenlere, “onu
gözlerimizle gördük” diye şâhitlik yapanlardan olmak.
Âyetlerin
ifade tarzına dikkat edildiğinde Havârilerin mûcize talebinde bulunurken sergiledikleri
tarz ve edalarında edebe aykırı bazı durumların olduğu anlaşılır. Meselâ Îsâ (a.s.)’a
hitap ederken, “Ey Allah’ın Resûlü” veya “Ey Allah’ın Ruhu” gibi hürmet
ifadeleri kullanmamışlar, aksine ona, hem de annesine nisbet ederek ismiyle
hitap etmişlerdir. Allah’a karşı da edebe uygun davranmamışlar ve O’nun
dilediği şeyi, istediği şekilde yaratmaya güç ve kudreti olduğundan şüphesi
olan bir kimse gibi, “Rabbinin gücü yeter mi?” diye soru sormuşlardır. Bundan
sonra da himmetlerinin düşüklüğünü, hedeflerinin basitliğini ve arzularının
seviyesizliğini açığa vurup Hz. İsa gibi büyük bir peygamberi aracı yaparak
Allah Teâlâ’dan gelip geçici dünyevî bir menfaat; fânî bir sofra talebinde
bulunmuşlar, kalıcı dînî bir fayda talep etmemişlerdir. Sofrayı isteyip
maksatlarını söylerken de yemeği öne almışlar, diğer dinî ve ruhânî
maksatlarını geriye bırakmışlardır. Halbuki eğer onlar sadece dînî bir gayeyle
hareket etselerdi, bununla birlikte aynı zamanda o dünyevî nimetleri de elde
edebilirlerdi.
Hz.
İsa Havârilerin bu taleplerinden vazgeçmeyeceklerini görünce sofranın
indirilmesini istemeye karar verdi:
114. Bunun üzerine Meryem oğlu İsa şöyle dua etti: “Allahım! Ey Rabbimiz! Bize gökten öyle bir sofra indir ki hem bizim için, hem önce gelenlerimiz ve sonra gelecek olanlarımız için bir bayram ve senin kudretini, benim peygamberliğimi gösteren bir delil olsun. Bizi rızıklandır; çünkü sen rızık verenlerin en hayırlısısın!”
Îsâ
(a.s) önce Cenâb-ı Hakk’a “Allahım, Rabbimiz” diye iki defa nida etti. Bu
hitap, onun tazarru ve yakarışının ne kadar içten olduğunu, duasını ne kadar
samimi yaptığını göstermektedir. Hz. İsa duasında, Havârilerin aksine dini
maksatları öne almış, inecek sofranın kendileri için, hem öncekiler hem de
sonrakileri için mânevî neşelerin coştuğu bir bayram olmasını istemiş, yeme
maksadını ise hem geriye bırakmış hem de rızık olmakla ifade etmiş, sonra da
rızıkta takılıp kalmayıp rızkı veren Allah’a geçmiş, O’nu yüceltmiş ve böylece
ona şükrünü arzetmiştir. Bu da ruhların, mânevî derecelerine göre niyazda
bulunduklarını ve mertebe itibariyle aralarında büyük farkların olduğunu
göstermektedir.
Îsâ
(a.s.)’ın bu kadar tezellül, tevazu ve yakarış içinde yalvarmasına rağmen,
istenenin bir mûcize olması sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ın cevâbı oldukça şiddetli
ve ikaz edici olarak nâzil olmuştur. Böyle bir sofra indirmeye şüphesiz kadir
olduğunu, fakat böyle bir mûcize gerçekleştikten sonra inkâra saplananların
benzeri görülmemiş şiddetli bir azaba maruz kalacaklarını bildirmiştir.[1]
Mahşer
yerindeki Îsâ (a.s.) yönelik ilâhî sorgu şöyle devam ediyor:
[1]
Sofranın indirilip indirilmediğine dair iki görüş ileri sürülmüştür. Birinci
görüşe göre sofra indirilmiş, insanlar ondan yemiş, bu mûcizeyi kabul etmeyip
isyana dalanlar ise maymun ve domuzlara çevrilmişlerdir. İkinci görüşe göre
Allah sofrayı indirmeyi “bir daha inkâra düşülmemesi” şartıyla vaad edince,
Havâriler istiğfara sarılıp, “böyle bir tehlikeyi kesinlikle arzu etmeyiz”
demişler ve sofra da inmemiştir.
115. Allah da şöyle buyurdu: “Ben o sofrayı size elbette indireceğim. Fakat bundan sonra içinizden kim nankörlük edip inkâra saparsa, hiç şüphesiz ben onu dünyalar içinde hiç kimseyi cezalandırmadığım şekilde cezalandıracağım.”
Îsâ (a.s) önce Cenâb-ı Hakk’a “Allahım, Rabbimiz” diye iki defa nida etti. Bu hitap, onun tazarru ve yakarışının ne kadar içten olduğunu, duasını ne kadar samimi yaptığını göstermektedir. Hz. İsa duasında, Havârilerin aksine dini maksatları öne almış, inecek sofranın kendileri için, hem öncekiler hem de sonrakileri için mânevî neşelerin coştuğu bir bayram olmasını istemiş, yeme maksadını ise hem geriye bırakmış hem de rızık olmakla ifade etmiş, sonra da rızıkta takılıp kalmayıp rızkı veren Allah’a geçmiş, O’nu yüceltmiş ve böylece ona şükrünü arzetmiştir. Bu da ruhların, mânevî derecelerine göre niyazda bulunduklarını ve mertebe itibariyle aralarında büyük farkların olduğunu göstermektedir.
Îsâ (a.s.)’ın bu kadar tezellül, tevazu ve yakarış içinde yalvarmasına rağmen, istenenin bir mûcize olması sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ın cevâbı oldukça şiddetli ve ikaz edici olarak nâzil olmuştur. Böyle bir sofra indirmeye şüphesiz kadir olduğunu, fakat böyle bir mûcize gerçekleştikten sonra inkâra saplananların benzeri görülmemiş şiddetli bir azaba maruz kalacaklarını bildirmiştir.[1]
Mahşer yerindeki Îsâ (a.s.) yönelik ilâhî sorgu şöyle devam ediyor:
[1] Sofranın indirilip indirilmediğine dair iki görüş ileri sürülmüştür. Birinci görüşe göre sofra indirilmiş, insanlar ondan yemiş, bu mûcizeyi kabul etmeyip isyana dalanlar ise maymun ve domuzlara çevrilmişlerdir. İkinci görüşe göre Allah sofrayı indirmeyi “bir daha inkâra düşülmemesi” şartıyla vaad edince, Havâriler istiğfara sarılıp, “böyle bir tehlikeyi kesinlikle arzu etmeyiz” demişler ve sofra da inmemiştir.
116. Yine Allah: “Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: «Allah’ın yanı sıra beni ve annemi de iki tanrı kabul edin» diye sen mi söyledin?” buyuracak, o da şöyle diyecek: “Hâşâ! Sen, ortağı bulunmaktan ve her türlü noksan sıfatlardan pak ve uzaksın Allahım! Hakkım olmayan bir şeyi söylemek bana düşmez. Eğer böyle bir şey söylemişsem sen onu elbette bilirsin. Çünkü sen benimle ilgili her şeyi, içimden geçenleri dahi bilirsin; fakat ben sende olanı, senin gizleyip de bana öğretmediğini bilemem. Şüphesiz bütün gizlilikleri hakkıyla bilen ancak sensin.”
117. “Ben onlara ancak bana emrettiğin şeyi söyledim: «Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin» dedim. Aralarında bulunduğum müddetçe onların hallerine, ne durumda olduklarına şâhit idim. Fakat beni vefat ettirip aralarından çıkardıktan sonra onları görüp gözetleyen sadece sen kaldın. Zâten sen her şeyi hakkıyla görensin.”
118. “Onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan muhakkak ki sen kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olansın.”
Burada
yer alan azarlama hitabından, Hz. İsa’nın ulûhiyet makamına karşı nasıl bir
acizlik ve kulluk mevkiinde bulunduğu anlaşılmaktadır. O, ilâh değil sadece bir
kuldur. Bu azarlamanın asıl hedefi ise Hz. İsa değil, onu ilâh edinen
kimselerdir. Dolayısıyla bu yanlış inanç sahiplerinin kıyamette nasıl dehşetli
bir hesap ile karşılaşacakları haber verilmek istenmektedir. Bu âyetlerden
anlaşıldığına göre, Hıristiyanlardan Hz. İsa’yı ilâh edinenler olduğu gibi,
annesi Hz. Meryem’i de ilâh kabul edenler vardı. Nitekim tarihî bilgiler
Arabistan’da Collyridienler ismiyle anılan sapık bir Hıristiyan grubunun Hz.
Meryem’i tanrıça olarak kabul ettiğini göstermektedir. Ayrıca onlar, “Meryem
bir insan doğurmadı, o bir ilâh doğurdu” dediklerine göre ve anne ile çocuk
arasındaki mevcut münâsebet sebebiyle, annenin de doğurduğu kişi mesâbesinde
olması gerektiğini kabul etmek zorundadırlar. Bunu kabul etmek zorunda
oldukları takdirde ise, Hz. Meryem hakkında bu sözü bizzat söylemiş gibi
olmaktadırlar.
Cenâb-ı
Hakk’ın bu dehşete düşüren ve titreten azarına karşılık Hz. İsa’nın
söyledikleri, kulun Allah karşısında takınması gereken edebi en ince
noktalarıyla ortaya koyan bir güzellik ve keyfiyettedir:
İsâ
(a.s.) ilk olarak Allah Teâlâ’yı, kendisinden başka ilâh olması, dengi ve
ortağı bulunması, çocuk edinmesi gibi şânına yaraşmayan noksan sıfatlardan
tenzih edip temiz ve pâk olduğunu belirterek söze başlıyor. “Senden başka ilâh
edinilmesini söylemiş olmamdan veya böyle bir sözün söylenmiş olmasından sana
sığınır, seni sana layık bir şekilde tenzih ederim” diyor. Allah’ın yüce izzeti
ve sonsuz kudreti karşısında boyun eğerek O’nun azametinden korkuyor.
Kendisinin hakkı olmayan, kul olmasının gereklerine uymayan bir sözü
söylemesinin mümkün olmadığını belirtiyor. Fakat bu konuda da fazla ısrarcı
olmuyor, nefsini temize çıkarmıyor. “Eğer böyle bir şey söyledimse mutlaka sen
onu bilmektesin. Çünkü sen benimle ilgili her şeyi bilirsin; gizlediğimi, açıkladığımı,
ne istediğimi, gönlümden geçip benim farkında olmadığım şeyleri de bilirsin.
Fakat ben seninle ilgili her şeyi, gizlediklerini ve sırlarını bilemem. Şu
halde söylemediğimi bildiğim halde, bana bu soruyu sormaktaki ilâhî hikmetini
de bilemem. Şüphesiz sen bütün gizlilikleri hakkiyle bilensin” diyerek buna
Cenâb-ı Hakk’ın ilmini şâhit getiriyor. Sonra kavmini, ilâhî emir gereği sadece
Allah’a kulluğa davet ettiğini, aralarında bulunduğu müddetçe de onları
murakabe ettiğini, durumlarını denetlediğini, onları ilâhî emirlere itaata
teşvik yasaklarından men etmeye çalıştığını beyân ediyor. Fakat aralarından
ayrıldıktan sonraki hallerini bilmediğini, bunu da en iyi yine Allah Teâlâ’nın
bildiğini ikrar ederek işi yine O’na havale ediyor. Neticede sözünü bir niyaz
makamında şöyle bağlıyor: “Onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin
kullarındır. Eğer onları bağışlarsan muhakkak ki sen kudreti dâima üstün gelen,
her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olansın!” Yani sen her şeye kadirsin;
cezalandırmaya da bağışlamaya da gücün yeter. Cezalandırman hikmet gereği
olduğu gibi bağışlayıp mükafatlandırman da hikmet gereğidir. Günahkârı
bağışlamanın güzel bir şey olduğu bellidir. Eğer azap edersen bu senin adâletin
gereğidir; eğer bağışlayacak olursan bu da senin fazlu kereminden, ihsan ve
cömertliğindendir. Şu da var ki ne azap etmende bir haksızlık, ne de
bağışlamanda bir düşüklük, bir isabetsizlik düşünülebilir. Yaptığın her şey
hikmetin ve doğrunun ta kendisidir. Hükmüne karışılmaz, hikmetine karşı
gelinmez. Her korkunun kaynağı sen, her ümidin mercii de yine sensin. Hâsılı ilâhlık
ve hükümranlık ancak senindir. Tek ilâh sensin, senden başka ilâh yoktur.
Hz. İsa’nın bu 118. âyette yer alan yakarışı Allah
Resûlü (s.a.s.)’i derinden etkiler ve dua olarak tekrar ederdi. Birgün
Efendimiz, Hz. İbrâhim’in “ Rabbim! Bu
putlar, insanların pek çoğunun yoldan çıkmasına sebep olmaktadır. Bundan böyle
kim bana uyarsa şüphesiz o bendendir” (İbrâhim 14/36) sözünü ve Hz. İsa’nın da “Onlara azap
edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan muhakkak ki
sen kudreti dâima üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olansın!” (Mâide 5/118) duasını okudu. Akabinde ellerini kaldırdı ve:
“Allahım, ümmetimi koru, ümmetime merhamet et!” diye yalvararak ağladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:
“– Ey Cebrâil! Rabbin herşeyi daha iyi bilir ya, git, Muhammed’e niçin
ağladığını sor” buyurdu. Cebrâil (a.s.) geldi. Resûlullah
Efendimiz ona, ümmeti için duyduğu endişeden dolayı ağladığını söyledi.
Cebrâil’in dönüp durumu haber vermesi üzerine Allah Teâlâ:
“– Ey Cebrâil! Muhammed’e git ve ona: «Ümmetin konusunda seni râzı edeceğiz
ve seni asla üzmeyeceğiz» müjdemizi
ulaştır” buyurdu. (Müslim, İman 346)
Mahşerde vuku bulacak bu sorgulamanın
dehşetinden sarsılan gönüllere su serpmek, heyecanlarını teskin etmek ve
doğruların kurtuluşa ereceklerini haber vermek üzere şöyle buyruluyor:
119. Allah şöyle buyuracak: “Bu gün, iman ve yaşayışlarında doğruluktan ayrılmayanlara doğruluklarının fayda vereceği bir gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır. Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. En büyük başarı ve kurtuluş işte budur!”
120. Göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin mülkiyeti ve hâkimiyeti Allah’ındır. O’nun her şeye gücü yeter.
Dünyada
Allah ve peygamberine iman, itaat ve teslimiyetinde doğru, samimi ve dürüst
olanlar, akitlerini yerine getirip sözlerinde duranlar, o dehşetli kıyamet
gününde, bütün insanların toplanıp hesaba çekilecekleri o korkunç günde bu
doğruluk ve samimiyetlerinin faydasını göreceklerdir. Her türlü korku, keder ve
hüzünden uzak bir mükafat elde edeceklerdir. Onlara altlarından ırmaklar akan,
içinde ebedi kalacakları cennetler verilecektir. Hepsinin ötesinde Allah
onlardan, onlar da Allah’tan razı olacaklardır. Ki Allah’ın razı olması bütün
cennet nimetlerinin fevkinde bir nimettir. En büyük zafer, başarı ve kurtuluş
da bu rızâ makâmına ulaşabilmektir. O halde kula düşen Allah’ı tanımak,
birliğini ve büyüklüğünü idrak etmeye çalışmak ve O’na samimi bir kul
olabilmektir. Bu kulluğa en layık olan şüphesiz ki Allah Teâlâ’dır. O’nun
dışında herhangi bir şeyin veya herhangi bir kimsenin rızâsını kazanmaya
çalışmanın bir önemi yoktur. Ebedi olarak faydalı olacak olan doğruluk ve
samimiyet, ancak Allah’a olan doğruluk, samimiyet ve ihlastır. Çünkü bütün
gökleri, yeri ve bunlarda bulunan her şeyi O yaratmıştır, hepsinin tek sahibi
O’dur; onların her birinde istediği tasarrufu yapabilme güç ve kuvvetine
sahiptir.
Mâide
sûresinin sonunda Cenâb-ı Hakk’ın sadık ve samimi kullara müjdelediği içlerinde
ırmaklar çağıldayan ebedî cennetlere ve ilâhî rızâya hamd ile mukâbelenin
gerekliliğini hatırlatma sadedinde şimdi En‘âm sûresi gelmektedir:
Kehf Suresinin 66-67. ayetlerinde şöyle buyrulur: Kehf Suresi 66-67. Ayetleri Arapça: قَالَ لَهُ مُوسٰى هَلْ اَتَّبِعُكَ عَلٰٓى اَنْ تُعَلِّمَنِ مِ ...
Kur’ân-ı Kerim, İslâm dininin kutsal kitabıdır. Kur’an okumanın gerekliliği ve fazileti üzerinde sıkça durulur. Kur’an’ın bazı yerlerde kendini “zikr ...
Kehf Suresinin 54. ayetinde şöyle buyrulur: Kehf Suresi 54. Ayet Arapça: وَلَقَدْ صَرَّفْنَا ف۪ي هٰذَا الْقُرْاٰنِ لِلنَّاسِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍۜ وَك ...
Kehf Suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Kehf Suresi 46. Ayet Arapça: اَلْمَالُ وَالْبَنُونَ ز۪ينَةُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَالْبَاقِيَاتُ الصّ ...
Kehf Suresinin 45. ayetinde şöyle buyrulur: Kehf Suresi 45. Ayet Arapça: وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا كَمَٓاءٍ اَنْزَلْنَاهُ مِنَ ...
Kehf Suresinin 29. ayetinde şöyle buyrulur: Kehf Suresi 29. Ayet Arapça: وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَٓاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَٓاءَ فَ ...