En‘âm sûresi çoğunluğun görüşüne göre Mekke’de bir defada inmiştir. Ancak üç veya altı âyetinin Medine’de indiğine dair bir görüş de bulunmaktadır. 165 ayettir. Mushaftaki tertibe göre 6, iniş sırasına göre 55. sûredir. Sûreye isim olan اَلأنْعَامُ (en‘âm) kelimesi Arapça’da “deve, sığır ve koyun gibi evcil hayvanlar, ceylan, geyik ve benzeri yabani hayvanlar ve bir takım binek hayvanları” mânasında kullanılmaktadır. Bu kelime sûrenin 136, 138, 139 ve 142. âyetlerinde altı kez tekrar edilmiştir.
Esasen İslâm’ın inanç esaslarının işlendiği bu sûrede özetle şu mevzular yer almaktadır:
› Allah’ın birliğinin delilleri; ilim, irade, kudret gibi sıfatları beyân edilerek şirkin geçersizliği ve âhirette sebep olacağı vahim neticeleri haber verilir. İslâm inancını kabul etmeyen kâfirlerin, Kur’an’ın davetine bigâne kaldıkları takdirde, kendilerinden önceki kâfirlerin uğradıkları hazin akıbete uğrayacakları ikazı yapılır.
› Peygamberin tebliğ vazifesi ve bu vazifeyi ifâ ederken kullandığı imkânların sınırlı oluşu, zengin veya fakir her seviyeden muhatapla münâsebetleri ele alınmakta, özellikle çevreden gelen baskılar sebebiyle fakir müslümanlara olması gereken ilginin azaltılmaması istenmektedir.
› Tevhid mücâdelesinde Resûlullah (s.a.s.) ve etrafındaki müslümanları teselli etmek, münkirlerden gelecek eziyetlere karşı sabırlı olmaya teşvik etmek ve takip edilmesi gereken bir tebliğ metodunu öğretmek gayesiyle Hz. İbrâhim’in putperest kavmiyle olan münâsebetleri, onları şirkten vazgeçirmek için getirdiği deliller üzerinde durulur. Efendimiz’den önceki bütün peygamberlerin hep aynı hidâyet yolunun yolcuları oldukları ve insanları bu doğru yola davet ettikleri, dolayısıyla Peygamberimiz’e düşen vazifenin onların nurlu izinden yürümek olduğu beyân edilir.
› Bir kısım hayvanlar ve ziraat mahsulleriyle alakalı olarak putperest Arapların benimsedikleri yanlış uygulamalar dile getirilip reddedilir ve bu hususta uyulması gereken İslâmî kâideler açıklanır. Haram ve helâli belirleme yetkisinin sadece Allah’a ait olduğu ortaya konur.
› Son olarak ana-babaya iyilik, çocukları öldürmemek, günahları terk etmek, yetim malı yememek, adâletli olmak ve benzeri gibi İslâm’ın temel ahlâkî esasları tekrar edilerek tabi olunacak dosdoğru yolun bu olduğu, bütün ilâhî kitapların hep bu esasları getirdiği, dolayısıyla ölüp âhiret gerçeği ile karşılaşmadan önce bu esaslara uygun bir şekilde iman ederek sadece Allah için bir kulluk yapmanın gereği üzerinde durulur. Yaratılmış olmanın ve imtihan edilmenin gayesi de zaten budur.
Mushaftaki sıralamada 6., iniş sırasına göre 55. sûredir. Hicr sûresinden sonra, Sâffât sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. Tamamına yakınının Mekke’de indiği hususunda ittifak vardır. Abdullah b. Ömer’e ulaşan bir rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “En‘âm sûresi bana toplu olarak indi. 70.000 melek tesbih ve hamd sözleriyle bu sûrenin inişine eşlik etti” (Taberânî, el-Mu‘cemü’s-sağ^r, I, 145). Abdullah b. Abbas’tan aktarılan bir rivayette de Mekke’de “bir defada” indiği teyit edilmiştir (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr, XX, 215). Ancak birkaç âyetinin Medine’de indiğine dair görüşler de vardır (bk. İbn Atıyye, II, 265; Elmalılı, III, 1861).
En‘âm sûresinin faziletine dâir Allah Resûlü (s.a.s.)’in şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“En‘âm sûresi bana toplu olarak indirildi. Yetmiş bin melek tesbih ve hamdederek bu sûrenin indirilişine eşlik etti.” (Taberânî, el-Mu‘cemü’s-sağîr, I, 145)
“En‘âm sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in en üstün sûrelerinden biridir.” (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 17)
1. Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a aittir. Böyleyken kâfirler, birtakım putları Rablerine denk tutuyorlar.
Sûre
Allah’a hamd ile başlamaktadır. Gerçekten her türlü hamd, övgü ve senâ Allah’a
mahsustur. Çünkü içindeki sayısız varlıklar ve bunlar arasındaki eşsiz nizam
ile birlikte gökleri ve yeri yaratan[1],
karanlıkları ve aydınlığı var eden O’dur. Dolayısıyla ulûhiyet vasfı yalnızca
Allah’a aittir. Buna rağmen müşrikler, putlarını Allah’a denk tutmakta, Allah’a
kulluk edercesine onlara kulluk etmektedirler. Bu bakımdan bu ilk âyet, putlara
tapan, onlara ulûhiyet vasfı izafe eden ve darda kaldıklarında onlardan yardım
isteyen müşriklere karşı bir reddiyedir. Bütün kâinatı yoktan yaratan ve her
türlü nimetin yegâne sahibi olan Allah var iken, O’nun dışında herhangi bir
varlığa perestiş etmek; kulluk niyetiyle meyletmek nasıl mümkün olabilir?
Âyette
zikredilen “zulumât” ve “nûr”dan maksat “gece karanlığı” ile “gündüz aydınlığı”
olabileceği gibi, “şirk, nifak ve küfrün karanlığı” ile “İslâm, iman, nübüvvet
ve yakînin aydınlığı” da olabilir. Ayrıca “zulumât” çoğul, “nûr” ise tekil
gelmiştir. Çünkü karanlığın sebepleri çok, aydınlığın sebebi tektir. Sapık
yollar çok, doğru yol tektir. Burada karanlığın şirk ve çoklukla ilgisi bulunduğuna
ve bunda tek ve tekliğin çoklukta kaybolmasına; aydınlığın da tevhid ile
alakası olduğuna ve bunda da çokluğun tekte kaybolduğuna dikkat çekilmektedir.
Bu bakımdan “kâfir ufuklarda kaybolan yani çokluk içinde boğulan, mü’min ise
ufukların kendinde kaybolduğu yani vahdete eren kimsedir” sözü pek mânidârdır.
Yüce
Allah gökler ve yerleriyle büyük âlemin yaratılmasından bahsettikten sonra
gelen âyette küçük âlem olan insanın yaratılmasından bahsetmektedir.
[1] Pek
çok âyette gökler ve yer birlikte ve bu sıra ile geçmektedir. “Semâvât”
meleklerin mekânı, duaların kıblesi, temiz ruhların yükseldiği yer olması ve
yerküreyi her tarafından kuşatması, orada Allah’a hiç isyan edilmemesi ve
mü’minlere vaadedilen cennetin orada bulunması gibi hikmetlerle ilk sırada yer
aldığı söylenebilir. Fakat sanki burada “arz” tek başına ve semâvâta nispetle
son derece küçük varlığı ile “göklere” denk tutulur. Bu da, Allah Teâlanın,
insanın yaşaması için düzenlediği yeryüzüne verdiği değerin, oraya
yerleştirdiği zengin muhtevanın ehemmiyetine dikkat çeker. Belki de
peygamberlerin ve özellikle Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yeryüzünde zuhuru, onun
göklere denk tutulması için yeterli bir sebeptir. Çünkü o bütün âlemlere rahmet
olarak gönderilmiştir.
2. O, sizi çamurdan yarattı, sonra ömrünüze belirli bir süre tâyin etti. O’nun katında belirlenmiş bir ecel daha vardır. Siz ise hâlâ şüphe edip duruyorsunuz.
Cenâb-ı
Hak, insanlığın babası olan Hz. Âdem’i çamurdan yarattığı gibi, onun neslinden
gelen her bir insanı da çamurdan yaratmaktadır. Çünkü her insan menî hayvancığı
ile yumurtadan yaratılmaktadır. Bunların ikisi de kandan meydana gelir. Kan da
alınan gıdalardan oluşur. Bu gıdalar ya hayvanî veya nebâtîdir. Bunlar da
dolaylı veya dolaysız yollarla temelde topraktan meydana gelir. Toprak süzüle
süzüle bitki olur, bitkiler gıda olarak insan ve hayvan vücuduna girer,
gıdalardan insan tohumu meydana gelir ve bundan da insan yaratılır. O halde şu
cansız topraktan insan başta olmak üzere bu kadar canlı varlıkları yaratan ve
her biri için belirli bir ömür takdir eden Allah’ın varlığından ve birliğinden
şüphe edilemez.
Âyette
geçen اَلأجَلُ (ecel) kelimesi “bir
sürenin sonu” mânasına gelir. Burada iki defa tekrar edilmektedir. Birinci
ecelden maksat her bir insan için takdir edilen ölüm vakti, ikincisinden maksat
ise kâinatın infilak edip yeni bir düzenin kurulacağı kıyamet vaktidir.
Görüldüğü üzere Allah imtihan için bir ecel, sonra imtihan neticesine göre
nimet vermek için başka bir ecel takdir etmiştir. İmtihan eceli dünyada, nimet
eceli ise ukbâdadır. Rabbimiz, kendi rızâsını talep etmemiz için bir ecel
belirlemiştir ki, bu bizlere dünyada tanınan “mühlet vakti”dir. Sonra onun
ardından bir “vuslat vakti” tayin etmiştir. Mühlet vaktinin belli bir müddeti
ve nihâyeti vardır; fakat vuslat vaktinin ne belli bir müddeti ne de nihâyeti
vardır. Varlığın bir başlangıç vakti olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Fakat
tevhid güneşleri bir kez doğdu mu, artık ona ebediyen batış yoktur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât,
I, 287) Bu bakımdan, gönüllerde tevhid güneşinin parıldamasına vesile olması
için buyruluyor ki:
3. O, göklerde ve yerde ibâdete lâyık tek Allah’tır. O sizin gizlinizi de açığa vurduğunuzu da bilir; yine hayır veya şer ne kazandığınızı da bilir.
Allah,
göklerde de yerde de ibâdete lâyık tek ilâhtır. Gökleri, yeri ve onlarda
bulunan bütün varlıkları O yarattığı gibi, onların idaresini de tek başına
elinde bulundurmaktadır. Her şey O’nun koyduğu kanunlara tabidir. Farkında
olsalar da olmasalar da o ilâhî kanunlara göre hareket ederler. Allah’ın ilmi
her şeyi kuşatmıştır. Bu sebeple O’na nazaran gizli ve açığın bir farkı yoktur;
hepsini aynı derecede bilir. Yine O, insanların dünya hayatında hayır veya şer
yaptıkları işleri, kazanacakları sevap ve günahları hakkiyle bilir. Buna göre,
kendilerine gelen Allah’ın âyetlerini hiçe sayanlar, bunun sonucuna
katlanmalıdırlar:
4. Böyle iken, ne zaman onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelse, hiç düşünmeden hemen ondan yüz çevirirler.
5. Kendilerine gerçeğin ta kendisi olan Kur’an geldiğinde onu da yalanladılar ve alaya aldılar. Elbette bir gün gelecek, alay ettikleri bu gerçekler ne imiş göreceklerdir.
Burada
zikredilen “âyetler”den maksat, Allah Teâlâ’nın ilâhlığını, varlığını ve
birliğini haber veren Kur’an âyetleri, Peygamber Efendimiz’in gösterdiği diğer mûcizeler
veya Allah’ın kudret ve azametine delâlet eden kevnî delillerdir. İşte müşrikler
ve münkirler, bu âyetler üzerinde düşünüp Allah’ın birliğini ve kudretini idrak
etmeye çalışacakları yerde, onlardan yüz çevirmişlerdir. Kur’an’ı
dinlememişler, dinlenilmesini engellemeye çalışmışlardır. Dinleyince de ona
sihir ve büyü demişlerdir. Efendimiz’in gösterdiği mûcizeleri reddetmişler ve
kâinattaki ilâhî kudret akışlarından ibaret olan kevnî âyetlere karşı da derin
gafletleri sebebiyle âdeta kör ve sağır kesilmişlerdir. Neticede hidâyete
ermeleri için gelen Kur’an’ı ve onu kendilerine tebliğ eden Peygamberi
yalanladıklarından iman etme şerefine erememişlerdir. Gördükleri bu kadar âyet
ve delillerden ibret almadıkları gibi üstelik bir de bunları yalanlayan
kimselere, alay edip durdukları şeyin haberleri pek yakında gelecektir. Bu
haberden maksat dünyada İslâm’ın intişarı, müslümanların ilerlemesi, kâfirlerin
mü’minler karşısında hezimet ve mağlubiyete uğraması; âhirette de cehennem
azabının karşılarına dikilmesidir. Peki onlara akıl ve düşünme melekelerinin
verilmiş olmasının hikmeti nedir:
6. Onlardan önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görüp üzerinde hiç düşünmezler mi? Üstelik biz onlara yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiş, üzerlerine bol bol yağmurlar yağdırmış, ev ve bağlarının altlarından ırmaklar akıtmıştık. Evet, günahları sebebiyle onları helâk ettik ve onların ardından başka nesiller meydana getirdik.
Bu
âyet-i kerîme kuvvet ve kudretlerine, mal ve servetlerine, makam ve
mevkilerine, sahip oldukları maddî ve manevî imkânlara aldanarak şımaran,
Allah’a asi olan, nimetin hakiki sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ı unutarak
azgınlaşan, günahlara boğulan fert ve toplumlara büyük bir tehdit ve uyarı
taşımaktadır. Zira Allah Teâlâ daha önce de bereketli yerlerde iskan ettiği,
her türlü imkânlar, bol nimetler verdiği, üzerlerine bol yağmurlar yağdırıp,
evlerinin altlarından, bağ ve bahçelerinin arasından ırmaklar akıttığı nice
müreffeh toplumları işledikleri günahlar yüzünden helak etmişti. Dolayısıyla
sonraki dönemlerde yaşayıp onlar gibi hakkı kabule yanaşmayanlar da aynı
şekilde helak olacaklardır. Öncekileri mal ve servetleri Allah’ın azabından
koruyamadığı gibi, bunları da mal ve servetleri asla ilâhî azaptan
kurtaramayacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, toplumların ecellerinin gelmesinde
günah ve hatalarının mühim bir yeri vardır. Nitekim Âd ve Semûd kavmi, Kârûn ve
Firavun gibi önceki toplumların helak sebeplerinden bahseden şu âyet ne kadar
dikkat çekicidir:
“Biz bu topluluk ve kişilerden her birini günahları yüzünden
kıskıvrak yakalayıverdik: Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik.
Kimini o korkunç çığlık yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de suda
boğduk. Allah, böyle yapmakla kesinlikle onlara zulmetmedi; lâkin onlar kendi
kendilerine zulmettiler.” (Ankebût 29/40)
Şimdi
de Cenâb-ı Hak, kâfirlerin kendilerini Kur’an’ı inkâra nasıl
şartlandırdıklarını şöyle bir misalle dikkatlerimize sunuyor:
7. Rasûlüm! Şayet sana kağıt üzerine yazılmış bir kitap gönderseydik de onu elleriyle tutmuş olsalardı, o küfürlerinde diretenler yine de: “Bu, olsa olsa apaçık bir büyüdür” derlerdi.
Kur’ân-ı
Kerîm’in başka âyetlerinde müşriklerin Peygamber Efendimiz’den, gökten
kendilerine okuyacakları bir kitap getirmesini (bk. İsrâ 17/93) ve “açılmış
sahifeler” indirmesini (Müddessir 74/52) talep ettiklerine yer verilir. Rivayete
göre Mekke müşrikleri, “Ey
Muhammed, bize Allah katından, yanında onun Allah katından ve senin de Allah’ın
elçisi olduğuna şehadet edecek dört
melekle birlikte bir kitap getirmedikçe asla sana iman edecek değiliz” demişler
ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
216) Bu âyette müşriklerin ne kadar körü körüne, ne kadar büyük bir taassup ve
inat içinde küfürde ısrar ettikleri haber verilir. Onlar iç dünyalarında
gerçeğe inanmamak, teslim olmamak kararını verdiklerinden ve buna sımsıkı
sarıldıklarından dolayı, peygamberliği bir sihir, bir hilekârlık olarak
göstermek istedikleri için Resûlullah (s.a.s.)’in mûcizeleri ve özellikle
Kur’an’ın icazı karşısında hemen düşünmeden ilk söz olarak “Bu apaçık büyü”
dedikleri gibi, istedikleri şekilde elleriyle tutabilecekleri, dokunup
yoklayabilecekleri mücessem bir kitap da indirilmiş olsa, ona da yine aynı
şekilde “Bu düpedüz bir büyü” derlerdi.
Müşriklerin
bir diğer talebi, Peygamber’in yanına gözleriyle görebilecekleri bir meleğin
gelmesi, onunla beraber dolaşması ve onun peygamber olduğunu söylemesiydi:
8. Bir de: “Ona, bizim de görebileceğimiz bir melek indirilmeli değil miydi” dediler. Eğer biz bir melek indirseydik, elbette iş bitirilir, kendilerine göz açtırılmaz, bir an bile yaşama fırsatı verilmezdi.
9. Eğer peygamberi melek olarak gönderseydik, onu yine bir insan suretinde gönderir de onları içine düştükleri şüpheye yine düşürürdük.
Bu
âyetler, böyle bir talebin geçersiz olduğunu bildirir. Çünkü gözleriyle
görebilecekleri şekilde meleğin gelmesi durumunda artık peygamber
gönderilmesinin bir hikmeti kalmayacak ve imtihan sırrı çözülecektir. Diğer
taraftan onlar, meleği gerçek suretinde görmeye güçleri yetmeyeceğinden,
yıldırım çarpmaktan daha dehşetli bir şekilde helak olacaklardır. Özellikle
Kur’an’ı getiren Cebrâil (a.s.)’ı gerçek suretinde görmek dayanılacak bir durum
değildir. Ancak peygamberler içinde Allah Resûlü (s.a.s.) gibi çok nadir
kimseler onu bir iki kez görebilmiştir. Peygamber Efendimiz’in vahiy alırken
nasıl dehşetli bir sarsıntı ile kendinden geçtiği de bilinmektedir. Dolayısıyla
sıradan insanlar meleği asli suretinde gördüğünde derhal helak olacak, tevbe
etmek veya bir mazeret beyân etmek için bir anlık bile bir fırsatları
olmayacaktır.
Eğer
yine müşriklerin istediği gibi peygamber bir melek olsaydı veya bir melek
insanlara elçi olarak gönderilseydi, sünnetullah gereği o yine bir insan suretinde
olurdu. Onlar yine “Biz senin melek olduğunu nerden bilelim, sen de bizim gibi
bir insansın” diyerek önceden olduğu gibi şüpheye düşerlerdi. Çünkü az önce de
ifade edildiği gibi insanların meleği asli suretinde görmesi mümkün değildir.
Bu sebepledir ki melekler peygamberlere insan suretinde gelmişlerdir. Nitekim Cebrâil
(a.s.), Efendimiz’e daha çok Dıhyetü’l-Kelbî şeklinde; bir kısım melekler de
Hz. Dâvûd’a iki hasım şeklinde, Hz. İbrâhim ve Hz. Lût’a da misafirler şeklinde
gelmişlerdir.
Allah
Resûlü (s.a.s.), kavminden gördüğü kötü muameleye karşı şöyle teselli
edilmektedir:
10. Rasûlüm! Şunu unutma ki, senden önceki peygamberlerle de alay edilmişti. Fakat alay ettikleri gerçek, o alay edenleri dört bir yandan kuşatıp mahvetmişti.
11. De ki: “Yeryüzünde gezin dolaşın da, peygamberleri yalanlayanların sonu nasıl olmuş bir bakın!”
Böyle
bir muameleye sadece Peygamber Efendimiz maruz kalmamış, önceki peygamberler de
aynı sıkıntılarla karşılaşmışlardır. İnkar edilmişler, alaya alınmışlar ve
eziyet çekmişlerdir. Bu zorluklar, ilâhî dâvanın tebliğcisi ve savunucusu
olmanın tabiatında vardır. Fakat netice mühimdir. Neticede peygamberler galip
gelmiş, onlarla alay edenleri fazla zaman geçmeden Allah’ın azabı çepeçevre
kuşatmış ve helak olmuşlardır. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz’e: “O halde sen
o kâfirlerin inkâr ve alaylarından müteessir olma. İnkar edenlere de yeryüzünü
dolaşmalarını, olan biten hâdiseleri ibret nazarıyla incelemelerini,
peygamberleri yalanlayanların nasıl helak olduklarını görmelerini ve böylece
gaflet perdesini yırtıp intibaha gelmelerini tavsiye et” buyrulmuştur.
Şimdi
de dikkatler, peşpeşe gelen âyetlerin kendisine inanıp bağlanmayı öğütlediği
Allah Teâlâ’nın kudret ve azametini anlamak için göklerde ve yerde bulunan
varlıkları tefekküre yönlendirilmektedir:
12. “Göklerde ve yerde olanlar kimindir” diye sor. Onlar gerçeği söylemeseler de sen: “Allah’ındır” de. O, kullarına rahmetiyle muameleyi kendine ilke edinmiştir. O sizi, geleceğinde hiçbir şüphe bulunmayan kıyâmet gününde elbette bir araya toplayacaktır. Fakat nefislerini zarara uğratanlar buna inanmazlar.
Âyette
yer alan soru ve cevap, Allah’a şirk koşanları, kâinatta bulunan canlı cansız,
akıllı akılsız her şeyin yaratılış, mülk ve tasarruf bakımından Allah’a ait
olduğunu ikrara mecbur bırakmaktadır. Zaten kişinin iman nimetine erebilmesi
için de, göklerde ve yerde bulunan şeylere bakıp, bunlardaki değişmeleri
görmesi ve hepsinin sebebini araştırarak “bunlar kimin?” sorusunu sorması ve bu
soruya karşılık iç âleminde “Allah’ın” cevabını alması gerektiği ortadadır. Bu
takdirde Allah’ın birliğini kabul edip O’na teslim olmaktan başka bir yol
olmadığını anlayacaktır. Gölerin ve yerin yaratıcısı, sahibi Allah olduğuna
göre, O, dünyada kâfirlere, günahkârlara çabucak azap göndermeye de, öldükten
sonra onları diriltmeye de kadirdir. Fakat “O, kullarına rahmetiyle
muameleyi kendine ilke edinmiştir.” (En‘âm 6/12) Mecbur olmamakla beraber,
bizzat kendi lutuf ve kereminden kullarına merhamet edeceğini va‘detmiştir. O
kullarına merhametli davranmakta, inkâr edenleri hemen cezalandırmamakta,
kendine dönmeleri için mühlet vermekte ve tevbe ettikleri takdirde tevbelerini
kabul edeceğini haber vermektedir. Çünkü “O’nun rahmeti gazabını geçmiştir.”
(Buhârî, Tevhid 15, 22; Müslim, İman 14-16) Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Allah’ın
rahmetinin genişliği ile alakalı olarak şöyle buyurur:
“Allah rahmeti yüz parçaya ayırdı.
Bunlardan doksan dokuzunu kendi katında tuttu. Bir parçasını yeryüzüne indirdi.
İşte bu bir parça rahmet sebebiyle canlılar birbirine acıyıp şefkat
gösterirler. Hatta, yavrusunu emziren hayvanın yavrusuna dokunur diye ayağını
kaldırması bile bu merhamet sebebiyledir.” (Buhârî,
Edeb 19; Müslim, Tevbe 17-21)
Cenâb-ı Hak yine bu rahmeti sebebiyle, herkesin
dünyada yaptığının karşılığını görmesi için insanları mutlaka kıyamet gününde
toplayacaktır. Eğer dünyada zulme uğrayan âhirette hakkını almazsa; ömrünü
sefalet içinde geçirmiş, Hakk’a itaat eden kul, âhirette sabrının mükâfatını
görmezse ona haksızlık olur. İşte Allah rahmeti gereği insanları mahşerde bir
araya toplayacak, onlara yaptıkları amellerin karşılığını verecektir. Cennet rahmetinin,
cehennem gazabının tecellisi olacaktır. Fakat nefislerini zarara uğratanlar;
yani sermâyeleri olan tertemiz fıtratlarını, selîm akıllarını kaybedenler,
gerçekler yerine sadece vehimlerine uymaları, taklide dalmaları ve
düşünmemeleri sebebiyle küfürde ısrar etmekte ve îmandan yüz çevirmektedirler.
Bu sebeple iman etmeleri ve Allah’ın rahmetine ermeleri söz konusu olamaz.
Oysa:
13. Gecenin karanlığı, gündüzün aydınlığı içinde barınan her şey O’nundur. O hakkıyla işitendir, kemâliyle bilendir.
Göklerde ve yerde olan mekana bağlı her şey
Allah’ın olduğu gibi, gece ile gündüzün kuşattığı, bunlar içinde barınan zamana
bağlı her şey de Allah’a aittir. Allah ister gecenin karanlığında, ister
gündüzün aydınlığında olsun, isterse o kadar geniş kâinatın herhangi bir
yerinde bulunsun olup biten her şeyi işitir ve bilir. O’nun işitmesinden ve
bilmesinden hiçbir şey hariçte kalamaz.
O halde:
14. De ki: “Gökleri ve yeri yoktan var eden, her canlıyı besleyip doyurmasına karşılık kendisi hiçbir şekilde beslenmeye ihtiyacı olmayan Allah’tan başkasını mı kendime dost edineceğim?” Yine şöyle de: “Bana Hakk’a teslim olanların ilki olmam emredildi ve «sakın müşriklerden olma!» buyruldu.”
15. De ki: “Eğer Rabbime isyan edecek olursam, gerçekten büyük bir günün azabından korkarım.”
16. O gün kim azaptan uzak tutulursa, şüphesiz Allah ona rahmet etmiştir. İşte apaçık kurtuluş budur.
Allah’ın
isimlerinden bir olan اَلْوَلِيُّ (Velî), “dost,
yardımcı, yönetici, yapılması için işlerin kendine havale edildiği varlık”
demektir. Yine o isimlerden biri olan “Fâtır” ise “yokluktan varlık sahasına
çıkaran, yoktan vareden” mânasındadır. Allah gökleri, yeri ve onlarda bulunan
her şeyi yoktan var etmiş, bütün fıtratları yaratmış, hem de onların devamları
ve birbiri ardı sıra kesilmeksizin sürmeleri için muhtaç oldukları tabii
ihtiyaçlarını bahşetmiştir, bahşetmektedir. Kendisi ise her türlü ihtiyaçtan
uzaktır; ikram eder fakat kendine ikram olunmaz; yedirir doyurur fakat kendinin
buna ihtiyacı yoktur. Bir diğer âyet-i kerîmede: “Ben onlardan herhangi bir
rızık istemiyorum; beni doyurmalarını da istemiyorum. Muhakkak ki Allah, evet
O, bütün rızıkları veren, sonsuz kudret ve sarsılmaz kuvvet sahibi olandır”
(Zâriyât 51/57-58) buyrulur.
Müslüman
olmak ve şirkten uzak durmak ilk defa Allah Resûlü (s.a.s.)’e emredilmiş,
dolayısıyla ilk iman eden ve ilk teslim olan o olmuştur. Peygamberler, aynen
diğer insanlar gibi, getirdikleri dinin emirlerini yapmak ve yasaklarından
kaçmakla mesüldürler. Buna karşı gelmek azabı gerekli kıldığından, hemen
ardından Efendimiz’e: “Eğer Rabbime isyan edecek olursam, gerçekten büyük
bir günün azabından korkarım” (En‘âm 6/15) demesi emredilmiştir.
Peygamberlerin bile korkudan titredikleri o günün azabını önemsememek ve
ciddiye almamak büyük bir gafletin işaretidir. Halbuki o günün azabı öyle
dehşetli bir azaptır ki, o gün ondan kurtulabilene muhakkak Allah merhametiyle
muamele etmiştir. O azaptan kurtulmak gerçekten büyük bir başarıdır. Burada
âhirette kurtuluşun ancak Allah’ın rahmeti sayesinde mümkün olabileceğine bir
işaret vardır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) de bunu açıklar mâhiyette şöyle
buyurur: “Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki,
insanlardan hiç kimse ameliyle cennete giremez; ancak Allah’ın rahmet ve
lütfuyla girer.” Ashâb-ı kirâm: “Senin amelinde mi seni cennete sokmaz ey
Allah’ın Rasûlü?” diye sorduklarında şöyle cevap verir. “Benim amelim de
beni cennete sokmaz, meğer Allah rahmetiyle beni korumuş ola.” (Buhârî,
Rikâk 18; Müslim, Munâfikîn 71)
Bu
bakımdan:
17. Eğer Allah sana bir sıkıntı verecek, bir zarar dokunduracak olursa, onu yine kendisinden başka giderecek yoktur. Eğer sana bir iyilik lutfederse, bilesin ki zâten O’nun her şeye gücü yeter.
18. O, kullarının üstünde her istediğini yapma kudretine sahiptir. O her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır, her şeyden haberdârdır.
Hayrı
ve şerri yaratan Allah’tır. Hastalık, fakirlik, açlık, kıtlık, hüzün, korku, acı
gibi verdiği bir zararı O’ndan başka defedecek kimse olmadığı gibi; sıhhat,
zenginlik, zafer, başarı, huzur, lezzet ve sevinç gibi ihsan ettiği iyilik ve
güzelliklere de mani olacak bir güç yoktur. Çünkü Allah her şeye mutlak güç
yetirendir. O her yönden üstün, daima galip ve kahredici bir kudret sahibidir.
Ne vereceği zarara engel olunabilir, ne de ihsan edeceği iyiliklere mani
olunabilir. Yaptığı her işte sayısız hikmetler vardır, O kullarının her
halinden de haberdardır. Böyle bir Allah bırakılıp başka kim dost edinilebilir?
O’ndan başka gerçek dostluğa kim layık olabilir? Allah Resûlü (s.a.s.)’in,
terkisine aldığı İbn Abbas (r.a.)’ya yaptığı şu nasihatler âdetâ bu âyetlerin
bir tefsiri mâhiyetindedir:
“Allah’ın
buyruklarını gözet ki, Allah da seni gözetip korusun. Allah’ın rızâsını her
işte önde tut ki Allah’ı önünde bulasın. Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste.
Yardım dileyeceksen, Allah’tan dile! Ve bil ki, bütün bir ümmet toplanıp sana
fayda temin etmeye çalışsalar, ancak Allah’ın senin için takdir ettiği faydayı
temin edebilirler. Yine eğer bütün ümmet, sana zarar vermeye kalksalar, ancak
Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilirler. Çünkü artık kaderi
yazan kalem yazmaz olmuş, yazıları değişmeyecek şekilde kesinleşmiştir.” (Tirmizî, Kıyâmet 59)
Yine Resûl-i Ekrem (s.a.s.),
bu âyetlerden aldığı ilhamla farz namazlardan sonra şöyle dua ederdi :
“Allahım !
Senin verdiğine engel olacak, vermediğini verecek kimse yoktur. Senin lütfun
olmadan hiçbir zengine serveti fayda vermez” (Buhârî, Ezan 155 ; Müslim, Mesâcid 137,
138)
Nitekim bir kimse
yolculuğa çıkacaktı. Hasan Basrî’ye gelip :
“- Bana bir
tavsiyede bulun” dedi. Hazret ona
şu öğütte bulundu :
“Gittiğin her
yerde, Yüce Allah’ın emrini üstün tut ki, O da seni üstün eylesin.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye,
s. 320)
Her
zaman ve her zeminde Allah’ın kuldan istediği şeyleri bilmenin yolu, tüm
insanlığa bir uyarı olarak gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup anlamaktan
geçmektedir:
19. Onlara: “Kimin şâhitliği daha büyük ve daha önemlidir?” diye sor. Cevap vermezlerse şunu söyle: “Benimle sizin aranızda Allah şâhittir. Bu Kur’an, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi ebedî azaba karşı uyarmam için bana vahyedildi. Siz, Allah ile birlikte başka ilâhların bulunduğuna gerçekten şâhitlik mi ediyorsunuz?” Şunu da söyle: “Ben buna şâhitlik etmem!” Ve de ki: “O, ancak bir tek ilâhtır ve elbette ben sizin O’na ortak koşmanızdan da, koştuğunuz ortaklardan da bütünüyle uzağım.”
Mekke
ileri gelenleri: “İddia etmekte olduğun peygamberlik davasında seni doğrulayan
hiç kimse yok. Seni yahudilere ve hıristiyanlara sorduk. Onların yanında da
senin ne haberine, ne de vasıflarına dair bir bilgi yok. O halde zannettiğin
gibi bir peygamber olduğuna şâhitlik
edecek birini getir” dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 217)
Hz.
Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olduğuna ve Kur’an’ın ona Allah katından
vahyedildiğine en büyük, en güvenilir şâhit şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. Bundan
daha doğru ve ikna edici bir şâhitlik düşünülemez. Kur’an’ın Allah’ın kelâmı ve
vahyi olduğu her yönüyle açıktır. O bir beşer sözü değildir, olamaz. O,
Peygamber Efendimiz’e ilk muhataplarını, onlardan itibaren de kıyamete kadar
ulaştığı her insanı veya buluğ çağına erişen herkesi Allah’ın azabıyla uyarması
için gelmiştir. Kur’an’ın iniş maksatlarından biri de budur. Allah’tan başka ilâh
yoktur; sadece tek ilâh O’dur. Kâinatta hüküm süren hârika nizam, Allah’ın bir
olduğunu ve kudretinin sonsuzluğunu göstermektedir. O’nunla beraber başka ilâhlar
olduğuna şâhitlik yapmak, doğru bir bilgi ve sağlam bir delile dayanmayan bir
safsatadan ibarettir. Çünkü bu hususta Allah’ın emriyle tek söz söyleme mercii
olan Peygamber: “Ben buna şâhitlik etmem. O, ancak bir tek ilâhtır ve elbette
ben sizin O’na ortak koşmanızdan da, koştuğunuz ortaklardan da bütünüyle
uzağım” (En‘âm 6/19) demektedir.
Her
ne kadar müşrikler, “Ehl-i kitaba sorduk; senin hakkında onların yanında hiçbir
bilgi yok” deseler de gerçek böyle değildir. Çünkü:
20. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, kendi öz oğullarını tanıdıkları gibi o Peygamber’i tanırlar. Ama nefislerini zarara uğratanlar, iman etmezler.
“Kendilerine kitap verilenler”den maksat yahudi
ve hıristiyanlardır. Bunlar Hz. Muhammed (s.a.s.)’i, onun sıfatlarını,
peygamber olacağını ve ona Kur’an gibi bir kitap indirileceğini kendi öz
oğullarını bildikleri gibi biliyorlardı. Yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de
bu bilgiler vardı. Fakat müşrikler, yahudi ve hıristiyanlar temiz fıtratlarının
sesine kulak vermeyerek, hatta onu bozarak ve imanı gerektiren delillerden yüz
çevirerek kendilerini hüsrana uğratmışlar ve iman etmemişlerdir. (bk. Bakara
2/146) Bu ise en büyük zulümdür. Zira:
21. Allah hakkında yalan uyduran veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Şüphe yok ki zâlimler kurtuluşa eremezler.
Allah’ın
ortakları olduğunu iddia eden, kendi kendilerine helâl, haram hükümler koyup
bunları Allah’ın buyruğu gibi gösteren, Kur’an’ın ayetlerini yalanlayan,
Allah’ın varlığını gösteren delilleri ve mûcizeleri görmezlikten gelen
müşriklerden daha zalim kimse olamaz. Bununla birlikte eğer Peygamber, kendi
uydurduğu sözleri Allah’a mal edip, “Bunlar Allah’ın vahyidir” derse, ondan da
daha zalim kimse olamaz. Halbuki Hz. Muhammed (s.a.s.) Allah’tan korkan, doğru
ve emin bir insandır. O halde onun getirdiği hakikatleri yalanlayanlar en zalim
duruma düşmüş olurlar.
Şimdi de bu yalancı zâlimlerin mahşer yerindeki
çaresiz ve perişen hallerine bakın:
22. Kıyâmet günü onları bir araya toplayacağız, sonra da Allah’a ortak koşanlara: “Hani nerede o, Allah’a ortak saydıklarınız?” diye soracağız.
23. Bunun üzerine onların: “Rabbimiz Allah’a yemin olsun ki, biz O’na asla ortak falan koşmuş değiliz” demekten başka bir çareleri olmayacak.
24. Şunlara bak, hâlâ yalan söyleyip, hem de kendi kendilerini yalanlıyorlar! Dünyada iken uydurdukları sahte tanrılar da onları nasıl yüzüstü bırakıp görünmez oluverdi!
Allah
Teâlâ, bütün insanları mahşer yerinde toplayacak, özellikle müşriklere, onları
azarlamak, kınamak ve mahşerî kalabalığın huzurunda zor durumda bırakmak üzere,
dünyada Allah’a ortak sandıkları putlarının hani nerede olduğunu soracaktır.
Onlar orada davalarının boş olduğunu görecek, işledikleri bu büyük günahın yükü
altında ezilecek, ne diyeceklerini şaşıracak, inkâr etmeye kalkışarak: “Allah’a
yemin olsun ki, biz O’na ortak falan koşmuş değiliz” (En‘âm 6/23) demekten
başka çareleri kalmayacaktır. Böylece kendilerine karşı, yani söylediklerinin
asılsız olduğunu bile bile yalan söyleme gereğini duyacaklardır. Bu sırada
dünyada tanrı diye peşine takıldıkları o sanal şeyler de kaybolup gidecektir.
Çünkü onlar gerçek değil, sadece zandan ibaretti. Halbuki gerçekler âleminde
zannın, vehmin yeri yoktur. Gerçekler ortaya çıkınca zanlar, vehimler,
tahminler yok olur gider. Allah’ın huzurunda kendilerine o putlardan ne bir
yardımcı ne de bir dost bulabilirler. Gerçeğin karşısında büyük bir dehşet ve
ürperti içinde sarsılırlar.
Mahşer
günü içine düşülecek bu çıkmazdan tek kurtuluş yolu, kalplerden Kur’an’ı
anlamaya engel olan perdeleri kaldırıp atmaktır:
25. İçlerinde sana kulak verip okuduğun Kur’an’ı dinleyenler var. Halbuki biz, onu anlayamasınlar diye kalpleri üzerine kat kat perdeler gerdik, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Artık hangi delil, işaret ve mûcizeyi görürlerse görsünler, yine de iman etmezler. Hatta yanına geldiklerinde seninle münakaşaya girişirler ve inkâra saplanıp kalmış o kâfirler: “Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değil” derler.
İçlerinde
Ebu Süfyan ve Velid b. Muğîre’nin de bulunduğu bir grup müşrik, Peygamber
Efendimiz (s.a.s.)’in okuduğu Kur’an’ı dinleyip daha sonra aralarında bulunan
ve acem kıssalarını anlatmakla meşhur olan Nadr b. Hâris’e: “Ey Ebu Katîle,
Muhammed ne diyor?” diye sorarlar. Nadr: “Kâbe’yi kendi evi yapana yemin ederim
ben de onun ne söylediğini bilmiyorum. Şu kadar ki dudaklarını oynattığını
görüyorum. Benim size anlattıklarım gibi geçmişlerin
masallarını anlatıyor” der. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme iner. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 217)
Âyetin
haber verdiğine göre müşriklerin bazıları zaman zaman Kur’ân-ı Kerîm’i
dinliyorlardı. Fakat onların maksadı Kur’an’ın neler bildirdiğini samimiyetle
öğrenmek, anlamak ve eğer doğru bulurlarsa onu tasdik etmek niyetiyle değildi.
Bilakis itiraz etmek, karşı çıkmak, alay ve hakaret etmek için bahaneler bulmak
amacıyla dinliyorlardı. Gurur, kibir, bencillik, ihtiras gibi kötü huylarla,
sihir, hurafe, şirk gibi bâtıl inançlarla ruhları kirlenmiş; fıtrî
tabiatlarının istikrarı bozulmuştu. Bu şekilde ruhları kararmış insanların,
aklî melekelerini, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma kabiliyetlerini de
kaybetmeleri ilâhî bir kanundur. Bu sebepledir ki onların kalpleri üzerinde Kur’an’ı
anlamalarını engelleyen perdeler, kulaklarında da bir ağırlık, bir sağırlık
meydana getirildiği ifade buyrulmuştur. Şu halde onların inkârları, ilâhî kanun
uyarınca kalplerinin perdelenmesi kendi tutum ve davranışlarının, bencil
duygularının, ön yargılarının, taassup ve inatlarının bir sonucudur; bundan
dolayı da yanlış inançlarından ve kötü fillerinden sorumludurlar. Böyle
kimselere Kur’an tesir etmez. Allah’ın ne kadar ayeti varsa hepsini görseler,
bütün açık deliller gözleri önüne serilse yine inanmazlar. Çünkü onlar
inanmamakta ısrar eder; üstelik davasının bâtıl olduğunu, okuduğu ayetlerin
öncekilerin masallarından başka bir şey olmadığını ileri sürerek Peygamber’le
mücâdele ederler. Küfür ve inkârda bu kadar ileridedirler:
26. Böylece onlar hem insanları Kur’an ve Peygamber’den uzaklaştırırlar hem de kendileri ondan uzak dururlar. Ama böyle yapmakla sadece kendilerini helâk ederler de bunun farkına bile varmazlar.
Bu
karakterdeki insanlar, kendileri Kur’an’a inanmadıkları ve Peygamber’e tabi
olmadıkları gibi, başka insanların da Kur’an dinlemelerine, ona inanmalarına ve
Peygamber’e itaat etmelerine mani olurlar. Böylece hem kendilerini sapıtırlar,
hem de başkalarını şaşırtırlar. Bu ilâhî sofradan ne kendileri faydalanırlar ne
de başkalarının faydalanmasına fırsat verirler. Bu şekilde davranmak suretiyle
neticede farkında olmadan kendi kendilerini mahvettikleri gibi, tesir
sahalarına giren kimseleri de mahvederler.
Bu
insanların âhirette duyacakları pişmanlıklar şöyle haber veriliyor:
27. Nihâyet ateşin karşısında durdurulduklarında onların hâlini bir görsen! O zaman: “Ah ne olurdu, dünyaya bir daha geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak, mü'minlerden olsak!” diye hayıflanırlar!
28. Hayır, bu sözlerinde de samimi değiller! Aslında onlar öteden beri gizledikleri iç yüzleri, günahları, mü’minlere kurdukları tuzaklar bütün açıklığıyla karşılarına çıktığı için böyle söylüyorlar. Yoksa dünyaya geri döndürülecek olsalar, yine kendilerine yasaklanan kötülükleri yapmaya girişir, aynı inkârlarında diretirler. Çünkü onlar gerçekten yalan söylüyorlar.
29. Onlar dünyada: “Hayat, ancak yaşadığımız şu dünya hayatından ibarettir. Biz öldükten sonra bir daha diriltilecek değiliz” demişlerdi.
30. Bir de onları Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman bir görsen! Allah onlara: “Nasıl, yeniden diriliş gerçek değil miymiş?” diye soracak, onlar: “Rabbimize yemin olsun ki evet gerçekmiş” diyecekler, bunun üzerine Allah da: “Öyleyse inkâr etmeniz sebebiyle tadın azabı!” buyuracak.
Müşrikler
ve kâfirler âhirette cehennem azabıyla yüz yüze gelip, o korkunç ateşin apaçık
bir gerçek olduğunu gözleriyle gördükleri zaman çok pişman olacaklar, tekrar dünyaya
dönmeyi isteyeceklerdir. “Dönsek de Allah’ın ayetlerini, Kur’an’ın verdiği
haberleri yalanlamasak, mü’minlerden olsak” diye temenni edeceklerdir. Çünkü
önceden beri gizledikleri şeyler; amel defterlerindeki kötülükler; küfür, şirk
ve nifaklarının gerçek yüzü, âhireti, cennet ve cehennemi yalanlamalarının
yanlışlığı hepsi apaçık karşılarına çıkacaktır. Şu âyet-i kerîmede haber
verilen hakikat vuku bulacaktır:
“Herkesin amel defteri önüne konulacak; sen günahkârların o
defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde korktuklarını
göreceksin. Hayretler içinde: «Yazıklar olsun bize! Bu nasıl defter ki, küçük
büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış, ne söylemişsek
hepsini saymış dökmüş!» diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi amel
defterlerinde bulacaklar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49)
İşte
bu gerçek karşısında şaşkına dönecekler ve tekrar dünyaya gelmeyi
isteyeceklerdir. Fakat bu, onların o an ki duydukları korkunun bir neticesidir.
Dünyaya gelseler o hali unutur ve tekrar inkâra saplanırlar, kendilerine
yasaklanan şeyleri yine pervasızca yaparlardı. Onlar bu iddialarında da
yalancıdırlar. Onlar dünyada yaşarken dünya ötesini, âhireti inkâr etmişlerdi.
Dünya hayatından başka bir hayatın olmadığını sanmışlar, “varsa yoksa hayat bu
hayattır, yaşarız ölürüz, tekrar diriltilmemiz mümkün değildir” demişlerdi.
(bk. Mü’minûn 23/37) Fakat kıyamet günü bütün zanları, vehimleri boşa çıkıp
değişmez gerçekle yüz yüze gelip hesap vermek üzere Allah’ın huzuruna
çıktıklarında perişan hallerini bir görmek gerekir. O vakit Allah onlara inkâr
edip durdukları “yeniden dirilişin, âhiret hayatının” gerçek olup olmadığını
soracak, gözleriyle gördükleri o gerçeği inkâr etme imkânı kalmayacak ve “O
halde inkâr etmeniz sebebiyle tadın azabı!” (En‘âm 6/30) şeklindeki ağır
bir ilâhî hitabın kahredici ezikliği içinde ebedi azaba düçar olacaklardır.
Çünkü birgün mutlaka Allah’a kavuşacağına inanmayanların kaybedenlerden olacağı
şüphesizdir:
31. Allah’ın huzuruna çıkmayı yalan sayanlar elbette hüsrana uğramışlardır. Kıyâmet ansızın başlarına kopuverince onlar, sırtlarına yüklendikleri suç ve günah yükleri altında: “Dünyada yaptığımız günahlar, kaçırdığımız fırsatlardan dolayı yazıklar olsun bize!” diye dövünüp feryat ederler. Şunlara bakın! Ne kötü bir yük taşıyorlar!
Âhirete
inanmayan ve bir gün Allah’ın huzuruna çıkıp hayatının hesabını vereceğini
düşünmeyen bedbahtlar büyük bir zarara uğrayacaklardır. Çünkü hem cennetteki
ebedi nimetlerden mahrum kalacaklar, hem de büyük bir azabın içine
düşeceklerdir. Bu kimseler ölüm gelip dünyadan ayrıldıklarında veya yeniden
dirilip Allah’ın huzuruna çıktıklarında, günahlarını sırtlarına yüklenmiş
olarak, pişmanlık ve üzüntülerini gizleyemeyecekler, “İmkan varken dünya
hayatında yapamadığımız hayırlı ameller ve işlediğimiz günahlar sebebiyle
yazıklar olsun bize!” diyeceklerdir.
Günahın
sırta yüklenilmesiyle alakalı olarak tefsirlerimizde şöyle bir açıklama yer
alır: Mü’min kabrinden çıktığında onu gayet güzel yüzlü, düzgün yapılı ve mis
kokulu bir yaratık karşılar ve ona: “Beni tanıdın mı?” diye sorar. Mü’min:
“Hayır tanımadım” diye cevap verince o: “Ben senin sâlih amellerinim, haydi bin
sırtıma, seni taşıyayım. Çünkü, dünyada iken sen beni taşımıştın” der. Nitekim
bu mânaya işaretle âyet-i kerîmede “Takvâ sahiplerini, binek üzerinde ikram
ile Rahman’a götürdüğümüz gün” (Meryem 19/85) buyrulur. Kâfiri ise
kabrinden çıktığı anda çirkin görünüşlü ve kötü kokulu bir yaratık karşılar ve
ona: “Beni tanıdın mı?” diye sorar. O: “Hayır tanımadım” diye cevap verince
şöyle der: “Ben senin kötü amellerinim, dünyada iken bana çok binmiştin, bugün
de ben sana bineceğim.” İşte âyetteki “sırtlarına yüklendikleri suç ve günah
yükleri altında” (En‘âm 6/31) ifadesinin mânası budur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,VII,
236)
Dolayısıyla
insan, dünya hayatını âhiret penceresinden seyretmeli, dünyanın mahiyetini iyi
kavramalı ve âhiret mahrumu olmamalıdır. Çünkü:
32. Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka değildir! Âhiret yurdu ise Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
Uhrevî
bir gaye ve maksadı olmaksızın bütün himmetlerini dünyaya yönlendirenler ve
onunla meşgul olanlar için dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey
değildir. “Oyun”, kişiyi faydalı olan şeylerden alıkoyup uzaklaştıran
şeylerdir. “Eğlence” ise kişinin ciddi işlerden uzaklaşıp, gayr-i ciddi ve mânasız
şeylerle uğraşmasıdır. İnsan oyun ve eğlenceden onlarla meşgul olduğu anda zevk
alır, ondan ayrıldıktan sonra pişman olur, huzursuzluk duyar. Eğlenceye dalınca
da ömür çabuk geçer. İşte dünya hayatı da böyledir. Yaşandığı sürece zevkli
gelir, çabuk geçer, fakat ondan ayrılınca kişi, kendisini başka bir hayata
hazırlamamış ise dünyadan kendisine sadece pişmanlık kalır. Oyun ve eğlencenin
süresi azdır, kısadır. Âhirete göre dünyanın süresi de çok azdır. Bu bakımdan
fani olan hayatı anlamlı ve değerli kılan şeyler, oyun ve eğlence değil,
Allah’ın rızâsını kazanma ve O’na yakınlaşma arzusuyla yapılan hayırlı
işlerdir. Bu sebeple aklını kullanabilen muttaki kullar, bu eğlence ve oyalanma
hayatına dalmaz, âhiret hayatı için hazırlanırlar, âhireti dünyaya tercih
ederler. Âhirete inanır, onu kazanmak için hidâyet yolunda yürürler. Dünyada
yaptıkları her işin hesabını Allah’ın huzurunda vereceklerini düşünerek yaşar;
ilâhî buyruklara âsi olmaktan, yasakları çiğnemekten sakınırlar. Böylece
dünyada kendilerine tanınan fırsatı hakkıyla değerlendirdikleri için bunlar hakkında
âhiret yurdu dünyadan daha hayırlı, daha güzel olacaktır. Bu açıdan bakılınca
dünyada âhiret için yapılan hayırlı ve güzel amellerin oyun ve eğlence
kabilinden olmadığı anlaşılacaktır.
Dünyanın
üç yüzü vardır: Birinci yüzü Allah Teâlâ’nın isimlerine bakar. Dünyadaki her
şey Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin neticesi olmakla, sıfatları ve isimleriyle
Allah’ın varlık, birlik ve sonsuz kudretine delildir, işarettir. Âhirete bakan
ikinci yüzüyle dünya, âhiretin tarlasıdır. Cennet ve cehennem, bu dünya tarlasında
ekilen ya iman ve amel-i sâlih tohumlarının veya küfür ve günah tohumlarının
boy vermiş şekli olarak karşımza çıkacaktır. Dünya bu iki yüzüyle çok
önemlidir. O kadar ki “yer”, “gökler ve yer” şeklinde Kur’an’da bir arada
anılmakla göklere denk tutulmuştur. Dünyanın üçüncü yüzü, insanın nefsi
arzularına, oyun ve eğlenceye, beşerî tutkulara bakar ki, işte Kur’ân-ı Kerîm’de
yerilen dünyanın bu yüzüdür. Bu yüzüyle dünya fânî, boş, oyun, eğlence, mal
biriktirip evlat ve mal çokluğu ile övünmeden ibarettir.
Bu
sebepledir ki, bir kimse Hz. Ali’nin yanında dünyayı yerince, Ali (r.a.) ona
şöyle der. “Dünya ona karşı doğru davrananlar için doğruluk yurdudur. Ondan
anlaması gerekeni anlayan için kurtuluş yurdudur. Ondan azık edinen kimseler
için de zenginlik yurdudur.” (Kurtubî, el-Câmi‘, VI, 414) Sevgili
Peygamberimiz (s.a.s.) de pek çok hadis-i şeriflerinde dünya hayatının mâhiyeti
hakkında bilgi vermiş, onun aldatıcı yönlerine dikkat çekmiş, imtihan için
verilen bu hayattan istifade için: “…Orada Allah’ı zikretmeye ve Allah’ı
zikretmeye götüren şeylere ehemmiyet verilmesini; ya öğreten ya öğrenen olmayı
ve bunların hepsinin ecirde ortak olacağını” haber vermiştir. (Tirmizî,
Zühd 14)
Bütün
bu gerçeklere rağmen insanlar, bu gerçekleri kendilerine şefkat ve merhametle
öğreten en büyük bir muallimi niçin üzerler, anlamak zordur:
33. Onların söylediklerinin seni üzdüğünü biz elbette biliyoruz. Gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.
Ayetin
nüzûl sebebi ile alakalı şöyle bir rivayet nakledilir: Resûl-i Ekrem (s.a.s.),
Ebu Cehil ve arkadaşlarını yanından geçerken ona:” Ey Muhamed! Allah’a and
olsun ki biz seni yalanlamıyoruz. Bize göre şüphesiz sen doğru söylüyorsun.
Fakat senin getirdiğini yalanlıyoruz” dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. (Tirmizî,
Tefsir 6/1)
Şâirin
şu beyti Ebû Cehil ve benzerlerinin hâlini ne güzel anlatır:
“Hidâyet senden olmazsa dirâyet neylesin yâ Rab!
Arapça bilse de Ebû Cehl’e Kur’an neylesin yâ Rab!”
Şüphesiz
Allah Resûlü (s.a.s.) bir insan olarak, müşriklerin kendi hakkında söyledikleri
sihirbaz, mecnun, kahin, şair gibi olumsuz sözlerden, sataşmalardan mahzun
olmaktaydı. Hele onların iman etmemelerine, inkârda direnmelerine son derece
üzülmekteydi. (bk. Kehf 18/6) Zaman zaman nâzil olan âyetler ona sabırlı
olmasını ve üzülmemesini telkin etmekteydi. Nitekim bir âyet-i kerîmede: “Rasûlüm!
Sabret; şunu bil ki sabretmen de ancak Allah’ın yardımıyla olur. Davetini kabul
etmiyorlar diye üzülme; kurmaya
çalıştıkları tuzaklar sebebiyle de telâş edip sıkıntıya düşme” (Nahl
16/127) buyrulmaktadır. Burada dini tebliğ edecek kişilerin sahip olmaları
gereken ahlâkî vasıflar içinde doğruluğun, dürüstlüğün ve güvenilirliğin önemi
vurgulanmaktadır. Ayrıca bunlar ve devam eden ayetlerle Efendimiz teselli
edilmekte, gönlüne ferahlık verilmektedir:
34. Rasûlüm! Hiç şüphesiz senden önce de nice peygamberler yalanlandılar. Fakat onlar bütün bu yalanlanmalarına ve maruz kaldıkları sözlü, fiilî her türlü eziyete katlandılar. Derken kendilerine yardımımız yetişti de, sonunda kazananlar onlar oldu. Öyle ya, Allah’ın sözlerini, yardım ve zafer va‘dini değiştirebilecek kimse yoktur. Nitekim o peygamberlerle ilgili ibret verici hâdiselerden bir kısmı zâten sana ulaşmış bulunuyor.
Resûlüm
ve onun yolundan giden mü’min kulum! Sen yalanlandığın gibi önceki peygamberler
de yalanlandılar. Sana eziyet edildiği gibi önceki peygamberlere de eziyet
edildi. Bütün bunlara rağmen onlar sabrettiler ve Allah’ın yardımına nâil
oldular. Dolayısıyla sen de bunları örnek al ve Allah’ın yardımı gelinceye
kadar sabret. Böyle sabredenlere Allah’ın yardımının geleceğinden şüphen
olmasın. Çünkü Allah’ın vaadini, hak edene yardım ve başarı sözünü değiştirebilecek
hiçbir kuvvet yoktur. Bu ilâhî teminatla alakalı âyet-i kerîmelerde şöyle
buyrulur:
“Doğrusu, peygamber kıldığımız kullarımız hakkında bizim geçmişte
verdiğimiz şöyle bir söz vardır: «Onlara Allah’ın yardımı kesinlikle
ulaşacaktır. Neticede üstün gelen, kesinlikle her zaman bizim ordumuz
olacaktır.»” (Saffât 37/171-173)
“Allah: «Ben ve peygamberlerim mutlaka ve mutlaka galip geleceğiz»
diye hükmetmiştir. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, karşı konulamaz bir kudrete
sahiptir.” (Mücâdile 58/21)
Dolayısıyla
âyette geçen كَلِمَاتُ اللّٰهِ (kelimâtullâh) “Allah’ın
kelimeleri”, hakla bâtıl, doğruyla yanlış arasındaki mücadelede neticeyi haber
veren bir ilâhî kanunu ifade etmektedir. Bu kanuna göre, doğru ve takvâ sahibi
insanların sabır, metânet, doğruluk, dürüstlük, fedakârlık ve vefakârlıklarını,
imanlarındaki sağlamlığı ve Allah’a olan bağlılıklarını kanıtlamaları için uzun
bir süre imtihana tabi tutulmaları gerekmektedir. Bu yolda onlar zorluklara ve
musibetlere uğrayacaklar; ancak bu zor ve engebeli yoldan geçmekle öğrenilen
yüksek ahlâkî vasıfları kazanacaklar ve ancak bu silahlarla küfür karşısındaki
savaşı kazanabileceklerdir. Yine, bu ilâhî kanuna göre, kullar gerekli manevî
donanımları elde edip ilâhî yardımı celbedecek noktaya ulaştıklarında, kendilerine
Allah’ın yardımı tam zamanında gelip ulaşacaktır. Dolayısıyla, Allah’ın insan
ve toplum hayatını düzenleyen kanunlarını iyi tanımak ve bu kanunlara uygun
hareketetmek lazımdır:
35. Buna rağmen eğer onların imandan yüz çevirmeleri sana ağır geliyorsa, o halde şâyet güç yetirebileceksen yer altından bir tünel kazıyarak veya göğe bir merdiven dayayarak onlara bir mûcize getiriver de görüp inansınlar! Halbuki Allah dileseydi hepsini hidâyet üzere toplardı. Öyleyse sakın câhillerden olma!
Allah
Resûlü (s.a.s.), bütün gücüyle gece gündüz İslâm’ı tebliğ ediyor, önüne çıkan
engelleri aşmaya çalışıyor ve herkesin imana gelmesini arzu ediyordu. Hatta bu
konuda zaman zaman ikaz edilecek derecede bir arzu ve iştiyak içindeydi.
Dolayısıyla muhataplarının daveti kabul etmediğini hissettiğinde, o zaman
onların kabulden başka bir ihtimalleri kalmasın diye Allah’ın açık bir mûcize
göndermesini arzulamaktaydı. Bu ayette Cenâb-ı Hak, Rasûlü’nü uyarmakta ve
şöyle demektedir: “Onların küfürde inat ve ısrarları karşısında sabırsızlık
gösterme, vazifeni bizim gösterdiğimiz yolda ısrarla yerine getirmeye devam et.
Eğer bu vazife mûcizelerle yerine getirilecek olsaydı, bunu bizzat kendimiz
yapardık. Fakat, istenilen itikadî, amelî ve ahlâkî gelişmenin sağlanabilmesi
ve mükemmel bir takvâ toplumunun kurulması için bu metot uygun değildir.
Bununla birlikte, eğer onların yüz çevirmeleri ve hidâyete kayıtsız kalmaları
sebebiyle gönlünde oluşan acıya katlanamıyorsan ve kabul edebilecekleri apaçık
bir mûcizenin onların kalplerindeki katılığı dağıtıp imana gelmelerini
sağlayacağını düşünüyorsan, o zaman kendin öyle bir mûcize getirmeye uğraş;
gücün yeterse yer katmanlarını del geç veya göklere çık. Fakat ilâhî
kanunlarımızda böyle bir şeye yer olmadığından bu arzunu yerine getirmemizi
bizden bekleme!” Zira Allah’ın muradı bütün insanların hidâyete gelmesi
değildir. Eğer böyle olsaydı herkesi ya melek yaparak veya mü’min olacak
şekilde yaratarak hidâyet üzere birleştirirdi. O takdirde peygamberler ve
kitaplar göndermeye, Allah’ın istediği hayat tarzının yavaş yavaş yerleşmesi
için müminleri kâfirlerle savaştırmaya hiç gerek kalmazdı. Fakat Yüce Allah, İslâm’ın
insanlara akli yoldan sunulmasını istemekte; akıllar iknâ edilerek, kalpler
itmi’nana erdirilerek müslümanca bir hayat yaşanmasını murad etmektedir.
Cenâb-ı Hakk’ın bu muradını iyi anlamalı, onu gerçekleştirmek için usulüne
uygun çalışmalı, ilâhî kanunlara aykırı davranmaktan sakınmalı, cahillerden
olmamak için akıl ve firâsetle hareket edilmelidir.
Sonuç
itibariyle:
36. Şunu bil ki ancak samimiyetle dinleyenler senin dâvetini kabul ederler. Mânen ölülere gelince Allah onları yeniden diriltecek, sonra da O’na döndürüleceklerdir.
İslâm
davetine, inatla ondan kaçanlar değil, ancak kulağını ve kalbini ona açanlar,
onu can kulağıyla ve samimiyetle dinleyenler icâbet ederler. Nitekim bir âyet-i
kerîmede şöyle buyrulur: “Sen ancak Kur’an’a uyan ve görmediği halde
Rahman’dan korkan kimseyi uyarabilirsin.” (Yâsîn 36/11) Kâfirler ise,
akıllarını çalıştıramamak, hakkı kabul etmemek ve hiçbir delile kulak vermemek
bakımından ölüler gibidirler. Bunlar Allah ve Rasûlü’ne iman ederlerse dünyada
mânen dirilirler. Bugün iman etmeyenler yarın iman edebilirler. Eğer etmezlerse
zaten Allah onları kıyamet günü diriltecek, her şeyi açıkça görecekler,
akılları başlarına gelecek, Rablerinin huzuruna varıp hesap vereceklerdir. O
halde kendini helak edercesine aşırı derecede üzülmeye gerek yoktur. Şunu unutma
ki, gönlünde gerçeği bulma yönünde en küçük bir arzu bulunan kişi, bir
kelebeğe, bir arıya, kanat çırpıp uçan bir kuşa baksa bu onun Allah’ı
tanımasına ve dinine teslim olmasına yetecektir:
37. Kalkmışlar, “Rabbinden ona bizim istediğimiz türden bir mûcize indirilse ya!” deyip duruyorlar. De ki: “Allah’ın her türden mûcize göndermeye elbette gücü yeter.” Fakat onların çoğu bunu bilmez.
İnanmayanların
zaman zaman Allah Resûlü (s.a.v )’den bir kısım mûcize talepleri olmuştur. Safa
tepesini altına çevirmesi, Mekke’nin arazisini genişletmesi, nehirler akıtması,
gökten kitap indirmesi gibi hârikulâde olayların vukuunu istemişlerdir. Halbuki
en küçük bir sûresinin bile benzerini getirmekten acze düştükleri Kur’an gibi
bir mûcize karşılarında dururken, başka bir mûcize istemeleri işi yokuşa
sürmekten başka bir şey değildir. Aslında Allah her türlü mûcizeyi getirmeye
kadirdir. Nitekim kullarının dünya ve âhiret bütün maslahatlarını taşıyan
Kur’an’ı, onun peyderpey gelen âyetlerini Allah indirmektedir. Fakat insanların
pek çoğu Allah’ı tanımıyor; neyin faydalarına, neyin zararlarına olduğunu
bilmiyor ve Kur’an’ın öğrettiği dinin kıymetini takdir edemiyorlar.
Bununla
birlikte:
38. Yerde yürüyen bütün canlılar ve iki kanadıyla havada uçan bütün kuşlar, sizin gibi sosyal nizama tâbi birer topluluktur. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra onların hepsi Rablerinin huzurunda toplanacaklardır.
Kâinatta,
yeryüzünde, özellikle bu âyette ifade edildiği üzere yeryüzüne yayılan canlı
varlıklarda, onların yaratılış ve hayat tarzlarında Cenab-ı Hakk’ın sonsuz
kudret ve azametini gösteren açık deliller, pek ince sırlar bulunmaktadır. Bu
canlılardan her biri aynen insanlar gibi birer ümmettirler. Onlar da insanlar
gibi başlangıçta topraktan yaratılmış, kendilerine düzenli bir hayat tarzı
biçilmiş; rızıkları ve ecelleri takdir edilmiştir. Belirli bir zamana kadar yer
içer, gıdalarını alırlar. Hepsi insanlar gibi toplanır, birbirleriyle tanışır, yanaşır
veya kaçar, koklaşır veya döğüşürler. Yine hepsi insanlar gibi birbirinden
doğar, bir asıldan çıkar, çoğalır, çeşitlenir. Bu şekilde pek çok çeşit canlı
sınıfı vardır. Yerde sürünenleri, havada uçanları ile her bir çeşit canlı
sınıfının insan hayatına benzeyen bir yönü bulunmakta ve o yönden insanlara
denk bir özellik taşımaktadır. Bütün bunları düzenleyen hususi ve hükmedici
kanunları şüphesiz ki Allah Teâlâ koymuştur. Dolayısıyla bunların her biri
O’nun ilmine ve kudretine delalet etmekte, insanlar için de birer ibret dersi
olmaktadır. Âyetteki “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (En‘âm
6/38) ifadesinde yer alan “kitap”tan maksat Levh-i Mahfûz’dur. Allah Teâlâ,
kâinatta olmuş ve olacak her şeyi, her varlığı ve her hâdiseyi, ezelî ilminin
bir ifadesi olarak bütün teferruat ve kanunlarıyla birlikte bu kitapta tayin ve
tespit etmiştir. Öyle ki orada hiçbir şey eksik bırakılmamıştır. Adeta bütün
hilkat bir kitap, bütün varlıklar da o kitabın kelimelerini ve delalet
ettikleri şeyleri ifade eden nakışlar ve yazılardır. “Kitap”tan maksadın Kur’ân-ı
Kerîm olması da düşünülebilir. Çünkü orada da insanın muhtaç olduğu bütün temel
bilgiler ve Allah’a inanmayı gerekli kılan yeteri kadar âyet ve deliller yer
almaktadır. Bunun içindir ki:
39. Âyetlerimizi yalanlayanlar, zifiri karanlıklara boğulmuş birtakım sağırlar ve dilsizlerdir. Allah dilediğini saptırır, dilediğini ise dosdoğru bir yol üzere kılar.
Hem
yaratılış âleminde sergilenen bunca kudret nişânelerini görmezlikten gelen, hem
de Kur’an âyetlerini yalanlayanlar mânen sağırdırlar; o âyetleri gereği gibi
düşünecek ve anlayacak şekilde işitmezler, onlara “geçmişlerin masalları”
derler ve bunları delil saymayıp başka mûcizeler isterler. Dilsizdirler; hakkı
söylemezler ve hak davete de icâbet etmezler. Bu halleriyle onlar küfür, şirk,
cehâlet, inat, taklit ve nefsin arzu ve ihtiras karanlıkları içine dalmışlardır.
Karanlıklar içinde hiçbir şeyi göremezler, öylece yuvarlanır giderler. Doğrusu
Allah, verdiği melekeleri hidâyet yolunda kullanamayan ve onları işlemez hale
getiren kimseleri, tercihleri bu istikamette olduğu için sapıklığa düşürür.
Fıtrat-ı selîmesini bozmayan, akl-i selîmiyle hareket eden, Allah’ın varlık ve
birliğini gösteren delil ve işaretleri iyi değerlendiren yani tercihini iman ve
hidâyet yönünde kullanan kimseleri de dosdoğru yola ulaştırır ve o yol üzere
devam ettirir. Zira kudret O’nun, kuvvet O’nun, hüküm ve yetki O’nundur.
Kulların güveneceği, dayanacağı, yardım isteyeceği, başları dara düştüğü zaman
yalvarıp yakaracağı tek merci O’dur. O halde:
40. De ki: “Söyleyin bakalım: Başınıza Allah’ın bir cezası inse veya kıyâmet gelip çatsa, Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız? Eğer doğruluktan zerre kadar nasibiniz varsa, haydi cevap verin!”
41. Hayır, hayır! Dara düştüğünüz her zaman olduğu gibi yalnız Allah’a yalvarırsınız. O da dilerse yalvardığınız sıkıntıyı giderir ve siz de Allah’a koştuğunuz ortakları o sırada unutuverirsiniz.
Başına
bir musibet geldiğinde veya tüm korkunçluğuyla ölümle karşılaştığında insan
Allah’tan başka sığınacak hiçbir şey bulamaz. Böyle durumlarda, en katı
putperestler bile kendi sahte ilâhlarını unutarak, Allah’ın yardımına can
atarlar. Aynı şekilde en inatçı ateistler çaresizlik anında kurtuluş için ister
istemez Allah’a yalvarırlar. “Düşen uçakta ateist kalmaz” sözü tam da bu
hakikati izah eder. Bu ayette insanın fıtratı, bütün derinlikleriyle beraber
kalbi ve zihni durumu burada gerçeğin bir göstergesi olarak takdim
edilmektedir. Çünkü bu, bir olan Allah’ın varlığına ve her insanın kalbinin
derinliklerinde yatan Allah’a ibâdet ihtiyacına açık bir delildir. Bu ihtiyaç
ve temâyül gaflet ve cehaletle perdelense de, zaman zaman musibetlerin
tesiriyle su yüzüne çıkmaktadır. İşte İkrime b. Ebu Cehil’in İslâm’la
şereflenmesi böyle bir ayeti görmesiyle gerçekleşmiştir: Allah Resûlü (s.a.s.)
Mekke’yi fethettiği zaman İkrime Cidde’ye kaçmış, oradan da deniz yoluyla
Habeşistan’a geçmişti. Yolculuk esnasında gemiyi batıracak şiddette bir fırtına
çıktı. Önce yolcular yardım için putlarına yalvarmaya başladılar. Fakat,
geminin batmak üzere olduğu korkusuna kapılacakları derecede fırtına
şiddetlenince hep bir ağızdan, “Şimdi Allah’tan başkasına yalvarmanın zamanı
değil, çünkü bizi ancak o kurtarabilir” diye bağırdılar. İşte bu durum
İkrime’nin gözlerini ve kalbinin kilitlerini açtı ve: “Eğer burada bize
Allah’tan başka yardım edecek yoksa, bir başka yerde nasıl olabilir? Hz. Muhammed
(s.a.s.)’in yirmi senedir bize öğrettiği ve bizim de kendisiyle savaştığımız
dava da bundan başkası değil” diye düşündü. Hemen Allah Teâlâ’ya: “Eğer bu
fırtınadan kurtulursam doğruca Peygamber Muhammed (s.a.s.) gidecek ve ona tabi
olacağım” diye söz verdi. Cenab-ı Hak onu fırtınadan kurtardı ve o da verdiği
sözü yerine getirdi. (Hâkim, el-Müstedrek, I, 241; Vâkidî, el-Meğâzî,
III, 851)
Şimdi
de, Efendimiz (s.a.s.)’i teselli için önceki ümmetlerden misaller veriliyor:
42. Yemin olsun ki, senden önceki ümmetlere de peygamberler göndermiştik, fakat onları yalanlamışlardı. Bunun üzerine biz de onları, belki inkârdan vazgeçip Allah’a yakarırlar diye çetin musîbetler, zorluk ve sıkıntılar içinde bırakmıştık.
43. Hiç değilse, bu zorluk ve musîbetler başlarına geldiğinde boyun büküp yalvarmaları gerekmez miydi! Fakat tam aksine kalpleri iyice katılaştı; şeytan da onlara yapmakta oldukları günahları süsleyip püsledi.
Bu
âyetler de Allah Resûlü (s.a.s.)’i teselli etmektedir. Zira peygamberleri
yalanlamak sadece Kureyş müşriklerinin değil, önceki toplumların da genel bir
özelliği idi. Allah onlara da peygamberler göndermişti. Fakat kavimleri onların
davetini kabul etmediler, reddettiler. Bu durum karşısında Cenab-ı Hak onları hidâyete
gelmelerini sağlamak için iki yolla imtihan etti: Darlık yolu, bolluk yolu. Bu
âyetlerde birinci yol beyân edilmektedir. Kulluğu kabullenmeleri, ilâhî
emirlere boyun eğmeleri, günahlardan vazgeçerek Yüce Mevlâ’ya gönülden yalvarıp
yakarmaları için onları öncelikle mallarına arız olan kıtlık ve yoksulluklara,
bedenlerine arız olan hastalık ve sıkıntılara maruz kıldı. Maksat, bu menfi
durumlardan ibret alıp intibaha gelerek Hak kapısını bulmaları idi. Fakat
beklenen olmadı. Bu musibetler ve belâlar karşısında kendilerine gelecek yerde
tam aksine inkâr ve isyan çukuruna dalarak kalpleri katılaştı. Şeytan da
yaptıkları günahları gözlerine güzel gösterdi, süsleyip cazibeli kıldı. Ondan
sonraki isyan ve azgınlıkları daha da şiddetli oldu. Çünkü artık onlar üzerinde
baskı ve şiddetin hiçbir terbiye edici özelliği kalmamıştı.
Gelen âyetlerde ise terbiye, ıslah ve imtihan için
tatbik edilen ikinci yol beyân edilir:
44. Kendilerine verilen öğüt ve yapılan uyarıları unutunca, bu defa üzerlerine bütün nimetlerin kapılarını açtık. Nihâyet kendilerine verilen nimetler yüzünden iyice şımardıkları sırada, onları ansızın yakalayıverdik de birdenbire bütün ümitlerini yitirdiler.
45. Böylece zulmedip duran o kavmin kökü büsbütün kesilmiş oldu. Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun!
Bu
yol bollukla imtihan yoludur. Şeytanın güzel gösterdiği çirkin işlere dalmaları
sebebiyle peygamberlerin uyarılarını dikkate almayan, başlarına gelen darlık ve
sıkıntıları da unutan bu toplumlara bu kez Allah belki şükrederler diye bol bol
nimetler verdi, bütün nimetlerin kapılarını üzerlerine açtı. Her türlü
rahatlıklar, sıhhatler, zaferler, başarılar, zevkler, safa ve eğlenceler
hizmetlerine amâde oldu. Ne arzu etseler bulabilecek, ne isteseler yapabilecek
bir hale geldiler. Kendilerine, bizzat kendi arzu ve iradelerinden başka yasak
koyacak bir merci, bir güç görmüyorlardı. Onlar da Allah’ın bu nimetlerinin
kıymetini bilip şükredecekleri yerde şımardılar. Tuttukları yolun iyi olduğuna
ve bütün bunların kendi hakları olduğuna ve her türlü mesuliyetten azat
olduklarına hükmettiler. Her şey kendilerininmiş, Allah ve âhiret yokmuş gibi
zevk u sefaya daldılar. Tam böyle ferahlandıkları, şımardıkları, adeta “gel
keyfim gel” dedikleri bir sırada Allah onları azabıyla yakalayıverdi. Bütün
ümitleri kesildi. Büyük bir ümitsizlik ve tam bir mahrumiyet içinde
donakaldılar. Ebedi bir pişmanlık ve hasret içine düştüler. Zulümleri sebebiyle
kökleri kesildi, soyları, nesilleri kurudu. Arkalarında hiçbir kimse
bırakılmadı, hepsi yok edildi ve bu şekilde zulümlerine son verildi. Kâfirlerin
ve asilerin helak edilmesi, onların bozuk inançlarının ve kötü amellerinin
uğursuzluğundan geride kalan yeryüzü ehli için bir kurtuluştur. Hamdi
gerektiren büyük bir nimettir. Bu sebeple ayet “Âlemlerin Rabbi Allah’a
hamdolsun!” (En‘âm 6/45) diye sona ermektedir.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.): “Allah Teâlâ’nın, günah ve masiyetlere dalmış birine sevdiği
dünya nimetlerini verdiğini gördüğün zaman bil ki bu, onu yavaş yavaş, farkına
varmadan felakete sürüklemek içindir” buyurmuş, sonra da bu 44. âyeti
okumuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 145)
Kullarını
başlarına gelebilecek ceza ve musibetlere karşı uyaran Yüce Allah, elbette
söyediklerini ve istediği her şeyi yapacak güç sahibidir:
46. De ki: “Hiç düşündünüz mü, Allah sizin işitme duyunuzu ve gözlerinizi yok etse, kalplerinizin üzerine de mühür vursa, onları size Allah’tan başka hangi ilâh geri verebilir?” Bak, biz âyetleri nasıl döndürüp türlü türlü açıklıyoruz, ama onlar hâlâ yüz çeviriyorlar!
Müşrikler
Allah’a ortak koşsalar da gökleri, yeri yaratan, gece ile gündüzü peş peşe
getiren, güneşi, ayı, yıldızları var eden ve kendilerini de yaratanın Allah
olduğunu biliyor ve bunu itiraf ediyorlardı. (bk. Mü’minûn 23/84-89; Ankebût
29/61-63) Onların esas yanlışları, putları Allah’a ortak koşmaları, onlardan
yardım ve şefaat beklemeleri ve İslâm’ın inanç esaslarını olduğu gibi kabule
yanaşmamaları idi. Dolayısıyla bu ayetlerde aklını çalıştıran herkesin
rahatlıkla anlayabileceği sorular sorulup, açıklamalar yapılarak gerçeğin
anlaşılması istenmektedir. Onlara şöyle
denilmektedir: İşiten kulaklarınız, gören gözleriniz, idrak eden kalpleriniz
var; bunları görüyor, biliyorsunuz. Sizi insan yapan bu kıymetli uzuvları size
veren Cenab-ı Hak dilerse mevcut sağırlar, körler, akıl hastası olanlar,
bayılanlar ve ölenlerde yaptığı gibi sizden de istediği zaman geri alabilir.
Bunu da görüyor ve biliyorsunuz. Allah bunları giderdiğinde, sağırların
kulakları, körlerin gözleri açıldığı, akıl hastaları iyileştiği, uyuyanların
uyandığı gibi dilediği zaman yine geri verebiliyor. Bunu da görüyorsunuz. Peki
Allah bunları alsa fakat vermek istemezse size onları alıp geri verebilecek
hiçbir kimse, Allah’tan başka hiçbir kudret düşünülebilir mi? Hele sizin ilâh
diye tapındığınız o putlardan birinin bunları iade edebilmesine imkân var
mıdır? Şüphesiz ki hayır. O halde bu açık ve türlü türlü delillere rağmen
Allah’ın varlığını ve birliğini ve kudretini nasıl inkâr ediyorsunuz? Nasıl
olup da Allah’tan başka ilâhlar ediniyorsunuz? Yine nasıl oluyor da öldükten
sonra dirilmenin ve kıyâmetin imkânına inanmıyorsunuz? Bu yüzden gelen âyet,
insanlığı Allah’ın azabına karşı uyramaktadır:
47. De ki: “Söyleyin bakalım, şâyet size Allah’ın azabı ansızın da gelse, göz göre göre de gelse, zâlimlerden başkası mı helâk edilecek?”
Allah’ın
azabı, ansızın veya açıkça, gece veya gündüz, önceden bir takım işaretler hiç
belirmeden veya önceden beliren bir takım işaretlerden sonra gelebilir.
Genellikle azap birdenbire, açıkça gelir. Nitekim şu âyet-i kerîme bu gerçeği
haber vermektedir:
“Yoksa o ülkelerin halkı, geceleyin
uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular? Veya o
ülkelerin halkı, güpegündüz oyun eğlenceye daldıkları sırada kendilerine
azabımızın gelmeyeceğinden güvende mi
oldular? Yoksa onlar, Allah’ın kendileri için hazırlayacağı tuzaktan güvende mi
oldular? Unutmayın ki, tam olarak ziyana uğramış kimselerden başkası, Allah’ın
hazırlayacağı tuzaktan kendini güvende hissedemez!” (A‘râf 7/97-99)
Azap geldiği zaman da ancak zalimler helak
edilirler. Gerçi bir topluma azap geldiği zaman onların içinde bulunan sâlih
kimseler de azaba maruz kalabilirler. Fakat bu sadece dünya ile sınırlıdır. Âhirette
onlar büyük mükafatlar elde ederler. Fakat zalimler dünyalarını kaybettikleri
gibi âhiretlerini de kaybederler. Dolayısıyla esas helak zalimlerin helakidir.
Ayet buna işaret etmektedir. Peygamberlerin gönderilmesi de insanları bu ebedî
helakten sakındırmak içindir:
48. Biz peygamberleri ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndeririz. Dolayısıyla kim iman eder, hâlini ve yolunu düzeltirse onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.
49. Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, günah işleyip yoldan çıkmaları yüzünden onlara azap dokunacaktır.
Peygamberlerin
vazifesi sadece tebliğdir. Tebliğin de esası insanları istikamete yönlendirip mutlu
edecek şeyleri haber vererek müjdelemek ve zarar verecek şeyleri haber verip
korkutmak ve sakındırmaktır. Onlar Allah’a ve peygambere itaat edenlerin elde
edecekleri mükâfatları, inkâr ve isyan edenlerin de karşılaşacakları cezaları
haber vermek için gönderilmişlerdir. Dolayısıyla peygamberlerin davetine icâbet
edip, iman ve sâlih amelle hallerini ıslah edenler cennetlere nâil olacaklar;
orada ne bir korku ne de bir üzüntü duyacaklardır. Fakat peygamberin davetine icâbet
etmeyenler, onların tebliğ ettiği ayetleri yalanlayanlar, hiçe sayanlar ise hak
yoldan çıkmaları ve günahlara dalmaları sebebiyle azaba düçar kalacaklardır.
Şunu
unutmamak gerekir ki, Peygamberden istenen, hârikalar yaratmak değil, kendine gelen
vahye tâbi olmaktır:
50. Rasûlüm! De ki: “Size «Allah’ın hazîneleri yanımda» demiyorum, gaybı da bilmiyorum. Yine size «ben bir meleğim» de demiyorum. Ben ancak bana vahyedilene tâbi oluyorum.” De ki: “Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz?”
Âyetteki,
“«Allah’ın hazîneleri yanımda» demiyorum” (En‘âm 6/50) ifadesi,
kâfirlerin Efendimiz’e hitaben: “Eğer sen gerçekten peygambersen, Allah’tan
bize dünyanın nimet ve iyiliklerini çokça verip saadet kapılarını açmasını
iste” tarzındaki taleplerine cevaptır. Yani benim yanımda Allah’ın hazineleri
yok. O, mülkü dilediğine verir; dilediğini aziz, dilediğini zelil kılar. Bütün
iyilikler benim elimde değil, Allah’ın kudret elindedir. “Gaybı da
bilmiyorum” (En‘âm 6/50) ifadesi, kâfirlerin: “Eğer Allah’ın peygamberiysen,
faydalı şeyleri elde edip, zararlı şeyleri savuşturmaya hazır olalım diye,
meydana gelecek fayda ve zararları bize önceden haber vermelisin” şeklindeki
edepsizce isteklerine bir cevaptır. Gaybı bilmeyen ve böyle bir iddiası olmayan
bir insandan böyle bir şeyi nasıl istersiniz? Nitekim bir başka âyette
Efendimiz’in şöyle demesi emredilir: “De ki: «Allah dilemedikçe kendim için
ne bir faydaya ne de bir zarara gücüm yetebilir. Eğer gaybı bilseydim, elbette bundan bol bol
faydalanırdım ve başıma hiçbir kötülük de gelmezdi. Fakat, ben ancak iman
edecek kimseler için bir uyarıcı ve müjdeciyim.»” (A‘râf 7/188) Yine âyetteki, “Size «ben bir
meleğim» de demiyorum” kısmı ise yine kâfirlerin: “Bu nasıl Peygamber
böyle? Bizim gibi yiyip içiyor, çarşı pazarda dolaşıyor. Bari, yanısıra bir
melek indirilmiş olsaydı da, kendisiyle birlikte gezip hem onun peygamberliğini
doğrulasa hem de bizi Allah’ın azabına karşı uyarsaydı ya?” (Furkan 25/7)
tarzındaki itirazlarına bir cevap olarak gelmiştir. Dolayısıyla peygamberin
vazifesi, her isteyenin istediği istikamette harikulâde şeyler yapmak değil,
sadece Rabbinden kendine indirilen vahye tâbi olmaktır. Kör ile gören bir değildir. Körden maksat
sapıklığa düşen, görenden maksat doğru yol üzere olandır. Şu halde vahye
dayanmayan amel, kör kimsenin ameli gibi, vahye uygun yapılan amel ise gören
kimsenin ameli gibidir.
Peygamber’in
ilâhî vahiyle yapacağı uyarı, ancak şu kimselere faydalı olabilir:
51. Kalplerinde Rablerinin huzurunda toplanıp sorguya çekilme korkusu taşıyanları, kendileri için O’ndan başka ne bir koruyucu ve yardımcı ne de bir şefaatçi olmadığı konusunda Kur’an’la uyar. Belki böylece şirk ve günahlardan bütünüyle sakınırlar!
Kur’an
ile uyarı ve korkutma, ancak bir gün yaptıklarının hesabını Allah önünde
vereceklerine inananlara ve bir başkasının dostluğunun ve şefaatinin
kurtulmalarına yardımcı olacağı şeklinde bâtıl ümitler beslemeyenlere tesir
edebilir. Tebliğ yaparken daha çok bu keyfiyette kimselere alaka göstermek
gerekir. Kalbî yapıları buna müsait olan kişiler uyarıdan etkilenerek takvâ
sahibi olabilir, inkâr ve günahlardan sakınabilirler. Yoksa ölümü ve bir gün
Allah’ın huzuruna çıkacaklarını hiç düşünmeyecek derecede dünya hayatının
zevklerine dalıp gitmiş olanlar üzerinde bu uyarının fazla tesiri olmayacaktır.
Yine manen bağlı bulundukları şahısların veya bir şekilde kutsiyet atfettikleri
kişilerin kendi lehlerine Allah önünde şefaatçilik yapacağından, ya da
birilerinin günahlarının kefaretini ödeyip gitmiş olduğundan dolayı âhirette
kendilerine hiçbir zarar dokunmayacağı inancına kapılarak, bu dünyada
neşelenmeye bakanlar üzerinde de bu uyarının herhangi olumlu bir etkisi
olmayacaktır.
Bu
gerçekler ışığında Peygamber ve onun gibi toplumdan sorumlu kişiler, kalben
kimlere alaka gösterip kimlerden yüz çevirecekleri noktasında Allah’ın muradını
dikkate alarak şu âyetin mesajına iyi kulak vermelidirler:
52. Sabah ve akşam sadece Rablerinin rızâsını dileyerek O’na dua ve ibâdet edenleri sakın yanından kovma! Çünkü ne sen onların hesabından sorumlusun, ne de onlar senin hesabından. Şu halde onları kovma ki, zâlimlerden olmayasın!
Bu
âyet-i kerîmenin muhtevasıyla da alakalı olan bir rivayeti Habbâb (r.a.) şöyle
anlatmaktadır:
Akra‘
b. Hâbis ile Uyeyne b Hısn, Resûlullah Efendimiz’e geldiler. Onu Bilâl, Suheyb,
Ammâr, Habbâb gibi fakir ve kimsesiz müslümanlar arasında otururken buldular.
Çevresindeki bu zayıf müslümanları hakîr görerek Efendimiz’e:
“– Bizimle, şu fakirlerin bulunmadığı bir
ortamda konuşmanı isteriz. Böylece bizim bunlardan üstün olduğumuz anlaşılsın.
Biliyorsun ki bize Arap kabilelerinden birtakım elçiler ve hey’etler gelir.
Onların bizi bu kölelerle birlikte görmelerinden utanırız. Dolayısıyla, biz
gelince onları yanından uzaklaştır. Seninle işimiz bittikten sonra yine
istersen onlarla ayrıca oturabilirsin” dediler. Allah Resûlü: “Olur” buyurdu.
Onlar:
“–
Olur, demen yetmez, bunu yazılı hâle getir” dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.)
Hz. Ali’yi çağırdı, bir de yazmak için sayfa istedi. Biz bir köşede
oturuyorduk. O sırada Cibrîl (a.s.) geldi ve:
“Sabah ve akşam sadece Rablerinin rızâsını dileyerek O’na dua ve ibâdet
edenleri sakın yanından kovma! Çünkü ne sen onların hesabından sorumlusun, ne
de onlar senin hesabından. Şu halde onları kovma ki, zâlimlerden olmayasın!” (En‘âm 6/52) âyet-i kerîmesini ve devamındaki iki ayeti getirdi. Sonra
Efendimiz, anlaşmayı yazmak üzere eline aldığı sayfayı derhal bir kenara
bıraktı ve bizi yanına çağırdı. Huzuruna geldiğimizde; “Selâm sizlere, Rabbınız rahmet ve merhameti kendisine düstûr
edinmiştir” (En‘âm 6/54) diyordu. Ona
yaklaştık; hattâ o kadar yaklaştık ki dizlerimizi onun dizlerine dayadık. Bu
âyetin inmesinden sonra, biz eskiden olduğu gibi Efendimiz’in yanında oturmaya
devam ettik. Fakat o, yanımızdan kalkıp gitmek istediği zaman kalkar giderdi.
Ne zaman ki:
“Sabah akşam Rablerinin rızâsını dileyerek O’na dua ve ibâdet
edenlerle beraber olmaya candan sabret! Dünya hayâtının çekiciliğine kapılıp da
gözlerini onlardan ayırma! Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, nefsânî
arzularına uyan ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme!” (Kehf 18/28) âyet-i kerîmesi indi, artık böyle yapmaz oldu. Bundan sonra
biz daha titiz davranmaya başladık. Birlikte otururken vakit bir hayli geçince
Efendimiz’in rahatça kalkıp gidebilmesi için, biz erken davranır ve onun
yanından kalkardık. (İbn Mâce, Zühd 7; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VII,
262-263)
Nakledildiğine göre bu son âyet inince,
Resûlullâh Efendimiz hemen kalkıp, o fakir sahâbîlerini aramaya koyuldu ve
onları mescidin arka taraflarında Allah’ı zikrederken buldu. Bunun üzerine; “Canımı almadan önce, ümmetimden bu
insanlarla beraber bulunmaya sabretmemi emreden Allah’a hamdolsun! Artık
hayâtım da ölümüm de sizinle beraberdir” buyurdu. (Ebû Dâvûd, İlim 13)
Cenâb-ı
Hak burada, kibirli kimselerin ayak takımı sayıp Efendimiz’in yanından
kovulmasını istedikleri yoksul, çaresiz ve zayıf kimselerin hesaplarının ancak
Allah’a ait olduğunu; ister rızıkları ister yaptıkları işler olsun bundan
Peygamber’e düşen bir sorumluluk bulunmadığını bildirir ve onların değerini
ancak kendisinin bileceğini haber verir. Zira İslâm’a göre insanın değeri mal,
mülk, zenginlik, makam, mevki, soy sopa göre değil, iman, takvâ ve ruh yüceliğine
göredir. Âyet-i kerîmede: “Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı
saygısı, korkusu ve O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek
olanınızdır” (Hucurât 49/13) buyrulur. Kâfirlerin gözünde değersiz görünse
bile, Allah katında değerli olan bu kişilerin kovulması son derece yanlış bir
hareket olacağından dolayı, böyle davranmanın -velev peygamber bile olsa-
“zâlimlik” olacağı ifade edilir. Çünkü zengin veya fakir olmak, kişilerin
tercihine bırakılmış bir durum olmayıp, önemli bir kulluk imtihanı
sorusudur:
53. “Allah aramızdan bula bula bunları mı lutfuna lâyık gördü?” demeleri için, onların bir kısmını diğer bir kısmıyla işte böyle imtihan ettik. Şükredenleri en iyi bilen Allah değil midir?
Allah
Teâlâ dünya hayatında insanları, zengin ve fakirleri birbiriyle imtihan eder.
Umumiyetle mal ve mevki sahipleri fakir ve zayıfları küçümser, onlarla alay
ederler. Fakirler de zenginleri, mal ve mevki sahiplerini kıskanırlar. Eğer
zenginler nimetlere şükreder, fakirler de hallerine sabreder ve Allah’a
kulluğun icâbını yerine getirirlerse problem çözülür. Aynı durum iman ve küfür
bahsinde de geçerlidir. Müşrikler, zayıf, fakir ve kölelikten yeni kurtulmuş müslümanları
ayak takımı, bayağı insanlar sanmışlar, mal ve mevkilerine güvenerek
kendilerini onlardan üstün görmüşlerdir. Cenab-ı Hak da iman ve İslâm nimetini
o yoksul, fakir ve ezilmiş kimselere nasip etmek suretiyle mal ve mevkilerine
mağrur olanları imtihan etmiştir. Bu sebeple onlardan kendini şerefli ve üstün
gören biri, daha önce müslüman olmuş bayağı saydığı birine bakarak İslâm’a
girmeyi gururuna yediremez, kibirlenir, “Bu mu benden önce müslüman olmuş?” der
ve müslüman olmazdı. Yine müşrikler şu âyet-i kerîmede haber verildiği üzere: “Eğer
Kur’an iyi ve faydalı bir şey olsaydı, şu ayak takımı kimseler ona inanmakta
bizi geçemezlerdi” (Ahkâf 46/11) derlerdi. Oysa onlar, hidâyetin en büyük
ilâhî lutuf olduğunu, Allah’ın bunu
ancak dilediği kullara verdiğini ve onlara rahmetiyle muamele edeceğini
unutuyorlardı:
54. Âyetlerimize inananlar sana geldikleri zaman onlara şöyle de: “Size selâm olsun! Rabbiniz kullarına rahmetiyle muâmele etmeyi kendine düstûr edinmiştir. Buna göre artık içinizden kim câhillikle bir kötülük işler, sonra da tevbe eder ve hâlini düzeltirse, şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”
55. İşte biz, günahkâr kâfirlerin gittiği yolun doğru yoldan kesin çizgilerle ayrılıp iyice belirginleşmesi için âyetleri böyle açıklıyoruz.
Allah’ın
kullara olan merhameti gazabından fazladır, affı cezasından çoktur. O, çok
bağışlayan ve çok merhamet edendir. Bu sebeple âyet-i kerîme iman edenlere,
daha önce bilmeden günah işlemiş de olsalar, tevbe edip hallerini düzelttikleri
takdirde affa nâil olacakları müjdesini vermektedir. Peygamberimize ve onun
şahsında diğer mü’minlere, bu gibi kimselerle karşılaştıklarında kendilerine
selam vermelerini, sağlık ve esenlik dilemelerini, onlarla kardeşlik
münâsebetlerini sürdürmelerini emretmektedir. Bu, Allah’ın açıkladığı dosdoğru
yoldur. Bunun dışında kalan yollar ise günahkârların, fâsıkların ve kâfirlerin
yoludur. Zira hakkın dışında sapıklıktan başka bir şey yoktur.
Peygamberin
üzerinde yürüdüğü ve insanları da kendisine davet ettiği doğru yolun ana
esasları şöyledir:
56. Rasûlüm, onlara şunu söyle: “Allah’ı bırakıp da taptığınız şeylere kulluk etmem bana kesinlikle yasaklanmıştır.” De ki: “Ben sizin çarpık isteklerinize, asılsız görüşlerinize asla uyacak değilim. Eğer uyarsam o zaman sapıklığa düşer, doğru yolda gidenlerden olamam!”
İslâm, tevhid esasına
dayalı bir dindir. Bu sebeple birinci hedefi putperestliği ortadan kaldırarak
insanların tek olan Allah’a inanmalarını sağlamaktır. Tevhidin ilk temsilcisi
olması gereken kişi de şüphesiz Peygamber (s.a.s.)’dir. Dolayısıyla onun
Allah’ı bırakıp putlara ibâdet etmesine müsaade edilmesi söz konusu olamaz.
Tevhid Allah’ın emri, onun dışındaki anlayışlar ise nefsânî arzuların bir tezâhürüdür.
Bu bakımdan müşriklerin zaman zaman talepleri üzerine Peygamberin bu konuda en
küçük bir taviz göstermesi düşünülecek şey değildir. Şayet böyle ihtimal
düşünülürse, o takdirde kendisi sapıklığa düşüp doğru yoldan ayrılacağı gibi,
kendisine uyacak kimselerin de geleceklerini tehlikeye atmış olacaktır. Oysa:
57. De ki: “Hiç şüphesiz ben Rabbimden gelen apaçık bir delile dayanmaktayım, fakat siz onu yalanladınız. Bir an önce gelmesini istediğiniz o azap benim elimde değildir. Hüküm ancak Allah’a aittir. O, gerçek ne ise hep onu buyurur. Her konuda dâimâ en iyi hükmü veren, doğru ile eğriyi ayıran yalnız O’dur.”
Peygamber,
Rabbi’nin kendisine bildirdiği apaçık bir delil, kesin bir bilgi ve belgeye
sahiptir. Ona dayanarak peygamber olduğunu söyler ve davetini ilan eder. Allah
Resûlü (s.a.s.)’in en büyük delili ise şüphesiz Kur’ân-ı Kerîmdir. Münkirler
bunu yalanlamış, onun Allah kelamı olduğunu inkâr etmiş, bu sebeple Resûlullah
(s.s.s.)’e inanmamışlardır. Onlar bu kadarla da yetinmeyerek: “Allahım! Eğer
bu Kur’an, senin katından gelen gerçek bir kitap ise, hiç durma hemen üzerimize
gökten taş yağdır veya bize elem verici bir azap gönder” (Enfâl 8/32)
diyorlardı. Yine zaman zaman: “Eğer doğru söylüyorsanız bizi tehdit edip
durduğunuz bu kıyâmet ne zaman?” (Yâsîn 36/48) diyerek azabı acele
istiyorlardı. Onların bu taleplerine karşılık Peygamber Efendimiz, azabın bir
an önce indirilmesiyle alakalı herhangi bir yetkisinin olmadığını, bu hususta
tek irade, yetki ve hüküm sahibinin Allah olduğunu ve O’nun doğruyu eğriden
ayıracak en hayırlı hükmü vereceğini bildirmektedir.
Eğer
azabı indirme yetkisi Allah’ın değil de Peygamber’in elinde olsaydı sonuç ne
olurdu:
58. De ki: “Eğer bir an önce gelmesini istediğiniz o azap benim elimde olsaydı, benimle sizin aranızdaki iş elbette çoktan bitirilmiş olurdu. Allah, zâlimleri pek iyi bilir.”
Eğer
acele istenilen azabı indirmek Peygamber (s.a.s.)’in yetkisinde olsaydı, insan
olması hasebiyle Cenâb-ı Hak kadar sabır ve hilim sahibi olamayacağından, hemen
onu indirir ve işi bitiverirdi. Fakat azap indirmek ve buna karar vermek yalnız
Allah’ın elindedir. O, zalimleri, onların ne zaman ve ne şekilde cezalandırılacaklarını
çok iyi bilmektedir. Peygamber ise sadece bir uyarıcıdır. Burada dikkat
edilmesi gereken bir husus şudur: Resûl-i Ekrem (s.a.s.), kendisine gelen vahyi
olduğu gibi tebliğ etmekte ve Allah’ın kendisine tanıdığı yetki, vazife ve
sorumluluğun ötesinde herhangi bir ilâhî güç taşımadığını tam bir dürüstlük ve
samimiyetle insanlara bildirmektedir. İşte bu, onun peygamberliğinin açık
delillerinden biridir.
Zira
mutlak ilim, güç ve kudret yalnız Allah’a aittir:
59. Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; başkası onları bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun bilgisi dışında dalından bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki bir tek dâneyi, yaş ve kuru ne varsa her şeyi bilir. Bütün bunlar, gerçeği tüm netliği ile gösteren apaçık bir kitapta yer almaktadır.
Bu
âyet-i kerîme Allah Teâlâ’nın ilminin genişliğini ve kuşatıcılığını beyân eder.
Şöyle ki: Akıl ve duyu organlarıyla bilinmesi mümkün olmayan “gaybın
anahtarları”, diğer bir mânaya göre “gaybın hazîneleri” Allah’ın emrindedir.
Daha açılmamış, vücuda gelmemiş, insanların ilmi ulaşmamış, ulaşması da mümkün
olmayan öyle gayb hazineleri vardır ki, bütün bunların kendileri, kapıları ve
anahtarları Allah’ın kudret elindedir. Bunları O’ndan başka kimse bilmez,
sadece O bilir. Cenab-ı Hak bunları bildiği gibi, en ince noktalarına kadar
bütün varlıkları, örnek vermek gerekirse karada ve denizde bulunan her şeyi
bilir. Hatta onun bilgisi olmadan bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları
içine düşen en küçük bir daneyi, yaş ve kuru her şeyi bilir. Görünmeyen ve
görünen, düşünülen ve hissedilen, büyük küçük, düşen ve yerinde duran, hayatta
kalan ve ölen hâsılı olmuş olacak, gizli açık her şey apaçık bir kitapta
kaydedilmiştir. Bütün bunlar Allah’ın ilminde veya Levh-i Mahfuz’da yer
almaktadır. Allah Teâlâ bunları kuşatıcı bir bilgi, ezici bir kudret ve ince
bir hikmetle yaratıp düzenlemektedir.
Böyle
sınırsız, nihayetsiz ve kuşatıcı ilim sahibi Cenâb-ı Hakk’ın, üzerimizde
hergün, her an kesintisiz cereyan edip duran tecellî ve tasarruflarına dikkat
çekmek üzere buyruluyor ki:
60. O Allah, sizi geceleyin ölü gibi uyutuyor, gündüzleyin ne yaptığınızı biliyor, sonra sizi belirlenmiş ecelin tamamlanması için sabah vaktinde uyandırarak yeniden diriltiyor. En sonunda dönüşünüz O’na olacak, o da size yaptıklarınızı bir bir haber verecektir.
Âyet-i
kerîmede geceleyin uyumamız “ölüm”, sabahleyin uyanmamız ise yeniden diriliş
mânasına gelen “ba‘s” ifadeleriyle anlatılmıştır. Zira uyku ölümün kardeşidir.
Uyku esnasında insanın şuuru elinden çıkar. Ruh bedeni tam olarak terk etmese
de ruhun en mühim fonksiyonu olan düşünme özelliği kişiden alınır. Buna bağlı
olarak özellikle görme, işitme, tatma, koklama ve dokunma hisleriyle hareket ve
konuşma gibi faaliyetleri ya tamamen durur veya oldukça yavaşlar. Bunlar ciddi mânada
ölümü hatırlatan durumlardır. Uyanma ise bahsedilen bedenî ve ruhî faaliyetlerin
yeniden başlayıp normale dönmesini sağladığından bir nevi yeniden diriliş
gibidir. Uyku insanın dinlenmesini, yorgunluk ve sıkıntılarını atmasını
sağlayan; beden ve ruhta meydana gelen arızâları gideren büyük bir ilâhî lutuftur.
Ancak uyumayı da uyanmayı da insan üzerinde icra eden şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır.
İsterse uyutur uyandırmaz, dilerse hiç uyutmaz. İnsan, böyle yüce bir kudretin
kabzasında olduğunu hiç olmazsa uyuması ve uyanması gerçeğini dikkate alarak
hatırından çıkarmamalıdır. O Allah, yaptığımız her şeyi bilmektedir. Böylece
geceleri uyuya uyuya gündüzleri uyana uyana, bir bakıma her gün “ölüm ve
yeniden diriliş” tâlimi yapa yapa belirlenmiş ömrümüzü tamamlayacak,
nihâyetinde gerçek ölümle Allah’a döneceğiz. Kabir uykusundan sonra mahşer günü
son kez yeniden dirileceğiz, O da bize iyi veya kötü, hayır veya şer dünya
hayatında yaptığımız her şeyi haber verecektir. Dolayısıyla gecesiyle
gündüzüyle, uyku ve uyanıklığıyla günlerimizi bu şuur ve dikkat içinde en iyi
şekilde de değerlendirme mecburiyeti vardır.
Allah
ki:
61. O, kullarının üzerinde her istediğini yapma kudret ve kuvvetine sahiptir. Ayrıca üzerinize, yaptıklarınızı kaydeden ve sizi koruyan melekler gönderir. Nihâyet birinize ölüm gelip çattığında elçilerimiz onun canını alırlar; vazîfelerini yerine getirirken de en küçük bir kusur ve ihmalde bulunmazlar.
62. Sonra alınan o canlar gerçek sahipleri olan Allah’ın huzuruna getirilirler. İyi bilin ki, bütün hüküm ve tasarruf yetkisi yalnız O’na aittir ve O hiç geciktirmeden, en çabuk bir şekilde hesap görendir.
Allah
Teâlâ kulların üzerinde tek hakimdir. Mutlak ve kesin bir kudret sahibidir.
Onların işlerinde yegane tasarruf sahibi sadece O’dur. Onlarla ilgili yaratma,
hayat verme, öldürme, sevap veya azap verme gibi şeyleri dilediği gibi yalnız O
yapar. Allah kullar üzerine, bir taraftan onları çeşitli afet ve belâlardan
koruyan, diğer taraftan da yaptıkları her türlü amellerini kaydeden melekler
gönderir. Nitekim bu mevzua yer veren diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Her bir insanın önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu kayıt ve
koruma altına alan takipçi melekler vardır.” (Ra‘d 13/11)
“Oysa yanıbaşınızda sizi sürekli gözetleyenler var; her söz ve
davranışınızı kayda geçiren tertemiz, şerefli melekler. Yaptığınız her şeyi
bilirler.” (İnfitar 82/10-12)
“İnsanın yanında onu gözetleyip duran ve ağzından çıkan her bir
sözü anında kaydeden bir melek vardır.” (Kâf 50/18)
Yaratılan
her insanın sınırlı bir ömrü vardır ve mutlaka ölümü tadacaktır. Ona ölüm
geldiği zaman, koruyucu melekler ondan elini çeker, Azrâil ve emrindeki
melekler gelir ve ölecek kişinin canını alırlar. Ne koruyucu, ne amelleri
kaydedici ne de can alıcı melekler zerre kadar bir ihmal göstermez,
vazifelerini tam yapar ve Allah’ın emrini geciktirmeden ifa ederler. Aldıkları
canları Mevlâları yani gerçek sahip ve efendileri olan Allah’ın huzuruna
getirirler. Bu noktada insanların dünyada Mevlâ diye tanıdıkları, taptıkları,
yalvardıkları şeylerin gerçek Mevlâ olmadıkları ortaya çıkar. Şimdi sahte Mevlâların,
putların hepsi yok olmuş ve gerçek Mevlâ’nın huzurunda durmuşlardır. Allah,
onlar hakkında en doğru hükmü verecek ve amellerine göre hesaplarını en süratli
bir şekilde görecektir.
Yüce
Rabbimiz, kalplerimizi her şeyden koparıp yalnızca kendi zâtına bağlamamız için
fiil ve tecellilerini açıklamaya şöyle devam ediyor:
63. Onlara şöyle de: “Karanın ve denizin karanlıklarına, tehlikelerine maruz kaldığınızda sizi bundan kim kurtarır? Ki böyle anlarda tüm samimiyetinizle boyun bükerek, bazan O’na ağlaya sızlaya yakarır, bazan içten içe dua eder ve: «Eğer Allah bizi bu sıkıntıdan kurtarırsa, söz veriyoruz, kesinlikle şükredenlerden olacağız!» diye yalvarırsınız.
İster
inansın ister inanmasın herkes büyük bir tehlikeyle karşılaştığı zaman
fıtratının sesine kulak vererek kâinatın sahibi Allah’a sığınır, O’na yalvarır.
Müşrikler de böyleydi; tehlikeli durumlarda Allah’a yalvarıp yakarıyor, tehlike
geçince tekrar şirk hallerine dönüyorlardı. Allah’tan başka varlıklarda ilâhî
güç tasavvur ediyorlardı. Cenâb-ı Hak onlara ve bu vasıfta olan bütün insanlara
buyuruyor ki: “Sizi karanın ve denizin her türlü tehlike, bela ve
musibetlerinden kurtaran yalnızca Allah’tır. Bunun farkındasınız. Darda
kaldığınız zaman da sadece O’na yalvarıyorsunuz. O halde tehlike anlarında açık
ve gizli, korkarak ve boyun bükerek yalnız Allah’a yalvarırken, Allah sizi o
tehlikelerden kurtardıktan sonra ne diye önceki mü’min ve muvahhid halinizi
devam ettirmiyor ve Allah’a ortaklar koşuyorsunuz? Putların önünde eğiliyor,
onlara dua ediyorsunuz? Sizi bu sıkıntılardan o putlar mı kurtardı? Yine böyle
sıkıntılar olunca o putlar mı sizi kurtaracak? Hayır, böyle durumlarda yine Allah’a
yalvaracaksınız ve dilerse yine sizi O kurtaracaktır. O halde şirki terk edin
ve Allah’a gerçek mânada kul olun.”
Şâir,
şu beytiyle kurtuluşun ancak Allah Teâlâ’nın lütfüyla gerçekleşeceğini ne güzel
terennüm eder:
“Ne mümkün keşti-î ikbâle olmak nâhudâ hâfız
Reîs olsan da bû yemde olur ancak Hudâ hâfız.” (Vehbî,
Sünbülzâde)
“Saadet
gemisi öyle bir gemidir ki, onu kazaya uğramaktan kurtaracak olan alelâde bir
kaptan olamaz. Hattâ sen pek usta ve tecrübeli bir gemici bile olsan, saadet
gemini bu hayat denizinde muhafaza edecek olan ancak ve ancak Cenâb-ı Hak’tır.”
Bu
konuda Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin şu nasihatları ne kadar tesirlidir:
“Sizden
biri herhangi bir belaya düçar olursa; önce kendi kendine o belâdan kurtulmaya
çabalasın. Kurtulmayı başaramazsa, idarecilerden veya başkalarından yardım
istesin ve kurtulmaya baksın. Bu şekilde kurtulmak kâbil olmadığı takdirde
Rabbine dua etmeye, yalvarmaya, tazarru ve niyaza başlasın. O’nun kuvveti ve
kudreti önüne serilsin. Duasına icâbet edilmediğini görürse, bıkmasın, O’na
yalvarmaktan usanmasın. Tâ bütün sebepler bitip tükeninceye kadar… İşte o
sebepler bitip tükendi mi, insan artık sadece bir ruh olarak kalır. Bir ruh
halini alınca, yalnız Hakk’ın fiilini görmeye başlar. O zaman tam bir muvahhid
yani Allah’ın birliğini kesinlikle kabul eden kişi olur. Ama zarûrî bir şekilde
muvahhid olur. Artık kesin bir şekilde bilir ki, hakikatte fâil yalnız
Allah’tır. Bunu böyle bildikten sonra, bütün işlerini Allah’a ısmarlar. Bir
mülk ve lezzet içinde yaşamaya başlar… Ki bu lezzet ve tat, dünya mülklerinden
çok tatlıdır. Bundan böyle o kişinin nefsi, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine takdir
ettiği hiçbir şeye karşı buruk yüz göstermez.” (Velîler Ansiklopedisi,
II, 463-464)
Allah
Teâlâ’nın kudretinin tecelli ettiği alanlardan biri de şudur:
64. De ki: “Sizi bu tehlikelerden ve her türlü sıkıntıdan sadece Allah kurtarıyor; fakat kurtardıktan sonra siz yine O’na ortak koşuyorsunuz.”
İster
inansın ister inanmasın herkes büyük bir tehlikeyle karşılaştığı zaman
fıtratının sesine kulak vererek kâinatın sahibi Allah’a sığınır, O’na yalvarır.
Müşrikler de böyleydi; tehlikeli durumlarda Allah’a yalvarıp yakarıyor, tehlike
geçince tekrar şirk hallerine dönüyorlardı. Allah’tan başka varlıklarda ilâhî
güç tasavvur ediyorlardı. Cenâb-ı Hak onlara ve bu vasıfta olan bütün insanlara
buyuruyor ki: “Sizi karanın ve denizin her türlü tehlike, bela ve
musibetlerinden kurtaran yalnızca Allah’tır. Bunun farkındasınız. Darda
kaldığınız zaman da sadece O’na yalvarıyorsunuz. O halde tehlike anlarında açık
ve gizli, korkarak ve boyun bükerek yalnız Allah’a yalvarırken, Allah sizi o
tehlikelerden kurtardıktan sonra ne diye önceki mü’min ve muvahhid halinizi
devam ettirmiyor ve Allah’a ortaklar koşuyorsunuz? Putların önünde eğiliyor,
onlara dua ediyorsunuz? Sizi bu sıkıntılardan o putlar mı kurtardı? Yine böyle
sıkıntılar olunca o putlar mı sizi kurtaracak? Hayır, böyle durumlarda yine Allah’a
yalvaracaksınız ve dilerse yine sizi O kurtaracaktır. O halde şirki terk edin
ve Allah’a gerçek mânada kul olun.”
Şâir,
şu beytiyle kurtuluşun ancak Allah Teâlâ’nın lütfüyla gerçekleşeceğini ne güzel
terennüm eder:
“Ne mümkün keşti-î ikbâle olmak nâhudâ hâfız
Reîs olsan da bû yemde olur ancak Hudâ hâfız.” (Vehbî,
Sünbülzâde)
“Saadet
gemisi öyle bir gemidir ki, onu kazaya uğramaktan kurtaracak olan alelâde bir
kaptan olamaz. Hattâ sen pek usta ve tecrübeli bir gemici bile olsan, saadet
gemini bu hayat denizinde muhafaza edecek olan ancak ve ancak Cenâb-ı Hak’tır.”
Bu
konuda Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin şu nasihatları ne kadar tesirlidir:
“Sizden
biri herhangi bir belaya düçar olursa; önce kendi kendine o belâdan kurtulmaya
çabalasın. Kurtulmayı başaramazsa, idarecilerden veya başkalarından yardım
istesin ve kurtulmaya baksın. Bu şekilde kurtulmak kâbil olmadığı takdirde
Rabbine dua etmeye, yalvarmaya, tazarru ve niyaza başlasın. O’nun kuvveti ve
kudreti önüne serilsin. Duasına icâbet edilmediğini görürse, bıkmasın, O’na
yalvarmaktan usanmasın. Tâ bütün sebepler bitip tükeninceye kadar… İşte o
sebepler bitip tükendi mi, insan artık sadece bir ruh olarak kalır. Bir ruh
halini alınca, yalnız Hakk’ın fiilini görmeye başlar. O zaman tam bir muvahhid
yani Allah’ın birliğini kesinlikle kabul eden kişi olur. Ama zarûrî bir şekilde
muvahhid olur. Artık kesin bir şekilde bilir ki, hakikatte fâil yalnız
Allah’tır. Bunu böyle bildikten sonra, bütün işlerini Allah’a ısmarlar. Bir
mülk ve lezzet içinde yaşamaya başlar… Ki bu lezzet ve tat, dünya mülklerinden
çok tatlıdır. Bundan böyle o kişinin nefsi, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine takdir
ettiği hiçbir şeye karşı buruk yüz göstermez.” (Velîler Ansiklopedisi,
II, 463-464)
Allah
Teâlâ’nın kudretinin tecelli ettiği alanlardan biri de şudur:
65. Şöyle de: “O, üstünüzden veya ayaklarınızın altından size azap göndermeye, yahut sizi fırkalar hâlinde birbirinize düşürüp kiminize kiminin hıncını tattırmaya elbette kadirdir.” Bak, onlar iyice anlasınlar diye âyetleri nasıl inceden inceye, döndüre döndüre açıklıyoruz?
“Üstten gelen
azap”, yıldırım düşmesi, taş yağması, kasırga esmesi, tufan olması gibi gök
âfetleridir. Zâlim idarecilerin zulmü de buna dâhildir. “Ayakların altından
gelen azap” deprem olması, yerin göçmesi, sel gelmesi ve yangın çıkması gibi
yer âfetleridir. Önceki kavimlerin başına geldiği gibi Cenâb-ı Hakk’ın bu
musibetlerden birini, birkaçını veya hepsini şimdi de insanların başına
geçirmesi ve böylece onları cezalandırması mümkündür. Şüphesiz Allah buna
hakkiyle kadirdir. Bundan daha beteri, Allah sizi zıt düşüncelere sahip farklı
fırka ve partilere ayırarak birbirinize düşman edebilir. Böylece birbirinize
saldırır, karşılıklı intikam alma hesaplarına girişir ve çok büyük acılar
çekebilirsiniz. Bu âyet düşünce ayrılıklarının, düşmanlık, kavga ve savaşların
mühim bir sebebi olduğuna dikkat çekmektedir.
Cabir
b. Abdullah (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre “Allah, üstünüzden ve
ayaklarınızın altından size azap göndermeye… kadirdir” (En‘âm 6/65) buyruğu
nâzil olunca, Resûlullah (s.a.s.): “Yüce Allah’ın himayesine sığınırım”
buyurdu. “Yahut sizi fırkalar halinde birbirinize düşürüp kiminize kiminin
hıncını tattırmaya kadirdir” (En‘âm 6/65) buyruğu nâzil olunca, bu sefer:
“Önceki ikisi daha ehvendir” buyurdu. (Buhârî, Tefsir 6/2)
Ümmetin
fırkalara bölünmesi ve birbirleriyle savaşması konusunda Allah Resûlü (s.a.s.)
şöyle buyurur: “Aziz ve celil olan Allah’tan üç husus istedim. Bana ikisini
verdi, birisini vermedi. Rabbimden, geçmiş ümmetleri helak ettiği şeylerle bizi
helak etmemesini diledim bunu bana verdi. Yine Rabbimden bizden olmayan bir
düşmanı bize üstün getirmemesini diledim, onu da bana verdi. Yine Rabbimden
bizi gruplar halinde birbirimize düşürmemesini diledim, bunu bana vermedi.”
(Nesâî, Kıyâmu’l-leyl 16; Müslim, Fiten 19-20)
Ayrılığa
düşmemenin, mevcut bir ayrılık varsa bu tehlikeden de kurtulmanın yolu olarak,
Allah’ın birleştirici ve bütünleştirici ipi olan Kur’an’a sarılmak
gerekmektedir. Bu sebeple Kur’an’ın gerçekliğine dikkat çekilerek buyruluyor
ki:
66. Fakat senin kavmin, gerçeğin ta kendisi olduğu halde Kur’an’ı yalanladı. Sen de onlara: “Ben sizin yaptıklarınızdan ve doğru yolu bulmanızdan sorumlu bir yetkili değilim!” de!
67. Verilen her haberin gerçekleşeceği belirli bir zaman vardır. Gün gelecek siz de bunu bileceksiniz.
Kur’an,
Kur’an’ın verdiği haberler ve burada özellikle münkirlerin başlarına gelecek
belâ ve intikam tecellileri ile alakalı ilâhî ikazlar gerçeğin ta kendisidir.
Bunlar haber verildiği şekilde belirli bir süreç içinde safha safha mutlaka
gerçekleşecektir. Her bir haberin gerçekleşeceği mukadder ve muayyen bir zaman
vardır. Ancak bunu inkârcılar kabul etmemekte ve yalanlamaktadırlar. Fakat
onların yalanlaması hiçbir gerçeği değiştiremeyecek ve bu haber verilen
hususların bir bir gerçekleştiğini bilecek ve gözleriyle göreceklerdir. Bu
konuda Peygamber’in vazifesi sadece tebliğdir. O, kimse üzerine vekil değildir.
Onun kimseyi Allah’ın azabına karşı koruma görevi yoktur. Kendisine böyle bir
yetki verilmemiştir. Dolayısıyla azap geldiği takdirde onun bu hususta bir
sorumluluğu bulunmamaktadır.
Şimdi
de mü’minleri, Allah’ın âyetlerini yalanlayıp bunlar hakkında uygun olmayan sözler
söyleyen kâfirlerin üzerine inmekte olan ilâhî gazap ve kahır tecellilerinden
korumak üzere şu sarsıcı ikazlar geliyor:
68. Âyetlerimiz hakkında alaylı tavırlarla münâsebetsizliğe dalanları gördüğünde, onlar başka bir konuya geçinceye kadar kendilerinden uzak dur. Şayet şeytan sana bir an için unutturur da yanlarında kalacak olursan, hatırlar hatırlamaz derhal kalk ve o zâlimler gürûhuyla bir arada oturma!
68. âyet indikten sonra müslümanlar: “Müşrikler
Kur’an ile alay edip, onun hakkında ileri geri konuşmaya daldıklarında, eğer
onların yanından kalkıp ayrılırsak, Mescid-i Haram’da oturmaya ve Kâbe’yi tavaf
etmeye imkân bulamayız” dediler. Bunun üzerine şu âyet indi. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XIII, 22-23):
69. Takvâ sahiplerine onların günahlarından, hesaplarından herhangi bir sorumluluk yoktur. Fakat yine de mü’minlerin hatırlatma vazîfeleri vardır. Belki böylece Allah’a karşı gelmekten sakınırlar.
Bu
âyetin inişiyle beraber mü’minlere, dini tebliğ etme, öğüt ve nasihat verme
maksadıyla müşriklerle birlikte bulunma ruhsatı verilmiş oldu.
Şunu
belirtmek gerekir ki herkesin hesabı kendine aittir. Dolayısıyla müttakilerin
vazifesi Allah’a karşı her türlü itaatsizlikten kaçınmaktır. Küfür ve
isyanlarından sorumlu olmadıkları kimselere karşı da boşu boşuna üzülmemektir.
Fakat tebliğ ve hatırlatmayı da elden bırakmamak gerekir. Üsulüne uygun tebliğ
yapıldıktan sonra, onlar kabul etmemekte direndikleri takdirde, faydasız
tartışmalara girerek zamanlarını ve enerjilerini boşa harcamaları doğru
değildir. Bunun yerine zamanlarını ve imkânlarını hidâyete tâlip olan ve
doğruyu araştıran insanların terbiyesi ve ıslahı yolunda harcamaları lazımdır. Bu
fikri iyice tekit edip Peygamber’i ve mü’minleri boşuna uğraşılardan kurtarıp
faydalı olana yönlendirmek için buyruluyor ki:
70. Dinlerini bir oyun ve eğlence edinen, kendilerini dünya hayatı aldatmış o kimseleri kendi hallerine bırak. İnsanlara Kur’an ile şunu hatırlat: Herkes kendi yaptığı günahlar yüzünden hesaba çekilecek. O zaman insanın Allah’tan başka ne bir yardımcısı ne de bir şefaatçisi olacak. Azaptan kurtulmak için her şeyini fidye olarak vermek istese bile yine de kabul edilmeyecek. İşte onlar işledikleri günahlar yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkârlarından dolayı onlara kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.
En
ciddiye alınması lazım gelen husus, ebedi hayatımızı yakından ilgilendiren İslâm’ın
talimatları, emir ve yasaklarıdır. Fakat bu, kişinin Allah ve âhirete imanının
varlığı, yokluğu ve derecesiyle alakalı bir durumdur. Bazı insanlar var ki,
kurtuluş kapıları olan dini bir oyun ve eğlence mevzuu yapmaktadırlar. Dünya
hayatına dalıp, dinin emirlerini nefsânî arzu ve isteklerine göre eğlence ve
oyun kabilinden görmekte, din adına eğlence ve oyun gibi gönül eğlendirip
aldatmaktan başka faydası olmayan şeylere tutunmakta, işin neticesini ve âhireti
hesaba katmayarak hak dini eğlence ve oyuncak yerine koyup onunla alay
etmektedirler. Ayet müslümanlara, bu tür şahsiyetsiz kimseleri terk etmelerini,
bunlarla birlikte bulunmamalarını ve onlara karışmamalarını emretmektedir.
Bununla birlikte bu gibi kimselere Kur’an ile öğüt verilmesini istemektedir.
Çünkü insan yaptığı amellerin eline teslim edilecektir. Çekeceği azap,
başkasından değil, kendi yaptığı işlerden oluşacaktır. İnsan yaptığı
kötülüklerin mânevî temessülleriyle karşılaşacak, çirkin suratlı azap ejderine
dönmüş günah fiillerin eline kalacak, onlardan kendini kurtarması mümkün
olmayacaktır. Çünkü insan onları dünyada işleyip ruhuna yerleştirmiş ve bu can
dostlarını kendi eliyle hazırlamıştır. Dolayısıyla en mühim mesele ruhu dünyada
temiz tutmak, günahlardan arındırmak ve temiz bir halde Rabbine teslim
edebilmektir. Yoksa azabı hak etmiş olarak ve Allah’ın affından ümitsiz bir
şekilde âhirete göçen can orada perişan olacak, çirkin amellerinin eline teslim
edilecek, Allah’tan başka bir dost ve yardımcı bulamayacak ve cehennemin can
yakan azaplarına maruz kalacaktır. Bu sebeple, insanları böyle kötü bir
akibetten kurtarmak için Kur’an’la öğüt vermeye devam edilmelidir. Kur’an’ın en
başta gelen öğüdü ise, hiçbir fayda ve zararı olmayan putları bırakıp tek olan
Allah’a kulluk etmektir:
71. Onlara şöyle söyle: “Allah’ı bırakıp da bize bir fayda ve zarar vermeyen o sahte tanrılara mı tapalım? Allah bizi doğru yola erdirdikten sonra ökçelerimiz üstüne gerisin geri küfre mi dönelim? Tıpkı, «Bize gel!» diye kendisini yolun doğrusuna çağıran arkadaşları varken, onları dinlemeyip, şeytanların ayartmasına kapılarak yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşan ahmak kimsenin durumuna mı düşelim?” De ki: “Allah’ın gösterdiği yol, en doğru yoldur. Bize Âlemlerin Rabbine teslim olmamız emredildi.”
72. “Yine bize: Namazı dosdoğru kılın ve Allah’a karşı gelmekten sakının” diye emredildi. O Allah ki, sonunda O’nun huzurunda toplanacaksınız.
Müşrikler,
bazan Peygamberimiz (s.a.s.)’i ve mü’minleri İslâm’dan vazgeçip tekrar
atalarının dinine dönmeye, putlara tapmaya davet ediyor ve bu konuda müslümanlara
öğüt vermeye çalışıyorlardı. Bu âyette onların bu nevi çağrılarına verilecek
cevap beyân edilir. Ayrıca tevhitten sonra şirke sapan, hidâyetle dalâlet
arasında bocalayan, kalbini tek ilâhla çeşitli ilâhlar arasında bölen kimsenin
iç âleminde yaşadığı şaşkınlık bir temsille anlatılır. Şöyle ki: O şaşkın
kişinin etrafını şeytanlar sarıyor, onu aldatıp Allah’ın yolundan saptırıyor ve
küfre itiyorlar. Dolayısıyla o kişi bu halde şaşkın şaşkın dolaşıyor. Duyguları
ve hisleri hidâyetle dalalet arasında gidip geliyor. Ama onun kendisini “Bize
gel!” diye doğru yola çağıran arkadaşları da var. O ise şaşkın halde bulunmakla
hidâyet çağrısına uymak arasında bocalıyor. Hangi fırkaya uyacağını ve hangi
tarafa gideceğini bilemiyor. Burada bir psikolojik ızdırabın manzarası
canlandırılır. Bu manzara, Allah’ın dinini tanımış ve onun zevkine ermiş, sonra
irtidad ederek sahte ilâhların kulu kölesi olmuş, korku ve baskıların ezici
darbesi altında kalıp yalancı ilâhlara tapma durumunda kalan, böylece sürekli
bir ruhî ızdırap içinde olan insanların halini anlatır. (Seyyid Kutub, Fî
Zılâl, II, 1131)
Halbuki
gerçek hidâyet Allah’ın gösterdiği doğru yol olup, bunu elde etmenin şartı
kamil bir iman ile Âlemlerin Rabbi Allah’a teslim olmak, namazı dosdoğru kılmak
ve Allah’tan hakkiyle korkmaktır. Allah’ın emrine uygun hareket etmekten başka
bir yol yoktur. Çünkü mahşer günü O’nun huzurunda toplanıp hesap vermek
kaçınılmazdır. O halde insanlar, kendilerini bekleyen bu kesin gerçekten gafil
olmamalıdırlar. Bu hususta en küçük bir şüphe taşıyanların, Allah’ın istediğini
yapabilecek bir kudrete sahip olduğunu görmek üzere göklerin ve yerin
yaratılışına ibretle bakmaları yeterli olacaktır:
73. Gökleri ve yeri gerçek bir gâye ve hikmet ile, yerli yerince yaratan O’dur. “Ol!” dediği gün her şey birden oluverir. O’nun sözü gerçektir. Sûra üflendiği gün de bütün varlık ve mutlak hâkimiyet O’nundur. O, duyuların kapsam alanı dışında kalanları da kapsam alanına girenleri de bilir. O, her hükmü ve işi sağlam ve hikmetli olandır ve her şeyden haberdârdır.
Gökler
ve yer Allah’ın koyduğu sarsılmaz kanunlar ve ince hikmetler ile yaratılmıştır.
Tüm kâinat Hakk’ın sağlam temelleri üzerine kurulmuştur. Ondaki her şeyin
temelinde adâletli, hikmetli ve doğru kanunlar yatmakta olup, bunlarda en küçük
bir abes, boşunalık ve bâtıllık yoktur. (bk. Âl-i İmrân 3/191) Allah gökleri ve yeri bir oyun ve
eğlence olsun diye de yaratmamıştır. (bk. Enbiyâ’ 21/16) Kâinatın yaratılışı
son derece ciddi bir hâdise olup, yaratılışında büyük hikmetler ve yüksek
gayeler vardır. Bu sebeple belirlenen zamanda sona erecek, Allah orada işlenen
her şeyin hesabını soracak ve buna göre âhiret âlemi, mükafat ve cezalar takdir
edilecektir.
Sûr,
İsrâfil (a.s.)’ın kıyamette insanları Yüce Divan’a çağırmak üzere üfleyeceği
borunun adıdır. Buna iki defa üfleyecektir. İlk üfleyişte tüm kâinat yıkılacak,
bütün canlılar ölecek, ikinci üfleyişte ise bütün canlılar yeniden dirilecekler
ve kendine has kanunları olan âhiret hayatı başlayacaktır. O hayatta geçerli
sermaye, her türlü şirk lekesinden temizlenmiş sağlam bir tevhid inancıdır.
Şimdi Yüce Rabbimiz, İbrâhim (a.s.) üzerinden böyle bir tevhid inancına
erişmenin yollarını aydınlatmaktadır:
74. Bir zaman İbrâhim babası Âzer’e: “Bir takım putları kendine tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de, kavmini de açık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti.
Azer,
Hz. İbrâhim’in babasıdır. Tarihi kaynaklarda onun isminin “Tarah” olduğu geçer.
Muhtemelen iki ismi vardır ve Kur’an bunlardan “Azer” ismini seçmiştir. Azer,
putperesttir. İbrâhim (a.s.) defalarca ondan putlara ibâdeti terk edip doğru
yola gelmesini istemiş, hatta hidâyeti için Allah’a yalvarmış, fakat bir netice
alamamıştır. (bk. Meryem 19/42-48; Tevbe 9/114) Bu âyette de yine İbrâhim (a.s.)
babasına seslenerek, bir takım putları tanrı edinmesinin akıl sahibi bir insan
için kabul edilecek bir durum olmadığını, bunun apaçık bir sapıklık olduğunu beyân
etmektedir. Çünkü ruh ve akıl sahibi bir insanın gerek insan heykeli olsun,
gerek yıldız ve melek heykeli farzedilsin, cansız putlar karşısında alçalması,
eğilmesi ve onlara tapınması açık bir sapıklıktır. İbrâhim (a.s.) bu hakikati
hem babası hem de onun peşinden giden tebaasına açık ve net bir şekilde
söylemekten çekinmemiştir.
Çünkü:
75. Biz İbrâhim’e delille akıl yürütmesi, kesin bir ilme ve imana sahip olması için göklerin ve yerin muhteşem saltanatını öylece gösteriyorduk.
Âyetteki
“melekût”la alakalı işâri izah şöyledir: Bu âlemdeki her şeyin bir zahiri
vardır. Bazan o cismânî varlık diye ifade edilir. Uzunluk, genişlik ve
derinlikten ibâret olup üç boyutludur. Bir yer tutar, bölünmeyi ve parçalanmayı
kabul eder. Beş duyuyla hissedilmeye yakın olması sebebiyle bazan ona “dünya”
denir. Şekil değiştirmeyi kabul etmesi ve beş duyuyla idrak edilmesi sebebiyle bazan
“sûret” denir. Duyularla müşâhede edilmesinden dolayı bazan “şehâdet” denir. Bazan
de, mülk edinilmesi ve onda duyularla tasarrufta bulunulması sebebiyle, “mülk”
denir. Bu âlemdeki her şeyin bir de
bâtını vardır. Buna da bazan üç boyutlu olmadığı, bir yer tutmadığı ve beş duyuyla
hissedilmediği ve parçalara ayrılamadığı için “ruhânî”, bazan sonradan
hissedilecek olması sebebiyle “âhiret”, bazan şekilsiz ve duyularla
anlaşılmaktan uzak oluşu sebebiyle “mâna” denir. Bazan de duyularla
hissedilemez olduğu için “gayb” denir. Bazan de mülk ve sûret âlemine sahip
olduğu için “melekût” denir. Çünkü mülk melekût ile, melekût ise Hakk’ın
kudretiyle ayakta durur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Her türlü
kusurdan ve ortaktan uzaktır o Allah ki, her şeyin mutlak hâkimiyeti ve
tasarrufu O’nun elindedir. Siz de sonunda O’na döndürüleceksiniz!” (Yâsîn
36/83) Yani, melekût yolundan O’na döndürülürsünüz. Melekût âlemi, Allah’tan
başka hiçbir şey yokken, “ol” emriyle Allah Teâlâ’nın ilk yarattıklarındandır.
Nitekim şu âyet buna delalet eder: “Onlar, göklerin ve yerin nasıl muhteşem
bir hükümranlık altında idare edildiğini görmüyorlar mı?” (A‘râf 7/185) Âyette melekût âleminin bir şeyden
yaratılmadığına dikkat çekilmiştir. Onun dışındakiler ise bir şeyden
yaratılmıştır. Allah Teâlâ, emir ile yarattığına “emir”, bir şeyden yarattığına
“halk” adını vermiş ve şöyle buyurmuştur: “Bilin ki, yaratma da, emir ve
idâre yetkisi de yalnız O’na aittir.”
(A‘râf 7/54)
İşte Allah Teâlâ, İbrâhim (a.s.)’a, izah edilmeye
çalışıldığı gibi eşyanın melekûtunu ve onlardaki Allah’ın birliğine işaret eden
alâmetleri göstermiştir. O da Allah’ın lütfuyla bu büyük hakikati tam olarak
idrak etmiş ve son derece şuurlu bir yaklaşımla putperest kavmini mantikî
yollarla ikna için mücadeleye başlamıştır:
76. Derken gece bastırınca İbrâhim bir yıldız gördü: “Bu benim Rabbim, öyle mi?” dedi. Yıldız batınca da: “Ben batıp kaybolanları sevmem” dedi.
77. Sonra doğmakta olan ayı görünce: “Bu benim Rabbim, öyle mi?” dedi. O batıp kaybolunca: “Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapıklığa düşenlerden olurdum” dedi.
78. Birgün de güneşi doğarken gördü ve hemen: “Bu benim Rabbim, öyle mi? Bu hepsinden de büyük!” dedi. O da batıp kaybolunca asıl gerçeği haber verdi: “Ey kavmim, şüphesiz ben, sizin Allah’a koştuğunuz ortaklardan beriyim.”
79. “Şunu bilin ki ben, dupduru bir iman ve teslimiyetle yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim. Ben müşriklerden değilim.”
Allah’ın
birliğine kesinlikle inanmış olan Hz. İbrâhim, yıldızlara, aya, güneşe tapan
kavminin, bu bâtıl inançlarından hareket ederek ve bir metot gereği onlarla aynı
düşünceyi paylaşıyormuş süsü vererek onları tevhid akidesini kabule davet eder.
Öncelikle bunlar içinde görüntü itibariyle en küçüğü olan yıldızdan başlar.
Gece karanlığı bastırıp yıldızlar doğunca, muhtemelen içlerinden en parlak
birini gözüne kestirip, “onun gerçek rab olabileceğini” söyler. Fakat kısa bir
müddet sonra yıldız batıp kaybolunca, bu haliyle yıldızın gerçek rab olmasının
imkânsızlığını bildirmek üzere hemen “Ben batıp kaybolanları sevmem” (En‘âm
6/76) der. Bu sözüyle Hz. İbrâhim, Rab ile kul arasındaki münasebette sevginin
en mühim esas olduğunu, fakat hareket etme ve batmanın rubûbiyet delili değil,
sonradan yaratılmış olma, etkilenme, mahkum olma ve yok olma delili olduğunu
gösterir. Bu sebeple batıp kaybolanın rab olamayacağını, batana sevgi
göstermenin sonu boşa çıkacak bir sapıklık olduğunu ve gerçek Rabbin her türlü
zevalden uzak bulunan bir yaratıcı kudret olması gerektiğini ortaya koyar.
Sonra doğmakta olan ayı görür. Bunun “gerçek rab olma” ihtimalini dile getirir,
fakat batıp kaybolunca hem kendinin hidâyet üzere bulunduğunu belirtmek, hem
her an rabbine olan ihtiyacını itiraf edip şükretmek, hem de muhataplarını
kendisi gibi inanmaya çağırmak niyetiyle hemen “Eğer Rabbim bana doğru yolu
göstermeseydi, elbette sapıklığa düşenlerden olurdum” (En‘âm 6/77) der.
Daha sonra doğmakta olan güneşi görüp, diğerlerinden daha büyük olması
itibariyle “gerçek rabbin bu olabileceği” ihtimali üzerinde durur. Fakat o da
batıp kaybolunca Hz. İbrâhim derhal, çok önceden kalbinin her köşesine tam olarak
yerleşmiş, iliklerine, hücrelerine işlemiş tevhid inancını bütün samimiyetiyle
dile getirerek: “Ey kavmim, şüphesiz ben, sizin Allah’a koştuğunuz
ortaklardan beriyim. Şunu bilin ki ben, dupduru bir iman ve teslimiyetle yüzümü
gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim. Ben müşriklerden değilim” (En‘âm
6/78-79) buyurur.
Görüldüğü
üzere kıssada Hz. İbrâhim’in, Allah’ın birliğine hangi delillerle ve nasıl
ulaştığı anlatılır. Kıssanın esasının, Allah’ı birleyenle Allah’a ortak koşanın
tartışması olduğu açıkça görülür. Dolayısıyla bu ikna edici ve susturucu
delillerle aynı zamanda Allah Resûlü (s.a.s.), Hz. İbrâhim’e çok değer veren ve
onun neslinden gelmekle öğünen putperest kavmini tevhide davet etmiştir. Hak
dinin temsilcileri ve tebliğcileri de kıyamete kadar insanları bu nevi
delillerle tevhide davet edeceklerdir. Çünkü zaman değişse de insan gerçeği,
şirk ve tevhid hakikati hiçbir zaman değişmemektedir.
Bu
âyetlerden şöyle bir işârî mâna anlamak mümkündür: İnsanı talep perdeleri
kuşatır ve ona “varlık sabahı”nın ötesi tecelli etmez. Ancak “akıl yıldızı”
doğduğunda delil ışığıyla sırrında Hakk’ı müşâhede eder ve “Bu benim Rabbim”
der. Sonra sırrındaki ışık biraz daha artarak “ilim ayı” doğar. Anlama ve izah
şartı ile onu mütalaa eder ve “Bu benim Rabbim” der. Sonra sabah iyice açılır,
gün aydınlık olur, sırrın şeref burcundan “irfan güneşleri” doğar da talep için
bir mekan, ihtimal için bir hüküm ve töhmet için bir karar kalmaz. Hepsi mânasını
yitirir de kul: “Ey kavmim! Ben sizin koştuğunuz ortaklardan uzağım” der. Çünkü
gözle ayân beyân gördükten sonra hiçbir şüpheye, gerçek ortaya çıktıktan sonra
onu örtecek bir perdeye yer yoktur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 301)
Hz.
İbrâhim ile kavmi arasındaki tartışma şöyle devam ediyor:
80. Kavmi İbrâhim’le tartışmaya girişti. İbrâhim onlara şunları söyledi: “Şimdi siz benimle Allah hakkında mı tartışıyorsunuz? Oysa Allah beni doğru yola iletmiş bulunuyor. Ben, sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Çünkü ben inanıyorum ki, Rabbimin izni ve iradesi olmadan hiçbir varlık bana zarar veremez. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hiç düşünüp öğüt almaz mısınız?”
81. “Hem siz, kendilerine tapılacağına dair Allah’ın hiç bir delil göndermediği putları O’na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden ne diye korkacakmışım? O halde, bilginiz varsa söyleyin bakalım: İki taraftan hangisi güven içinde olmaya lâyıktır?”
Putperest
kavmi, İbrâhim (a.s.)’ın getirdiği bu sağlam delilleri kabule yanaşmadıkları
gibi, onunla tartışmaya girişirler. Atalarının dini üzere kalmakta ve taklide
tutunmakta direnirler. Hz. İbrâhim’i, tapmakta oldukları putların çeşitli
musibet ve belâlarına uğramakla korkutmaya çalışırlar. Fakat İbrâhim (a.s.)
bunlar karşısında geri adım atmaz. Kendini hidâyete erdiren, varlığını ve
birliğini kesin olarak bildiği Allah hakkında tartışmanın anlamsız olduğunu;
böyle bir açık hakikat karşısında onların sakat söz ve delillerine iltifatın
mümkün olmayacağını söyler. Putlardan da korkmadığını; çünkü ancak fayda ve
zarar verme gücünde olanlardan korkulacağını, putların ise hiçbir şeye gücü
yetmeyen cansız nesneler olduğunu, dolayısıyla onlardan korkulmayacağını ifade
eder. Bir mü’min olarak kendisinin sadece, dilediği her şeyi yapan ve ilmi her
şeyi kuşatmış olan Allah’tan korktuğunu vurgular. Kendisinin putlardan değil,
aslında şirk koştuklarından ve affedilmeyecek büyük bir günahı irtikap
ettiklerinden dolayı onların Allah’tan korkmaları lazım geldiğini açıktan ilan
eder. Neticede “O halde, bilginiz varsa söyleyin bakalım: İki taraftan
hangisi güven içinde olmaya layıktır?” (En‘âm 6/81) sorusuyla kavmini
tekrar düşünme, muhakeme ve mukayeseye davet eder. “Eğer biliyorsanız” kaydı
ise, bâtıl inançlardan kurtulmada doğru bilginin ehemmiyetine işaret eder.
Sorduğu
sorunun cevabını yine Hz. İbrâhim verir:
82. “İman edip de imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte onlar güven içindedir; doğru yolu bulanlar da onlardır.”
Âyetteki
“zulüm”den maksat Allah’a şirk koşmaktır. Çünkü zulmün asıl anlamı, “bir şeyi
olması gereken yere koymamak, hak sahibinin hakkını vermemektir.” Buna göre,
ulûhiyet ve rubûbiyet yalnızca Allah’ın hakkı olduğu halde, O’nun dışında başka
varlıkları ilâh yerine koymak, Allah’ın mahlûkatı üzerindeki hakkını
tanımamaktır. Peygamber Efendimiz: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı O’na
kulluk edip hiçbir şeyi kendisine ortak koşmamalarıdır” buyurur. (Buhârî,
Tevhid 1; Müslim, İman 48-51) Nitekim bu âyet inince müslümanlara çok ağır
geldi ve: “Ey Allah’ın Resûlü, bizden hangimiz nefsine zulmetmiyor ki?”
dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Burada
kastedilen sizin zannettiğiniz zulüm değildir. Burada Lokmân (a.s.)’ın oğluna
hitaben söylediği: «Evlâdım! Allah’a ortak koşma. Çünkü şirk, gerçekten çok
büyük bir zulümdür!» (Lokmân 31/13) sözündeki zulüm kastedilmiştir.”
(Buhârî, İman 23; Müslim, İman 197)
Sonradan
gelen bütün peygamberler de ataları Hz. İbrâhim’in izinde yürümüş ve aynı
gerçeği tebliğ etmişlerdir:
83. İşte bunlar, kavmine karşı kullanması için İbrâhim’e verdiğimiz delillerimizdir. Biz, dilediğimiz kimselerin derecesini kat kat yükseltiriz. Şüphesiz Rabbin, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olan, her şeyi hakkıyla bilendir.
Âyet-i
kerîmede Allah’ın delillerini müşâhededen Zâtını ispata yükselmek gerektiğine
işaret edilir. Bu bakımdan Hak yoluna girip Allah’a vâsıl olabilmek için şu
basamakları tırmanmak gerekir. Birincisi Allah’ın fiilleri olan âyetlerin
hakîkatine ermek ve bunlara uygun hareket etmektir. İkincisi O’nun sıfatlarını
müşâhededir. Üçüncüsü ise O’nun zatı ve varlığının hakîkatine ermeye çalışmaktır.
Hâsılı kul, Allah’ın fiileri vasıtasıyla O’nun sıfatlarını, sıfatları
vasıtasıyla da O’nun hakikatini tanıma imkânı bulur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât,
I, 302)
Hz.
İbrâhim, kendi hidâyetinden başka, hem büyük dedesi Hz. Nûh’un hem de
çocuklarının hidâyete ermiş olmasıyla bahtiyar bir peygamberdir:
84. Biz ona İshâk’ı ve torunu Yâkub’u ihsân ettik. Her birini doğru yola erdirdik. Daha önce Nûh’u ve zürriyetinden Dâvûd’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yûsuf’u, Mûsâ’yı ve Hârûn’u da doğru yola erdirmiştik. Biz, iyilik ve ihsân sahiplerini böyle mükâfatlandırırız.
85. Yine Zekeriya’yı, Yahya’yı, Îsâ’yı ve İlyâs’ı da doğru yola erdirdik. Onların hepsi sâlihlerdendi.
86. Aynı şekilde İsmâil’i, Elyesa‘ı, Yûnus’u ve Lût’u da doğru yola erdirdik. Onların hepsini diğer insanlara üstün kıldık.
87. Onların babalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden bazılarına da aynı üstünlüğü verdik, onları seçtik ve dosdoğru bir yola eriştirdik.
88. İşte bu yol, Allah’ın yoludur. O, bu yola kullarından dilediğini eriştirir. Eğer onlar Allah’a ortak koşmuş olsalardı, yaptıkları tüm ameller elbette boşa giderdi.
Cenâb-ı
Hak bu âyetlerde, İbrâhim (a.s.)’ın soyundan gelen veya ona bir şekilde
akrabalığı bulunan, kendisi dâhil on sekiz peygamberin ismini sayar; bunları
doğru yola erdirdiğini, daimî bir iyilik ve ihsan sahibi olmaları sebebiyle
onları mükâfatlandırdığını, onların sâlih kimselerden olduğunu ve onları âlemlere
üstün kıldığını haber verir. Bunların babalarından, zürriyetlerinden ve
kardeşlerinden de bir çok kimseyi seçip doğru yola eriştirdiğini bildirir.
Bütün bunlar Allah’ın hidâyeti sayesinde gerçekleşmiştir. Eğer bunlar Allah’a
ortak koşsalardı, O’ndan başkasına ibâdet etmiş olsalardı, böyle yüksek
mertebelere çıkamaz, bilakis onların dahi bütün amelleri boşa giderdi.
Peygamberlerin durumu böyle olunca, onların dışındaki insanların şirke
düştükleri takdirde durumlarının nasıl olacağını tasavvur etmek gerekir. Çünkü
şirk sâlih amelleri, hayırlı işleri yok eden çok çirkin bir günahtır. Şirk
günahına bulaşanlar, belki bir takım haksız yollarla dünyada mülk ve saltanat,
makam ve şöhret sahibi olabilirler; fakat dindar, temiz ve doğru yoldaki
insanların önderi olma gibi yüce bir mertebeye erişemezler. İşte isimleri
sayılan ve sayılmayan bu peygamberler, şirkten titizlikle kaçınıp, bir olan
Allah’a ihlasla kulluk ettiklerinden
bütün dünya için fazilet ve hidâyet kaynağı olma üstünlüğünü kazanmışlardır.
Peygamberlerin
üstünlüğünün sebep ve hikmetlerine gelince:
89. Bu seçkin zatlar, kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Eğer münkirler, sana da vahyettiğimiz bu gerçeklere inanmazlarsa, şunu bilsinler ki, onların yerine bunları inkâr etmeyecek bir toplum getiririz.
Allah
Teâlâ peygamberlere kitap, hüküm ve nübüvvet ihsan etmiştir. Kitap; hidâyet,
ilim ve mârifettir. Hüküm; hâkimiyet, hidâyeti idrak melekesi, hidâyet
kanunlarını hayatta tatbik etme istidadıyla, hayatın problemlerini çözmede
isabetli görüş sahibi olma istikametinde vehbî kabiliyet yani hikmettir.
Nübüvvet ise en yüksek mertebe olup peygamberler bu hususiyetleriyle insanları
hidâyete davet ederler. Peygamber Efendimiz’e de bu ilâhî nimetler en zirve
seviyesiyle ihsan edilmiştir. Ancak o dönemde Kureyş müşrikleri, sonraki
dönemlerde de diğer kâfirler, bu nimetleri görmezden gelip iman etmezlerse
hiçbir önemi yoktur. Çünkü Allah, bunları inkâr etmeyecek, bu nimetlerin
kıymetini bilecek, iman ve şükür ile ona sarılacak bir toplumu
görevlendirmiştir. Her zaman Allah’ın indirdiği hikmetlere inanan, onun
gösterdiği yolda giden seçkin bir toplum bulunacaktır. Mesela Mekke kâfirlerine
karşı Medineli müslümanlar, Ensâr; Arap kâfirlerine karşı diğer kavimlerin
mü’minleri; dünya durdukça bütün kâfirlere karşı da bütün mü’minler ve hatta
melekler bahsedilen bu topluluktan sayılabilir.
Bütün
peygamberler, aynı yolun yolcusu ve Allah yolunun davetçileridir. Bu sebeple
Peygamber Efendimiz’e ve onun şahsında tüm insanlığa peygamberlerin yoluna
uymaları tavsiye edilerek şöyle buyruluyor:
90. İşte o peygamberler, Allah’ın her bakımdan doğru yola erdirdiği kimselerdir. Öyleyse sen de artık onların yoluna tâbi ol ve şöyle de: “Tebliğime karşılık sizden hiçbir ücret talep etmiyorum. Bu Kur’an, akıl sahibi bütün varlıklar için bir hatırlatma ve bir öğütten ibarettir.”
Allah
Teâlâ’nın bütün peygamberlere vahyettiği din, aynı dindir; Allah’ın birliğine
imana ve O’na teslim olmaya çağıran İslâm dinidir. Her birinin tuttuğu yol
tevhid, doğruluk, dine bağlılık, takvâ, ihlas, iyilik, ihsan, fazilet ve
cömertlik yoludur. Dolayısıyla âyet hem Peygamberi, hem de onun şahsında bütün
mü’minleri, Allah’ın doğru yola erdirmiş olduğu bu kimselerin yoluna tabi
olmaya davet etmektedir. Bu mesaj aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm’in muhatabı olan
herkese, Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’in hiç görülmemiş, duyulmamış bir din
icat etmediğini, aksine geçmiş peygamberlerin yolunu devam ettirdiğini
hatırlatmaktadır. O da diğer peygamberler gibi, yaptığı tebliğ karşılığında
insanlardan hiçbir ücret talep etmemiş, mükafatını Allah’tan beklemiştir. Bir
ömür boyu, hiç ara vermeksizin âlemlere bir öğüt, bir uyarı ve bir hatırlatma
olan Kur’an’ı sözleri ve fiilleriyle tebliğ, tefsir ve beyân etmiştir.
Kur’ân-ı
Kerîm çok yüce ve şerefli bir kitaptır. Ne var ki, bazı insanlar ne onun ne de
onu lütfeden Allah’ın kadr ü kıymetini bilemezler:
91. Bazıları: “Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir” demekle Allah’ı şânına yaraşır bir şekilde tanıyıp takdir edemediler. Onlara de ki: “Peki, Mûsâ’nın insanlara bir nûr ve bir yol gösterici olarak getirdiği, sizin de parça parça kâğıtlar hâline koyup işinize geleni açıkladığınız, fakat işinize gelmediği için çoğunu gizlediğiniz, ayrıca ne sizin ne de atalarınızın bilmediği birçok şeyleri sayesinde öğrendiğiniz Tevrat’ı kim indirdi?” Ardından da: “Allah indirdi” de, sonra bırak onları, daldıkları bâtıllarında oynayadursunlar.
Allah’ın
beşeriyete hiçbir şey indirmediğini söyleyerek, insanlara Allah’ın en büyük
rahmet ve nimeti olan vahyi ve peygamber göndermeyi tümüyle inkâr etme
küstahlığında bulunanlar, Allah’ı şanına yaraşır tarzda tanımamışlardır. O’nun
her şeye gücü yettiğine, rahman ve rahim olduğuna iman etmemişler; nimet ve
rahmetinin kıymetini bilememişler; hukukuna riâyet ve ilâhlık şânına hürmet
etmemişler; hâsılı Cenâb-ı Hak hakkında lazım gelen iman, irfan, tâzim ve
teslimiyeti göstermeyerek takdirsizlik ve nankörlük batağına sürüklenmişlerdir.
Sözün geliminden bu sözü söyleyenlerin yahudi ve hıristiyanlar olduğu
anlaşılmaktadır. Kur’an gerçeğiyle karşılaşan müşrik Araplar, kitap sahibi
oldukları, peygambere inandıkları ve gerçeği bilerek konuşabilecekleri için yahudilere
başvurmuşlar; “Söyleyin bize, gerçekten Muhammed’e Allah’tan bir söz indirilmiş
midir?” diye sormuşlar, onlar da âyette ifade edildiği şekilde cevap
vermişlerdir. Allah Resûlü’ne olan düşmanlıklarını ortaya koyup onun nübüvvetini
inkâr ederken, kendileri için de büyük bir anlam ifade eden peygamberlik
müessesesini kökünden inkâr ettiklerinin farkında bile olamamışlardır. Bu cevap,
İslâm düşmanlarının eline güçlü bir silah vermiş ve onlar da halkı İslâm’dan
uzaklaştırmak için bunu bir delil olarak kullanmışlardır. Cenâb-ı Hak, her iki
düşman ve inkârcı grubu birlikte susturmak üzere, yakînen tanıdıkları, gerçek
olduğunu bildikleri ve işlerine gelecek şekilde kullandıkları Hz. Mûsâ ve ona
indirilen Tevrât’ı misal vermekte ve onu kimin indirdiğini sormaktadır. Elbette
ki onu Allah indirmiştir. O halde aynı Allah’ın, insanlığa bir rahmet, nimet,
nur ve hidâyet rehberi olarak Hz. Muhammed (s.a.s.)’e Kur’ân-ı Kerîm’i
indirmesi niçin imkânsız olsun:
92. İşte bu Kur’an, kendinden önceki kitapları doğrulayan, şehirlerin anası olan Mekke halkını ve çevresinde bulunan herkesi uyarman için indirdiğimiz feyiz ve bereket kaynağı bir kitaptır. Âhirete inananlar ona da inanır ve namazlarını vaktinde dosdoğru kılmaya devam ederler.
Evet,
işte Kur’an Allah’ın Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirdiği bir kitaptır. O, öyle
görmezlikten gelinecek, hiçe sayılacak, inkâr edilecek bir kitap değildir.
Aksine o “mübârektir”; hayrı çok, bereketli, mukaddes ve faydası daimî olan bir
kitaptır. Kendisine inanıp, talimatları istikametinde yaşayanların dünya ve âhiret
hayatları için feyiz, bereket, mutluluk ve huzur kaynağıdır. Kur’an, insanlığa
armağan edilen ilk ilâhî kitap da değildir. Ondan önce de ilâhî kitaplar
gelmiştir ve Kur’an onları tasdik etmekte, teyid etmekte ve doğruyu yanlıştan
ayırmaktadır. Dolayısıyla onlardaki nur ve hidâyet Kur’an’ın tasdikinden
geçerek artacak, kuvvetlenecek ve gelişecektir. İslâm’ın tebliğcisi Hz.
Muhammed (s.a.s.) de, önce özellikle dinî mânada bütün şehirlerin anası olan
Mekke halkını, sonra da peyderpey onun civarında bulunan bütün dünya halklarını
bu Kur’an ile uyarmak, yaratılış hedeflerini unutup gaflete düşmüş kitleleri
sarsıp kendine getirmek ve gittikleri bâtıl yolların hazin akibetini
kendilerine hatırlatmakla vazifelendirilmiştir. Ancak Kur’an’a inanacak kimseler,
dünyaya tapan ve şehvetlerinin kölesi olanlar değil, dünya hayatının ötesinde âhiretin
olduğuna inanan ve bunun korku ve ümidini yüreğinde taşıyanlar olacaktır.
Kur’an’a inanıp onun muhtevasında hayat sürenler ise insanlar arasında
dindarlıkları, Allah’a kullukları ve özellikle de namazı vaktinde, şartlarına
dikkat ederek kılmalarıyla temayüz edeceklerdir.
Kur’an’ı
inkâr edenlere gelince:
93. Allah hakkında yalan uyduran veya kendisine hiçbir şey vahyedilmediği halde “Bana vahiy geliyor” iddiasında bulunan kimseden, bir de: “Allah’ın indirdiğinin benzerini ben de indiririm” diyenden daha zâlim kim olabilir? Sen o zâlimlerin ölümün şiddetli sıkıntıları içinde can çekiştikleri ve meleklerin onlara pençelerini uzatarak: “Haydi çıkarın canlarınızı! Allah hakkında gerçek dışı sözleriniz ve O’nun âyetlerini büyüklük taslayıp kabul etmeyişiniz yüzünden bugün aşağılayıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” dedikleri zaman onların hâlini bir görsen.
Müşrikler,
Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in Allah’a iftira ettiğini, kendi hayalinden doğan
sözleri Allah’a isnat ettiğini söylüyorlardı. Onlardan bazıları da Kur’an ile
alay edip: “Duyduk, duyduk! İstesek elbette biz de bunun gibi şeyler
söyleyebiliriz. Çünkü bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değil!”
(Enfâl 8/31) diyorlardı. İşte bu âyette onların bu tür iddialarına cevap
verilmekte, Allah’tan gelen bu sözleri Hz. Muhammed (s.a.s.)’in uydurmadığını,
kendisine vahyedilmediği halde “Bana vahiy geliyor” diyenin en zalim kimse
olacağı hatırlatılmaktadır. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in böyle bir haksızlığı
yapması olacak şey değildir. Bilinen karakteri, şahsiyeti, doğruluk ve
güvenilirliği böyle bir iddiaya uygun düşmemektedir. İnsanlara bile hiç yalan
söylemeyen bir kişi, nasıl olur da Allah hakkında yalan söyleyebilir? Kendi
uydurduğu bir şey için, “Bunu bana Allah vahyetti” diyebilir? O, böyle bir
cür’etin, büyük bir sahtekarlık ve haksızlık olduğunu bilir ve böyle bir şey
yapmaz. Dolayısıyla âyet, bir taraftan Hz. Muhammed (s.a.s.)’e gelen sözlerin
Allah’ın vahyi olduğunu anlatırken, diğer yandan da doğru söylediği halde onu
yalanlayanların, onunla alay edip “ben de böyle sözler indirebilirim”
diyenlerin büyük bir günah altına girdiklerini bildirmektedir. Devamında, böyle
bir haksızlığa giriftar olanların ölüm anında karşılaşacakları korkunç bir
manzaraya dikkat çekilerek kâfirler uyarılır. Bu kimseler ölüm esnasında son
derece şiddetli sıkıntılarla yüz yüze gelecekler, can alıcı melekler
pençelerini uzatarak, ellerindeki demir balyozlarla vurarak, işkence ede ede
ruhlarını çıkaracak, ölümün ağır darbeleri altında bir türlü çıkmak bilmeyen
ruhları için: “Haydi çıkarın canlarınızı!” (En‘âm 6/93) diyecekler ve
onları işledikleri bu büyük günahları, kibirlenip ayetleri kabule yanaşmamaları
sebebiyle pek alçaltıcı, aşağılayıcı bir azapla korkutacaklardır.
Gelen
âyette ise bu âyetin devamı olarak kıyamet gününden bir manzaraya, dehşet
verici bir safhaya dikkat çekilir:
94. Andolsun ki, sizi başta nasıl tek tek yaratmışsak, şimdi de tek tek yapayalnız huzurumuza geldiniz ve dünyada size verip hayaline daldırdığımız her şeyi arkanızda bıraktınız. Hani işlerinizi tanzimde Allah’ın ortakları olduğunu ileri sürdüğünüz şefaatçilerinizi de yanınızda görmüyoruz! Onlarla aranızdaki bütün bağlar kopmuş ve sizi kurtaracaklarını sandığınız sahte tanrılar yanınızdan kaybolup gitmiştir.
Herkes,
dünyada başlangıçta tek olarak yaratıldığı gibi kıyamet günü Allah’ın huzuruna
teker teker gelecek. Her bir insan tek başına, ailesiz, malsız, çocuksuz ve
yardımcısız olarak, dünyada gönül verdiği, ümit bağladığı kimseleri terk etmiş
olarak gelecek. Herkes annesinin karnından çıktığı gibi çıplak, ayakkabısız ve
sünnetsiz gelecek. Dünyada kendine bahşedilen nimetleri, malları, mülkleri,
evlatları arkasında bırakarak gelecek. Allah’ı bırakıp kendilerine taptıkları,
Allah’a ortak koştukları putlar, haklarında şefaat edeceğini sandıkları
varlıklar da orada yanlarında olmayacak. Zira müşrikler, putların Allah’ın
ortakları ve O’nun nezdinde kendi şefaatçileri olduklarını zannediyorlardı.
(bk. Yûnus 10/18; Zümer 39/3) Fakat kıyamet günü aralarındaki bütün ilişkileri
kopacak, kesilecek, tarumar olacak. Allah’a ortak sandıkları varlıklar onları
terk edecek ve kaybolup gidecekler. Herkes kendi ameliyle ve Rabbiyle baş başa
kalacaktır.
İşte istikbalimizi yakından alakadar eden bu
gerçekleri göz önüne getirip, üzerinde düşünerek iman ve ihlasla Allah’a
yönelmek; O’na karşı bir haksızlık, yanlışlık, nankörlükte bulunmamak ve O’nu
fiil ve sıfatlarıyla en güzel şekilde tanımaya çalışmak icab eder. Şöyle ki:
95. Şüphesiz Allah, daneyi ve çekirdeği çatlatıp yarandır. Ölüden diriyi O çıkarır; diriden ölüyü çıkaran da O’dur. İşte Allah budur. Bu gerçekler karşısında nasıl oluyor da bâtıl sevdâlar peşine düşüp O’na kulluk etmekten yüz çeviriyorsunuz?
Ekinler,
otlar ve ağaçlar, tohumları olan dâne ve çekirdeklerin yarılıp çatlaması ve
filiz vermesiyle meydana gelir. İşte o dâneleri ve çekirdekleri çatlatıp yaran,
ondan bitkileri, meyve ve sebzeleri yaratan kudret, Allah’ın kudretidir. Allah
ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır. Bize göre ölü durumunda olan dâne ve
çekirdekten diri olan ekinler ve ağaçları çıkarır. Mânen ölü olan kâfirin
neslinden de mânen diri olan mü’minleri çıkarır. Diriden ölü çıkarma da bunun
aksi olarak izah edilebilir. Canlılar ölü maddeleri yiyerek beslenir. Bebeğin
bedeni ölü sütü, canlı ete dönüştürür. Canlı bedenden ölü süt çıkar. Yumurtadan
tavuk, tavuktan yumurta çıkar. Görüldüğü üzere hayat ve ölüm deveranı, hayatın
sırrı ve kâinatın ihtiva ettiği büyük bir mûcizedir. Yüce Yaratıcı akıp giden
zamanın her anında ölüden hayat, hayattan ölü çıkarmakta, bu ilâhî kanun
mütemâdiyen devam etmektedir. Bunların kendi kendine ve bir tesadüf eseri
olması mümkün değildir. Bunların yüce bir kudretin ve ince bir kanunun eseri
olduğunda şüphe yoktur. Kâinatta her an yenilenen bu kudret tecellilerini görüp
durdukları halde, insanlar nasıl olur da Allah’a kulluktan yüz çevirip, O’ndan
başkasına yalvarırlar? Bunu akılla telif etmek zordur.
İlâhî
kudretin tecelli ettiği bir diğer yer sabah, gece, güneş ve aydır:
96. Gece karanlığını yarıp sabahı ortaya çıkaran O’dur. O, geceyi bir dinlenme zamanı, güneş ve ayı da vakitlerin tespiti için birer hesap ölçüsü olarak yaratmıştır. Bütün bunlar, kudreti dâimâ üstün gelen, her şeyi hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.
Gece
karanlığını çatlatıp yararak fecri söktüren, sabah aydınlığını çıkaran da
Allah’tır. Geceyi bir dinlenme zamanı yapmıştır. Güneş ve ayı ince ve şaşmaz
bir hesaba göre yaratmıştır. Bunlar, kendileri için belirlenen o ince hesaplara
göre hareket ederler. Ayın hem dünya etrafında hem güneş etrafındaki dönüşü;
güneşin de uydusu olan bütün gezegenlerle birlikte başka bir merkez etrafında
dönüşü belli bir hesaba göre şaşmadan sürer gider. Bunların dönüşleri ve
hareketleri bir hesaba göre olduğu gibi, insanlar da zamanlarını bunların
düzenli hareketlerine göre hesap ederler. Dünyanın kendi etrafında dönmesi bir
günün, güneş etrafında tam bir dönüş yapması bir yılın, ayın dünya etrafında
dönmesi bazan otuz bazan yirmi dokuz günden oluşan ayların meydana gelmesini
sağlar. Bunlar şüphesiz, karşı konulmaz bir kuvvet ve sınırsız bir ilim sahibi
olan Allah’ın koyduğu kanunlara göre olmaktadır.
Peki
yıldızlar:
97. O, karanın ve denizin karanlıklarında gideceğiniz yolu bulasınız diye yıldızları sizin için var edendir. Biz hikmetlerini bilecek bir topluluk için, gerçeğin işaret ve delillerini işte bu şekilde detaylarıyla açıklıyoruz.
Allah,
yıldızları da kara ve denizin karanlıklarında yönlerini, gidecekleri istikameti
bulmalarına yardımcı olmak üzere insanlar için yaratmıştır. Dolayısıyla bunlar,
insan üzerinde hâkimiyeti olan ve mabud sayılabilecek varlıklar değil, aksine
insana hizmet eden birer lamba ve rahmet alâmetleridir. Şüphesiz ilim sahibi
olanlar Allah’ın varlığının delilleri olan bu ibretli hâdiseler üzerinde
derinlemesine tefekkür ederek daha çok istifade edebileceklerdir. Ayetlerin
haber verdiği bu varlıkların ve hâdiselerin kâinat kitabında, toprak ve
denizde, yer ve gökte, bitkilerde ve hayvanlarda, uzayda ve astronomide o kadar
fazla tafsilatı vardır ki, bunlardan tam olarak faydalanabilmek de yine ilmî
kabiliyeti olup, bu sahalarda sistemli bir şekilde ve derinlemesine araştırma
yapabilecek kişilere mahsus durumdur. Bu sebeple müslümanların âyetlerin işaret
buyurduğu bu ilmî sahalarda araştırma yapma ve bunları öğrenmeye çalışma
vazifeleri vardır.
Sıra
insanın yaratılmasında:
98. O, sizi tek bir nefisten yaratandır. Sizin için bir müddet emânet olarak kalacağınız, bir de sürekli kalacağınız bir yer vardır. Biz, gerçeği derinden ve etraflıca kavrama gayretinde olanlar için âyetlerimizi en güzel şekilde açıklıyoruz.
Bu
âyet insanın yaratılışındaki kudret ve hikmet tecellilerine dikkat çeker. Allah
bütün insanları başlangıç itibariyle tek bir nefisten yaratmıştır. O da umumi
kanaate göre Âdem (a.s.)’dır. Ayetteki اَلْمُسْتَقَرُّ
(müstakar) kelimesi, “karar kılacak, emniyet içinde oturulacak yer”; اَلْمُسْتَوْدَعُ (müstevda) ise “emanet konulacak yer”
mânasındadır. İnsanın yaratılışı dikkate alınarak müstakarra “ana rahmi,
yeryüzü”; müstevda‘a da “babanın sulbü, kabir” gibi mânalar verilebilir. Fakat
dikkatlice incelendiği zaman bu iki kelimenin insanın ilk olarak yaratılışından
başlayıp varlığı devam ettiği müddetçe “içinde bulunduğu” ve “intikal etmeye
hazır olduğu” her safhaya işaret ettiği görülür. Bilindiği üzere insan her
zaman hem bir karar hem de intikale aday olma, emanet halinde bulunma hallerini
birlikte yaşar. Böylece o nihayetinde cennet veya cehennemde karar kılıncaya
kadar toprakta, babanın sulbünde, anne rahminde, toprağın üzerinde, yerin
altında, kabirde ve mahşer yerinde hem bir karar halini hem de intikale aday
emânet halini birlikte yaşar, durur. İşte iki kelime, insanın bir türlü bitmek
bilmeyen inişiyle çıkışıyla bu hayat serüvenini anlatır. Ancak ilâhî kudret
akışını sergileyen bütün bu ibretli hâdiselerden istifade edebilmek için sadece
ilim sahibi olmak yeterli değil, kendini bilmek de şarttır. Zira Cenâb-ı Hak,
bu âyetleri ince ve derin bir anlayış ve idrak sahibi olan kimseler için
tafsilatlı olarak açıkladığını beyân eder.
Âyette
şöyle bir işârî mâna dikkat çeker: Tenler için bir müstakar ve bir müstevda‘
olduğu gibi, insanın gönül âlemindeki sırlar ve gizli durumlar için de bir
müstakar ve müstevda‘ vardır. Nice kullar var ki kalbinin karar mekânı
şehvetler ve boş arzular vatanı haline gelmiştir. Nice kullar var ki kalbinin
karar mekanı zühd ve takvâ durağı olmuştur. Öyle kullar da var ki onların
kalplerinin karar mekanları ötesin de ötesindedir. Orada Allah’ın dışında bir
düşüncenin yer tutacağı ne bir mesken ne de bir mahal vardır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât,
I, 305)
Allah
Teâlâ, şimdi de dikkatleri yağmura ve onunla neşvü nemâ bulan çimenleri,
filizleri, ağaçları, bağları ve bahçeleriyle bitkiler âlemine çeker:
99. O, gökten su indirendir. Biz, her türlü bitkiyi o suyla yetiştiririz. O bitkiden bir filiz, filizden de üst üste dizili dâneler, başaklar çıkarırız. Hurma ağacının tomurcuklarından yere doğru sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri çıkarırız. Bunların hepsinin hem birbirine çok benzeyen yönleri, hem de birbirinden çok farklı özellikleri vardır. Her birinin meyvesine bir ilk ortaya çıktığı, bir de olgunlaştığı zaman bakın. Gözünüzün önünde cereyan eden bu işlerde, iman eden bir toplum için elbette nice dersler ve ibretler vardır.
Gökten
yağmuru indiren ve bununla çeşitli renklerde ve lezzetlerde bitkiler, tahıllar,
meyveler ve sebzeler bitiren şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. Bu kadar güzel renkler,
bu kadar göz alıcı, gönül okşayıcı bağlar ve bahçeler kör bir tesadüfün eseri
olamaz. Bütün bu hâdiseler her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, istediği her
şeyi dilediği gibi yapabilen bir Yaratcı’nın eseridir. Dolayısıyla bunlarda
etrafında olup bitenleri ibretle izleyen ve bunları yaratan kudrete inananlar
için hakikati gösteren açık deliller bulunmaktadır.
Âyetle
alakalı şöyle bir işârî izah yapılmıştır: Allah Teâlâ, ilâhî yardım göğünden
hidâyet yağmurunu indirir. Onunla bir taraftan zühd ve fetva ehlinin, diğer
taraftan aşk ve takvâ ehlinin manevî mertebelerine göre çeşit çeşit mârifetler
ve sırlar çıkarır. Çünkü, kalp bir bahçe gibidir, ondan istidatlı olduğu bitki
çıkar. Her bitki çıktığı toprağın tercümânıdır. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân,
III, 97)
Gözümüzün
önünde her an cereyan edip duran bunca ilâhî işaret ve delillere rağmen Allah’ı tanımamak ve O’na ortaklar
koşmak gerçekten şaşılacak bir durumdur:
100. Buna rağmen tuttular, cinleri Allah’a ortak koştular; halbuki onları da Allah yaratmıştır. Bir de kesin bir bilgiye dayanmaksızın O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Allah, onların ileri sürdükleri bütün bu nitelemelerden sonsuz derecede uzak ve çok yücedir.
Araplar,
cinlerin bir takım ilâhî güç ve kabiliyet sahibi olduklarına inanır,
zararlarından korunmak için tedbirler alır, hoşnutluklarını kazanmaya çalışır,
bunun için cinler adına kurban keserlerdi. Ayrıca onlar, cinlerin kâhinlere
gökten haberler getirdiğine, şeytanların da şairlere ilham verdiğine inanır;
böylece Allah ile bu gizli varlıklar arasında bir bağ kurarlardı. (bk. Saffât 37/158)
Yine bir kısım câhiliye Arapları şeytanın şer ilâhı olduğuna inanır, melekleri
Allah’ın askerleri, cinleri de şeytanın askerleri sayarlardı. Hâsılı bu âyette
gözle görülmeyen bazı varlıkların, özellikle cinlerin ulûhiyetine inananların
bu bâtıl itikatlarının doğru olmadığı beyân edilir. Çünkü hem o ortak koşanları
hem de koştukları ortakları yaratan Allah’tır. Yaratılmış olan şeyler nasıl ilâh
olabilir, Yüce Allah’a ne şekilde ortak olabilirler? Yine bir kısım yanlış
itikat sahipleri, hiçbir kesin bilgiye dayanmadan, söylediklerinin yanlış mı
doğru mu olduğuna bakmadan, işin aslını bilmeden, körü körüne Allah’a oğullar
ve kızlar isnat etmişlerdir. Yahudiler Uzeyr’in, Hıristiyanlar Mesih’in
Allah’ın oğlu olduğunu; müşrikler de meleklerin Allah’ın kızları olduğunu
söylemişlerdir. Allah Teâlâ, şânına lâyık olmayan bütün bu isnatların ve
sıfatların hepsinden çok uzak, çok münezzeh ve çok yücedir.
Çünkü:
101. O, gökleri ve yeri hiç yoktan, eşsiz ve benzersiz şekilde yaratandır. Eşi olmadığı halde O’nun nasıl çocuğu olabilir ki? Her şeyi O yaratmıştır ve O her şeyi hakkıyla bilendir.
Allah
Teâlâ’nın güzel isimlerinden biri olan اَلْبَد۪يعُ
(Bedî‘), “varlıkları daha önce bir örneği olmaksızın yoktan ve benzersiz bir
mükemmellikte yaratan” demektir. Allah, gökler ve yerden, bütün ülvî ve süflî âlemden
hiçbir şey yokken; örnek alınacak hiçbir kanun, asıl, madde, şekil ve numûne
mevcut değilken ilk önce bunları benzersiz meydana getiren ve yaratan, her
türün ilk ferdini, ilk örneğini yaratıp yoktan vücuda getirendir. Ayetteki “göklerin
ve yeri yoktan, eşsiz ve benzersiz bir şekilde yaratan” (En‘âm 6/101) ifadesiyle,
göklerin ve yerin eşsiz ve örneksiz yaratılmış olduğuna işaret edilmekle
beraber, aslında onları eşsiz bir şekilde yaratan Allah Teâlâ’nın herhangi bir
dengi, eşi ve benzeri bulunmasını tasavvur etmenin dahi ihtimal dâhilinde
olmadığı bildirilir. O halde O’na çocuk isnat etmek de yanlıştır. Hem eşi
olmadığı, her şeyi O yarattığı ve her şeyi hakkiyle bilen de O olduğu halde
O’nun çocuğu olduğu nasıl düşünülebilir ki?
Netice
itibariyle:
102. Rabbiniz Allah işte O’dur. O’ndan başka ilâh yoktur. O, her şeyi yaratandır. Öyleyse yalnız O’na kulluk edin. Her şeyin dizginini elinde tutan, her işte kendisine güvenilip dayanılan O’dur.
Anlatılan
bu yüce ve eşsiz sıfatları taşıyan, kendinden başka ilâh olmayan ve her şeyin
yaratıcısı olan Allah, şüphesiz kulluk edilmeye layık yegâne varlıktır. O halde
başkalarını bırakıp sadece O’na kulluk etmek lazımdır. Allah her şeye vekîldir.
Her hususta ve her şeye karşı O’na dayanılır ve tevekkül edilir. İşler O’nun
tasarruf ve idâresine teslim edilir. Çünkü vekîl, vekil kılındığı işlerin
tümünü eksiksiz yerine getirebilen kişi demektir. Dolayısıyla kullar işlerine
Allah’ı vekil kılmalı, dünyevî ve uhrevî sıkıntılardan kurtarması için ibâdetlerini
vesile yapmalıdırlar.
Şeyh
Ebû Hamza Horasânî (r.h.)’ın başından geçen şu hâdise Allah’ı vekil kılmaya
güzel bir misaldir. O, şöyle anlatıyor:
Bir
yıl hacca gidiyordum. Yolda bir kuyuya düştüm. Yardım isteme konusunda nefsimle
mücadele ettim. Kendi kendime: “Allah’a yemin olsun ki kimseden yardım
istemeyeceğim” dedim. Daha bu düşünce kafamdan gitmeden kuyunun başına iki adam
geldi. Biri diğerine: “Gel şu kuyunun ağzını kapayalım da içine kimse düşmesin”
dedi. Kamış ve çerçöp getirip kuyunun ağzını kapadılar. Bağırıp yardım isteyeyim
diye niyetlendim, sonra kendi kendime: “Onlardan sana daha yakın olana sığın”
dedim ve sustum. İşimi Allah’a ısmarladım. Bir saat geçmişti ki bir şey gelip
kuyunun ağzını açtı ve ayağını sarkıttı. Sanki ondan çıktığını hissettiğim bir
sesle: “Bana yapış” diyordu. Ayağına yapıştım ve beni kuyudan çıkardı. Bir de
ne göreyim karşımda bir yırtıcı hayvan! Beni kurtarıp çekip gitti. Bu arada
bana hâtiften: “Ey Ebû Hamza! Telef edici bir hayvanla seni helak olmaktan
kurtarmamız daha güzel değil mi?” diye bir ses geldi. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân,
V, 434-435)
Şunu
ifade etmek gerekir ki, naklettiğimiz bu menkıbe doğru ve güzel olsa da, bu
ancak tevekkül konusunda Ebu Hamza mertebesinde olanlar için geçerlidir.
Dolayısıyla sıradan insanların kendisini o mertebede görmemesi ve mânevî hali
nasıl bir tevekküle müsaitse ona uygun davranması gerekir. Ancak kul Allah’a
tevekkül ederken, O’nun zatı ve sıfatlarıyla ilgili şu hususu dikkatten uzak
tutmamalıdır:
103. Gözler O’nu göremez, fakat o gözleri görür. O, yarattıklarının ihtiyacını bütün incelikleriyle bilip karşılayan ve her şeyden haberdâr olandır.
Allah
Teâlâ, beşeri duyularla idrak edilemeyecek derecede pek yüce ve aşkın bir
varlıktır. Gözler O’nu göremediği gibi, kalpler ve akıllar da O’nun mâhiyetini
idrakten acizdirler. Fakat O, hem kendini göremeyen gözleri görür, hem kendini
idrak edemeyen kalp ve akılları ihata eder. O’nun görmesinin ve bilmesinin
kuşatmadığı hiçbir şey düşünülemez. Ehl-i sünnet âlimleri bu âyeti kerîmeyi
delil getirerek Allah Teâlâ’nın dünyada görülemeyeceğini; fakat bir kısım âyet
(bk. Kıyâmet 75/22-23) ve hadislerin (bk. Buhârî, Tevhid 24; Müslim, Mesâcid
211) haber verdiği gibi âhirette müminler tarafından görüleceğini
söylemişlerdir.
Allah’ın
güzel isimlerinden biri olan اَللَّط۪يفُ
(Latîf), “her şeyi en ince teferruatına kadar eksiksiz bilen; kullarına karşı
son derece merhametli, lütufkâr olan, yumuşaklıkla muamele eden” demektir.
Dolayısıyla bir muamelede yumuşaklıkla idrakte keskinlik bir araya geldiğinde
“latîf”in mânası tam olarak ortaya çıkmış olur. Şüphesiz ilimde ve muamelede bu
vasfa sahip olmanın kemâl derecesi sadece Allah Teâlâ için sözkonusudur. Kulun
“Latîf” isminden alacağı nasip insanlara rıfk ile muamele etmek, onları
yumuşaklıkla Allah’a davet edip âhiret saadetine ulaştırmaya çalışmak, bunları
yaparken de taassup, kabalık ve düşmanlık göstermemektir. اَلْخَب۪يرُ (Habîr) ise “her şeyden, mülk ve melekût
âleminde meydana gelen her olaydan, hareket eden her zerreden, özelikle
kullarının her türlü söz, fiil ve davranışlarından haberdar olan” mânasındadır.
“Habîr” isminden kulun nasibine düşen ise kendi âleminde olup bitenlerden
haberdar olmasıdır. Kulun âlemi ise kalbi, bedeni ve kalbin muttasıf olduğu
gizli sıfatlardır. Bu sıfatlar aldatmak, hıyanet, dünyanın peşinde dolaşmak, kötülüğü
gizlemek, iyiliği açığa vurmak, aslında öyle olmadığı halde ihlaslı
görünmektir. Bu kötü sıfatlardan kurtulmayı ancak engin bir bilgi sahibi olan,
nefsini bilen, onunla yakından ilgilenen, onun hile, oyun ve aldatmacalarını
tanıyan, nefsinin kötü isteklerini reddeden, onu düşman tanıyan ve ona karşı
daima dikkatli olan kimse bilir. Ancak böyle kullar, “Habîr” isminden nasip
almaya liyakat kazanabilirler.
Kulda
bu ilâhî sıfatların tecelli etmesi için, akıl ve kalpleri aydınlatıp onlara
doğru yolu gösteren âyetlere kulak verilmeli ve gereği yapılmalıdır:
104. Şüphesiz size Rabbinizden gerçeği gösteren deliller geldi. Artık kim gözünü açıp gerçeği görürse faydası kendisine; kim de gözünü kapatıp körlük yaparsa zararı kendisinedir. O halde de ki: “Ben sizin başınızda bir koruyucu ve bir gözetleyici değilim.”
Âyetin
işâret ettiği şu mânalar dikkat çekmektedir: Allah Teâlâ, dünyadaki varlıkları
ve orada kendileri için hazırlanan yiyecek, içecek, giyecek ve nikahlanacakları
eşleri görmeleri için insanların bedenlerine göz ve görme kabiliyeti vermiştir.
Aynı şekilde her kulun kalbine, o gözlere de duygularla ulaşılamayn âlemlere yerleştirilen
hakikatleri kendisiyle görebileceği bir basîret gözü vermiştir. Şimdi kim
basîret gözüyle, ebedî olan yüce âhiret mertebelerine bakar da Allah’a
yakınlığın derecelerini ve has kullara hazırlanan hiçbir gözün görmediği,
hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin aklından geçmemiş olan nimetleri
görürse, bu nimetleri elde etmeye çalışır. Allah’ın yoluna girip o yolda
yürümeye yönelir, alçak dünyadan yüz çevirir, ziynetlerini ve fânî şehvetlerini
terk eder. İşte insanın gerçek mutluluğu, izzet ve şerefi elde etmesi budur.
Allah’ın ise kimseye ihtiyacı yoltur. Kim de basîret gözüyle bu yüksek makamlara
bakmaz, kalıbının gözüyle dünya ve süslerine meyleder de dünyanın
şehvetlerinden ve hayvanî isteklerinden lezzet almaya dalarsa basîreti kör
olur. Âyet-i kerîmede: “Ne var ki kör olan, başlardaki gözler değil,
gerçekte kör olan sinelerdeki gönüllerdir!” (Hac 22/ 46) buyrulur. Bu
durum, insanın uğrayacağı en büyük bedbahtlık ve hüsrandır. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân,
III, 105)
Bedbaht
olmamak ve zarar etmemek için kulun uyanık olması, bunların alametlerini
bilerek ondan sakınması ve kendini saadete ulaştıracak yollara girmesi
lazımdır. Bedbahtlığın alâmeti, gözün kuruması, kalbin katılığı, dünya sevgisi
ve uzun emellerdir. Saadetin alâmeti ise sâlihleri sevmek, onlara yakın olmak,
Kur’an tilâveti, geceleri uyanık olmak, âlimlerin meclisinde bulunmak ve kalp
yumuşaklığıdır. Değişik şekil ve muhtevada bildirilen Kur’an âyetlerinden
yararlanacak olanlar da bunlardır:
105. Biz âyetleri böyle döne döne, türlü türlü açıklıyoruz ki gerçeği anlasınlar. Kâfirler: “Sen bunları bir başkasından ders almışsın, bize anlatıyorsun” diyeceklerdir. Ama biz diliyoruz ki, öğrenmek niyetiyle araştıranlar için gerçeği Kur’an’da apaçık ortaya koyalım.
Yüce
Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de dini hakikatleri kullarının idrakine sunmak üzere, içlerinde
va‘d, tehdit, nasihat, uyarma bulunan âyetleri hem bu sûrede hem başka
sûrelerde geniş geniş, döndüre döndüre, evire çevire açıklamaktadır. Burada
âyetleri bu şekilde açıklamanın iki hikmeti üzerinde durulur:
Birincisi;
inkârcıların: “Sen bunları bir başkasından ders almışsın, bize anlatıyorsun”
(En‘âm 6/105) demeleri içindir. Çünkü ona indirilen âyetler, tahsil
etmeye ve incelemeye dayanan birçok ilimler ihtiva etmektedirler. Bir ümmî,
anadan doğduğu gibi okuması yazması olmayan bir kimse bunları bilemez. Kâfirlerin
zanlarına göre bunlar vahiyle de olmayacağına göre, demek ki o, kimsenin haberi
olmadan gizlice ders almıştır. Zira bunları bilebilmesinin başka yolu yoktur.
İkincisi; bilecek ve anlayacak olanlara Kur’an
âyetlerinin güzel bir şekilde açıklanmasıdır:
106. Rasûlüm! Sen, Rabbinden sana ne vahyediliyorsa ona uy. O’ndan başka ilâh yoktur. Müşrikler ne derse desin aldırma, onlara ehemmiyet verme.
107. Eğer Allah dileseydi onlar Allah’a şirk koşmazlardı. Seni onların başında bir koruyucu ve gözetleyici yapmadık. Sen onların yaptıklarından sorumlu bir vekil de değilsin.
Peygamberin
vazifesi, Rabbinden gelen vahye öncelikle kendisinin iman edip uyması,
Allah’tan başka ilâh olmadığını kabul etmesi, müşriklerden yüz çevirmesi; sonra
da insanları kendisi gibi davranmaya davet etmesidir. Allah dileseydi müşrikler
şirk koşmazdı. Fakat ilâhî taksimat ve hikmet, insanlardan kiminin kendi
ihtiyarlarıyla iman etmelerine, kiminin de şirk, küfür gibi sapıklık yollarına
gitmelerine imkân verecek şekilde tecelli etmiştir. Bu sebeple Allah Resûlü (s.a.s.)’in
tebliğ vazifesi vardır fakat inkârcılar
üzerinde koruyuculuk ve bekçilik yapmak gibi bir mesuliyeti yoktur. Ancak
Peygamber’in de mü’minlerin de gerek dini tebliğ ederken gerekse diğer beşerî
ilişkiler esnasında insanların inançlarına saygı adına dikkatli olmaları
istenerek şöyle buyruluyor:
108. Onların Allah’tan başka taptıkları hakkında kötü konuşmayın ki, onlar da haddi aşarak bilgisizce Allah hakkında kötü sözler söylemeye kalkışmasınlar. Biz her ümmete yaptıkları işleri böyle süslü gösterdik. Sonra onların dönüşleri Rablerine olacak, O da yapmakta oldukları şeyleri bir bir kendilerine haber verecektir.
Çirkin
söz söyleme, sövüp sayma Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in yüce ahlâkıyla bağdaşmadığı
için ona böyle bir uyarıda bulunulmasına gerek kalmamış ve hitap diğer mü’minlere
yönlendirilmiştir. Bu âyete göre başkalarına, onların inançlarına ve kutsal
saydıkları değerlere hakaret etmek İslâmî edep ve ahlâkla bağdaşmadığı gibi,
İslâm’ın izzetine de zarar getirir. Anlaşılan o ki bazı müslümanların
müşrikler ve inançları hakkındaki ölçüsüz sözleri onları taşkınlığa sevk
etmiş; doğrudan doğruya Allah’a sövmek maksadıyla olmasa bile, öfkeye kapılarak
müslümanların kutsal inançlarına sövüp saymaya kalkışmışlardır. Dolayısıyla bu
âyette müslümanların bu durumlara imkân verecek söz ve davranışlardan
kaçınmaları emredilmektedir. Zira saygı ve nezaket, muhatabın gönlüne tesir
etmenin en mühim yolu iken, hakaret ve küfür ise muhatabın sadece düşmanlık
duygularını kabartır; inatlaşma, sertleşme ve giderek çatışmaya yol açar.
Âyetin
“Biz her ümmete yaptıkları işleri böyle süslü gösterdik” (En‘âm 6/108) kısmı,
psikolojik ve sosyolojik bir kanuna işaret etmektedir. O da şudur:
İnsanların yaptıkları işler, onların düşünce ve niyetlerine dayanır. Zihinde
düşüncenin teşekkülü, Allah’ın insanın içinde ve dışında yarattığı kanunların
çalışmasıyla gerçekleşir. İnsan içine doğan çeşitli düşüncelerden birini cazip
görür, onu diğerlerine tercih eder ve ona göre de hareket eder. Bu tercihinde
insan serbesttir, beğendiğini yapar. Şimdi düşüncelerin oluşumundan seçimine
kadar her şey Allah Teâlâ’nın yaratma alanında olduğundan, kişinin içinde
uyanan düşüncelerden birini beğenmesi, âyette, Allah’ın o düşünceyi ona süslü
göstermesi şeklinde ifade buyrulmuştur. Çünkü beynin ve kalbin işleme tarzı, hep
Allah’ın yaratığı kanunlara bağlıdır. Allah’ın bu kanunları, iyiliği tercih
edene iyiliği, kötülüğü tercih edene de kötülüğü cazip göstermektedir. Ayrıca
ayette, alışkanlığın çirkin işleri, bunları yapanların gözünde cazip hale
getirdiğine de bir işaret bulunmaktadır.
Gelen
âyetler, kâfirlikte diretenlerin ruhî durumlarına ve psikolojik alt yapılarına
projektör tutmaktadır:
109. Kendilerine bir mûcize geldiği takdirde ona kesin olarak inanacaklarına dair var güçleriyle Allah’a yemin ettiler. De ki: “Mûcizeler ancak Allah katındadır.” İstedikleri mûcize gelse bile, yine ona inanmayacaklarının farkında değil misiniz?
110. Biz onların gönüllerini ve gözlerini çeviririz de daha önce inanmadıkları gibi mûcizeyi gördükten sonra da iman etmezler. Neticede biz onları azgınlıkları içinde basîretsiz bir halde dolaşıp durmak üzere kendi hallerine terk ederiz.
Allah
Resûlü (s.a.s.) İslâm’ı tebliğ ederken münkirlerin şiddetli tepkileriyle karşılaşıyordu.
İman etmelerini çok arzu etmesine rağmen, onlar tam aksine küfürde inat ve
ısrar ediyor; inanmaları için Peygamberimizden olur olmaz mûcizeler
istiyorlardı. Muhtemelen sahâbe-i kirâm da zaman zaman, iyi niyetleri
sebebiyle, kâfirlerin mûcize talebinde samimi olduklarını düşünüyor, bir mûcize
gösterildiği takdirde iman edebileceklerini zannediyorlardı. Âyetler,
kâfirlerin bu taleplerinde samimi olmadıklarını, mûcize gösterildiğinde bile
iman etmeyeceklerini, mü’minlerin bu gerçeğin farkında olmaları gerektiğini
haber verir. Çünkü onların mûcize talebindeki niyetleri inanmak değil, Allah
Râsûlü (s.a.s.)’i güç durumda bırakmaktı. Bu bozuk niyetleri ve çirkin
tutumları sebebiyle, Allah onların gönüllerini ve gözlerini çevirir; gönülleri
bir tarafa gözleri başka bir tarafa döner, şaşkınlık ve tereddüt içinde
kalırlar. Daha önce iman etmedikleri gibi, mûcizeyi gördükten sonra da uyanıp gerçeği
anlamazlar; basîretsizlikleri ve azgınlıkları içinde körü körüne yuvarlanıp
giderler.
Kur’ân-ı
Kerîm’de münkirlerin ne tür mûcizeler talep ettiklerine dair bilgiler yer alır.
Gelen âyette onların bir kısmına temas edilmekte ve bunların gerçekleşmesi
halinde bile inatçı kâfirlerin hidâyete erişmelerinin zor olacağı
bildirilmektedir:
111. Eğer onlara istedikleri gibi melekleri indirseydik, ölüler dile gelip kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp şâhit olarak karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de onlar iman edecek değillerdi; fakat onların çoğu bilmezler.
Buna
göre:
›
Onların “Elçi olarak bize gökten melekler indirilmeli değil
miydi?” (Furkan 25/21), “Eğer doğru söylüyorsan, bize melekleri getirip
göstersene!” (Hicr 15/7) diye istedikleri mûcize gösterilerek bütün
melekler indirilse,
›
“Eğer öldükten sonra dirileceğimiz iddiasında doğru ve samimi
iseniz, haydi atalarımızı diriltin de görelim” (Duhân 44/36)
diye istedikleri mûcize de gerçekleşse ve ölüler dile gelip kendileriyle
konuşsa, onlara gerçekleri söylese,
› “Ya da Allah
ve meleklerini karşımıza getirmelisin, onlar da senin doğruluğuna şâhitlik
etmelidir” (İsrâ 17/92) diye istedikleri mûcize de gösterilse ve her şey
kefil olarak karşılarına getirilip toplansa, Allah dilemedikçe hiçbir zaman
iman etme ihtimali yoktur. Bu sebeple onlara mûcize göstermek boşunadır. Fakat
pek çoğu, her türlü mûcize gelse bile Allah dilemedikçe hiçbir şey yapamayacaklarını
bilmezler de, sadece kendilerine güvenir, azgınlık ve inatlarında devam etmek
üzere öyle yalan yere yemin ederler. Bu ise şeytanın aldatmasından başka bir
şey değildir:
112. İşte biz her peygamberin karşısında insan ve cin şeytanlarından oluşan bir düşman şebeke var etmişizdir. Bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldayıp dururlar. Şayet Rabbin dileseydi böyle yapamazlardı. Bu bakımdan onları, uydurdukları yalanlarla başbaşa bırak!
113. Şeytanlar bu fısıldaşmayı, âhirete inanmayanların gönülleri ona aksın, sonra büsbütün ısınıp ondan zevk alır hâle gelsin ve zâten tabiatleri hâline gelmiş günahları işlemeye devam etsinler diye yaparlar.
Âyet-i
kerîmeler, müşriklerin sert düşmanlıklarıyla karşılaşan Peygamber Efendimiz ve müslümanları
teselli etmektedir. Allah Teâlâ onları böyle büyük bir düşmanlıkla karşı
karşıya getirdiği gibi, aynı şekilde ondan önceki bütün peygamberlere de insan
ve cin şeytanlarını düşman yapmıştır. Bu, ilk defa ortaya çıkan bir durum
değil, başlangıçtan beri her bir peygamber için geçerli olan bir durumdur. Ne
zaman bir peygamber Allah’a davet etmek ve doğru yolu göstermek için geldi ise,
tüm şeytânî kuvvetler, onu vazifesinde başarısızlığa uğratmak için hemen
harekete geçmişlerdir. O halde onların düşmanlıklarına üzülmeye gerek yoktur.
Bilakis bu düşmanlıklara rağmen, her türlü engeli aşarak tebliğin başarılı
olması için çalışmak gerekmektedir. O insan ve cin şeytanları, aldatmak için
birbirlerine yaldızlı bir takım sözler fısıldarlar. Bundan özellikle cin
şeytanlarının insan şeytanlarına fısıldadıkları sözler anlaşılmaktadır. (bk. En‘âm
6/121) Ancak insanları yaldızlı sözlerle kandırıp yoldan çıkaran insanlar da
şeytan olarak nitelendirilmişlerdir. Bunların şeytanla ortak vasfı, fısıltı
ile, gizli gizli sözlerle kandırmak, kalplere kötü düşünceler aşılamaktır. Bu
“yaldızlı sözler”; insanları Kur’an’a ve kendilerini Hakk’a davet eden
peygambere karşı isyana tahrik etmek için şeytanların kullandığı tüm planlar,
vasıtalar, şüpheler ve aldatmacalardır. Nitekim Nâs sûresinde de insanların
göğüslerine kötü düşünceler fısıldayan cin ve insan şeytanlarından Allah’a
sığınılması emredilir.
Allah
Resûlü (s.a.s.) Ebu Zer (r.a.)’a: “Cin ve insan şeytanlarından Allah’a
sığındın mı?” diye buyurur. O, “insandan da şeytan mı var?” diye sorunca
Efendimiz: “Evet, onlar cin ve şeytanlardan daha şerlidirler” diye cevap
verir. (Nesâî, İstiâze 48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 108)
Malik
b. Dinar der ki. “İnsanlardan olan şeytanlar benim için cinlerden olan
şeytanlardan daha tehlikelidir. Çünkü Allah’a sığındığım zaman cin şeytanları
kaçar giderler. Fakat insan şeytanları gelip göz göre göre beni günaha
sürüklemeye çalışırlar.”
Şayet
Allah isteseydi şeytanlar insanları kandırmaya çalışmazlardı; onlardan bu
özelliği alabilirdi. Fakat ilâhî hikmet onların bu şekilde hareket etmelerine
müsaade buyurmuştur. Bu durum, insanın dünyada imtihan ediliyor olmasının tabii
bir gereği olarak karşımıza çıkmaktadır. Şu kadar ki, Allah’ın şeytanların
yaptıklarına izni var rızâsı yoktur; meleklerin yaptıklarına ise hem izni hem rızâsı
vardır.
Şeytanların
aldatıcı yaldızlı sözlerine en çok âhirete inanmayanlar kanarlar. Gönülleri ona
doğru meyleder, akar. Onlardan pek hoşlanırlar; meftûn olur, keyf alırlar.
Tevbe edip kendilerine gelmeleri gerekirken, aksine aldatıldıklarının farkında
olmaksızın daha önce işledikleri günahları işlemeye devam ederler. Halbuki
âhirete kesinkes inananlara bunların bir tesiri olmaz; onlar bu yaldızlı
sözlere aldanmazlar; kulluk vazifelerini hakkiyle yerine getirmeye çalışırlar.
Âyet-i
kerîmelerde şu işaretlerin olduğu söylenebilir: Allah’a vuslat yolunda
yürüyenlerin bu uğurda çektikleri belâlar, onları yüksek makamlara ulaştıracak
binekler gibidir. Bu yolda en büyük ve en zor belâ, düşmanların alay
etmeleridir. Manevî yolda en yüksek mertebeye sahip olanlar peygamberler olduğu
için, kâfirlerin onlara olan düşmanlığı da aynı derecede şiddetli olmuştur. Bu
iptilâlar onlar için daimî bir terakki ve mânen yücelme vesilesi halinde
lutfedilmiştir. Âyetteki “insan şeytanları” ifadesi, kötülüğü çok emredici olan
nefs-i emmâre’ye işarettir. O, düşmanların en azgını olduğu için Kur’an’da
geçtiği başka yerlerin aksine burada cinlerden önce zikredilmiştir. Böylece,
nefsin esiri olanların düşmanlığının şeytanlarınkinden daha şiddetli ve başa
çıkılması zor olduğuna işaret edilmiştir. Çünkü insanın kurduğu tuzaklar yanında
şeytanınki zayıf kalır. Bu bakımdan gönül ehli olanlar, nefislerinin esiri
olanların yaldızlı bâtıl sözlerine kulak asmazlar. Aksine düşmanların
düşmanlığı arttıkça Allah dostlarının îmanı daha da güçlenme imkanı bulur. (Bursevî,
Rûhu’l-Beyân, III, 115)
Her türlü düşmanlık karşısında imanın daha da
kuvvetlenmesinin sırrı, yalnızca Allah Teâlâ’yı hâkim olarak tanımak ve O’nun
hükümlerini açıklayan Kur’ân-ı Kerîm’i tüm insanlık hayatının yegane ölçüsü
kılmaktır:
114. Rasûlüm, onlara şunu söyle: “İçinde neyin doğru, neyin yanlış olduğu iyice açıklanmış olarak size kitabı indiren Allah iken, aramızdaki anlaşmazlıkları çözmede O’ndan başka bir hüküm koyucu mu arayacağım?” Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Kur’an’ın gerçeğin ta kendisi olarak Rabbinden indirilmiş olduğunu bilirler. Öyleyse sakın şüphe edenlerden olma!
Allah
Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’i, hiçbir şüpheye mahal kalmayacak şekilde hakkı bâtıldan,
doğruyu yanlıştan ayırmak üzere geniş geniş açıklamalar ihtiva eden bir kitap
olarak inzal buyurmuştur. Dolayısıyla bunun dışında başka bir delil veya mûcize
istemeye ihtiyaç yoktur. Elimizde Allah’ın hükmünü bize bildiren böyle bir
kitap varken, mes’elelerin izahında ve anlaşmazlıkların çözümünde tutup
Allah’tan başka bir hakem aramak boşunadır. Üstelik daha önce kendine kitap
verilmiş olanlar, yani yahudi ve hıristiyanlar, bunlar içinde de özellikle İslâm’la
şereflenenler Kur’an’ın Allah’tan gelen hak bir kitap olduğunu bilirler. O
halde ne Kur’an hakkında herhangi bir şüphe taşımaya, ne de içinde Allah’ın
hükümlerini taşıyan o kitaptan başka bir hüküm kaynağı aramaya gerek vardır.
Çünkü:
115. Rabbinin sözü doğruluk yönüyle de, adâlet yönüyle de mükemmeldir. O’nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O her şeyi hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir.
Kur’ân-ı
Kerîm’den daha doğru ve daha adil bir söz yoktur. Onda bir tarafta çeşitli
haberler veren bilgiler, diğer tarafta bir kısım emir ve yasaklar içeren
hükümler yer almaktadır. Haberde aranan doğruluk, hükümlerde aranan ise adâlettir.
Kur’ân verdiği haberleri ve va‘dler yönüyle tamamen doğrudur, gerçeğin ta
kendisidir; yalandan ve şüpheden uzaktır. Kanunları ve hükümleri yönüyle de
tamamen âdildir; zulümden ve eğri büğrülükten uzaktır. Üstelik Allah’ın
kelimelerini, âyetlerini değiştirebilecek, ona karşı hakimlik, düzelticilik
yapacak hiçbir şey, hiçbir kimse yoktur. Ne kimse O’nun kelimelerini kaldırıp
yerine daha doğru ve daha adâletlisini koyabilir, ne de aynısını getirebilir.
Söz O’nun sözü, kanun O’nun kanunu, kitap O’nun kitabı, hüküm O’nun hükmüdür. Şu
halde Allah’tan başka bir hakem aramak nasıl mümkün olabilir!
O
halde:
116. Eğer yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, onlar seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar yalnız zanlarına göre hareket eder ve sadece asılsız tahminlerle yalan söylerler.
117. Şüphesiz Rabbin, kendi yolundan sapanları çok iyi bilir; doğru yolu bulanları da çok iyi bilir.
Dinî
ve dünyevî meselelerde insanların çoğunluğunun belli bir görüş, inanç ve
yaşayış biçimini seçtiğine bakarak, sadece buradan hareketle bunun doğru
olduğunu zannetmek ve onlara tabi olmak her zaman isabetli değildir. Zira bu
çoğunluk, inançlarını ve hayat tarzlarını belirlerken ilâhî emirlere, akl-ı
selime, gerçek bilgiye ve temiz vicdana dayanmak yerine bir takım kuruntulara,
zan ve tahminlere de dayanıyor olabilirler. Bunlara uyulduğu takdirde doğru
olandan uzaklaşılacağı ve yanlış yollara sapılacağı âşikârdır. O halde doğru
olan, çoğunluğun hangi yolu izlediğine bakmak değil, Allah’ın razı olacağı
hayat tarzının nasıl olduğunu öğrenmek ve ona tabi olmaktır. Tek başına da
kalsa inanç ve kararlılıkla o yolda yürümektir. Zira Allah’ın istediği şekilde
yaşayanlar doğru yolda olacak, bunu terk edenler ise doğru yoldan
sapacaklardır. Her iki grubu da şüphesiz Allah en iyi bilmektedir.
Şimdi,
yenilip yenilmeyecek etler konusunda doğru yolu göstermek üzere şöyle
buyruluyor:
118. Eğer Allah’ın âyetlerine hakkıyla inanmış mü’minlerseniz, O’nun ismi anılarak kesilmiş hayvanların etlerinden yiyin.
119. Allah’ın ismi anılarak kesilmiş hayvanların etlerini yemenize engel olan nedir? Oysa Allah, zarûret hâlinde yiyebileceğiniz şeyler dışında, size neleri haram kıldığını açık açık bildirmiştir. Doğrusu pek çok kimse, kesin bir bilgiye dayanmaksızın kendi temelsiz ve asılsız görüşleriyle insanları doğru yoldan saptırıyorlar. Şüphesiz Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir.
Allah’ın
âyetlerine inanan müslümanlar, Allah’ın ismi anılarak kesilen hayvanların
etlerinden yerler. Allah’tan başkası adına kesilen ve âyetlerin yasaklamış
olduğu hayvanların etlerinden yemezler. Çünkü Kur’an’a inanmak, Allah’ın helâl
saydığını helâl saymayı, haram kıldığını da haram kılmayı gerektirir. Ancak
Allah’ın helâl kıldığı yiyeceklerden de usulüne uygun olarak faydalanmak; helâl
olan yiyeceklere haram muamelesi yapmamak gerekir. Zaten Cenab-ı Hak, etler
başta olmak üzere yenmesi haram olan yiyecekleri Kur’an’da açıkça beyân
buyurmuştur. (bk. Bakara 2/173; Mâide 5/3; En‘âm 6/145) Zaruret hallerinde ise
haram olan bir kısım şeylerin asgari ihtiyaç seviyesinde kullanılmasına ruhsat
vermiştir. Fakat Allah’ın emir ve yasaklarını hiçe sayan bir kısım insanlar,
doğru bir bilgiye, sağlam bir delile sahip olmaksızın, herhangi bir araştırma
ve inceleme yapmaksızın sırf kendi keyiflerini, nefsânî temâyüllerini,
gönüllerinin istemesini veya istememesini yegâne ölçü kabul ederek harama helâl,
helâle haram demek suretiyle insanları saptırmaya çalışırlar. Fakat hiçbir şey
Allah Teâlâ’nın ilmi ve ihatası dışına çıkamaz. O, kimlerin sınırı aştığını,
hakkı bırakıp bâtıla, helâli terk edip harama geçtiğini çok iyi bilmekte ve ona
göre bir karşılık takdir etmektedir. Bu bakımdan kullara düşen vazife haram ve
günahın her türlüsünden sakınmaktır:
120. Günahın açığını da gizlisini de terk edin. Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir.
“Günahın
açığı”, iki şekilde izah edilebilir: Biri açıktan açığa, alenî olarak yapılan
kötü fiil; diğeri de, isterse gizli yapılsın kötülüğü, kötü olduğu açık ve
besbelli olan fiildir. Buna karşılık “günahın gizlisi” de iki çeşittir: Biri
gizli yapılan kötü fiil, diğeri de isterse açıktan yapılsın kötülüğü gizli,
yani fenalığı ilk planda açıktan açığa anlaşılamayan, sonradan ortaya çıkan ve
bundan dolayı ilk önce günah olduğunun anlaşılması bir delil ve habere dayanan
kötü fiildir. Bununla birlikte “günahın açığı” zina, hırsızlık ve benzeri gibi
dış uzuvlar ile yapılan; “gizlisi” de inkâr, haset, kibir gibi sırf kalb ile
yapılan günahlar olabilir. Bu sebepledir ki Alaattin Attar (k.s.) şu tavsiyede
bulunur:
“Bir
kimse, susup duruyorsa, onun bu hâli şu üç şeyden boş olmamalıdır:
Gönle kötü düşüncelerin girmesini önlemek,
Yüce Allah’ı sessiz sessiz anmayı sağlamak,
Kalp hallerini gözetmek…
Gönle
Yüce Allah düşüncesinden başkasını koymamaya çalışmak zordur. O gönle gelen
şeyleri tamamen atıp uzaklaştırmak ise mümkün değildir. Yirmi sene gönlüme bir
şey koymamaya çalıştım, sonra yine geldi. Geldi ama, yer tutamadı.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye,
s. 555)
Yapılan
izahlardan da anlaşılacağı üzere bu âyet, Allah’ın yasak kıldığı açık ve gizli
bütün günahlar hakkında küllî bir esası beyân eder. Anlaşılan o ki Allah’ın
haram kıldığı şeyler, sadece herkesin açıktan açığa kolayca anlayabileceği açık
kötülüklerden ibaret değildir. Bununla beraber herkesin kolayca anlayamayacağı
gizli ve batınî kötülükler de vardır.
İşte Allah’ın beyân buyurduğu haramların, günahların bir kısmı ve hatta
çoğunluğu böyle insanların kendi akıllarıyla anlayamayacakları gizli
kötülüklerdir. Bunlar ancak Allah’ın bildirmesiyle bilinebilir ve hepsinden
sakınmak gerekir. Çünkü hangi türü olursa olsun günah işleyenler, kazandıkları
günahları sebebiyle cezalandırılacaklardır.
O
halde:
121. Allah’ın ismi anılmadan kesilen hayvanların etlerini yemeyin; çünkü bu, Allah’ın yolundan çıkmaktır. Muhakkak ki şeytanlar, kendileriyle işbirliği hâlindeki dostlarına sizinle mücâdele etsinler diye sürekli telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız, o zaman siz de hiç şüphesiz müşrik olursunuz.
Bu
âyet, Allah’ın ismi anılmadan kesilen hayvanların etlerinin yenilmesini haram
kılmaktadır. Ancak “unutma” ve “kasdîlik” ihtimâline göre mezhep imamları bu
hususta farklı görüşler serdetmişlerdir. Hanefîler’e göre sadece kasıtlı olarak
Allah’ın ismi anılmadan kesilen hayvanın etini yemek haramdır. İmam Şafiî,
âyetin asıl maksadının Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın etini haram
kılmak olduğunu düşünerek, böyle bir niyet bulunmadığı sürece, bilerek de olsa
bilmeden de olsa, Allah’ın ismi zikredilmeden kesilen hayvanın etinin
yenilebileceğini belirtir. İmam Mâlik ise kasten de olsa unutkanlık veya
bilgisizlik sebebiyle de olsa, Allah’ın ismi zikredilmeden kesilen hayvanın
etini yemenin haram olduğunu söyler. Âyet haram ve helâller konusunda Allah’ın
emrine itaati emrederken, bu hususta Allah’tan yüz çevirenlerin isteklerine
uymanın da şirk olduğunu bildirir. Zira Allah’ın birliğini kabul etmek, hayatın
tüm yönlerinde Allah’a itaat etmeyi gerektirir. Şu bir gerçek ki, Allah’a itaat
eden karanlıklardan kurtulurken, bundan yüz çeviren karanlıklar içinde
kalacaktır:
122. Küfür içinde olmakla mânen ölü iken imanla dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr verdiğimiz kişi, asla çıkamayacak şekilde inkâr karanlıkları içinde bocalayıp duran kimse gibi olur mu hiç? Olmaz ama, kâfirlere yaptıkları işler işte böyle süslü püslü görünür.
Âyetin
iniş sebebi şöyledir: Bir gün Ebû Cehil namaz kılmakta olan Peygamber (s.a.s.)’in
üzerine işkembe attı. O sırada elinde yayıyla avdan dönen Hamza’ya Ebû Cehil’in
yaptıkları haber verildi. O zaman Hamza henüz îman etmemişti. Ebû Cehil ile
karşılaştığında hiddetle elindeki yayı kafasına vurdu. Ebû Cehil kendini
savunarak: “Görmüyor musun? O’nun getirdiği âyetler bizi akılsızlıkla suçluyor,
tanrılarımıza hakaret ediyor!” dedi. Hamza şöyle cevap verdi: “Gerçekten de
insanların en akılsızları sizsiniz. Allah’ı bırakıp putlara kulluk ediyorsunuz.
Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. O tektir ve ortağı yoktur.
Muhammed, O’nun kulu ve Rasûlü’dür.” Bu hadise üzerine bu âyet nâzil oldu. (Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 227)
Burada
küfür ve şirk bataklığı, cehâlet ve idrak yoksunluğu içinde mânen ölü halde
iken imanla, ilim ve idrakle dirilen ve kurtuluşa eren insan ile, o bataklık
içinde kalan ve oradan çıkamayan kimsenin hali tasvir edilir. Çünkü küfür, şirk
ve cehâlet insan ruhunun yüce vasıf ve özelliklerini öldürür. İman ve ilim ise
bunların dirilip canlanmasını sağlar. İmanla dirilen kişiye verilen nur,
Kur’an’dır. Kur’an onun kafasındaki ve kalbindeki bütün karanlıkları
aydınlatır. Onun rehberi Kur’an olur ve onun verdiği ışık ve bilgi ile doğru
yolu bulur ve o yolda yürür. Fakat küfür ve cehâlet karanlıklarında bocalayan
kimse doğru yolu bulamaz, nereye gittiğini bilemez. Karanlıklar içinde öylece
kalakalır. Bu iki insanın aynı seviyede olması mümkün değildir. Azıcık anlayış
ve feraseti olan bunu kavramakta güçlük çekmeyecektir. Fakat kâfirlere
yaptıkları kötü işler süslü ve cazip gösterildiğinden bunu düşünmeye fırsat
bulamamaktadırlar. Kendilerine ihsan edilen hidâyet ışığının yol
göstericiliğine tabi olmayı reddedip, doğru yola çağrıldıkları halde eğri
yollarda yürümeyi tercih edenlere yaptıklarının güzel gösterilmesi Allah’ın bir
kanunudur. Bu karakterdeki kişiler zamanla karanlığı sevmeye başlar ve
karanlıklar içinde körler gibi el yordamıyla yürümekten ve hayatları boyunca
sürüklenip gitmekten hoşlanır hale gelirler. Kötü şeyleri sevilmeye ve
yapılmaya değer bir iş olarak gördükleri gibi, gülünç ve komik şeyleri de bir
hikmet parıltısı olarak değerlendirirler.
Dolayısıyla
biz:
123. Bu şekilde, her ülkede kendilerine yüksek mevki ve servet verdiğimiz önde gelen pek çoklarını, o ülkenin sürekli günah hasadıyla meşgul bulunan gerçek suçluları kılarız ve onlar menfaatlerini korumak ve insanları imandan çevirmek için orada dâimâ tuzaklar kurarlar. Kurdukları tuzaklar sadece kendi aleyhlerinedir ama, bunun farkına bile varamazlar.
Mekke’de
ileri gelen müşrikler, her türlü kötülüğü yapıyor ve insanları dinden
uzaklaştırmak için de türlü türlü hile ve entrikalar tertip ediyorlardı. Burada
Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e teselli verilmekte ve her peygamberin karşısına
zenginlikleriyle şımarmış kimseler çıktığını, bunların kurdukları tuzaklarla
peygamberlerin tebliğ vazifesini yapmalarına ve mesajlarının yayılmasına engel
oldukları bildirilmektedir. Demek ki iyilerin karşısına kötülerin ve
düşmanların çıkarılması, mücâdelenin canlı bir şekilde devamı ve hak yolunda
sebat edenlerle zaafiyet gösterenlerin birbirinden ayrılması açısından önem
arzeden ilâhî bir kanundur. Ancak hilekârlık yapanlar ve tuzak kuranlar aslında
kendi aleyhlerine bunu yapmaktadırlar. Kurdukları bu tuzaklar kendi başlarına
çevrilir ve cezalarını görürler. Hilekârlıkla dünyada ruhlarını, âhirette de
ebedi hayatlarını tahrip ederler, fakat bunun farkında değildirler. Çünkü:
124. Onlara bir âyet geldiği zaman: “Allah’ın peygamberlerine verilenin bir benzeri bize de verilmedikçe asla inanmayız” derler. Allah peygamberlik vazîfesini kime vereceğini herkesten iyi bilir. Günahkârların başına, sürekli kurup durdukları tuzaklar yüzünden yakın bir gelecekte Allah tarafından bir zillet ve şiddetli bir azap gelecektir.
Bu
âyet, Peygamber’in davetini kabule yanaşmayanların bir başka cehâlet ve
bilgisizliklerini dile getirir. Onlar öyle bir kibir, haksız mücâdele, hile ve
şuursuzluk içinde bulunuyorlar ki bir taraftan, kendilerine bir âyet, delil, mûcize
geldiği takdirde mutlaka iman edeceklerine dair güçleri yettiği kadar yemin
ediyorlar. (bk. En‘âm 6/109) Diğer taraftan kendilerine bir âyet; Peygamber’in
doğruluğunu gösteren bir alâmet geldiği zaman da, kendilerine peygamberler gibi
Cibrîl gelip vahiy ve peygamberlik verilmedikçe ve peygamberlerden sadır olan mûcizeleri
kendi nefislerinde görüp tecrübe etmedikçe, her ne delil gösterilse gösterilsin
Peygamber’e ve peygamberliğe inanmayacaklarını söylüyorlar. Burada apaçık bir
çelişki olduğu ortadadır. Rivayete göre Velid b. Muğire, “Peygamberlik gerçek
olsaydı, ben ona senden layık olurdum, çünkü ben senden büyüğüm ve senden
zenginim” demişti. Ebu Cehil de: “Abdümenâf oğulları bizimle şeref konusunda
yarıştılar, nihayet tam feresey-rihan yani
koşuda denk iki at gibi olduğumuz sırada: «Bizden bir Peygamber var ona
vahyolunuyor» dediler. Vallahi biz buna asla razı olmayız ve ebedi olarak tâbi
olmayız. Meğer ki ona geldiği gibi bize de vahiy gelsin” demişti. (bk. Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XIV, 143-144) Daha diğer birçokları da kendilerine
vahiy ve peygamberlik verilmesini istemişlerdi. Nitekim bu hususa yer veren bir
âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Onlar bu öğütle yetinmiyor, hatta
istiyorlar ki, her birine okunmaya hazır açılmış sahifeler verilsin!” (Müddessir
74/52)
Bütün
bu iddialara Cenâb-ı Hak, “Allah peygamberlik vazîfesini kime vereceğini
herkesten iyi bilir” (En‘âm 6/124) beyânıyla cevap vermektedir.
Peygamberlik, her isteyenin elde edeceği kesbî bir makam değil, Allah Teâlâ’nın
dilediği kullarına lütfettiği vehbî ve mübârek bir vazîfedir. Allah, peygamberlerini yüceltecek, onları
dünyada muzaffer kılacak ve âhirette de kendilerine sonsuz ikramlarda
bulunacaktır. Buna mukâbil peygamberlere inanmayan ve günahlara devam edenlere,
kibir ve büyüklenmelerine karşılık Allah yanında bir zillet, aşağılık,
küçüklük; yaptıkları hile sebebiyle de gayet şiddetli bir azap isabet
edecektir.
Allah’a
teslim olanla olmayanın durumunu mukayese ederek anlatan şu âyet-i kerime ne
kadar ibretlidir:
125. Allah, kimi doğru yola erdirmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de sapıklığa düşürmek isterse, onun göğsünü göğe yükseliyormuşçasına dar ve sıkıntılı yapar. Allah, iman etmeyenlerin başına böyle belâ ve sıkıntılar yağdırır.
Kâinatta
her şey Allah Teâlâ’nın küllî iradesine uygun tarzda gerçekleşir. Kulların
hidâyet ve dalâleti de böyledir. Allah’ın hidâyetini takdir ettiği insanlar
hidâyete erer, İslâm’ı kabul edip o sisteme göre hareket ederek, onun
bahşettiği teslimiyet, huzur, neşe ve mutluluğu yaşar. Göğsü genişler, kalbi
ferahlanır ve sevinç duyar. İlâhî emirlere göre yaşamak ona zor gelmez; bunları
seve seve kabul edip uygular. Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e göğsün açılması hakkında
soru sorulduğu zaman şöyle buyurmuştur: “Allah müminin kalbine bir nur atar,
o da bununla sevinir ve ferahlanır.” Bunun üzerine ashâb-ı kirâm: “Ey
Allah’ın Rasûlü, onu tanımayı sağlayacak bir alâmeti var mıdır?” dediklerinde, Resûlullah
(s.a.s.): “Onun alâmeti, ebediyet yurduna yönelmek, aldanma yurdu olan
dünyadan uzaklaşmak ve gelip çatmadan önce ölüme hazırlanmaktır” buyurdu. (Taberî,
Câmi‘u’l-beyân, VIII, 36)
Mü’minin
kalbine yerleşen ilâhî nûrun bir kısım kademe ve dereceleri vardır. Kalbe
inmeye başlayan nûr zamanla ziyadeleşir; kalitesi, değeri ve tesiri artar. Bir
yoruma göre; başlangıçtaki nûr “akıl nûru”, orta yerdeki nûr “ilim nûru”,
nihâyetteki nûr ise “irfân nûru”dur. Akıl sahibi delille, ilim sahibi bildiklerinin
ışığıyla, mârifet sahibi ise “ıyân” yani gerçeği bizzat gözüyle görme hükmüyle
amel eder. Gaybe olan imanı kuvvetlenip mâna âleminin nurlarını hissetmeye
başlayan kişiye işlerin gizli yönleri aydınlanır. Mü’min gönlüne iyice sinen bu
nûr sayesinde göğsüne girip çıkan hiçbir şeyden ona bir sıkıntı arız olmaz. (bk.
Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, I, 310) Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in: “Mü’minin
ferâsetinden sakınınız; çünkü o Allah’ın nûru ile bakar” (Tirmizî, Tefsir
15/6) hadis-i şerifi mü’minin bu halini anlatır.
Sapıklığa
düşmesi takdir olunanların ise göğüsleri daralır, sıkılır, son derece tıkanır;
sanki diklemesine göğe çıkıyormuş gibi olurlar. Göğe tırmanmak nasıl yapılması
mümkün olmayan son derece zor ve zahmetli bir iş ise, bu tür kimselere iman,
İslâm, hakkı kabul ve ona itaat etmek çok güç gelir. İslâm’ın emirleri
hatırlatılınca duymak istemez, canı sıkılır, bunalır ve daralırlar. Böylece
doğru yoldan uzaklaşarak içinden çıkılmaz sapıklık bataklıklarına gömülür,
kalırlar. Huzur ve kurtuluşu İslâm’da değil, sapıklıkta aramaya çalışırlar. Bu
tercihleri sebebiyle Allah onların üzerine küfür, darlık, sıkıntı pisliklerini
yağdırır. Bu tür manevî pislikler ve murdarlıklar onları istilası altına alır.
Zaman geçtikçe bunun altından kurtulmaları daha da güçleşir.
Âyet-i
kerîmede esas olan bu dinî muhtevasıyla birlikte aynı zamanda günümüzde
keşfedilen fizikî bir kanuna da işaret edildiği görülür. Günümüzdeki ilmî
araştırmalara göre normal atmosfer basıncı 1013 milibardır. Deniz seviyesinden
itibaren göğe doğru yükseldikçe ortalama her 10, 5 metrede basınç 1 milibar
azalır. Sıcaklık ise yükseldikçe ortalama her 100 metrede 0, 5 derece düşer.
Aynı şekilde, yerden yükseldikçe atmosfer yoğunluğu ve tozların, dolayısıyla
oksijen yoğunluğunun da azaldığı görülür. Bu sebeple, yükseldikçe nefes
darlığı, konuşma ve görme zorlukları, baygınlık hâlleri meydana gelir. Hattâ
15-20 bin metreyi geçince özel cihazlar kullanılmadığı takdirde nefes
alınamadığından ölüm söz konusu olmaktadır. Bu sebeple yüksek uçuşlarda oksijen
tüpü kullanılır. Henüz yeni keşfedilmiş sayılabilecek bu gerçeğe Kur’ân-ı Kerîm
on dört asır önce bu âyetle işaret etmiştir ve bu, Kur’an’ın açık bir mûcizesidir.
Ayrıca yükseldikçe göğsün daralıp tıkanacağını canlandırmak üzere يَصَّعَّدُ (yessa‘adu) kelimesinin
seçilmesi dikkat çekicidir. Bu kelimeyi telaffuz ederken âdeta boğaz tıkanmakta
ve nefes daralmaktadır. Seçilen kelime, delâlet ettiği mânayı hissettirmektedir.
Fert
ve toplumu ilgilendiren her türlü psikolojik ve sosyolojik hastalıklarımızı
tedavi edip, bunların doğurduğu ruhî darlıklardan kurtularak Allah’a
teslimiyetin derin huzurunu tatmak için Allah’ın dinini iyi öğrenmek ve onun
gereklerini yapmak lazımdır. Bu sebeple buyruluyor ki:
126. Rabbinin dosdoğru yolu işte budur. Düşünüp öğüt alacak bir toplum için biz, âyetleri böyle ayrıntılı bir şekilde açıklıyoruz.
127. Onlar için Rableri yanında emniyet ve selâmet yurdu olan cennet vardır. Yaptıkları sâlih ameller sebebiyle Allah onların dostu ve yardımcısıdır.
Peygamber’in
ve mü’minlerin üzerinde bulunduğu İslâm yolu, Allah’ın, kendisinde hiçbir
eğrilik bulunmayan dosdoğru dinidir. Göğsünün genişlemesini, kalbinin
açılmasını, ruhunun ferahlanmasını isteyen; dünyada huzur ve mutluluğu, âhirette
kurtuluşu talep eden bu dine girmelidir. Cenâb-ı Hak, düşünüp anlayacak ve öğüt
alacak kişiler için bu yolun bütün kanunlarını, emir ve yasaklarını, nişan ve
alametlerini Kur’an’da detaylı bir şekilde açıklamıştır. Bu yolda yürüyenler
selâmet yurduna yani her türlü nimetin bulunduğu fakat hiçbir kötülüğün
bulunmadığı esenlikler diyarı olan cennete gireceklerdir. Selâmet yurdu dünyada
dilini gıybetten, gönlünü gafletten, azalarını her türlü günahtan, aklını
bidatten, muamelelerini haram ve şüpheden, amellerini riya ve yapmacıklıktan,
hallerini ucup ve kibirden koruyanlara ihsan edilecektir. Dünyada yaptıkları sâlih
ameller sebebiyle de onların dostu ve yardımcısı Allah olacaktır.
Gerek
insanlardan, gerek cinlerden kalplerine iman yerine küfrü yerleştirmek
suretiyle zâlim olanlara gelince:
128. Allah bütün insanları ve cinleri huzurunda toplayacağı kıyâmet günü: “Ey cinler topluluğu! Siz insanlardan pek çoğunu yoldan çıkardınız” buyuracak. İnsanlardan cinlere uymuş ve onlarla iyice yakınlık peyda etmiş olanlar da: “Rabbimiz! Doğrusu biz, birbirimizden faydalandık ve böylece bizim için takdir ettiğin sürenin sonuna geldik” diyecekler. Bunun üzerine Allah şöyle buyuracak: “Sizin varacağınız yer ateştir. Allah aksini dilemedikçe, hepiniz orada sonsuza kadar kalacaksıznız.” Şüphesiz senin Rabbin, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olan, her şeyi hakkıyla bilendir.
“Cin
topluluğu”ndan maksat, onların şeytanlarıdır. Mahşer günü Cenâb-ı Hak, cinleri
ve insanları huzurunda toplayıp hesaba çekecektir. Şeytanlar dünyada devamlı
olarak insanları aldatmaya, onları saptırıp yoldan çıkarmaya çalıştıkları için,
ilâhî hitap öncelikle onlara yöneltilecek; insanları niçin aldattıkları
sorulacaktır. İşin dikkat çeken yönü şudur: Bu sorguya henüz cinler cevap
vermeden, onların insanlardan dostları olan, müşrikler ve kâfirler, bu
dostluğun bir gereği olarak ve bir mânada da şeytanları savunur mâhiyette:
“Rabbimiz! Doğrusu biz, birbirimizden faydalandık, onlar bizden biz de onlardan
istifade ettik, neticede ölüm şerbetini içerek mahşerde huzuruna geldik”
diyecekler. Bu hususta mesuliyetin yalnız şeytan dostlarına ait olmadığını,
kendilerinin de buna ortak olduklarını itiraf edecekler. Yaptıklarına pişman
olacaklar. Allah da onlara, bundan böyle barınaklarının ve yatacak yerlerinin
ebedî ateş olacağını haber verecek.
İnsanların
cinlerden faydalanması, cinlerin onlara şehvet yollarını ve vasıtalarını
göstermeleri; hile, tuzak, yalan söyleme, sihir ve büyü usullerini, eğri
yollardan gidip yalan dolanla iş yapmanın, etrafa fesat saçıp gizlenmenin
çarelerini öğretmeleri sebebiyle gerçekleşir. Cinlerin insanlardan faydalanması
ise insanların, onların telkinlerini gönül hoşluğuyla kabul etmeleri ve
kolaylık göstererek yardımda bulunmaları yoluyla gerçekleşir. Bu yolla cinler
hedef ve maksatlarına ererler. Bunun tabii bir neticesi olarak:
129. İşte biz, kazandıkları günahlar yüzünden zâlimleri kötülük işlemede birbirine böylece dost ve yardımcı yaparız.
Şeytanlar
ve onların aldattıkları insanlar, işledikleri günahlar bakımından birbirlerinin
dostu olurlar. Zira karakterleri, sıfatları ve yaptıkları işleri birbirine
benzeyenler, ortak yanları bulunanlar birbirleriyle kaynaşır, ülfet ederler.
Mü’minler, güzel insanlar birbirlerinin dostu olduğu gibi, kâfirler, zalimler
ve günahkârlar da birbirlerinin dostu olurlar. Mü’minler iyi ruhlarla ünsiyet
tesis ederken, günahkârlar da kötü ruhlarla, şeytanlarla ülfet ederler. Zalimlerin
bu dostluğu, dünyada olduğu gibi, önceki âyette de belirtildiği üzere mahşerde
de cehennemde devam eder. Dünyada zulüm, haksızlık ve cinâyetlerde suç
ortaklığı yapan bu zalimler, âhirette de cezalarını ortaklaşa çekerler.
Allah
Teâlâ, o zâlimlere mahşer günü şöyle hitap edecek:
130. Allah onlara: “Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden âyetlerimi size okuyup açıklayan ve hesap vereceğiniz bu günle karşılaşacağınızı söyleyerek sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?” diye soracak. Onlar da: “Kendi aleyhimize de olsa şâhitlik ederiz ki, evet geldi” diyecekler. Önceden dünya hayatı onları aldatmış, böylece inkâr yolunu tutmuşlardı; şimdi de kendi aleyhlerinde şâhitlik yapıp kâfir olduklarını itiraf edecekler.
Cenâb-ı
Hakk’ın, kendilerine uyarıcı peygamberlerin gelip gelmediği sorusuna kâfirlerin
vereceği bir cevap da şöyle olacaktır: “Evet, bize bir uyarıcı geldi. Fakat
biz onu yalanladık ve onlara: «Allah’ın bir şey indirdiği falan yok; siz ancak
büyük bir sapıklık ve şaşkınlık içindesiniz» dedik” (Mülk 67/9)
diyeceklerdir. Bunun sebebi, dünya hayatının onları aldatması, onun devam edip
duracağını sanmaları ve iman ettikleri takdirde dünyalıkların ellerinden
gideceğinden korkmalarıdır. Şimdi bunun da bir hayalden, kuruntudan başka bir şey
olmadığını görecekler ve kâfir olduklarını itiraf edeceklerdir.
Ancak
şunu unutmamak gerekir ki:
131. Şu bir gerçek ki Rabbin, halkı dinî gerçeklerden habersiz herhangi bir memleketi, kendilerine doğru yolu gösteren uyarıcılar göndermeden haksız yere helâk edecek değildir.
132. Herkesin iyi veya kötü yaptığı işlere göre derecesi farklı olacaktır. Çünkü Rabbin, onların yaptıklarından habersiz değildir.
Allah
Teâlâ, her bir topluma peygamber göndermiş, onlara emir ve yasaklarını
bildirmiştir. Mesuliyetin, hesap ve cezanın adâletle olabilmesi için bu bir
ilâhî kanun olarak uygulanmaktadır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey Peygamber! Elbette biz seni hem insanları müjdelemen hem de
uyarman için hak din ile gönderdik. Zaten içlerinden kendilerini uyaran bir
peygamber gelmiş olmayan hiçbir toplum yoktur.” (Fâtır
35/24)
Bir
diğer âyette ise peygamber gönderilmeyen toplumları Allah’ın cezalandırmayacağı
şöyle haber verilir:
“Artık kim doğru yolu seçerse ancak kendi iyiliği için seçmiş
olur. Kim doğru yoldan saparsa, o da ancak kendi zararına sapmış olur. Hiç
kimse bir başkasının günah yükünü çekmez ve onunla yargılanmaz. Ayrıca biz,
peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (İsrâ 17/15)
Dolayısıyla
Cenâb-ı Hak, peygamber gönderip uyarmadan hiç kimseyi emirlerini yapıp
yapmadığından sorumlu tutmaz ve cezalandırmaz. Önce peygamberler gönderir,
insanları uyarır, doğru yolu bulmaları için onlara mühlet verir, ıslah olup
olmayacaklarına bakar. Buna rağmen gerçekleri kabule yanaşmazlarsa o zaman
cezayı hak ederler. Çünkü Allah zulümden pak ve uzaktır. O, herkese iyi veya kötü
yaptığı amellerine göre bir derece takdir eder. İyileri sâlih amellerine karşılık
cennette derecelerle yükseltirken, kötüleri de günahlarına karşılık cehennemde
derece derece aşağı indirir. Çünkü O, hiç kimsenin yaptığından habersiz
değildir.
Sadi
Şirâzî’nin anlattığı şu hikâye, insanın ancak amellerine göre bir netice elde
edeceğini ne güzel ortaya koyar:
Arap
hükümdarlardan biri yakınlarından birine şöyle der:
“-
Falan adamın aylığını iki kat artırın. Çünkü saraya düzenli geliyor ve emirlere
son derece dikkat ediyor. Öteki hizmet görenler ise eğlenceyle meşgul olup
hizmette kusur ediyorlar; tembel davranıp işlerini gevşek tutuyorlar.”
Bir
ârif zât bunu işitince vecde gelerek şöyle der:
“-
Bir kimse iki sabah padişaha hizmete devam ederse, üçüncü gün hükümdar ona lutufkâr
gözle bakar. O halde ihlasla ibâdet edenler, hiç Hak Teâlâ’nın dergahından
ümitlerini kaybetmiş olarak dönerler mi?” (Sadi Şirâzî, Gülistan, s.
57-58)
O
Allah ki:
133. Rabbin hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir, aynı zamanda sonsuz rahmet sahibidir. Nasıl sizi bir başka topluluğun soyundan getirip onların yerine ikâme etmişse, aynı şekilde, dilerse sizi de ortadan kaldırır ve peşinizden dilediği bir topluluğu yerinize yerleştirir.
134. Geleceğe ve âhirete dair size olacağı bildirilen şeyler elbette gerçekleşecektir; bunun önüne asla geçemezsiniz.
Allah
ganîdir; zengindir, hiçbir şeye muhtaç değildir. O, her şeyden müstağnîdir.
Kullarının ibâdetlerine de ihtiyacı yoktur. Bilakis herkes O’na muhtaçtır. O,
sonsuz merhamet sahibidir. İnsanlara emrettiği hususlar da O’nun rahmetinin bir
tecellisidir. Zira insan, insanlık haysiyet ve şerefine, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet
ve ihsanına ancak bu ilâhî emirlere uygun hareket ederek ulaşma imkânı
bulacaktır. Bu sebeple Yüce Rabbimiz, kullarından gönderdiği peygamberlere ve
indirdiği kitaplara iman ve ittiba etmelerini istemektedir. Zira onların
yaratılış maksatları kulluktur. Bundan yüz çevirdikleri takdirde, Allah’ın,
kendilerini helak edip yerlerine başkalarını getirmeye kadir olduğunu bilmeleri
hatırlatılmaktadır. Nitekim insanlık tarihi buna canlı şâhittir. Nice toplumlar
helak edilerek, yerlerine başkaları geçirilmiştir. Bu konuya temas eden âyet-i kerîmelerde
şöyle buyrulur:
“Ey insanlar! Allah dilerse sizi yok eder, yerinize başkalarını
getirir. Bunu yapmaya Allah’ın kudreti elbette yeter.” (Nisâ 4/133)
“Eğer din yolunda fedakârlıktan yüz çevirirseniz, Allah sizin
yerinize başka bir toplum getirir de, sonra onlar sizin gibi hayırsız ve
itaatsiz olmazlar!” (Muhammed 47/38)
Dolayısıyla
Allah’ın rahmetini umarak ve azabından korkarak O’nun emrine imtisalden ve O’na
ihlasla kulluktan başka çıkar yol yoktur. Çünkü Allah’ın Kur’an’da va‘dettiği
her şey; ölüm, kabir, kıyamet, mahşer, hesap, cennet ve cehennemle ilgili bütün
haberler bir bir gerçekleşecek, söylendiği gibi hepsi gelip çatacaktır. Hiç kimsenin
buna mâni olma güç ve yetkisi de yoktur. Tek çare teslim olup kurtulmaktır.
Netice
itibariyle:
135. Onlara şöyle de: “Ey kavmim, elinizden gelen ne varsa yapın, şüphesiz ben de vazîfemi yapmaya devam edeceğim. Şu dünya yurdu kime kalacak ve bu hayat sona erince kim sevinip mutlu olacak elbette bileceksiniz. Gerçek şu ki zâlimler kurtuluşa eremezler.
Bu
âyet, Peygamber’e inanmayan, karşı gelen, kibir ve inatlarında direnen
müşriklere son derece kesin bir uyarıdır.
Peygamber (s.a.s.)’in, kâfirlere açıktan meydan okumasıdır: “Eğer ilâhî
ikazlara kulak vermez ve gittiğiniz yanlış yolları bırakmazsanız, o zaman
istediğiniz şekilde davranabilir, küfür ve günah yolunda yürüyebilirsiniz. Siz
kendi yolunuza gidin. Bırakın ben de kendi yoluma gideyim. Tebliğ vazifemi
yapmaya, bu yolda sabır ve sebat göstermeye devam edeyim. Sonunda siz de ben de
gittiğimiz yolun nereye varacağını birlikte seyredeceğiz. Dünyada kimin galip
kimin mağlup olacağını, âhirette kimin kâr kimin zarar edeceğini göreceğiz.
Fakat şu kesin bir hakikat ki, Allah zalimleri başarıya eriştirmeyecektir.”
Gelen âyetler, inkârcıların zirâî ürünler ve
hayvanlarla ilgili yanlış düşünce ve uygulamalarına yer vererek, bu hususta
yapılan haksızlıkların önüne set çeker:
136. Allah’ın yarattığı ekin ve hayvanlardan Allah’a da bir pay ayırıp kendi bâtıl iddialarınca: “Bu Allah’ın, bu da O’na ortak koştuğumuz tanrılarımızın” dediler. Tanrıları için ayırdıklarından Allah adına bir şey harcamazlar, fakat Allah için ayırdıklarından tanrıları adına harcarlar. Verdikleri hüküm ne kötüdür!
Müşrikler,
kendilerine ait olan malın bir bölümünü kendi zanlarına göre Allah’a, bir
bölümünü de putlara ayırırlardı. Putlarına ayırdıkları şey, putlara ve onların
bakıcılarına harcanmak suretiyle tükendiğinde, bu sefer eksik kalan kısımları
Allah’a ayırdıklarından tamamlarlardı. Ancak, misafirlere ve yoksullara
harcayarak Allah’a ayırdıkları şeyler bittiğinde, onun yerine putlara
ayırdıklarından koymazlar ve: “Allah’ın buna ihtiyacı yoktur, bizim O’na
koştuğumuz ortaklar ise fakirdir” derlerdi. Bu da onların cehaletlerinden
kaynaklanan bir durumdu.
Âyet-i
kerîme, bu örnekle aynı zamanda hayatın önemli bir gerçeğini bize
hatırlatmaktadır: Allah’a ortak koşulan yerde, hükümler Allah adına değil,
dâima ortaklar adına verilir. Allah’ın zenginliği ise sadece Allah adına fedakârlık
yapılacağı zaman hatırlanır. Bütün imkânlar, Allah’a ortak kabul edilen şeyler
için seferber edilir; gerçek hayatta da onların sözü geçer. Allah’a ise,
kendisine saygı duyulan, ama her işe de karıştırılmayan bir ilâh rolü biçilir.
(Kandemir ve diğerleri, I, 489) Böyle bir anlayışın, İslâm’ın öğrettiği tevhid
ve uluhiyet inancıyla bağdaşması mümkün değildir. Aksine bu, Allah’a koşulan en
büyük şirktir.
Kur’ân-ı
Kerîm, çocukların öldürülmesiyle ilgili son derece çirkin ve bâtıl adetleri de
kökünden söküp atar:
137. İşte böylece Allah’a ortak tuttukları o sahte tanrılar, gittikleri bu yolda müşriklerden pek çoğuna çocuklarını öldürmeyi bile iyi bir iş göstermekte, neticede bizzat kendilerini helâke sürüklediği gibi, dinlerini de karmakarışık hâle getirmektedir. Eğer Allah dileseydi böyle yapamazlardı. Şu halde sen onları, uydurdukları yalanlarla baş başa bırak!
Burada
kastedilen “ortaklar”, putlara hizmetkârlık edenler veya azgın cin ve insan
şeytanlarıdır. Bunlar, esir düşerler, muhtaç olurlar korkusuyla ve savaşta
yardım edemeyecekleri gerekçesiyle özellikle kız çocuklarının öldürülmesini iyi
bir iş gibi gösterirlerdi. Yine rivayete göre câhiliye döneminde insanlar:
“Şayet şu kadar erkek çocuğum olursa onlardan birini kesip kurban edeceğim”
diye yemin ederdi. Nitekim Efendimiz’in dedesi Abülmuttalip de oğlu Abdullah’ı
bu şekilde kurban etmeye yemin etmişti. Şeytanların bunu yaparken hedefleri, o
insanları helak etmek ve dinleri hususunda onları şüpheye düşürmekti. Çünkü Hz.
İbrâhim’den gelen hanif dininde, hangi gerekçe ile olursa olsun evlatları
öldürmek diye bir adet söz konusu değildi.
Şu
âyetlerde de yine müşriklerin câhilce uygulamalarına yer verilir:
138. Yine bâtıl zanlarıyla: “Şu hayvanlar ve ekinler haramdır; bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Şu hayvanlara binilmesi ve sırtlarına yük vurulması yasaktır” dediler. Bir kısım hayvanlar da var ki, onları keserken üzerlerine Allah’ın adını anmazlar. Bütün bunlar, onların Allah adına uydurdukları yalanlardır. Allah da onları, uydurup durdukları bu yalanlar yüzünden cezalandıracaktır.
139. Bir de şöyle dediler: “Şu hayvanların karınlarında bulunanlar erkeklerimize helâl, kadınlarımıza haramdır. Şayet yavru ölü doğarsa erkek kadın herkes ondan yiyebilir.” Allah onları, bu kâbil iddia ve yakıştırmalarından dolayı cezalandıracaktır. Şüphesiz O, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olan, her şeyi hakkıyla bilendir.
Müşrikler,
kendi bâtıl zanlarınca bir takım hayvanları ve ekinleri dokunulmaz kabul ederek
putlarına ayırırlar ve bunları, kendi dilediklerinden başka kimsenin
yiyemeyeceğini söylerlerdi. Bunlardan yiyebilecekler, sadece putların
hizmetkârları idi. Deve gibi bir kısım binek hayvanlarının da sırtını haram
sayar ve onlara binmezlerdi. Bundan maksadın En‘âm sûresi 103. âyette
bahsedilen “bahîra”, “vasîle”, “hâm” diye vasıflandırdıkları develer olduğu
söylenmiştir. İşin tuhafı, böyle yaparlar ve bunu da kendilerine Allah’ın
emrettiğini söylerlerdi. Bu sebeple buradaki âyetlerde “Allah adına iftirâ
ederek” kaydının sıkça tekrar edildiği görülür.
Allah
onları bu yalanları sebebiyle cezalandıracaktır. Bu cezalandırma, âhirette
olacağı gibi, âyette yakın geleceği ifade eden kipin kullanılmasın da işaret
ettiği üzere, her zaman için dünyada da olur. Bu şekilde Allah’a iftira ile
meşgul bulunanlar, bulundukları yerde hâkimiyetlerini kaybederler; makam,
mevki, mal ve hayatlarından olurlar; bir takım tabiî gibi görünen âfetlere
maruz kalırlar. Kurdukları sistemin yerini başka bir sistem ve kanunlarının
yerini başka kanunlar alır. Aynı cezalandırma, İslâm’a, onun ahkâmına gereken
saygı ve bağlılığı göstermeyen müslümanların başına da gelir ve gelmiştir de.
Bugün İslâm dünyasının pek çok yerinde İslâmî hükümlerin yerini başka
hükümlerin alması, dinimizin hükümlerine gereken saygının ve bağlılığın
gösterilmemesine Cenâb-ı Hakk’ın bir cezasıdır. İslâm ahkâmına gereken saygı ve
bağlılığı göstermeyenler, ondan mahrum bırakılarak cezalandırılmışlardır ve ona
tekrar kavuşma o büyük emâneti taşaıyabilecek bir liyâkati gerektirmektedir.
(Ünal, s. 327)
Müşriklerin
bu bâtı adetlerine göre bahîre, sâibe diye isimlendirdikleri adak hayvanların
sağ olarak doğan yavrularını sadece erkekler yiyebilir; ölü doğan veya doğum
esnasında ölen yavruyu ise hem erkekler hem de kadınlar yiyebilirdi. Buradan
cahiliye Araplarının kadınları bazı haklardan mahrum bıraktıkları ve ölü
hayvanın etini yedikleri anlaşılır.
Netice
itibariyle:
140. Çocuklarını bilgisizlik yüzünden câhilâne bir davranış olarak beyinsizce öldürenler ve Allah’ın kendilerine ihsân ettiği helâl rızıkları hem de Allah adına yalan uydurarak haram sayanlar gerçekten ziyana uğramışlardır. Onlar kesinlikle azıp sapmış, doğru yolu bulamamışlardır.
Müşrikler
bir taraftan fakir düşeriz korkusuyla çocuklarını öldürüyorlar, diğer taraftan
fakir düşmekten korkmaksızın, helâl olan mallarından bir takım şeyleri
kendilerine haram sayıyorlardı. Burada da açık bir çelişki, bilgisizlik ve
beyinsizlik olduğu ortadadır.
Rivayete
göre Resûlullah (s.a.s.), ashâbından bir zatın, huzurunda daima mahzun ve kederli
olduğunu gördü. Efendimiz ona: “Seni üzen nedir?” diye sordu. O: “Ey Allah’ın
Rasûlü, ben cahiliye devrinde öyle bir günah işledim ki; müslüman olduğum halde
onun affedilememesinden korkuyorum” diye cevap verdi. Resûlullah (s.a.s.):
“Günahın ne olduğunu bana söyle” buyurdu.
O:
“Ya Rasûlallah! Ben, Cahiliyye devrinde kızını diri diri toprağa
gömenlerdendim. Benim bir kız çocuğum dünyaya geldi. Karım, onu öldürmemem için
bana yalvardı. Ben de onu bıraktım, öldürmedim. Böylece kızcağız büyüdü. Büluğ
çağına erdi. Hatta o, kadınların en güzeli olmuştu. Nihayet ona dünür gelmeye
başladı. İşte bundan sonra taassub beni kapladı. Onu evlendirmeye de,
evlendirmeden evde bırakmaya da gönlüm razı olmuyordu. Eşime: “Ben falan
kabileye akrabalarımı ziyaret etmeye gitmek istiyorum. Kızı da benimle gönder”
dedim. Hanımım, buna çok sevindi. Kıza güzel elbiselerini giydirdi,
ziynetlerini taktı ve ona ihânet etmeyeceğime dair benden söz aldı. Onu alıp
bir kuyunun başına götürdüm. Kızcağız kuyuyu görünce, benim kendisini oraya
atmak istediğimi anladı. Boynuma sarılarak ağlamaya başladı ve: «Babacığım bana
ne yapmak istiyorsun?» dedi. O zaman ona acıdım. Dönüp kuyuya baktım, tekrar câhiliyye
taassubu içimi kapladı. Kızım tekrar boynuma sarıldı ve: «Babacığım, annemin
emanetini zâyi etme» diye yalvarmaya başladı. Ben bir kuyuya bir de kızıma
bakıp ona acıyor, merhamet ediyordum. Sonunda şeytan bana galip geldi ve onu
tutup baş aşağı kuyuya attım. Kızım: «Babacığım, beni öldürdün!» diye
bağırıyordu. Sesi kesilene kadar orada bekledim ve sonra geriye döndüm.”
Bunları
dinleyince Resûlullah (s.a.s.) ağladı ve: “Eğer câhiliye devrinde
yaptıklarından ötürü birisini cezalandırmakla emrolunsaydım, bu yaptığın
sebebiyle seni cezalandırırdım” buyurdu. (Kurtubî, el-Câmi‘, VII,
97)
Yüce
Rabbimiz şimdi, müşriklerin temas edilen son derece anlamsız, asılsız ve çirkin
anlayışları karşısında daralan gönllerimizi ferahlatmak üzere gözümüzü muhteşem
güzellikteki bağlara, bahçelere çevirmekte ve dikkatimizi bizlere ihsan
buyurduğu helâl rızıklara çekmektedir:
141. Asmalı asmasız bağları ve bahçeleri, çeşit çeşit renk ve tatlarda hurmaları ve ekinleri, zeytinleri ve narları, kimi bakımdan birbirine benzer, kimi bakımdan benzemez biçimde yaratıp yetiştiren Allah’tır. Ürün verdikleri zaman onların ürününden yiyin; mahsulün biçilip toplandığı gün fakirlerin hakkını verin. Fakat israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez.
142. Gerek yük taşımaya elverişli olan, gerek derisinden, yününden, tüyünden sergi yapıp kullandığınız ve etinden, sütünden faydalandığınız evcil hayvanları yaratıp emrinize veren de Allah’tır. Allah’ın size ihsân ettiği rızıklardan yiyin ve şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü şeytan, sizin için apaçık bir düşmandır.
Allah
Teâlâ, ister zirâî ister hayvanî olsun, burada sayılan nimetleri kulları
faydalansınlar, yiyip içsinler, şeytana uymaktan vazgeçip Allah’a kulluk
etsinler diye yaratmıştır. Bu âyetin bir benzeri yukarda geçmişti. (bk. En‘âm
6/99) Fakat orada, Cenâb-ı Hakk’ın varlığına, kudretine ve öldükten sonra
dirilmeye delil olması yönünde geldiği için, sonunda Allah’ın varlıkları yaratma
gayesine dikkat çekmek maksadıyla “Her birinin meyvesine bir ilk ortaya
çıktığı, bir de olgunlaştığı zaman bakın” (En‘âm 6/99) buyrulmuştu. Burada
ise, yine Allah’ın kudretini hatırlatmakla beraber, müşriklerin rızk
konusundaki yanlış düşünce ve iftiralarına, yasaklayıp haram kılma iddialarına
karşılık, Yüce Hakk’ın yaratmasındaki ihsan ve iyiliği ortaya koymak; her türlü
zirâî mahsullerle hayvanlardan istifadede helâllik ve mübâhlığın asıl olduğunu
belirtmek üzere gelmiş bulunduğundan, âyetin sonunda: “Ürün verdikleri zaman
onların ürününden yiyin; mahsulün biçilip toplandığı gün fakirlerin hakkını
verin. Fakat İsrâf etmeyin. Çünkü Allah, İsrâf edenleri sevmez” (En‘âm
6/141) buyrulur.
Âyette
verilmesi emredilen hak, Mekke döneminde nâzil olan “Mallarından hem yardım
isteyen fakirlere, hem de muhtaç olduğu halde iffetinden dolayı dilenmekten
çekinen yoksullara pay ayırırlardı” (Zâriyât 51/19. Ayrıca bk. Meâric
70/24-25) gibi âyetlerde beyân edilen ve Medine döneminde zekât farz kılınmadan
önce verilmesi talep edilen bir haktır. Zekât farz kılındıktan sonra bu emrin,
mahsulatın zekâtı olan öşürle ilgili hükümleri de içine aldığında şüphe yoktur.
142.
âyette geçen اَلْحَمُولَةُ (hamûle) kelimesi yük
demektir. Burada yük taşımak için kullanılan hayvanlar kastedilmiştir. اَلْفَرْشُ (ferş) ise henüz binilme çağına gelmemiş
küçük hayvan veya yünlerinden, kıllarından sergi, döşek yapılan; sütünden ve
etinden istifade edilen hayvanlardır. Şimdi bu hayvanların hangileri olduğu beyân
edilir:
143. Allah erkekli, dişili çiftler hâlinde sekiz hayvan yarattı: Koyundan iki, keçiden iki. De ki: “Allah iki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi? Yoksa o iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı? Eğer doğru söylüyorsanız, kesin bir bilgi ve belgeye dayanarak bana cevap verin!
144. Deveden iki, sığırdan da iki. De ki: “Allah iki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi? Veya o iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı? Yoksa siz, Allah bahsettiğiniz yasağı koyarken o anda orada hazır ve şâhit mi idiniz? Kesin bir bilgiye dayanmadan sırf insanları saptırmak için Allah adına yalan uydurandan daha zâlim kimdir? Şüphesiz Allah, böyle zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez.
Sekiz
adet olarak sayılan koyunun, keçinin, devenin ve sığırın erkeğini de dişisini
de, dişilerinin rahimlerinde bulunan yavruları da yaratan Allah’tır. İstediği
hükmü koyma yetkisine sahip tek varlık olan Allah, bunlardan hiçbirini haram
kılmamıştır. Kimseye de bunları haram kılma yetkisi vermemiştir. Bu sebeple
müşriklere, Allah’ın bunları haram kıldığını nereden öğrendiklerini sorar.
Kesin ve güvenilir bir bilgiyle bunu haber vermelerini ister. Biraz da alaylı
bir tarzda, Allah’ın böyle bir yasaklamada bulunduğuna şâhit olup olmadıklarını
sorar. Hâsılı her yönden onların haksız ve yanlış bir yolda olduklarını ortaya
koyup, asılsız iddialarını tek tek ele alıp çürüterek gerçeği beyân eder. Kesin
bir bilgiye dayanmaksızın, sırf insanları doğru olandan uzaklaştırıp sapıklığa
düşürmek için Allah adına yalan uyduranların en zalim kimseler olduğunu ve
bunları Allah’ın doğru yola erdirmeyeceğini haber verir.
Gelen
âyetlerde ise yenilmesi haram olan etler bildirilir:
145. Onlara şöyle de: “Bana vahyedilenler içinde, bir kimseye haram kılınmış yiyecekler olarak sadece ölmüş hayvan etini, akıtılmış kanı, bir pislikten ibaret olan domuz etini, bir de yoldan çıkma mânasında bir günah olarak Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvanı buluyorum. Fakat kim yasaklanan bu şeylerden yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek şartıyla yiyebilir. Çünkü senin Rabbin çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Aynı
konuya Bakara 173, Mâide 3 ve Nahl 115. âyetlerde
de yer verilmiştir. Bu âyetlerde de yine bu dört cins etin dışında bir şeyin
haram kılınmadığı görülür. Çünkü Mâide 3. ayette zikredilen “boğulan, düşerek,
sopa gibi bir şeyle vurularak, toslanarak veya canavar tarafından parçalanarak
ölen hayvanlar” hep “meyte” yani leş hükmündedir. “Dikili taşlar üzerine
boğazlananlar” da “Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar”a dâhildir. Ancak Resûlullah
(s.a.s.) Efendimiz’in, aynen evlenilmesi haram olan kadınların tayininde olduğu
gibi, bunun dışında bir kısım hayvanların etlerini haram kılması mümkündür.
Cenâb-ı Hak peygamberine bu yetkiyi vermiştir.
Burada
sayılanların dışında, daha önce yahudilere haram kılınan etlere gelince, bunun
herkesi bağlayan genel bir hüküm olmayıp, onların azgınlıkları sebebiyle
gerçekleşen özel bir durum olduğu şöyle haber verilir:
146. Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kılmıştık. Sığır ve koyunların sırt ve bağırsaklarına yapışmış yahut kemiğe karışmış yağları dışındaki tüm iç yağlarını da onlara haram kılmıştır. Azgınlıkları yüzünden biz onları böyle cezalandırdık. Gerçekten biz gerçeği söyleriz.
Allah
Teâlâ, 145. âyette de belirtildiği gibi sadece dört çeşit hayvan etinin
yenilmesini haram kılmışken, yahudiler için bu yasağın çerçevesini biraz daha
genişletmiştir. Azgınlıkları sebebiyle, bu sayılan dört çeşidin dışında, onlara
bütün tırnaklı hayvanların etlerini haram kılmıştır. ذ۪ي
ظُفُرٍ (zî zufur) ifadesi, genel
bir değerlendirmeyle koyun, keçi ve sığır hariç olmak üzere, gerek beygir gibi
tek tırnaklı olsun, gerek parmak ve parmak belirtileri bulunsun, tırnağı
bulunan hayvanların hepsini içine almaktadır. Bu izah, yahudiler hakkında
gerçekleşen haram kılmanın kapsamının genişliğini ve onlara uygulanan baskının
şiddetini ortaya koymaktadır. Demek ki onlara domuz ve yırtıcı hayvanlarla
birlikte, deve ve bütün kuşlar haram kılınmıştır. Bununla birlikte sığır ve
koyunun iç yağları da onlara haram kılınmıştır. Ancak her ikisinin sırtlarının
ve bağırsaklarının taşıdığı yağlar veya kemiğe karışmış yağlar, ki kuyruk yağı
buna dâhildir, haram kılınmamıştır.
Yahudilerin,
zulüm, haksızlık ve azgınlıkları sebebiyle böyle bir yasağa maruz kaldıklarını
şu âyet-i kerîme daha açık bir şekilde haber verir:
“Yaptıkları zulümleri ve pek çok kimseyi Allah yolundan
çevirmeleri sebebiyle yahudilere, daha önce kendilerine helâl kılınmış olan bir
kısım temiz ve hoş yiyecekleri onlara haram kıldık.” (Nisâ 4/160)
Bunlar,
Allah’ın bildirdiği ilâhî hükümlerdir. Bunları yalanlayanlara verilecek cevap
şudur:
147. Eğer senin yalan söylediğini iddia edecek olurlarsa onlara şöyle de: “Evet, Rabbiniz çok geniş merhamet sahibidir. Bununla birlikte O’nun, suç işleyenlere vereceğini va‘dettiği cezanın kaldırılması da sözkonusu değildir.”
Cenâb-ı
Hak nihâyetsiz merhamet sahibidir. Yalanlayan, inkâra saplanan ve günah işleyen
kullarını, tevbe edip itaat yolunu tuttukları takdirde hemen bağışlayabilir.
Fakat O, aynı zamanda yakalaması, azabı ve cezası da şiddetli olandır. İnsanlar
isyankâr ve günah tutumlarında devam ve ısrar ettikleri takdirde Allah’ın
azabına uğrarlar. Kimse de O’nun azabını, o günahkâr toplumlardan
uzaklaştırmaya, geri çevirmeye güç yetiremez. Burada dinî hususlarda kendi
kendilerine yasaklar koyan kimselere ağır bir tehdit yer almakta; böyle
davrananların, Allah’ın azabına uğrayacakları haber verilmektedir.
Yaptıkları
kötülük ve yanlışların ezelden belirlenmiş ilâhî bir yazgı olduğunu ileri
sürerek sorumluluktan kurtulmaya çalışanlara gelince:
148. Müşrikler: “Eğer Allah dileseydi ne biz O’na ortak koşabilirdik ne de babalarımız; ne de herhangi bir şeyi haram kılabilirdik!” diyecekler. Onlardan öncekiler de, azabımızı tadıncaya kadar peygamberlerini böyle yalanlamışlardı. Şöyle de: “Sizin yanınızda, çıkarıp bize göstereceğiniz kesin bir bilgi ve belgeniz var mı? Varsa gösterin! Siz sadece kuru bir zanna uyuyorsunuz ve siz ancak asılsız tahminlerle yalan söylüyorsunuz.”
Burada
müşrik psikolojisinin önemli bir yönü açıklığa kavuşturulur. Bu özelliği, aynı
durumdaki insanlardan her çağda görmek mümkündür. Onlar yanlış inanç ve
davranışlarını haklı göstermek için şöyle ilginç bir özür ileri sürerler:
“Bizim Allah’a ortak koşmamız ve bazı helâlleri haram saymamız Allah’ın
dilemesi sonucudur. Eğer Allah dilemese biz hiçbir zaman bu tür şeyleri
yapamayız. Bunları yaptığımıza göre, Allah buna müsaade ediyor demektir. Allah
müsaade ettiğine göre demek ki yaptıklarımız doğrudur ve bunda kınanacak bir
şey yoktur. Eğer yaptığımız işler doğru değilse, bu durumda suçlanması gereken
biz değiliz, -hâşâ- Allah’tır.” Halbuki,
cüzi irade ve seçme yetkisine sahip olan insan, bir şeyin kötü olduğunu bile
bile, “Allah böyle istediği için böyle yapıyorum” diyerek kendini sorumluluktan
kurtaramaz. Çünkü onun, Allah’ın ne dilediğini bilmesi mümkün değildir. Ancak
peygamberlere gönderdiği vahiylerle murad-ı ilâhîyi bilmek mümkün olabilir. Bu
sebeple Cenâb-ı Hak, bu tür iddiada bulunan kimselerden, iddialarını
doğrulayacak kesin bir bilgi ve sağlam bir belge getirmelerini istemektedir.
Eğer böyle bir bilgi ve belge yoksa, ileri sürülen iddialar bir yalan, kuruntu
ve saçmalıktan başka bir şey değildir. Müşriklerin elinde böyle bir delilin
bulunması da sözkonusu olamaz. Çünkü:
149. De ki: “En üstün ve en mükemmel delil Allah’ındır. Eğer Allah dileseydi, sizin hepinizi doğru yola erdirirdi.”
Bir
davanın doğruluğunu ispatlamaya yardımcı olacak bir diğer unsur da “şâhit”tir.
Bu sebeple buyruluyor ki:
150. De ki: “Haydi, şu haram dediklerinizi gerçekte Allah’ın haram kıldığına dair şâhitlik edecek şâhitlerinizi getirin bakalım!” Ancak onlar şâhitlik etse bile, sakın sen onlarla beraber şâhitlik etme. Âyetlerimizi yalanlayan ve âhirete inanmadıkları gibi başka varlıkları Rablerine denk tutan kimselerin hevâ ve heveslerine uyma!
Şâhit,
bir davanın ispatı için bilgisine baş vurulan kimsedir. Bu âyette getirilmesi
istenen şâhitler, müşrikleri bu bâtıl yollara sevkeden liderleri ve ileri
gelenleridir. Bunlar da daha ziyade putların bakıcıları, Kâbe’nin bekçileri
veya Araplar yanında dini bir kimliği bulunan kimselerdir. Müşrikler, yasak
sayılan şeyleri, atadan dededen süregelen gelenekler olarak yine bu kişilerden
öğrenmişlerdi. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e, onlar bu şeyleri
Allah’ın yasakladığını söyleseler bile, onların sözlerine itibar etmemesini,
bilakis onları şu ilâhî gerçekleri kabule çağırmasını istemektedir:
151. Onlara şöyle de: “Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri bildireyim: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya iyilik edin. Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; çünkü sizi de onları da biz rızıklandırıyoruz. Açık olsun, gizli olsun hiçbir günaha ve kötülüğe yaklaşmayın. Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. İşte bunlar, akıl erdirmeniz için Allah’ın size emrettiği hususlardır."
Bu
âyet-i kerîmelerde, önceki bütün şeriatlerde de yer alan ve hiç neshedilmeyen
on mühim hususa yer verilir. Bunlar, toplumların ve asırların değişmesiyle
değişmeyen ilâhî esaslardır. Bu esaslar
sırasıyla şöyledir:
Birincisi;
Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın. İslâm’ın en mühim esası tevhiddir. Bu
sebeple ilk olarak şirk yasaklanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de, ne kadar büyük
olursa olsun Allah Teâlâ’nın diğer günahları affedilebileceği fakat şirk
günahını asla affetmeyeceği tekitle beyân buyrulur. (bk. Nisâ 4/48, 116)
İnsan:
›
Allah’tan başka bir ilâh, kulluk edilecek bir mabud kabul
ettiğinde,
›
Kâmil mânada ve her yönüyle yalnızca Allah’a ait olan sıfatları
bir başka varlığa daha verdiğinde,
›
Kuvvet ve kudretinde Allah’a bir ortak daha tanıdığında,
›
Sahip olduğu haklar ve bunların ifâsı hususunda Allah’a bir başka
ortak daha tanıdığında şirke düşmüş olur.
Bu
sûrenin çeşitli ayetlerinde puta tapmak, yıldızlara, aya ve güneşe tapmak,
meleklere ve cinlere tapmak, Allah’a oğul ve kız isnat etmek gibi çeşitli şirk
şekillerine işaret edilerek naklî, aklî ve mantıkî delillerle bunların doğru
olmadığı ve bunlardan vazgeçmek gerektiği açıklanmıştı. İşte bu esas, bütün
şirk türlerinin haram olduğunu belirtmekte; Allah’a hiçbir şeyin: ne putların,
ne yıldızların, ne cinlerin ne meleklerin, ne de Allah’ın oğlu veya kızı
sayılan şeylerin ortak koşulmamasını emretmektedir.
İkincisi;
ana-babaya iyilik yapın. Onlara elinizden geldiği ve imkânlarınız elverdiği ölçüde
ihsanda bulunun. Onlara hiçbir kötülük yapmayın ve gönüllerini incitmeyin.
Allah’ın hakkından sonra hemen ana-baba gelmektedir. Çünkü insanda Allah
hakkından sonra ana-baba hakkı vardır. Allah insanın yaratıcısı, ana-baba da bu
yaratılışın başlıca sebepleridir. İnsanı yaratan ve rızıklandıran Allah;
yetiştiren, şefkatle terbiye eden, büyüten ve koruyan ana-babadır. Bu hususa
ışık tutan bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Rabbin yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana-babaya iyilik
yapmanızı kesin olarak emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında
yaşlılık çağına erişirlerse sakın onlara «Öf!» bile deme, onları azarlama,
onlara gönül alıcı tatlı ve güzel söz söyle! En içten tevâzu ve merhamet
duygularıyla onlara kol kanat ger ve haklarında: «Rabbim! Nasıl onlar beni
küçüklüğümde şefkat ve sevgiyle terbiye edip yetiştirdilerse, sen de onlara
öyle merhamet eyle» diye dua et!” (İsrâ 17/23-24)
Üçüncüsü;
fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Bu emir, açlık korkusu ve
geçim endişesiyle hem câhiliye döneminde uygulanan kız çocuklarının diri diri
gömülmesini hem de günümüzde sıkça karşılaştığımız gibi değişik yöntemlerle
anne karnındaki çocukları öldürmeyi yasaklamaktadır. Çocuk yapmayı engellemek
için Allah Resûlü (s.a.s.) azil yapmaya yani meniyi rahmin dışına akıtmaya
müsaade etmiştir. (bk. Buhârî, Nikah 96; Müslim, Nikah 125, 134) Azlin mübah
olması, gebe kalmamak için, başka bir yasağı çiğnememek ve zararlı olmamak
kaydıyla, daha başka tıbbî önlemlere başvurmanın da caiz olduğunu gösterir. Çünkü
Kur’an gebe kalmamayı değil, çocuk öldürmeyi yasaklamaktadır. Fakat günümüzde
anne karnındaki çocukları öldürmede sıkça başvurulan bir yöntem olan kürtaj son
derece sakıncalıdır. Âlimlerimizin büyük çoğunluğu, hamileliğin hangi
safhasında ve hangi yolla olursa olsun, çocuk düşürme ve aldırmanın haram
olduğu görüşünde birleşmektedirler.
Dördüncüsü;
kötülüklerin ve zina gibi çirkin işlerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın. “Fuhş”
kelimesinin çoğulu olan اَلْفَوَاحِشُ
(fevâhiş), “çirkin ve yüz kızartıcı, utanç verici söz, fiil ve davranışlar”
demektir. Âyet bu tür kötülüklerin açığını ve gizlisini yapmayı değil, onlara
yaklaşmayı yasaklamaktadır. Bunları yapmak haram olduğu gibi, bunların
başlangıcı, sebepleri ve yolları da haramdır. Nitekim âyet-i kerîmede: “Zinaya
yaklaşmayın. Çünkü o, çirkinliği apaçık bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir
yoldur” (İsrâ 17/32) buyrularak, sadece zinâ değil, ona götüren sebepler de
yasaklanmıştır.
Beşincisi;
haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. İslâm,
insan hayatını korunması gereken kutsal bir değer olarak kabul etmiş ve haksız
yere cana kıymayı en büyük günahlardan saymıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de bir insanın
öldürülmesini gerektiren haklar üç tane olarak beyân edilmiş, Allah Resûlü (s.a.s.)
de buna ikisini daha ilâve etmiştir. Kur’an, insan hayatına kıymayı şu üç
durumda helâl tanır:
›
Bir başka insanı kasten öldürmek,
›
Savaş dışında bir ihtimal bırakmayacak şekilde İslâm’a karşı
çıkmak; İslâm’ın hâkimiyet ve yerleşmesini engellemeye çalışmak,
›
İslâm devletinin hudutları içinde karışıklık çıkarmak veya İslâmî
hükümleri ortadan kaldırmaya çalışmak.
Peygamber
Efendimiz’in bunlara ilâve ettiği iki husus da şudur:
›
Evliyken zina etmek,
›
İmanından sonra küfredip İslâm toplumunu terk etmek.
İnsanı
öldürmenin helâl olduğu yollar yalnızca bu beşi olup ister müslüman, ister
zımmî[1]
veya kâfir olsun, bu beş durum dışında insanın canına kıyılamaz.
Altıncısı;
kötü niyetlerle yetimin malına yaklaşmayın. Yetim, babası ölmüş ve henüz bülüğ
çağına ermemiş çocuğa denir. Yetimin velisi, onun haklarını korumada çok
dikkatli olmalı, onun malını haksız bir şekilde yemek hususunda Allah’tan
korkmalıdır. Çünkü bu konuda çok ciddî ikaz ve tehditler vardır. Bunlardan biri
şöyledir: “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınlarına
sadece ateş doldurmuş oluyorlar. Onlar pek yakında çılgın alevli bir ateşe
gireceklerdir.” (Nisâ 4/10) Ancak velî, yetimin malını iyi niyetle ve
yetimin yararına kullanabilir. Geliştirmek ve yetime kazanç sağlamak niyetiyle
o malı ticârî ve zirâî işlerde çalıştırabilir. O maldan yetime yetecek kadar
alabilir, yetimin masraflarını o maldan karşılayabilir. Yetişkinlik çağına
geldiğinde de malını kendisine teslim eder.
Yedincisi;
ölçüyü ve tartıyı adâletle tam yapın. Hem ölçtüğünüz ve tarttığınız
aletleriniz doğru olsun, eksik veya fazla olmasın; hem de ölçüp tartarken eksik
veya fazla yapmayın. Dolayısıyla yetim malı olmasa bile, başkasının hakkına
tecavüz de haram kılınmıştır. İnsan bu konuda gücü yettiği nispette adil olmaya
çalışacaktır. Gücünü aşan noktalarda ilâhî af devreye girecektir. Zira Cenâb-ı
Hak, “Biz hiç kimseyi gücünün üstünde bir şeyle sorumlu tutmayız” (En‘âm
6/152) prensibini bir daha hatırlatmaktadır. Şu kıssa nazarlarımızı,
ölçü ve tartıya dikkatin ehemmiyetine celbeder:
Allah
dostlarından birisi, sağlığında tartı ile ticaret yapan bir adamın ölüm
döşeğinde ziyaretine gider. Ona: “Haydi Lâ ilâhe illallah de!” diyerek kelime-i
tevhidi telkîn edince can çekmekte olan kişi şöyle cevap verir: “O dediğini
söyleyemiyorum. Sanki terazinin dili, dilimin üzerine oturmuş “Lâ ilâhe
illallah” dememe mani oluyor.” Ziyarete giden zat: “Sen tartıyı doğru yapmıyor
muydun?” diye sorar. Adam: “Elbette doğru yapıyordum, fakat bazı zamanlar
farkında olmadan terazinin içinde tozlar kalıyordu” der.
Sekizincisi;
akraba bile olsa konuştuğunuz zaman adâletli olun. Gerek hüküm verirken,
gerek şâhitlik yaparken, gerekse herhangi bir hususta söz söylediğinizde,
akrabanızın aleyhinde bile olsa doğrusunu söyleyin, taraf tutmayın. Hak ve adâlet
neyi gerektiriyorsa o şekilde davranın. Çünkü hak ve adâlete aykırı davranmak
haram kılınmıştır.
Dokuzuncusu;
Allah’a ve Allah için verdiğiniz sözleri yerine getirin. Gerek Allah’ın size
teklif etmiş olduğu ahitleri, emirleri, yasakları ve gerek sizin Allah’a veya
Allah adına başkalarına verdiğiniz ahitleri, nezirleri, yeminleri, akitleri,
geçerli olan her çeşit taahhütleri tamamen yerine getiriniz. Çünkü ahdi bozmak
da haramdır.
Son
olarak; şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur, öyleyse ona uyun; başka yollara uymayın.
Bu esas, önce sayılan bütün emir ve yasakları içine almaktadır. Allah’ın
dosdoğru yolu olan İslâm’a uygun yaşamayı ve İslâm dışındaki yolardan uzak
durmayı talep etmektedir. Çünkü İslâm dışındaki düşünce ve hayat tarzları,
insanı Allah’ın yolundan ayırıp uzaklaştıracaktır. Resûlullah (s.a.s.), bu
âyeti okuyunca önüne düzgün bir çizgi çekti ve “İşte bu Allah’ın dosdoğru
yoludur” buyurdu. Sonra o düz çizginin sağından ve solundan çeşitli
çizgiler çekti ve “Bunlar da şeytanın insanları çağırdığı yollardır” buyurdu
ve bu âyeti okudu. (İbn Mâce, Mukaddime 1) Bu sebeple biz, kıldığımız
namazların her rekâtında Rabbimize “Bizi dosdoğru yola eriştir” (Fâtiha
1/5) diye dua ediyoruz.
Allah
Teâlâ, bu âyetlerde sayılan emirleri bir zamanlar İsrâiloğulları’na da bildirmişti:
[1] Zimmî: İslâm devletinin
müslüman olmayan uyruğu
152. “Yetişkinlik çağına erinceye kadar, muhafaza ve yardım maksadıyla en güzel şekilde olanı dışında, yetimin malına yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adâletle tam yapın. Biz hiç kimseyi gücünün üstünde bir şeyle sorumlu tutmayız. Konuştuğunuz zaman, en yakınlarınızın aleyhinde bile olsa adâleti gözetip doğruyu söyleyin. Allah’a ve Allah için verdiğiniz sözleri yerine getirin. İşte bunlar, düşünüp ders almanız için Allah’ın size emrettiği hususlardır.”
153. Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur, öyleyse ona uyun. Başka yollara uymayın ki, o yollar sizi grup grup parçalayarak Allah’a giden yoldan ayırmasın. İşte bunlar, kendisine karşı gelmekten sakınmanız için Allah’ın size emrettiği hususlardır.
Bu âyet-i kerîmelerde, önceki bütün şeriatlerde de yer alan ve hiç neshedilmeyen on mühim hususa yer verilir. Bunlar, toplumların ve asırların değişmesiyle değişmeyen ilâhî esaslardır. Bu esaslar sırasıyla şöyledir:
Birincisi; Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın. İslâm’ın en mühim esası tevhiddir. Bu sebeple ilk olarak şirk yasaklanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de, ne kadar büyük olursa olsun Allah Teâlâ’nın diğer günahları affedilebileceği fakat şirk günahını asla affetmeyeceği tekitle beyân buyrulur. (bk. Nisâ 4/48, 116)
İnsan:
› Allah’tan başka bir ilâh, kulluk edilecek bir mabud kabul ettiğinde,
› Kâmil mânada ve her yönüyle yalnızca Allah’a ait olan sıfatları bir başka varlığa daha verdiğinde,
› Kuvvet ve kudretinde Allah’a bir ortak daha tanıdığında,
› Sahip olduğu haklar ve bunların ifâsı hususunda Allah’a bir başka ortak daha tanıdığında şirke düşmüş olur.
Bu sûrenin çeşitli ayetlerinde puta tapmak, yıldızlara, aya ve güneşe tapmak, meleklere ve cinlere tapmak, Allah’a oğul ve kız isnat etmek gibi çeşitli şirk şekillerine işaret edilerek naklî, aklî ve mantıkî delillerle bunların doğru olmadığı ve bunlardan vazgeçmek gerektiği açıklanmıştı. İşte bu esas, bütün şirk türlerinin haram olduğunu belirtmekte; Allah’a hiçbir şeyin: ne putların, ne yıldızların, ne cinlerin ne meleklerin, ne de Allah’ın oğlu veya kızı sayılan şeylerin ortak koşulmamasını emretmektedir.
İkincisi; ana-babaya iyilik yapın. Onlara elinizden geldiği ve imkânlarınız elverdiği ölçüde ihsanda bulunun. Onlara hiçbir kötülük yapmayın ve gönüllerini incitmeyin. Allah’ın hakkından sonra hemen ana-baba gelmektedir. Çünkü insanda Allah hakkından sonra ana-baba hakkı vardır. Allah insanın yaratıcısı, ana-baba da bu yaratılışın başlıca sebepleridir. İnsanı yaratan ve rızıklandıran Allah; yetiştiren, şefkatle terbiye eden, büyüten ve koruyan ana-babadır. Bu hususa ışık tutan bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Rabbin yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana-babaya iyilik yapmanızı kesin olarak emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlılık çağına erişirlerse sakın onlara «Öf!» bile deme, onları azarlama, onlara gönül alıcı tatlı ve güzel söz söyle! En içten tevâzu ve merhamet duygularıyla onlara kol kanat ger ve haklarında: «Rabbim! Nasıl onlar beni küçüklüğümde şefkat ve sevgiyle terbiye edip yetiştirdilerse, sen de onlara öyle merhamet eyle» diye dua et!” (İsrâ 17/23-24)
Üçüncüsü; fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Bu emir, açlık korkusu ve geçim endişesiyle hem câhiliye döneminde uygulanan kız çocuklarının diri diri gömülmesini hem de günümüzde sıkça karşılaştığımız gibi değişik yöntemlerle anne karnındaki çocukları öldürmeyi yasaklamaktadır. Çocuk yapmayı engellemek için Allah Resûlü (s.a.s.) azil yapmaya yani meniyi rahmin dışına akıtmaya müsaade etmiştir. (bk. Buhârî, Nikah 96; Müslim, Nikah 125, 134) Azlin mübah olması, gebe kalmamak için, başka bir yasağı çiğnememek ve zararlı olmamak kaydıyla, daha başka tıbbî önlemlere başvurmanın da caiz olduğunu gösterir. Çünkü Kur’an gebe kalmamayı değil, çocuk öldürmeyi yasaklamaktadır. Fakat günümüzde anne karnındaki çocukları öldürmede sıkça başvurulan bir yöntem olan kürtaj son derece sakıncalıdır. Âlimlerimizin büyük çoğunluğu, hamileliğin hangi safhasında ve hangi yolla olursa olsun, çocuk düşürme ve aldırmanın haram olduğu görüşünde birleşmektedirler.
Dördüncüsü; kötülüklerin ve zina gibi çirkin işlerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın. “Fuhş” kelimesinin çoğulu olan اَلْفَوَاحِشُ (fevâhiş), “çirkin ve yüz kızartıcı, utanç verici söz, fiil ve davranışlar” demektir. Âyet bu tür kötülüklerin açığını ve gizlisini yapmayı değil, onlara yaklaşmayı yasaklamaktadır. Bunları yapmak haram olduğu gibi, bunların başlangıcı, sebepleri ve yolları da haramdır. Nitekim âyet-i kerîmede: “Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, çirkinliği apaçık bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur” (İsrâ 17/32) buyrularak, sadece zinâ değil, ona götüren sebepler de yasaklanmıştır.
Beşincisi; haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. İslâm, insan hayatını korunması gereken kutsal bir değer olarak kabul etmiş ve haksız yere cana kıymayı en büyük günahlardan saymıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de bir insanın öldürülmesini gerektiren haklar üç tane olarak beyân edilmiş, Allah Resûlü (s.a.s.) de buna ikisini daha ilâve etmiştir. Kur’an, insan hayatına kıymayı şu üç durumda helâl tanır:
› Bir başka insanı kasten öldürmek,
› Savaş dışında bir ihtimal bırakmayacak şekilde İslâm’a karşı çıkmak; İslâm’ın hâkimiyet ve yerleşmesini engellemeye çalışmak,
› İslâm devletinin hudutları içinde karışıklık çıkarmak veya İslâmî hükümleri ortadan kaldırmaya çalışmak.
Peygamber Efendimiz’in bunlara ilâve ettiği iki husus da şudur:
› Evliyken zina etmek,
› İmanından sonra küfredip İslâm toplumunu terk etmek.
İnsanı öldürmenin helâl olduğu yollar yalnızca bu beşi olup ister müslüman, ister zımmî[1] veya kâfir olsun, bu beş durum dışında insanın canına kıyılamaz.
Altıncısı; kötü niyetlerle yetimin malına yaklaşmayın. Yetim, babası ölmüş ve henüz bülüğ çağına ermemiş çocuğa denir. Yetimin velisi, onun haklarını korumada çok dikkatli olmalı, onun malını haksız bir şekilde yemek hususunda Allah’tan korkmalıdır. Çünkü bu konuda çok ciddî ikaz ve tehditler vardır. Bunlardan biri şöyledir: “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınlarına sadece ateş doldurmuş oluyorlar. Onlar pek yakında çılgın alevli bir ateşe gireceklerdir.” (Nisâ 4/10) Ancak velî, yetimin malını iyi niyetle ve yetimin yararına kullanabilir. Geliştirmek ve yetime kazanç sağlamak niyetiyle o malı ticârî ve zirâî işlerde çalıştırabilir. O maldan yetime yetecek kadar alabilir, yetimin masraflarını o maldan karşılayabilir. Yetişkinlik çağına geldiğinde de malını kendisine teslim eder.
Yedincisi; ölçüyü ve tartıyı adâletle tam yapın. Hem ölçtüğünüz ve tarttığınız aletleriniz doğru olsun, eksik veya fazla olmasın; hem de ölçüp tartarken eksik veya fazla yapmayın. Dolayısıyla yetim malı olmasa bile, başkasının hakkına tecavüz de haram kılınmıştır. İnsan bu konuda gücü yettiği nispette adil olmaya çalışacaktır. Gücünü aşan noktalarda ilâhî af devreye girecektir. Zira Cenâb-ı Hak, “Biz hiç kimseyi gücünün üstünde bir şeyle sorumlu tutmayız” (En‘âm 6/152) prensibini bir daha hatırlatmaktadır. Şu kıssa nazarlarımızı, ölçü ve tartıya dikkatin ehemmiyetine celbeder:
Allah dostlarından birisi, sağlığında tartı ile ticaret yapan bir adamın ölüm döşeğinde ziyaretine gider. Ona: “Haydi Lâ ilâhe illallah de!” diyerek kelime-i tevhidi telkîn edince can çekmekte olan kişi şöyle cevap verir: “O dediğini söyleyemiyorum. Sanki terazinin dili, dilimin üzerine oturmuş “Lâ ilâhe illallah” dememe mani oluyor.” Ziyarete giden zat: “Sen tartıyı doğru yapmıyor muydun?” diye sorar. Adam: “Elbette doğru yapıyordum, fakat bazı zamanlar farkında olmadan terazinin içinde tozlar kalıyordu” der.
Sekizincisi; akraba bile olsa konuştuğunuz zaman adâletli olun. Gerek hüküm verirken, gerek şâhitlik yaparken, gerekse herhangi bir hususta söz söylediğinizde, akrabanızın aleyhinde bile olsa doğrusunu söyleyin, taraf tutmayın. Hak ve adâlet neyi gerektiriyorsa o şekilde davranın. Çünkü hak ve adâlete aykırı davranmak haram kılınmıştır.
Dokuzuncusu; Allah’a ve Allah için verdiğiniz sözleri yerine getirin. Gerek Allah’ın size teklif etmiş olduğu ahitleri, emirleri, yasakları ve gerek sizin Allah’a veya Allah adına başkalarına verdiğiniz ahitleri, nezirleri, yeminleri, akitleri, geçerli olan her çeşit taahhütleri tamamen yerine getiriniz. Çünkü ahdi bozmak da haramdır.
Son olarak; şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur, öyleyse ona uyun; başka yollara uymayın. Bu esas, önce sayılan bütün emir ve yasakları içine almaktadır. Allah’ın dosdoğru yolu olan İslâm’a uygun yaşamayı ve İslâm dışındaki yolardan uzak durmayı talep etmektedir. Çünkü İslâm dışındaki düşünce ve hayat tarzları, insanı Allah’ın yolundan ayırıp uzaklaştıracaktır. Resûlullah (s.a.s.), bu âyeti okuyunca önüne düzgün bir çizgi çekti ve “İşte bu Allah’ın dosdoğru yoludur” buyurdu. Sonra o düz çizginin sağından ve solundan çeşitli çizgiler çekti ve “Bunlar da şeytanın insanları çağırdığı yollardır” buyurdu ve bu âyeti okudu. (İbn Mâce, Mukaddime 1) Bu sebeple biz, kıldığımız namazların her rekâtında Rabbimize “Bizi dosdoğru yola eriştir” (Fâtiha 1/5) diye dua ediyoruz.
Allah Teâlâ, bu âyetlerde sayılan emirleri bir zamanlar İsrâiloğulları’na da bildirmişti:
[1] Zimmî: İslâm devletinin müslüman olmayan uyruğu
154. Nitekim bir zaman da Mûsâ’ya, iyilik edenlere nimetimizi tamamlamak, her şeyi iyice açıklamak üzere bir hidâyet rehberi ve rahmet olarak Tevrat’ı vermiştik ki, bir gün Rablerine kavuşacaklarına gerçekten iman etsinler.
Bütün
ilâhî kitaplar hep aynı kaynaktan gelmiştir. Hz. Mûsâ’ya verilen Tevrat da,
Peygamberimiz’e indirilen Kur’an da böyledir. Allah Teâlâ Tevrât’ı Mûsâ (a.s.)’a,
ilâhî emirlere en güzel şekilde uyan, iyilik sahibi sâlih kullara nimet ve
ikramını tamamlamak; dinî hususlarda onların ihtiyaç duyduğu her türlü meseleyi
açıklayıp vuzuha kavuşturmak; bir hidâyet rehberi ve bir rahmet kaynağı olarak
indirmiştir. Hedef, hitap ettiği insanlara Allah’ı, âhireti, hesabı, cennet ve
cehennemi öğretmek ve onların bir gün yeniden dirilip Rablerinin huzuruna
varacaklarına inanmalarını sağlamaktır. Bunlar aynı zamanda bütün ilâhî
kitapların ortak özellikleridir. Nitekim:
155. Aynı şekilde bu Kur’an da bizim indirdiğimiz pek yüce ve bereketli bir kitaptır; ona uyun ve ona karşı gelmekten sakının ki Allah’ın rahmetine nâil olasınız.
Kur’an
mübârek bir kitaptır. İnsanlara dinî ve dünyevî bakımdan pek çok faydaları
vardır. Mânaları çok bereketlidir. Kur’an, Resûl-i Ekrem (s.a.s.) için
bereketli bir kitaptır; çünkü onun kalbine indirilmiş ve onun ahlâkı Kur’an
kılınmıştır. Ümmeti için bereketli bir kitaptır; çünkü Kur’an onlarla Rableri
arasında kuvvetli bir iptir. Ona sımsıkı sarılan Allah’a ulaşır. Onun
emirlerine uygun amel işleyen ve ona karşı gelmektensakınan ilâhî rahmete nâil
olur.
Kur’ân-ı
Kerîm’in indiriliş hikmetine gelince:
156. Ayrıca: “Bizden önceki iki toplum olan yahudi ve Hristiyanlara kitap indirildi, biz ise onların okuyup üzerinde çalıştıkları gerçeklerden habersizdik” demeyesiniz.
157. Veya: “Eğer bize de kitap indirilseydi, onlardan daha çok doğru yol üzere olurduk” diye itirazda bulunmayasınız. İşte size Rabbinizden apaçık bir delil, doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmet geldi. Artık Allah’ın âyetlerini yalanlayan ve onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir? Biz, âyetlerimizden yüz çeviren ve halkı onlardan alıkoyanları, bu tutumları yüzünden, azabın en kötüsüyle cezalandıracağız.
Bu
âyetlerde Kur’ân-ı Kerîm’in indirilişinin iki mühim hikmeti üzerinde durulur.
Birincisi, onun ilk muhatapları olan Arapların, önceki iki topluma yani yahudi
ve hıristiyanlara kendi dillerinde kitabın indirildiğini, onların bunu
rahatlıkla okuyup anladıklarını, fakat yabancı bir dil olması sebebiyle
kendilerinin bu kitaplardan, taşıdıkları ilâhî buyruklardan bir şey
anlamadıklarını, bu sebeple iyi bir kul olma imkânı bulamadıklarını söyleyerek
dünya veya âhirette mazeret beyân etmelerine fırsat vermemektir. Nitekim bir
âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Biz o Kur’an’ı yabancı bir dilde indirseydik, onlar elbette:
«Onun âyetleri anlayacağımız bir dille iyice açıklanmalı değil miydi? Arap
olmayana yabancı dilde bir kitap olur mu?» diyeceklerdi.” (Fussilet
41/44)
Bu
sebeple Allah, buyruklarını onlara kolaylıkla açıklayabilmesi için, her millete
kendi dilini konuşan bir peygamber göndermiştir. (bk. İbrâhim 14/4)
İkincisi
de yine Arapların, kendilerine kitap indirildiği takdirde, bir çok mezhep
ayrılığı içinde birbiriyle boğuşan, ellerindeki büyük nimetlerin kıymetini
bilmeyen yahudi ve hıristiyanlardan daha doğru yolda olacaklarını
söylemelerine, böyle bir mazeret ileri sürmelerine engel olmaktır.
İşte
bu ve benzeri hikmetlere binâen, önce Araplara, onlardan sonra da kıyamete
kadar gelecek bütün nesillere, Allah’a kulluğun yollarını göstermek üzere
Kur’an indirilmiştir. Burada Kur’ân-ı Kerîm’in üç mühim hususiyetine dikkat
çekilir:
› Kur’an
beyyinedir; hakikati apaçık ifadelerle ortaya koyan kesin bir delildir. Eşsiz
edebî üstünlüğü ve zengin muhtevasıyla bütün dinî hakikatleri son derece
etkili, açık ve iknâ edici bir şekilde beyân eden ilâhî bir belgedir.
› İnsanlar
için, hususiyle onlar arasından kendine inanıp tabi olanlar için bir hidâyet
güneşidir. Peşinden gidenleri cennete ve Allah’a götüren şaşmaz ve güvenilir
bir rehberdir.
› Netice olarak
kendine inanıp bağlanan fert ve toplumlara saadet, selamet ve mutluluk bahşeden
ilâhî bir rahmettir.
Aklını
kullananlar bu ilâhî hidâyet ve rahmet kaynağından en iyi şekilde istifade
etmeye çalışırlar. Fakat bu nimetin kıymetini idrak edemeyen, Allah’ın
âyetlerini yalanlayan, kendileri ondan yüz çevirdikleri gibi insanları da
vazgeçirmeye çalışanlardan daha zalim bir kimse düşünülemez. Onlar büyük bir
haksızlık ve zulüm içindedirler. Dolayısıyla bu zulümleri karşılıksız
kalmayacak ve yakında Allah onları azabın en kötüsüyle cezalandıracaktır. Şu
âyet-i kerîme ne kadar dehşet vericidir:
“Rasûlüm! Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma!
Allah onları cezalandırmayı, dehşetten gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne
ertelemektedir.” (İbrâhim 14/42)
Buna göre iman edip gerçeğe teslim olmak için
beklenecek bir zaman yoktur:
158. Onlar iman etmek için neyi beliyorlar? Ölüm veya azap meleklerinin gelmesini mi? Haklarında Rabbinin azap hükmünü verip bunu icraya koymasını mı? Yahut Rabbinin kıyâmetle ilgili bazı alâmetlerinin ortaya çıkmasını mı? Fakat Rabbinin bunlar türünde bir âyetinin geldiği gün, eğer kişi daha önce iman etmemiş veya imanı bir iddiadan ibaret kalıp onunla hayırlı bir iş yapmamış ise, artık o gün inanması kendisine bir fayda sağlamaz. Onlara: “Bekleyin bakalım, şüphesiz biz de bekliyoruz” de!
Müşrikler,
kendilerine gerçekleri açıklayan Kur’an gelmesine ve bütün delillerin
gösterilmesine rağmen iman etmemişlerdi. Bu sebeple onlara ve onların durumunda
olan herkese, iman etmeleri için artık neyi bekledikleri sorulmaktadır:
› “Melekler
onlara pençelerini uzatarak: «Haydi çıkarın canlarınızı!» derler” (En‘âm 6/93)
buyruğunca, ellerini uzatıp, gırtlaklarına binip, sırtlarına vura vura
canlarını çıkaracak ölüm veya azap meleklerinin gelmesini mi bekliyorlar?
› Veya Rabbin
gelmesini, azabının vuku bulmasını, yahut “Rabbinin emri gelip melekler sıra
sıra dizildiği zaman! O gün cehennem de bütün dehşetiyle getirilir. İnsan o
gün, bütün yaptıklarını birer birer hatırlar; ama bu hatırlamanın ona ne
faydası olur ki?” (Fecr 89/22-23) âyetlerinin haber verdiği gibi, haklarında
en son ilâhî hükmün ortaya çıkmasını mı bekliyorlar?
› Yoksa
başlarına taş yağması, göğün parçalanıp üzerlerine düşmesi veya kıyâmet
alametlerinin ortaya çıkması gibi fiilen yok olmalarına delâlet eden ve
kendilerini inanmaya mecbur bırakacak olan Rabbinin bazı alâmetlerinin
gelmesini mi bekliyorlar?
Bekledikleri
bu alâmetler geldiği zaman belki iman edebilirler, fakat bunlar gerçekleştikten
ve perdeler kalkıp âhiretten manzaralar görülmeye başladıktan sonra hâsıl
olacak iman ve amel, sahibine hiçbir fayda sağlamayacaktır. Çünkü o an teklifin
vakti sona ermiş, hesap zamanı başlamış ve iman ile kazanılacak bütün
hayırların kapısı kapanmış olur.
Âyetin
işârî mânası şöyledir: “Allah Teâlâ insan kalbini îman tohumunun gelişip
yeşermesine müsait verimli bir arazi gibi yaratmıştır. Resûlullah (s.a.s.) “Su
bitkilerin yeşermesini sağladığı gibi, Lâ ilâhe illallah sözü de kalpte îmanın
yeşermesini temin eder” buyurur. (Deylemî, no: 4319) Bu tohum, kişinin kalp
ile tasdik ve dil ile ikrar ettiği kelime-i şehâdettir. “Ben şehâdet ederim
ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed (s.a.s.), Allah’ın rasûlüdür”
sözünü söylemektir. Kalpte îmanın ekilip mahsûlünün elde edilme zamanı, âhiret
hayâtı değil, dünya hayâtıdır. Nitekim Efendimiz (a.s.): “Dünya âhiretin
tarlasıdır” (Aclûnî, I, 494) buyurmaktadır. Şu halde dünyada kalbine îman
tohumunu ekmeyen veya o îman gücüyle sâlih ameller işleyip hayır kazanmayan
kişiye âhirette îman tohumunu ekip geliştirmeyi arzu etmesinin bir faydası
olmaz. Sâlih ameller ise güzel sözü yani “lâ ilâhe illallah” kelimesini
yükseltip büyütür (bk. Fâtır 35/10), Rabbinin izniyle her zaman yemiş veren
meyveli güzel bir ağaç hâline getirir. (bk. İbrâhim 14/25-26) O ağacın
meyveleri mârifet, muhabbet, gerçekleri müşahede, Allah’a kavuşma ve ahlâkî kemâle
ermektir. Dinî gerçeklere sırt çevirenler ise bu manevî nimetlerden mahrum
bırakılacaklardır:
159. Dinlerini parça parça edip fırka fırka olanlar yok mu, senin onlarla hiçbir alâkan yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah, yaptıklarını kendilerine bir bir haber verecektir.
“Dinlerini
parçalayıp fırka fırka olanlar” ifadesi yahudiler ve hıristiyanları içine
aldığı gibi müşrikleri ve kâfirleri, hatta bu duruma düşen müslümanları da
içine almaktadır. Çünkü kurtuluşları için Yüce Allah’ın gönderdiği dine tabi
olmayan, yanlış tevil ve yorumlarla onu bozmaya çalışan, Allah’ın emretmemiş
olduğu şeyleri uydurup bidat olarak ortaya çıkaran kimseler dinlerini
parçalamış olurlar. Nitekim Kur’an’ın ilk muhatapları olan Araplar da böyleydi.
Onlar dini birliklerini bozmuşlar, çeşitli inançlar ortaya çıkarmışlardı. Her
kabilenin, her sülâlenin ayrı putu ve tapınağı vardı. Âyet-i kerîmede aynı
zamanda, ileride İslâm’ın ruhuna aykırı bir tarzda ortaya çıkacak çeşitli İslâm
fırkalarına da işaret bulunmaktadır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.):
“Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrıldılar. Onlardan bir tanesi
hariç, diğerlerinin tamamı cehennemdedir. Hıristiyanlar da yetmiş iki fırkaya
ayrıldılar. Onlardan bir fırka hariç diğerlerinin tamamı cehennemdedir. Ümmetim
ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan biri hariç diğerleri
cehennemdedir” buyurur. “O bir tane
kurtulan grup kimlerdir ya Resûlallah?” süaline cevap olarak da: “Onlar,
benim ve ashâbımın üzerinde gittiğimiz yolda gidenlerdir” buyurur. (Ebû
Dâvûd, Sünnet 1; Tirmizî, İman 18)
Tevhidi
bozan, İslâm dininin saf, temiz ve kolay aslını çeşitli tevillerle yozlaştırıp ayrılığa
sebep olanlarla ne Allah Resûlü (s.a.s.)’in ne de O’nun izinden giden gerçek
mü’minlerin bir ilgileri vardır. Sorumlulukları tamamen kendilerine aittir.
Onların ayrılıklarından ve başlarına gelecek felâketlerden ne Peygamber’e ne de
gerçek mü’minlere bir vebâl söz konusudur.
İyilik
ve kötülüklerin cezasına gelince:
160. Kim bir iyilik yaparsa, yaptığının on katıyla mükâfatlandırılacaktır. Kim de bir kötülük yaparsa ancak o kötülüğe denk bir ceza görecektir. Kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacaktır.
İyilikler
en az bire on mükâfatlandırılır. Bu, asgari sınırdır. Üst sınırı ise
belirlenmemiştir. Nitekim: “Mallarını Allah yolunda harcayanların misâli,
yedi başak bitiren ve her başakta yüz dâne bulunan bir tek tohumun hâli
gibidir. Allah, dilediğine kat kat fazlasını da verir. Çünkü Allah, lütfu pek
geniş olan ve her şeyi hakkıyla bilendir” (Bakara 2/261) âyetinde bire yedi
yüz ve duruma göre onun katları, yani bire bin dörtyüz, iki bin sekizyüz… va‘dedilmektedir.
Demek ki iyilik güzel bir şeydir ve ilâhî rahmet de nihâyetsiz bir şekilde
geniştir. Herkes ihlas, niyet ve şartlarına uygun yerine getirebilme nispetinde
yaptığı iyiliğin mutlaka birkaç mislini ve en az on katını alacaktır. Şu misâl ne
kadar ibrete şâyandır:
Güney
Arnavutluk’ta fakir bir kadın vardı. Bir kış günü gariban bir çocuğun perişan
hâline dayanamayarak ona bir çift eski partal ayakkabı verdi. Zaman geldi bu
çocuk devşirme usûlüyle Osmanlı sarayına girdi. Orada yükseldi ve Ayaz Paşa
ismiyle meşhur oldu. Ancak Ayaz Paşa eski günlerini unutmamış, o eski
pabuçlarını da bir yere saklamıştı. Paşa olunca bu pabuçların içini altınla
doldurdu ve bir şükran ifadesi olarak o fakir kadına gönderdi. (İlber Ortaylı, Osmanlıyı
Yeniden Keşfetmek, s. 30)
Bu
misâl, muhtâca yardım etmenin dünyevî bir faydasını göstermektedir. Kim bilir
âhiretteki faydası nasıl olacaktır?!.
Günahlar
ve kötülüklere gelince, bunlar affedilmeyip cezalandırılması gerektiği zaman,
fazla değil yapılan kötülüğün tam dengi bir ceza ile cezalandırılır. Hiç
kimseye zerre kadar zulmedilmez, haksızlık yapılmaz. Ne iyilik sahiplerine,
yaptıkları iyilikten eksik mükâfat verilir; ne de kötülük sahiplerine,
kötülüklerinden fazla ceza verilir. İşte Allah’ın dini böyle dosdoğru bir
dindir:
161. De ki: “Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola eriştirdi; doğru, her bakımdan kusursuz, hiçbir eğriliği olmayan bir dîne, bâtıldan uzaklaşıp hakka yönelen İbrâhim’in dînine! İbrâhim, hiçbir zaman müşriklerden olmadı.”
162. De ki: “Şüphesiz benim namazım, bütün ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, Âlemlerin Rabbi Allah içindir.”
163. “O’nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.”
Allah’ın,
Rasûl-i Ekem (s.a.s.) Efendimiz’e ihsan ettiği din dosdoğru, eğriliği,
eksikliği ve fazlalığı olmayan İslâm dinidir. Bu din yeni ortaya çıkmış bir şey
değil, hanif olan, Allah’ın birliği inancı üzerine binâ edilen Hz. İbrâhim’in
dininin aynısıdır, bir devamıdır. Her ne kadar yahudiler, hıristiyanlar,
müşriklerden her biri, kendilerinin Hz. İbrâhim’in dinine mensup olduklarını
iddia etseler de, İbrâhim (a.s.)’ın onlarla bir ilişkisi yoktur. Zira O, tevhid
dinini tebliğ eden bir peygamberdir ve müşriklerden değildir. Bu dosdoğru dinin
amelî hususiyeti de, kulun namazının, kurbanının, her türlü ibâdetinin, hayat
ve ölümünün sadece Âlemlerin Rabbi Allah için olmasıdır. Allah’a hiçbir konuda
ortak koşulmamasıdır. Her ibâdetin ve her hayırlı işin bu inanç, bu niyet ve bu
ihlasla yapılmasıdır. Peygamber (s.a.s.)’e bu emredildiği gibi, ona inananlara
da bu emredilmiştir. Nitekim “Ben bununla emrolundum ve ben müslümanların
ilkiyim” (En‘âm 6/163) cümlesi, Allah Resûlü (s.a.s.)’in, kendisine
emredilen ilâhî emirlere süratle uyup yerine getirmesini, o emirlerin kendine
mahsus olmayıp, herkese bunların emredildiğini ve bütün müslüman olanların ona
uyması gerektiğini açıklamaktadır.
Buna
rağmen inkârcılar, müslümanları kendi hayat tarzlarını kabule çağırır veya bu
hususta onları zorlarlarsa, kendilerine şöyle bir cevabın verilmesi tavsiye
edilmektedir:
164. De ki: “Allah her şeyin Rabbi iken ben kendime O’ndan başka bir Rab mi arayacağım. Sevap veya günah herkesin kazancı yalnız kendinedir. Hiçbir günahkâr bir başkasının günahını yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinize olacak ve hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz hususları O size bir bir haber verecektir.”
Müşriklerin
ve inkâra saplanmış zavallıların Peygamber Efendimiz’e: “Gel bizim dinimize
dön, dünya ve âhiret ne istersen biz sana kefil oluruz”; müminlere de:
“Geliniz, bizim yolumuzda yürüyünüz, günahlarınız bizim boynumuza olsun” (bk.
Ankebût 29/12) demelerine karşı verilecek cevâbı, bu âyet-i kerîme öğretmektedir.
Her şeyin Rabbi olan Allah’tan başka bir rab arama boşuna bir çabadır. Buna ne
gerek ne de ihtiyaç vardır. Hatta bu şirktir ve en büyük günahtır. Şu kadar var
ki herkesin kazandığı günah kendine aittir, cezasını kendisi çekecektir; kimse
kimsenin günahından sorguya çekilmeyecektir. İnsanlar mahşer günü Allah’ın
huzurunda toplandıkları zaman, Allah, dünyada anlaşmazlığa düştükleri şeylerin
iç yüzünü haber verecek, herkes gerçeğin ne olduğunu yakini olarak bilecektir.
Netice
itibariyle:
165. Sizi yeryüzünün halîfeleri yapan, verdiği nimetlerle sizi imtihan etmek için bir kısmınıza diğerlerinden üstün dereceler veren O’dur. Şüphesiz Rabbin, azabı pek çabuk olandır; bununla beraber O, elbette çok bağışlayıcıdır ve engin merhamet sahibidir.
Allah
insanları yeryüzünün halifeleri kılmıştır. Onlar yeryüzünde hakim olur ve orayı
yönetirler. İnsanın halife kılınması, onun için büyük bir şereftir. Diğer bütün
yaratıklar insanın emrine verilmiştir ve ona hizmet ederler. Buradaki اَلْخَلَائِفُ (halâif) kelimesinden “birbiri ardınca
gelen nesiller” mânasını anlamak da mümkündür. Allah Resûlü (s.a.s.),
peygamberlerin sonuncusu, ümmeti de diğer ümmetlerin yerine geçmiş son
ümmettir. Cenâb-ı Hak mal, mülk, sağlık, sıhhat ve afiyet, makam ve mevki,
fizikî yapı, akıl ve şeref bakımından insanların bazılarını diğer bazılarına
üstün kılmıştır. Bunun tek gayesi, herkesi sahip olduğu imkânlarla imtihan
etmektir. Verilen nimetleri yerinde kullanıp kullanmadıklarını, bu hususta
hangisinin daha başarılı olduğunu ortaya çıkarmaktır. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede
şöyle buyrulur: “…Oysa dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz
paylaştırıyor ve bir kısmının diğerine iş gördürmesi için akıl, kabiliyet,
zenginlik gibi yönlerden kimini kimine derecelerle üstün kılıyoruz…” (Zuhruf
43/32) Dolayısıyla herkes, sahip olduğu nimetlerin birer imtihan sorusu
olduğunu, ve bir gün bunların hesabını vereceğini asla unutmamalıdır. Kulluk
hayatını devam ettirirken günahlar konusunda Allah’ın azabından korkmalı; güzel
amellere devam etmek suretiyle O’nun rahmet ve mağfiretin de ümitvâr olmalıdır.
Allah’ın azabı ve rahmetiyle alakalı olarak Sevgili Peygamberimiz şöyle
buyurur:
“Eğer mü’min Allah’ın katında bulunan cezayı bilseydi, hiç kimse
O’nun cennetini ummazdı. Kâfir de Allah’ın katında bulunan rahmetin derecesini
bilseydi, hiç kimse cennetten ümit kesmezdi.” (Müslim, Tevbe 23; Tirmizî,
Deavât 99)
En‘âm sûresinin son âyetinde
yer alan “istıhlâf” yani halife kılma ve insanın tabi tutulduğu imtihanın
geçmişten beri meydana gelme şeklini dikkat çekici örnekleriyle açıklamak üzere
A‘râf sûresi başlıyor:
Kehf Suresinin 66-67. ayetlerinde şöyle buyrulur: Kehf Suresi 66-67. Ayetleri Arapça: قَالَ لَهُ مُوسٰى هَلْ اَتَّبِعُكَ عَلٰٓى اَنْ تُعَلِّمَنِ مِ ...
Kur’ân-ı Kerim, İslâm dininin kutsal kitabıdır. Kur’an okumanın gerekliliği ve fazileti üzerinde sıkça durulur. Kur’an’ın bazı yerlerde kendini “zikr ...
Kehf Suresinin 54. ayetinde şöyle buyrulur: Kehf Suresi 54. Ayet Arapça: وَلَقَدْ صَرَّفْنَا ف۪ي هٰذَا الْقُرْاٰنِ لِلنَّاسِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍۜ وَك ...
Kehf Suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Kehf Suresi 46. Ayet Arapça: اَلْمَالُ وَالْبَنُونَ ز۪ينَةُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَالْبَاقِيَاتُ الصّ ...
Kehf Suresinin 45. ayetinde şöyle buyrulur: Kehf Suresi 45. Ayet Arapça: وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا كَمَٓاءٍ اَنْزَلْنَاهُ مِنَ ...
Kehf Suresinin 29. ayetinde şöyle buyrulur: Kehf Suresi 29. Ayet Arapça: وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَٓاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَٓاءَ فَ ...