A‘râf sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 206 âyettir. İbretli “Ashâb-ı sebt” kıssasını anlatan 163-170. âyetlerin Medine’de indiğine dair rivayetler vardır. Mushaf tertibine göre 7, iniş sırasına göre 39. sûredir. İsmini 46 ve 48. âyetlerde geçen اَلأعْرَافُ (A‘râf ) kelimesinden alır. “A‘râf ”, cennetle cehennem arasında bulunan yerin ismidir. Bu sûrenin ayrıca اَلْم۪يثَاقُ (Mîsâk) ve اَلْم۪يقَاتُ (Mîkat) diye isimleri olmasına rağmen daha çok “A‘râf ” ismiyle anılmıştır.
A‘râf sûresi, hacmine uygun genişlikte ele aldığı Hz. Âdem, Hz. Nûh, Hz. Hud, Hz. Sâlih, Hz. Şuayb ve Hz. Mûsâ kıssaları çerçevesinde Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’in getirdiği Kur’an’ın gerçek bir kitap olduğunu, ona iman ve itaatin gerekli olduğunu; çünkü âhiretin, hesabın, cennet ve cehennemin kaçınılması imkânsız bir akıbet olduğunu son derece tesirli misallerle ve ibretli tablolarla beyân eder. Ehl-i kitaba da yer yer atıflarda bulunarak, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in sadece Araplara gönderilmiş bir peygamber olmadığını, onun tebliğinin kıyamete kadar bütün insanlığı içine aldığını vurgular. Resûlullah (s.a.s.) ve ona inananlara da, İslâm’ı tebliğ ederken dikkat etmeleri gereken hususları hatırlatır. Özellikle din düşmanlarının tahriklerine karşı sabırlı ve tahammüllü olmalarını; hissî davranıp hedeflerine zarar verecek herhangi bir yanlış adım atmamalarını öğütler.
Mushaftaki sıralamada 7., iniş sırasına göre 39. sûredir. Sâd sûresinden sonra, Cin sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. 163-170. âyetlerinin Medine’de indiği de rivayet edilir. Âyet sayısı itibariyle Mekke’de inen sûrelerin en uzunudur, Kur’an’da da en uzun sûrelerin üçüncüsüdür. Bu sebeple “es-seb‘u’t-tıvâl” (yedi uzun sûre) arasında gösterilir. Ayrıca En‘âm sûresiyle birlikte “iki uzun sûre” diye de anılır (İbn Âşûr, VIII/2, s. 5-6).
Rivayete göre Allah Resûlü (s.a.s.), A‘râf sûresini ikiye bölerek akşam namazında tilâvet etmiştir. (Buhârî, Ezan 98; Nesâî, İftitah 67)
1. Elif. Lâm. Mîm. Sãd.
Bu
harflere “hurûf-i mukataa” denilir. Bir kısım mânalar ifade ettikleri
söylenmekle beraber, bunların, Allah ile Peygamber’i arasında bir şifre olduğu
kabul edilir. (bk. Bakara 2/1)
Ebûbekir
Sıddîk (r.a.): “Her kitabın bir sırrı vardır. Kur’an’ın sırrı da mukataa
harfleridir” buyurur.
Kur’ân-ı Kerîm’in indiriliş hikmetini açıklamak
üzere buyruluyor ki:
2. Bu Kur’an, kendisiyle insanları uyarman ve mü’minlere öğüt vermen için sana indirilen bir kitaptır. Onu tebliğ etme işinden ve buna karşılık alacağın tepkiden dolayı sakın göğsünde bir daralma olmasın!
Kur’ân-ı
Kerîm bütün insanlar için indirilmiştir. Onun muhataplarını “inananlar ve
inanmayanlar” diye ikiye ayırmak mümkündür. İnanmayan kâfirler için bu kitap
baştan sona bir uyarı ve korkutmadır. Çünkü Kur’an bu tür kimselerin hazin ve
dehşetli âkıbetlerini haber vermektedir. Fakat onlar buna inanmayacaklar,
inanmadıkları için de kendilerini azaba sürükleyecek yollardan
sakınmayacaklardır. Ancak onların inkârları ve sakınmamaları gerçeği
değiştirmeyecek, Kur’an’ın bildirdiği doğru haberler olduğu gibi gerçekleşecektir.
Kur’an, mü’minler için de bir öğüt, nasihat ve hatırlatmadır. Onlara yapmaları
gereken işleri, sakınmaları gereken yanlışları, iman ettikleri halde
ayrıntılarını unuttukları hususları hatırlatır; akıllarına getirip gündemlerine
almalarını sağlar. İşte Peygamber’in ve onun tebliğ misyonunu üstlenmiş
kişilerin vazifesi, Kur’an’ı, indirildiği gaye istikâmetinde insanlara
ulaştırmak; onunla kâfirleri uyarmak ve mü’minlere hatırlatmada bulunmaktır.
Bunu yaparken de, karşılaşabilecekleri bir kısım zorluklar ve engellemeler
sebebiyle içlerinde bir daralma ve sıkıntı duymamaktır. Gerçekten de cahiliyet
karanlığına gömülmüş ve azgınlaşmış insanları ciddi bir eğitim ve öğretim
süzgecinden geçirerek, onların içinden, sonradan gelecek nesillere örnek olacak
bir toplum inşa edebilmek kolay bir durum değildir. Hatta son derece zor bir
iştir. Bu zorluğu, Kur’an’ın emrine boyun eğip hakkı meydana çıkarmak uğrunda
meşakkatlere göğüs gerenlerden, tıpkı Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in yaptığı gibi,
beşer hayatının her yönünü Allah’ın iradesine uygun olarak temelden
değiştirmeyi hedef alanlardan başkasının tam olarak idrak ve tasavvur etmesi
mümkün değildir. Bu işin gerçekten zor olması sebebiyle Allah Teâlâ,
Peygamberimiz’i başlangıçta ikaz etmekte; son derece dikkatli, sabırlı, metanetli
ve geniş gönüllü olması gerektiğini hatırlatmaktadır.
Bu
âyet Peygamber’e hitap edip ona vazifesini hatırlatırken, gelen âyet de tüm
insanlara hitap ederek, münkirleri öncelikle küfür ve şirkten, mü’minleri de
günahlardan korunarak Kur’an’ın emir ve yasaklarına uymaya davet eder:
3. Rabbinizden size indirilen Kur’an’a uyun; Allah’tan başkasını dost ve yardımcı edinip de onların ardından gitmeyin. Ne de az düşünüp öğüt alıyorsunuz.
Ölçü,
kitaptır. Bu sebeple doğru olan kitabın ölçülerine göre hareket etmektir. Kitaba
aykırı olan, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına aykırı bulunan hususlarda hiç
kimseye tabi olmamak gerekir. Bizi yaratan Yüce Mevlâmızı bir kenara bırakarak
başkalarının arkasından gitmek akıl kârı değildir. Bu sebeple âyet, aklımızı
kullanmaya yönlendirerek, “Ne de az düşünüp öğüt alıyorsunuz” (A‘râf 7/3) ikazıyla sona ermekte; peşinden de, ilâhî
gerçeklerden öğüt almayanların tepelerine inen ceza ve azaplar ibretli bir
misal olarak haber verilmektedir:
4. Biz nice memleketleri helâk ettik. Geceleyin uyurlarken veya gündüz vakti dinlenirlerken azabımız ansızın başlarına çöküverdi.
5. Onlara azabımız geldiğinde son söz ve çığlıkları ancak: “Biz, gerçekten zâlimlermişiz” demek oldu.
Allah
Teâlâ nüfusu hayli kalabalık şehirlerden اَلْقَرْيَةُ
(karye) “köy” diye söz etmektedir. İçinde iman eden tek kişi bulunmayan bir
şehirden böyle söz etmesi, ora halkını küçültmek ve horlamak içindir.
Allah
Teâlâ, peygamberlerin davetini reddeden önceki nice toplumları helak etmiştir.
Bunların bir kısmı, Lut kavminde olduğu gibi, geceleyin uyurken; bir kısmı da
Hz. Şuayb’ın kavminde olduğu gibi gündüz istirahat ederken ilâhî azaba
uğramışlardır. Azabın gelmesi için özellikle bu iki vakit belirlenmiştir. Çünkü
bu iki vakit dinlenme ve istirahat zamanı olup bu vakitlerde azap beklentisi
asgari seviyededir. Ayrıca insanın ummadığı bir nimetle karşılaşması onu daha
çok sevindirdiği gibi, beklemediği bir belâ ile karşılaşması da ona daha fazla
zorluk ve sıkıntı verir. Dolayısıyla
onlar, beklemedikleri bir anda ansızın azapla karşılaşmışlar ve neye
uğradıklarına şaşırmışlardır. Bu halin tabii bir neticesi olarak yaptıklarına
pişman olup, Allah’ın takdirine teslimiyetten başka çare bulunmadığını
anlamışlar ve “Biz, gerçekten zâlimlermişiz” (A‘râf 7/5) diyerek zulüm ve haksızlıklarını
itiraf etmişlerdir. Kurtuluş için çırpınmalarına rağmen, artık iş işten
geçtiğini anlamışlardır.
Buradaki
“Biz, gerçekten zâlimlermişiz” (A‘râf 7/5) ifadesi, muhatapları iki hususta ikaz
vazifesi görmektedir. Birincisi; imtihan için verilen süre sona erdiğinde bir
kimsenin yaptığı hatayı itiraf edip pişmanlık duymasının bir faydası yoktur.
Eğer insanlar kendilerine ikram edilen mahdut ömrü gaflet içinde geçirir ve kendilerini
Hakk’a davet eden kimsenin ikaz ve tavsiyelerine karşı kulaklarını kapatırlarsa
fert ve toplum olarak tam bir akılsızlık göstermiş olurlar. Bu tutum ve
davranışlarının ne kadar korkunç olduğunu ancak Allah’ın azabı onları kuşattığı
zaman anlarlar. İkinci ikaz, helak edilmiş toplumların hazin akıbetlerini
duyanlar içindir. Onlara âdeta şöyle denilmektedir: “Hadlerini aşmış ve
kendilerine ayrılan sürenin sonuna gelmiş nice toplumların, Allah’ın bir
felâketi ile helâk oluşlarının misallerini bizzat gördünüz ve duydunuz. Yine
siz, onların başına böyle bir felâket geldikten sonra, ondan kurtulmak için
hiçbir çıkar yolun kalmadığını da anladınız. Bu, devamlı tekrarlanan tarihî bir
hakîkat olduğu halde, niçin aynı hatayı tekrar tekrar işleyip de, tevbe etmek
için, hiçbir nedametin fayda sağlamayacağı ve sadece çaresizlik, keder ve
pişmanlık getireceği talihsiz bir son anı bekler durursunuz.” Üstelik
bahsedilen bu felaketler, onların sadece dünyadaki azaplarıdır. Bunun
arkasından bir gün gelecek ve yaptıklarının hesabı bir bir görülecektir:
6. Biz elbette kendilerine peygamber gönderilenleri de sorguya çekeceğiz, gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz.
7. Sonra olup biten her şeyi kesin bir bilgiye dayanarak kendilerine anlatacağız. Çünkü biz, hiçbir zaman onlardan uzak ve habersiz değildik.
Cenâb-ı
Hak, kendilerine peygamber gönderilen fert ve toplumlara: “Peygamberlerin davetine
ne cevap vermiştiniz?” (Kasas 28/65) diye soracak; peygamberlere de: “Tebliğinize
karşılık ümmetlerinizden nasıl bir mukâbele gördünüz?” (Mâide 5/109) diye
soracaktır. Bu sorgulamadan maksad, o dehşetli günde inkârcıları peygamberlerin
huzurunda azarlamak, paylamak, susturmak ve rezil etmektir. Peygamberlere
sorulduğu zaman onlar: “Bizim bu hususta hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz
bütün gizlilikleri hakkiyle bilen ancak sensin” (Mâide 5/109)
diyeceklerdir. Bunun üzerine Yüce Yaratıcı, en gizli durumlarına varıncaya
kadar özellikle inkârcı ve günahkârların veya istediği her kimsenin
yaptıklarını, içlerinde sakladıklarını, gizlediklerini nihayetsiz ilmiyle
ortaya serecektir. Çünkü Allah onlardan uzak, habersiz ve gafil değildir.
İlmiyle ve kudretiyle her zaman onlarla beraberdir. Gizli ve açık ne
yaptılarsa, ne yapıyorlarsa Allah onları bilmektedir. Bunun bir sonucu olarak:
8. Gerçek tartı o gün olacaktır. Artık kimin iyilikleri tartıda ağır gelirse, işte onlar nihâî başarı ve kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
9. Kimin de iyilikleri tartıda hafif gelirse, işte onlar, âyetlerimize karşı çıkmaları yüzünden kendilerini ziyan edenlerdir.
Kıyamet
günü hassas teraziler konacak ve bütün ameller tartılacaktır. Kimseye zerre
kadar haksızlık yapılmayacaktır. Çünkü o gün ölçü/tartı, her şeyin, bütün
amellerin hakikatlerinin gerçek belirleyicisi olan “hak” kavramıdır. Yani bir amel, o amelle ilgili Allah’ın
belirlediği ölçüt ne ise onunla ölçülecek, sonuç bu ölçüte göre
belirlenecektir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Kıyâmet günü biz adâlet
terâzilerini kuracağız da hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacak.
Yapılan iş hardal tanesi kadar bile olsa, biz onu getirip mizana koyacağız.
Hesap görücü olarak biz yeteriz!” (Enbiyâ 21/47) Tartma neticesinde
sevapları ağır gelenler cennete girecek, ebedi kurtuluşa ereceklerdir.
Sevapları hafif gelip günahları ağır basanlar ise cehenneme atılacak, zarara
uğrayanlardan olacaklardır. Çünkü onlar, dünya hayatında Allah’ın âyetlerinin
kıymetini bilememişler, devamlı olarak yalanlama ve inkârla onun hakkını
vermekten geri durmuşlardır. Böylece en büyük sermayeleri olan nefislerini
helâke düçar kılmakla zarara uğratmışlardır. Yani bunlar ticaret yapıp da beş
yerine on kaybetmiş değil, kendilerini ziyan edip kaybetmişlerdir. Bilinmelidir
ki, kişinin kendisini ziyan etmesinin ötesinde bir ziyan yoktur.
Tartılar
anlamındaki اَلْمَوَاز۪ينُ (mevâzîn)
kelimesinden hareketle âyete şöyle bir işârî mâna verilmiştir: “Mevâzîn” kelimesi çoğul olarak
kullanılmıştır. Çünkü her kul için bütün davranışlarına göre ayrı ayrı adâletli
teraziler konulur. Bedeninin vasıflarını ölçmek için bir terazi, ruhunun
sıfatlarını ölçmek için bir terazi, sırrının hallerini ölçmek için bir terazi,
hafîsinin ahlâkını ölçmek için başka bir terazi vardır. Hafî, rabbânî ahlâkın
feyzini kabul etme kâbiliyeti olan ruhanî bir latifedir. Bu yüzdendir ki Resûlullah
(a.s.): “Şüphesiz mü’min güzel ahlâkı sayesinde oruç tutan ve namaz
kılanların derecesine ulaşır” (Ebû Dâvûd, Edep 7; Muvatta, Hüsnü’l-Huluk 6)
buyurmuştur. Çünkü esas itibariyle güzel ahlâk, yaratılmışların sıfatlarından
değildir. Bilakis o, Âlemlerin Rabbinin ahlâkıdır. Kullar ise O’nun ahlâkıyla ahlâklanmakla
emrolunmuşlardır. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, III, 177)
Allah
Teâlâ’yı tanıyıp O’nun ahlâkıyla ahlâklanabilmek ve kullukta kemâle erebilmek
için yaratılışımızın başlangıcını, nereden gelip nereye gittiğimizi derinden
derine tefekkür etme zarureti vardır:
10. Gerçek şu ki sizi yeryüzüne yerleştirdik; orada sizin için geçim vasıta ve kaynakları var ettik. Fakat siz ne kadar az şükrediyorsunuz!
Allah
Teâlâ biz insanları yeryüzünde yaratmış ve oraya yerleştirmiştir. Yeryüzünü
bizim için kalacağımız, hayatımızı sürdüreceğimiz bir vatan, öldüğümüzde de
içinde istirahat edeceğimiz bir karargâh kılmıştır. Nitekim âyet-i kerîmede: “Sizi
topraktan yarattık, yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi diriltip
oradan çıkaracağız” (Tâhâ 20/55) buyrulur. Orada bize, emrimize verilen
tabiat kuvvetleri üzerinde tasarrufta bulunabileceğimiz güç ve kudret
bahşetmiştir. Bunlarla birlikte hayatımızın devamı için gerekli olan yeme,
içme, giyme ve barınma imkânlarını, her türlü ihtiyacımızı karşılayacak
vasıtaları lutfetmiştir. Bu büyük nimetlere karşılık bize düşen vazife, gücümüz
yettiğince şükretmektir.
Rabbimiz yeryüzünde maddî ihtiyaçlarımız için geçim
vasıtaları var ettiği gibi, manevî ihtiyaçlarımız için de geçim vasıtaları var
etmiştir. Şöyle ki; insan, özü itibariyle meleklik, hayvanlık, şeytanlık ve
insanlık husûsiyetlerini kendisinde toplamıştır. Meleğin geçimi ruhunun,
hayvanın geçimi bedeninin, şeytanın geçimi ise sürekli kötülüğü emreden
nefsinin geçimidir. İnsan için bunların hepsi geçerli ve devrededir. Bunlarla
birlikte insanın insanlık mertebeleri kalp, sır ve hafîdir. Bu açıdan
bakıldığında kalbin geçimi ilâhî gerçekleri müşâhede, sırrın geçimi manevî
keşifler, hafînin geçimi ise Hakk’ın rıza ve muhabbetine ermektir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
III, 179)
Bu
nimetlerin kıymetini bilmek ve onları Rabbimizin rızâsı istikâmetinde
kullanmaktır. Fakat âyetin sonunda yer alan: “Fakat siz ne kadar az
şükrediyorsunuz” (A‘râf 7/10) ikazı,
bu konuda kulların ihmalkâr olduğunu haber vermekte ve bizi daha çok şükredici
olmaya teşvik etmektedir.
İnsanın
üzerindeki büyük nimetlerin farkında olabilmesi için yaratılışın başlangıcına
bakmasını sağlamak ve ona kendini şükürden alıkoyan İblis’le olan mücadelesini
hatırlatmak üzere şöyle buyruluyor:
11. Sizi yarattık, sonra size şekil ve biçim verdik, sonra da meleklere: “Âdem’e secde edin!” buyurduk. Hepsi hemen secde etti. İblîs müstesnâ; o, secde edenlerden olmadı.
Cenâb-ı
Hak önce Âdem’i topraktan yarattı, ona insan şekli verdi ve ruhundan üfledi.
Onu maddesi ve mânasıyla en güzel kıvamda bir varlık kıldı. Sonra eşi Havva’yı
yarattı ve topyekün insanlığı onların zürriyeti olarak meydana getirdi. (bk. Nisâ
4/1) Âdem için sözkonusu edilen yaratılma ve şekil verilme gerçeği, onun
neslinden gelen bütün insanlar için geçerlidir. Aynı şekilde meleklerin Âdem’e
secdesi de, sadece kişi olarak Âdem’e değil, tüm insan cinsine ait bir keyfiyettir.
Bu sebeple âyetin hitabı bir kişiye veya gruba değil, genel olarak insan
cinsine yöneltilmiştir. Allah Teâlâ’nın “Âdem’e secde edin!” emrine, bütün
melekler hemen icâbet edip secde ettikleri halde İblîs secde etmemiştir:[1]
[1] İblis’in Âdem’e secdeden
kaçınması hakkında bk. Bakara 2/34.
12. Allah: “Ey İblîs! Emrettiğim zaman seni secde etmekten alıkoyan nedir?” diye sordu. İblîs: “Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten onu ise çamurdan yarattın” dedi.
13. Allah: “Öyleyse hemen in o cennetten! Orada büyüklük taslamaya hakkın yok. Haydi defol! Çünkü sen aşağılık kimselerden birisin!” buyurdu.
İblîs,
Âdem’e secde etmemesinin gerekçesi olarak kendisinin ondan üstünlüğünü ileri
sürmüştür. Bu anlayışa göre üstün olanın, aşağı derecedeki birine secde etmesi
münâsip değildir. O halde Allah’ın bile olsa verilen bu emir şeytânî akla uygun
gelmemektedir. Anlaşılan o ki; Âdem’e secde emrine kadar Allah Teâlâ, İblîs’in
içinde taşıdığı isyan duygularını harekete geçirecek hiçbir emir vermemiş ve
imtihan etmemişti. Dolayısıyla İblîs’in o zamana kadar meleklerin arasında
bulunması ve isyan etmemesi, hâdiselerin kendi istek ve temâyüllerine uygun
tarzda gerçekleşmesiyle alakalı idi. Âdem’i yaratıp ona secdeyi farz kılınca,
bu imtihan İblîs’in isyan duygularını harekete geçirmiş ve onun o zamana kadar
gizlediği iç yüzünü ortaya çıkarmıştır. Kendini Âdem’den daha üstün görüp,
kibre kapılarak secdeden kaçınmıştır. Bunun üzerine Allah Teâlâ ona, içinde
bulunduğu cennetten yahut melekler arasından inmesini; oradan defolup
çıkmasını, onun artık aşağılık kimselerden olduğunu söylemiştir. Çünkü o
makamda kibirlenip gururlanmak doğru değildir. O yüce makam, ancak haddini
bilen, taat ve tevazu sahibi kimselere mahsustur.
13.
âyette geçen اَلصَّاغِر۪ينَ (sâğirîn) kelimesi, “kendi kendini zelîl eden,
haysiyetini çiğnettiren, aşağı ve bayağı kimse” mânasına gelmektedir. İblîs,
sadece Allah’ın yarattığı bir kul olduğu halde, kendini beğenen, büyüklük
taslayan düşüncesiyle, zillet içinde olmayı bizzat kendisi istedi. Yapacağı
secdenin, asaletini ve şerefini alçaltacağını düşünerek kendini yaratan
Rabbinin emrine küstahça karşı geldi. Üstünlük ve mükemmelliği hakkında, sanki
bunlar ona aitmiş gibi gurur, kibir ve kendini beğenmişlik tasladı. Dolayısıyla
bu durum, onu aşağılamış, sefil ve bayağı bir hale getirmiş ve bu alçaklığın
sorumlusu da bizzat kendisi olmuştur.
Âyet-i
kerîmelerden şöyle bir işârî mâna anlaşılması mümkündür:
Âdem’e
secde edilmesi ve kendisine secde edenlerden üstün olması, yaratıldığı balçığın
üstünlüğünden değil, yaratılmış olduğu çamurun bizzat Allah tarafından
yoğrulmuş olmasından kaynaklanır. Nitekim Allah Teâlâ: “Ey İblîs! Bizzat iki
elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?” (Sād 38/75)
buyurur. Diğer taraftan Âdem’in meleklerden üstün ve faziletli olması, ona
Allah’ın kendi ruhundan üflemesi sebebiyledir. Nitekim âyet-i kerîmede “İnsana
kendi ruhumdan üflediğim zaman…” (Hicr 15/29) buyrulur. Yine
ruhun üflenmesi sırasında Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarıyla onda tecellî
etmiş olmasındandır. İşte bu sırdan dolayı Allah Teâlâ Âdem’in çamurdan olan
kalıbını düzeltip ona şekil verdikten sonra, meleklere hemen ona secde
etmelerini emretmemiş; bilakis ona ruh üfledikten sonra emretmiştir. Nitekim
Allah Teâlâ meleklere: “Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Ben ona güzel ve
düzgün bir şekil verip rûhumdan üflediğim zaman, siz de hemen onun önünde
secdeye kapanın!” (Sād 38/71-72) buyurur. Çünkü
Âdem, ancak kendisine ilâhî ruh üflendikten sonra tecellîyi kabul edecek hâle
gelmiştir. Bu da tecellîye mazhar olacak ruhun letafet ve nûrâniyeti ile
çamurun ilâhî feyzi kabul etmesinden ve tecellî sırasında onu tutmasıyla
gerçekleşmiş; ancak bundan sonra meleklerin kendisine secde etmesine lâyık hale
gelmiştir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 181-182)
Secdeden
kaçınan İblîs, bu kez isyanına isyan katmak ve azgınlığını uzun bir zaman
sürdürebilmek için bir çıkış yolu arıyor:
14. İblîs: “İnsanların yeniden diriltileceği güne kadar bana yaşama fırsatı ver” dedi.
15. Allah da: “Tamam, artık sen kendine yaşama fırsatı verilenlerden birisin” buyurdu.
İblîs,
öldükten sonra tekrar diriliş ve hesaba çekilme gününe kadar kendisine mühlet
verilmesini istedi. Aslında bu talebiyle o,
hiç ölmeme arzusunu dile getirmiş oldu. Çünkü diriliş gününden sonra
artık bir daha ölümün olmadığını biliyordu. Kullarının dualarını işiten ve
onlara icâbet eden Cenâb-ı Hak, İblîs’in talebini de bütünüyle reddetmemiş, ona
müsaade buyurmuştur. Fakat bu süre, İblîs’in istediği diriliş gününe kadar
değil, Allah’ın diledikleri hariç herkesin öleceği (bk. Zümer 39/68), vakti
belli bir güne, sûra ilk kez üfürüldüğü zamana kadardır. Nitekim âyet-i kerîmede
Allah Teâlâ’nın: “Ey İblîs! Tamam, artık sen kendisine yaşama fırsatı
verilenlerden birisin. Ama diriliş gününe kadar değil, vakti ancak tarafımca
bilinen belirli bir güne kadar!” (Hicr 15/37-38) buyurduğu haber
verilmektedir. İblîs’e süre verilmesinin en mühim hikmeti, insanları imtihan
etmek, ihlaslı olanlarla heva ve hevesine uyanları ayırmak ve şeytana muhalefet
edenlerin kat kat sevap kazanmalarına vesile olmaktır. Ancak meselenin bu ince
hikmet boyutunu kavrayıp İblis’le zor bir mücadeleye girişmek herkesin
başarabileceği bir iş değildir. Çünkü İblîs bu konuda son derece ısrarcıdır:
16. Bunun üzerine İblîs şunları söyledi: “Beni azdırmana karşılık, yemin olsun ki ben de kullarını saptırmak için senin doğru yolun üzerinde pusu kurup oturacağım.”
17. “Sonra onlara mutlaka önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Sen de onların çoğunu şükredici bulamayacaksın” dedi.
18. Allah da: “Kınanmış ve rahmetimden kovulmuş olarak haydi defol oradan! Artık insanlardan kim sana uyarsa, yemin olsun ki, hepinizi cehenneme tıkayacağım” buyurdu.
İblîs,
kısmen de olsa dileğinin kabulünü gördükten sonra, o uzun ömrünü tevbe ve şükür
ile kurtuluş yolunda kullanacak yerde, azgınlığını da Cenâb-ı Hakk’a nispet
etme küstahlığını göstererek, Allah’ın dosdoğru yolu üzere oturup kulları
saptıracağına and içer. Onlara “önlerinden, arkalarından, sağlarından ve
sollarından” (A‘râf 7/17) geleceğine
ve bin bir türlü vesvese, hile ve desiseleriyle onları şükürden
uzaklaştıracağına yemin eder. Burada sayılan dört yön, düşmanın bir kişiye veya
orduya saldırabileceği dört yöndür. İblîs’in bu dört yönden gelmesi farklı
şekillerde tefsir edilmiştir. Bunlardan en güzel ve münasip olanı şöyledir:
“Önlerinden”:
Âhiret yönünden onlara sokulacağım. Onları âhiret hakkında şüpheye düşüreceğim.
Yine hasedi onlara sevimli gösterip, o zamanda yaşayan âlimlere ve faziletli
insanlara hased etmeye; onların güzel hal, fiil ve sözlerine dil uzatmaya sevk
edeceğim.
“Arkalarından”:
Dünya cihetinden yanlarına sokulup onları dünyaya rağbet ettireceğim. Yine
asabiyet; ırkçılık, soy sopla övünmeyi onlara cazip gösterip, ashâb-ı kirâma,
tabiîne ve önceden yaşamış sâlih insanlara dil uzatmaya ve onları ayıplamaya
yönlendireceğim.
“Sağlarından”:
Onlara, yapmış oldukları iyilikler yoluyla yaklaşacağım. Onları ucüb yani yaptığını beğenip onunla övünmeye ve
riyâya düşüreceğim.
“Sollarından”:
Onlara günahları tarafından yaklaşıp günahları kendilerine süslü göstereceğim.
Benim bu tahriklerim sonucunda onlar, doğru yol olan iman, İslâm ve ihsan
çizgisinden sapacak, nankörlük yolunu tutacak ve böylece şükredici kullardan
olamayacaklardır.
Bunun
üzerine Allah Teâlâ İblîs’e, kınanmış, yerilmiş ve rahmetinden kovulmuş olarak
cennetten çıkmasını söyler. Cehennemi de İblîs’e tabi olan cin ve insanlarla
dolduracağına yemin eder. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Cehennem ve cennet birbirleriyle tartıştılar. Cehennem:
«- Bana zorbalar ve büyüklenenler girecek» dedi. Cennet ise:
«- Bana da güçsüzler ve miskinler girecek» diye cevap verdi.
Allah Teâlâ cehenneme:
«- Sen benim azabımsın; seninle dilediğime azab ederim» buyurdu.
Cennete de:
«- Sen de benim rahmetimsin; seninle dilediğime rahmet ederim.
Sizden her birinizi dolduracaklar var» buyurdu.” (Buhârî,
Tefsir 50/1; Müslim, Cennet 36)
Görüldüğü
üzere İblîs, kendisinde benlik görmesi ve kibirlenmesi sebebiyle cennetten ve
bütün hayırlardan uzaklaştırılmıştır. Bu haliyle o ve ona tabi olanlar cehennem
yakıtı kılınmışlardır. Dolayısıyla akl-ı selîm sahibi herkesin, İblîs’in başına
gelenlerden ders ve ibret alması gerekir.
Peki İblîs, cennete yerleştirilen Âdem ve Havva’yı
isyana nasıl sürükledi:
19. Allah: “Ey Âdem! Sen de eşinle beraber cennete yerleşin. Dilediğiniz yerden canınızın çektiği her çeşit nimetten yiyin, için. Fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz!” buyurdu.
20. Derken şeytan, gözlerinden gizlenmiş edep yerlerini açığa çıkarmak ve fıtratlarında yer alıp da o ana kadar farkında olmadıkları şehvet duygularını kamçılayıp onları isyana sürüklemek için her ikisine de fısıldayarak şu telkinde bulundu: “Rabbiniz size bu ağacı, sırf melek olmamanız veya burada ebediyen kalmamanız için yasakladı.”
21. Bir de ardından: “Gerçekten ben sizin iyiliğiniz için öğüt veriyorum” diye yemin üstüne yemin etti.
İlâhî
huzurdan kovulduktan sonra insana düşmanlığını yeminle ve açıktan ilan eden ve
bu hususta Rabbinden izin de alan İblîs, hemen harekete geçerek Âdem ve eşine
vesvese verdi. Kalplerine girip sinsî düşünceleri üflemeye, tekrar tekrar
telkin etmeye başladı. Hedefi, azgınlığının ortaya çıkmasına yegane âmil olan
insanın ayaklarını kaydırmak, onu cennetten çıkarmak ve aşağıların aşağısına
yuvarlamaya çalışmaktı. Bunu başarmak için de düşmanının en zayıf noktasını
yakalaması gerekiyordu. Nihayetinde bu noktayı da buldu. Daha önce birbirine
kapalı bulunan avret yerlerinin ve farkında olmadıkları şehvet duygularının
açığa çıkıp onlara görünmesini sağlayacaktı. Halbuki Âdem ve Havva, o zamana
kadar avret yerlerinin varlığından habersizdiler; bunu görmüyorlar hatta
bilmiyorlardı. Cenâb-ı Hak başlangıçta bu yerleri bir şekilde örtmüş ve
gizlemişti. İşte İblîs bu gizli avret yerlerinin ortaya çıkmasını sağlayacak,
bu hususta Âdem ve Havva’yı dürtüp harekete geçirecek türden bir vesvese verdi.
Yine aynı maksattan hareketle onlara “Rabbiniz size bu ağacı, sırf melek
olmamanız veya burada ebediyen kalmamanız için yasakladı” dedi. Bu yasak
ağaçtan yedikleri takdirde yeme ihtiyacından kurtulup melekler gibi
olacaklarını yahut ölüm yüzü görmeyip ebedi kalacaklarını söyledi. Bütün bu
çaba ve gayretleri hep onların iyiliği için gösterdiğine ve kendisinin doğru
söyleyen samimi bir nasihatçı olduğuna dair de ağır yeminler etti. Burada İblîs’in, insandaki cinsiyet,
ihtiyaçsız olma ve ebedî kalma duygularını çok iyi kullandığı görülmektedir:
22. Böylece onları yaldızlı sözlerle aldatarak, konumlarına yakışmayan bir işe sürükledi: O yasak ağacın meyvesini tadar tatmaz birden edep yerleri kendilerine açılıp görülüverdi; onlar da cennet yapraklarıyla örtünmeye çalıştılar. Rableri onlara: “Ben size o ağacı yasaklamadım mı? Üstelik şeytanın sizin apaçık düşmanınız olduğunu söylemedim mi” buyurdu.
Gerçekten
de İblîs, ısrarla vesvese vermek ve üst üste yeminler etmek suretiyle hedefine
ulaştı. Âdem ve Havva’yı aldatarak, onlara yasak ağacın meyvesini yedirtti.
Onları Allah’ın emrine itaat mertebesinden, Allah’ın gazabına uğrayacak bir
duruma düşürdü.
Âdem
ve Havva yasak ağacın meyvesinden tadar tatmaz avret yerleri kendilerine
beliriverdi. İlahi emre isyanın uğursuzluğu tecelli etmeye başlayarak, önceden
kapalı olan tenâsül uzuvları açılıverdi. Bunun üzerine utançlarından hemen
cennetteki bitkilerin yapraklarıyla açılan yerlerini örtmeye, üzerlerini
kapatmaya çalıştılar. Demek ki haya insanda fıtrî bir duygudur ve insan
fıtraten avret yerlerinin kapalı olmasını ister, açık olmasını hoş görmez.
İşledikleri günahın farkında olan Âdem ve Havva’ya, ilâhî ikaz da hiç
gecikmeden geldi. Cenâb-ı Hak onlara: “Ben size o ağacı yasaklamadım mı?
Üstelik şeytanın sizin apaçık düşmanınız olduğunu söylemedim mi” buyurdu.
Bu ikazlardan birincisi, yasağa karşı gelmelerinden dolayı; ikincisi de düşman
sözüne aldanmalarından dolayı vaki olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ onlara ağaca
yaklaşmayı yasaklarken şeytanın kendileri için apaçık düşman olduğunu, onun
hilesinden sakınmalarını da onlara ihtar etmişti. (bk. Tâhâ 20/117)
Böylece
Âdem ve Havva, kıyâmete kadar insanlara musallat olacak baş düşmanları İblîs’le
bu ilk karşılaşmalarında imtihanı kaybettiler. Fakat umutsuzluğa düşmediler,
kibre kapılmadılar. Aksine günahlarını itiraf ederek Rablerine yöneldiler,
O’nun sonsuz merhametine sığındılar:
23. Hemen niyâza durdular: “Rabbimiz! Biz kendi kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen hiç şüphesiz ebedî kaybedenlerden oluruz.”
Âdem
ve eşi, yaptıkları hatanın hemen farkında olup Allah’a bu şekilde tevbe ve
istiğfar ettiler. Tevâzu ve mahviyete büründüler. Günahlarını itiraf edip
gözyaşı döktüler. İlâhî dergâhın kapısında af ümidi içinde inlediler. Bakara
sûresi 37. âyetteki “Âdem Rabbinden bir takım kelimeler aldı” ifadesiyle
işaret edilen sözler, bu âyette haber verilen sözlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın
sorduğu suallere karşı İblîs’in verdiği cevapla Âdem ve Havva’nın verdiği
cevaplar mukayese edildiği zaman, Âdem’in mizacı ile İblîs’in içyüzü arasında
ne büyük bir fark bulunduğu anlaşılır. İblîs’in ateş ile çamuru kıyaslayarak
ateşi daha üstün görmesindeki cehaletinin sırrı bu noktada açığa çıkar. İlâhî
huzurda İblîs’in sergilediği kibrin kötülüğü ile, Âdem ve eşinin gönüllerinden
taşan tevâzu hissiyatının güzelliği idrakten uzak kalmaz. Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in:
“Kim Allah için tevâzu gösterirse Allah onu yüceltir; kim kibirlenip
büyüklük taslarsa onu da alçaltır” (İbn Mâce, Zühd 16) beyânının
tecellileri, İblîs ve Âdem kıssasında muşahhas bir halde görülür.
Konuyla
ilgili âyet-i kerîmelerin muhtevasından hareketle Âdem’in, sergilediği beş güzel
hususiyetle saadet ve selâmete eriştiği anlaşılır. Bunlar emre karşı gelmeyi
itiraf etmesi, pişmanlık duyması, nefsini kötülemesi, tevbeye yönelmesi ve
rahmetten ümidini kesmemesidir. Buna karşılık İblîs’in de şu beş çirkin vasıfla
bedbaht olduğu görülür. Bunlar günahını kabul etmemesi, pişmanlık duymaması,
kendini kınamayıp azgınlığını Allah’a nispet etmesi ve rahmetten ümidini
kesmesidir. Bununla birlikte Âdem ve Havva’nın tevbe ve istiğfara sarılması,
affedilmelerine vesile olsa da cennetten kovulmalarının önüne geçememiştir:
24. Allah buyurdu ki: “Birbirinize düşman olarak cennetten inin. Artık yeryüzüne yerleşecek ve belli bir süreye kadar oranın nimetlerinden faydalanacaksınız.”
25. “Orada yaşayacak, orada ölecek ve kıyâmet günü yeniden oradan diriltilip çıkarılacaksınız.”
“İniniz!”
hitabı Âdem, Havva, şeytan ve bunların potansiyel olarak içlerinde taşıdıkları
zürriyetlerinedir. Bunlar, yeryüzünde birbirlerine düşmanlık yapacak şekilde
indirilmişlerdir. Şeytanın insana düşman olduğu açıkça ortadadır. Çünkü âyet-i kerîmede:
“Doğrusu şeytan size düşmandır, siz de onu düşman belleyin” (Fâtır 35/6)
buyrulur. Dolayısıyla dünya hayatında şeytan insana düşmanlık yapacak,
insanları birbirine düşman edecek, müspet ve menfi karakterler ortaya çıkacak,
kardeş kardeşi öldürecek ve insanlık tarihi boyunca bu düşmanlık asla
bitmeyecektir. Hatta insan, şeytana tabi olup Rabbine isyan ettiğinden bizzat
kendine düşmanlık yapacaktır. Hepsi belli bir müddet yeryüzünde yaşayıp, onun
nimetlerinden istifade edecekler; orada yaşayacak, orada ölecekler. Kıyametle
bu süre sona erecek, yeni bir sayfa açılacak, akşamı olmayan bir gün doğacak ve
herkes orada yeniden dirilip topraktan çıkarılarak Allah’ın huzuruna sevk
edileceklerdir.
Burada
şu inceliğe dikkat çekmekte fayda vardır: Âdem’e başlangıçta
melekler tarafından gıpta edilmiş ve hepsi ona secde etmişlerdi. Onun başında
vuslat tâcı, bedeninde kerâmet elbisesi, belinde Allah’a yakınlık kemeri,
boynunda Hakk’a yakınlık gerdanlığı vardı. Yaratılanlardan hiçbiri mevkice
ondan daha üstün değildi. Hiçbir kimse onun eriştiği yüceliklere ulaşamamıştı.
Bir an bile kesilmeksizin ona: “Ey Âdem, Ey Âdem” diye daima iltifatla nida
ediliyordu. Ancak işlediği bir hata yüzünden elbiseleri soyuldu, bazı üstün
meziyetlerinden mahrum edildi ve mekanı değiştirildi, bütün işleri altüst oldu.
Allah’ın her türlü ikramlarla taltif ettiği ilk insan, bir hata yüzünden böyle
bir cezaya çarptırılırsa, bir çok günah işleyen diğer insanların halinin nice
olacağını teemmül etmek gerekir.
O
halde yeniden diriliş gününde kaybedenlerden olmamak için şu ilâhî talimatlara
kulak verin:
26. Ey Âdem oğulları! Size hem edep yerlerinizi örtecek bir elbise, hem de giyinip süsleneceğiniz bir elbise indirdik. Takvâ elbisesine gelince, en güzel ve en hayırlı elbise işte odur. Bunlar, insanlar düşünüp öğüt alsınlar diye Allah’ın indirdiği âyetlerdendir.
Âyet-i
kerîme bütün insanlara hitap ederek, insanoğluna elbise nimetinin ihsan edilme
sebep ve hikmetini açıklamaktadır. Bunlar; avret yerlerini örtmek, giyinip
süslenmek ve giyinmeyi takvâ yani hem bedeni hem de ruhu korumak niyetiyle
yapmaktır. Gerçekten de “takvâ elbisesi” yani takvâ hissiyâtı, utanma duygusu
ve Allah korkusuyla giyilen ve Allah’ın izniyle maddî manevî her türlü ayıptan,
çirkinlikten, zarar ve tehlikeden koruyacak olan “korunma elbisesi”, mutlak mânada
iyilik ve faydadan ibarettir. Elbise nimetinden istifade, ancak bununla mümkün
olabilecektir. Ayrıca elbisenin var edilmesi, Allah Teâlâ’nın insanlığa olan
ikram ve ihsanını, yardım ve rahmetini gösteren delil ve alametlerdendir.
İnsanların bunun sebep ve hikmetlerini inceden inceye düşünmeleri, Allah’ın
nimetlerinin kıymetini bilip çirkinliklerden sakınmaları beklenir.
Diğer
yönden “takvâ elbisesi” ifadesine “iman, sâlih amel, iffet ve haya” gibi mecazi
bir mâna vermek de mümkündür. Buna göre giyilen maddi elbise bedenimizi
örttüğü, koruduğu ve süslediği gibi, takvâ da ruhumuzu kötü duygu ve
düşüncelerden korur ve onu süsler. Bu mecazi mânadan hareketle âyet-i kerîmeden
şu incelikleri anlamak da mümkündür:
İnsanın
her bir azasından sadır olabilecek kötülükleri, hem dıştan hem de içten örten
birer elbise vardır. “Şeriat elbisesi”, koyduğu hükümlerle açıktan açığa
meydana gelebilecek kötü fiillerin çirkinliklerini örter. “Tarîkat elbisesi”,
belirlediği adâp ve erkanla nefsânî ve hayvânî kötü sıfatların çirkinliğini
örtmeye çalışır. “Takvâ elbisesi” ise kalbin, ruhun, sırrın ve hafînin
elbisesidir. Kalbin takvâ elbisesi, doğruluk ve samimiyetle Mevlâ’yı talep
etmektir. Bu, kişinin dünyaya tamah etmesini önler. Ruhun takvâ elbisesi, Hak
Teâlâ’yı gönülden sevmektir. Bununla Hak’tan başkasına bağlanmanın çirkinlikleri
gizlenir. Sırrın takvâ elbisesi, Allah’a ulaşma yollarını görüp anlamaktır.
Onunla Allah’tan başkalarını görme çirkinliği örtülür. Hafînin takvâ elbisesi
ise Hakk’ın zatı ile bâkî olmaktır. Bu da, yaratılmış olmanın getirdiği bir
takım çirkinlikleri örter. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, III, 191-192)
Âdem-İblîs
kıssası vesilesiyle ademoğullarına verilen ikinci tâlimat şudur:
27. Ey Âdem oğulları! Şeytan nasıl anne-babanızın üzerinden elbiselerini soyup edep yerlerini birbirlerine göstermiş ve onları cennetten çıkarmışsa, sakın aynı şekilde sizi de dünyada tâbi tutulduğunuz imtihanlarda kaybetmenize sebep olarak benzer bir belânın içine atmasın! Çünkü şeytan ve soyu, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz, şeytanları iman etmeyenlere dost ve onların işbirlikçileri yaptık.
İblîs,
Âdem ve Havva’ya vesvese verip yeminler ederek yasak ağaca yaklaşmalarını
sağlamış, onlar da yasak ağacın meyvesinden tadar tatmaz avret yerleri
birbirine görünür olmuş ve bu sebeple cennetten çıkarılmışlardır. Dolayısıyla Âdem
ve Havva’nın cennetten çıkarılma sebebi şeytan olmuştur. İşte Cenâb-ı Hak bütün
insanlığı, bu kıssadan ibret alarak şeytanın vesvesesine kanmama ve tuzaklarına
düşmeme hususunda uyarmaktadır. Çünkü türlü türlü yalanlarla Âdem ve Havva’yı
aldatan İblîs, onların çocuklarını daha kolay kandırabilecek ve ayaklarının
kaymasına neden olabilecektir. Bu sebeple şeytanın hile ve desiselerine karşı
dâimî bir surette uyanık durulması gereği ortaya çıkmaktadır. Çünkü o ve onun
soyu, taraftar ve askerleri, insanları, kendilerini görmedikleri bir yerden
görür ve onlara vesvese verirler. “Şeytan ve soyu, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler” ifadesinde
hem şeytanların sinsiliklerine dikkat çekilmekte, hem de görünmedikleri halde
onların şeytanlık ve aldatma noktalarının bilinebileceği ve bundan korunmanın
mümkün olacağı bildirilmektedir. Ayrıca bir âdemoğlu herhangi bir olaya İblîs
ve yönettikleri gibi bakamaz. Onların bakış açıları daima düşmanca, sinsice ve
tuzak kurma kasdıyladır. İnsanın bakışı böyle olmamalıdır.
Ancak
âyetin ifadesinden, insanın şeytanı hiç göremeyeceği mânası çıkarılmamalıdır.
Çünkü görülmeyecek bir yönden görmek, hiçbir şekilde görülememeyi gerektirmez.
Nitekim bir kısım insanların şeytanları ve cinleri gördüğüne dair sahih rivayetler
bulunmaktadır. (bk. Buhârî, Vekâlet 10; Müslim, Mesâcid 40)
Allah
Teâlâ şeytanları, iman etmeyen kâfirlerin dostları, yoldaşları, başlarına belâ
olmuş yakınları ve arkadaşları kılmıştır. İmansızlıkla şeytanlık arasında bir
cezb ve incizâb kanunu[1]
cereyân eder. Korumasız bahçeye haşere ve böceklerin üşüşmesi gibi, imandan
mahrum kalplere de şeytanlar öyle musallat olur. İman etmeyenler şeytanlığı
sever, şeytânî haslet ve hareketlere meftûn olurlar. Nitekim bu hususa ışık
tutan bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Görmedin mi, biz şeytanları
kâfirlerin üzerine Musallat ettik; onları durmadan günaha tahrik ediyor,
kaynatıyor, oynatıp kıvrandırıyorlar.” (Meryem 19/83)
Bu
yüzdendir ki:
[1] Cezb ve incizap: İki şeyin birbirine olan
aşırı tutkunluğu sebebiyle birinin diğerini kendine doğru çekmesi ve asla
ayrılmayacak şekilde ikisinin birbirine bağlanması. Güneşin, etrafında dönüp
duran gezegenlerle ilişkisi gibi…
28. O imansızlar çirkin bir iş yaptıkları zaman: “Biz atalarımızın da böyle yaptığını gördük; esasen Allah da bize böyle emretti” derler. Şöyle de: “Allah, hiçbir zaman kötü ve çirkin işleri emretmez. Yoksa siz, Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”
Müşrikler
putlara tapıyor ve Kâbe’yi çıplak tavaf ediyorlardı. Körü körüne bir taklit
taassubu içinde atalarının izlerini takip ediyor, atalarını böyle yaparken
gördükleri için bundan vazgeçmeyeceklerini söylüyor, üstelik bu son derece
çirkin fiil ve davranışları kendilerine bizzat Allah’ın emrettiğini iddia
ediyorlardı. Halbuki Allah, asla ahlâksızlığı, hayâsızlığı, kötü ve çirkin
şeyleri emretmez. Hiçbir dinde ve hiçbir peygamberin beyânında Allah’ın
edepsizlik ve hayasızlığı emrettiğine dair en küçük bir delil bulmak mümkün
değildir. Dolayısıyla insanları kötülüğe, günaha ve edepsizliğe davet eden ruhî
ve fikrî tedâilerin Allah ile, din ve vahiy ile hiçbir alakası yoktur. Bunlar
şeytanın vesvesesinden başka bir şey değildir. O halde Allah’ın çirkin işleri
emrettiğini iddia etmek, gerçek olup olmadığı bilinmeyen bir hükmü Allah’a
nispet etmek ve O’nun adına yalan söylemekten ibaret kalacaktır. Gerçek şu ki
Allah Teâlâ, adâleti, itidali, her şeyin ifrat ve tefrit tarafına varmayan orta
biçimini emreder. O halde kullar, öteden beri devam ede gelen yanlış örf ve
adetlere, nefsanî arzu ve isteklere değil Allah’ın emrine kulak vermelidir.
Bunun da ilk sırasında namaz kılmak ve ihlasla, içtenlik ve samimiyetle O’na
yalvarmak yer almaktadır. O halde her mescitte, her secde edilecek zaman ve
mekanda, her namaz kılındığında yüzleri kıbleye yönlendirmeli, gönlü her türlü
şirk tortularından arındırarak sadece Allah’a kulluk etmeli ve O’na dua
etmelidir. Çünkü bizi ilk olarak yoktan var eden Allah olduğu gibi, dönüşümüz
de yine kaçınılmaz bir şekilde O’na olacaktır. O’nun huzurunda büyük bir hesapla
karşılaşmak mukadderdir:
29. De ki: “Rabbim her işte doğru ve adâletli olmayı emretti. Her secde ettiğinizde kalp ve beden ahengi içinde bütün varlığınızla O’na yönelin. İtaat ve ibâdetinizde yalnız O’nun rızâsını gözeterek tüm samimiyetinizle Allah’a yalvarın. Nasıl sizi ilk defa O yaratmışsa, yine O’na döneceksiniz.”
Müşrikler putlara tapıyor ve Kâbe’yi çıplak tavaf ediyorlardı. Körü körüne bir taklit taassubu içinde atalarının izlerini takip ediyor, atalarını böyle yaparken gördükleri için bundan vazgeçmeyeceklerini söylüyor, üstelik bu son derece çirkin fiil ve davranışları kendilerine bizzat Allah’ın emrettiğini iddia ediyorlardı. Halbuki Allah, asla ahlâksızlığı, hayâsızlığı, kötü ve çirkin şeyleri emretmez. Hiçbir dinde ve hiçbir peygamberin beyânında Allah’ın edepsizlik ve hayasızlığı emrettiğine dair en küçük bir delil bulmak mümkün değildir. Dolayısıyla insanları kötülüğe, günaha ve edepsizliğe davet eden ruhî ve fikrî tedâilerin Allah ile, din ve vahiy ile hiçbir alakası yoktur. Bunlar şeytanın vesvesesinden başka bir şey değildir. O halde Allah’ın çirkin işleri emrettiğini iddia etmek, gerçek olup olmadığı bilinmeyen bir hükmü Allah’a nispet etmek ve O’nun adına yalan söylemekten ibaret kalacaktır. Gerçek şu ki Allah Teâlâ, adâleti, itidali, her şeyin ifrat ve tefrit tarafına varmayan orta biçimini emreder. O halde kullar, öteden beri devam ede gelen yanlış örf ve adetlere, nefsanî arzu ve isteklere değil Allah’ın emrine kulak vermelidir. Bunun da ilk sırasında namaz kılmak ve ihlasla, içtenlik ve samimiyetle O’na yalvarmak yer almaktadır. O halde her mescitte, her secde edilecek zaman ve mekanda, her namaz kılındığında yüzleri kıbleye yönlendirmeli, gönlü her türlü şirk tortularından arındırarak sadece Allah’a kulluk etmeli ve O’na dua etmelidir. Çünkü bizi ilk olarak yoktan var eden Allah olduğu gibi, dönüşümüz de yine kaçınılmaz bir şekilde O’na olacaktır. O’nun huzurunda büyük bir hesapla karşılaşmak mukadderdir:
30. İki grup hâlinde: Bir grubu Allah doğru yola erdirmiştir. Diğer grubun ise, yanlış yolu seçmeleri yüzünden sapıklığa düşmesi kaçınılmaz bir gerçek olmuştur. Çünkü o sapıklığa düşenler, Allah’ı bırakıp şeytanları dost edindiler; yine de kendilerinin doğru yola olduklarını sanırlar.
Bu
âyetle, sûrenin başından itibaren anlatılan mevzu, hususiyle Âdem ve İblîs
kıssası bir neticeye bağlanmaktadır. Günahına tevbe eden ve Allah’a dönen Âdem
doğru yolu bulanlara; kibir ve inadında ısrar edip Allah’a itaatten yüz çeviren
İblîs de sapıklığa düşenlere misâl verilmektedir. Kıyâmete kadar bu hidâyet ve
sapıklık çizgisi devam edecek; Yüce Allah’ın bir takdiri olarak kullardan bir
kısmı Âdem gibi doğru yola erecek, bir kısmı ise İblîs gibi sapıklığa maruz
kalacaktır. Ne hazindir ki, Allah’ı bırakıp şeytanları dost edinen hidâyet
mahrumu ve sapıklık yolunun yolcuları olan o bedbahtlar, kendilerinin iyi bir
iş yaptıklarını yani doğru yol üzere bulunduklarını sanıyorlar. Belki de onları
hidâyetten alıkoyan en büyük nefsânî hastalık da bu yanlış düşünceleri
olmaktadır.
Âdem
oğullarına verilen tâlimatlar şöyle devam ediyor:
31. Ey Âdem oğulları! Namaz kıldığınız, ibâdet ettiğiniz her yerde temiz ve güzel elbiselerinizi giyin. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.
Erkek
ve kadının avret yerlerini örtecek kadar giyinmeleri farzdır. Setr-i avret
dediğimiz bu durum, namazın da dıştaki şartlarından biridir. Dolayısıyla namaz
kılmak istendiğinde avret yerlerini örtmek gerekir. Âyet-i kerîme ilk olarak
bize bu vazifemizi hatırlatmakta, cahiliye Araplarının yaptığı gibi çıplak
olarak mescide gitmeyi ve tavaf yapmayı yasaklamaktadır. Bununla birlikte,
“zînet” kelimesinin “süslenmek için giyilen kıymetli elbiseler” mânasından
hareketle âyet, bir müslümanın namaz kılarken mümkün olabilecek en güzel
elbiselerini giyinmesini, en güzel bir durum ve şekilde bulunmasını, özellikle
cemaatle namaz kılmak, Cuma ve bayram namazlarını edâ etmek üzere mescide
giderken temiz, tertipli ve düzenli olmasını emreder. Cemaatle namaz kılarken
safların intizamı, camiye giriş çıkışta, cami içinde oturuşta edep, haya, vakar
ve ağırbaşlılık da burada takınılması gereken zînetin muhtevasına dâhildir.
Ayrıca burada İslâmî açıdan şehirlerdeki yerleşim yerleri tanzim edilirken cami
ve cami civarlarının en güzel yerlerde bulunmasına özen gösterilmesine de
teşvik vardır.
Rivayete
göre cahiliye döneminde müşrikler, hac
ibâdetini ve Kâbe’yi tâzim gayesiyle hac esnasında ancak ölmeyecek kadar yemek
yerler, hac günlerinde iç yağı yemezlerdi. Bunu gören müslümanların “Biz hac ibâdetine
tâzimde bulunmaya onlardan daha lâyıkız, yani biz de böyle yapalım” demeleri
üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuş
(Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 230); ölçülü bir şekilde yemeyi ve içmeyi
emretmiş, fakat İsrâfı haram kılmıştır. Bu bağlamda helâl olan şeyleri haram
saymak İsrâftır. Çünkü helâli haram saymak, malın zayi olup gitmesine yol açar.
Allah’ın haram kıldığı yiyecek, içecek ve giyecekleri kullanmak da İsrâftır.
Çünkü bu taatin dışına çıkma ve isyandır. Aynı şekilde bedenin ihtiyacından
fazla yemek ve içmek de İsrâftır. Allah ise İsrâf edenleri sevmez, onların bu
davranışından razı olmaz. Onlara, bu yaptıklarına karşılık sevap ve mükâfat
ikramında bulunmadığı gibi, üstelik onları cezalandırır.
Yeme
ve içme konusunda Allah Resûlü (s.a.s.)’in şu tavsiyelerine kulak vermek
faydalı olacaktır:
“Kibirsiz ve İsrâfsız olarak yiyin, için, giyinin ve sadaka verin.
Zira Allah, kulunun üstünde nimetini görmek ister.” (Buhârî, Libâs
1; Nesâî, Zekât 66)
“Âdem oğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. İnsana
belini doğrultacak birkaç lokmacık yeter. Eğer mutlaka yemesi gerekli ise
midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeye, üçte birini de nefes almaya
ayırsın.”
(Tirmizî, Zühd 47)
Fakat
bu açıklamalardan temiz ve helal nimetlerin mü’minlere haram kılındığı veya
kısıtlandığı gibi yanlış bir mâna çıkarılmamalıdır:
32. Rasûlüm şöyle de: “Allah’ın kulları için yarattığı zînetleri, temiz ve hoş rızıkları kim haram kılabilir?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir; kıyâmet günü ise sadece mü’minlerin olacaktır.” İşte biz, bilen bir toplum için âyetleri böyle açık açık beyân ediyoruz.
“Allah’ın kulları için çıkardığı zînet” ifadesi, pamuk, keten gibi bitkilerden, yün ve ipek gibi hayvanlardan, zırh ve benzeri gibi madenlerden çıkan ve insanları süsleyen giysileri; hayvanlardan ve diğerlerinden üzerine binilen binitleri ve çeşitli zinet eşyalarının hepsini içine almaktadır.[1] Ancak Resûlullah (s.a.s.), erkekler için altın ve ipeği haram kılmıştır. “Temiz ve hoş rızıklar”dan maksat ise kazanç ve tat itibariyle helâl, temiz ve güzel olan bütün yiyecek ve içeceklerdir. Allah’tan başka hiç kimse bunları haram kılma yetkisine sahip değildir. Eşyada aslolan mübahlıktır. Bir şeyin haram olduğunu açıkça beyân eden bir nass[2] olmadığı sürece, o şeyin haramlığına hükmetmek mümkün olamaz. Bu bakımdan aşırı dindarlık duygusu, şahsi tercihler, günah ve kötülüklerle mücadele arzusu gibi bir kısım şahsî hassasiyetlerin tesiriyle dinin izin verdiği saha içinde kalan tutum ve davranışları, yiyecek, içecek ve giyecekleri haram olarak nitelendirmek bu âyetin hükmüne terstir ve yanlıştır. Cenâb-ı Hak bütün bu nimetleri dünya hayatında mü’minler için yaratmıştır. Mü’minler, bu nimet ve imkânlardan istifadeyle Allah’a kulluk yapacaklardır. Dünya nimetlerinden en büyük ölçüde yararlanmak için ellerinden geldiğince çalışacak, araştırma yapacak, İslâm’ın izzetini, milletlerinin şerefini korumak, kâfirlere muhtaç olmadan yaşamak için gayret göstereceklerdir. Manevî kemal ve güzellikler yanında fert ve toplumun sağlık, güvenlik, refah ve mutluluğunu sağlayacak her türlü maddî imkânları bulup kullanacaklardır. Bu, Kur’an’ın hedeflediği ideal toplum yapısını oluşturma açısından Allah’ın mü’minlere bir emridir. Kâfirlere gelince, onlar dünyada mü’minlerin hürmetine bu nimetlerden istifade etmektedirler. Fakat kıyamet gününde bu nimetler sadece mü’minlere mahsus olacak, kâfirler asla onlara ortak olamayacaklardır. Diğer taraftan o zinet ve temiz şeyler, bu dünyada, her ne olursa olsun eksiklik, tatsızlık, karışıklık ve kederden uzak kalmamaktadır. Kıyamet gününde ise bu nimetler her türlü kederden uzak olarak mü’minlere ikram edilecek, kâfirlere de sadece mahrumiyet ve acı kalacaktır.
Haram kılınan hususlara gelince:
[1] ز۪ينَةُ اللّٰهِ (zînetullah) ifadesinde gizli alemlerin zînetine işaret vardır. Buna göre kendini ibadete vermiş olanların zîneti başarı eserleri, Hakk’ı bulanların zîneti kazandıkları hakîkat nurları, Hakk’ı bulmayı hedefleyenlerin zîneti âdetleri terk etmek, âbidlerin zîneti güzel bir kulluk yapmaktır. Nefislerin zîneti Hak yolunda hizmete koşmak, kalplerin zîneti Allah’a, Peygamber’e ve dinin alametlerine karşı hürmet ve tâzimi muhafaza, ruhların zîneti ise dâimî bir korku, tazarru ve niyaz içerisinde Hakk’ın kapısını çalmaktır. Dilin zîneti zikir, kalbin zîneti şükürdür. Zâhirin zîneti büyük bir aşk ve şevkle yapılan secdeler, bâtının zîneti ilâhî gerçekleri görüp seyretmektir. Nefislerin zîneti mücâhedeler yönünden muamelenin güzel olması, kalplerin zîneti ise müşâhedeler yönünden vuslat hâlinin devamlı olmasıdır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 331-332)
[2] Nass: Kur’ân-ı Kerîm ve sünnetten bir delil.
33. De ki: “Rabbim açık ve gizlisiyle yüz kızartıcı bütün çirkin fiilleri, her türlü günahı, haksızlık edip ölçüyü aşmayı, ilâh kabul edilebileceklerine dair haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği birtakım nesneleri O’na ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.”
Önceki
âyet-i kerîme, helâllerin haram kılınmasını yasakladığı gibi, bu âyet-i kerîme
de Allah’ın haram kıldığı hususları haber vermektedir. Buna göre Cenâb-ı Hak:
› Zina, fuhuş
başta olmak üzere açık ve gizli bütün çirkin fiilleri, hayasızlık ve ahlâksızlıkları,
› Bütün
günahları, şeriate uygun olmayan her türlü kötü fiili,
› Başkalarının
malına, canına, ırz ve namusuna karşı saldırıyı,
› Allah’ın, ilâh
ve mabud olduklarına dair haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na
ortak koşmayı,
› Herhangi bir
doğru bilgi ve delile dayanmadan “Allah şunu helâl kıldı, bunu haram kıldı”
gibi sözler söylemeyi haram kılmıştır.
Âyet-i
kerîmeden şu işârî mânalar anlaşılabilir: اَلْفَوَاحِشُ
(fevâhiş) “kötülükler”,
kulun Rabb’ine giden yolunu kesen ve onu Hak yolunda yürümekten alıkoyan her
şeydir. Avamın açık kötülüğü yasaklanan şeyleri işlemeleri; gizli kötülüğü ise yasaklandıkları
fiilleri gönüllerinden geçirmeleridir. Havassın açık kötülüğü, zerre kadar dahi
olsa içerisinde nefislerinin payı bulunan işleri yapmak; gizli kötülükleri ise
bir lahza dahi olsa sevgiliden uzak kalmaktır. En seçilmiş olanların açık
kötülüğü, edeplerden birini terk etmek ve herhangi bir sebebe bel bağlamaktır.
Gizli kötülükleri ise dünya ve âhirete ait bir nesneye meyletmeleri ve
Allah’tan başka bir varlığa iltifat göstermeleridir. اَلْاِثْمُ
(ism) “günah”, göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa Allah’dan yüz çevirmektir. اَلْبَغْيُ (bağy) “zulüm, saldırmak”, Allah’tan
başkasını sevmektir. Çünkü zulüm, bir şeyi kendi yerinden başkasına koymak demektir.
“Allah’a şirk koşmaktan” maksad, şeriat tarafından ruhsat ve cevaz
verilmediği halde Allah’tan başkasından yardım talebinde bulunmaktır. “Allah
hakkında bilmediğimiz şeyleri söylemeniz” (A‘râf 7/33) nefsin arzu ve isteğine göre hüküm
vermeniz veya hakikatini bilmediğiniz bir şeyi, akılla hareket ederek Allah
hakkında söylemenizdir, demektir. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, III, 202)
Gelen
âyetle ise Allah’ın toplum ve devletlerin hayatıyla alakalı koyduğu içtimâi bir
kanuna işaret edilmektedir:
34. Her ümmet için takdir edilmiş belli bir süre vardır. Bu sürenin sonu geldiğinde artık onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler.
Toplumlar
ve devletler de aynen fertler gibi doğar, büyür ve ölürler. Cenâb-ı Hak, az
veya çok, küçük veya büyük her toplum ve devlet için bir ömür ve helakleri için
bir ecel tâyin etmiştir. Bu süre içinde onlara peygamberler gönderir;
içlerindenâlimler ve ıslahatçılar çıkarır. Allah’ın emirleri kendilerine
anlatılır. Bu tâlimatlar karşısında toplumların gidişatları, hal ve
hareketleri, sergiledikleri tutum ve davranışları sosyolojik olarak bu ecelin
tâyininde rol oynar. Bu ecel geldiği zaman çöküş başlar ve Allah’tan başka
kimse bu çöküşü engelleyemez. O halde toplumlar ve devletler, ilâhî nizama göre
yanlış olan gidişatlarını düzeltmedikleri halde, belirlenen ecel gereği
kendilerine tanınan müsaadeye aldanıp da sonsuza kadar böyle devam edecek diye
sanmamalı, fırsat elde iken hemen tevbekâr olup bir an önce Allah’ın emirlerine
sarılmak suretiyle istikbalini emniyet altına almaya çalışmalıdır. Bunun da ilk
şartı peygamberlerin davetine uymaktır:
35. Ey Âdem oğulları! İçinizden size âyetlerimi okuyup açıklayacak peygamberler gelir de, kim onlara karşı gelmekten sakınır ve güzel işler yaparak hâlini düzeltirse, onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.
Peygamberlerin
vazifesi, gönderildikleri topluma Allah’ın âyetlerini okuyup açıklamak, emir ve
yasaklarını anlaşılır bir tarzda haber vermektir. Onların bu tebliğleri
karşısında muhatapların iki farklı tavır takınmaları mümkündür: İman veya inkâr;
kabul veya red. Peygamberlerin davetine icâbet edip, onlara karşı gelmekten
sakınanlar ve öğretilen ilâhî talimatlar istikâmetinde nefislerini, tutum ve
davranışlarını düzeltenler ebedi kurtuluşa ereceklerdir. Onlara âhirette
herhangi bir korku olmayacak, kaybettiklerinden dolayı bir üzüntü de duymayacaklardır.
Peygamberlerin haber verdikleri ilâhî talimatları yalanlayan ve kibirlenip
onları kabule yanaşmayanları ise, içinde ebedi kalacakları cehennem ateşi
beklemektedir.
Bu
zâlimlerin ölüm ve âhiret hallerinden ibretli manzaralar gösterilmek üzere
buyruluyor ki:
36. Âyetlerimizi yalanlayan ve büyüklenip onlardan yüz çevirenlere gelince, işte onlar ateşin yoldaşlarıdır ve orada sonsuza dek kalacaklardır.
Peygamberlerin vazifesi, gönderildikleri topluma Allah’ın âyetlerini okuyup açıklamak, emir ve yasaklarını anlaşılır bir tarzda haber vermektir. Onların bu tebliğleri karşısında muhatapların iki farklı tavır takınmaları mümkündür: İman veya inkâr; kabul veya red. Peygamberlerin davetine icâbet edip, onlara karşı gelmekten sakınanlar ve öğretilen ilâhî talimatlar istikâmetinde nefislerini, tutum ve davranışlarını düzeltenler ebedi kurtuluşa ereceklerdir. Onlara âhirette herhangi bir korku olmayacak, kaybettiklerinden dolayı bir üzüntü de duymayacaklardır. Peygamberlerin haber verdikleri ilâhî talimatları yalanlayan ve kibirlenip onları kabule yanaşmayanları ise, içinde ebedi kalacakları cehennem ateşi beklemektedir.
Bu zâlimlerin ölüm ve âhiret hallerinden ibretli manzaralar gösterilmek üzere buyruluyor ki:
37. Allah adına yalan uydurandan veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Bunların eline sadece kaderlerinde yazılan şeyler geçecektir. Elçilerimiz canlarını almak üzere geldiklerinde onlara: “Allah’ı bırakıp da taptığınız sahte tanrılar hani nerede?” diye soracaklar. Onlar da: “Bizi yüzüstü bırakıp ortadan kayboluverdiler” diye karşılık verecek ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerinde şâhitlik edeceklerdir.
En
büyük zulüm Allah adına yalan uydurmak; bilgisizce “Allah şunu haram kıldı,
şunu helâl kıldı” demek veya O’nun âyetlerini yalanlamaktır. Bundan daha çirkin
ve daha büyük zulüm yoktur. Dolayısıyla bu zulmü işleyenden daha büyük zalim de
olamaz. Dünya hayatında bu tür kimselere, kendileri için takdir edilip yazılmış
bulunan ömür, rızık, amel, hayır ve şer mutlaka erişecektir. Fakat onların fani
ömürleri tükenecek, canlarını almakla vazifeli ölüm melekleri ve yardımcıları
geleceklerdir. Bir taraftan canlarını çekip alırken bir taraftan da
ıstıraplarını daha da artırmak için, dünyada Allah’ı bırakıp da dua ve ibâdet
ettikleri putların nerde kaldığını, niçin gelip kendilerini kurtarmadıklarını
soracaklardır. Onlar ise derin bir pişmanlık içinde, taptıkları putların
kaybolup gittiklerini, onlardan herhangi bir fayda beklemenin boşuna olduğunu
söyleyecekler, kendilerinin de kâfir kimseler olduğunu ikrar ve itiraf
edeceklerdir.
Kabir
hayatı tamamlanıp İsrâfil’in suruyla yeniden dirilerek mahşer yerine
toplandıkları zaman ise:
38. Allah şöyle buyuracak: “Sizden önce gelip geçmiş cin ve insan topluluklarıyla beraber siz de girin cehenneme!” Bu şekilde her bir topluluk ateşe girdikçe yoldaşlarına lânet edecek. Nihâyet hepsi birbiri ardınca orada toplandıklarında, sonra gelenler önce girenler hakkında: “Rabbimiz! Bizi doğru yoldan işte bunlar saptırdılar; bu sebeple onlara iki kat ateş azabı çektir” diyecekler. Allah da: “Her birinize iki kat azap var, fakat siz bilmiyorsunuz” buyuracak.
39. Öncekiler ise sonrakilere: “Sizin bize hiçbir üstünlüğünüz yoktur. Öyleyse kazandığınız günahların karşılığı olarak tadın azabı!” diyecekler.
Kâfir
olarak dünyadan âhirete göçenler, cinler ve insanlardan daha önce âhirete
göçmüş olan kâfirlere katılacak, mahşerde hesap görüldükten sonra, bunlara hep
birlikte cehenneme girmeleri emredilecek. Onlar, küfür, isyan ve günahlarının
seviyesine göre gruplar halinde ateşe sevk edilecekler. Nitekim âyet-i kerîmede:
“İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sürülecek…” (Zümer 39/71) buyrulur.
Bu gruplardan her biri cehenneme girdikçe, kendinden önce cehenneme girmiş olan
gruba lânet edecek. Burada اَلأخْتُ
(uht) yani kardeş kelimesi kullanılmıştır. Çünkü bunlar dünyada aynı din ve
inancı paylaşmak suretiyle küfürde kardeş olmuşlardı. Grupların ardı ardına
cehenneme girmeleri tamamlanıp hepsi orada bir araya gelince aralarında
muhtelif konuşmalar olacak. Burada o konuşmalardan birine yer verilmektedir.
Anlaşılan o ki, burada konuşanlardan bir grubu dünyada küfür ve sapıklıkta
önderlik yapanlar, bir grubu ise onlara körü körüne tabi olanlardır. Tabi
olanlar, cehenneme kendilerinden önce girmiş önderleri için: “Rabbimiz! Bizi
doğru yoldan işte bunlar saptırdılar; bu sebeple onlara iki kat ateş azabı
çektir” (A‘râf 7/38) diyecekler.
Cenâb-ı Hak da, hem uyan hem de kendilerine uyulan herkese kat kat azap
verileceğini ferman buyuracak. Her iki gruba da kat kat azap verilecek; çünkü
öncekiler ve önderler hem kendileri sapıklık içinde oldukları hem de
başkalarına sapıklık yollarını açtıkları için; diğerleri ise onlara uymaları
yanında fikirleri, malları, güçleri, tutum ve davranışlarıyla onları
destekleyip yüreklendirdikleri, güçlerine güç kattıkları ve sonrakilere kötü
örnek oldukları için kat kat ceza göreceklerdir. Fakat bunun tam olarak
hesabını yapıp neticenin nasıl tahakkuk edeceğini bilmemektedirler.
Cehennemliklere verilecek azabın kat kat olmasına Resûlullah (s.a.s.)’in şu beyânı
daha da bir açıklık getirmektedir:
“İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye,
bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir.
Fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir
çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin
günahından da ona pay ayırılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey
noksanlaşmaz.” (Müslim, Zekât 69)
Küfürde
önderlik yapan ve cehenneme önce giren grup da, dünyada küfür ve isyan, âhirette
ise ceza bakımından kendilerine eşit olduklarını anladıkları sonrakilere,
kazandıkları günahlar yüzünden kendileri için takdir edilen kat kat azabı
tatmalarından başka çarelerinin bulunmadığını söyleyeceklerdir. Hâsılı hepsi
için tam bir perişanlık, tam bir pişmanlık ve tam bir hüsran olacaktır. Böyle
yalancı kâfirlere ne göklerin kapıları açılacak, ne de cennete
girebileceklerdir:
40. Şüphesiz ki âyetlerimizi yalanlayan ve büyüklenip onlardan yüz çevirenler yok mu, göğün kapıları onlar için açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir. İşte biz günahkârları böyle cezalandırırız.
41. Onlar için cehennem ateşinden döşekler ve üstlerinde de yine ateşten örtüler vardır. İşte biz zâlimleri böyle cezalandırırız.
Cenâb-ı
Hakk’ın âyetlerini; tevhid, ulûhiyet, nübüvvet ve âhirete ait delillerini
yalanlayan, büyüklenip bu delillere inanmaya, onları nazar-ı itibara alıp
gereğince davranmaya tenezzül etmeyenlere göğün kapıları açılmayacaktır. Yani
duaları ve iyilik olarak yaptıkları amelleri kabul edilmeyecek, ruhları göğe
yükselemeyecek, üzerlerine feyiz ve bereket inmeyecektir. Çünkü gökler ruhlar
için saadet ve surûr kaynağıdır. Hayır ve bereket göklerden iner. Bu sebeple
ruhlar ancak göklere yükselmek sûretiyle mutlulukların en güzeline erişme imkânı
bulurlar. Yerde yürüyenlerin ayakalrı su topladığı halde, ruhları göklerde
gezenlerin kalplerinde ilâhî feyiz ve bereket şabnemleri birikir. Âyet-i kerîmede
şöyle buyrulur: “Gökte de hem rızkınız vardır, hem de size va‘dedilen
cennetler.” (Zâriyât 51/22) İşte kâfirler bu nimetlerden mahrum kalacak ve
deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir. Küçüklükte “iğne deliği”, büyüklükte ise
“deve” mesel olmuştur. Dolayısıyla bir şeyin küçüklüğü ve inceliği mübalağa
edileceği zaman “iğne deliği gibi”, irilik ve büyüklükte mübalağa için ise
“deve gibi” denilir. Şu halde kâfirlerin cennete ebediyen giremeyeceklerini
ifade bakımından, irilikte mesel olan olan devenin boynu, hörgücü, ayakları,
özel şekli, bütün eğri büğrülüğü ve acaipliği ile incelikte mesel olan iğne
deliğine girmesiyle verilen misal son derece mübalağalı ve tesirli olmuştur. Bu
haliyle devenin iğne deliğinden geçmesi nasıl mümkün değilse, kâfirlerin
cennete girmesi de aynı şekilde mümkün değildir.
“Deve” olarak tercüme edilen âyetteki اَلْجَمَلُ (cemel) kelimesi “cümmel” diye de
okunmuştur. Buna göre kelime “kendirden yapılmış kalın ip” veya “gemileri
bağlamada kullanılan halat” mânalarına gelmektedir.
Verilen
örnekten anlaşıldığına göre cennete sonsuza dek giremeyecek o kâfirler için,
altlarında cehennem ateşinden döşekler, üstlerine de yine cehennem ateşinden
örtüler vardır. Hâsılı onların döşekleri, yorganları, yatak ve örtüleri sadece
ateş olacak, cehennem onları her taraftan kuşatacaktır. Burada çok beliğ bir
şekilde, tasvir edilen kişilerin dünyada rahatı, rahat yatakları ve bu
yataklarda yatmayı çok sevdikleri ima edilmektedir. Çünkü ceza daima işlenen
suçun cinsinden olur. Bu şekilde rahata ve rahat yataklarda yatmaya düşkün
olanlar, yemeye, içmeye ve şehvetlere de düşkün olurlar. Nitekim Nebiyy-i Ekrem
(s.a.s.): “Ümmetim için kârın büyüklüğü, çok uyku, tembellik ve yakîn
azlığından korkarım” (Kenzü’l-Ummâl, III, 360) buyurarak bu hususta
mü’minleri uyarmaktadır. Çünkü böyle bir hayat iman etmeye mâni olduğu gibi,
başkalarının hakkına tecavüzün de sebeplerindendir. Âyetin sonunda bu
insanların zâlim olarak nitelenmesi bu bakımdan mânidardır. Çünkü onlar hem
başkalrına hem de kendilerine zulmektedirler.
Kâfirlerin
bu perişan, feci ve hazin durumlarına karşılık mü’minlerin halleri son derece
güzel ve aydınlıktır:
42. İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, ki biz kimseyi gücü yetmediği şeylerden sorumlu tutmayız, işte onlar cennetin yârânı ve yoldaşlarıdır; orada sonsuzca kalacaklardır.
43. Biz o mü’minlerin göğüslerinde diğer insanlara karşı kin, haset, suizan nâmına ne varsa hepsini söküp çıkarırız. Altlarından da ırmaklar akar. Onlar: “Bizi buna eriştiren Allah’a hamdolsun! Eğer Allah bize doğru yolu göstermeseydi biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık. Demek Rabbimizin peygamberleri bize gerçeği getirmişler” derler. Onlara şöyle seslenilir: “Dünyada yaptığınız iyi amellere karşılık mirasçı olduğunuz muhteşem cennet işte budur!”
42.
âyette söz arasında yer alan “Biz kimseyi gücü yetmediği şeylerden sorumlu
tutmayız” kaydı, cennete girmek için takat getirilmeyecek işlerin altına
girme şartının olmadığını, herkesin, gücü yettiği kadar ibâdet ve taata devam
ettiği takdirde cennete girebilme imkânına sahip olduğunu haber verir.
Cennet
ebedî huzur, surûr, saadet, selâmet ve mutluluk yurdudur. Cenâb-ı Hak kullarını
“dâru’s-selâm”a davet etmektedir. (bk. Yûnus 10/25) Dünyada insanların huzur ve
mutluluğunu bozan en kötü illet, kalpte diğer insanlara karşı beslenen kin,
nefret, haset ve düşmanlık duygularıdır. Bu menfi duygular, insanlar arasında
oluşması istenen sevgi ve kardeşliği engeller, dostluklara mâni olur. Halbuki
cennet, aynı zamanda mü’minlerin dost oldukları ve koltuklar üzerinde
karşılıklı oturup muhabbetle birbiriyle sohbet ettikleri feyiz ve bereket
mekanıdır. Bu sebeple Yüce Mevlâmız, cennetine kabul buyurduğu mü’min
kullarının, göğüslerinde bulunan sevgi ve kardeşliğe mâni kin ve nefretin
tamamını söküp atacak, kalplerindeki mânevî arızâları bütünüyle
temizleyecektir. Böylece aralarında sevgiden başka bir şey kalmayacak ve
altlarından ırmaklar akan cennetlerde Hak Teâlâ’nın ikram buyurduğu sayısız
nimetlerle nimetleneceklerdir. Onlar bu büyük mükafatı Allah’tan bilerek O’na
hamdedecekler, Cenâb-ı Hak da bir iltifat olmak üzere “bu cennete dünyada
yaptıkları sâlih ameller sayesinde vâris olduklarını” beyân buyuracaktır.
Burada derin bir kulluk şuuru ve terbiyesiyle ilâhî lütfun büyük bir tecellisi
vardır. Dolayısıyla mü’min çalışmalı, fakat başarıyı Allah’tan bilmeli; ameline
aldanmayıp dâima ilâhî hidâyete sığınmalıdır. Yapılan sâlih amellerin ancak
Allah’ın yardımıyla cennete girebilme sebebi olduğunu unutmamalıdır. Nitekim
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.):
“- Sizden hiçbiriniz ameli sâyesinde cennete giremez” buyurdu. Ashâb-ı
kirâmın:
“-
Sende mi ey Allah’ın Rasülü!” demeleri üzerine de:
“- Ben dahi Allah’ın kendinden bir rahmete ve bir lütfa beni
bandırması hali müstesnâ. Dolayısıyla oraya ancak Allah’ın fazlı ve rahmetiyle
girebilirsiniz” karşılığını verdi. (Buhârî, Rikâk 18; Müslim, Munafıkûn 71-73)
Resûlullah
(s.a.s.), bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur:
“Cennetlikler cennete girince bir kimse şöyle seslenir: «Siz
cennette ebediyen yaşayacak, hiç ölmeyeceksiniz. Hep sağlıklı kalacak, hiç
hastalanmayacaksınız. Hep genç kalacak, hiç yaşlanmayacaksınız. Hep nimet ve
mutluluk içinde yaşayacak, hiç keder ve sıkıntı çekmeyeceksiniz.” Resûl-i Ekrem
(s.a.s.) sözüne devamla buyurdu ki: “Onlara şöyle seslenileceğini bildiren: «Dünyada
yaptığınız iyi amellere karşılık mirasçı olduğunuz muhteşem cennet işte budur!»
(A‘râf 7/43)” âyeti
de bunu göstermektedir.” (Müslim, Cennet 22)
Gelen
âyetlerde cennetliklerle cehennemlikler arasındaki konuşmaların yer aldığı; bir
yanda sevinç ve mutluluk sadâlarının, diğer yanda pişmanlık, bedbahtlık ve azap
çığlıklarının yükseldiği pek dehşetli âhiret sahneleri gözler önüne
serilmektedir:
44. Cennet ehli cehennem ehline: “Biz, Rabbimizin bize verdiği bütün sözlerin gerçek olduğunu gördük. Nasıl siz de Rabbinizin başınıza geleceğini söylediği şeylerin gerçekleştiğini gördünüz mü?” diye seslenirler. Onlar da: “Evet!” derler. Bunun üzerine aralarında bir münâdî: “Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerine olsun” diye bağırır.
45. O zâlimler, dünyada insanları Allah’ın yolundan çevirir, o yolu eğip bükmeye ve kötü göstermeye çalışırlardı. Onlar âhireti de büsbütün inkâr ederlerdi.
Allah
Teâlâ mü’minlere cenneti, kâfirlere cehennemi va‘detmiştir. Kıyamet günü hesap
görüldükten sonra mü’minler cennete girecek, kâfirler ise cehenneme atılacaklardır.
Aralarında mâhiyetini tam olarak bilemeyeceğimiz bir yolla konuşma
gerçekleşecektir. Cennet ehli, hem kavuştukları mükâfâta sevindiklerinden ötürü
hem de kâfirlerle alay etme ve pişmanlıklarını artırma maksadıyla: “Biz,
Rabbimizin dünyada bize va‘dettiklerinin gerçek olduğunu gördük ve cennete
eriştik; peki siz de Allah’ın va‘dettiği cehennemin gerçek olduğunu gördünüz
mü?” diye soracaklar. Onlar da, cehennemi boyladıklarından dolayı “Evet!”
demekten başka cevap bulamayacaklardır. Bu sırada vazifelendirilmiş bir münâdî,
ilâhî bir şamar gibi, Allah’ın lânetinin zâlimler üzerine olduğunu ilan
edecektir. Buradaki zâlimlerden maksat, ebedi cehennemi hak etmiş kâfirlerdir.
Bunların en önde gelen üç vasfı şudur:
Kendileri uzak durdukları gibi başka insanları da Allah’ın
dininden çevirmek,
Dosdoğru dini eğri büğrü yapmaya çalışmak, dinin yanlış olduğunu
göstermek için çalışıp çabalamak,
Âhireti inkâr etmek.
Şimdi
A ‘râf’taki insanların durumları gösterime sunuluyor:
46. Cennetle cehennem arasında bir perde vardır. A‘râf üzerinde de cennetlik ve cehennemlikleri simalarından tanıyan adamlar bulunur. Onlar cennet ehline: “Selâm size!” diye seslenirler. Kendileri ise henüz cennete girmemiş, fakat oraya girmeyi şiddetle arzulamaktadırlar.
47. Gözleri cehennemlikler tarafına kayınca, onların o korkunç halleri karşısında: “Rabbimiz! Bizi zâlimler topluluğuyla beraber eyleme!” diye yalvarırlar.
Cennet
ile cehennem arasında bir perde, bir engel, bir sûr bulunmaktadır. Nitekim “Derken,
mü’minlerle aralarına bir duvar çekilir. Bu duvarın aralığından münafıkların
pişmanlık içinde mü’minleri izleyecekleri bir kapısı vardır; o kapının
mü’minlerin bulunduğu iç tarafında rahmet, münafıklara bakan dış tarafında ise
azap vardır” (Hadîd 57/13) âyetiyle bu engele işaret edilmektedir. اَلأعْرَافُ (A‘râf ), yüksek bir yer mânasına gelen اَلْعُرْفُ (urf) kelimesinin çoğuludur. Meşhur görüşe
göre bununla cennetle cehennem arasında bulunan sûrun yüksek tepeleri
kastedilir. Burada bir kısım kimseler bulunur. Kur’an bunları رِجَالٌ (ricâl) yani “adamlar” olarak ifade buyuruyor. Bunların kimler
olduğu hususunda başlıca iki görüş vardır: Birinci görüşe göre bunlar amelleri
kusurlu olup, mizanda iyilikleri ve kötülükleri eşit gelmiş Allah’ın birliğine
inanan bir topluluktur ki, cennetle cehennem arasında bir müddet kalırlar.
Sonra Allah Teâlâ haklarında bir hüküm verir. İkincisine göre ise bunlar,
peygamberler, şehitler, hayırlılar, âlimler veya adam şeklinde görünen melekler
gibi dereceleri yüksek ve orada özel bir vazîfeyle görevlendirilmiş zâtlardır.
Birinci
görüşe göre “Kendileri ise henüz cennete girmemiş, fakat oraya girmeyi
şiddetle arzulamakta” (A‘râf 7/46) olanlar,
A‘râf ’ta bulunan kişilerdir. Yani cennet ehli cennete girmiş, bunlar henüz
girmemişler fakat girmeyi arzu ve ümit ederler. Cennetliklere özenerek
“Selam size!” derler. Cehennem ve cehennemliklerden de Allah’a sığınırlar.
İkinci görüşe göre ise, bu hal, cennet ehlinin o sırada içinde bulundukları
hâldir. Yani cennet ehli henüz cennete girmemiş, fakat girmek ümidinde bulunmuş
oldukları sırada A‘râf ehli onları
selâmetle müjdelerler. Bunlar, cenneti hak etmiş yüksek rütbeli kimseler
olsalar da, ilâhî bir yönlendirmeyle cehennem ehlinin acıklı hâlini
gördüklerinde, onlarla beraber olmaktan Allah’a sığınırlar. Her iki ihtimale
göre de cehennemin son derece dehşetli olduğu, bundan her an Allah’a sığınmak
lazım geldiği gerçeği ortaya çıkar.
Nitekim:
48. A‘râftakiler, simalarından tanıdıkları cehennem ehli bazı adamlara seslenerek şöyle derler: “Gördünüz ya, ne kalabalık taraftarlarınız, ne hesapsız servetiniz, ne de kibirli tavırlarınız bugün size bir fayda sağladı.”
49. Cennetlikleri işaret ederek: “«Böylelerine Allah rahmetini eriştirmeyecek» diye yemin ettiğiniz kimseler şunlar değil miydi? Şimdi ise onlara Allah: «Girin cennete; artık size bir korku yok ve siz asla mahzun da olmayacaksınız» buyuruyor.”
Kâfirler
dünyada mal, evlat ve taraftarlarının çokluğuna güvenir, bundan cesaret alarak
hem hakkı kabulü gururlarına yediremez, kibirlenip yüz çevirir hem de insanları
küçük görerek, “Allah bunlara mı merhamet edecek? Allah’ın rahmeti bunlara mı
kaldı?” diye alay ederlerdi. Dolayısıyla kendilerini simalarından, yüzlerindeki
nursuzluk, çirkinlik ve siyahlıktan tanıyan A‘râf ehli, bir taraftan cehennemliklere bu gaflet
ve yanılgılarını hatırlatırken, bir taraftan da onların küçümsediği, değer
vermediği mü’minleri cennet ve oradaki ebedî saadetle müjdelerler.
Şimdi
ise mahşerdeki en acı manzaralardan biri gösteriliyor:
50. Cehennem ehli cennet ehline: “Suyunuzdan veya Allah’ın size ihsân ettiği diğer nimetlerden biraz da bizim üzerimize akıtın” diye seslenirler. Onlar da: “Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır” derler.
51. O kâfirler ki dinlerini oyun ve eğlence edinip, din adına oyun ve eğlence türünden şeylerle meşgul olmuşlardı; dünya hayatı kendilerini aldatmıştı. Onlar, nasıl kendilerini bekleyen bu dehşetli günle yüz yüze geleceklerini unutup âyetlerimizi bile bile inkâr ettilerse, biz de bugün onları öylece unutur, affedip nimet vermek için hiç hatırlamayız.
Cehennem
ehli orada yine mâhiyetini tam olarak bilemediğimiz bir yolla cennet ehline
seslenir, su ve diğer cennet nimetlerinden, az bir miktar da olsa, kendilerine
ulaştırmalarını isterler. Çünkü çektikleri susuzluk ve açlık sebebiyle buna son
derece muhtaç bir durumdadırlar. Fakat onlardan aldıkları “Allah bunları
kâfirlere haram kılmıştır” (A‘râf 7/50) cevabıyla, bütün ümitlerini kaybeder ve
tam bir yıkım yaşarlar.
Bu
âyet-i kerîme, yeme ve içme ihtiyacının insanda bulunup onu en son terk eden
duygulardan olduğuna delâlet eder. Çünkü cehennemdekiler, o kadar şiddetli azap
ve işkencelerin içinde kıvranırken bile açlık ve susuzluk hissediyor, bunun
için bütün güçleriyle yalvarıyor, acı ve elemlerin zirvesinde oldukları halde
bir yudum su ve bir lokma yiyecek istiyorlar. Halbuki dünyada bir insan
şiddetli bir acıya maruz kalınca hemen yemeden ve içmeden kesilir. Demek ki
cehennemde yaşanacak açlık ve susuzluk, diğer azaplardan daha şiddetli
olacaktır. Burada dikkat çeken bir başka husus da şudur: Allah onları azaba
düçar olmaktan kurtarıp ve istediklerini vermeye gücü yettiği halde onlara bir yudum
su içirmiyor. İşte bu Allah’ın rubûbiyet kahrı ve ehadiyet izzetidir. O
dilediğini yapmakta serbesttir. Dünyada kâfirleri irfanından zerre kadar
rızıklandırmadığı gibi, cehennemde de onlara bir yudum su içirmeyecektir. (Kuşeyrî,
Letâifu’l-işârât, I, 336)
51.
âyette cehenemliklerin ateşe mahkum ve cennet nimetlerinden mahrum kalmalarının
gerekçeleri şöyle haber verilmektedir:
› Dinlerini bir
eğlence ve bir oyun edinmişlerdi; din adına oyun ve eğlence türünden şeylerle
meşgul olmuşlardı,
› Dünya hayatı
kendilerini aldatmıştı,
› Kıyamet günü
Allah’ın huzuruna çıkacaklarını unutmuşlardı,
› Bile bile
Allah’ın âyetlerini inkâr etmişlerdi.
İşte
bu sebeplerden ötürü Allah onları kıyamet günü unutacak; hepsini cehenneme
doldurarak her türlü istek ve feryatlarını cevapsız bırakacaktır. Böylesi feci
bir âkıbet, tamamen onların yaptıklarının bir cezasıdır. Çünkü daha önce Allah
onlara doğru yolu gösteren bir rehber kitap göndermişti:
52. Oysa biz onlara, kesin bir bilgiye dayanarak mânasını ve hükümlerini tek tek açıkladığımız, iman edecek kimselere doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmet kaynağı olan bir kitap göndermiştik.
Cenâb-ı
Hak, insanların ileri sürecekleri haklı bir mazeret olmaması için itikat, ibâdet,
muâmelât, mükâfât ve ceza gibi kulluğu ilgilendiren bütün hususları gerektiği
şekilde açıklayan kitaplar indirmiş, bu sahada en son olarak da Kur’ân-ı Kerîm’i
lutfetmiştir. Kur’an, iman edenler için bir hidâyet rehberi ve rahmet
kaynağıdır; onlara doğru yolu gösterir ve ilâhî rahmete ermelerine vesile olur.
Âyetteki “kesin bir bilgiye dayanarak” kaydı ise, bu kitâbın ilâhî bilgiye
dayandığını, bu sebeple onun verdiği bilgilerin, hüküm ve haberlerin yanlışlık
ihtimali taşımaktan uzak olduğunu tekit eder. O halde:
53. Onlar, Kur’an’a iman etmek için ille de onun bildirdiği kıyâmet haberinin gerçekleşmesini mi bekliyorlar? O gerçekleştiği gün, daha önce onu unutanlar şöyle diyecekler: “Demek Rabbimizin peygamberleri bize gerçeğin ta kendisini getirmişler, ama biz kulak asmamışız! Şimdi bize şefaat edecek kimseler yok mu? Veya dünyaya tekrar gönderilsek de daha önce yapamadığımız sâlih ameller yapsak!” Ne var ki onlar kendi felaketlerini bizzat kendileri hazırladılar ve kendilerine en büyük zararı verdiler. Uydurdukları sahte tanrıları da onları yüzüstü bırakıp görünmez oluverdi.
Kelime
olarak “bir bilgi veya olayın açıklanması, yorumlanması” mânasına gelen اَلتَّأْو۪يلُ (te’vîl) burada “Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilen
özellikle âhiret, hesap, cennet ve cehenneme ait haberlerin gerçekleşmesi ve
böylece açık seçik bir şekilde anlaşılması” anlamında kullanılmıştır. Demek
Kur’an’a inanmayanlar, iman edebilmek için başka bir şey değil illâ da onun âhirete,
mükâfat ve cezaya, cennet ve cehenneme ait verdiği haberlerin, ikaz ve
tehditlerin vuku bulmasını, başlarına gelmesini bekliyorlar. Fakat bu
haberlerin gerçekleştiği gün iş işten geçmiş olacak ve kurtuluş için bir çıkar
yol kalmayacaktır. Kendilerine yardım edecek bir şefaatçi arasalar da, Allah’ın
rızasına uygun ameller işlemek arzusuyla dünyaya dönmek isteseler de, bu
talepler tümüyle sonuçsuz kalacak, bir medet bulurum ümidiyle uzatılan eller
boş çevrilecek, sadece bir vehim ürünü olan sözde kurtarıcılardan bir eser
kalmayacak, büyük bir pişmanlık ve zarar içinde ateşe mahkum edileceklerdir.
Böylesi
fenâ bir son ve ebedî hüsrandan kurtulmanın yolu Allah’ı en güzel şekilde tanımaya
çalışmak ve O’na layıkıyla kul olmaktır:
54. Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra arşa istivâ eden; gündüzü, kendisini süratle kovalayan geceyle bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğdiren Allah’tır. Bilin ki, yaratma da, emir ve idâre yetkisi de yalnız O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir.
Yüce
Rabbimiz gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır. Fussılet sûresi 9-12.
âyetlerde açıklandığı üzere bu altı günün dört günü yeryüzünün, oradaki
dağların, diğer unsurların yaratılması ve vakitlerin belirlenmesine; iki gün
ise göklerin yaratılmasına tahsis edilmiştir.
Bize
göre “gün” 24 saatlik bir vakit diliminden ibarettir. Fakat Allah katında gün
bizim hesap ettiğimiz 24 saatten ibaret değildir. Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bilgilere göre
Allah katında bizim hesap ettiğimiz bin seneye (Secde 32/5), elli bin seneye
(Meâric 70/4) denk günler olduğu gibi, “Allah, sayısız isim ve
sıfatlarıyla her an sınırsız tecellî ve
yaratma halindedir” (Rahman 55/29) âyetinde “gün”, tek bir ân mânasında
kullanılmıştır. Buna göre Rabbimizin ölçülerine göre gün, duruma göre değişen
ve miktarını ancak kendisinin bilebileceği bir zaman sürecidir. Göklerin ve
yerin altı günde yaratılması da, yine süresini ancak Allah’ın bilebileceği altı
devir, ilmî çalışmaların verdiği bilgiye dayanarak söylersek altı jeolojik
devirde yaratılması anlamını taşır. Nitekim günümüzde bu alanda
gerçekleştirilen bilimsel araştırmalar, kâinatın, süresi milyar yıllarla ifade
edilen çok uzun devirler içinde yaratıldığını söylemektedir.
Cenâb-ı
Hak, gökleri ve yeri yarattıktan sonra “arşa istivâ etmiştir.” اَلْعَرْشُ (arş) yüksek bir mekân, eve nispetle
tavan, tavana nispetle çatı, çadır ve çatı gibi yükselen ve gölge veren şeyler
mânasına gelir. Bu mânalardan hareketle arş, hükümdarların oturduğu taht ve bu
tahtın gereği olan kuvvet, hakimiyet ve saltanat mânasında da kullanılmıştır. اَلإسْتِوَاءُ (istivâ) ise oturmak, kurulmak, yerleşmek,
yönetmek, idare etmek demektir. Allah’ın arşa istivâsını fizikî ve cismânî
olarak düşünmek mümkün olamaz. Dolayısıyla bu ifade, bütün varlıkların üstünde
ve ötesinde sonsuz yüceliğe sahip, mutlak hâkim olan Allah’ın, kâinata ve
kâinatta bulunan her şeye hükmetmesi, onları en mükemmel şekilde düzenleyip
yönetmesi mânasındadır. Bunun temsilî bir ifade olduğunu düşünürsek,
hükümdarlar tahta oturup ülkelerini yönettikleri gibi, mâhiyetini sadece
kendisinin bileceği bir şekilde Rabbimiz de tahtına oturup bütün kâinatı
yönetmekte, sevk ve idâre etmektedir. Bunun açık delillerinden biri geceyi
gündüzün üzerine örtmesi; gecenin gündüzü sür’atle takip etmesi ve ona
yetişmeye çalışmasıdır. Aynı durum gündüz için de geçerlidir. Nitekim bir başka
âyet-i kerîmede: “Allah sürekli olarak geceyi gündüzün üzerine sarıyor,
gündüzü de gecenin üzerine sarıyor” (Zümer 39/5) buyrulur. Bilindiği gibi
gece ve gündüz, dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesinden oluşur. Dünya
döndükçe güneşi gören yüz gündüz, güneşi görmeyen yüz gece olur. Döndükçe gündüz
tarafı, gece tarafına gelir ve orası da gece olur. Fakat bir taraftan gece
gündüzü örterken, bir taraftan da gündüz geceyi örter. Âdetâ birbirine meftûn
iki sevgili gibi gece ile gündüz birbiri ardından kesintisiz bir şekilde koşar
dururlar. Bu koşunun hızı ise dünyanın dönüş hızıdır.
Allah
Teâlâ’nın sonsuz bir ilim, irade, kudret ve hikmetle kâinatı idâre etmesinin
bir başka açık delili, O’nun güneşi, ayı ve yıldızları yaratıp emrine boyun
eğdirmiş olmasıdır. Hiç biri Allah’ın emrine, irade ve tasarrufuna karşı bir
başkaldırı, direniş ve muhalefet göstermez, gösteremez. Gerek gündüzün ortaya çıkıp
dört bir yanı aydınlatan güneş, gerek geceleyin gökyüzünün kandilleri olarak
arz-ı endâm eden ay ve yıldızlar, “Allah her bir göğe vazifesini bildirdi” (Fussılet
41/12) âyetinin beyân ettiği gibi kendilerine verilen ilâhî emre itaat etmek ve
uymak zorundadırlar. Yaratılışları, mâhiyetleri, tabiatları, aldıkları emre
uymaktan ibarettir. Hepsi yaratılmış, hepsi ilâhî iradeye tâbi, rabbanî
saltanatın icabına boyun eğdirilmiş, onun tedbir ve hikmeti ile evirip
çevirmesine göre hareket eden memurlardır.
Âyetin
“Yaratma da, emir ve idâre yetkisi de
yalnız O’na aittir” (A‘râf 7/54)
kısmı pek derin mânalar ifade eder. Şöyle ki:
Maddesiyle,
mânasıyla bütün varlıkları yaratan ve onlarla ilgili her türlü emri veren
Allah’tır. Bütün kâinat O’nun yaratığı; bunların yaratılması, varlıklarının
devam ettirilmesi ve yönetilmesiyle ilgili kanunlar da O’nun emridir. Madde ve mâna,
beden ve ruh, mülkiyet ve tasarruf hep Allah’ın eseri ve düzenlemesi olup,
O’nun mükemmel ilmi, hür iradesi ve nihayetsiz kudretiyle ortaya çıkıp
varlıklarını devam ettirmektedirler. İşte bu muazzam işleri gerçekleştiren ve Âlemlerin
Rabbi olan Allah pek yücedir. اَلْبَرَكَةُ (bereket) kelimesinde büyüklük, yücelik,
süreklilik ve sağlamlıkla birlikte büyüme, artma ve gelişme mânaları vardır.
Bunlara ilâve olarak iyilik ve refah mânalarını da taşır. Buna göre ayet,
“Allah’ın iyilik, ihsan, ikram ve faziletleri nihâyetsizdir. O’nun hayrı her
yere ulaşır. O, hudûdu olmayan yüce bir makam ve mevki sahibidir. Üstelik,
O’nun iyilikleri ve faziletleri için bir bozulma veya eksilme sözkonusu
değildir, sürekli ve sabittir. İnsanı yaratan ve onu kullukla sorumlu tutan da
O’dur.” Dolayısıyla insan Rabbini en iyi şekilde tanımaya çalışacak, O’nun
emrini her şeyin üstünde tutacak ve var gücüyle kulluğunun gereğini yerine
getirmeye gayret gösterecektir. Bunu başarmak için de acziyetini fark edip
Rabbine yalvaracaktır:
55. Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Çünkü O, aşırı gidenleri sevmez.
56. Yeryüzü düzene konduktan sonra orada fitne fesat çıkarıp bozgunculuk yapmayın. Azâbından korkarak ve rahmetini umarak O’na dua edin. Hiç şüphesiz Allah’ın rahmeti, iyilik eden ve işini güzel yapanlara pek yakındır.
Dua,
âdâbına riâyet ederek kulun ihtiyaçlarını Rabbinden istemesidir. Dua, mü’minin
istinatgâhı ve kulluğun özüdür. Allah’ın huzuruna arzedilen bütün dualara icâbet
olunur ve bunlar bir bir kabul edilir. Zira Rabbimiz: “Bana dua edin, size
cevap vereyim” (Mü’min 40/60) buyurur. Ancak duanın kabul edilmesi için
Allah Teâlâ’nın razı olacağı bir ihlas, samimiyet, gönül kırıklığı, tazarru ve
niyaz halinde yapılmalıdır. Bağırıp çağırmak, emreder gibi istemek doğru
değildir. Bu sebeple burada bize Rabbimize yalvara yakara, gizlice, için için,
azabından korkarak ve rahmetini umarak dua etmemiz emredilmektedir. Bu hususta
haddi aşanları Allah’ın sevmediği ihtarı yapılırken; güzel işler yapan, yaptığı
işi güzel yapan, daima iyilik peşinde olan, her türlü bozgunculuktan uzak duran
ihsan sahiplerinin Allah’ın rahmetine erecekleri müjdesi verilir.
Ebu
Mûsâ el-Eş‘ârî’nin naklettiği şu hadise duada takınılması gereken edebi
açıklar:
Biz
Allah Resûlü (s.a.s.)’le beraber bir gazada bulunuyorduk. İnsanlar yüksek sesle
tekbir getirmeye başladılar. Peygamberimiz:
“ Ey insanlar! Kendinize acıyın; siz sağıra veya burada olmayana
dua etmiyorsunuz. Bilakis siz işiten, bilen ve sizinle beraber olana dua
ediyorsunuz” buyurdu.” (Buhârî, Tevhid 9; Müslim, Zikir 44-45)
56.
âyette geçen “Yeryüzü düzene konduktan sonra orada fitne fesat çıkarıp
bozgunculuk yapmayın” yasağından şu mânaları anlamak mümkündür: Cenâb-ı Hak
yeryüzünü yaratmış, düzenini tesis etmiş ve kullarının ihtiyaçlarını temin
edecek bütün nimetleriyle onu insanoğlunun emrine âmâde kılmıştır. Ayrıca nasıl
bir kulluk yapacaklarını bildirmek üzere peygamberler ve kitaplar göndermiştir.
Bu nimetlerin Allah’ın razı olacağı şekilde kullanılması ve kurulan bu düzenin
korunup devam ettirilmesi vazifesini de yine insana yüklemiştir. Bu vazifeyi
başarıyla ifa edebilmek için “bozgunculuk yapmayın” şeklindeki ilâhî
tâlimatı iyi anlamak ve gereğini tatbik etmek mecburiyeti vardır. Hülasa olarak
ifade etmek gerekirse insana dünyadaki hiçbir düzenli şeyi bozmama emri
verilmiştir. Bu bağlamda öldürme, yaralama, gasp ve hırsızlık gibi insana
verilen zararlar; inkâr ve bid‘atlerle dine verilen zararlar; zina, livata,
zina iftirası gibi insan onuruna, namusuna ve aileye verilen zararlar; sarhoş
edici şeylerle akla verilen zararlar bu yasağın şumûlüne girmektedir. Çünkü
dünya hayatında insanlara ait beş temel hak ve menfaat konusu vardır: Can, mal,
nesep, din ve akıl. İşte “Bozgunculuk yapmayın!” buyruğu bütün bu hak ve
menfaatlerle bunların muhtevasına giren diğer şeylerin korunmasını gerektirir.
Bunlar korunmadığı ve bunları korumak için gereken çalışmalar yapılmadığı
takdirde dünyada karışıklıkların çıkmasına ve düzenin bozulmasına engel olmak
mümkün değildir.
O
halde Rabbinizin kâinatta nasıl bir düzen içinde işlerini yönettiğini ibretle
seyredip, siz de hayatınızı aynı düzen içinde devam ettirmeye çalışın ve âhiret
gerçeğini aklınızdan çıkarmayın:
57. O Allah ki, rüzgârları rahmetinin öncesinde müjdeci olarak gönderir. Nihâyet bu rüzgârlar, yağmur yüklü bulutları pek hafifmişçesine kaldırıp yüklendiği zaman biz onu kuruyup ölmüş bir memlekete sevk ederiz; böylece oraya su indirir de onunla her çeşit ürünü çıkarırız. İşte biz ölüleri de kabirlerinden böyle çıkaracağız; umulur ki düşünüp ders alırsınız.
Allah
Teâlâ’nın sonsuz kudret, azamet ve bereket tecellilerinden biri de, canlılara
rahmet vesilesi olan yağmuru yağdırmak istediği zaman, rahmetinin müjdecisi
olarak rüzgârları göndermesi, bu rüzgarların o yağmur yüklü ağır bulutları
hafif bir şeymiş gibi yüklenmesi ve derleyip toparlamasıdır. Burada ilâhî irade
ve kudret tekrar devreye girmekte, hitabı rüzgardan alıp yüce Zatına
çevirmektedir. Buna göre Cenâb-ı Hak, yağmur yüklü bu bulutları ölü bir beldeye
yani susuzluktan kurumuş, çatlamış, bitkileri kalmamış bir bölgeye sevk eder,
onlardaki suyu o bölgeye indirir ve bu sayede meyve, sebze ve diğer bitkilerden
çeşit çeşit ürünler çıkarır. İşin dikkat çeken tarafı, Kur’an sözünü, meselenin
sadece dünya hayatını ilgilendiren yönünü bildirerek tamamlamaz, oradan âhirete
intikal ederek, tabiatta tekrar tekrar meydana gelen bu hâdiseyi yeniden
dirilişe bir misâl yapar. Suyla ölü bir beldeyi dirilttiği ve her türlü ürünü
oradan çıkardığı gibi, mahşerde de ölüleri öylece diriltip çıkaracağını haber
verir. Buna gücü yeten Allah’ın ona da gücü yeteceğini apaçık delilleriyle
ispat ederek, selim akıl sahiplerini ilâhî hakîkatleri tefekküre, kabule ve ona
teslimiyete mecbûr bırakır.
Ebû
Ali Ahmed Ruzbar (k.s.), bunun gibi deliller üzerinde tefekkür edebilme hakkında
şu izahı yapar:
“Tefekkür
üç yönlüdür. Şöyle ki:
›
Yüce Allah’ın varlığına dair delilleri tefekkür etmek. Her kimde
böyle bir tefekkür varsa onda sevgi doğar.
›
Yüce Allah’ın vereceğini va‘dettiği sevapları tefekküre dalmak.
Her kimde böyle bir tefekkür varsa, onda ibâdetlere karşı istek doğar.
›
Yüce Allah’ın hatalara karşı azap tehdidini tefekkür etmek. Her
kimde böyle bir tefekkür varsa, o kimsede ar ve hayâ duygusu doğar.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye,
s. 290)
Böyle
ince bir tefekkür nazarıyla bakınca âyetin şu mânalara işâret ettiği
anlaşılabilir: “Rüzgârlar”, ilâhî yardım rüzgârlarıdır. “Bulutlar”, hidâyet
bulutlarıdır. “Su” ise muhabbet suyudur. Allah Teâlâ bu su vasıtasıyla ilâhî
gerçekleri yakından görme meyveleri ile türlü türlü ahlâkî güzellik ve
olgunluklar meydana getirir. Aynı şekilde Allah Teâlâ ölü kalpleri dirilterek
göğüs kabirlerinden çıkarır. Buna göre “İşte biz ölüleri de kabirlerinden
böyle çıkaracağız” (A‘râf 7/57) sözü,
“ölü kalpleri göğüs kabirlerinden böyle çıkarıp kurtarırız” mânasına gelir. “Umulur
ki düşünüp öğüt alırsınız” (A‘râf 7/57) kısmı ise “umulur ki mukaddes mekanlarda
bulunan ünsiyet havuzlarında ve yakınlık bahçelerinde geçirdiğiniz müstesnâ
anlarınızı hatırlarsınız” demek olur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 232)
Ancak
yağan yağmura karşılık her toprak aynı derecede diriliş heyecanı göstermez ve
aynı kalitede ürün vermez:
58. Toprağı verimli güzel bir arazi, yağmuru görür görmez Rabbinin izniyle gür ve bereketli ürünler verir. Çorak ve verimsiz toprak ise, ne kadar yağmur yağarsa yağsın, faydasız bitkiden başka bir şey çıkmaz. Biz, şükredecek bir toplum için âyetleri böyle açıklıyoruz.
Toprağın
durumu, kalite ve keyfiyetine göre elde edilebilecek sonuçlar farklılık
arzeder. Bu sebeple âyet-i kerîmede verimli ve verimsiz iki arazinin durumu örnek
verilir; bununla bir taraftan zahir mâna kastedilmekle birlikte, diğer taraftan
hidâyeti kabul ve gereğince amel etme bakımından insanların iç dünyaları tasvir
edilir. Şöyle ki:
Toprağı
temiz ve bereketli, suyu tatlı olan bir arazi, Allah Teâlâ üzerine yağmuru
indirdiği zaman ve vakti geldiğinde bütün mahsulatını en güzel şekilde ortaya
çıkarır; faydalı ve hoş ürünler verir. Toprağı kıraç ve adi, suyu tuzlu olan
bir arazi ise çok zor şartlarda az ve değersiz bir takım diken türü şeyler
çıkarır. Bu ifade aynı zamanda bir darb-ı meseldir. Rabbimiz bununla mü’min ile
kâfirin misalini verir: Rabbinin izniyle bereketli ürünler çıkaran güzel ve
temiz toprak, ömrünü günahlardan uzak bir şekilde amel-i sâlihle dolduran
mü’minin misalidir. Bereketsiz ve kötü toprak ise, hiçbir faydalı ameli olmayan
kâfirin misalidir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VIII, 274-275)
Bu
örneğe göre önceki âyetle birlikte bu âyetten şöyle bir mâna anlamak mümkün
olabilir:
Peygamberler,
dinî mânada ilâhî rahmetin müjdecisi ve yayıcılarıdır. Yüklenip getirdikleri
şeriatler, ihtiva ettikleri ilâhî emir ve yasaklarla birlikte hayatın
kendisiyle gerçekleştiği temiz suyla dolu ağır bulutlar gibidir. Kur’ân
kalplerin âb-ı hayatı, onun öğrettiği din ve mârifet, ebedî bir hayat olan
ilâhî rahmete ermenin en önemli vasıtasıdır. Bu ilâhî emirlere muhatap ve
bunları yerine getirmekle sorumlu olan insanlar da yağmurun indiği yerler gibi
iki kısımdır: Toprakların iyisi-kötüsü, verimlisi-verimsizi olduğu gibi
insanların ve insan topluluklarının da iyisi ve kötüsü, mümini ve kâfiri
vardır. İyileri, peygamberlerin davetinden istifade eder, ilâhî âyetler
üzerinde tefekkür ederek onlardan ibret alır, iman eder, hayat bulur ve
Allah’ın nimetlerine şükreder. Onların, gerçek hayat olan âhiret hayatını
kazanmak için yaptıkları ibâdetler, hayırlı ameller, verimli toprağın çıkardığı
güzel ürünler gibidir. Kâinatta ilâhî kudret akışları hâlinde cereyan eden bin
bir türlü âyetlerin, ilâhî tanzim ve tasarrufların, peygamberler gönderme ve
Kur’ân’ı indirmenin hikmeti de özellikle böyle güzel kulların bunlardan
faydalanarak Rablerine şükranlarını arzetmelerini sağlamaktır. Çorak yer gibi
kötü ve fena olan bedbahtlar ise Allah’ın nimetlerini ve rahmetini nankörlük ve
küfür ile karşılarlar ve onlardan gereği gibi faydalanamazlar. Zorluk ve
mahrûmiyet içinde felakete yuvarlanır giderler.
Resûlullah
(s.a.s.) ise bu hakikati şöyle
açıklamaktadır:
“Allah’ın benimle göndermiş olduğu hidâyet ve ilim, yeryüzüne
yağan bol yağmura benzer. Yağmurun yağdığı yerin bir bölümü verimli bir
topraktır: Yağmur suyunu emer, bol çayır ve ot bitirir. Bir kısmı da suyu
emmeyip üstünde tutan çorak bir yerdir. Allah burada biriken sudan insanları
faydalandırır. Hem kendileri içer, hem de hayvanlarını sular ve ziraatlarını o
su sayesinde yaparlar. Yağmurun yağdığı bir yer daha vardır ki, düz ve hiçbir
bitki bitmeyen kaypak arazidir. Ne su tutar, ne de ot bitirir. İşte bu,
Allah’ın dininde anlayışlı olan ve Allah’ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim
kendisine fayda veren, onu hem öğrenen hem öğreten kimse ile, buna başını
kaldırıp kulak vermeyen, Allah’ın benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmeyen
kimsenin benzeridir.” (Buhârî, İlim 20; Müslim, Fezâil 15)
Nitekim
sûrenin bundan sonraki âyetlerinde beyân edilecek olan peygamber kıssaları ve
geçmiş milletlerin tarihi bu değişmez gerçeğin en büyük şâhitleri olarak
karşımızda durmaktadır:
59. Biz Nûh’u kavmine peygamber gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; çünkü sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Doğrusu ben, başınıza gelecek büyük bir günün azâbından korkuyorum.”
60. Kavminin önde gelenleri ise: “Gerçekten biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler.
61. Nûh şunları söyledi: “Ey kavmim! Bende hiçbir sapıklık yoktur. Bilakis ben, Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”
62. “Size Rabbimin buyruklarını tebliğ ediyor, öğüt veriyor ve Allah’tan gelen vahiy sâyesinde sizin bilmediklerinizi biliyorum.”
“Biz her bir peygamberi, dinî emir ve
yasakları onlara en güzel şekilde anlatmaları için kendi kavminin diliyle
gönderdik” (İbrâhim 14/4) âyet-i kerîmesinin de delâletiyle Allah Teâlâ her
kavme, kendi aralarından, dillerini bilen ve onlara apaçık tebliğde bulunabilen
peygamberler göndermiştir. Bu, sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimizin kullarına
çok büyük bir ihsanıdır. Bu münâsebetle Cenâb-ı Hak, Nûh (a.s.)’ı kavmine
risâlet vazîfesiyle göndermiştir. O da, önceki ve sonraki bütün peygamberler
gibi, onları, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, yegâne ma’bûd olan
Allah’a kulluğa davet etmiştir. Yapılan bu davet gayet açık ve anlaşılır bir
davettir; kapalı kalan ve anlaşılmayan bir tarafı yoktur. Ancak bu daveti
kabulün en büyük engeli, küfür, isyan ve günah kirlerine batmış nefistir. Özellikle
maddi imkânları yerinde olan, toplum içinde haklı veya haksız bir mevki elde
etmiş bulunan ve böylece toplumun önde gelenleri arasında yer alan gururlu
kimselerin, ilâhî daveti kabulde zorlandıkları net olarak görülmektedir. Bu
kudsî davete icâbet ettikleri takdirde, ellerinde bulundukları imkânlardan
mahrum kalacakları korkusu onları derinden sarsmakta ve onları peygamberlere
karşı amansız bir mücadeleye itmektedir. Aynı şekilde Nûh kavminin ileri
gelenleri de Hz. Nûh’un tebliğini reddetmişler ve onu sapıklığa düşmüş olmakla
suçlamışlardır. Nûh ise, kendisinde sapıklıktan hiçbir iz olmadığını ve
kendisinin Allah tarafından gönderilmiş, hidâyet üzere bulunan, istikamet üzere
yaşayan ve Allah’ın dinini insanlara tebliğ eden, nasihat eden, vahiy aldığı
için normal insanların bilmediklerini bilen bir peygamber olduğunu ısrarla
söylemeye devam etmiştir.
“Risaleti
tebliğ”le “nasihat etmek” arasında şöyle bir fark olduğu söylenebilir: Risaleti
tebliğ, Allah’ın emrettiği bütün mükellefiyetleri, hükümleri, emir ve yasakları
açıkça beyân etmek ve anlaşılır bir şekilde tanıtmaktır. Nasihat ise itaate
teşvik, günahlardan sakındırmak ve âhirette faydası olacak hayırlı ameller
işlemeye irşad etmektir. Nitekim hz. Nûh, kendi misyonunu şöyle hülasa
etmektedir:
63. “Allah’ın azabını hatırlatarak sizi uyarması, böylece günahlardan sakınıp ilâhî merhamete nâil olabilmeniz için, içinizden biri vasıtasıyla size Rabbinizden bir uyarı ve nasihat gelmesine mi şaşıyorsunuz?”
Seçtiği
peygamberler ve onlara gönderdiği vahiyler vasıtasıyla talimatlarını kullarına
ulaştırması Cenâb-ı Hakk’ın bir kanunudur; başlangıçtan beri devam eden bir
sünnetullahtır. Burada peygamberlik ve vahyin üç hikmeti beyân edilir:
›
İnsanları, gelecekte, özellikle öldükten sonra mahşerde ve
cehennemde karşılaşacakları azap ve sıkıntılara karşı uyarmak,
›
Onları Allah’a karşı gelmekten ve her türlü günahlardan
sakındırmak,
›
Böylece Allah’ın rahmetine ve cennetine nâil olmalarını
sağlamaktır.
İşin
dikkat çeken yönü şu ki onlar, Hz. Nûh gibi seçkin bir şahsın Allah’ın
peygamberi olmasına taaccüp etmişler, fakat putların Allah’ın ortakları olduğu
tarzındaki sapık düşüncelerine taaccüp
etmemişlerdir. Bu, onların ne büyük bir cehalet ve müthiş bir ahmaklık içinde
olduklarını gösterir.
Bütün
bu uyarıları dikkate almayan azgın kavim Hz. Nûh’u yalandılar. Bu durum
karşısında Allah Teâlâ Hz. Nûh’u ve gemide onunla beraber bulunanları kurtarıp
selâmete çıkardı. Allah’ın âyetlerini yalanlayan, hiçe sayan o azgın kavmi de
sulara garkederek boğdu. Bu hazin akıbet, onların kalp gözlerini ilâhî davete
kapatmalarının tabii bir neticesi oldu.
Âd
kavminin yaptıkları da Nûh kavminden farksızdı:
64. Fakat kavmi onu yalanladı. Biz de onu ve gemide onunla beraber bulunanları kurtardık; âyetlerimizi yalanlayanları ise suda boğduk. Çünkü onlar, körleşmiş bir kavim idiler.
Seçtiği peygamberler ve onlara gönderdiği vahiyler vasıtasıyla talimatlarını kullarına ulaştırması Cenâb-ı Hakk’ın bir kanunudur; başlangıçtan beri devam eden bir sünnetullahtır. Burada peygamberlik ve vahyin üç hikmeti beyân edilir:
› İnsanları, gelecekte, özellikle öldükten sonra mahşerde ve cehennemde karşılaşacakları azap ve sıkıntılara karşı uyarmak,
› Onları Allah’a karşı gelmekten ve her türlü günahlardan sakındırmak,
› Böylece Allah’ın rahmetine ve cennetine nâil olmalarını sağlamaktır.
İşin dikkat çeken yönü şu ki onlar, Hz. Nûh gibi seçkin bir şahsın Allah’ın peygamberi olmasına taaccüp etmişler, fakat putların Allah’ın ortakları olduğu tarzındaki sapık düşüncelerine taaccüp etmemişlerdir. Bu, onların ne büyük bir cehalet ve müthiş bir ahmaklık içinde olduklarını gösterir.
Bütün bu uyarıları dikkate almayan azgın kavim Hz. Nûh’u yalandılar. Bu durum karşısında Allah Teâlâ Hz. Nûh’u ve gemide onunla beraber bulunanları kurtarıp selâmete çıkardı. Allah’ın âyetlerini yalanlayan, hiçe sayan o azgın kavmi de sulara garkederek boğdu. Bu hazin akıbet, onların kalp gözlerini ilâhî davete kapatmalarının tabii bir neticesi oldu.
Âd kavminin yaptıkları da Nûh kavminden farksızdı:
65. Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; çünkü sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Artık Allah’tan korkup günahlardan sakınmaz mısınız?”
66. Kavminin inkâra saplanmış ileri gelenleri de: “Şüphesiz seni biz bir çılgınlık ve beyinsizlik içinde bocalar görüyoruz ve senin gerçekten yalancılardan olduğunu düşünüyoruz” dediler.
67. Hûd şöyle dedi: “Ey kavmim! Bende herhangi bir çılgınlık ve beyinsizlik yoktur. Bilakis ben Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”
68. “Size Rabbimin buyruklarını tebliğ ediyorum. Ben sizin iyiliğinizi isteyen güvenilir bir nasîhatçiyim.”
69. “Allah’ın azabını hatırlatarak sizi uyarması için, içinizden biri vasıtasıyla size Rabbinizden bir uyarı ve nasihat gelmesine mi şaşıyorsunuz? Düşünün ki, O sizi Nûh kavminden sonra yeryüzünde halîfeler yaptı ve sizi yaratılış bakımından daha güçlü, kuvvetli ve gösterişli kıldı. O halde Allah’ın verdiği nimetleri hatırınızdan çıkarmayıp ona göre davranın ki kurtuluşa eresiniz.”
Âd
kavmi, Yemen, Aden ve Ummân arasında bulunan Ahkâf diyârında yaşamış bir Arap
toplumudur. Kavme ismi verilmiş bulunan Âd’ın, Hz. Nûh’un torunlarından olduğu rivayet
edilir. Zamanları, Nûh (a.s.)’dan tahmînen sekiz yüz sene sonradır. Verimli
toprakları olan bu kavim; otu, suyu, ve çeşitli nimetleri bol, bağlık-bahçelik
bir yerleşim yerine sahip idiler. Yerin üzerinde gürül gürül akan ırmakları,
bağları, bahçeleri, sürü sürü davarları; yer altında da, çeşitli su depoları ve
köşkleri vardı. (bk. Şuarâ 29/129, 133, 134) Bu kavmin insanları
güçlü-kuvvetli, cüsseli, uzun boylu ve uzun ömürlü idiler. Kayaları yontarak
evler yapar, gösterişli binâlar inşâ ederlerdi.
Cenâb-ı
Hak bunlara da kardeşleri yani aynı sülâleden olan veya kabile birliği
bakımından kardeşleri sayılan Hûd (a.s.)’ı peygamber gönderdi. Onları, aynen
Hz. Nûh gibi, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah Teâlâ’ya kulluğa davet
etti. Onları küfür, şirk ve her türlü günahlardan uzaklaşarak takvâ hayatı
yaşamaya çağırdı. Fakat onlar bu kurtarıcı çağrıya kulak asmadıkları gibi Hz.
Hûd’u sefîhlikle; beyinsizlik, akıl kıtlığı ve görüş zayıflığı ile itham ettiler;
onun yalancı olduğuna hükmettiler. Hz. Hûd, kavminden belki kaba ve kötü
konuşmayı gerektirecek pek kötü sözler duymasına rağmen, sabırlı davranarak
nasihatçinin kemâl halindeki şahsiyetine yakışır tarzda onlarla güzellikle
mücadele etme yolunu tuttu; tatlı ve leyyin bir lisanla kendisinde beyinsizlik,
akıl kıtlığı olmadığını, hatta bu tür menfî hususiyetlerden bir iz bile
taşımadığını ifade etti. Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen, akıl, rüşt ve
doğruluğun zirvesinde bir peygamber olduğunu bildirdi. Onlara Allah’ın emir ve yasaklarını
tebliğ etmekte olduğunu, bu hususta
güvenilir bir nasihatçi olduğunu yineledi.
Hz. Hûd, yine Hz. Nûh gibi, içlerinden seçtiği
peygamberler vasıtasıyla insanlara ilâhî tâlimatlarını ulaştırmanın, Allah Teâlâ’nın
bir sünneti, bir âdeti olduğunu, dolayısıyla bunda şaşılacak bir şey
bulunmadığını hatırlattıktan sonra, kendilerine ihsan edilen şu iki nimet
üzerinde dikkatlerini çekerek kavmini düşünmeye davet etti:
Allah
onları Hz. Nûh kavminden sonra getirip yeryüzünün halîfeleri ve hakimleri
kılmıştır. Tufandan sonra ilk defa teşkilatlanan ve yeryüzünde imar
faaliyetlerine başlayan kavim bunlar olmuşlardır.
›
Onları uzun boylu, sağlam yapılı, güçlü ve kuvvetli yaratmıştır.
Gerçekten Âd kavmi, diğer kavimlere göre uzun boylu ve güçlü kuvvetli idiler.
Zamanlarında onlar gibi uzun vücutlu kimse yoktu.
›
halde inkâr bataklığında yok olup gitmek yerine, kurtuluşa
erebilmek için Allah’ın bu nimetlerinin kadrini bilip hidâyete ermeye
çalışmaları onlar için şüphesiz daha faydalı olacaktır.
Âyetin
“O sizi Nûh kavminden sonra yeryüzünde halifeler yaptı” (A‘râf 7/69) kısmından hareketle şöyle bir ince mâna
anlamak mümkündür: “Allah Teâlâ yaratılanların bir kısmını, diğer bir kısmından
sonra getirir ve hepsini yeryüzünde halifeler kılar. Onlardan bir cins yok olur
olmaz, onların yerine yine aynı cinsten başka bir kavmi getirir. Aynı şekilde
gaflet ehlinden bir grup yok olduğu zaman aynen onlar gibi başkalarını getirir.
Vuslat ehlinden bir grup ortadan kalkınca yine yerlerine vuslat ehlinden başka
bir grup getirir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 239)
Hz.
Hûd’un, açık ve anlaşılır bu tebliğine karşı inkarcı kavmin sergilediği tavra
gelince:
70. Dediler ki: “Ya! Demek sen bize tek olan Allah’a kulluk edelim ve babalarımızın tapa geldikleri putları bırakalım diye geldin ha? Eğer doğru söylüyorsan, bizi tehdit edip durduğun o azabı getir de görelim!”
71. Hûd şöyle dedi: “Artık gerçekten sizin başınıza Rabbinizden bir azap ve gazap inmesi kesinleşmiştir. Benimle, sizin ve atalarınızın uydurdup kendilerine ulûhiyet atfettiğiniz, fakat ilâh ve mabud olabileceklerine dair Allah’ın hiçbir delil indirmediği, indirmesi de mümkün olmayan birtakım boş isimlerden ibaret putlarınız hakkında mı tartışıyorsunuz? Madem öyle, bekleyin bakalım bu işin sonu ne olacak! Ben de sizinle beraber beklemekteyim!”
72. Nihâyet onu ve beraberinde olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık; âyetlerimizi yalanlayıp iman etmemiş olanların ise kökünü kestik.
Bedbaht
kavim, peygamberlerinin nasihatini dinleyip Allah’ın verdiği nimetlere
şükredecekleri yerde, inat ve inkârda daha da ileri giderek Hz. Hûd’a hakâret
etmeye başladılar. “Ya! Demek sen bize tek olan Allah’a kulluk edelim ve
babalarımızın tapa geldikleri putları bırakalım diye geldin ha?” (A‘râf 7/70) diyerek onunla alay ettiler. Sonunda,
kendilerini zaman zaman tehdit ettiği azabı başlarına getirmesini isteyecek
kadar cür’etkâr bir tavır sergilediler. Bu tutum ve davranışları, üzerlerine
ilâhî azabın inmesi hakkındaki hükmün kesinleşmesine sebep oldu. Hz. Hûd onlara
bu acı gerçeği haber verdi. Son olarak onları tekrar sarsmak ve uyandırmak
için, hiçbir fayda veya zarar vermeye güçleri yetmeyen, atalarının ve
kendilerinin uydurdukları isimlerden başka bir anlam ifade etmeyen putlara
tapmak suretiyle içinde bulundukları perişan durumu hatırlattı. Gerçek bir
delile dayanmayan böyle asılsız bir meselede kendisiyle münakaşa etmelerinin ne
kadar yersiz ve mânasız olduğunu izah etmeye çalıştı. Fakat ne çâre ki, artık
onların söz dinleyecek halleri yoktu ve ilâhî azabın gelmesini beklemekten
başka çare kalmadı. Nihayet beklenen azap, yedi gün sekiz gece durmadan esen,
değdiği her şeyi kökünden söküp havaya uçuran, paramparça eden korkunç bir
rüzgar halinde geldi. (bk. Hâkka 69/6-8; Ahkâf 46/24-25) Allah bu azapla,
âyetlerini yalanlayan ve imana yanaşmayan Âd kavminin kökünü kesti, bir kişi
sağ kalmayacak şekilde hepsini tamamen yok etti. Hz. Hûd ve ona inananları ise
rahmetiyle kurtardı.
Dikkat
edilmelidir ki, nübüvvet rütbesinden daha üstün bir rütbe, risâlet derecesinden
daha yüksek bir derece yoktur. Buna rağmen Allah Teâlâ, hem Hz. Hûd’u hem de
ona inananları rahmetiyle kurtardığını haber vermektedir. Bunun hikmeti,
kurtuluşun yapılan ameller karşılığında hak edilmiş bir durum değil de, ancak
Allah’ın fazlı ve rahmetiyle ulaşılacak hayırlı bir netice olduğunu
bildirmektir. Buna göre kurtulan herkes ancak Cenâb-ı Hakk’ın lütf u keremi ile
kurtulmuştur ve kurtulacaktır. (Kuşeyrî, Letâifu’l-işârât, I, 341)
72.
âyette helâk olmanın sebebinin Allah’ın âyetlerini yalanlama ve imansızlık
olduğuna, kurtuluş yolunun ise Allah’ın âyetlerini doğrulama ve bunlara iman
olduğuna dikkat çekilmektedir.
İnsanlığın
yaşadığı bir başka ibretli misal de Semûd kavminin halidir:
73. Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; çünkü sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Doğrusu Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir. O da, size bir mûcize olarak Allah’ın şu devesidir. Onu kendi hâline bırakın, Allah’ın arzında yesin, içsin. Sakın ona bir kötülük yapmayın, yoksa sizi can yakıcı bir azap yakalayıverir.”
74. “Bir düşünün: Allah sizi Âd kavminin ardından halîfeler kıldı ve yeryüzünde size geniş imkânlar bahşetti. Yerin düzlüklerine saraylar kuruyor, dağları yontarak evler yapıyorsunuz. Öyleyse Allah’ın bütün bu nimetleri üzerinde düşünün de, bozguncular kesilip yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.”
Semûd
kavmi, Hz. Nûh’un oğlu Sâm’ın neslinden gelen Semûd’un kavmidir. Hûd (a.s.)’ın
vefâtından sonra, Semûd’un torunları Kuzey Arabistan bölgesine, Şâm ile Hicâz
arasında bulunan Hicr mevkiine yerleşmişlerdi. Daha sonra buradan ayrılıp Âd
kavminin bölgesine yerleştiler. Semûd’un nesli çoğalıp bir kavim hâline geldi.
Kendilerine “Âd-ı Sânî” yani “İkinci Âd” ismi verildi. Bu kavim de, vaktiyle Âd
kavminin sahip olduğu nimetlere sahip oldular ve öncekiler gibi onlar da gaflet
ve sapıklığa düştüler. Âd kavminin helâkini, azgınlıkları dolayısıyla gelen
azâb-ı ilâhîden başka bir sebebe bağlayarak gaflet mahmurluğu içinde: “Âd
kavmi, sağlam binâlar yapmadıkları için helâk oldular. Zira onlar, evleri
kumlar üzerine yapmışlardı. Biz ise sağlam kayalar üzerine yaptık. Gelen fırtınalardan
herhangi bir zarar görmeyiz…” dediler. Kendilerine köşkler, saraylar inşâ
ettiler. Taşları oydular, onlara yeni şekiller verdiler. Köşklerini ve
saraylarını çeşitli şekillerle tezyîn ettiler. Tevhîd inancını unutup Allah’a
ortak koştular ve yapmış oldukları putlardan kendilerine tanrılar edindiler.
Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli sûrelerinde, iman etmedikleri ve sayısız
azgınlıklarla haddi aştıkları için helâk edilen bu kavimden ibretle bahsedilir.
Allah
Teâlâ, Semûd kavmine kardeşleri Hz. Sâlih’i peygamber göndermiştir. Sâlih (a.s.)
da, önceki peygamberler gibi, onları tek olan Allah’a kulluğa davet etmiştir.
Onlara, peygamberliğinin açık bir delili olarak, sert bir kayanın içinden dişi
bir deve getirmiş, istediği gibi otlayabilmesi, yiyip içebilmesi için onu
serbest bırakmalarını, ona herhangi bir kötülük yapmamalarını, aksi takdirde
başlarına pek elem verici bir azabın geleceğini hatırlatmıştır. İman edip ilâhî
emirlere tabi olmaları ve bozgunculuktan vazgeçip yeryüzünde karışıklık
çıkarmamaları için de onları, Allah’ın kendilerine ihsan ettiği nimetler
üzerinde tefekküre davet etmiştir. Bu nimetler şunlardır:
›
Âd kavminin helâkinden sonra onların yerine halîfe olmuşlardır.
Yeryüzünün imarı, hâkimiyeti ve hükümranlığı onların eline geçmiştir.
›
Allah onları yeryüzüne yerleştirmiş; onlar da düzlük yerlerde
köşkler, saraylar kurmuşlar, bununla da yetinmeyip daha sağlam ve uzun ömürlü
olması için dağları yontarak evler yapmışlardır.
Onlara
bu imkânları sağlayan şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. O halde bu nimetlerin değerini
anlayıp O’na kulluk etmek; bozgunculuk ve kargaşa çıkarmak gibi kulluğa aykırı
fiillerden de uzak durmak gerekir. Ancak azgın kavmin sergilediği tavır bunun
tam aksi olmuştur:
75. Kavminin büyüklük taslayan önde gelenleri, kendi kavimlerinden zayıf ve hor gördükleri mü’minlere: “Sâlih’in, Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu kesin olarak biliyor musunuz?” diye çıkışırlar, onlar da: “Biz, ona indirilen her şeye kesinlikle iman ediyoruz” derlerdi.
76. Büyüklük taslayan o zâlimler ise: “Siz neye inanıyorsanız, işte biz de onu bütünüyle inkâr ediyoruz” diye karşılık verirlerdi.
77. Derken o dişi deveyi kesip öldürdüler, böylece Rablerinin emrinden dışarı çıktılar ve: “Ey Sâlih, eğer gerçekten sen peygamberlerden isen bizi tehdit edip durduğun azabı getir de görelim!” diye meydan okudular.
78. Nihâyet o dehşetli sarsıntı onları kıskıvrak yakalayıverdi de oldukları yerde yüz üstü serilip kaldılar.
79. Bu tecelli karşısında Sâlih, oradan uzaklaşırken şöyle diyordu: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin buyruklarını tebliğ ettim, size samimi olarak nasihatte bulundum. Fakat siz nasihat edenleri sevmiyordunuz.”
Kur’ân-ı
Kerîm’de peygamberlerin hitap ettiği kitleler dikkate alındığında, bunlar
içinde hem dünyada hem de âhirette birbiriyle hep münâkaşa halinde olan iki
grubun var olduğu görülür. Müstekbirler ve mustaz‘aflar. Müstekbirler, gurur ve
kibre kapılarak ilâhî hakîkatleri kabul etmemekte direnip büyüklük taslayan
zorbalardır. Mustaz’aflar ise müstekbir kesimin zayıf ve hor gördüğü, değer
vermediği, baskı altında tutup istedikleri istikamette yönlendirmeye
çalıştıkları zavallı, biçâre kimselerdir. İşte Semûd kavmi içinde bulunan bu
zorbalar, zayıf, fakir ve kimsesiz mü’minleri baskı altında tutarak
imanlarından vazgeçirmeye çalışmışlar ve kendilerinin kâfir olduklarını açıkça
ilan etmişlerdir. Bu yetmiyormuş gibi, deveye dokunmama hakkında Hz. Sâlih’e
verdikleri sözden cayıp Allah’ın emrine karşı gelerek deveyi kesmişler, Hz.
Sâlih’ten de kendilerini tehdit ettiği azabı getirmelerini isteyecek kadar
ileri gitmişlerdir. Böylece başlarına ilâhî azabın gelmesi kesinleşmiş ve
kendilerini yakalayan şiddetli bir deprem ile helak edilmişlerdir. Hz. Sâlih, “Ey
kavmim! Ben size Rabbimin buyruklarını tebliğ ettim, size samimi olarak
nasihatte bulundum. Fakat siz nasihat edenleri sevmiyordunuz” (A‘râf 7/79) diyerek kavminin helak edilmesine
duyduğu üzüntüyü dile getirmiş olsa da, artık karara bağlanmış ve vuku bulmuş
bir azap için yapılacak bir şey kalmamıştır.
Tebük
seferinde ashâb-ı kirâm, Semûd kavminin helâk olduğu yerden geçerken Peygamber
Efendimiz (s.a.s.):
“–Bu taştan oymalı evlere hüzünle girin! Buradan bir şey de
almayın! Çünkü burada azgın bir kavme azâb-ı ilâhî geldi...”
buyurmuşlardı. Sahâbe-i kirâm:
“–Yâ
Resûlallah, kırbalarımıza su doldurduk. Hattâ bu su ile hamur yaptık!” dediler.
Peygamber (s.a.s.):
“–Sularınızı boşaltın, hamurlarınızı da dökün!” buyurdu.
(Buhârî, Enbiyâ 17)
Bir
diğer rivayette Efendimiz, bu tavsiyesinin sebebini açıklarken: “Onların
yaşadığı felâketin sizin başınıza da gelmesinden endîşe ettim” buyurmuştur.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 117)
Bu
ibretli hâdiseden, ilâhî kahrın tecellî ettiği beldelerde, isyân ve günah yüklü
mekânlarda mânen devam eden o kahrın in’ikâsına mâruz kalmamak için oralarda
bulunmamak, zarûreten geçmek gerektiğinde ise süratle geçmek îcâb ettiği
anlaşılır.
Günümüz
batı toplumlarında bir kangren haline dönüşen korkunç sapıklığın derin izlerini
taşıyan Lut kavminin kıssası da pek ibretlidir:
80. Lût’u da peygamber gönderdik. Kavmine şöyle dedi: “Dünyada sizden önce hiç kimsenin yapmadığı o iğrenç işi bir yol hâline getirip nasıl irtikap ediyorsunuz?”
81. “Kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, haddi aşan azgın bir toplumsunuz.”
82. Kavminin cevâbı: “Lût ve yandaşlarını memleketinizden çıkarın. Çünkü bu beyler, kendilerince temizliğe çok düşkün insanlar!” demekten başka bir şey olmadı.
Lût
(a.s.), Hz. İbrâhim’in kardeşinin oğludur. Yani İbrâhim (a.s.) onun amcasıdır.
Allah Teâlâ onu Sodom ve Gomore halkına peygamber göndermiştir. O bölgede, daha
önce hiçbir millette görülmeyen bir hayâsızlık yaygınlaşmıştı. Erkekler,
kadınları bırakıp şehvetlerini tatmin için erkeklere yaklaşıyorlardı. Bu, fevkalâde
çirkin ve insan haysiyetine uymayan bir davranıştı. Lût (a.s.) onları,
hayvanların bile yapmayacağı bu hayâsızlıktan vazgeçirmeye çalıştı. Bunun bir
cinsî sapıklık olduğunu, bunu yapanların da haddini aşan kimseler olacağını
söyledi. Fakat böyle bir hayâsızlığı alışkanlık haline getirmiş o bölge
halkının artık Lût’un kurtarıcı sesine kulak verecek halleri kalmamıştı. Hz.
Lût ve arkadaşlarıyla, “bunlar, kendilerinin çok temiz olduğunu düşünen
insanlarmış!” diyerek alay etmeye başladılar ve onların memleketlerinden
sürülmelerini talep ettiler. Hâsılı başlarına ilâhî azâbın gelmesini
gerektirecek bir azgınlık ve günaha tevessül ettiler:
83. Neticede Lût’u ve ailesini kurtardık. Karısı hâriç; o geride kalıp helâk edilenlerden oldu.
84. Üzerlerine müthiş bir taş yağmuru yağdırdık. Bir bak ki, günahkârların âkıbeti nasıl oldu!
Allah,
onların üzerine şiddetli bir taş yağmuru yağdırarak hepsini helak etti. Hz. Lût
ve ona iman edenleri kurtardı. Hz. Lût’un karısı ise, gizli gizli kâfirlerle
işbirliği yaptığı ve hayâsızlığın işlenmesinde onlara destek olduğu için geride
kalıp helâke uğrayanlardan oldu. Âyetteki “Bak!” emri, aklı olup düşünen
herkesedir. Bakmak, onların durumundan ibret alıp yaptıklarından sakınmak
içindir. O halde Cenâb-ı Hakk’ın, peygamberlerine karşı gelen, günahkâr ve
azgın kavimleri nasıl helâk ettiğine bakıp ibret almak; böyle bir hazin âkıbete
uğramaktan sakınmak gerekir.
Şimdi
de, bir ibret sahnesi olarak Medyen kavminin yaptıkları gözler önüne
seriliyor:
85. Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; çünkü sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Doğrusu Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir. Artık ölçüyü ve tartıyı tam yapın. Mal ve eşyanın değerini düşürerek insanlara haksızlık yapmayın. Yeryüzünde düzen sağlandıktan sonra orada bozgunculuk çıkarmayın. Gerçekten mü’min iseniz, sizin için hayırlı olan budur.”
86. “İnananları tehdit etmek, onları Allah yolundan alıkoymak ve bu doğru yolu eğri göstermek maksadıyla yol başlarını tutmayın. Düşünün ki, bir zamanlar siz az ve zayıftınız, fakat Allah sayınızı çoğalttı, gücünüzü artırdı. Bozguncuların sonu nasıl olmuş, bir bakın da ibret alın!”
87. “Eğer içinizden bir grup bana gönderilen gerçeğe inanmış ve bir grup da inanmamışsa, ben ne diyeyim; madem öyle, o zaman Allah aramızda hükmünü verinceye kadar sabırla bekleyin. Çünkü O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”
Medyen,
Mısır ile Filistin arasında Sînâ yarım adasının
kuzeyindeki bölgenin adıdır. Hz. Şuayb döneminde burada Arapların Emur koluna
mensup kabileler oturmaktaydı. Medyenliler, sapıklık ve isyan yollarına
düşmüşler, Allah’a ibâdet ve itâati terk etmişlerdi. Putlara ve heykellere
tapıyorlardı. Medyen’in kervan yolları üzerinde bulunması sebebiyle halk,
ticâretle meşguldü. Ancak hîle yaygınlaşmış, bir sanat ve mârifet hâline
gelmişti. Halk, kendileri için bir alışverişte bulunduğunda tartıyı fazla
tutarlar, aldıklarını az gösterirler; başkalarına bir şey satarken ise, fazla
ücret alıp eksik mal verir, hîle ile azı çok olarak gösterirlerdi. Hattâ alış
için ayrı, satış için ayrı terâzi kullanırlardı. Yine bu azgın kavim,
insanların yollarını keser, onların mallarından bir kısmına el koyarlardı.
Özellikle yabancı ve gariplerin mallarını çeşitli entrikalarla ellerinden alırlardı.
Beşerî münâsebetleri tamamen hîle, eziyet ve zulüm üzerineydi. Hak Teâlâ’nın
verdiği bol nimetlerin kıymetini bilip şükürlerini edâ etmezler, Allah’a isyan
etmek ve putlara tapmak sûretiyle son derece nankörlük ederlerdi.
Allah
Teâlâ onlara Hz. Şuayb’ı peygamber gönderdi. Medyen’de doğup büyüyen Şuayb (a.s.),
o kavmin asîl bir âilesine mensuptu. Gençliği Medyen kavminin arasında geçti. Bölge
halkı sapıtıp azıtmış olmakla birlikte Hz. Şuayb, onların kötülüklerinden uzak,
temiz ve nezih bir hayat yaşardı. Şuayb (a.s.), kavmine güzel nasîhatlerde
bulundu. Çok güzel konuştuğu için kendine خَط۪يبُ الأنْبِيَاءِ (Hatîbü’l-Enbiyâ) “Peygamberlerin Hatîbi” lakabı
verilmiştir.
Hz.
Şuayb, kavmine, Cenâb-ı Hakk’a şirk koşmamalarını, yalnız O’na ibâdet
etmelerini, çünkü O’ndan başka ibâdete layık başka bir ilâh olmadığını
hatırlattıktan sonra, yukarıda da temas edildiği gibi toplumda revaçta olan bir
kısım günahlardan sakınmalarını söylemiştir. Bunları şu şekilde hülasa etmek
mümkündür:
› Ölçüyü ve
tartıyı doğru ve tam olarak yapmak, bu hususta hile yolarına kaçmamak. Rivayete
göre Medyen halkının iki ölçeği ve iki tartısı vardı. Bunlardan biri diğerinden
daha büyüktü. Onlar, insanlardan bir şey satın aldıkları zaman büyük ölçeği
kullanarak ölçüyü tam yapıyorlardı. Kendileri onlara bir şey sattıkları zaman
küçük ölçeği kullanarak ölçü ve tartıyı eksik yapıyorlardı. Ölçerken ve
tartarken insanların haklarını eksiltmek, nefsin hasisliği, himmetin düşüklüğü,
hırsın fazlalığı, hevâ ve zulme uymaktan ileri gelir. Bu mezmûm sıfatlar,
nefsin kötü huylarındandır. Şeriat, bu kötü sıfatların değiştirilmesini ve
nefsin tezkiye edilmesini emretmiştir. Efendimiz (s.a.s.) bu hususta: “Koyun
sürüsüne saldıran iki aç kurt, kişinin dini için, onun mal ve şöhrete olan
hırsından daha zararlı değildir” (Tirmizî, Zühd 43) buyurmuştur.
› İnsanların
eşyasını eksik vermemek, mallarının değerini düşürmemek. Bu, mallarda kusurlu
olduğunu söylemek, değerli ve rağbet edilen bir şey olmadığını ifade etmekle;
ölçü ve tartılarda ise fazla ya da eksiltmek suretiyle hile yapmakla olur.
Bütün bunlar, insanların mallarını haksız yollarla yemektir.
› Gelen
peygamberin gayretleriyle ıslah edilip belli bir düzen kurulduktan sonra
yeryüzünde bozgunculuk yapmamak, kargaşa ve anarşi çıkarmamak.
› İnsanları
tehdit ederek Allah’ın yolundan saptırmak ve Allah’ın dinini eğip bükmek
maksadıyla yol başlarında oturmamak. Onlar, Hz. Şuayb’a iman edenleri öldürmek
ve işkenceye uğratmakla tehdit ediyorlardı. Yine onlar, Hz. Şuayb’ın bulunduğu
yere çıkan yolların başında oturuyor, onun yanına gitmek isteyen kimseleri
tehdit ederek alıkoyuyor ve “O bir yalancıdır, onun yanına gitmeyin”
diyorlardı. Kureyş müşriklerinin, Allah Resûlüne yaptıklarının aynısını
yapıyorlardı.
Bu
arada Hz. Şuayb onlara, Allah’ın ihsan ettiği bir kısım nimetleri hatırlattı.
Mesela onlar sayıca az iken Allah onların sayılarını çoğaltmış, fakir iken
onları zengin kılmıştı. Bu nimetleri hatırlayarak şükretmelerini, bir taraftan
da önceden helak edilmiş olan Âd ve Semûd kavmi gibi bozguncuların hazin
âkıbetlerinden ibret almalarını öğütledi. Fakat ne çâre ki, içlerinden
inananlar olduğu gibi, bir kısmı da inkâr yolunu seçti. Bunun üzerine Şuayb (a.s.)
onlara, en iyi, en doğru hüküm verici olan Allah aralarında hükmedinceye,
inananları kurtarıp inkâr edenleri helak edinceye kadar sabretmelerini istedi.
Fakat
azgın kavmin ne itirazlarının ne de düşmanlıklarının sonu geliyordu:
88. Kavminin büyüklük taslayan önderleri ona şöyle dediler: “Ey Şuayb! Seni ve sana iman edenleri hiç şüpheniz olmasın ki memleketimizden sürüp çıkaracağız, ya da siz bizim dînimize, düzenimize döneceksiniz.” Şuayb’ın cevabı ise şöyle oldu: “Bu teklifinizi çirkin görüyor, yürekten istemiyor olsak da bile, zorla öyle mi?”
89. “Allah bizi sizin o bâtıl dîninizden ve yolunuzdan kurtardıktan sonra yeniden ona dönersek, bu takdirde elbette yalan isnadıyla Allah’a iftirada bulunmuş oluruz. Doğrusu Rabbimiz Allah’ın dilemesi hâriç, bizim sizin bâtıl dîninize dönmemiz asla sözkonusu değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz yalnızca Allah’a güvenip dayandık.” Sonra Allah’a yönelerek: “Rabbimiz! Sen bizimle kavmimiz arasında hükmünü ver. Çünkü hüküm verenlerin en hayırlısı sensin!” diye yalvardı.
Müstekbirlerin
ve zorbaların âdeti, daima üstün olmaya ve kendilerinden zayıf olanlara
istediklerini yaptırmaya çalışmaktır. Çünkü onlar, elde ettikleri nimetlerin
şımarıklığı, zenginliğin azgınlığı ve despotluğun taşkınlığı içindedirler.
Tutuldukları dünya sevgisi, onlara, her türlü kötülüğü yaptıracak ve her türlü
mel’aneti işletecek güçtedir. Bu sebeple Hz. Şuayb’ın nasihatlerini dinleyen
kavmin büyüklük taslayan ileri gelenleri, Şuayb (a.s.) ve ona inananları baskı
altında tutup yurtlarından çıkarmaya veya dinlerinden döndürmeye
zorlamışlardır. İki ihtimalden birinin gerçekleşeceği hususunda yemin
etmişlerdir. Fakat asıl maksatları, onları dinlerinden döndürmeye çalışmaktır.
Sürgünü, onları buna zorlamak için ileri sürmüşlerdir.
Hz.
Şuayb, tehditlere aldırmaksızın, korkusuzca, kendinden gayet emin bir şekilde,
Allah’a olan iman ve tevekkülünü beyân ederek ve en açık bir ifadeyle hak din
olan İslâm’ı bırakıp bâtıl bir dine dönmelerinin mümkün olmadığını; böyle bir
şeyin Allah’a karşı düpedüz bir yalan isnadında bulunma mânasına geldiğini
söylemiştir. Çünkü bâtıl dini kabul ettikleri takdirde, putların Allah’a eşit
olduğunu, İslâm’ın bâtıl, şirk ve küfrün ise gerçek olduğunu tercih etmiş
olacaklar ki, bundan daha büyük iftira düşünülemez.
Kavmin
küfür ve kibirde direnmeleri üzerine Şuayb (a.s.): “Rabbimiz! Sen bizimle
kavmimiz arasında hükmünü ver. Çünkü hüküm verenlerin en hayırlısı sensin!” (A‘râf
7/89) diye yalvarmış, artık kimin
haklı kimin haksız olduğunun bir an önce ortaya çıkmasını Rabbinden talep
etmiştir. Bunun üzerine:
90. Kavminin inkâra saplanmış önderleri halkı sıkıştırmaya başladılar: “Bakın, eğer Şuayb’ın arkasından giderseniz, o takdirde siz de kesinlikle zarara uğrar, perişan olursunuz.”
91. Bunun üzerine o dehşetli sarsıntı onları kıskıvrak yakaladı da, oldukları yerde yüzüstü serilip kaldılar.
92. Şuayb’ı yalanlayanlar, sanki orada hiç yaşamamış gibiydi. Asıl zarara uğrayanlar, Şuayb’ı yalanlayanlar oldu.
93. Bu tecelli karşısında Şuayb oradan uzaklaşırken şöyle diyordu: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin buyruklarını tebliğ ettim ve iyiliğinizi isteyerek size samimi nasihatte bulundum. Şimdi böyle nankör, kâfirlikte böylesine ısrarlı bir gürûh için ne diye gam çekeyim ki?”
Kavmin
küfürde ısrar eden eşrafı, bu kez, Hz. Şuayb’ın ve ona inananların imandaki salabetlerini,
bağlılıklarını görünce kendi yandaşlarının gerçeği görmesinden korkup onları
imandan alıkoymaya ve uzaklaştırmaya yönelmişlerdir. Yemin ederek, Şuayb’ın
dinine girip atalarının dinini terk ettikleri takdirde din ve dünyalık bakımdan
büyük bir zarara uğrayacakları tehdidinde bulunmuşlardır. Bunun üzerine ilâhî
intikam tecellileri zuhur etmeye başlamış, o azgın kavmi şiddetli bir deprem
yakalamış ve hepsini yüz üstü yere sererek helak etmiştir. Onlar, Hz. Şuayb’ı
yalanlamaları sebebiyle bu belâya maruz kalmışlar, sanki yurtlarında hiç
yaşamamış gibi hâk ile yeksan bir şekilde yok olup gitmişlerdir. Büyük bir
iddia ve yeminle söyledikleri “Ey Şuayb! Seni ve sana iman edenleri hiç
şüpheniz olmasın ki memleketimizden sürüp çıkaracağız” (A‘râf 7/88) sözleri karşılığında cezaya
çarptırıldılar ve yurtlarından feci bir şekilde, hem de ebediyen dönüşü olmayan
bir çıkarılma ile çıkarılanlar da onlar oldu.
Şurası
gerçek ki, yalanlayanlar ve büyüklenenler, bir müddet üstünlük ve kuvvete sahip
olsalar da günleri çabuk geçer, güçleri elden gider, adları ve sanları unutulur
ve izleri kaybolur. Hak ile beraber olan hak ehli ise her hususta galip olur.
Bâtıl, bütün vasıflarıyla yok olup gidicidir. Hak ise değişmez bir şekilde
ebediyen kalıcıdır.
“Asıl zarara uğrayanlar, Şuayb’ı yalanlayanlar oldu” (A‘râf 7/92) sözü ile de onların “Bakın,
eğer Şuayb’ın arkasından giderseniz, o takdirde siz de kesinlikle zarara uğrar,
perişan olursunuz” (A‘râf 7/90) sözleri
karşılığındaki cezaları haber verilmektedir. Onlar bu haksız sözlerine karşılık
cezalandırılmışlardır. Böylece hem din hem dünya bakımından ziyana uğrayanlar
Şuayb (a.s.)’a uyanlar değil, kendileri olmuştur.
Sonuç
olarak Hz. Şuayb, helak edilen kavminden yüz çevirip, tebliğ ve nasihat olarak
üzerine düşen vazifeyi yerine getirdiğini, dolayısıyla küfürleri sebebiyle
helak edilen bir kavme üzülmenin yersiz olduğunu söyleyerek kendini teselli
etmiştir.
Şimdi,
böyle şiddetli bir azap ve ilâhî intikam tecellileriyle kökleri kazınıp yerle
bir olan kavimlerin kıssalarındaki ibret tablolarını ve bunlardan alınması
gereken dersleri hülâsa hâlinde gözler önüne sermek üzere şöyle buyrulmaktadır:
94. Biz hangi memlekete bir peygamber gönderirsek, önce oranın halkını ezici fakirlikler, kımıldatmayan sıkıntılar ve musibetlere uğratırız ki, kalpleri yumuşasın, gafletten uyanıp kendilerine gelsinler ve boyun büküp Allah’a yalvarsınlar.
95. Sonra kötülüğün yerini iyilikle, darlığın yerini bollukla değiştiriririz. Zamanla onların nüfusları ve servetleri artınca: “Atalarımız da bazan böyle darlık ve sıkıntılar, bazan de bolluk ve mutluluklar yaşamışlardı” der, olup bitenlerden hiç ders almazlar. Biz de onları, kendileri farkına bile varmadan ansızın yakalayıveririz.
Allah
Teâlâ’nın toplumların hayatında câri olan kanunlarından biri de, peygamber
gönderdiği ülke halklarını, kalplerini ilâhî hakîkatleri idrâke müsait hale
getirmek için bir takım zorluklar ve felâketlerle sınamasıdır. Bu kanuna uygun
olarak Allah, peygamber gönderdiği kavimlere fakirlik, kıtlık ve hastalıklar
göndermiş, onları çeşitli iktisâdî sıkıntılara sokmuş, savaşlarda yenilgilere
ve buna benzer felâketlere uğratmıştır. Bütün bunlar, az önce de ifade edildiği
gibi onların kibir ve gururlarını kırmak, güç, kuvvet ve zenginliğe olan aşırı
güvenlerini sarsmak içindir. Üzerlerinde, bütün mukadderatlarını kontrol eden
sonsuz kudret sahibi Allah’ın olduğunu hatırlatmak ve bu sayede kalplerini,
ilâhî ikazlardan ders çıkarabilecek bir hâle getirerek Rablerinin önünde huşû
içinde boyun büküp O’nun emirlerine teslim olmalarını sağlamaktır. Fakat
birinci sırada uygulamaya konan bu usul, eğer onları hakkı kabule yönlendirmede
yeterli olamazsa, bu sefer de, o insanlar her türlü nimet, bolluk ve refah ile
şımartılır. Bu durum, artık onların feci bir âkıbete doğru sürüklendiklerinin
mühim bir işaretidir. Tecrübe edilmiş genel bir kâide olarak, sıkıntı ve
felaketlere düçâr olan bir topluluk, büyüyüp zenginleşmeye başladıklarında,
şükürlerini artıracak yerde, daha ziyade Rablerine minnet duymaktan ictinap
ederler ve hatta eski günlerini sanki hiçbir sıkıntı olmamış gibi unutup
giderler. Gördükleri sıkıntı ve refah hallerinin, Allah tarafından terbiyeye
yönelik bir sebep ve hikmetle alakalı olduğunu düşünmezler. Hatta: “Bunlarda
öyle harikulâde sayılacak bir şey yok. Böyle darlık, boluk, fakirlik,
zenginlik, hastalık, sağlık, kederli ve sürûrlu haller insan hayatının tabii
bir gereği olarak öteden beri devam edegelen şeylerdir. Bunların,
peygamberlerin davetini kabul edip etmeme, onların öğrettiği ahlâkî değerlere
bağlı kalıp kalmamayla hiçbir ilgisi yoktur. Tarihin verdiği bilgilere göre,
daha önce yaşayan atalarımızın başına da bu tür şeyler gelmiştir” diyerek
kendilerini kandırırlar. Neticede bu gaflet ve şaşkınlık içinde, hiç farkına
varamadan başlarına gelen ilâhî kahır tecellileriyle yok olur giderler.
Allah
Resûlü (s.a.s.), belâ ve musîbetler karşısında mü’minle münâfığın tavrını ne
güzel beyân eder:
“Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi
için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek
olsa, şükreder; bu onun için hayır olur.
Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim,
Zühd 64)
Hz.
Âmir (r.a.) anlatıyor:
Birgün
Resûlullah (s.a.s.)’in yanına gittim. Bir ağacın altına kendisi için bir yaygı
serilmiş, O da üzerine oturuyordu. Ashâbı etrafına toplanmışlardı. Ben de
yanlarına oturdum. Bir ara Allah Resûlü hastalıklardan ve dertlerden bahsedip
dedi ki:
“Mü’mine bir hastalık gelir, sonra da Allah ona şifa verirse, bu
hastalık onun geçmiş günahlarına kefâret, geri kalan hayatı için de bir öğüt
olur. Şâyet münafık hastalanır, sonra da âfiyet verilirse o, sahibi tarafından
bağlanıp sonra da salıverilen fakat niçin bağlandığını, niçin salıverildiğini
bilmeyen bir deve gibidir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz 1/3089)
Netice
olarak eğer bir toplum musibet ve dertlere düçar olduğunda bile Allah’a
yönelmiyorsa veya Allah rahmetini ve bereketini saçarken O’nu hatırlamıyor ya
da halini düzeltmek için hiç mi hiç gayret göstermiyorsa, onun helâki artık
yakın ve kaçınılmazdır.
Bu
ayetler nâzil olduğu sırada Mekke’de Kureyş müşrikleri Peygamberimiz (s.a.s.)’e
aynı muhalefeti gösteriyorlardı. Sonunda şiddetli bir kıtlığa maruz kalıp
açlıktan kıvranmaya başladılar. Hadise şöyle oldu: Kureyşliler Peygamberimiz (s.a.s.)’in
tebliğine karşı gelmeye başlayıp, müslümanlara olan işkence ve eziyetlerini had
safhaya vardırınca, Resûlullah (s.a.s.), mübârek ellerini semâya kaldırdı ve
Kureyş müşriklerine şöyle beddua etti:
“−Yâ Rabbi! Şu zâlim kavme, Yûsuf (a.s.) zamânındaki gibi yedi
sene kıtlık azâbı vererek bana yardım eyle!”
Bunun
üzerine, yağmurlar kesildi; Kureyş müşriklerini öyle bir kuraklık ve kıtlık
yakaladı ki, her şeyi kökten kazıdı, silip süpürdü. Birçokları açlıktan
öldüler. Yiyecek bir şey bulamayınca, ölü hayvanların etlerini, derilerini
yemeye başladılar. Onlardan biri göğe baktığında, açlık sebebiyle ortalığı
duman kaplamış gibi görürdü!
Allah
Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de bu hâdiseden şöyle bahseder: “Öyleyse sen, göğün
âşikâr bir duman çıkaracağı günü gözetle. Bütün insanları her yönden saracak
bir duman! Bu, gerçekten can yakıcı bir azaptır.” (Duhân 44/10-11)
Bu
kuraklık son derece şiddetlenince Ebû Süfyân, Âlemlerin Efendisi’ne mürâcaat
etti ve:
“−Ey
Muhammed! Sen rahmet olarak gönderildiğini söylüyor, Allah’a itaati, akrabâya
yardımı emrediyorsun. Kavmin ise kıtlıktan yok olmak üzeredir! Onlardan bu
felâketin kaldırılması için Allah’a dua ediver! Eğer senin duan vesîlesiyle Allah
bu belâyı üzerimizden kaldıracak olursa, Allah’a iman edeceğiz!” dedi. Ardından
da yemin ederek söz verdi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat (s.a.s.) dua etti.
Yağmur yağdı. Kıtlık nihâyete erdi. Rahata eren müşrikler ise tekrar şirke
döndüler. (Buhârî, Tefsir 30, 44; Müslim, Münafıkîn, 40; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 431, 441)
Dolayısıyla
bu ayetler, indikleri dönemde Peygamberimizin karşısında yer alan Kureyş’in o
andaki durumu dikkate alındığında daha kolay ve güzel bir şekilde
anlaşılacaktır.
Cenab-ı
Hak, onlara ve tüm insanlığa kurtuluş, hayır ve bereket kapısını göstermek
üzere buyruyor ki:
96. Eğer o ülkelerin halkı iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden boluk ve bereket kapılarını açardık. Fakat onlar gerçeği yalanladılar. Biz de işledikleri günahlar yüzünden onları ansızın yakalayıverdik.
Burada
göğün ve yerin bereket kapılarının açılmasının iki mühim sâiki beyân edilir.
Bunlar iman etmek ve günahlardan sakınıp Allah’a karşı derin bir takvâ
hissiyâtı içinde olmaktır. Eğer helak edilen o ülke halkları, bu hususlara
dikkat etseydiler, helak olmayacak, aksine gökten ve yerden elbette büyük
bereketlere nâil olacaklardı. “Bereketler”den maksat, gökten ve yerden
insanoğluna ihsan edilen maddî ve manevî bütün hayırlar, nimet ve ihsanlardır.
Burada özellikle “nimet” değil “bereket” kelimesinin kullanılmasında bir
incelik vardır. Çünkü önemli olan nimet değil, nimetteki berekettir. Bu
sebeple: “Onlara nimetleri kat kat artırırdık” değil, “verdiğimiz nimetleri
bereketli kılardık” buyrulmuştur. Fakat bahsi geçen kavimler, “iman ve takvâ”
yolunu değil, “inkâr ve günah” yolunu tercih ettikleri için ilâhî kahra
uğramışlardır:
97. Yoksa o ülkelerin halkı, geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular?
Bu
âyet-i kerîmeler, yeryüzünün neresinde yaşarsa yaşasın, Allah’ın azabına karşı
daima teyakkuz halinde bulunma açısından bütün insanlar için büyük bir îkâzdır.
Çünkü burada tekrar edilen اَهْلُ الْقُرٰىۤ (ehlü’l-kurâ) ifadesinin, başta Mekke halkı
olmak üzere, dünyanın her bir bölgesinde yaşayan insanları şumûlüne alması,
cihânşumûl[1]
bir kitap olan Kur’an’ın maksadına daha muvafık düşer.
Cenâb-ı
Hak, küfür, isyan ve günaha batmış toplumları vaktini haber vererek
cezalandırmaz. Bilakis şartlar oluşunca O’nun azabı ansızın geliverir. Bu
sebeple, ister insanların uykuya daldıkları gece vakti olsun, ister bir oyun ve
eğlenceden ibaret olan dünya meşgalelerine daldıkları kuşluk vakti olsun, hiç
kimse kendini Allah’ın azabına karşı emniyette hissetmemelidir. Mü’minler de buna
dâhildir. Çünkü mü’min, Allah’ın rahmeti gibi azabının da gerçek olduğuna
inanır, bir taraftan rahmetini umarken diğer taraftan azabına uğramaktan yüreği
titrer. O, Allah’ın kudretinin yüceliğini bilenin O’nun gizli tuzağından
korkması gerektiğini; Allah’ın gizli tuzağından emin olanın ise O’nun yüce
kudretinden gâfil halde bulunduğunu bilir. Bu müspet ve yapıcı duygular,
mü’mini her türlü kötülüklerden alıkoyar ve hayırlı işler yapmaya sevkeder. Hâsılı,
Allah’ın tuzağından yani farkında olmadan, ansızın bastırıverecek azabından
ancak zarara uğramış kimseler kendilerini emniyette hissedebilirler. Çünkü
onlar, kendilerine telkin ettikleri bu sahte güven duygusu içinde hiçbir şeyden
endişe duymazlar, küfür ve isyana devam ederler, tam bir gaflet içinde yaşarlar.
Fenâ bir halde âhirete intikal ederek, ebedî kurtuluştan mahrum kalacakları
gibi, bir de cehenneme atılırlar. Bundan daha büyük zarar düşünülebilir mi?
Bunun
sebebi kalplerin körelmiş olmasından başka bir şey değildir:
[1] Cihanşümul:
Evrensel; kıyamete kadar her dilden, renkten ve ırktan tüm dünya insanlarını
doğru yola davet eden bir kitap. Hiçbir zaman ve zeminin onun davet kapsamı
dışında kalması mümkün değildir. Çünkü o, dünya hayatıyla ilgili olduğundan
daha fazla ölüm ötesi âlemde ebedî kurtuluş yollarını göstermektedir.
98. Veya o ülkelerin halkı, güpegündüz oyun eğlenceye daldıkları sırada kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden güvende mi oldular?
99. Yoksa onlar, Allah’ın kendileri için hazırlayacağı tuzaktan güvende mi oldular? Unutmayın ki, tam olarak ziyana uğramış kimselerden başkası, Allah’ın hazırlayacağı tuzaktan kendini güvende hissedemez!
Bu âyet-i kerîmeler, yeryüzünün neresinde yaşarsa yaşasın, Allah’ın azabına karşı daima teyakkuz halinde bulunma açısından bütün insanlar için büyük bir îkâzdır. Çünkü burada tekrar edilen اَهْلُ الْقُرٰىۤ (ehlü’l-kurâ) ifadesinin, başta Mekke halkı olmak üzere, dünyanın her bir bölgesinde yaşayan insanları şumûlüne alması, cihânşumûl[1] bir kitap olan Kur’an’ın maksadına daha muvafık düşer.
Cenâb-ı Hak, küfür, isyan ve günaha batmış toplumları vaktini haber vererek cezalandırmaz. Bilakis şartlar oluşunca O’nun azabı ansızın geliverir. Bu sebeple, ister insanların uykuya daldıkları gece vakti olsun, ister bir oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya meşgalelerine daldıkları kuşluk vakti olsun, hiç kimse kendini Allah’ın azabına karşı emniyette hissetmemelidir. Mü’minler de buna dâhildir. Çünkü mü’min, Allah’ın rahmeti gibi azabının da gerçek olduğuna inanır, bir taraftan rahmetini umarken diğer taraftan azabına uğramaktan yüreği titrer. O, Allah’ın kudretinin yüceliğini bilenin O’nun gizli tuzağından korkması gerektiğini; Allah’ın gizli tuzağından emin olanın ise O’nun yüce kudretinden gâfil halde bulunduğunu bilir. Bu müspet ve yapıcı duygular, mü’mini her türlü kötülüklerden alıkoyar ve hayırlı işler yapmaya sevkeder. Hâsılı, Allah’ın tuzağından yani farkında olmadan, ansızın bastırıverecek azabından ancak zarara uğramış kimseler kendilerini emniyette hissedebilirler. Çünkü onlar, kendilerine telkin ettikleri bu sahte güven duygusu içinde hiçbir şeyden endişe duymazlar, küfür ve isyana devam ederler, tam bir gaflet içinde yaşarlar. Fenâ bir halde âhirete intikal ederek, ebedî kurtuluştan mahrum kalacakları gibi, bir de cehenneme atılırlar. Bundan daha büyük zarar düşünülebilir mi?
Bunun sebebi kalplerin körelmiş olmasından başka bir şey değildir:
[1] Cihanşümul: Evrensel; kıyamete kadar her dilden, renkten ve ırktan tüm dünya insanlarını doğru yola davet eden bir kitap. Hiçbir zaman ve zeminin onun davet kapsamı dışında kalması mümkün değildir. Çünkü o, dünya hayatıyla ilgili olduğundan daha fazla ölüm ötesi âlemde ebedî kurtuluş yollarını göstermektedir.
100. Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlar hâlâ şu gerçeği anlamadılar mı ki, eğer biz dilemiş olsak, günahları yüzünden onları da benzer musîbetlere uğratıp helâk ederiz. Ne var ki, biz onların kalplerini mühürlüyoruz da gerçeği işitemez oluyorlar.
101. İşte helâk ettiğimiz o ülkeler: Rasûlüm! Onların ibret dolu haberlerinden bazı sahneleri sana anlatıyoruz. Gerçek şu ki, peygamberleri onlara apaçık deliller, mûcizeler getirdi. Fakat onların, daha önce de yalanladıkları gerçeklere inanmaya hiç niyetleri yoktu. Allah, kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler.
Dünya
âdeta iki kapılı bir han gibidir; bir taraftan dolmakta bir taraftan boşalmaktadır.
İnsan hayatının başlangıcından günümüze kadar kim bilir kaç nesil yok olmuş,
yerine kaç nesil gelmiştir. Sonra gelenler, kendilerinden önce gelenlerin hayat
hikayelerinden ve yaşadıkları tecrübelerden ibret ve ders almalıdırlar. Burada
özellikle Nûh, Âd, Semûd, Lût ve Şuayb kavimlerinin kalıntıları üzerinde mesken
tutan toplumlara, bunlar arasında da Kur’an’ın ilk muhatabı olan Mekkelilere
hususi bir ikaz olduğu âşikârdır. Seleflerinin yolunu tuttukları takdirde,
başlarına neyin geleceği ve akıbetlerinin ne olacağı gayet net bir şekilde
kendilerine haber verilmiştir. Bu takdirde günahları sebebiyle musibete
uğrayacak ve kalpleri de mühürlenecektir. Olan biten hâdiselerden ibret alma ve
hakikati bulma melekelerini kaybedeceklerdir. Nitekim, bir kısım kıssaları
haber verilen Nûh, Âd, Semûd, Lût ve Şuayb kavimlerinin durumu buna en ibretli
misal teşkil etmektedir.
Âyetlerde
geçen “Allah’ın kalpleri mühürlemesi”nden maksat, insanların kendi tercihleri
olan küfürlerinin, psikolojik olarak idrak ve anlayış kabiliyetlerini
kapatması, manevî duygularını dumura uğratmasıdır. Hâsılı onlar, kendi inkârları,
kendi yanlış tutum ve davranışları sebebiyle bu hale düşmüşlerdir.
Netice
itibariyle:
102. Onların çoğunda ahde vefâ diye bir şey görmedik. Tam aksine, onların çoğunun büyük günahları açıktan ve çekinmeden işleyen yoldan çıkmış kimseler olduğunu gördük.
اَلْعَهْدُ (ahit)ten maksat, Allah Teâlâ’nın, Elest
Bezmi’nde kıyamete kadar gelecek insanların ruhlarından aldığı kulluk sözüdür.
Bu ahdi, “Cenâb-ı Hakk’ın bütün insanların fıtratına bahşettiği hakikati bulma,
kabul etme meyli, her insanın fıtrî olarak sahip kılındığı iman ve iyilik
istidadı” olarak da açıklamak mümkündür. İnsanların pek çoğu bu kulluk sözünü
yerine getirememiş, fıtratındaki Allah’a inanma ve bağlanma melekesini doğru
yolda kullanamamış, böylece hak yolun dışına çıkmıştır. İşte âyet-i kerîme, Allah’ın
sonsuz ilmine göre sonunda ortaya çıkacak çok feci bir neticeyi haber vererek,
muhataplara, ahdini tutmayarak fâsıklardan olan talihsiz grup arasında yer
almama hususunda ciddi bir ikazda bulunmaktadır.
Şimdi
de ibret ve hikmet dolu sahneleriyle Hz. Mûsâ kıssasına geçilmektedir:
103. Sonra adı geçen peygamberlerin ardından Mûsâ’yı mûcizelerimizle Firavun’a ve onun önde gelen yöneticilerine gönderdik; fakat onlar da diğerleri gibi, emrimizi tutmayıp âyetlerimize karşı zâlimce bir tutum sergilediler. Bir defa daha gör ki, o bozguncuların sonları nasıl oldu!
Allah
Teâlâ Hz. Mûsâ’yı bir kısım mûcizelerle Firavun ve kavmine peygamber olarak
göndermiştir. Onun risâleti gönderildiği kavmin tümüne şâmil iken (bk. Neml
27/12) burada özellikle “Firavun ve onun önde gelen yöneticilerine
gönderdik” (A‘râf 7/103) buyurulması,
bunların işleri sevk ve idarede asıl, geri kalanların ise her konuda onlara
tabi olması sebebiyledir. اَلْمَلَأ
(mele’) daha önce de geçtiği üzere “bir fikir ve bir karar üzere bir araya
gelip şekil ve görünüş itibariyle gözleri, kıymet ve ehemmiyet itibariyle
gönülleri dolduran, aklı eren, sözü dinlenen heyet; bir toplumun önde
gelenleri” demektir. Onlar ne derse, halk onu kabul eder ve peşinden giderler.
“Firavun”,
bir şahsın özel ismi değil, Amâlika kabilesinden Mısır ülkesinin başına geçen
hükümdarlara verilen lakaptır. Nitekim o zamanlar İran hükümdarlarına “Kisrâ”,
Rum meliklerine “Kayser”, Habeşistan krallarına da “Necâşî” denilmekteydi.
Hz.
Mûsâ’nın gösterdiği dokuz mühim mûcize vardır. (bk. İsrâ 17/101; Neml 27/12)
Bunlar; asâ, beyaz el, kıtlık yılları, ürünlerin azaltılması, tufan, çekirge,
haşerât, kurbağalar ve kandır. Burada asa ve el mûcizelerinden söz
edilmektedir. Diğerleri yeri geldikçe açıklanacaktır. Firavun ve önde gelen
adamları, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği mûcizeleri kabul etmediler, onları inkâr
ederek en büyük zulmü işlemiş oldular. Böylece hak yoldan çıktılar.
Bu
âyet bir girizgâh, bundan sonraki âyetler ise bunun tafsilatı olup, o
fâsıkların başlarına neler geldiğini açıklamaktadır:
104. Mûsâ şöyle dedi: “Ey Firavun! Ben, gerçekten Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”
105. “Bana düşen Allah hakkında ancak doğru ne ise onu söylemektir. Bakın size Rabbinizden apaçık bir delil getirdim. Artık İsrâiloğulları’nı sal da, benimle beraber gelsinler.”
106. Firavun dedi ki: “Eğer bir mûcize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan, haydi onu göster bakalım!”
107. Bunun üzerine Mûsâ asasını yere attı; o birdenbire apaçık, kocaman bir yılan kesiliverdi.
108. Sonra elini koynundan çıkardı; o da, orada bulunan herkesin hayret dolu bakışları arasında bembeyaz oluverdi.
Hz.
Mûsâ kardeşi Hârûn’la beraber Firavun’a giderek kendisinin Allah’ın bir
peygamberi olduğunu, O’nun hakkında doğru olandan başkasını söylemeye hakkı
olmadığını, elinde bunu kanıtlayacak sağlam deliller bulunduğunu belirtir.
Dolayısıyla İsrâiloğullarını serbest bırakıp kendisiyle beraber göndermesini
ister. Zira İsrâiloğulları Mısır’da Firavun’un zulüm ve baskısı altında köle
olarak çalışmakta; en adi ve ağır işleri yapmakta idiler. Firavun’nun, sözü
edilen delilleri talep etmesi üzerine önce elindeki asayı yere atar; asa
birdenbire son derece çevik hareket eden koskocaman bir ejderha kesilir. Bunun
peşinden elini cebine sokar çıkarır, esmer olan eli, görenleri hayrete
düşürecek şekilde, âdeta filorasan gibi bembeyaz oluverir.
Bunlar
Hz. Mûsâ’nın gerçekten peygamber olduğunu gösteren ve ancak ilâhî kudretin
tesiriyle olabilecek apaçık delillerdi. Fakat bakalım Firavun ve eşrafının buna
tepkisi nasıl oldu:
109. Firavun’un kavminin ileri gelen yetkilileri, konuyu aralarında müzakere edip şöyle dediler: “Bu, gerçekten de çok mahir, çok usta bir sihirbaz!”
110. “Sizi yerinizden, yurdunuzdan çıkarmak istiyor.” Firavun: “Peki, ne yapmamı tavsiye edersiniz?” diye sordu.
111. Şöyle dediler: “Onu ve kardeşi Hârûn’u alıkoy; şehirlere de tellâllar gönder.”
112. “Ne kadar mahir, usta sihirbaz varsa hepsini toplayıp getirsinler.”
Hz.
Mûsâ’nın gösterdiği mûcizelerin son derece tesiri altında kalan ve belli bir
derecede de şaşkınlığa uğrayan Firavun, durumu önde gelen çevresiyle istişâre
eder. Başarılı olabilmek için, bu fevkalâde hâdise karşısında nasıl bir yol
takip etmesi gerektiğini belirlemeye çalışır. Önde gelenler, öncelikle bir
durum tespiti yaparak Mûsâ’nın mâhir, bilgili, işini çok iyi yapan bir sihirbaz
olduğunu söylerler. Bir adım daha atarak, istikballeri için tehlike arzeden bu
adamı kendi haline bırakmamak ve Firavun’u onun üzerine kışkırtmak için, bir mânada
niyet okuyuculuğu yapıp onun arzusunun, Firavun ve kavmini Mısır’dan çıkarmak
olduğunu belirtirler. Önceleri “Sizin en yüce Rabbiniz benim!” (Nazi’ât
79/24) diye meydan okuyan Firavun, bu ciddi durum karşısında belli bir süre
rabliğini bir tarafa bırakıp, kulları saydığı insanları âmir, kendini memur
yerine koyarak “Peki, ne yapmamı tavsiye edersiniz?” (A‘râf 7/110) diye sorar. Onlar da Mûsâ ve
kardeşi Hârûn’u hemen cezalandırma cihetine gitmemesini, onları bir müddet
bekletmesini, çevre illerde bulunan mâhir sihirbazları toplatarak, Mûsâ’yı onlar
vasıtasıyla mağlup etmesini ve böylece halka Mûsâ’nın bir sihirbazdan başka bir
şey olmadığını göstermesini tavsiye ederler.
Elimizdeki
bilgiler, o dönemde sihrin çok yaygın olduğunu ve insanların sihir
yarışmalarına alışık olduğunu haber verir. Bu sebeple Hz. Mûsâ’ya verilen
asanın ejderha olma mûcizesi bu sahayla ilgili olmuştur.
Firavun
çevre illere toplayıcı memurlar gönderir. Ne kadar iş bilen sihirbaz varsa
hepsini toplayıp getirirler:
113. Sihirbazlar Firavun’a geldiler: “Gâlip gelen biz olursak, herhalde bize bir mükâfat olur, değil mi?” dediler.
114. Firavun: “Tabiî! O zaman, elbette siz benim gözdelerimden olacaksınız” dedi.
Sihirbazlar,
galip geldikleri takdirde elde edecekleri mükâfât hususunda Firavun’dan söz ve
garanti almak isterler. Böyle bir mükâfât beklentisi içinde olmaları, onların
hem halk içinde yüksek bir itibara sahip olduklarını hem de sihirdeki
maharetleriyle Mûsâ’yı mağlup edecekleri hususunda kendilerine güvendiklerini
gösterir. Firavun’un ise onların bu taleplerine karşılık “Tabiî! O zaman,
elbette siz benim gözdelerimden olacaksınız” (A‘râf 7/114) diyerek, onlara beklediklerinden daha
fazlasını va‘detmesi de, onun her şeye rağmen Mûsâ’nın başarılı olmasından
duyduğu endişeyi ortaya koyar.
Derken
Hz. Mûsâ ile sihirbazlar, bir bayram sabahı şehrin büyük meydanında toplanan
kalabalık halkın karşısına çıktılar:
115. Sihirbazlar: “Ey Mûsâ! Asânı önce sen mi atacaksın, yoksa ilk olarak biz mi atalım?” dediler.
116. Mûsâ da: “Siz atın!” dedi. Sihirbazlar, son hazırlıklarını yapıp ellerindeki büyü aletlerini yere atınca, orada bulunan herkesin gözünü boyadılar, onları korkudan dehşete düşürdüler ve böylece büyük bir sihir gösterisi yaptılar.
Müsabaka
meydanında sihirbazlar öncelikle kimin maharetini göstereceği hususunda Hz. Mûsâ’ya
danıştılar. Bir anlamda ona karşı edepli
davrandılar ve onun kararına saygı duyacaklarını ifade etmiş oldular. Neticede
iman şerefine ermelerinde bu saygının bir tesiri olduğu düşünülebilir. Nitekim
Mevlânâ Hazretleri, bu hususla ilgili şöyle bir işârî îzahta bulunur:
“Sihirbazlar bir ülü’l-azm peygambere, Allah’a yakın yüce bir kula, müsâbakanın
başında öncelik tanıyarak gösterdikleri nezâket, iltifat ve hürmet dolayısıyla
tevhîd inancına geldiler, fakat o büyük peygamberle müsâbakaya çıkmaları
sebebiyle de cezaya uğradılar.”
Hz.
Mûsâ, öncelikle onların atmasını talep etti. Onlar da sihir yapmak için
getirdikleri asalarını ve iplerini attılar. Rivayete göre bunlar şekil
itibariyle büyük ve kalın yılanlara benziyorlardı. İçlerine özel olarak
doldurulmuş civa, yerin ve güneşin sıcaklığıyla ısındıkça, bunlar oynayıp
kıvrılarak hareket ediyorlar ve meydanda korkunç pek çok yılan dolaşıyormuş
gibi bir manzara arz ediyorlardı. Bu sebeple onlar, büyük bir sihir
gerçekleştirerek insanların gözlerini büyülemeyi ve onların içine müthiş bir
korku salmayı başarmışlardı. Hatta Mûsâ (a.s.) bile bu yüzden içinde bir korku
duymuştu. (bk. Tâhâ 20/67) Fakat Mûsâ (a.s.s)’a Allah’ın yardımı yetişmede
gecikmedi:
117. Biz de Mûsâ’ya: “Asânı yere at!” diye vahyettik. Bir de ne görsünler; asâ, sihirbazların büyü adına ortaya koydukları ne varsa hepsini yalayıp yutuyor!
118. Böylece gerçek ortaya çıktı ve diğerlerinin yaptığı sihirler boşa gitti.
119. İşte oracıkta Firavun ve takımı yenildiler ve küçük düşüp rezil oldular.
Allah
Teâlâ Mûsâ (a.s.)’a asâsını yere atmasını emretti. Atınca hemen o, küçük yılan
gibi kıvranabilen koskocaman bir ejderha kesiliverdi. Sihirbazların, sahte
yılanlar halinde dolaşan bütün asâ ve iplerini bir anda yalayıp yutuverdi.
Ortalıkta ne bir asa, ne bir ip, ne de onlardan bir eser kaldı. Rivayete göre
sihirbazlar: “Eğer Mûsâ’nın yaptığı sihir olsaydı, iplerimizi ve değneklerimizi
yutamaz, onlar ortada kalırdı” dediler. Böylece Hz. Mûsâ’nın Allah tarafından
gönderilen gerçek bir peygamber ve gösterdiği harikulâde olayların da Allah’ın
kudretiyle meydana gelen gerçek mûcizeler olduğu kesinlik kazandı. Firavun’un
bütün planları suya düştü ve sihirbazların yapa geldikleri büyülerin de bâtıl
ve asılsız olduğu gün yüzüne çıktı. Firavun ve avânesi büyük bir yenilgiye
uğradılar. Kendilerini üstün görüyor iken zelil, makhûr ve perişan olarak
geriye döndüler.
Peki
sihirbazlar ne yaptı:
120. Sihirbazlar ise hep birden secdeye kapandılar.
121. Ve şöyle dediler: “Âlemlerin Rabbine iman ettik.”
122. “Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine!”
Sihrin
ne olduğunu ve en püf noktalarını çok iyi bilen sihirbazlar, Hz. Mûsâ’nın
gösterdiği hâdisenin sihir olmadığını, sihrin sınırının ötesinde ve ondan
bambaşka bir iş olduğunu ve bunun Âlemlerin Rabbinden kaynaklanan bir gücün
eseri olduğunu hemen anladılar. Her çeşit sihrin bunun karşısında güçsüz ve
hükümsüz kalacağını hep bir ağızdan kabul ve itiraf ettiler. Böylece Mûsâ (a.s.)’ın
gerçek peygamber olduğuna karar verip ona inandılar. Gönüllerine sinen
hakikatin tesiriyle kendilerini tutamayıp derhal secdelere kapandılar. Bu
âniden yerlere serilişlerinin, başka bir şey değil, kalplerine yerleşen ve iç
dünyalarını yakan iman ateşinin bir tezâhürü olduğunu ifade etmek üzere de: “Âlemlerin
Rabbine iman ettik. Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine!” (A‘râf 7/121-122) diye haykırdılar. Bu durumda
Firavun ve eşrafı için, Hz. Mûsâ’nın bir sihirbaz olduğunu iddia etmek artık
imkânsız hale geldi. Çünkü bu işi en iyi bilen sihirbazlar, bilfiil gösteri ve
deneme ile bunun bir sihir olmadığını doğrulamışlardı. O halde Mûsâ’nın gerçek
bir peygamber olduğunu kabulden başka yol kalmamıştı.
Fakat
Firavun öyle kolaylıkla pes edecek ve davasından vazgeçecek gibi görünmüyordu:
123. Firavun, tehditler savurarak şöyle dedi: “Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha! Bu yaptığınız, halkı kendi memleketlerinden çıkarmak için şehirde birlikte planladığınız bir oyundur. Ama başınıza neler gelecek, yakında göreceksiniz!”
124. “Elbette ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi darağacında sallandıracağım!”
Firavun,
davet edip pek mühim menfaatler va‘dettiği sihirbazların bu kadar kalabalık
halk önünde Hz. Mûsâ’nın peygamberliğini tasdik ettiklerini ve şartların Mûsâ’nın
lehine, kendilerinin ise aleyhine döndüğünü görünce, başka bir planın peşine
düştü. Bir şeytanlık yapmak istedi ve halkın zihnine bazı şüpheler sokarak
fikirlerini bulandırmaya çalıştı. Önce sihirbazları azarlayıp tehdit etti.
Köleleri, kulları olarak gördüğü o insanlara, kendisi izin vermeden kafalarına
göre Mûsâ’ya nasıl iman ettiklerini sordu. Yani bunun imkânsız bir şey
olduğunu, olduysa da büyük bir suç ve töhmet sebebi sayılacağını söylemek
istedi. Böylece tüm meseleyi hükümdarlık şeref ve haysiyetinin çiğnenmesi ve
şahsi gururunun pâyimâl edilmesi noktasına getirdi. Âdeta şöyle demek
istiyordu: “Eğer siz iyi niyetle hareket etmiş olsaydınız, benim tarafımdan
davet edilmiş olmanız bakımından, müsabaka sonrasında ulaştığınız kanaatinizi
önce bana arzetmeniz ve bunu halka ilan için benden izin almanız gerekmez
miydi? Halbuki siz benim iznim olmadan inanıp, üstelik bunu herkese ilan
ettiniz.” Bu sebeple tüm gösterilerinin, sihirbazların Hz. Mûsâ ile kurmuş
oldukları gizli bir planın, hâince bir tuzağın neticesi olduğunu söyledi. Ona
göre tüm bunlar, müsâbaka meydanına gelmeden önce yapılan bir anlaşmanın, bir
danışıklı dövüşün, bir hîlenin ustaca sergilenmesinden başka bir şey değildi.
Hedefleri de, Firavun’a karşı bir komplo gerçekleştirmek, hükümetin nüfûzunu
kırıp ülkede ihtilal yapmak, sonuçta İsrâiloğulları’nı arkalarına alıp Mısır’ın
yerli halkı olan Kıptîleri oradan sürüp çıkarmaktı. Firavun, bu teşebbüsüyle,
bir taraftan halkı “vatan elden gidiyor” telaşına düşürüp onları Hz. Mûsâ ve
iman edenler aleyhine kışkırtıyor, bir taraftan da, yaptığı bu suçlamanın doğru
olduğunu itiraf etmeleri için de sihirbazları şiddetli bir ceza ve ölümle
tehdit ediyordu. Ama sihirbazların artık bu tehditlere aldırış edecek halleri
kalmamıştı:
125. Onlar da şöyle dediler: “Zâten biz Rabbimize döneceğiz.”
Firavun’un
bu asma, kesme ve feci bir şekilde öldürme tehditleri eski sihirbaz yeni mü’min
ve şehâdet hasretiyle kavrulan o talihli insanlara menfi mânada zerre kadar
bile tesir etmedi. Bilakis imanlarını daha da kökleştirdi; davalarına sımsıkı
sarılmalarına vesile oldu. Onlar, bu yeni inançlarında kararlı ve
uğrunda da her türlü zulme katlanmaya hatta ölmeye hazır olduklarını
gösterdiler. Bu sayede, Hz. Mûsâ’nın getirdiği ilâhî hakîkate olan iman ve
bağlılıklarının herhangi bir oyun, plan ve tuzak değil, imanlarının samimi bir
itirafı olduğunu ispatladılar. Başlarına gelebilecek her türlü belâ ve
musibetlere metânetle dayanabilmeleri ve imanlarına herhangi bir halel
gelmemesi için de Allah’a yalvardılar; üzerlerine sabırlar yağdırmasını, eğer
ölümlerini takdir buyurduysa müslüman olarak canlarını almasını niyaz ettiler.
Burada
dikkat edilmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken mühim bir husus, imanın, belki
saniyelerle ifade edilebilecek çok kısa bir süre içerisinde sihirbazların gönül
ve ruh dünyalarında meydana getirdiği tarifi imkânsız değişikliktir. Kısa bir
müddet önce, atalarının dinine yardım etmek uğruna evlerini, barklarını terk
eden; sıkılgan ve mütevazi bir şekilde, Firavun’dan, Hz. Mûsâ ile olan
mücadelede başarılı olduklarında kendilerine ne gibi mükafatlar verileceğini
soran bu insanlar şimdi, hakîki bir imanın cesareti ve şecaatiyle dolmuş,
önünde tâzimle eğildikleri ve âdeta dilendikleri aynı krala karşı meydan
okuyacak kadar cesur ve kahraman olmuşlardı. En büyük tehditler ve en korkunç
işkenceler bile kendilerine tesir edemeyecek bir seviyeye ulaşmışlardı.
Beklemediği
bir mağlubiyete uğrayan Firavun, devam eden âyetlerde görüleceği üzere, hak ve adâlet
karşısında takınmış olduğu sahtekâr tavrı bırakmak ve açıkça despotluk ve zulme
baş vurmak mecburiyetinde kalacaktır:
126. “Ama sen, başka bir sebeple değil, sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde ona iman ettik diye bizden intikam alıyorsun.” Sonra Allah’a yönelerek: “Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak canımızı al!” diye yalvardılar.
Firavun’un
bu asma, kesme ve feci bir şekilde öldürme tehditleri eski sihirbaz yeni mü’min
ve şehâdet hasretiyle kavrulan o talihli insanlara menfi mânada zerre kadar
bile tesir etmedi. Bilakis imanlarını daha da kökleştirdi; davalarına sımsıkı
sarılmalarına vesile oldu. Onlar, bu yeni inançlarında kararlı ve
uğrunda da her türlü zulme katlanmaya hatta ölmeye hazır olduklarını
gösterdiler. Bu sayede, Hz. Mûsâ’nın getirdiği ilâhî hakîkate olan iman ve
bağlılıklarının herhangi bir oyun, plan ve tuzak değil, imanlarının samimi bir
itirafı olduğunu ispatladılar. Başlarına gelebilecek her türlü belâ ve
musibetlere metânetle dayanabilmeleri ve imanlarına herhangi bir halel
gelmemesi için de Allah’a yalvardılar; üzerlerine sabırlar yağdırmasını, eğer
ölümlerini takdir buyurduysa müslüman olarak canlarını almasını niyaz ettiler.
Burada
dikkat edilmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken mühim bir husus, imanın, belki
saniyelerle ifade edilebilecek çok kısa bir süre içerisinde sihirbazların gönül
ve ruh dünyalarında meydana getirdiği tarifi imkânsız değişikliktir. Kısa bir
müddet önce, atalarının dinine yardım etmek uğruna evlerini, barklarını terk
eden; sıkılgan ve mütevazi bir şekilde, Firavun’dan, Hz. Mûsâ ile olan
mücadelede başarılı olduklarında kendilerine ne gibi mükafatlar verileceğini
soran bu insanlar şimdi, hakîki bir imanın cesareti ve şecaatiyle dolmuş,
önünde tâzimle eğildikleri ve âdeta dilendikleri aynı krala karşı meydan
okuyacak kadar cesur ve kahraman olmuşlardı. En büyük tehditler ve en korkunç
işkenceler bile kendilerine tesir edemeyecek bir seviyeye ulaşmışlardı.
Beklemediği
bir mağlubiyete uğrayan Firavun, devam eden âyetlerde görüleceği üzere, hak ve adâlet
karşısında takınmış olduğu sahtekâr tavrı bırakmak ve açıkça despotluk ve zulme
baş vurmak mecburiyetinde kalacaktır:
127. Firavun kavminin önde gelen yetkilileri: “Sihirbazları öldüreceksin de Mûsâ ve kavmini, yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarını terk etsinler diye mi kendi hallerine bırakacaksın?” dediler. Firavun da: “Merak etmeyin! Bilakis onların erkek çocuklarını öldürecek, kız çocuklarını da kullanmak üzere sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstün bir güç ve hâkimiyete sahibiz” cevabını verdi.
Firavun,
kavminin önde gelenleri ile sihirbazların ve Mûsâ’nın durumunu ve bundan sonra
izlemesi gereken stratejiyi görüştü. Firavun’nun Hz. Mûsâ’ya ilişmeyip daha çok
sihirbazları tehdit ettiğini, onlar üzerinden bir siyaset belirlemeye
çalıştığını gören önde gelenler, onun dikkatini Mûsâ ve kavmi üzerine çekmeye
çalıştılar. Bir taraftan, sihirbazları davete sebep olduklarından dolayı suçun
ucunun kendilerine değmesinden korkarken, bir taraftan da Mûsâ’nın serbest
kalmasından endişe duydular. Bu korku ve endişe içinde Firavun’un damarına
basarak, onu, Mûsâ ve kavmi aleyhine kışkırttılar. Onları serbest bıraktığı
takdirde ülkede bozgunculuk çıkaracaklarını, Firavun’u ve onun tanrılığının
gereklerini yapmayı terk edeceklerini ve ülkenin milli bütünlüğünü
bozacaklarını gerekçe gösterdiler. Böylece kendi mevkilerini güçlendirmeye ve
sağlama almaya çalıştılar. Firavun, elinde bulundurduğu ezici saltanat gücünü
kullanarak İsrâiloğulları’nın erkek çocuklarını öldürmek, kız çocuklarını sağ
bırakmak, böylece nesillerini kurutmak suretiyle meseleyi halledeceğini,
dolayısıyla herhangi bir endişeye mahal olmadığını söyledi. Özellikle “Elbette
biz onları ezecek üstün bir güç ve hâkimiyete sahibiz” (A‘râf 7/127) sözüyle, içinde taşıdığı mağlubiyet
ezikliğini silmek ve etrafına moral vermek istemiştir. Fakat dikkat çeken bir
husus şu ki; Firavun Mûsâ hakkında bir şey söylemiyor, ismini bile ağzına
almıyordu. Zira asâdan gözü yılmış, Mûsâ’dan son derece korkmuştu. Mûsâ
denildiği zaman, yerden göğe ağzını açmış, kendisini yutmaya hazır bir
ejderhanın üzerine atıldığı hayali zihninde canlanıyordu. Lakin bu korkusunu
gizlemeye ve konuyu karıştırıp başka taraflara çekmeye çalışıyor ve cevabında
güya Mûsâ’nın ismini bile anmaya tenezzül etmiyormuş gibi görünerek, âdeta “Mûsâ’nın
şahsen hiçbir önemi yoktur” fikrini ima etmeye çalışıyordu. Onun bütün kuvvet
kaynağının İsrâiloğulları olduğunu, onları ortadan kaldırdığında Mûsâ’nın
hiçbir şey yapma imkânının kalmayacağını söylemek istiyordu. Bunu yapmaya
güçleri olduğuna göre artık herhangi bir korku ve endişeye gerek yoktu. İşte
tarih boyu Firavun’un ve onun siyaseti böyle olmuştur ve böyle olmaya devam
etmektedir.
Firavun
hânedanının aleyhlerinde aldığı kararı duyan İsrâiloğulları büyük bir endişe ve
korkuya kapıldılar. Çünkü benzeri zulüm onlara daha önce yapılmış, Hz. Mûsâ’nın
doğduğu yıllarda binlerce erkek çocuklarını kurban vermişlerdi:
128. Mûsâ, kavmine şu tenbih ve tesellide bulundu: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin! Şüphesiz bütün yeryüzü Allah’ındır; ona kullarından dilediğini vâris kılar. Unutmayın ki, hayırlı son, nihâî zafer, ancak Allah’a karşı gelmekten sakınanların olacaktır.”
129. İsrâiloğulları Mûsâ’ya: “Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da hep işkence gördük, eziyetlere uğradık” diye sızlandılar. Bunun üzerine Mûsâ: “Ne biliyorsunuz, bakarsınız Rabbiniz düşmanlarınızı helâk eder ve nasıl amel edeceğinizi görmek için onların yerine sizi yeryüzünde hâkim kılar” dedi.
Mûsâ
(a.s.) onlara Allah’tan yardım dilemelerini ve sabırlı olmalarını tavsiye etti.
Çünkü bütün güç ve kuvvet Allah’ın kudret elinde olup, O dilemeyince hiç
kimsenin bir şey yapması mümkün değildir. O halde O’na güvenmek, acele etmemek,
sabır ve teenniyle hareket etmek ve ümitsizliğe düşmemek gerekir. Bütün yeryüzü
Allah’a ait olduğu gibi Mısır ülkesi de O’nundur. Oraya kullarından dilediğini
vâris kılma yetkisi de O’na aittir. Ancak güzel akıbet, hayırlı netice
Allah’tan korkan, günahlardan sakınan gerçek takvâ sahibi kullar için gerçekleşecektir.
Bu tavsiyesi ile Hz. Mûsâ kavmine, tam olarak Allah’a güvenip dayandıkları,
yardımı sadece O’ndan istedikleri, sabra sarıldıkları ve güzel bir takvâ hayatı
yaşadıkları takdirde istikballerinin parlak olacağı müjdesini vermekteydi.
Ancak onlar yapılan bu tavsiye ve verilen müjdeden pek teselli olmadılar. Hz. Mûsâ’ya
şikayet ve serzenişte bulundular. Onun peygamber olarak gelmesinin durumu
değiştirmediğini; ondan önce de ondan sonra da hep eziyete maruz kaldıklarını
söylediler. Onlar, “öncekiyle” Hz. Mûsâ’nın doğumu sırasında yapılan eziyeti ve
erkek çocuklarının öldürülmesini; “sonrakiyle” de bu defa yapılması söylenen
eziyetleri kastediyorlar, bir an önce bu çileli hayattan kurtulma arzularını
dile getirmek istiyorlardı. Bunun üzerine Hz. Mûsâ, Allah’tan aldığı bilgiye
dayanarak onların sızlanmalarını durdurmak ve istikbale yönelik gönüllerinde
umut çiçekleri yeşertmek düşüncesiyle, Cenâb-ı Hakk’ın, yakın bir zaman içinde
düşmanları olan Firavun ve kavmini helak edeceği ve yerlerine kendilerini hakim
kılacağı müjdesini verir. Fakat bunun da bir imtihan olduğunu; nimetin kıymeti
bilinince mükâfâta, bilinmeyince ise ilâhî kahır ve intikam tecellisine sebep
olacağını hatırlatmadan edemez.
Şimdi
söz, Hz. Mûsâ’nın, Firavun ve İsrâiloğulları hakkında verdiği haberlerin nasıl
ve ne ölçüde tahakkuk ettiğine gelmektedir:
130. Gerçekten biz, düşünüp akıllarını başlarına almaları için Firavun ve yandaşlarını senelerce kuraklık, ürün kıtlığı ve gelir darlığıyla cezalandırdık.
Cenâb-ı
Hak, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği açık mûcizelerden hareketle onun davetini kabul
etmedikleri gibi, üstelik İsrâiloğulları’nı acımasızca yok etmeyi planlayan
Firavun ve halkını, sonsuz merhametinin bir tecellisi olarak bir anda helak
etmedi. Bilakis sebepleri üzerinde düşünüp öğüt almaları ve nebevî davete kulak
verip hakikati bulmaları hikmetine binâen onları bir takım sıkıntılara maruz
kıldı. Öncelikle onları senelerce devam eden kıtlıkla ve bunun tabii bir
neticesi olarak ürünlerin azaltılmasıyla cezalandırdı. Nasihatin kâr etmediği
bir toplumu musîbetle ikaz etti. Üzerlerinde, bütün hal ve hareketlerine âgâh
olan, her türlü söz, fiil ve davranışlarını takip eden, haklarında istediği
kararı alıp uygulayabilen, istediğinde mühlet vermeye, istediğinde ise helak
etmeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi bir Allah’ın olduğunu, dolayısıyla ilâhî
emirlere karşı gelmekten sakınmak gerektiğini hatırlattı.
Âyet-i
kerîmede şu hususlara dikkat çekildiği görülür:
›
Fert ve toplum hayatında ekonomik şartların çok mühim bir yeri
vardır. İktisâdî hayatın sarsıntıya uğraması ve bozulması, o toplumun çökmekte
olduğunun ciddî bir işareti sayılmalıdır. Toplumun iktisâdî yönden iyileşip
kalkınabilmesi ise fertlerinin ahlâklı olup, Allah’ın ihsan ettiği zenginlik
kaynaklarını, İsrâftan kaçınarak, fert ve toplumun menfaatine olacak şekilde
çalıştırıp geliştirmelerine bağlıdır.
›
Allah Teâlâ’nın rahmetinin ne kadar geniş ve sonsuz olduğu
anlaşılmaktadır. Zira Rabbimiz, Firavun ve kavmi gibi her bakımdan helâke hak
kazanmış kimseleri bile hemen helak etmeyip, onları daha önceden bir takım
sözlü ve fiilî ikazlarla kendine dönmeye davet etmektedir.
›
Gelen musibetler, zorluk ve sıkıntılar insanların uyanmasına ve ibret
alıp gerçeği kabullenmesine mühim bir sebeptir.
Ancak Firavun hânedânı başlarına gelen
musibetlerden bir türlü ders almıyorlardı:
131. Hayatın akışı içinde onlara bir iyilik geldiğinde “Bu bizim hakkımız” derlerdi. Kötü bir durumla karşılaştıklarında ise bunun Mûsâ ile beraberinde olanların uğursuzluğundan kaynaklandığını söylerlerdi. Şunu bilin ki, onların uğursuz saydığı şey, kötü işlerine karşı Allah’ın verdiği cezadır; fakat onların çoğu bunu bilmez.
Hayatın
normal süreci içinde kendilerine bir iyilik; bolluk ve genişlik geldiğinde
bunun kendilerinin tabii hakları olduğunu söylüyorlardı. Bunu kâbiliyet ve
çalışmalarının bir ürünü olarak görüyorlardı. Bir kötülük; kıtlık, kuraklık ve
hastalık dokunduğunda ise bunu Mûsâ ve ona inananlardan biliyorlardı. Yani
başlarına bu uğursuzluğun onlar sebebiyle geldiğini düşünüyorlardı. Halbuki
Fâil-i Mutlak Allah olmakla beraber, uğursuzluğun sebebi bizzat kendileri idi.
Allah katında uğursuz sayılmalarına ve başlarına uğursuzlukların gelmesine
sebep, bizzat kendi inkârları ve günahları idi. Fakat çoğu bunu bilmiyordu.
Bilenler de inat ve kibirleri sebebiyle bildiklerinin gereğini yerine
getirmiyordu.
Âyette
geçen اَلتَّطَيُّرُ (tatayyur)
kelimesi bir şeyi; bir hayvanı, insanı
veya olayı uğursuz sayma demektir. Câhiliye döneminde bir kimse sefere
çıktığında karşılaştığı ilk kuş kendisine göre sağ tarafa uçarsa bunu uğurlu,
sol tarafa doğru uçarsa uğursuz sayardı. Dolayısıyla ilk zamanlar hem
uğursuzluğu hem uğurluluğu ifade eden bu kelime daha sonra sadece “uğursuzluk” mânasında
kullanılır olmuştur. Allah Resûlü (s.a.s.), bir şeyi uğursuz saymanın cahiliye
âdeti olduğunu ve bunun İslâm’da yeri olmadığını haber vermektedir. (bk. Buhârî,
Tıp 17, 19; Müslim, Selam 102, 107, 109)
Fakat bazı şeyleri geleceğe ait bir hayır ve ümit vesilesi olarak
görmede bir sakınca olmadığını bildirerek hatta bunu teşvik ve tavsiye
buyurmaktadır. (bk. Buhârî, Tıp 43, 44; Müslim, Selâm 110-113)
İnkâr
ve inatlarında devm etmeleri yüzünden o azgın kavmin üzerine musibetler
şiddetli azap kamçıları halinde peşpeşe inmeye başladı:
132. Onlar Mûsâ’ya şöyle derlerdi: “Bizi büyülemek için hangi mûcizeyi getirirsen getir, sana asla inanacak değiliz.”
133. Bunun üzerine biz de, ayrı ayrı mûcizeler olarak onların üzerine tufan, çekirge, haşerât, kurbağa ve kan felâketlerini gönderdik. Yine de iman etmeyi kibirlerine yediremediler ve dâimâ günah işlemekle meşgul inkârcı bir toplum olarak kaldılar.
Kıtlık
ve açlık Firavun hânedânının başına gelen ilk musibetti. Fakat bundan lazım
gelen ibreti alamadılar. İsyan ve taşkınlıklarına devam ettiler. Allah’a ve
peygamberine meydan okuyacak kadar ileri gittiler. Hz. Mûsâ’yı sihirbazlıkla
itham edip, gözlerini boyamak için ne tür bir mûcize, bir işaret getirirse
getirsin, ona asla inanmayacaklarını söylediler. Bu sebeple 133. âyette beyân
edilen musibetler, Allah’ın birer kudret nişânesi, varlığının apaçık delilleri
olarak onların üzerine peş peşe gelmeye başladı:
اَلطُّوفَانُ (tufan): Bir hafta aralıksız devam eden
şiddetli bir yağmur yağdı, Nil nehri taştı ve büyük bir sel tufanı meydana
geldi. Bu tufan Mısır halkının evlerini basıp hepsini tahrip etti. Fakat İsrâiloğullarına
bir zararı olmadı.
اَلْجَرَادُ (cerâd): Çekirgeler demektir. Bunlar,
bütün yeşil ürünleri yiyip bitirir, araziyi kısa sürede çırılçıplak hale
getirirler. Anlaşılan o ki, bu çekirgeler, tufandan sonra biten kuvvetli ve gür
ekinleri yiyip bitirmişlerdir.
اَلْقُمَّلُ (kummel):
Bit, pire ve güve gibi çeşitli cinsteki küçük böceklerdir. Bunlar Firavun
kavminin hem bedenlerine hem ürünlerine Musallat olmuşlar, onları son derece
sıkıntıya sokmuşlardır.
اَلضَّفَادِعُ (dafâdi‘): Kurbağalar demektir. Her tarafı
kurbağalar doldurmuş, âdetâ başlarına kurbağa yağmıştır.
اَلدَّمُ (dem): Kan demektir. İçecekleri bütün
sular ve Nil nehri kan olarak akmaya başlamıştır.
Onlar,
çeşitli isyan ve günaha teşebbüs ettikçe, Allah da onlara çeşitli cezalar
vermiştir. Bir türlü günahlardan kurtulup temizlenmeye yönelememişlerdir.
Esasında onlar, kalp cihetiyle, hakikatin delillerini görmekten uzaklaştırılmak
suretiyle cezalandırılmışlardır. Bu ise, zahirlerine dokunan pek çok felâketten
daha büyük bir belâdır.
Gelen
bu musibetler karşısında inkarcı halkın sergilediği tavır pek gülünçtür:
134. Başlarına o felâketlerden her biri çöktükçe: “Ey Mûsâ! Sana verdiği söz hürmetine bizim için Rabbine dua et! Andolsun ki, eğer bizden bu azabı kaldırırsan sana kesinlikle iman edeceğiz ve hiç şüphesiz İsrâiloğulları’nı serbest bırakıp seninle göndereceğiz” diyorlardı.
135. Biz, verdikleri sözü yerine getirebilecekleri bir süreye kadar musîbeti üzerlerinden kaldırınca da, her seferinde sözlerinden hemen dönüyorlardı.
136. Bu şekilde âyetlerimizi yalanlayıp onları hiç umursamadıkları için, neticede biz de hak ettikleri cezayı verdik ve hepsini denizde boğduk.
Belâyı
başlarından savuşturduğu takdirde kendisine iman edeceklerine ve İsrâiloğullarını
serbest bırakacaklarına yeminler ederek söz veren Firavun kavmi, her seferinde
yeminlerini bozuyor ve sözlerinden vazgeçiyorlardı. Azabın biri gidince
diğerinin gelmeyeceğini zannediyorlardı. Nihayet Hz. Mûsâ’nın duasıyla son
musibet de kaldırılıp yine sözlerinden cayınca, kalplerinin hidâyeti kabul etme
özelliği tamamen köreldiği ve uyanma kabiliyetleri bütünüyle tükendiğinden
Cenâb-ı Hak onları Kızıldeniz’de boğdu, içlerinden bir fert bile kurtulamadı.
İsrâioğulları’nı
bekleyen güzel neticeye gelince:
137. Asırlardır hor görülüp ezilmekte olan İsrâiloğulları halkını da, feyiz ve bereketlerle donattığımız o toprakların doğusuna ve batısına vâris kıldık. Böylece Rabbinin İsrâiloğulları için verdiği o güzel söz, sabretmelerinin bir neticesi olarak tamâmen gerçekleşmiş oldu. Firavun ve kavminin, o sanat ve sanayi ürünü eserlerini; yükseltmekte oldukları köşkleri, sarayları; yetiştirdikleri bağ ve bahçeleri yıkıp yerle bir ettik.
Allah
Teâlâ, Firavun’un zulmünden kurtardığı İsrâiloğulları’nı “feyiz ve bereketlerle
donattığı toprakların doğusuna ve batısına vâris kıldı”, o bölgenin
hâkimiyetini onlara ihsan etti. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bahsedilen
bölgenin doğu tarafı bugünkü Filistin ve Suriye, batı tarafı ise Mısır’dır.
Ancak, Mâide sûresi 21. âyette geçen “Allah’ın sizin için takdir ve girmenizi
emir buyurduğu şu mukaddes ülke” ve İsrâ sûresi 1. âyette geçen “etrafını
bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ” beyânlarından hareketle bahsedilen
bereketli yerin hususiyle Filistin olduğunu söylemek de mümkündür.
İsrâiloğullarının
zilletten kurtulup yeryüzünde hâkimiyet elde edeceklerine dair Cenâb-ı Hakk’ın
va‘di vardı. Bu va‘d Kasas sûresi 5. âyette: “Biz ise o ülkede hor ve hakir
görülenlere lutufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları Firavun’un
devlet ve saltanatına mirasçı kılmak istiyorduk” şeklinde yer almaktadır.
Ayrıca bunu Mûsâ (a.s.): “Ne biliyorsunuz, bakarsınız Rabbiniz
düşmanlarınızı helak eder ve nasıl amel edeceğinizi görmek için onların yerine
sizi yeryüzünde hâkim kılar” (A‘râf 7/129) sözüyle de dile getirmişti. İşte Firavun
hânedânının bütün köşk ve sarayları, bağ ve bahçeleriyle birlikte helak
edilmesinden sonra bu ilâhî va‘d bütünüyle gerçekleşmiş, İsrâiloğulları,
bahsedilen topraklara yerleşmiş ve orada hâkim duruma gelmişlerdir.
Şimdi
sıra Firavun’un zulmünden kurtulan İsrâiloğulları’nın, Allah’ın bu ihsanına
karşılık neler yaptıklarını, nasıl bir davranış sergilediklerini izlemeye
geldi:
138. İsrâiloğulları’nı denizden geçirdik. Derken kendilerine ait bir takım putlara tapmakta olan bir kavme rastladılar. Hemen: “Ey Mûsâ! Bize de onların ilâhları gibi bir ilâh yapıver!” dediler. Mûsâ şunları söyledi: “Gerçekten siz, hep böyle cehâlet içinde gidip gelen bir topluluksunuz.”
139. “İmrendiğiniz şu kimselerin din diye tutundukları şey yıkılmaya mahkûmdür ve ibâdet kasdıyla işleyegeldikleri bütün ameller de boştur, mânasızdır.”
140. Mûsâ şöyle devam etti: “Allah sizi, ihsân buyurduğu iman ve din sayesinde diğer bütün milletlere üstün kılmış iken, ben size O’ndan başka bir ilâh mı arayayım!”
İsrâiloğulları’nın
denizi geçtikten sonra rastladıkları bu kavmin kimler olduğu hususunda Kur’an
açık bir beyânda bulunmaz. Fakat bunların, kendilerine ait bir kısım putlara
tapan putperest bir toplum olduğunu belirtir. Tapanlar hangi toplum, tapılanlar
da ne tür bir put olursa olsun, mutlak mânada hepsinin bâtıl ve hepsinin de yok
olmaya mahkum olduğu gerçeğini hatırlatır. Bir kısım tarihî bilgiler, o kavmin
taptıkları putların sığır ve boğa heykelleri şeklinde olduğunu, İsrâiloğullarında
daha sonra baş gösterecek buzağıya tapma hastalığının da ilk olarak buradan
kaynaklandığı yönündedir.
Uzun
seneler Firavunların hâkimiyeti altında köle olarak yaşamış ve şahsiyetleri
ezilmiş İsrâiloğulları, onların ellerinden kurtulsalar da, hayatlarına girmiş
olan kötü tesirlerden kendilerini bir anda temizleyememişlerdi. Mısır’dan
çıktıktan sonra bir put tapınağı görür görmez, önceki alışkanlıklarının
tesiriyle ve tabii bir refleks halinde hemen benzeri bir şeye tapınma ihtiyacı
hissetmişlerdi. Bu arzularını kendisine açtıklarında Mûsâ (a.s.)’ın tepkisi son
derece sert oldu. Bunca büyük mûcizeleri ve delilleri gördükten sonra,
kendilerini kurtarmaya çalışan ulü’l-azm bir peygamberin huzurunda putçuluğa
özenmek câhillikten başka bir şey değildi. Aynı zamanda böyle bir talep, Hz. Mûsâ’nın
başarmak istediği işi, başlamadan bitirmek anlamına geliyordu. Bu sebeple Hz. Mûsâ,
o puta tapan kavmin mevcut hallerinin hiç de özenilecek bir durum olmadığını,
yaşadıkları bu bâtıl dinin yıkılıp helak olacağını, yapmakta oldukları ibâdetlerin
de faydasız, mânasız ve boş olduğunu söyleyerek kavmini ikna etmeye çalıştı.
Kendilerine bunca nimetler ihsan eden; peygamber göndermek, kölelikten
kurtarmak gibi bir kısım özel lutuflarla kendilerini başkalarına üstün tutan
Allah’ı bırakıp başka bir ilâh aramanın boşuna bir çaba olduğunu hatırlattı.
Hz.
Mûsâ’nın önceki ayetlerde yer alan ikazlarına ilâveten gelen âyet-i kerîmede de
bizzat Cenâb-ı Hak İsrâiloğullarına hitap etmektedir.
141. Ey İsrâiloğulları! Sizi Firavun hânedânının elinden kurtardığımız zamanı da hatırlayın. Onlar size en kötü işkencenceleri yapıyor; erkek çocuklarınızı öldürüyor ve kızlarınızı kullanmak için sağ bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.
Cenab-ı
Hak burada özellikle kendilerine işkencenin en acımasızını revâ gören; erkek
çocuklarını öldürüp, kötü emelleri için kız çocuklarını sağ bırakmak suretiyle
nesillerinin kökünü kurutmaya azmeden Firavun hânedânından kendilerini
kurtarması gibi en büyük ihsanını hatırlatarak onları şiddetle uyarmakta,
onları şükür ve tefekküre çağırmakta, hiç olmazsa putperestliğe meyledip tevhid
gibi en hassas bir mevzuda yanlışlığa düşmemelerini istemektedir.
Kavmi
ile arasında nükseden bu yeni imtihan ve sıkıntının ardından Hz. Mûsâ’ya Rabbi
ile Tur dağında buluşma müjdesi geliyor:
142. Tūr dağında ibâdet etmesi için Mûsâ ile otuz gece için sözleşmiş, sonra ona on gece daha ilâve etmiştik. Böylece Rabbinin belirlediği süre kırk geceye tamamlanmış oldu. Mûsâ, kardeşi Hârûn’a: “Kavmim içinde benim yerime geç, onların hatalarını düzelt; sakın ha bozguncuların yoluna uyma!” dedi.
İsrâiloğulları
Mısır’dan ayrıldıktan sonra esaret bağlarından kurtularak hür ve bağımsız bir
millet haline geldiler. Bunun üzerine Hz. Mûsâ, kavminin uyacağı şeriat
kendisine öğretilmek üzere ilâhî bir emirle Tur-i Sînâ’ya çağrıldı. Kendisine
yüklenecek bu ağır vazifenin gerektirdiği kuvvet ve salâhiyeti kazanmasını
sağlayacak oruç, zühd, ibâdet, dua, murakebe, tezkiye ve tefekkür için önce
otuz günlük bir süre belirlendi. Sonra ihtiyaca binâen on gün daha ilave
edilerek bu süre kırka tamamlandı. Nitekim Bakara sûresi 51. âyette bu sürenin
“kırk gece” olduğu kaydedilir. Gündüzleri de belirlenen bu süreye dâhil olduğu
halde, yalnızca “gece” buyrulması, ay hesabına göre günün geceden başlaması
hikmetine bağlıdır. Hz. Mûsâ bu esnada kavmini, Vadi’ş-Şeyh denilen yere
bıraktı. Kardeşi Hârûn’u da kavminin başında bulunup onları yönetmesi için
yerine vekil tayin etti. Kavminin ne yapacaklarına tam güvenemediği için
kardeşini özellikle “bozguncuların yoluna uymama” konusunda uyardı. Hz. Hârûn,
peygamberlik görevi hususunda onun emri altındaydı ve tebliğ çalışmalarında ona
yardımcı olmak üzere vazifelendirilmişti. Nitekim âyet-i kerîmede: “Biz Mûsâ’ya
kitabı verdik, kardeşi Hârûn’u da beraberinde yardımcı kıldık” (Furkan
25/35) buyrulur.
Allah
Teâlâ ile konuşma ve O’ndan vahiy alma öncesinde Hz. Mûsâ’ya kırk gün riyâzat
yaptırılması ve özellikle “gece” ifadesinin kullanılmasından şöyle bir mâna
sezilebilir: Allah’a yakın olmak isteyen kulların, büyük bir aydınlığa ve tecelli
sabahına erebilmeleri için geceler kadar karanlık ıstırap saatleri ile çile
doldurmaları gerekmektedir. Çünkü ilâhî feyizler daha ziyade geceleri vaki
olur. Bütün başarı sabahları, ıstırap gecelerinin seherlerini izleyerek meydana
çıkar. Nitekim oruç, ibâdet ve riyâzatla geçirilen bu kırk gecenin fecr-i sadık
saatlerini andıran sonlarına doğru Hz. Mûsâ, Allah Teâlâ’nın kelâmına mazhar
olmuş ve şu tecelliye ermiştir:
143. Nihâyet Mûsâ belirlediğimiz zamanda buluşma yerine geldi. Rabbi kendisiyle konuşmaya başlayınca, gerek bunun verdiği şevk ve heyecan, gerekse O’nu görme aşk ve cezbesi içinde: “Rabbim! Kendini bana göster de sana bakayım!” dedi. Allah ona: “Sen beni asla göremezsin! Fakat şu dağa bak; eğer dağ yerinde durabilirse sen de beni görürsün” buyurdu. Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi. Mûsâ da bayılıp düştü. Kendine gelince: “Rabbim! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, affına sığınarak sana yöneliyorum, sana iman edenlerin ilki de benim” dedi.
Mûsâ
(a.s.) tayin edilen vakitte Tûr dağına vardı. Allah Teâlâ onunla aracısız fakat
perde arkasından konuştu. Hz. Mûsâ Rabbinin konuşmasını işitti. Rivayete göre
ilâhî kelâm ona her cihetten geliyordu. Mûsâ (a.s.) Allah kelâmının şevk ve
neşesiyle kendinden geçti. Konuşmasını işitmek ruha bu kadar heyecan, neş’e ve
surûr verdiğine göre acaba bizzat kendisini görmek nasıl olur diye düşündü.
Gönlünde son derece şiddetli bir şekilde Allah’ı görme arzusu uyandı. Aşk ve
muhabbeti galeyana geldi ve “Rabbim! Bana kendini göster sana bakayım. Aradan
perdeyi kaldır ve bana bizzat tecelli et de seni göreyim” diye yalvardı.
Muhtemelen Hz. Mûsâ, Cenâb-ı Hakk’ı dünya gözüyle görebilmenin mümkün
olabileceğini zannetmişti. Fakat olmadı. Hak Teâlâ, dünyada, dünya gözüyle
kendisini görmesinin mümkün olmadığını ferman buyurdu. Yine de seçkin
peygamberinin bu konuda kalbinin iyice mutmain olması için bir misal vermeyi
murad etti. Mûsâ’ya, kendi bünyesinden daha güçlü ve daha sağlam olan dağa
bakmasını söyledi. Üzerine tecelli ettiğinde eğer dağ yerinde durur ve
sarsılmazsa kendisini görebileceğini; eğer dağ bu tecelliye dayanamaz, yerinde
duramaz da parçalanırsa kendisini görmeye takat getiremeyeceğini bildirdi.
Cenâb-ı Hak, mâhiyetini aklımızla kavrayamayacağımız bir şekilde dağa tecelli
edince onu paramparça etti. Bu dehşetli manzarayı seyreden Mûsâ kendinden geçti
ve baygın bir halde yere yığıldı. Dağdan kendine yansıyan bir izafi tecelliye
dayanamadı. Eğer tam ve mutlak bir tecelli olsaydı, hiçbir şeyin; ne dağın, ne
dünyanın ne de kâinatın buna tahammül etmesi mümkün olacaktı. Tam ve mutlak
tecelli bir tarafa, dağa olan o tecelli eğer bizzat Mûsâ’ya olsaydı, belki
zerreler halinde yok olup gidecekti. Şâirin ifadesiyle:
“Âftâbı görecek zerrede tâkat mı kalır.” (Âgâh Paşa)
“Güneşi
görür görmez küçücük bir su damlasında ona karşı dayanacak tâkat mı kalır?”
Bu
sebeple Mûsâ, baygınlığı geçip ayılınca hemen Cenâb-ı Hakk’ı tenzih etti,
zâtını görme talebindeki hatadan dolayı O’na tevbe etti ve bunun böyle olduğuna
inananların ilki olduğunu ikrar etti.
Âyetteki “dağa bak” emrinde şu işârî mânalar hissedilmektedir: Bu
emirde Mûsâ (a.s.) için pek şiddetli bir imtihan vardır. Çünkü Allah Teâlâ onu,
istediğini görmekten men etmiş ve ondan başkasına bakmayı emir buyurmuştur.
Eğer ona, gözlerini kapayıp bundan sonra hiç bir şeye bakmamayı emretseydi bu
ona daha kolay gelirdi. Ne var ki ona: “Sen beni asla göremezsin, fakat dağa
bak” (A‘râf 7/143) denilmiştir.
Bundan daha da şiddetlisi, dağa Cenâb-ı Hakkın tecellîsi verildi. Sonra da Mûsâ
(a.s.)’a Rabbini görme isteğiyle geldiği dağa bakması emredildi. Bu, hakikaten
çok zor bir imtihandır. Fakat Mûsâ (a.s.) Allah’ın yaptığına rızâ göstermiş ve
hükmüne boyun eğmiştir. “Dağa bak”
emrinin Mûsâ (a.s.) için bir lutuf olduğunu söyleyenler de olmuştur. Çünkü
Allah Teâlâ, Mûsâ (a.s.)’ın isteğini açıkça reddetmemiş, bilakis sabırlı
davranmasına yardımcı olmak üzere bu reddi bazı sebeplere bağlamıştır. Mûsâ (a.s.)
uyanıklık haline geri döndürülüp ayılınca tekrar işin başına dönüp “Affına
sığınarak sana yöneliyorum” dedi. Yani “Mertebelerin en yücesi olan seni
görmek gerçekleşmemiş olsa bile, işin başı olan tevbeyi azaltacak değilim”
demek istedi. Ayrıca Allah’ı görme talebi, kulluk mahallinden ayrılmak mânasını
taşır. Çünkü kulluğun şartı, kul ile Rab arasında yakınlık meydana gelse de bir
an hizmet mahallinden uzak durmamaktır. Zira yakınlık nefsin payıdır; hizmet
ise Rabbin hakkıdır. Rabbin hakkıyle birlikte olmak ise nefsin hazzı ile
birlikte bulunmaktan daha mühimdir. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 354)
Cenâb-ı
Hakk’ın görülmesi aklen caizdir. Çünkü bir varlığın görülebilir olmasının
yegâne şartı var olmaktır. Ancak naklî deliller Allah’ın dünyada değil,
âhirette görüleceğini haber vermektedir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.),
cennette mü’minlerin Allah’ı dolunayın görüldüğü gibi açık olarak göreceklerini
müjdelemektedir. (bk. Buhârî, Ezan 129; Müslim, Fiten 95) Bu bilgiler
doğrultusunda bakıldığında, Hz. Mûsâ, Allah’ı görmeyi talep ederken, imkânsız
olanı değil, caiz olanı istemiştir. Rabbimiz ise “Sen beni asla göremezsin”
(A‘râf 7/143) cevâbı ile, kendini
görmenin ebediyen imkânsızlığını değil, dünyada görülemeyeceğini beyân
buyurmuştur.
Bu fevkalâde tecellîler ardından Hz. Mûsâ’ya ilâhî
iltifatlar gelmeye başladı:
144. Allah şöyle buyurdu: “Ey Mûsâ! Seni peygamberlikle, buyruklarımı tebliğle görevlendirmek ve seninle vasıtasız olarak konuşmak sûretiyle insanlar arasında sana seçkin bir mevki verdim. O halde sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol!”
Cenâb-ı
Hak Mûsâ (a.s.)’ı, halinin ıslahı ve varlığının devamı için kendisini görmekten
men etmişti. Bu hitapla onu teselli etti, keder ve üzüntüden kurtardı. Onu pek
çok faziletlerle diğer insanlardan üstün kıldı. Bunların başında onu peygamber
yapması, emir ve yasaklarını ona bildirmesi ve kendisiyle vasıtasız
konuşmasıdır. Bu sebeple ondan, ilâhî emirlere göre hareket etmesi, verilen bu
nimetlerin kadrini bilip şükretmesi ve şikâyet makâmında bulunmaması
istenmiştir.
“Şükredenlerden ol” (A‘râf 7/144) emrinde
şöyle latîf bir işaret vardır: “Sakın şikâyet edenlerden olma. Yani eğer
dileğini geri çevirdik ve istediğini vermediysek, döndüğünde bana şikâyette
bulunma!” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 355)
Şükredilecek
nimetlerin başında Tevrat ve orada yer alan hükümler bulunmaktadır:
145. Biz Mûsâ için Tevrat levhalarında her türlü öğüdü verdik; yapılacak her şeyin açıklamasını yaptık. Sonra da şunu söyledik: “Bunlara kuvvetle sarıl! Kavmine de buradaki hükümleri hayatlarında en güzel şekilde uygulamalarını emret. Yakında size doğru yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim.”
Hz.
Mûsâ’ya verilen vahiyler levhalar üzerine yazılmıştı. Burada her mevzuda en
güzel öğütler; yapılması ve terk edilmesi gereken hususlarda lazım gelen dinî
açıklamalar, emirler ve yasaklar yer almaktaydı.
Hz.
Mûsâ’dan bu levhaları sağlam ve güvenilir bir şekilde muhafaza etmesi, orada
yer alan hükümlerle amel etmesi, kavmine de bu hükümlerin muhtevâsına uygun
olarak en güzel şekilde davranmalarını emretmesi istenir. Şüphesiz iyinin daha
iyisi, güzelin daha güzeli vardır. Azimetle amel etmek ruhsatlara sarılmaktan,
affetmek ve bağışlamak kısastan, farz ve vacipleri yerine getirmek mübahlarla amel
etmekten daha güzeldir. Dolayısıyla burada takvâ hayatının geliştirilmesine ve
olabildiği kadar ruhen olgunlaşmaya bir teşvik vardır. Onların da buna ihtiyacı
bulunmaktadır. Zira Cenâb-ı Hak onlara yakın bir gelecekte doğru yoldan çıkmış
günahkâr kimselerin yurdunu göstereceğini haber vermektedir. Bu haber hem bir
müjdeyi, hem de bir tehdidi şumülüne almaktadır: Bir taraftan günahlar içinde
ömür geçiren zorbalar kavminin diyarlarına girip onlara mirasçı olacaklarını
müjdelemektedir. Buna erişmelerinin de ancak işlerin ve amellerin en güzeline
sarılmalarıyla mümkün olabileceğini hatırlatmaktadır. Diğer taraftan ise
onları, yurtlarına girecekleri o fâsıkların uğradıkları feci âkıbetle tehdit
ederek, fısk u fücûrdan uzak durmaya yönlendirmekte, aynı zamanda kendilerinden
zuhur edecek fâsıklara karşı da uyanık olmaya çağırmakta, netice itibariyle
fısk yolunu tutup cehennemi boylamaktan da sakındırmaktadır.
Mühim
olan, Allah’ın âyetlerini anlamayı engelleyen kalbî hastalıkları iyi tanıyıp
onlardan arınabilmektir:
146. Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimi anlamaktan uzaklaştıracağım. Çünkü onlar her ne mûcize görseler, ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Buna karşılık azgınlık ve taşkınlık yolunu görseler hemen onu uyulacak yol olarak benimserler. Bunun sebebi, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve bunları anlamaktan büsbütün uzak durmalarıdır.
147. Âyetlerimizi ve bir gün âhiretle yüz yüze gelecekleri gerçeğini yalanlayanların bütün amelleri boşa gitmiştir. Hem başka nasıl olacaktı ki? Yoksa yaptıklarından başka bir şeyin karşılığını mı göreceklerdi?
Hakları
olmadığı halde, tamâmen nefsâniyetlerinin tesir ve sâikiyle kendilerini büyük
görenler, kendilerini insanların en faziletlisi sayıp başkalarına yukarıdan
bakanlar, Cenâb-ı Hakk’ın kelâmî, kevnî ve enfüsî ne kadar âyeti, varlığının
delili varsa onları idrakten, onların istikâmetinde hareketten ve onların
müjdelediği şeref ve saadeti tatmaktan alıkonacaklardır. Bu bir ilâhî kanundur.
Zira bu haksız davranışları sebebiyle kalpleri mühürlenmiştir.
Allah
Resûlü (s.a.s.) kibrin ne büyük bir günah olduğu hususunda şöyle buyurur:
“Kibir hakkı kabul etmemek ve insanları küçümsemektir.” (Müslim,
İman 147; Ebû Dâvûd, Libâs 26)
“Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez.” ( Ebû Dâvûd,
Libâs 26)
Kur’ân-ı
Kerîm, kendisini, Allah’a kul olmaktan, O’nun emirlerine boyun eğmekten daha
üstün gören; gönderdiği peygamberler, indirdiği kitaplar ve gösterdiği mûcizelere
aldırış etmeyen; sanki o Allah’ın kulu ve Allah da onun Rabbi değilmiş gibi
davrananları, “kibirli, gururlu ve kendini beğenmiş” kimseler olarak
vasıflandırır. Allah’a karşı açıkça sergilenen böyle bir küstahlığın hiçbir
haklı gerekçeye dayanması mümkün değildir. Zira hiçbir kulun Allah’ın arzında
ve sadece O’nun verdiği nimetler ile yaşarken, sanki O’nun kulu değilmiş gibi
bir tavır içinde olmaya elbette hakkı yoktur. Bu sebeple âyette “haksız yere
büyüklük taslayanlar” (A‘râf 7/146) kaydı
getirilmiştir.
Âyette
geçen سَب۪يلَ الرُّشْدِ (sebîle’r-rüşd), Kur’ân-ı Kerîm’de iman ve sâlih
amellerle ifade buyrulan bütün iyilik ve güzellikleri içine alan ve dosdoğru
yol olan İslâm yoludur. سَب۪يلَ الْغَيِّ (sebîle’l-gayy)
ise başta küfür, şirk, nifak olmak üzere her türlü sapıklık, azgınlık, kötülük
ve bozgunculuğu içine alan azgınlık yoludur. İşte kibir ve gurur hastalığına yakalananlar,
bunu tedavi etmedikleri sürece ne bir peygambere kulak verme, ne de ona tabi
olma istidadı gösterebilirler. Hangi tür bir mûcize, işaret ve delil görürlerse
görsünler, ona iman etmezler; kalplerinin kuvveti inanma başarısını göstermeye
yetmez. Az önce tarif edildiği üzere “doğru yolu” görseler, onu yol edinmeye
yanaşmazlar. Ona tabi olmak nefislerine ağır gelir. Fakat “azgınlık yolu”nu
görür görmez hemen ona yönelirler. Bunun da esas sebebi Allah’ın âyetlerini
yalanlamaları ve onları yeterince okuma, araştırma, anlama ve tefekkürden gafil
olmalarıdır.
Allah’ın
âyetlerini ve âhiret gününün varlığını yalanlayıp, o artık gecesi olmayan ebedî
günde Allah’ın huzurunda hesap vereceklerini kabul etmeyenlerin dünyadaki akrabayı
ziyaret, darda kalmışlara yardım, fakirlere iyilik ve buna benzer diğer
amelleri boşa çıkacak ve bu amellerden hiçbir fayda göremeyeceklerdir. Bütün
emekleri heba, bütün akıbetleri zarar ve felaket olacaktır. Zira yaptıklarının
karşılığı ancak budur.
Bu
iki âyet-i kerîmeden hareketle hidâyetten nasip alamayıp bütün emekleri boşa
gidecek ve ebedî hüsrâna uğrayacak talihsiz bir toplumun belli başlı
hususiyetlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
› Yeryüzünde
haksız yere büyüklenmek; kibir ve gurura kapılmak,
› Bu mezmûm
hastalığın bir neticesi olarak Allah’ın ayetlerini anlamaktan yüz çevirmek,
› Hangi mûcize,
ne kadar kuvvetli delil olursa olsun hiçbirine inanmamak; hiçbirini dikkate
almamak,
› Doğru yolu
reddetmek,
› Azgınlık
yolunu tercih edip ona sımsıkı sarılmak,
› Allah’ın
ayetlerini yalanlamak,
› Allah’ın
âyetlerini okuma, araştırma ve üzerinde tefekkürden gafil olmak,
› Âhiret gününe
kavuşmayı yalanlamak.
Geçmişte
yaşanan şu ibret verici örnek, böylesi kötü toplumların hallerini ve başlarına
gelen felâketi ne güzel anlatmaktadır:
148. Mûsâ’nın kavmi, kendisinin Tūr’a gitmesinin ardından süs takılarından böğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yapıp ona tapınmaya başladılar. O heykelin kendileriyle konuşmadığının ve onlara bir yol göstermediğinin de mi farkında değillerdi? Buna rağmen onu tanrı edindiler ve zâlimlerden oldular.
149. Onlar, doğru yoldan saptıklarını anlayıp yaptıklarına pişmanlık içinde kıvranarak: “Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, yemin olsun ki biz elbette bütün bütün kaybedenlerden oluruz” dediler.
Denizi
geçince karşılaştıkları putperest kavimden etkilenerek içlerinde puta tapma
sevdası alevlenen, fakat Hz. Mûsâ’nın son derece sert tepkisiyle karşılaşan İsrâiloğulları,
bu arzularını gerçekleştirmek için âdeta fırsat kolluyorlardı. İşte Mûsâ (a.s.)’ın
Tûr’a gidip orada 40 gün gibi uzun bir süre kalması bunun için bir fırsat
teşkil etti. Tâhâ sûresinin 83-98. âyetlerinde daha geniş bir şekilde
anlatıldığı üzere İsrâiloğulları, Mısır’dan çıkarken yanlarına almış oldukları
Kıptîlere ait süs takılarını bir yere topladılar. İyi bir kuyumcu olan Sâmirî,
bunları eritip buzağı şeklinde bir heykel yaptı. İçine bir takım özel borular
yerleştirdi ve onu rüzgârın estiği istikâmete doğru çevirdi. Rüzgâr estikçe
ondan buzağı sesine benzer bir böğürtü geliyordu. Bunun üzerine: “İşte sizin
de, Mûsâ’nın ilâhı da budur. Fakat Mûsâ bunu unuttu, başka ilâh aramak üzere
kalkıp dağlara gitti” (Tâhâ 20/88) dediler. Buzağıya tapıp, onun etrafında
dönmeye başladılar. Belki biraz düşünebilselerdi, buzağı heykelinin
kendileriyle konuşamayacak ve bir yol gösteremeyecek kadar değersiz bir şey
olduğunu görecekler ve ona tapmaya cüret etmeyeceklerdi.
Burada
uluhiyet sıfatı olarak “konuşmanın” ve “yol göstermenin” seçilmesi çok
mânidardır. Çünkü Allah Teâlâ Hz. Mûsâ vasıtasıyla İsrâiloğulları ile konuşmuş,
onların peygamberi olan Mûsâ (a.s.)’ı kelâmına muhatap kılmakla
şereflendirmişti. İkinci olarak da Allah Teâlâ, bilhassa Mısır’dan çıkmak üzere
harekete geçtikleri andan itibaren Mısır içinde, denizde ve çölde kendilerine
yol gösteriyordu. İsrâiloğulları, Cenâb-ı Hakk’ın bu her iki büyük nimetine ve
icraatına şâhittiler. Bunlara gücü yetmeyen bir şeyin ilâh olamayacağı açıktı.
Fakat onların, bunu düşünecek halleri bile yoktu. Bu sebeple onu tanrı
edindiler, câzibesine kapılıp ona tapındılar. Allah’ın emrine uygun
davranmadıkları; Allah’a kulluğu bırakıp buzağıya taptıkları; hakikati
bulmaları için verilen gözlerini, kulaklarını ve akıllarını yok saydıkları ve
Hz. Mûsâ’nın talimatlarını unuttukları için zâlimler oldular.
Hz.
Mûsâ Tûr’dan dönüp kavmini bu halde görünce, onlara yanlış bir iş yaptıklarını
ve dinden saptıklarını söyledi. Onları azarlayıp buzağı heykelini ateşe attı
(bk. Tâhâ 20/97). Bunun üzerine yaptıklarına son derece pişman oldular ve
kendilerini bağışlaması için Allah’a yalvardılar.
149.
âyetin haber verdiği bu durum, belirtildiği gibi Hz. Mûsâ’nın Tûr’dan
dönmesinden sonra olmakla birlikte, onların yaptıkları işlerin bütünüyle
pişmanlığa dönüştüğü daha net bir şekilde anlaşılması için önce zikredilmiş, bu
işin nasıl gerçekleştiği de bu âyetin bir açıklaması olarak aşağıdaki âyetlerde
şöyle haber verilmiştir:
150. Mûsâ, son derece öfkeli ve üzgün bir halde kavmine dönünce: “Ben gittikten sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız. Rabbinizin emrini çarçabuk terk mi ediverdiniz?” diye çıkıştı. Elindeki Tevrat levhalarını yere bıraktı; kardeşi Hârûn’un başından tutup kendine doğru çekmeye başladı. Kardeşi de: “Anamın oğlu! İnan ki bu topluluk beni bir hiç yerine koydu. Az kalsın beni öldürüyorlardı. Şimdi kalkıp bana düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni bu zâlimler güruhuyla bir tutma” dedi.
Hz. Mûsâ Tur’dan dönerken kavminin buzağıya taptığını haber almıştı. (bk. Tâhâ 20/85) Bu sebeple son derece kızgın, öfkeli ve üzgün bir halde döndü.[1] Kendisi yokken yaptıkları, Allah’ın gazabını celbedecek fevkalâde kötü işten dolayı onları azarladı. Öfkesine hâkim olamayarak elindeki Tevrat levhalarını yere bıraktı. Kavmini buzağıya tapmaktan alıkoymadığını, en azından bu vazifesini îfâda gevşek davrandığını sanarak kardeşi Hârûn’un kafasını tutup kendine doğru çekmeye başladı. Hz. Hârûn, ana-baba bir öz kardeş olmalarına rağmen, kardeşinin şefkat ve merhamet duygularını harekete geçirip kendisine yumuşak davranmasını sağlamak niyetiyle Hz. Mûsâ’ya “Anamın oğlu!” diye hitap etti. Sonra da hakkındaki yanlış düşüncesini gidermek maksadıyla, onları buzağıya tapmaktan alıkoymak için tüm gücünü harcadığını, fakat buna muvaffak olamadığını, sonunda kendisini hırpalayıp neredeyse öldürmeye kastettiklerini anlatmaya çalıştı. Son olarak ondan, düşmanlarını sevindirecek ve üzerine güldürecek bir davranışta bulunmamasını ve kendisini zalimlerle bir tutmamasını istedi.
Hz. Hârûn, kardeşinin öfkesini böyle zarîf ve belîğ bir yumuşaklıkla karşıladı. Bu itidalli ve vakur davranış, Mûsâ (a.s.)’ın öfkesinin sakinleşmesine yardımcı oldu. Bu vesileyle kendisine gelen Hz. Mûsâ, Cenâb-ı Hakk’a yalvararak kendisi ve kardeşi için bağışlanma diledi. İşlediği bir suçu olmadığı halde kardeşine yaptığından dolayı kendisini; kavminin buzağıya tapmalarına mani olmakta bir kusuru varsa, mesela savaşması gerektiği halde savaşmadıysa, kardeşini bağışlamasını istedi. Bu, aynı zamanda kardeşine bir özür dileme ve düşmanlarına karşı ona bir sevgi ızhârı mânası taşımaktaydı. Sonra Mûsâ (a.s.) Allah’tan, yalnız günahlarını bağışlamakla kalmayıp, kendilerini rahmetine, fazlasıyla nimet ve ikramına eriştirmesini, lutuf ve ihsanına garketmesini niyaz etti. Çünkü Allah, merhametlilerin en merhametlisidir. Kuluna ana-baba ve diğer dostlarından daha çok merhamet eder. O halde kulun dünya ve âhirette dâimâ Allah’ın nihâyetsiz rahmeti içinde bulunmayı ümid etmesinden daha tabii bir durum yoktur.
Buzağıya tapanların durumuna gelince:
[1] Burada şöyle bir işâri mâna hissedilir: Tûr dağında Cenâb-ı Hak ile buluşan, O’nun beşer hissiyatına akseden yönüyle tarifsiz halâvetteki kelâmını işiten Mûsâ (a.s.), oradan döndüğünde kavmini binlerce derece bir titizlikle ilâhî buyruklara ve kendi tâlimatlarına uyduklarını, kendi aralarında son derece bir uyum, birlik ve beraberlik halinde olduklarını görseydi bile, Allah’ın kelâmını işitmekten mahrum bırakılarak ağyârı müşâhedeye döndürülmekle tabi tutulduğu imtihan sebebiyle yine de bir ıstırab ve huzursuzluk içinde olması beklenirdi. Halbuki, Tûr’da yaşadığı o ulvî hâlin ve teneffüs ettiği o lahûtî demlerin akabinde, dönüp geldiğinde kavmini hak yoldan sapmış ve buzağıyı ilâh edinmiş halde görünce nasıl bir sıkıntı, üzüntü ve ıstırab içine düştüğünü düşünmek gerekir. Gerçekten şu mihnetlerden hangisinin Mûsâ (a.s.) daha ağır geldiği bilinemez:
1. Allah’ın kelâmını işitmek nimetini kaybetmiş olmak,
2. “Sen beni asla göremezsin” hitabıyla Allah’ı görmeyi istemekten engellenmiş olmak,
3. İsrâiloğullarının fitneye düşüp, şehvetlerinin kalplerini istila etmesi sebebiyle buzağıya ibâdet ettiklerini görmek. Sübhânallah! Allah’ın, peygamberlerine ve velîlerine olan belâ ve imtihanları ne kadar da şiddetli! (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 358)
151. Mûsâ şöyle yalvardı: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetine eriştir. Şüphesiz sen merhametlilerin en merhametlisisin.”
Hz.
Mûsâ Tur’dan dönerken kavminin buzağıya taptığını haber almıştı. (bk. Tâhâ
20/85) Bu sebeple son derece kızgın, öfkeli ve üzgün bir halde döndü.[1]
Kendisi yokken yaptıkları, Allah’ın gazabını celbedecek fevkalâde kötü işten
dolayı onları azarladı. Öfkesine hâkim olamayarak elindeki Tevrat levhalarını
yere bıraktı. Kavmini buzağıya tapmaktan alıkoymadığını, en azından bu
vazifesini îfâda gevşek davrandığını sanarak kardeşi Hârûn’un kafasını tutup
kendine doğru çekmeye başladı. Hz. Hârûn, ana-baba bir öz kardeş olmalarına
rağmen, kardeşinin şefkat ve merhamet duygularını harekete geçirip kendisine
yumuşak davranmasını sağlamak niyetiyle Hz. Mûsâ’ya “Anamın oğlu!” diye hitap
etti. Sonra da hakkındaki yanlış düşüncesini gidermek maksadıyla, onları buzağıya
tapmaktan alıkoymak için tüm gücünü harcadığını, fakat buna muvaffak olamadığını,
sonunda kendisini hırpalayıp neredeyse öldürmeye kastettiklerini anlatmaya
çalıştı. Son olarak ondan, düşmanlarını sevindirecek ve üzerine güldürecek bir
davranışta bulunmamasını ve kendisini zalimlerle bir tutmamasını istedi.
Hz.
Hârûn, kardeşinin öfkesini böyle zarîf ve belîğ bir yumuşaklıkla karşıladı. Bu
itidalli ve vakur davranış, Mûsâ (a.s.)’ın öfkesinin sakinleşmesine yardımcı
oldu. Bu vesileyle kendisine gelen Hz. Mûsâ, Cenâb-ı Hakk’a yalvararak kendisi
ve kardeşi için bağışlanma diledi. İşlediği bir suçu olmadığı halde kardeşine
yaptığından dolayı kendisini; kavminin buzağıya tapmalarına mani olmakta bir
kusuru varsa, mesela savaşması gerektiği halde savaşmadıysa, kardeşini
bağışlamasını istedi. Bu, aynı zamanda kardeşine bir özür dileme ve
düşmanlarına karşı ona bir sevgi ızhârı mânası taşımaktaydı. Sonra Mûsâ (a.s.)
Allah’tan, yalnız günahlarını bağışlamakla kalmayıp, kendilerini rahmetine,
fazlasıyla nimet ve ikramına eriştirmesini, lutuf ve ihsanına garketmesini
niyaz etti. Çünkü Allah, merhametlilerin en merhametlisidir. Kuluna ana-baba ve
diğer dostlarından daha çok merhamet eder. O halde kulun dünya ve âhirette
dâimâ Allah’ın nihâyetsiz rahmeti içinde bulunmayı ümid etmesinden daha tabii
bir durum yoktur.
Buzağıya
tapanların durumuna gelince:
[1]
Burada şöyle bir işâri mâna hissedilir: Tûr dağında Cenâb-ı Hak ile buluşan,
O’nun beşer hissiyatına akseden yönüyle tarifsiz halâvetteki kelâmını işiten Mûsâ
(a.s.), oradan döndüğünde kavmini binlerce derece bir titizlikle ilâhî
buyruklara ve kendi tâlimatlarına uyduklarını, kendi aralarında son derece bir
uyum, birlik ve beraberlik halinde olduklarını görseydi bile, Allah’ın kelâmını
işitmekten mahrum bırakılarak ağyârı müşâhedeye döndürülmekle tabi tutulduğu
imtihan sebebiyle yine de bir ıstırab ve huzursuzluk içinde olması beklenirdi.
Halbuki, Tûr’da yaşadığı o ulvî hâlin ve teneffüs ettiği o lahûtî demlerin
akabinde, dönüp geldiğinde kavmini hak yoldan sapmış ve buzağıyı ilâh edinmiş
halde görünce nasıl bir sıkıntı, üzüntü ve ıstırab içine düştüğünü düşünmek
gerekir. Gerçekten şu mihnetlerden hangisinin Mûsâ (a.s.) daha ağır geldiği
bilinemez:
1. Allah’ın kelâmını
işitmek nimetini kaybetmiş olmak,
2. “Sen beni asla
göremezsin” hitabıyla Allah’ı görmeyi istemekten engellenmiş olmak,
3. İsrâiloğullarının
fitneye düşüp, şehvetlerinin kalplerini istila etmesi sebebiyle buzağıya ibâdet
ettiklerini görmek. Sübhânallah! Allah’ın, peygamberlerine ve velîlerine olan
belâ ve imtihanları ne kadar da şiddetli! (Kuşeyrî,
Letâifü’l-işârât, I, 358)
152. Buzağıyı tanrı edinenlerin başına hiç şüphesiz Rablerinden bir gazap çökecek ve böylece dünya hayatında bir zillete mahkum olacaklardır. İşte biz, gerçeği çarpıtarak Allah adına yalan uyduranları böyle cezalandırırız.
Allah
Teâlâ, buzağıyı ilâh edinip tevbe etmeyenleri şiddetli bir şekilde cezalandıracak;
akıl ermez uhrevî bir cezaya çarptıracaktır. Onları, dünya hayatında da müthiş
bir zillete maruz bırakacaktır. Bu zillet, düşmanları karşısında mağlup duruma
düşmeleri veya isyankârlıkları sebebiyle, kendilerine va‘dedilen kutsal
topraklardan mahrum bırakılarak vatansız bir hâle gelmeleridir. Sâmirî’ye
isâbet eden zillet insanlardan uzaklaşması; onun insanlara, insanların da ona
dokunmasının yasaklanmasıdır. (bk. Tâhâ 20/97) اَلْمُفْتَر۪ي
(müfteri) olmaları ise, hiçbir haklı bir gerekçeye dayanmadan, tamâmen
nefislerinin arzusu istikametinde hareket ederek âdi bir nesneden yapılmış
buzağı heykeline tapmalarıdır. Bu âyetle Allah Teâlâ, sadece İsrâiloğullarını
değil, kendisi dışında bir kısım ilâhlar edinip onlara tapan başka toplumları
da cezalandırıp zillete düşüreceğini, bunun bir sünnetullâh olduğunu haber
vermektedir.
Ancak
şirk günahı bile olsa tevbe kapısı devamlı açıktır:
153. Kötülükler yaptıktan sonra ardından tövbe edip inananlara gelince, şüphesiz ki Rabbin, bu tevbe ve imandan sonra onlar için çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Şirk
ve inkâr dâhil hangi kötülük olursa olsun bunları işledikten sonra, bu
kötülükleri işlemede ısrar etmeyip tevbe ettikleri, bunları tekrar işlemeyecek
şekilde bıraktıkları, bununla beraber iman edip onun gereğini de yerine
getirdikleri takdirde, Allah onların günahlarını bağışlayacak ve onlara
merhamet edecektir.
Bu
arada Mûsâ (a.s.)’ın durumuna bakılacak olursa:
154. Mûsâ’nın öfkesi yatışınca levhaları aldı. O levhalarda, Rablerinden korkanlar için doğru yolu gösteren öğütler ve Allah’ın rahmet edeceği yazılıydı.
Aradan
geçen belli bir müddet ve bahsedildiği üzere vâki olan bir kısım hâdiselerden
sonra Hz. Mûsâ’nın öfkesi dindi, sakinleşti, kızgınlığın yerini sükûnet aldı. Mûsâ
(a.s.) da yere bırakmış olduğu levhaları tekrar eline aldı. Burada öfkenin
insana, doğru olmayan bazı işler yaptırdığına dair dolaylı bir işaret vardır.
Ayrıca “öfkenin susması” ifadesiyle Kur’ân-ı Kerîm, öfkeyi canlı bir varlık
gibi somutlaştırmakta; onu Mûsâ’nın üzerine çullanan, onu durmadan şiddete
sarılmaya iten, “şunu yap, şöyle söyle, levhaları bırak, kardeşinin başını tut”
tarzında emirler veren canlı bir varlık gibi tasvir etmektedir. Bu canlı
varlık, ondan el çekip, onu kendi haline terk ettiğinde Mûsâ kendine gelmekte;
öfke saikiyle yaptığı bir kısım yanlışları düzeltmektedir. Attığı levhaları
tekrar eline alması bunlardan biridir. Bu levhalarda, Rablerinden korkup
günahlardan sakınanlar için doğru yolu gösteren öğütler ve ilâhî rahmete ermeyi
sağlayacak hayırlı ameller ile manevî terakkiye irşat eden bilgiler
bulunmaktaydı.
Ayette
özellikle “Rablerinden korkanlar için” buyrulur. Çünkü, Allah’ın kitabının
ayetlerinden istifade edebilecek olanlar yalnız onlardır. Kul, samimi bir
istekle Allah’ı, güzel amel ile de cenneti arzular; Allah’tan uzak kalmanın ve
cehenneme girmenin can yakıcı azabından korkarsa tam korku ile ümit arasında
olmuş olur. Korku ve ümitle de arzuladığı şeye ulaşır. Hak Teâlâ’nın
sıfatlarını tanıdığı nispette kulun kalbinde korku hisleri canlanmaya başlar.
Bunun dışa yansıyan alameti ise, kalben dünyayı ve insanları terk etmek, nefis
ve şeytan ile savaşmaktır.
Şimdi
kavminin yaptıkları yüzünden Hz. Mûsâ’nın çekildiği bir diğer imtihanı ibretle
izlemeye başlıyoruz:
155. Mûsâ halkı arasından temsilci olarak yetmiş kişi seçip, tâyin buyurduğumuz vakitte dağa geldi. (Ama oraya gelince bunlar Allah’ı görmek istediler; Allah’ı görmedikçe inanmayacaklarını söylediler.) Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakalayıverdi. Mûsâ şöyle yalvarmaya başladı: “Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizdeki bir takım beyinsizlerin yaptıkları yüzünden mi hepimizi helâk edeceksin? Bu iş, ancak senin bir imtihanındır ki, onunla dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola erdirirsin. Sen bizim dostumuz ve yardımcımızssın. Bizi bağışla ve bize merhamet et. Çünkü sen, bağışlayanların en hayırlısısın!”
156. “Bize dünyada da âhirette de iyi ve güzel olanı takdir buyur. Şüphesiz biz sana yöneldik, senin yolunu tuttuk.” Allah şöyle buyurdu: “Azabım var, onu kimi dilersem onun başına dolarım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Fakat rahmetimi özellikle bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize iman edenlere nasip edeceğim.”
Allah
Teâlâ Hz. Mûsâ’ya, buzağıya tapmalarından dolayı özür dilemek üzere kavminin en
iyilerinden yetmiş kişi seçerek belirlenen vakitte huzuruna getirmesini
emretmişti. Mûsâ (a.s.) da bunları seçip Tûr’a götürdü. Rivayete göre Hz. Mûsâ
onlardan oruç tutmalarını, yıkanıp temizlenmelerini ve elbiselerinin de temiz
olmasını istemişti. Bunlar dağa yaklaştıklarında, dağı bir sis kapladı. Mûsâ da
onlarla beraber sisin içine girdi, hepsi secdeye kapandılar. Allah Teâlâ, Mûsâ’ya
dilediği gibi emirler veriyor ve yasakları bildiriyordu, onlar da
işitiyorlardı. Sis açılınca, “Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana
inanacak değiliz!” (Bakara 2/55) diyerek direttiler. İhtimal ki, bununla
“Sen işittiğimiz bu sesin Allah’ın sesi olduğunu söylüyor «nefislerinizi
öldürün» (bk. Bakara 2/54) diyenin Allah olduğunu bildiriyorsun, fakat biz
Allah’ı göremediğimiz takdirde senin bu sözünün doğruluğunu tasdik edemeyiz” demek
istiyorlardı. Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı. Bakara
sûresi 55-56. âyetlerde geçtiği üzere onları yıldırım çarptı veya dağda bir
zelzele oldu; onlar da düşüp bayıldılar, hatta öldükleri rivayet edilir. Bunun
üzerine Mûsâ (a.s.) şöyle bir münâcatta bulundu:
“Rabbim!
Dileseydin bunları, buraya gelmeden önce, buzağıya tapanlara engel olmadıkları,
vazifelerini ihmal edip o sapıklara karşı koymadıkları ve onlardan uzak
durmadıkları sırada helak edebilirdin. Beni de daha önce seni görmek isteğinde
bulunduğum zaman mahvedebilirdin. Yani, bizi günahlarımız yüzünden helâk etmek
isteseydin, o vakit ederdin. Biz o zamanlar helâke daha çok müstehak idik ve
bunu yapmana hiç bir engel yoktu. Ancak sen o zaman bizim helâkimizi dilememiş
idin. O zaman lutfettin, bizi helâk etmedin de şimdi içimizden bazı sefîhlerin,
görüşü zayıf beyinsizlerin; dinin hikmetini bilmez, ayağı kayacak noktalarda
kendini tutamaz hafif akıllıların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin?
Ne olur, bizi helak etme ya Rabbi! Bu ancak senin imtihanından başka bir şey
değildir. Bu beyinsizlerin içine düştükleri fitne, sırf senden gelen bir
mihnet, bir imtihan ve iptiladır. Bu cihetle onlar bir anlamda mazur
sayılırlar. Zira onlara kelâmını işittirdin sana meftun oldular, duramadılar,
kendilerine hakim olamayıp daha fazlasına arzu duydular da seni görmek
istediler. Sen böyle bir imtihanla dilediğini şaşırtırsın, o kendini tutamaz
olur. Dilediğine hidâyet eder, bir hakikati anlatırsın, onun imanı kuvvet
kazanır da benzeri olaylarda sarsılmaz olur. Sen bizim yegane velimizsin; dünya
ve âhiret işlerimizde hâkimimiz, yardımcımız, koruyucumuz ve sığınağımız ancak
sensin. Şu halde bizi mağfiret eyle, günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört
ve bize merhamet eyle, bizi rahmetine ve nimetine nâil eyle. Sen bizim velimiz
olduğun gibi, mağfiret edenlerin, kusur bağışlayanların en hayırlısısın;
garazsız, ivazsız, karşılıksız en güzel mağfireti ancak sen yaparsın. Tekrar
tekrar niyaz ederim ve yalvarırım ki, bize en hayırlı bir mağfiret ver, bu
sarsıntıdan ve bu helâkten bizi kurtar. Bizim için dünyada bir iyilik yaz; bu
sarsıntıdan kurtarmakla beraber bize nimet ve afiyet ihsan eyle. Hayırlı
ameller yapabilecek güzel bir hayat ihsan eyle. Şiddetten, meşakkatten ve
fenalıktan arınmış, önü sonu temiz bir hayat takdir eyle. Âhirette de bize
güzel bir âkıbet ihsan buyurup, güzel güzel sevaplar yaz. Âhiret yurdumuzun da
cennet, felâh ve mutluluk olmasını değişmeyecek bir şekilde takdir buyur. Çünkü
biz sana döndük, yeniden hidâyete geldik ve tevbe ettik. Hani sen, “Kötülükler
yaptıktan sonra ardından tövbe edip inananlara gelince, şüphesiz ki Rabbin, bu
tevbe ve imandan sonra onlar için çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir”
(A‘râf 7/153) buyurarak tevbeden sonra
mağfiret ve rahmeti kesin olarak va‘detmiştin. Biz de tevbemizin kabulü için
bütün kavmimiz namına sana geldik. Şu halde heyet halindeki bu müracaatımızı
kabul eyle ve bizi mağfiret ve rahmet ile geri gönder, bize hem bu dünyada, hem
de âhirette iyilik yaz.”
Mûsâ
(a.s.)’ın bu yakarışına Cenâb-ı Hak şöyle mukabelede bulundu:
“Benim
bir azabım vardır; dilediklerimi onunla cezalandırır, ona azabımı mutlaka
ulaştırırım, o da mutlaka isabet alır, kaçıp kurtulamaz. Azabımın özelliği
budur. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Dünyada mümin, kâfir, sorumlu,
sorumsuz, hatta «şey» adını alabilen her varlık ve her ne varsa hepsini
kaplamış, hepsini içine almıştır. Rahmetimin özelliği de budur. Rahmetimin
dışında bir şey tasavvur etmek mümkün değildir.”
Şâir
Bâkî ne güzel söyler:
“Garkede âlemleri bir katre âb-ı mağfiret
Var kıyâs et vüs’at-ı deryâ-yı rahmet neydiğin.”
“Allah
Teâlâ’nın bir damlalık mağfireti, bağışlaması bile bütün bir kâinatı içerisine
alacak ve bütün günahları bir anda yok edecek kadar kudretli ve azametlidir.
Artık sen, o Ulu Allah’ın ilâhî merhamet deryâsının büyüklüğünü, enginliğini ve
muazzam kudretini hesâb et.”
Ancak bunun böyle olması, her şeyin ilâhî
rahmetten eşit pay almasını, işin başında olduğu gibi sonunda da aynı rahmete
mazhar olmasını gerektirmez. Allah dilediğinde, o her şeyi kuşatmış olan
rahmeti içinden istediği kimselere azabını isabet ettirir. Kimse hükmüne ve
iradesine müdahale edemez. İşte Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’nın, “Bize dünyada da âhirette
de iyi ve güzel olanı takdir buyur” (A‘râf 7/156) şeklindeki duasına karşılık: “Azabım
var, onu kimi dilersem onun başına dolarım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır”
(A‘râf 7/156) buyurmak suretiyle, bir
taraftan ona ve onun ümmetinden sâlih kişilere geniş bir rahmet ümidi vermiş;
ancak bunun kendisi için bir zorunluluk olmadığını hatırlatma mâhiyetinde,
azabının da dikkate alınmasını istemiştir. Sonra da azaptan koruyup rahmete
erdirecek iyi hal ve sâlih amellere misâl olmak üzere:
› Takvâ ehlinden
olmayı,
› Zekâtı
vermeyi ve
› Allah’ın
âyetlerine inanmayı zikretmiştir.
İbn
Abbas (r.a.)’ten rivayete göre, “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A‘râf 7/156) ayeti inince şeytan cesaretlenip: “Ben
de şeylerden bir şeyim” dedi. Allah Teâlâ, “o rahmeti takvâ sahiplerine....
yazacağım” (A‘râf 7/156) buyurarak
onu rahmetinin kapladığı şeyler cümlesinden çıkardı. Yahudiler ve hıristiyanlar
da: “Biz de günahlardan korunur, zekâtı verir ve Rabbimizin tüm ayetlerine
inanırız” dediler. Allah Teâlâ, aşağıda gelen ayetlerle onlardan son Peygamber
Hz. Muhammed (s.a.s.)’e inanıp ona uymayanları rahmetinin sınırları dışına
çıkardı: (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IX, 108)
157. Onlar, ellerindeki Tevrat ve İncil’de özelliklerini yazılı buldukları o Rasûl’e, okuma yazma bilmeyen o Peygamber’e uyarlar. O Peygamber onlara iyilik, doğruluk ve güzelliği emretmekte; her türlü kötülüğü ve çirkinliği yasaklamakta; temiz ve hoş olan bütün yiyecek ve içecekleri onlara helâl, kötü ve pis olan şeyleri ise onlara haram kılmakta; sırtlarındaki kendi şeriatlarından kalma ağır yükleri kaldırmakta, boyunlarına vurulmuş zincirleri kırıp atmaktadır. Bu bakımdan ona inanan, ona saygı duyan, düşmanlarına karşı ona yardım eden ve kendisine indirilen Kur’an’a uyan kimseler, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
Onlar,
yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de özellikleri yazılı bulunan; kendi öz
evlatları gibi tanıdıkları (bk. Bakara 2/146) ümmî peygamber Hz. Muhammed
Mustafa (s.a.s.)’e uyup itikat, ibâdet, ahlâk ve muamelâtta onun arkasından
gidenler ve gidecek olanlardır.
Bu
âyet-i kerîmeden anlaşılmaktadır ki, Cenab-ı Hak Hz. Mûsâ’ya Tur dağındaki
buluşmasında ve Tevrat’ta âlemlere rahmet olan son peygamberi haber vermiş;
talep ettiği rahmet ve iyiliğin onun ümmeti için yazılacağını va‘dederek, vakti
gelince İsrâiloğulları’nın ona iman edip tâbi olmalarını teşvik etmiştir. Aynı
zamanda Tevrat’tan sonra ve Kur’ân’dan önce İncil’in geleceğini bildirmiştir.
Tevrat ve İncil’de, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.s.) ile ona
nâzil olacak Kur’ân-ı Kerîm hakkında bir kısım vasıf ve özellikleri itibariyle
bilgiler yer almaktaydı. Efendimiz geldiği sırada Tevrat ve İncil’i hakkiyle
okuyup anlayan kitap ehli, Hz. Mûsâ’nın talep ettiği rahmet ve iyiliğe
erebilmenin ancak son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e uyma sayesinde mümkün
olacağını ellerindeki kitaplarında yazılı olarak buluyorlardı.
Günümüzde
de bir kısım İslâm âlimleri, mevcut Tevrat ve İncilleri inceleyerek Peygamber
Efendimiz’i müjdeleyen ifadeleri tespit etmeye çalışmaktadırlar.
Âyet-i
kerîmede Allah Resûlü (s.a.s.)’in şu mühim vasıfları haber verilir:
1.
O, Allah’ın elçilik vazifesini yüklenmiş ümmî bir peygamberdir. Peygamber
Efendimiz’in ümmîliği; Ümmü’l-Kurâ olan Mekke’ye nispetle “Mekkeli olması”,
ümmet kelimesine nispetle “Arap milletinden olması” ve anne mânasındaki الأم (ümm) kelimesine nispetle “anasından
doğduğu gibi, okuma yazma bilmeyen” mânalarını ihtivâ eder. Fakat daha ziyade
son mâna tercih edilmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Sen, bu kitap sana
indirilmeye başlamadan önce ne bir kitap okuyor, ne de onu elinle yazıyordun”
(Ankebût 29/48) buyrulur. Aslında ümmîlik sıradan insanlar için ilim eksikliğini
ifade eden bir noksanlık sıfatıdır. Ancak ilmî yüceliği ve kemâli, hangi
seviyede olursa olsun bütün okuyup yazanları aciz bırakacak bir peygamberin
“ümmî” olması, onun doğrudan doğruya Allah tarafından gönderildiğini her türlü
şüpheden arınmış olarak ispat eden harikulade bir üstün özelliktir. Başlı
başına bir mûcizedir.
2.
O her türlü iyiliği, hakkı, adâleti, dinin ve aklın güzel gördüğü ve insanın
selim fıtratına uygun düşen her türlü hayırlı işleri emreder.
3.
O yapılmaması ve sakınılması gereken her türlü çirkin söz, fiil ve
davranışlardan sakındırır.
4. O, zararlı olmayan ve tiksinti vermeyen temiz
ve hoş şeyleri, yiyecek, içecek ve giyecekleri helâl kılar. Böylece Efendimiz
sayesinde içine pis bir şey karışmadığı ve İsrâf edilmediği müddetçe yaratılıştan
temiz, hoş ve lezzetli olan her şeyin yenilip içilmesi helâl kılınmıştır.
Halbuki yaptıkları zulümler sebebiyle bunların bir kısmı daha önce İsrâiloğullarına
haram kılınmıştı. (bk. Nisâ 4/160)
5.
O, yaratılıştan pis, zararlı ve tiksinti verici, selim insan fıtratının nefret
ettiği her şeyi haram kılar. Gerek domuz eti, leş, kan ve alkollü içecekler
gibi maddi bakımdan; gerek kumar, faiz, rüşvet ve sahtekârlık gibi manevî
bakımdan pis olan şeyleri yasaklar. Çünkü bunları kullanmak azap sebebidir,
Azaptan kurtulup rahmete erebilmek için bunlardan kaçınmak gerekir.
Âyet-i
kerîmede “ma‘rûf ve münker”in daha çok fiil ve davranışlar; “tayyibât ve
habâis”in ise yiyecek ve içecekler için kullanıldığı dikkati çekmektedir.
6.
O, daha önceki şeriatlerde, özellikle yahudilikte bulunan mesela tevbesinin
kabul edilmesi için insanın kendini öldürmesi (bk. Bakara 2/54), bazı helâl
gıdaların haram kılınması, cumartesi günü çalışmanın yasak olması gibi ağır
mükellefiyetleri kaldırır, zincirleri kırar; yerine kolaylık ve müsâmaha
üzerine kurulmuş bir din getirir.
Hâsılı o Ümmî Peygamber, bütün insanlık için
rahmet, kurtuluş ve özgürlük vesilesidir. O, akla, insan fıtratına ve insanın
maddi ve mânevî olarak her türlü ihtiyacının en ideal bir şekilde
karşılanmasına uygun olan bir din getirmiştir. Bütün insanlarla birlikte burada
özellikle Ehl-i kitap olan yahudi ve hıristiyanlara da bu fırsatı kaçırmamaları,
o şanlı Peygamber’e iman ederek; ona gereken en yüce saygı ve hürmeti
göstererek; getirdiği dinin öğrenilmesi, yaşanması ve yaşatılmasına samimane
yardım ederek ve onun getirdiği Kur’an’ın ve sünnetin ahkâmına tâbi olarak
kurtuluşu yakalamaları ve Allah’ın her şeyi kuşatan rahmetine girmeleri tavsiye
edilmektedir. Peygamberimiz’e de, kendisinin bütün insanlığa gönderildiğini
şöylece ilan etmesi emir buyrulmaktadır:
158. Rasûlüm! Bütün insanlara ilan et: “Ey insanlar! Şüphesiz ben Allah’ın, sizin hepinize gönderilmiş peygamberiyim. O Allah ki, göklerin ve yerin mülkiyeti ve hâkimiyeti O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur; hayat verir ve öldürür. O halde Allah’a iman edin; Allah’a ve O’nun bütün sözlerine, kitaplarına inanan o Ümmî Peygamber'e de iman edip ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”
Bu
âyet-i kerîme, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in risâletinin, diğer
peygamberlerin aksine bir kavme veya bir bölgeye hususi değil, bütün insanları,
cinleri ve bütün çağları içine alacak şekilde umûmî olduğunu gösteren açık beyânlardan
biridir. (bk. Sebe’ 34/28) Bu âyetle ayrıca bazı yahudilerin, “Muhammed
gerçekten peygamberdir, ama sadece Araplar’ın peygamberidir; yahudilere
gönderilmemiştir” tarzındaki iddiaları da reddedilmektedir. Peygamberimiz ve
Kur’an geldikten sonra artık bütün eski dinler geçerliliğini kaybetmiş
olduğundan, kitap ehli de dâhil olmak üzere herkes, doğru yolu bulup kurtuluşa
erebilmek için Allah’a ve peygamberi Hz. Muhammed’e inanıp ona uymaya
çağrılmaktadır. Zira cennete ve Allah’a varan yol, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)
Efendimiz’e uymaya bağlıdır. Âyet-i kerîmede: “Rasûlüm! De ki: «Eğer Allah’ı
seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.
Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir»” (Al-i İmrân 3/31)
buyrulur. Bu sebeple Resûlullah (s.a.v.)’in izini takip edip onun sünnetine
uyan ve onun yolundan yürüyenlerden başkasına Hakk’a varan bütün yollar
kapalıdır. Çünkü bütün hayır yolları onun yolundan gidenlere ve sünnetine
uyanlara açıktır.
Allah
Resûlü (s.a.s.)’e itaat ve sünnetine uyma hususunda sahâbe-i kirâmın ve sâlih
zatların sergilediği çok güzel örnekler vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
Muhyiddin
İbn Arabi (k.s.) der ki: “Birisi hariç Peygamberimiz’den sâdır olan bütün
sünnetleri yerine getirmeye çalıştım. Yapamadığım sünnet şuydu: Resûlullah
(s.a.v.) kızı Fatıma’yı Hz. Ali ile evlendirmişti. Onun evinde tekellüfsüz
gecelerdi. Benim kız çocuğum olmadığı için bu sünneti işleyemedim.”
Bayezid-i
Bistamî (k.s.) bir gün arkadaşlarına: “Kalkın, kendini velî diye takdim eden şu
adamı görelim” der. İçlerinden biri şöyle anlatıyor: “Gittik, bahsettiği adama
yolda rastladık. Camiye gidiyordu. Yolda kıbleye karşı tükürdü. Bayezid geri
döndü, adama selâm bile vermedi ve: «Resûlullah (s.a.v.)’in edeblerinden bir
edep hususunda bile güvenilir olmayan bu adama, nasıl olur da, iddia ettiği gibi
velîlerin ve sıddîkların makamı konusunda itimat edilebilir?» dedi.”
Ahmed
b. Hanbel (r.h.) de şöyle demiştir: Bir gün, bir grup insanla beraber
bulunuyordum. Onlar soyunup suya girdiler. Ben ise “Allah’a ve âhiret gününe
iman eden kimse peştemalsiz olarak hamama girmesin” (Tirmizî, Edep 43)
hadisiyle amel ederek soyunmadım ve suya girmedim. O gece rüyamda bir adamın
bana şöyle dediğini gördüm: “Ey Ahmed, sana müjdeler olsun! Sünnete uygun
davrandığın için Allah seni bağışladı ve kendisine uyulacak bir imam kıldı.”
Adama: “Sen kimsin?” diye sordum, “Cebrâilim” diye cevap verdi. (bk. Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
III, 329-330)
Nitekim
Hz. Mûsâ’nın kavmi arasında da böyle seçkin kimseler vardı:
159. Mûsâ’nın kavmi içinde hakkı anlatıp onunla insanlara doğru yolu gösteren ve yine hakka dayanarak doğruluğu ve adâleti uygulayan bir topluluk vardı.
Hz.
Mûsâ’nın kavminin hepsi, yukarıda bir kısım kötü halleri bildirilenler gibi
haksız ve zâlim insanlar değillerdi. İçlerinden dinin emirlerine uygun yaşayan,
insanları da doğrulukla hak dine davet eden ve insanlar arasında adâletle
hükmeden iyiler de vardı. Peygamber Efendimiz’e iman edenler de bu iyilerin
halefleridir.
İsrâloğulları’ndan
kısaca bahsetmek gerekirse:
160. Biz İsrâiloğulları’nı, Yâkub’un on iki oğlundan türeyen oymaklar hâlinde on iki kabileye ayırdık. Çölde susuz kalıp da kavmi Mûsâ’dan su isteyince ona: “Asanla taşa vur!” diye vahyettik. O da vurur vurmaz taştan on iki pınar birden fışkırıverdi. Böylece her kabile su alacağı yeri öğrendi. Yine çöl sıcağında üzerlerine bulutu gölge yaptık; kendilerine kudret helvası ile bıldırcın eti ikram ettik. “Size verdiğimiz temiz ve helâl rızıklardan yiyin” dedik. Onlar bu nimetleri hiçe saymakla aslında bize bir zarar veremediler, fakat böylelikle sadece kendilerine zulmediyorlardı.
Tih
çölünde susuz kalan İsrâiloğulları, Mûsâ (a.s.)’dan su isterler. Allah’ın
emriyle Mûsâ asasını taşa vurur ve oradan on iki pınar fışkırır. Bir kargaşa
olmaması için her kabilenin kullanacağı pınar belli olur. (bk. Bakara 2/60)
Cenâb-ı Hak onları bulutla gölgelendirir; kudret helvası ve bıldırcın etiyle
besler. Fakat onlar bu nimetlerin kıymetini bilemez, nankörlük yapar; zulüm ve
haksızlık yolunu tutarlar. Fakat bunun cezasını da yine kendileri çekerler.
(bk. Bakara 2/57)
O
İsrâiloğulları ki:
161. Bir zamanlar onlara şöyle buyurduk: “Şu şehre yerleşin, oradaki nimetlerden istediğiniz gibi yiyin, için. «Günahlarımızı bağışla ey Rabbimiz!» deyip şehrin kapısından alçakgönüllülükle eğilerek girin ki biz de hatalarınızı bağışlayalım. Böyle doğru ve güzel davranışlarda bulunanları fazlasıyla ödüllendireceğiz.”
162. Fakat onlardan zulmedenler, kendilerine söylenen sözü değiştirip başka bir şekle koydular. Biz de, zulmü âdet hâline getirmelerinden dolayı üzerlerine gökten korkunç bir azap indirdik.
Bahsedilen
şehir Kudüs veya Erîha’dır. İsrâiloğulları’ndan oraya girip yerleşmeleri, orada
istedikleri nimetlerden yiyip içmeleri, bağışlanma dilemeleri ve şehrin
kapısından da başlarını eğerek tevâzu içinde girmeleri istenir. Böyle
yaptıkları takdirde büyük mükâfatlara nâil olacakları müjdelenir. Fakat onlar
bu konuda da haksız davranma yolunu tercih ederler ve gökten üzerlerine inen
büyük bir azaba uğrarlar. (bk. Bakara 2/58-59)
İsrâiloğulları’nın
“Ya Rabbi! Affet, günahlarımızı bağışla!” mânasında الحطة (hıtta) değil de bir harf ilâvesiyle arpa dânesi mânasında
اَلْحِنْطَةُ (hınta) demeleri
ve bu yüzden azaba uğramalarında şöyle bir nükte yer almaktadır: “Onlar,
söylemeleri istenen kelimeye bir harf ekleyerek «hıtta» yerine alayvâri bir
şekilde «hınta» dediler ve bahsedilen azaba uğradılar. Bu hâdise, dini
mevzularda bir ilavede bulunmanın ve bidat çıkarmanın gerçekten ne kadar
tehlikeli ve zararlı bir durum olduğunu göstermektedir. Ayrıca söz amelden her
bakımdan noksan ve geridedir. Şu halde sözü değiştirmek böyle bir azabı
gerektirdiğine göre, fiil ve ameli değiştirmenin ne kadar daha büyük bir cezayı
gerektirdiğini düşünmek lazımdır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 363)
Şimdi
anlatılacak olan “Ashâb-ı Sebt” kıssası, Allah’ın buyruklarına karşı gelmenin
dünyada bile nasıl acı sonuçlara sebep olduğunu çok ibretli sahneler halinde
gözler önüne serer:
163. Rasûlüm! O yahudilere deniz kenarında bulunan şehir halkının başına gelenleri sor: Onlar Cumartesi günü Allah’ın koyduğu balık avlama yasağını alenen çiğniyorlardı. Çünkü balıklar onlara Cumartesi günü sürüler hâlinde su yüzünde görülerek geliyorlardı. Cumartesi dışındaki günlerde ise gelmiyorlardı. Kendileri için konan hükümleri açıktan çiğneyip durmaları sebebiyle onları böyle imtihan ediyorduk.
164. İçlerinden bir grup: “Allah’ın dünyada helâk edeceği veya âhirette çok şiddetli bir şekilde azap edeceği bir gürûha ne diye boş yere öğüt verip duruyorsunuz?” dedi. Öğüt verenler ise: “Rabbinize karşı tebliğ sorumluluğumuzdan kurtulmak için; bir de belki onlar da Allah’ın yasaklarını çiğnemekten sakınırlar diye böyle yapıyoruz” şeklinde cevap verdiler.
Kendilerinden
sorulması istenen kimseler, Resûlullah (s.a.v.) döneminde yaşayan yahudilerdir.
Sorudan maksad ise, soranın bilmediği bir şeyi öğrenmeye çalışması değil,
bilakis Resûlullah (s.a.s.)’in onları, eskiden beri nankör olduklarını,
Allah’ın koyduğu sınırları tecavüz ettiklerini ve seleflerinden gördükleri
şekilde peygamberlere muhalefetlerini ikrara zorlaması ve bu yolla onları
kınamasıdır. Ayrıca Peygamberimiz, bu kıssayı doğru bir şekilde anlatarak,
kendisinin, bilmediklerini vahiy yoluyla öğrenen gerçek bir peygamber olduğunu
ispatlayan bir mûcize göstermiştir.
Âyette
bahsedilen yer, Medyen ile Tûr arasında bulunan Eyle kasabasıdır. Cumartesi,
yahudilerin kutsal günüdür. O günde çalışmak ve dolayısıyla avlanmak yasaktı.
İsrâil oğullarından Eyle kasabası halkı, Cumartesi günü bütün işleri tatil edip
ibâdet etmeleri gerektiği hâlde balık avlıyorlardı. Cumartesi yasağına
uydukları gün, balıklar onlara açıktan açığa sürüler hâlinde gelirdi. O gün
saldırıya uğramamaya alıştıkları ve kendilerine dokunulmayacağını hissettikleri
için kaçmıyorlardı. Diğer günlerde ise gelmiyorlardı. Allah’ın emirlerini hiçe
sayan bu halk, Cumartesi günleri balıkların akın akın gelmesine imrendiler,
hırslarını yenemediler ve balıkları avlamaya başladılar.
Bir
müddet sonra halk ikiye ayrıldı. Bir kısmı yasakları çiğneyen günahkâr
kimseler, diğer kısmı da dindar ve iyiliksever insanlardı. Fakat sâlihler
azınlıkta kalmışlar ve âsilere söz geçiremez, onları önleyemez olmuşlardı.
Nihâyetinde iyiler de kendi aralarında iki gruba ayrıldılar. Bir grup uğraşıp
didindi, her yolu ve usûlü deneyerek zahmetler çekti, nasihat etti, sonunda
bıkarak ümitsizliğe kapıldı. Sayıca çok az denecek bir başka grup daha vardı ki
onlar ümitsizliğe kapılmadan, bütün zorluklara göğüs gererek ve her türlü
zahmete katlanarak o söz dinlemez halka vaaz ve nasihate devam ettiler. İşte o
ümitsizler grubu:
“–
Ne diye kendinizi boşuna yoruyorsunuz? Bu söz dinlemez azgınlara niçin boş yere
nasihat edip duruyorsunuz?” diyerek bunları tebliğden vazgeçirmeye çalıştılar.
Diğerleri ise bu menfî telkinlere aldırış etmeyip âhiretteki hesâbı düşünerek,
tebliğ vazifelerini yaptıklarına dair ellerinde Allah Teâlâ’ya arzedecekleri
bir mazeret olması için; bir de o insanların azgınlıktan vazgeçebilecekleri
ümidiyle tebliğe devam ettiler.
Aslında
dini tebliğ, her müslüman için son nefesine varıncaya kadar pek mühim bir
vazifedir. Ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların doğru yola
ulaşmasını arzu etmek ve bu husûsta ümitsizliğe düşmemek gerekir. Bu güne kadar
hiç söz dinlemeyen bir kısım insanlar belki yarın söze kulak verip günahlardan
sakınmaya başlayabilir. Yasakları bütünüyle terk etmese bile, onların bir
kısmından uzaklaşarak bu sâyede çekeceği azâbı hafifletebilir. Dolayısıyla
hangi durum ve şartlar altında olursa olsun tebliğ yapmaya ve öğüt vermeye devam
etmek, bunları tamâmen terk etmekten evlâdır. Zira tebliği bütünüyle terketmek
ümit kapısını tamamen kapatmak anlamına gelir. Bu ise İslâm’ın yasakladığı son
derece hazin bir durumdur. Şurası açıktır ki, hiç bir mukâvemetle karşılaşmayan
fenâlıklar, daha süratli yayılır. O halde herhangi bir fenalığı ortadan
kaldırmak mümkün olmasa bile, hızını azaltmanın önemi de göz ardı
edilmemelidir. (bk. Elmalılı, Hak Dini, IV, 2313)
Netice
şöyle oldu:
165. Onlar, kendilerine yapılan uyarıları tamâmen kulak ardı ettiler. Biz de kötülükten sakındıranları kurtardık; zulmedenleri ise, alışkanlık hâline getirdikleri günahlar yüzünden dehşetli bir yoksulluk azabıyla cezalandırdık.
166. Yine onlar, iyice azgınlaşıp, kendilerine yasaklanan şeyleri küstahça işlemeye devam edince, biz de onlara “Aşağılık maymunlar olun!” dedik.
Kasaba
halkı, bu kadar nasihat ve hatırlatmalara rağmen yine de yasağı çiğnemekten
vazgeçmediler. Uyarılara aldırış etmediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, tebliğ
vazifesine devam edip kötülüklerden sakındıranları kurtardı. Günah, isyan ve
azgınlığı itiyat haline getiren zâlimleri ise cezalandırdı. Onları kıtlık,
fakirlik ve yoksullukla terbiyeyi murad etti. Fakat yine de uslanmadılar.
Aksine azdıkça azmaya ve kendilerine yasak kılınan şeyleri ısrarla ve küstahça
işlemeye devam ettiler. Buna engel olmak isteyenlere de kin besleyip düşmanlık
yapmaya başladılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onları, her taraftan hoşt hoşt
diye kovulan alçak, zelil ve aşağılık maymunlara çevirdi. (bk. Bakara 2/66;
Mâide 5/60, 78)
Allah
Teâlâ’nın yahudilere verdiği cezalar bununla da sınırlı değildir:
167. Bu yüzden Rabbin şu kesin hükmünü ilân etti: Yahudiler bu kötü huylarından vazgeçmedikleri sürece tâ kıyâmet gününe kadar onlara en ağır işkenceleri çektirecek kimseleri başlarına musallat edeceğim. Şüphesiz senin Rabbin, vakti gelince cezalandırması çok süratli olandır; elbette O çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
168. Daha sonra onları parçalanmış topluluklar hâlinde yeryüzünün her tarafına dağıttık. İçlerinde iyi olanlar da vardır, iyi olmayanlar da. Belki gittikleri yanlış yollardan, işledikleri günahlardan dönerler diye onları bazan nimetlerle, bazan de musîbetlerle imtihan ettik.
Gerçekten
yahudiler, zulüm ve isyanları sebebiyle Mûsâ (a.s.)’dan Peygamberimiz (s.a.s.)’e,
asr-ı saadetten de günümüze kadar âyette haber verilen şiddetli sıkıntılara
mâruz kalmışlar, özellikle çeşitli vergi yükleri altına sokulmuşlardır.
İnsanlık tarihinde ilk defa Hz. Mûsâ yahudilere yedi veya on üç yıl süreyle
vergi yüklemiştir. (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, VII, 310) Daha sonraki
dönemlerde Yunan ve Keldânî krallarının, ardından hıristiyanların boyunduruğu
altına girip onlara vergi ödemişler; Peygamberimiz zamanında da müslümanların
hükümranlığı altında bulunarak onlara haraç ve cizye ödemişlerdir. Sonraki
dönemlerde vuku bulan, hatta Almanya’daki Nazilerin yahudi düşmanlığından
kaynaklanan ceza ve baskılara kadar dünyanın çeşitli yerlerinde ve çeşitli dönemlerde
yahudilerin mâruz kaldıkları her türlü baskı ve sıkıntıları bu âyet
çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. Âyetin açık beyânına göre, zulüm ve
azgınlıkta devam ettikleri takdirde, kıyâmete kadar bu durum sürecektir. Çünkü
Allah, istediği zaman çok çabuk cezalandırmaktadır. Ancak O’nun bağış ve merhameti
de sınırsızdır. İster yahudi ister başkalarından olsun tevbe edip hakka
dönenleri bağışlayacak, onlara merhamet edecek; çok güzel ikram ve ihsanlarda
bulunacaktır.
Yahudiler,
yine bu inkârcı ve ısyancı tutum ve davranışları sebebiyle parça parça gruplar
halinde dünyanın her bir tarafına dağılmışlardır. Kurulan İsrâil devleti, bu
parçalanmış grupları toplamak için yıllardır büyük harcamalar yapmakla birlikte
hâlâ bunu tam olarak başaramamıştır.
Yalnız bu durum, onlar içinde hiç iyilerin olmadığı mânasına
gelmemelidir. Onlar içinde gerçekten çok iyi kimseler vardır. Nitekim “Mûsâ’nın
kavmi içinde hakkı anlatıp onunla insanlara doğru yolu gösteren ve yine hakka
dayanarak doğruluğu ve adâleti uygulayan bir topluluk vardı” (A‘râf 7/159) âyetiyle bunlara işaret edilmişti.
Peygamber Efendimiz’e iman edenler bunlardandı. Fakat içlerinde iyiliğe yakın
olanlardan başlayıp derece derece en alt basamaklara kadar son derece bayağı
kimseler bulunmaktaydı. Bunlar hem sayıca çok, hem de yönetimi elinde tutan
kimselerdi. Esas sıkıntılar da buradan kaynaklanmaktaydı. Cenâb-ı Hak onları,
uyanıp kendilerine gelmeleri ve Allah yolunu tutmaları için tarih boyunca böyle
zaman zaman sıhhat, servet ve refah gibi iyiliklerle; zaman zaman da hastalık,
kıtlık ve yokluk gibi sıkıntılarla imtihan etmiştir.
Daha
sonra:
169. Derken onların ardından hayırsız bir nesil türedi ve Tevrat onların eline geçti. Ama onlar bu kitabın âyetlerini şu dünyanın geçici ve değersiz geçimliğine değişir, tam bir aldanmışlık içinde “Allah’ın sevgili kulları olarak nasıl olsa bağışlanacağız!” derler. Aynı şekilde yine meşrû olmayan bir kazanç zuhur etse onu da almaktan çekinmezler. Peki onlardan, Allah hakkında doğru olandan başka bir şey söylemeyeceklerine dair o kitap gereğince sağlam bir söz alınmamış mıydı? Evet, alınmıştı. Üstelik kendileri de kitapta olanları okuyup öğrenmişlerdi. Şunu bilin ki, âhiret yurdu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
Dünyanın
her bir tarafına dağılan yahudilerin çocuklarından, daha hayırsız, değersiz ve
âdi bir nesil onların yerine geçti. Tevrât, öncekilerden bunlara miras kaldı.
Okumasını ve yazmasını öğrendiler. Eğitim, öğretim, fetvâ ve hüküm verme;
Tevrat’tan istifadeyle Allah adına söz söyleme mevkilerini ele geçirdiler.
Kendileri kitabın muhtevâsına göre yaşamadıkları gibi, üstelik onu geçici dünya
menfaatini kazanmada alet olarak kullanıyorlardı. Azıcık bir dünya menfaati
karşılığında Allah’ın âyetlerini yanlış yorumluyor ve tahrif ediyorlardı. Bunun
büyük bir günah olduğunu bilseler de, Allah’ın yakınları, sevgilileri oldukları
kuruntusuyla, “Nasıl olsa bağışlanacağız” diyorlar, samimi bir tevbeye
yanaşmıyorlardı. Bu sebeple rüşvet veya faiz ne bulurlarsa her seferinde
alıyorlar, kitabı da bunun için vasıta olarak kullanmaktan çekinmiyorlardı.
Halbuki onlardan, okudukları o kitapta da açıkça beyân edildiği gibi, Allah
adına yalan söylememeleri, ancak doğru olanı söylemeleri hususunda sağlam bir
söz alınmıştı. Onlar bu bilgileri okumuşlar, öğrenmişler ve çocuklarına da
öğretmişlerdi. Bugün inkâr ettikleri bütün o gerçekleri; Resûl-i Ekrem (s.a.s.)
ile ilgili müjdeleri ve nasıl takvâ sahibi olunacağı ile alakalı tâlimatları
çok iyi biliyorlardı. Fakat bu doğru bilgilere göre hareket etmek hiç de
işlerine gelmiyordu. Bu yüzden yanlış yollara sapıyorlardı. Âhiret yurdunun
öyle haksız kazançlardan ve diğer günahlardan uzak duran takvâ sahipleri için
daha hayırlı olduğunu unutuyorlardı. Eğer akıllarını kullansalardı bunu
anlayabileceklerdi.
Bu
âyet-i kerîme, her ne kadar Tevrat’ı dünya menfaati için yanlış bir şekilde
kullanan yahudileri kınamakta ise de, âyetin mesajı bütün insanları ve
özellikle de Peygamberimiz (s.a.s.)’den sonra Kur’an’a vâris olan müslümanları
yakından ilgilendirmektedir. Çünkü
Allah’ın âyetlerini az bir pahaya satmak, rüşvet ve faiz almak gibi haramlar
işleyip sonra da “Nasıl olsa Allah affeder” şeklinde boş kuruntulara kapılmak,
sadece yahudilere mahsus bir hastalık değildir. Günümüzde bir takım müslümanların
da bu şekilde günahlar işledikleri görülmektedir. Hem ilâhî emir ve yasaklar
istikâmetinde yaşamak sadece yahudilerden istenen bir sorumluluk değil, bütün müslümanların
da en mühim vazifesidir. Buna göre:
170. Kitaba sımsıkı sarılanlar ve namazı dosdoğru kılanlara gelince, şüphesiz ki biz, hem kendilerinin, hem de toplumun ıslahına adanmışların mükâfatını asla zâyi etmeyiz.
Âhiret
yurdu kendileri için daha hayırlı olan takvâ sahipleri, Allah’ın hidâyet rehberi
olarak gönderdiği kitabın buyruklarına sımsıkı sarılan, onu hayatının her
alanına ulaştıran, o kitap muhtevasında diğer ibâdetlere devamla birlikte,
özellikle namazı dosdoğru kılmaya itina gösteren kimselerdir. İşte bunlar hem
kendi hallerini ıslah eden, hem de başkalarını ıslaha çalışan olgun
kimselerdir. Allah Teâlâ, bu şekilde hep iyilik ve ıslah yolunda çalışan
kullarının ecrini asla zayi etmeyecek; onlara bol bol ihsanda bulunacaktır.
Ameldeki ihlas ve titizliklerinin derecesine göre bire on, bire yüz, bire yedi
yüz ve daha fazla olmak üzere onlara kat kat mükâfâtlar verecektir.
Kitaba
sımsıkı sarılmakla alakalı bir misal olmak üzere Hasan Basrî (k.s.)’un ashâb-ı kirâm
hakkındaki şu müşahedesi câlib-i dikkattir: “Bedir savaşına katılmış yetmiş sahâbî
gördüm. Onlar helâllerden, sizin haramlardan sakındığınızdan daha çok sakınırlar;
belalara, sizin iyiliklere sevinmenizden daha çok sevinirlerdi. Siz onları
görseydiniz deli derdiniz. Onlar, sizin en hayırlılarınızı görselerdi,
«Bunların herhalde âhiretten hiç nasibi yok» derlerdi. Şerlilerinizi
görselerdi, onların hesap gününe inanmadıklarına hükmederlerdi. Kendilerine,
helâl olan şeylerden verilmek istense, kalplerinin bozulması korkusuyla
almazlardı.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 345)
Şimdi kitabın emirlerine sıkı sarılmayan
yahudilere, daha önce tâbi tutuldukları bir imtihan hatırlatılmaktadır:
171. Bir zamanlar o dağı yerinden sökerek üzerlerine sanki bir gölgelik gibi kaldırmıştık da onun başlarına düşüvereceğini sanmışlardı. Biz de onlara şöyle demiştik: “Size verdiğimiz kitaba bütün gücünüzle sarılın ve içindeki kanun, irşat ve tavsiyeleri belleyip aklınızdan kesinlikle çıkarmayın. Belki böylece Allah’a karşı gelmekten ve O’nun azabına uğramaktan sakınırsınız.”
Tevrat
hükümleri oldukça ağır ve zor olduğundan dolayı yahudiler bunu kabule
yanaşmamışlar, Allah Teâlâ da onları bunu kabule mecbur tutmak için dağı
yerinden sökerek bir gölgelik gibi üzerlerine kaldırmıştı. (bk. Bakara 2/63)
Burada
bu kıssanın hatırlatılmasındaki hikmet şudur: Allah’ın hükmüne ve kudretine
karşı koymak mümkün değildir. Gönül rızâsıyla O’na itaat etmeyenler, nihayet
zorla boyun eğmeye mecbur kalacaklardır. Bu açıdan dağın yerinden sökülüp bir
gölgelik gibi üzerlerine sarkıtılması gibi o dayanılması mümkün olmayan zorlama
ve baskı mûcizesinin hükmünü unutmamak lazım gelir. Çünkü o ve onun gibi ilâhî
baskılar; deprem, heyelan, tufan, yanardağ patlaması ve yangın gibi büyük musibetler
her zaman vuku bulabilmektedir. Buna göre esas akıllılık, o duruma düşmeden,
hürriyet içinde ve gönül rızâsıyla hakkın emrine boyun eğmek ve kitabın
ahkâmına sarılmaktır. İnsanların her günah ve isyanlarına mukâbil dağlar
yerinden oynamasa da, her vakit Hz. Mûsâ’nın mûcizesi gibi bir mûcize olmasa
da, Allah’ın emrini tanımayan ve hakkın koyduğu ahkam ile mücadele etmek
sevdasında bulunanlar, Allah Teâlâ’nın, her zaman için dağlar kadar belaları
insanların başına yıkabilecek bir kudret ve kuvvete sahip olduğunu hiçbir zaman
unutmamalıdırlar. Cenâb-ı Hak mühlet verir, fakat ihmal etmez. Zaman zaman hem
kelâmî hem de kevnî olarak ikaz ve inzar da bulunarak intibaha davet eder.
Bunlardan gerekli dersleri çıkarıp doğru yola gelmeyenleri ise ebedî azabına uğratır.
Şu âyet-i kerîme ne kadar inzar yüklü ve kalpleri sarsıcı mâhiyettedir:
“Rasûlüm! Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma!
Allah onları cezalandırmayı, dehşetten gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne
ertelemektedir.” (İbrâhim 14/42)
Bu
ilâhî gerçekleri gönlümüzde canlı tutabilmek için Rabbimizle yaptığımız şu
fıtrî misaka dikkatlerimizi çevirmemiz gerekir:
172. Hani Rabbin Âdem oğullarının bellerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine şâhit tutarak: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştu. Onlar da: “Evet, şâhitlik ederiz ki sen bizim Rabbimizsin” demişlerdi. Böyle yaptık ki kıyâmet günü: “Doğrusu bizim bundan haberimiz yoktu!” demeyesiniz.
173. Veya: “Çok önceden beri atalarımız Allah’a şirk koşmuşlardı; biz de onların ardından gelip yapabileceği başka bir şey olmayan bir nesil idik. Şimdi kalkıp, o bâtıl şirk yolunu başlatanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin?” şeklinde bir mazerette bulunmayasınız.
174. İşte biz âyetleri böyle detaylı bir şekilde açıklıyoruz ki, belki onlar doğru yola dönerler.
Allah Teâlâ
ile Âdem oğulları arasında cereyan eden bu ahitleşmeyi ve Allah’ın onları
rubûbiyetine şâhit tutmasını hem hakîki hem de temsilî mânada anlamak
mümkündür.
Hakiki
mânaya göre; Allah Teâlâ dünyayı yaratmadan önce dünyaya gelecek olan bütün insanların
ruhlarını “Elest Bezmi” diye meşhur olan ruhlar âleminde bir araya getirerek
onları kendi varlığına şâhit tutmuştur. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
süaline “Evet!” cevabını alarak, kendisinin onların rabbi olduğunu yine onlara
ikrar ettirmiştir. Böylece kendisi ile dünyaya gelecek bütün insanlar arasında
Rab-kul ilişkisi bağlamında bir sözleşme yapmıştır. Ayrıca bu sözleşmeye bizzat
kendilerini şâhit tutmuş veya bizzat kendisi ve melekleri bu sözleşmeye şâhit
olmuşlardır. Nitekim, “Allah, adâleti ayakta tutarak, kendisinden başka
hiçbir ilâhın olmadığına bizzat şâhittir. Ayrıca bütün melekler ve kendilerine
ilim verilmiş olanlar da tam bir doğruluk, adâlet ve hakkâniyet içinde aynı
gerçeğe şâhittirler” (Âl-i İmran 3/18) âyeti bu şâhitliğe işaret
etmektedir. Günümüzde genetik ilmi, bütün insanların aslını teşkil eden
genlerin, babaları Hz. Âdem’in sulbüne rahatlıkla sığabileceğini söylemektedir.
Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın rûhlar âleminde bu ilk ahdi almasına ve bizlerin de
“kalû belâ”dan beri müslüman olmamıza bir mâni gözükmemektedir.
Tasavvuf
erbâbı âlimler de bu hakiki mâna üzerinden hareket ederek âyet-i kerîmede şu
işaretlerin olduğunu söylemişlerdir:
“Yaratılmışların
alması, mevcut olan bir şeyden mevcut olan bir şeyi almak şeklindedir.
Yaratanın alması ise bazan yok olan bir şeyi, yokluktan almak şeklinde olur.
Nitekim “Daha önce de, sen hiçbir şey değilken, seni yoktan ben yaratmıştım”
(Meryem 19/9) ayeti bu türlü bir almaya delâlet eder. Bazan de yok olan bir
şeyi, yine yok olan bir şeyden almak şeklinde olur. Nitekim “Rabbin Âdem
oğullarının bellerinden zürriyetlerini almıştı” (A‘râf 7/172) ayeti sözü edilen ikinci almaya örnek
verilebilir. Çünkü ayette bahsedilen “alma” zamanında Âdemoğulları, onların
belleri ve zürriyetleri yoktu. Allah Teâlâ kemâl-i kudretiyle onların kıyamete
kadar vücuda gelecek olan, fakat o anda yok bulunan zürriyetlerini, yok olan
Âdem oğullarının yok olan bellerinden almış ve onları o anda var ederek içinde
bulundukları duruma uygun bir vücut vermiştir.
Allah
Teâlâ, Âdem (a.s.)’ın belinden çocuklarının zerrelerini, çocukların bellerinden
de kıyamete kadar gelmesi mukadder olan zürriyetlerinin zerrelerini çıkardığı
zamanda ruhlar, üç saf halinde dizilmiş bir ordu gibiydi: Birinci saf, hayırda
önde olanların ruhlarıdır. İkinci saf, amel defterini sağ taraftan alacakların
ruhlarıdır. Üçüncü saf ise amel defterini sol taraftan alacakların ruhlarıdır.
Babalarının bellerinden alınan zerreler, kendilerine ait ruhlar ile aydınlanıp
rabbânî bir vücudla ruhânî vücud elbisesini giydiler. Kulaklar, gözler ve
kalpler de ruhânî bir örtüye büründüler.
Sonra
Hak Teâlâ onlara: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurdu. Hayırda önde
olanlar, Allah Teâlâ’nın bu hitabını nûrânî ve ruhânî bir kulakla dinleyip
nûrânî gözlerle O’nun cemâlini müşâhede ettiler. O’nu, O’na vuslat arzusuyla
nurlanmış rabbânî ve ruhânî bir kalple sevdiler. Bu sevgi üzere O’nun: “Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna icâbet ederek: “Evet, sen bizim
mahbûbumuz ve mabûdumuz olan Rabbimizsin. Senin mahbûbiyetine ve rubûbiyetine
şâhid olduk” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlardan, sadece kendisini
sevip kulluk etmeleri hususunda söz aldı. Amel defterini sağ taraftan alanlar,
Hak Teâlâ’nın hitabını ruhânî bir kulakla işitip ruhânî gözlerle O’nun
celâlinin ruhâniyetini gördüler. İlâhî ve rabbânî bir kalple O’na inanıp kulluk
üzere davetine icâbette bulunarak: “Evet, sen bizim taptığımız, kulluk
ettiğimiz Rabbimizsin. İşittik, itaat ettik” dediler. Allah Teâlâ da onlardan,
sadece kendisine kulluk etmeleri hususunda söz aldı. Amel defterini sol
taraftan alanlar ise Hak Teâlâ’nın hitabını ruhânî bir kulakla izzet perdesinin
arkasından işittiler. Kulaklarında gaflet ağırlığı, gözlerinde şekavet perdesi,
kalplerinde ise mihnet mührü vardı. Hak Teâlâ’nın buyruğuna mecbûren icâbet
edip: “Evet, sen bizim Rabbimizsin. Fakat biz bunu istemeyerek işittik”
dediler. Allah Teâlâ da, kendisine kulluk etmeleri için onlardan söz aldı.
Şimdi iman ve küfür bakımından insanlar arasında var olan farklılıklar, onlara
verilen rabbânî ve ruhânî istîdatların farklılığından kaynaklanmaktadır.” (Bursevî,
Rûhu’l-Beyân, III, 351)
Temsilî
mânaya göre ise; Allah Teâlâ insanı fıtrat olarak Rabliğini kabul edecek
şekilde yaratmıştır. Ona hissetme, düşünme, akletme, idrak ve iman etme özelliklerini
vermiştir. Ayrıca hem insanın varlığına hem de kâinata pek çok deliller koyup,
insanın bunlara bakarak kendi Rabliğini tanımasına imkân hazırlamıştır. İşte
sözleşmeden murat budur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buna benzer temsilî
anlatımlar vardır. Şu ayette yer alan: “Bundan başka, gaz halinde olan göğe
yöneldi. Hem ona, hem de yeryüzüne: «İsteseniz de istemeseniz de gelin!»
buyurdu. İkisi de: «İsteyerek geldik» dediler” (Fussılet 41/11) şeklindeki
konuşma bunlardan biridir.
İster
hakiki ister temsilî olsun yapılan bu sözleşmenin ve alınan bu ahdin hikmeti,
insana kulluk mesuliyetini hatırlatmak; kıyâmet günü, “bizim böyle bir şeyden
haberimiz yoktu” veya “bâtıl yola sapmış müşrik bir toplumun içinde dünyaya
geldik, böyle dinî hakîkatlerin farkında bile olamadık” şeklinde mazeretler
ileri sürmesine mâni olmaktır. Allah Teâlâ’ya karşı samimi bir kulluk
sorumluluğu olduğu ve hiçbir kimsenin diğerinin günahından sorumlu olmayacağı
şuurunu, ilâhî kudret elinden kendine has müstesnâ bir güzellikle varlık
sahasına çıkan her bir insanın aklına tek tek yerleştirmektir. Âyetlerin böyle
açık ve anlaşılır bir şekilde beyân edilmesinin hedefi de yine insanın taklidi
bırakıp tahkike ermesine, gittiği yanlış yolları terk edip doğru yola dönmesine
ve Allah’a yönelmesine yardımcı olmaktır.
Ancak
Allah’ın âyetlerine kulak verip doğru yolu bulanlar da, bu nimetin kıymetini
bilmeli, var gücüyle buna şükretmeye çalışmalı ve tekrar küfre dönmek gibi kötü
bir sonuçtan Allah’a sığınmalıdır. Anlatılan şu kıssa, bu konuda ne ibretli bir
misâldir:
175. Rasûlüm! Onlara şu kimsenin ibret verici haberini anlat: Biz ona âyetlerimizi vermiştik. Fakat o, gurura kapılarak, âyetlerimizden sıyrılıp çıktı. Böylece şeytan onu kandırıp peşine taktı. Sonunda yolunu yitirip azgın sapıklardan biri hâline geldi.
176. Eğer dileseydik, onu âyetlerimiz sâyesinde yüceltirdik; fakat o dünyaya saplandı ve nefsinin isteklerine uydu. Onun hâli, köpeğin hâline benzer ki, üzerine varıp kovalasan da dilini çıkarır solur, kendi hâline bıraksan da solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan bir toplumun hâli böyledir. Sen kendilerine bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.
177. Âyetlerimizi yalanlayan ve bizzat kendilerine zulmedip duran bir toplumun hâli gerçekten ne kötüdür!
178. Allah kimi doğru yola erdirirse, işte doğru yolu bulan kimse odur. Kimi de saptırırsa, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.
Bu
ayetlerde şöyle bir insan tipinden bahsedilmektedir: O insana Allah Teâlâ
ayetlerini veriyor; tevhidinin delillerini gösteriyor, kendi keremiyle
donatıyor, ilmiyle hilafet bahşediyor, hidâyet ve yücelmenin bütün yollarını,
en mükemmel fırsatlarını ona ihsan ediyor. Fakat o bunların hepsini tamamen bir
kenara bırakıyor, koyunun derisinin yüzülmesi gibi hepsinden sıyrılıp çıkıyor.
Şeytan onu kendine uyduruyor, böylece sapıklardan oluyor. Allah dilese onu,
kendisine verdiği bu ayetlerle, bilgilerle yükseltmeğe kadirdir. Fakat o zelil
kişi bu delillere itibar etmiyor, kendisini yüce ufuklara yükseltecek bütün
vesileleri elinin tersiyle bir tarafa itiyor, nefsinin arzularına uyuyor ve
yere saplanıyor, çamurlara batıyor.
Bahsedilen bu kimsenin Hz. Mûsâ zamanında İsrâiloğulları
âlimlerinden Bel‘am b. Ebr veya Kenanîlerden Bel‘am b. Ba‘ûra isminde birisi
olduğuna yahut Araplardan Ümeyye b. Ebî Salt Sekafî olduğuna; bu ayetin de
bunlardan biri hakkında indiğine dair bazı rivayetler vardır. Bel’am bir kısım
ilâhî kitaplar hakkında bilgisi olan duası kabul olunur bir veli iken Arz-ı
Mukaddes’e girerken Hz. Mûsâ’nın veya Yuşa’nın karşısında dünya sevgisiyle
zalimlere tarafdarlık etmişti. Mekke’nin önde gelen şairlerinden olan ve
şiirlerinde sıkça mânevî hususlara temas eden Ümeyye de bir kısım ilâhî
kitapları okumuş, bir peygamber geleceğine kanaat getirmiş ve fakat onun
kendisi olabileceğini düşünmüş, o sırada Resûlüllah (s.a.s.) gönderilince
hasedinden küfre sapmıştı. Diyebiliriz ki asıl kıssa, Bel’am’ın olduğu halde
ayetin iniş sebebi Ümeyye b. Ebi Salt olmuştur. (Fahreddin er-Râzî,Mefâtîhu’l-gayb,
XV, 54) Fakat
ayetin nüzûl sebebi hususi olsa da mânası, bu durumda olan herkese şamildir.
Allah Teâlâ böyle bir insanın durumunu çok
dikkat çekici bir misalle şöyle canlandırmaktadır:
Karşımızda yere saplanmış, çamura batmış,
üstü başı çamurla iyice sıvanmış perişan bir adam bulunmaktadır. Çamurun içinde
kıvranıyor, kıvrandıkça batıyor, battıkça perişanlığı artıyor. Sonra bir de
bakıyoruz ki bu adam şekil değiştiriyor, köpek suretine giriyor. Şimdi
karşımızda her tarafı pis ve kirli adi bir köpek dilini sarkıtmış soluyor.
Kovduğunuz zaman da soluyor, kovmadığınız ve kendi haline bıraktığınız zaman da
soluyor. İşte Allah’ın ayetleri kendilerine verildiği, gözlerine, iz’an ve
idraklerine sunulduğu halde ondan uzaklaşan, yeryüzünün çamurlarına saplanıp
ilâhî ayetlerden sıyrılan, heva hevese tabi olan, ne ilk ahdi tutan ne de doğru
yolu gösteren ayetlere bağlanan, dolayısıyla şeytanı dost edinip Allah’ın
muhafazasından kovulan herkesin durumu işte bu soluyan köpeğin durumu gibidir.
Bunlar hiçbir zaman rahat yüzü görmezler, huzur nedir bilmezler, sükûnet ve
karara eremezler. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, III, 1396-1397)
Dikkat edilirse, benzetmenin bütün köpeklere
değil sadece soluyan köpeklere yapıldığı görülür. Bu benzetmeden maksat şöyle
izah edilebilir:
Soluyan her canlı ya yorgunluğundan veya
susuzluğundan dolayı soluduğu halde soluyan köpek böyle olmayıp, yorgun veya
rahat, susuz veya değil her halükarda solur. Çünkü bu onun huyudur; bir
ihtiyaçtan dolayı değil, o adi huyundan dolayı solur. İşte Allah, kendisine ilim
ve din nasip ettiği bir kimseyi, insanların mallarının kirlerine bulaşmaktan zengin
kılmış olur. Sonra o kimse kalkar, dünya peşine düşer, kendisini onun içine
atarsa bunun durumu, aynen ihtiyaç ve zaruretten dolayı değil de sırf kötü
nefsinden, adi huyundan ötürü çirkin işlere devam eden o soluyucu köpeğin
durumu gibi olur.
Bir âlim, Allah rızâsını bırakıp ilmi
vasıtasıyla sırf dünya malı elde etmeğe yönelirse, bu, insanlara çeşitli
ilimlerini öğretmek ve kendisinin faziletlerini, şan ve şöhretini ortaya koymak
için olmuş olur. Hiç şüphesiz bu kimse, o sözleri anlatıp ifade ederken dilini
sarkıtır ve dünyalık elde etmeğe karşı olan kalbindeki aşırı susuzluğu ile
hırsının hararetinden ötürü dilini çıkarır, sarkıtır. Böylece bu kimsenin
durumu, bir ihtiyaç ve zaruret olmadığı halde, sırf adi huyundan ötürü, dilini
hep sarkıtan bir köpeğin haline benzer.
Soluyan köpeğin soluması hiç sona ermediği
gibi, hırslı olan insanın hırsı da böyle hiç tükenmez. Köpek kovsan da kovmasan
da, yorsan da rahat bıraksan da soluduğu gibi hırslı insan da böyledir. Ona
nasihatta bulunsan da bulunmasan da o sapıklığını sürdürür. Zira sapıklık artık
onun karakteri olmuştur. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XV, 56-57; Ebussuûd, İrşâd,
III, 293)
Hz. Mevlânâ (k.s.), Bel’am örneğinde olduğu
gibi hiç kimsenin nefsin düşmanlığından emin olmaması ve nefsin görünmez
zararlı yönlerine karşı son derece uyanık olunması uyarısında bulunmak üzere şu
ibretli misali anlatır:
Bir yılancı, efsunları ile yılan tutmak için
dağlık yerlere gitti. O, karda kışta, dağlarda iri bir yılan arayıp durmada
idi. Orada pek büyük bir ejderha gördü. Ejderha ölmüştü ama, şeklinden,
yılancının gönlü korku ile doldu. Yılancı, halkı hayrete düşürmek için o
ejderhayı aldı, Bağdat’a getirdi. Zavallı, birkaç kuruş kazanmak için o direk
gibi olan ejderhayı sürükleyip duruyordu. “Ben size ölü bir ejderha getirdim
ama, onu yakalamak için çok zahmetler çektim” diyordu. Yılancı onu ölmüş
sanıyordu. Halbuki ejderha diri idi. Dikkatle bakıp onun canlı olduğunu
anlayamamıştı. O soğuktan, kardan donmuş, kaskatı kesilmişti. Ölü gibi
görünüyordu ama diri idi. Onu Bağdat’a kadar getirdi. Çarşıda dört yol ağzında
bir gürültü koparmak, halkı başına toplamak istiyordu.
Sonunda o yılanı aldı, Dicle nehri kıyısında
bir peykenin üstüne koydu ve kocaman bir ejderhanın getirilmiş olduğu haberi
Bağdat içinde çalkalanmaya başladı. “Bir yılancı” diyorlardı, “Görülmemiş,
kocaman bir ejderhayı avlayarak Bağdat’a getirmiş!” Yüzbinlerce ahmak toplandı.
Onlar ahmaklıklarından onun gibi donmuş bir yılana av oldular. Ejderhayı
görmeye gelen kişiler de, yılancı da, şehirde işini gücünü görmek için dağılmış
olan halkın toplanmasını bekliyorlardı. Yılancı, seyre gelen halk çoğalsın da,
eline geçecek para daha da artsın” diye düşünüyordu. Yüzbinlerce meraklı kişi
toplandı. Onlar halka olmuşlardı. Herkes ayak parmaklarının uçlarına basarak
boyunu yükseltiyor, ejderhayı görmek istiyordu. Kalabalıktan, heyecandan
erkeğin kadından haberi yoktu. Kıyâmet günü gibi, halkın ileri gelenleri ile
câhil ve avamdan olanları birbirine karışmıştı. Yılancı yılanı sardığı kilimi
kımıldattıkça, toplanan halk boyunlarını uzatıyordu.
Soğuktan donmuş, uyumuş olan ejderha, bir
takım paçavraların, kilimin altında idi. Yılancı ihtiyatı elden bırakmamış,
onu kalın iplerle, halatlarla bağlamıştı. Fakat, halkın toplanması beklenirken
iyice zaman geçmiş ve Irak güneşi yılanın üstüne vurmuştu. Sıcak memleketin
güneşi ejderhayı ısıtınca, onun bedenindeki soğukluk, uyuşukluk gitmişti. Ölü
sanılan ejderha dirilmiş, kımıldanmaya başlamıştı. Ejderhanın kımıldanışı
yüzünden de, halkın şaşkınlığı bir iken yüzbin oldu. Seyirciler, şaşkınlıktan
naralar attılar. Ejderhanın kımıldanışını görünce, hepsi de bağırışarak
kaçışmaya başladılar. O bağırışmalar arasında yılan iplerini, bağlarını
kopardı. Kopan iplerin çatırtısı her taraftan duyuluyordu. O çirkin ejderha,
kükremiş arslan gibi bağlarını kopardı ve örtülerinin altından sıyrılıp çıktı.
Ejderhanın korkusundan kaçışan seyirciler arasında, bir çok kişi ayaklar
altında kaldı, ezilip öldü. Yere yıkılıp kalanlardan, ölenlerden yığınlar
meydana geldi. Yılancı, “Ben; dağlardan, kırlardan ne getirmişim?” diye
korkusundan olduğu yerde kaskatı kaldı, kaçamadı. Ejderha yılancıyı yuttuktan
sonra, kendisini bir direğe sardı ve direği sıkarak yuttuğu yılancının
kemiklerini kırdı.
Bu hikâyedeki yılancı; nefsin heva ve
hevesine uyan, dünyalıktan başka bir şeyi düşünmeyen gâfil kişiyi
göstermektedir. Ejderha ise; Hz. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi “nefs-i emmare”yi
göstermektedir.
Mevlânâ bu misali verdikten sonra, bundan
alınacak dersler hakkında şöyle der:
“Ey insanoğlu; senin nefsin de bir
ejderhadır! Ölmüş görünse bile ölmemiştir; günah işlemek için eline fırsat
geçmediğinden ötürü, gamdan uyuşmuş bir hâlde, donmuş gibi beklemektedir! Nefis
güçlense, fırsat bulsa hemen Firavunluğa başlar; yüzlerce Mûsâ’nın, yüzlerce Hârûn’un
yolunu keser! Nefis ejderhası; yokluğa, yoksulluğa, fakirliğe düşerse, küçük
bir kuvvet hâline girer. Fakat mal mülk, yüksek mevki yüzünden nefis sivrisineği
çaylak kesilir. Sen nefis ejderhasını ayrılık karları altında tut; aklını
başına al da, onu güneşin altına getirme! Dikkat et ki, ejderhan donmuş bir
hâlde kalsın; eğer o canlanırsa, sen onun bir lokması olursun! Onu mat et de,
mat olmaktan, mânen ölmekten emin ol! Ona acıma; o, acımaya ve iyiliğe layık
değildir! Çünkü üstün şehvet güneşinin harareti vurunca, o pis baykuş kanatlanır
uçar! Onunla yiğitçe savaşa giriş de, buna karşılık Allah, sana mânen kendisiyle
buluşmayı ihsan etsin! Sen o nefse cefâ etmeksizin, riyâzatlar ve mücahede
çektirmeksizin, onu uslu, vefâlı bir hâlde tutmayı mı umuyorsun? Her soysuz ve
aşağılık kişiye nefsi zabtetmek nasib olur mu? Ejderhayı öldürmek için Mûsâ
olmak gerek!” (bk. Mevlânâ, Mesnevî, 994-1066 beyitler)
İşte Allah’ın ayetlerini yalanlayan ve onları
hiçe sayan kimselerin örneği budur. Bu çok çirkin ve kötü bir örnektir. Bundan
ibret alıp, bu gibilerden ve bunlar gibi olmaktan Allah’a sığınmak gerekir.
Çünkü hidâyet ve dalâlet Allah’ın dilemesine bağlı olup, neticede cehennem de
insan ve cinlerden nasibini alacaktır:
179. Yemin olsun ki biz cinlerden ve insanlardan birçok kimseyi cehenneme uyumlu yaratmışızdır. Şu sebeple ki, onların kalpleri var, fakat bununla gerçeği anlamazlar; gözleri var onunla görmezler; kulakları var onunla işitmezler. Hâsılı bunlar hayvanlar gibidir, hatta onlardan daha şaşkındırlar. İşte asıl gâfil olanlar da bunlardır.
Cenâb-ı
Hak kullarına zerre kadar zulmetmez. Bütün insanları, fıtrat itibariyle eşit
olarak yaratmış, her birinin özüne Allah’ın varlığını idrak ve kabul edebilecek
bir cevher yerleştirmiştir. O cevher, şâirin; “Ziyâ-yı akl ile tefrîk-ı hüsn
u kubh olunur”[1]
(Şinâsî) diye bahsetiği akıl nûrudur. Gerçekleri idrak edebilmeleri için
kalpler, görmeleri için gözler ve işitmeleri için kulaklar lütfetmiştir. Bu
âyette netice itibariyle cehennemlik oldukları haber verilen kimselerin durumu
da böyledir. Fakat görüldüğü üzere onlar, gerçeği araştırma, inceleme ve idrak
etmelerine vesile olması için kendilerine verilen bu muazzam melekeleri gereği
gibi kullanmamışlar, bu nimetlerin şükrünü îfâ edememişler ve kendi
ihmalkârlıkları sebebiyle böyle hazin bir âkıbete düçar kalmışlardır.
İnsanı
hayvandan ayıran en mühim fark, gözüyle Allah’ın varlık delillerini görmesi,
kulağıyla bunları duyması ve kalbiyle de bunları anlayıp hissetmesidir. Yaratılış
gayesi istikâmetinde kullanılmayan bu büyük nimetler, insana faydasız yük
olmaktan başka bir şeye yaramaz. Şâir Niyâzî-i Halvetî der ki:
“Bir göz ki anın olmaya ibret nazarında
Ol düşmanıdır sahibinin bâş üzerinde.”
Dolayısıyla
bu muhteşem melekelerini dumura uğratanlar, aradaki fark ortadan kalktığı için
hayvanlar gibi olurlar. Hatta bu melekelerini yanlış yolda kullandıklarından
ötürü hayvanlardan daha şaşkın duruma düşerler. Çünkü hayvanlar, yaratılıştan
gelen hedeflerinden sapmazlar, takatleri nispetinde faydalarına ve zararlarına
olan şeyleri seçerler, onları elde etmeye çaba gösterirler ve tehlikelerden
korunmaya çalışırlar. Hiçbir uzuvlarını yaratılış gayesinin dışında
kullanmazlar. Fakat, “cehennemlik” mührünü yiyenler, bunun aksine, terbiye
edildiğinde ebedî saadeti elde edebilme istidadında olan fıtratlarından gereği
gibi yararlanamazlar, hatta yanlış yolda kullanmak suretiyle onun bozulmasına
sebep olarak ebedi hayatlarını zayi ederler. Yine hayvanlar sahiplerini
tanırlar, onları hatırlayıp itaat ederler. Bu gafiller zümresi ise ne Allah’ı
zikrederler ne de O’na itaat ederler. İşte asıl şaşkınlık ve gaflet de budur.
Âyet-i
kerîmeden şu işârî mânalar anlaşılmaktadır: “İnsanda bir ruhânî yön, bir de
cismânî yön vardır. Ona hem akıl, hem de farklı duygular ve istekler
verilmiştir. Eğer aklı, nefsinin arzularına galip gelirse meleklerden üstün
olur. Nefsine ve hevasına mağlup olursa o zaman da hayvanlardan daha aşağı hale
gelir.
Allah
Teâlâ, insanları kısım kısım yaratmıştır. Onlardan bir kısmını, güzellik ve
cemalini göstermek üzere yakınlık ve muhabbet için yaratmıştır. Bunlar,
ehlullahtır; Allah’ın seçkin kullarıdır. Bunlar Allah’ın kelamını yine Allah
ile işitirler; cemâlini görürler ve kemâlini tanırlar. Onlardan bir kısmını, lutuf
ve rahmetini göstermek üzere cennet ve onun nimetleri için yaratmıştır. Allah
Teâlâ bunlara, tevhid ve mârifetin delillerini anlayabilecekleri kalpler ve
Hakk’ın ayetlerini görecek gözler vermiştir. Diğer bir kısmını da kahır ve izzetini
göstermek üzere cehennem ateşi için yaratmıştır. Bunlar cehennem yârânı olup
hayvanlar gibidirler; Allah’ı sevmezler ve O’nu istemezler. Hatta onlar
hayvanlardan daha sapıktırlar. Çünkü hayvanların mârifet ve Hakk’ı talep için
istidatları yoktur. Onlarda ise bu istidatlar vardır. Fakat dünyaya ve süsüne
meyletmek ve nefse uymak suretiyle, Hakk’ı tanıma ve O’nu taleb etmekle ilgili
fıtrî istîdadlarını zâyî ederler. Dünya karşılığında dini ve âhireti satarlar,
Mevlâ’yı talebi terk ederler. Böylece istîdatlarını ifsat ettikleri için
hayvanlardan daha da sapık olurlar. İşte onlar, Allah’tan ve mârifet ehlinin
büyüklük ve kemâlâtından gâfil olanların tâ kendileridir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
III, 358-359)
Bununla
birlikte eğer bir kul Allah’ı tanımak isterse, bunun yolları açıktır. Çünkü
Allah Teâlâ güzel isimleriyle insan ve kâinatta devamlı tecelli halindedir:
[1] “İyilik ve kötülük,
güzellik ve çirkinlik ancak akıl nûruyla birbirinden ayırt edilebilir.”
180. En güzel isimler Allah’ındır; siz O’na bu isimlerle dua edin. O’nun isimleri konusunda haktan sapanları kendi hallerine bırakın. Çünkü onlar, yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.
Âyetin
şöyle bir iniş sebebi vardır: Bir müslüman namaz kılarken bir keresinde Allah
ismiyle, bir keresinde de Rahman ismiyle dua etmişti. Ya da “Yâ Rahmân, yâ
Rahîm” diyerek Allah’a yalvarmıştı. Bunu duyan müşriklerden biri: “Muhammed ve ashâbı
bir Rabbe taptıklarını iddia etmiyorlar mı? Bu adama ne oluyor ki iki Rabbe dua
ediyor!” demiş, bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i indirmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘,
VII, 325)
Âyette
geçen اَلْاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى (el-esmâü’l-hüsnâ) ifadesi, “en güzel isimler”
mânasına gelir. Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının böyle güzellikle
vasıflandırılmasının hikmetlerinden bazıları şöyledir:
Bu isimler, Yüce Rabbimizin pek yüce, müteâl bir zat olduğunu
ifade eder ve kullarda büyük bir tâzim ve hürmet hissi uyandırır. Bunları
işitmek kulaklara ve kalplere sonsuz bir lezzet ve halâvet verir.
Zikir ve dua olarak okunduğunda kabule vesile olur, sevap
kazandırır.
Kalplere huzur verir, rahmet ümidi aşılar.
En yüce varlık olan Allah’ın isimlerini, mânalarını anlayarak
okumak, okuyanının değerini yüceltir ve güzelliğini artırır.
Bu isimler Allah Teâlâ hakkında bilinmesi ve inanılması gereken
zaruri bilgileri ifade ettiklerinden bu isimleri bilip okumak kâmil bir imanın
teşekkülüne vesile olur. Bu sebeple Allah Resûlü (s.a.s.): “Allah’ın doksan
dokuz ismi vardır. Kim bunları
ezberleyip sayabilirse cennete girer” (Buhâri, Da‘avat 68; Müslim, Zikir 5) hadisini de bu
istikâmette anlamak gerekir.
Rabbimizin
en yüce ismi “Allah”tır. Cenâb-ı Hakk’ın zâtının eşi ve benzeri olmadığı gibi,
Allah isminin de eşi ve benzeri yoktur. Yaratıklardan hiç kimseye bu isim verilemez,
verilmemiştir. Bu isim, aynı zamanda, Kur’an ve sünnette geçen Allah’ın zât,
sıfat ve fiillerine ait bütün esmâ-i hüsnâyı da içine alır. Allah tek olduğu
halde, Kur’ân-ı Kerîm’de “Biz, biz yarattık, biz indirdik…” gibi çoğul
sîğasının kullanılmasındaki azamet ve ihtişam, işte bu ilâhî isim ve sıfatların
bir araya gelmesinden doğan azamet ve yüceliği beyân eder.
Allah
Teâlâ’ya, Kur’an ve sahih sünnette yer alan bu güzel isimlerle dua edilmeli;
O’na nispeti doğru ve kesin olmayan isimleri zikrederek dua edilmemelidir.
Allah’ın güzel isimlerini kullanmada doğru yoldan sapıp bâtıla meyledenleri de
kendi hallerine bırakmak, onlarla tartışmaya bile girmemek gerekir.
Esmâ-i
hüsnâ’nın kullanılmasında eğriliğe sapmak şu yollarla olabilir:
› Müşriklerin
yaptığı gibi Allah’ın isimlerinde değişiklik yapmak. Çünkü onlar, Allah’ın
isimlerini değiştirip putlarına ad olarak veriyorlardı. Mesela “Lât”
kelimesini “Allah” lafza-i celâlinden, “Uzzâ” ismini “Aziz” isminden, “Menât”
ismini ise “Mennân” isminden almışlardı.
› Bu isimlere
fazlalık ilave etmek veya noksanlıklar yapmak.
› Allah’ı baba,
oğul gibi sadece yaratılmışlara ait isim ve sıfatlarla anmak,
› Allah’ın
isimlerini tamamen inkâr etmek.
Dolayısıyla
yüce Allah’a, O’na ait olmayan isimlerle hitap etmek, O’na, şânına yakışmayan
fiiller isnad etmek, isimlerinde fazlalık veya eksiklik yapmak ve sonsuz
yüceliğine uygun düşmeyecek dualar ihdas etmek açık bir sapıklıktır.
Şunu
belirtmek gerekir ki, Allah Teâlâ’yı şânına layık isim ve sıfatlarıyla tanıyıp
O’na layık kul olmaya çalışanlar şu âyetin övgüyle bahsettiği hak ve adaletle
mâruf erlerden olacaklardır:
181. Yarattığımız kimseler içinde hakkı anlatıp onunla insanlara doğru yolu gösteren ve yine hakka dayanarak doğruluğu ve adâleti uygulayan bir topluluk vardır.
Mûsâ
(a.s.)’ın kavminden övgüye lâyık, hak ve adâlet ölçülerine göre davranan bir
seçkin cemaat olduğu gibi (bk. A‘râf 7/159), Peygamber Efendimiz’in ümmeti de hak
dine sarılarak rehberlik eden, insanlara yol gösteren, hal ve davranışlarında
örnek olan ve yeryüzünde adâleti ikameye çalışan böyle seçkin ve en hayırlı bir
ümmet olarak yaratılmıştır. Bu mânada ümmet-i Muhammed’e hitap eden bir diğer
âyet-i kerîmede de:
“Ey mü’minler! Siz, insanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış
en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz usûlünce iyilikleri ve güzellikleri teşvik
edip yayar; kötülük ve çirkinlikleri yasaklayıp önüne geçmeye çalışırsınız.
Bunu da zâten Allah’a inandığınızdan dolayı, onun bir gereği olarak yaparsınız” (Âl-i İmrân
3/110) buyrulmaktadır.
Âyetin
işârî mânası şöyledir: “Hak Teâlâ, dünya durdukça orada hakka sahip çıkacak ve
hakla hükmedecek ehliyetli ve liyakatli şahsiyetler var edecektir. Bunların hakla
hidâyeti, insanları hakka çağırmaları ve daima hak olanı göstermeleridir. Onlar
hakla hareket ederler; yine hakla hak için sükûnete bürünürler. Onlar hem hakla
ayakta duran hem de hakkı ayakta tutanlardır. Hak Teâlâ onları hakla sağa sola
çevirir. İşte bu kimseler, Allah’ın izniyle halkın yardım ve inâyet
kaynaklarıdır. Kıtlık olunca onların hürmetine yağmur ve bolluğa kavuşurlar.
Dua ettiklerinde onlar sayesinde dualarına icâbet olunur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât,
I, 371)
Allah’ın
âyetlerini yalanlayanlara gelince:
182. Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, biz onları hiç farkına varmayacakları şekilde ve hiç bilmeyecekleri bir yerden adım adım helâke yuvarlayacağız.
Hikem-i
Ataiyye’de şöyle denilir: “Devamlı kötülük işlediğin halde Cenâb-ı Hakk’ın
sürekli sana iyilikte bulunmasının bir istidrâc olmasından kork. Çünkü O, hiç
bilmeyecekleri yerden bu tür kimseleri yavaş yavaş helâke sürükleyeceğini haber
vermektedir.”
İstadrâcla
ilgili şu işaretlere dikkat çekilmektedir: “İstidrâc, fitne korkusu olmadan
nimetin ardı ardına gelmesidir. İstidrac, tuzak korkusu olmaksızın şöhretin
yayılmasıdır. İstidrac, arzuladığı şeyi elde etme imkânı bulduktan sonra esas
maksattan yüz çevirmektir. İstidrac, arzu ve isteklerle oyalanıp vefakârlık
göstermeksizin boş emeller peşine düşmektir. İstidrâc, zâhirinin düzgün,
sırrının ise Allah’ın dışındaki şeylere bağlı olmasıdır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
III, 367)
“İstidrâc,
gerçekte ayrılık ehlinden iken vehimlerine kendilerinin vuslat ehli oldukları
kuruntusu düşmesidir. İstidrâc, Hak katında şerirliği günden güne artarken,
halk arasında hayırlı bir kimse olarak ün yapmasıdır. İstidrâc, gelecekte
manevî muhitlerle sohbeti arttıkça, hak ettiği manevî derecesinin gittikçe
azalmasıdır. İstidrâc, temiz ve güzel bir hali terk edip kötü amelleri işlemeye
yönelmektir. Eğer o temiz halinde sâdık olsaydı, amelleri de temiz ve güzel
olurdu. İstidrâc, şükrün noksanlığına rağmen iyilik ve nimetlerin bol bol
gelmesidir,” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 371)
En
büyük istidrâc, önlerinde Resûlullah (s.a.s.) gibi Allah’ın en sevgili
peygamberi bulunduğu halde onu tanıyarak, ona inanıp bağlanarak kurtulma
fırsatı varken, bu en büyük lütfun mahrumu olarak hayvanlar gibi hayatta
kalmayı bir meziyet sayıp büyük bir aldanış içinde olmaktır. Bu vesileyle
buyruluyor ki:
183. Onlara belli bir süreye kadar mühlet veririm. Fakat, vakti gelince, benim tuzağım pek çetindir.
Hikem-i Ataiyye’de şöyle denilir: “Devamlı kötülük işlediğin halde Cenâb-ı Hakk’ın sürekli sana iyilikte bulunmasının bir istidrâc olmasından kork. Çünkü O, hiç bilmeyecekleri yerden bu tür kimseleri yavaş yavaş helâke sürükleyeceğini haber vermektedir.”
İstadrâcla ilgili şu işaretlere dikkat çekilmektedir: “İstidrâc, fitne korkusu olmadan nimetin ardı ardına gelmesidir. İstidrac, tuzak korkusu olmaksızın şöhretin yayılmasıdır. İstidrac, arzuladığı şeyi elde etme imkânı bulduktan sonra esas maksattan yüz çevirmektir. İstidrac, arzu ve isteklerle oyalanıp vefakârlık göstermeksizin boş emeller peşine düşmektir. İstidrâc, zâhirinin düzgün, sırrının ise Allah’ın dışındaki şeylere bağlı olmasıdır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 367)
“İstidrâc, gerçekte ayrılık ehlinden iken vehimlerine kendilerinin vuslat ehli oldukları kuruntusu düşmesidir. İstidrâc, Hak katında şerirliği günden güne artarken, halk arasında hayırlı bir kimse olarak ün yapmasıdır. İstidrâc, gelecekte manevî muhitlerle sohbeti arttıkça, hak ettiği manevî derecesinin gittikçe azalmasıdır. İstidrâc, temiz ve güzel bir hali terk edip kötü amelleri işlemeye yönelmektir. Eğer o temiz halinde sâdık olsaydı, amelleri de temiz ve güzel olurdu. İstidrâc, şükrün noksanlığına rağmen iyilik ve nimetlerin bol bol gelmesidir,” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 371)
En büyük istidrâc, önlerinde Resûlullah (s.a.s.) gibi Allah’ın en sevgili peygamberi bulunduğu halde onu tanıyarak, ona inanıp bağlanarak kurtulma fırsatı varken, bu en büyük lütfun mahrumu olarak hayvanlar gibi hayatta kalmayı bir meziyet sayıp büyük bir aldanış içinde olmaktır. Bu vesileyle buyruluyor ki:
184. Onlar, yıllardır aralarında yaşayan arkadaşları Muhammed’de en küçük bir delilik emâresi dahi olmadığını hiç düşünmediler mi? O, ancak apaçık bir uyarıcıdır.
Âyetin
şöyle bir iniş sebebi olduğu rivayet edilir: Bir gün Allah Resûlü (s.a.s.) Safâ
tepesine çıkıp “Ey filân oğulları, ey filân oğulları...” diye kabile
kabile, aile aile Kureyş’i çağırdı. Etrafına toplandılar. Onları, iman
etmedikleri takdirde Allah’ın azabı ve başlarına getireceği musibetler hakkında
ikaz etti. İçlerinden birisi: “Hiç şüphe yok, bu arkadaşınız delirmiş.
Bırakalım sabaha kadar bağırsın dursun” dedi de bunun üzerine Allah Tealâ bu
âyet-i kerîmeyi indirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IX, 182)
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) uzun seneler onların arasında yaşamıştı. Mekkeliler onu çok iyi
tanıyorlardı. Arkadaşlık ve komşuluk yapıyorlar, dostluğundan yararlanıp
duruyorlardı. Onu “Muhammedü’l-Emîn” diye çağırıyorlardı. Bu sebeple
Efendimiz’in şahsında delilikten en küçük bir eser, en ince bir iz olmadığını
çok iyi biliyorlardı. Zaten âyette “kendi arkadaşları” ifadesinin kullanılması
da onlara bu gerçeği iyice vurgulamak içindir. Fakat kapıldıkları kibir ve
gurur sebebiyle ve bir takım çıkar hesapları yüzünden bunu düşünecek fırsatları
bile yoktu. O halde şunu bilmeliler ki
Hz. Muhammed, delilikle alakası olan biri değil, ancak ebedî azap konusunda
apaçık bir uyarıcıdır.
Madem
onlar Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini anlayamıyorlar, o halde Allah’ın
kudretini görmek için hiç nazarlarını varlık âlemine ve oradaki sonsuz ihtişam
ve güzellikteki ilâhî kudret akışlarına da mı çevirmiyorlar:
185. Onlar, göklerin ve yerin nasıl muhteşem bir hükümranlık altında idare edildiğini görmüyorlar mı? Allah’ın yarattığı bunlarca varlığa hiç ibret nazarıyla bakmıyorlar mı? Belki de ecellerinin iyice yaklaşmış olduğunu hiç akıllarına getirmiyorlar mı? Peki onlar Kur’an’a inanmadıktan sonra hangi söze inanacaklar?
Allah
Teâlâ’nın nihâyetsiz kudret ve azametini idrak edip, âyetlerine inanmak,
gönderdiği peygamberleri tasdik ederek onlara uymak için şu hususlara ibretle
bakmak ve onları düşünmek yeterlidir:
›
Göklerin ve yerin melekûtu[1];
bunların yaratılışı ve idare edilişinde tecelli eden sonsuz ilâhî kudret,
rubûbiyet, saltanat ve tasarruf akışlarına ibretle bakmak. Nitekim Ebû Muhammed
Tüsterî şu ikazda bulunur:
“Bu
âlemin ötesinde bir melekût âlemi vardır. Halkın orayı görmekten ve oraya
ulaşmaktan yana perdeli olmasına sebep şu iki şeydir:
Birincisi;
Allah’ın haram kıldığı şeyleri yemek,
İkincisi;
Allah’ın yarattığı halka eziyet.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 259)
›
Cenâb-ı Hakk’ın zerreden küreye; atomdan, nötron, proton ve
elektrondan gezegen, yıldız ve güneşe; en küçük hücreden insana; bakteriden,
böcekten, karıncadan file; sebze ve meyvelerden binbir çeşit bitki ve ağaçlara,
görünenden görünmeyene kadar yarattığı her varlık hakkında; orada tecelli eden
ilâhî ilim, kudret ve sanatın üzerinde incelemede bulunmak.
›
Her fert ve toplumun, ister küçük kıyâmet sayılan ölüm veya helak
ile, ister büyük kıyametle ecelinin yaklaştığının farkında olması; bu hususta
daha önce helak olup giden fert ve toplumlardan ibret alması; ömür sermayesini
iyi kullanıp, tevbe ve amel-i sâlihe yönelmesi. Nitekim âyet-i kerîmelerde
şöyle buyrulur:
“İnsanların hesap verme vakti iyice yaklaştı; fakat onlar hâla
koyu bir gaflet ve umursamazlık içinde gerçeklerden inatla yüz çeviriyorlar.” (Enbiyâ
21/1)
“Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı.” (Kamer 54/1)
Hâsılı
akl-i selim ile bunlar üzerinde düşünen insan, Allah’ı tanıma ve O’na teslim
olma imkânı bulacaktır. Böylece iman etmeye değer yegâne sözün ancak Kur’an
olabileceğini kavrayacak; onun dışındaki bâtıl sözlere gönül kaptırmayacaktır.
Âyetlerde
yer alan bu ikazların hedefi, şüphesiz insanları hidâyete; itikat, ibâdet, ahlâk
ve muâmelatta en doğru ve en güzel olana ulaştırmaktır. Fakat insanlar bu ilâhî
davete şânına yaraşır şekilde icâbet etmez, gösterilen istikamette yürümez,
hatta bunu ısrar ve inatla reddederlerse, kendi elleriyle kendilerini sapıklık
çukuruna atmış olurlar. Bu zihniyette devam ettikleri sürece de onları kurtarıp
doğru yola eriştirecek kimse bulunamaz.
İşte
bu yapıdaki ahmaklar, içinde bocaladıkları şaşkınlık yüzünden, önlerine
serilmiş binlerce ilâhî mûcizeyi görmezlikten gelirler de, mûcize beklentisiyle
gaipten haber verilmesini isterler:
[1] “Melekût” kelimesi hakkında bilgi için bk. En‘âm 6/75.
186. Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek kimse yoktur. Allah onları kendi hallerine terk eder de, azgınlıkları içinde şaşkın şaşkın bocalayıp dururlar.
Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz kudret ve azametini idrak edip, âyetlerine inanmak, gönderdiği peygamberleri tasdik ederek onlara uymak için şu hususlara ibretle bakmak ve onları düşünmek yeterlidir:
› Göklerin ve yerin melekûtu[1]; bunların yaratılışı ve idare edilişinde tecelli eden sonsuz ilâhî kudret, rubûbiyet, saltanat ve tasarruf akışlarına ibretle bakmak. Nitekim Ebû Muhammed Tüsterî şu ikazda bulunur:
“Bu âlemin ötesinde bir melekût âlemi vardır. Halkın orayı görmekten ve oraya ulaşmaktan yana perdeli olmasına sebep şu iki şeydir:
Birincisi; Allah’ın haram kıldığı şeyleri yemek,
İkincisi; Allah’ın yarattığı halka eziyet.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 259)
› Cenâb-ı Hakk’ın zerreden küreye; atomdan, nötron, proton ve elektrondan gezegen, yıldız ve güneşe; en küçük hücreden insana; bakteriden, böcekten, karıncadan file; sebze ve meyvelerden binbir çeşit bitki ve ağaçlara, görünenden görünmeyene kadar yarattığı her varlık hakkında; orada tecelli eden ilâhî ilim, kudret ve sanatın üzerinde incelemede bulunmak.
› Her fert ve toplumun, ister küçük kıyâmet sayılan ölüm veya helak ile, ister büyük kıyametle ecelinin yaklaştığının farkında olması; bu hususta daha önce helak olup giden fert ve toplumlardan ibret alması; ömür sermayesini iyi kullanıp, tevbe ve amel-i sâlihe yönelmesi. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“İnsanların hesap verme vakti iyice yaklaştı; fakat onlar hâla koyu bir gaflet ve umursamazlık içinde gerçeklerden inatla yüz çeviriyorlar.” (Enbiyâ 21/1)
“Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı.” (Kamer 54/1)
Hâsılı akl-i selim ile bunlar üzerinde düşünen insan, Allah’ı tanıma ve O’na teslim olma imkânı bulacaktır. Böylece iman etmeye değer yegâne sözün ancak Kur’an olabileceğini kavrayacak; onun dışındaki bâtıl sözlere gönül kaptırmayacaktır.
Âyetlerde yer alan bu ikazların hedefi, şüphesiz insanları hidâyete; itikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelatta en doğru ve en güzel olana ulaştırmaktır. Fakat insanlar bu ilâhî davete şânına yaraşır şekilde icâbet etmez, gösterilen istikamette yürümez, hatta bunu ısrar ve inatla reddederlerse, kendi elleriyle kendilerini sapıklık çukuruna atmış olurlar. Bu zihniyette devam ettikleri sürece de onları kurtarıp doğru yola eriştirecek kimse bulunamaz.
İşte bu yapıdaki ahmaklar, içinde bocaladıkları şaşkınlık yüzünden, önlerine serilmiş binlerce ilâhî mûcizeyi görmezlikten gelirler de, mûcize beklentisiyle gaipten haber verilmesini isterler:
[1] “Melekût” kelimesi hakkında bilgi için bk. En‘âm 6/75.
187. Rasûlüm! Sana kıyâmetin ne zaman kopacağını soruyorlar. Şöyle de: “Onun ilmi sadece Rabbimin yanındadır; zamanı gelince de onu ortaya çıkaracak olan sadece O’dur. Onun ağırlığına ne gökler dayanabilir, ne de yer. O, beklemediğiniz bir anda sizi ansızın yakalayacaktır.” Sanki onun vaktini araştırıp da öğrenmişsin gibi sana ısrarla soruyorlar. De ki: “Onun ilmi sadece Allah katındadır, fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler.”
Âyetin
iniş sebebi hakkında iki rivayet nakledilir:
›
Bir grup yahudi Peygamber (s.a.s.)’e gelip: “Eğer peygamber isen
bize kıyametin ne zaman kopacağını haber ver. Çünkü biz, onun ne zaman
kopacağını biliyoruz” dediler ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 231)
›
Diğer rivayete göre ise soranlar yahudiler değil, Mekke müşrikleridir. Gelip, “Ey Muhammed, biliyorsun aramızda
akrabalık bağı var. Bize gizlice söyle, kıyamet ne zaman kopacak?” demişlerdi. Onların bu istekleri üzerine bu âyet-i kerîme
indi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 231)
Âyette
iki kez “Sana soruyorlar” (A‘râf 7/187) ifadesinin geçmesi, bir anlamda bu iki
iniş sebebine işaret sayılabilir. Burada kıyâmetin ismi اَلسَّاعَةُ (saat) olarak geçmektedir. Arapçada
“saat”, bizdeki meşhur olan şekliyle altmış dakikalık bir zaman dilimi değil,
saniyeyi hatta saliseyi bile ifade eden bir kelimedir. Kıyametin göz açıp
kapamadan her an kopabileceğini haber vermek için bu kelime özellikle
seçilmiştir. Nitekim kıyametin ansızın kopacak bir büyük olay olduğu bu ayette beyân
edildiği gibi, bu durum şu âyet-i kerîmede daha net belirtilir:
“…Kıyâmetin kopması ise başka değil ancak bir göz kırpması süresi,
hatta ondan daha kısa bir zaman içinde olup bitecektir. Şüphesiz ki Allah’ın
her şeye gücü yeter.” (Nahl 16/77)
Kıyâmet
gerçekten son derece dehşetli bir hadisedir. Kâinatın yıkımıdır. Kur’ân-ı Kerîm
kıyâmet üzerinde çok durmakta; kalpleri yerinden sökecek, akılları durduracak
dehşetteki kıyâmet sahnelerini, canlı ve hareketli manzaralar halinde takdim
etmektedir. Gerçekten o, göklere yere ağır gelen; ağırlığı hepsinin
tahammülünün dışında ve dayanılmaz boyutta olan bir durumdur. Gelince onun
şiddetine ne gökler ne de yer dayanabilir. Onun dehşetiyle, Allah’ın
diledikleri hariç, gökte ve yerde kim varsa hepsi bayılır, ölür giderler. (bk.
Zümer 39/68) O gün yer başka bir yerle, gökler başka göklerle değiştirilir.
(bk. İbrâhim 14/48) Fakat onun vuku bulacağı vakti sadece Allah Teâlâ
bilmektedir. Peygamberimiz dâhil, kullarından hiç kimseye bu sırrı
bildirmemiştir. Bu gizlilik, onun dehşetini bir kat daha artırmaktadır.
Bu
bakımdan Peygamber’in görevi, işi olmayan şeylerle uğraşmak değil, belirlenen
çerçevede tebliğ, irşat, uyarı ve müjdeleme vazifesini yerine getirmektir:
188. De ki: “Allah dilemedikçe kendim için ne bir faydaya ne de bir zarara gücüm yetebilir. Eğer gaybı bilseydim, elbette bundan bol bol faydalanırdım ve başıma hiçbir kötülük de gelmezdi. Fakat, ben ancak iman edecek kimseler için bir uyarıcı ve müjdeciyim.”
Mekkeliler
“Ey Muhammed, Rabbın fiyatlar ucuz iken sana haber vermez mi ki yükselmeden
satın alıp kâr edesin. Kuraklık ve kıtlık vereceği yeri sana haber vermez mi ki
oradan bolluk ve bereket verdiği yere gidesin” dediler de bunun üzerine Allah
Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.232)
Resûlullah
(s.a.s.), kendisine vahiy gelen bir insandı. (bk. Kehf 18/110) Cenâb-ı Hak,
zaman zaman “Rasûlüm, söyle!” hitabıyla kendisinin beşer bir peygamber
olduğunu; vazifesinin Allah’ın buyruklarını insanlara ulaştırmak, onları ebedi
azapla korkutup sonsuz nimetlerle müjdelemek olduğunu; bunun dışında kendisine
gaybı bilmek gibi beşer üstü bir kısım özellikler izafe edilmesinin doğru
olmadığını; bilgi ve tasarrufunun, kabiliyet ve imkânlarının, diğer insanlarda
olduğu gibi, ancak Allah Teâlâ’nın müsaade buyurduğu sınırlar içinde geçerli
olduğunu söylemesini ister. Bunun dışında kendiliğinden bir fayda sağlamaya
veya bir zararı gidermeye muktedir olmadığını; eğer gaybı bilebilseydi, kendine
dokunacak zararlara, kötülüklere engel olup, gelecek iyilikleri artırma
cihetine gitmesinin mümkün olabileceğini belirtir. Dolayısıyla, âyette kendisine
söylemesi emredilen bu sözle Efendimiz, bir taraftan peygamberin kimliği
hakkında net bir çerçeve çizerken, diğer taraftan Allah’a olan gönül
bağlılığını beyân ederek, aslında, insanın Allah karşısında sahip olması
gereken kulluk şuuru hususunda da örnek bir davranış sergilemektedir.
Nitekim
onun, insanları bu istikâmette irşad etmek üzere Rabbinden getirdiği mesajların
özü şudur:
189. Allah, sizi başlangıçta tek bir nefisten yarattı ve kendisiyle ünsiyet edip gönül huzuru bulacağı eşini de aynı cins ve mâhiyetten var etti. İnsan nesli bu ikisinden türeyip çoğalarak bugüne kadar sürüp geldi. Bilindiği üzere erkek eşine yaklaşınca, eşi hafif bir yük yüklenip hamile kalır ve onu karnında bir müddet taşır. Nihâyet hamileliği ağırlaşınca, eşler birlikte, bir endişe ve telaşla Rableri olan Allah’a yönelerek: “Eğer bize eli ayağı düzgün kusursuz bir çocuk verirsen, yemin olsun ki, biz de karşılığında şükredenlerden olacağız” diye dua ederler.
190. Allah onlara kusursuz bir çocuk verince, Allah’ın kendilerine bağışladığı bu nimetin meydana gelmesinde O’ndan başka güçlere de yer verip şirk koşmaya başlarlar. Oysa Allah, onların ortak koşmasından da, koştukları ortaklardan da sonsuz derecede yücedir.
Allah
Teâlâ, insanlığın başlangıcı olarak ilk önce Âdem’i, sonra aynı cins ve mâhiyetten
eşi Havva’yı yarattı. İkisinin, sonra da bunların çocuklarının birbiriyle
evlilikleri vasıtasıyla günümüze kadar artarak gelen tüm insanlık câmiası
ortaya çıktı. Dolayısıyla bu âyetler öncelikle insanlığın başlangıcına dikkat
çekmektedir. Âdem ve Havva, mü’min ve muvahhid idiler. Bir kısım hataları
olmakla birlikte, Allah’a yalvardılar, tevbe ettiler ve affedildiler. Allah’a
şirk koştuklarına dair sahih kaynaklarda en küçük bir bilgi yer almamaktadır.
Onlarla birlikte tevhid inancı bir müddet devam etti. Fakat çocukları ve
torunları arasında şirk emâreleri yüz göstermeye başladı. İnsanlık, başlangıçta
doğru Allah inancına bağlı tek millet iken, şirkin zuhuruyla birlikte
bölündüler, ayrılığa düştüler. (bk. Yûnus 10/19) Kur’an indiği zaman Mekke’de
koyu bir putperestlik anlayışı içinde yaşayan ve bu inançlarından vazgeçmeyi
kolay kolay düşünmeyen müşrikler, işte o şirk çizgisinin sımsıkı takipçileri
idi. Dolayısıyla söz, insanın yaratılışından şirke, oradan da Mekke
müşriklerine ve o yolda devam eden diğer müşriklere getirilmiş oldu.
Cenâb-ı
Hakka değişik yollarla şirk koşmak imkân dâhilinde iken, bu âyetlerde ana-baba
olacak herkesin, dolayısıyla büyük bir nispette bütün insanların daha kolay
anlayabileceği çocukla alakalı muşahhas bir misal tercih edilmiştir. Hamilelik
döneminde zaman ilerledikçe, bebek büyüyüp doğum yaklaştıkça ana-babanın da
heyecanı artar. Bir kısım bebeklerin sağlam, bir kısmının ise değişik
noksanlıklarla dünyaya geldiğini tecrübeyle bildiklerinden, kusursuz bir
yavrularının olması için Allah’a yalvarırlar. Mü’minler böyle yaptığı gibi,
diğer din mensupları hatta müşrikler de böyle yaparlar. Çünkü müşrikler bile, o
bebeği kusursuz olarak yaratıp dünyaya getirecek olanın sadece Allah olduğunu
bilirler. Nitekim bazı ayetlerde “onlara yeri göğü, güneşi ayı kim yarattı?
Yağmuru kim yağdırıyor, onunla yeryüzünü kim diriltiyor?” gibi sorular
sorulduğunda “Allah” diye cevap verdikleri bildirilir. (bk. Ankebût 29/61, 63)
Demek ki, mühim olan ara sıra, özellikle zorluk, sıkıntı ve ihtiyaç
zamanlarında tevhid inancıyla buluşmak değil (bk. Yûnus 10/22; Ankebût 29/65),
bunu hayatın vazgeçilmez bir umdesi halinde sürekli devam ettirebilmektir.
Fakat bir kısım insanlar, bu kuvvetli iradeyi gösteremediklerinden şirke
sapmakta, kendilerine lütfedilen çocuk nimetine şükredecekleri yerde, tam
aksine onu Allah’a şirk koşmaya bir sebep yapmaktadırlar. Ya bunu bir “tabiat
olayı” olarak değerlendirip tabiatı veya çocuklarına “Abdüşşems, Abdüllât,
Abdüluzza” gibi isimler koyarak putları Allah’a ortak koşmaktadırlar. Halbuki
Allah, onların koştukları bütün ortaklardan çok yüce, çok münezzehtir:
191. Bir şey yaratmak şöyle dursun, bizzat kendileri yaratılmış bulunan varlıkları mı Allah’a ortak koşuyorlar?!
192. Onlara hiçbir yardımı olmayan, bırakın onlara yardım etmeyi, kendilerine bile bir yardımı dokunmayan varlıkları mı?
Bu
âyetlerde ulûhiyetin en başta gelen üç özelliğine dikkat çekilir:
›
Yaratma: Her şeyi yaratan Allah Teâlâ’dır. Onun dışındaki bütün
varlıklar O’nun yaratığıdır. Dolayısıyla kendisi yaratılmış olan bir varlığın
ilâh olması mümkün değildir.
›
Başkalarına yardım edebilme, onların bütün ihtiyaçlarını
karşılamaya güç yetirebilme: Allah, her türlü yardım taleplerine cevap verecek
kadar zengin, lutufkâr, cömert ve merhametlidir. O’nun dışında hiçbir varlık bu
vasıflara sahip olamayacağı için ilâh da olamaz.
›
Kendi kendine yetebilme. Allah kayyûmdur; bizzat kendi kendine var
olduğu gibi, başka varlıkların var olması ve ayakta durması da O’na bağlıdır.
Allah samettir; O kimseye muhtaç olmadığı gibi, bütün yaratıklar O’na
muhtaçtır. Dolayısıyla Allah Teâlâ, kendi kendine yeterli olan ve hiçbir yönden
başka bir varlığın yardımına muhtaç olmayan tek varlıktır. O’nun dışındaki
varlıklar ise bizzat kendilerine bile yardım etmekten âciz olduğuna göre
bunlara ulûhiyet kesinlikle izafe edilemez:
193. Ey müşrikler! Size doğru yolu göstermeleri için onlara yalvarsanız, size cevap bile veremezler. O halde onlara yalvarsanız da, sükût etseniz de sizin için birdir.
194. Şüphesiz ki, Allah’tan başka taptıklarınız da tıpkı sizin gibi yaratılmış kullardır. Eğer siz başka türlü inanıyor ve bu konuda doğru söylüyorsanız, haydi onlara dua edin de size karşılık versinler!
195. Onların yürüyecekleri ayakları mı var; yoksa tutacakları elleri mi? Görecekleri gözleri mi var; yoksa işitecekleri kulakları mı? Onlara şöyle de: “Haydi Allah’a ortak koştuğunuz tüm varlıkları çağırın; sonra da elele vererek bana istediğiniz tuzağı kurun ve yapabiliyorsanız bana hiç göz açtırmayın!”
196. “Şüphesiz ki benim dost ve yardımcım, Kur’an’ı indiren Allah’tır. O, bütün iyi kulları koruyup gözetir.”
Putlar,
hiçbir fayda ve zarar vermeye güçleri yetmeyen cansız ve şuursuz varlıklardır.
Bunların doğruluk ve sapıklığın ne olduğunu bilmeleri mümkün değildir. O halde
müşriklerin putlara, kendilerine doğru yolu göstermeleri için yalvarmaları da
boşunadır. Bu konuda, dua etmeleri ile susmaları arasında hiçbir fark yoktur.
Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı gibi, onların duaları işitip, ona cevap
verebilecek güçleri yoktur. Putlar da, kendilerine tapanlar gibi, Allah’ın
yarattığı ve O’nun koyduğu kevnî kanunlara uymak mecburiyetinde olan kullardır.
Hatta onlardan daha aşağı seviyededirler. Çünkü kendilerine tapanların yürüdükleri
ayakları, tuttukları elleri, gördükleri gözleri ve işittikleri kulakları olduğu
halde, putlar, bu gibi sıradan bir canlıda bulunan imkânlara bile sahip
olmaktan mahrumdurlar. O halde onları ilâh edinmek ve onlara tapmak nasıl akıl
kârı olabilir?
Küfür
cephesinde inkâr, inat ve taklit duygularının zirveye tırmandığı bu noktada
Peygamber’e düşen ise ancak şöyle demektir: “Ben kendi işimi yapmaya devam
edeceğim. Sizin ne haliniz varsa görün. Bana karşı da ne hile yapabiliyorsanız
yapın, ne tuzak kurabiliyorsanız kurun, elinizden geleni arkaya bırakmayın,
bana bir an bile mühlet vermeyin. Bana göre bunların artık hiçbir ehemmiyeti
yoktur; sizden de hiçbir korkum yoktur. Çünkü benim dostum, yardımcım,
koruyucum ve kurtarıcım Allah’tır. Ona inanıyor, O’na güveniyor ve O’na
tevekkül ediyorum. Size tebliğ ettiğim Kur’an’ı bana indiren de O’dur. O sadece
beni değil, kendine inanan ve bağlanan bütün sâlih kullarını da korur, gözetir
ve kollar.”
196.
âyetin “Allah, bütün iyi kulları koruyup gözetir” kısmını daha iyi
tefekkür edip anlayabilmek açısından manevî şahsiyetiyle ün yapmış Emevî
halîfesi Ömer b. Abdülaziz (r.h.)’le ilgili şu olay dikkat çekicidir:
Bir
gün vezîri, son derece yüksek bir zühd hayatı yaşayan ve oldukça dar imkânlarla
geçinmeye çalışan Ömer b. Abdülaziz’e:
“–Efendim,
beytülmâlden aldığınız şeylerin geçiminize kâfî gelmediği görülüyor. Biraz daha
fazlasını emir buyursanız da bir kısmını ihtiyaten biriktirip vefâtınızdan
sonra evlât ve torunlarınızın zarûrî ihtiyaçları için bıraksanız?!” dedi.
Bu
teklif karşısında Ömer b. Abbdülazîz şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Eğer
benim geride kalan evlâtlarım iyi, sâlih ve güzel kimselerden olurlarsa,
onların sıkıntıya düşmelerinden korkmam. Zira Cenâb-ı Hak; «Allah, bütün iyi
kulları koruyup gözetir» (A‘râf 7/196)
buyurmaktadır. Cenâb-ı Hak, onların yardımcısı ve koruyucusu olduktan sonra
onların ilerde karşılaşacakları hâllerden hiç endişe etmem. Yok, iyi ve sâlih kimseler
değil de aklı ermez, ne yapacağını bilmez sefih kimseler olacaklarsa, böyleleri
hakkında da yine Kur’ân-ı Kerîm’de; «Mallarınızı bir takım aklı ermez,
nereye ve nasıl harcanacağını bilmez İsrâfçı kişilere vermeyin» (Nisâ 4/5)
buyrulmuştur. Bu ilâhî yasağa rağmen sefih olacak çocuklarıma mal mı
toplayacağım!” (Ebu’l-Ûlâ Mardin, Huzur Dersleri, İstanbul 1966, II-III,
769-770)
Gelen
âyetlerde tekrar putların acizliklerine, güçsüzlüklerine ve çaresizliklerine
vurgu yapılır.
197. “Sizin Allah’ı bırakıp taptıklarınızın, ne size yardıma güçleri yeter, ne de bizzat kendilerine bir yardımı dokunur.”
198. “Eğer size doğru yolu göstermeleri için onlara yalvarsanız, sözünüzü işitemezler. Onların sana baktıklarını sanırsın, oysa görmezler.”
Putlar,
kendilerine yalvaranlara yardım edebilmeyi bir tarafa bırakalım, bizzat
kendilerine yardım edebilecek ve kendilerinden zararı giderebilecek güçleri
bile yoktur. İster hidâyet talebiyle, ister herhangi bir yardım talebiyle
olsun, bırakın gereğini yerine getirmelerini, yapılan duaları işitmekten bile
acizdirler.
198.
âyetin “Onların sana baktıklarını sanırsın, oysa görmezler” kısmına iki
farklı mâna verilebilir:
Birincisi;
müşrikler putlarına kıymetli taşlardan, parlak ve ışık saçan mücevherlerden
gözler takar ve onları baktığı şeye doğru gözbebeğini çeviren kişi gibi
şekillendirirlerdi. Dolayısıyla buradaki görme baş gözüyle görme olup, hitap,
müşriklerin her birinedir. Yani sen bakınca putların sana doğru bakan kimselere
benzediğini görürsün; halbuki onlar görmeye güç yetiremezler. Böylece putların
işitmekten âciz oldukları belirtildikten sonra görmekten de âciz oldukları
ifade edilmiştir.
İkincisi;
burada hitap Resûlullah (s.a.s.)’e yapılmıştır. Buna göre mâna şöyle olur: “Ey
Rasûlüm! Müşriklerin sana baş gözleriyle baktıklarını görürsün. Fakat onlar
basîretleriyle senin hakikatini göremez, seni olduğun gibi fark edemezler.
Gerçekte onlar senden çok uzaktırlar. Fakat iman edip peygamberliğini kabul
ettikleri takdirde, basîretleri açılır ve bu uzaklık yerini yakınlığa bırakır.”
Peygamberin
hakikatini basîret gözüyle görmenin mânasını anlamaya yardımcı olacak şu kıssa
çok ibretlidir: Sultan Mahmûd Gazi, şeyh Ebü’l-Hasan Harakânî (k.s.)’u ziyarete
vardı. Bir müddet oturduktan sonra şeyhe:
“–Bâyezîd-i
Bistâmî hakkında ne buyurursun?” diye sordu. Şeyh Harakânî:
“–O
öyle bir adamdır ki onu gören doğru yola ve apaçık bir saadete erer” diye cevap
verdi. Sultan Mahmûd:
“–Bu
nasıl mümkün olabilir? Ebû Cehil, Resûlullah (s.a.s.)’i gördüğü halde ebedî
saadete ulaşamadı ve şekavetten kurtulamadı” diye itirazda bulundu. Buna
karşılık Ebü’l-Hasan:
“–Ebû
Cehil, Resûlullah (s.a.v.)’i görmedi. O sadece Ebû Talib’in yetimi Abdullah’ın
oğlu Muhammed’i gördü. Eğer Resûlullah’ı görseydi şekavetten kurtulur, saadete
nâil olurdu” diye cevap verdi, bu âyeti okudu ve: “Baş gözüyle bakmak, bu
saadete ulaşmak için yetmez. Bilakis bunun için sır ve kalb gözüyle bakmak
gerekir. İşte Bâyezîd’i kim bu gözle görürse saadete erer” dedi. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
III, 378)
Gerçeği
görüp ebedî saadete erişmenin yolu, Rabbimizin şu buyruklarını can kulağıyla
dinleyip gereğini yapmaktır:
199. Rasûlüm! Sen yine de af yolunu tut, iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir.
Üç
mühim husustan meydana gelen bu âyeti kerîme, emir ve yasaklara dair dinin
bütün esaslarını hülâsa eder:
› Af ve
kolaylık yolunu tut: Öncelikle affedici ol. İnsanların eksiklerine ve
kusurlarına bakma. Kusurları bağışla, suçluları ve özür dileyenleri affet.
Katılık ve sertlikten uzak dur. Beşerî münâsebetlerde hep müsâmaha ve kolaylık
yolunu tut. Önce sen, sana kolay gelecek şeyleri yap, insanlara da kolaylıkla yapabilecekleri
şeyleri söyle. Onlara zor gelecek ve sıkıntı verecek şeyleri isteme. Şiddet ve
zorluk taraftarı olma. İnsanlardan vergi alacağın zaman da, onlara zorluk ve
sıkıntı vermeyecek şekilde hayatî ihtiyaçlarından fazla olan mallardan vergi
al.
› İyiliği
emret: Burada “iyilik” olarak tercüme ettiğimiz اَلْعُرْفُ
(örf), “Allah’ın kitabına, Peygamber (s.a.s.)’in sünnetine ve akl-i selîm
sahibi kimselerin değerlendirmesine göre yapılması gerekli, yapılması
yapılmamasından daha iyi, varlığı yokluğundan hayırlı, güzel ve faydalı bütün
işler”dir. Buna göre “örf”, sadece yapılması farz olan işleri değil, aynı
zamanda mendup olan, dinin hüküm ve hedeflerine ters düşmemek şartıyla aklı
selimin ve kamu vicdanının hayırlı ve yararlı görüp âdet haline getirdiği her
türlü dinî ve dünyevî konulardaki iyilik ve güzellikleri de ihtiva eder.
› Câhillerden
yüz çevir: Kendini ve Rabbini bilmez cahillerin ahmakça sözlerine, akılsızca
işlerine aynı ile karşılık vermeye kalkışma. Onlarla oturup kalkma, onlarla
münazara ve münakaşadan sakın. Yanlışlarını düzeltmek ve kendilerine doğruları
öğretmek üzere beraber olduğunda onlara karşı hilimle muamele et. Sana
yaptıkları kötülükleri görmezlikten gel. Çünkü bazı cahiller, onlarla alakadar
olduğun esnada akılsızca davranmaya, sana eziyet etmeye, gülmeye ve alay etmeye
kalkışabilirler. Bunlara karşı dikkatli ol.
Hadis-i
kudside şöyle buyrulur: “Faziletlerin en yükseği, seninle ilişkisini keseni
arayıp sorman, seni mahrum bırakana ihsanda bulunman, sana zulmedeni
affetmendir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 438)
Bu
ilâhî talimatlara harfiyen uyan Allah Resûlü (s.a.s.), kötü söz söylemez,
çirkin iş yapmaz, çarşı pazarda bağırmaz ve kötülüğe kötülükle karşılık
vermez, affeder ve bağışlardı. (bk. Tirmizî,
Birr 69; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 174, 328)
İslâm’ın
bu güzelliklerini yaşamada başarılı olmanın yolu, şeytanın vesvese ve
tahriklerine karşı uyanık bulunup ayaklarımızın Allah’a taatte sabit olmasıdır:
200. Eğer şeytandan gelen bir vesvese seni dürtecek olursa hemen Allah’a sığın. Çünkü O, hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir.
201. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, içlerinde şeytandan gelen bir kışkırtı duyar duymaz, hemen Allah’ı hatırlayıp gerçeği görürler.
200.
âyette geçen اَلنَّزْغُ (nezğ) kelimesi,
tahrik etmek, batırmak, kışkırtmak, vesvese vermek ve iki kimsenin arasını
bozmak mânalarına gelir. Burada şeytanın kişiye vesvese verip onu günaha
kışkırtması, bir kimsenin bindiği hayvanı tahrikine benzetilir. Sahibi
tarafından tahrik edilen hayvan nasıl rahatsız olur, harekete geçer ve tuhaf
hareketler yaparsa, şeytanın iğvâ verdiği insan da aynı şekilde davranmak
durumunda kalır. Bu sebeple âyet, şeytanın, Allah’ın emrinin aksi istikamete
yönlendirmek, kızdırmak, gayr-i ahlâkî şeyleri emretmek gibi tahrikleri
karşısında hemen Allah’a sığınmayı emreder. Çünkü Allah’a sığınan insan, O’nun
rahmetinin büyüklüğünü ve azabının şiddetini düşünerek kendine çekidüzen verme imkânı
bulur. Yine Allah’a inanan, O’nun her şeyi işittiğini ve bildiğini düşünen bir
insan, kurtuluşun O’na teslimiyette olduğunu anlar ve şeytanın vesveselerine
yem olmaz. Bu mücadeleye devam ettikçe gönlündeki takvâ duyguları da gelişmeye
başlar. Nihâyetinde müttaki bir kul olur. Takvâ mertebesine erişmiş olanların,
şeytanın iğvâsına karşı dirençleri daha kuvvetli olur. Onun şerrinden tümüyle
emniyette olmasalar da, şeytandan kendilerine çok az bir vesvese dokunduğu;
içlerinde en küçük şeytânî bir his, zararlı bir duygu, yıkıcı bir düşünce
oluştuğu zaman bile hemen durup düşünürler, Allah’a sığınmak gerektiğini
hatırlarlar, böyle durumlarda Allah’ın razı olacağı en doğru davranışın nasıl
olacağını tespit ederek, gerçeği görerek ona göre davranırlar. Tabir yerindeyse
gözlerini dört açarlar; kendi hatalarının nerede olduğunu ve şeytanın hilesinin
nereden geldiğini görürler ve hemen bu yanlıştan uzaklaşırlar.
Şeytan
taşlama sadece hac ibâdetini ifâ ederken Minâ’da olmaz. O sadece bir temsildir.
Ondan devamlı Allah’a sığınmak gerekir. Çünkü “kovulmuş şeytandan Allah’a
sığınırım” derken şeytanın vasfı olarak geçen “taşlanan” mânasındaki “racîm”
kelimesi süreklilik ifade eder. Dolayısıyla onun devamlı taşlanması gerekir. Sâlih
amellerle de bunun kuvvetlendirilmesi lazımdır. Allah Teâlâ: “Haberiniz
olsun ki, kalpler ancak Allah’ı hatırlayıp anmakla doygunluk ve huzura erer”
(Ra‘d 13/28) buyurur. Kalp itminan buldukça ruh kuvvetlenir ve şeytana karşı
mukavemeti ve mücadelesi artar.
201.
âyetten de şu işârî mânalar anlaşılabilir:
“Müttakîlere
şeytanın vesvesesi ve dürtmesi, Allah’ın zikrinden gâfil oldukları zamanlarda
dokunur. Eğer onlar kalpleriyle Allah’ın zikrine devam ederlerse, şeytanın
vesvesesi onlara dokunamaz. Çünkü şeytan, Allah’ı müşâhede etmekte olan bir
kalbe yaklaşamaz. Bu durumda oradan uzaklaşır, pusup gizlenir. Fakat her bir
kılıç için bir isabet edememe; her bir âlim için bir sürçme, çelişme; her bir
kulluk yapan için bir zorluk; her bir hedefe yönelen için bir yorgunluk,
bıkkınlık; her bir yürüyen için bir duraklama ve her bir ârif için bir
perdelenme olması mümkündür. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) bile: “Bazan
kalbim buğulanır” (Müslim, Zikir 41) buyurarak, kendisine de, başkalarına
arız olan bazı şeylerin arız olduğunu haber vermektedir. Yine Efendimiz: “Hiddet,
ümmetimin seçkinlerine bile arız olur” (Taberânî, Mu‘cemü’l-Kebîr,
XI, 194) buyurarak, rütbelerinin yüksek olmasına rağmen, onların bile bazı
durumlarda hiddetten kendilerini kurtaramayıp, hilim halini devam
ettiremediklerini bildirir.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 375)
Demek
ki, daimî zikir halinde bulunup şeytanın vesvesesinden tam anlamıyla uzak
durabilmek kolaylıkla ulaşılacak ve muhafaza edilecek bir mertebe değildir.
Mühim olan onun tesirini azaltmak ve mümkün olduğunca şerrinden Allah’a
sığınabilmektir. Yoksa onun, insana olan düşmanlığı ve onunla uğraşması bitecek
gibi değildir. Nitekim:
202. Şeytanların kardeşlerine gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürükler, bir daha da yakalarını bırakmazlar.
“Şeytanın kardeşi” (A‘râf 7/202) denilecek kadar inkâr ve günahlara
saplanmış olanlara gelince, dostları olan şeytanlar onları azgınlığa sürükler;
azgınlıklarını daha da arttırırlar. Şeytanın en küçük vesvesesi karşısında
hemen Allah’a sığınan müttakîlerin aksine, bu günahkârların Allah akıllarına
gelmez, böylece azgınlık yapmakta kusur etmez ve bundan geri durmazlar.
Şeytanlar da onların yakalarını bir daha bırakmazlar; onların günah, fesat ve
azgınlık temayüllerini daha da güçlendirirler. Böylece onlar şeytanlıkta
azdıkça azar, saptıkça sapar ve helak uçurumlarına yuvarlanır giderler.
Şeytanın
insanlara olan bu düşmanlığı şu âyet-i kerîmelerde dikkat çekici bir üslupla beyân
edilir:
“İblîs şunları söyledi: «Beni azdırmana karşılık, yemin olsun ki
ben de kullarını saptırmak için senin doğru yolun üzerinde pusu kurup
oturacağım. Sonra onlara mutlaka önlerinden, arkalarından, sağlarından ve
sollarından sokulacağım. Sen de onların çoğunu şükredici bulamayacaksın.»” (A‘râf 7/16-17)
Artık
şeytanın kardeşi haline gelmiş kâfirlerin durumuna müşahhas bir örnek olması
bakımından şöyle buyruluyor:
203. Onlara istedikleri türden bir mûcize getirmediğin zaman: “Onu da bir taraftan derleyip toplasaydın ya!” derler. De ki: “Ben, ancak, Rabbimden bana vahyedilene uyarım. İşte bu Kur’an, Rabbinizden size gelen ve gerçeği gösteren belgeler, iman edenleri doğru yola ileten bir rehber ve rahmettir.”
Bahsedildiği
şekilde bütünüyle şeytanların güdümüne girmiş müşrikler, inanmak maksadıyla
değil, sırf onu zor durumda bırakmak ve insanlar karşısında küçük düşürmek için
Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’den dağları altın yapmak, yerden pınarlar fışkırtmak,
göğü parçalayıp üzerlerine indirmek gibi (bk. İsrâ 17/90-93) mûcizeler
isterlerdi. Ancak peygamberler, Allah’ın izin verdiği mûcizeyi gösterme imkânına
sahipken, izin vermediğini göstermeleri olacak şey değildi. İşte Efendimiz (s.a.s.),
onların istediği mûcizeyi göstermediği zaman müşrikler alaylı bir edâ içinde:
“Zaten önceki gösterdiklerini de sağdan soldan toparlayarak gösteriyordun;
şimdi istediğimizi de bir şekilde toparlayıp göstersene!” diyorlardı. Veya
zaman zaman vahiy kesiliyor, âyetler gelmez oluyordu. Çünkü vahiy, tamâmen Allah
Resûlü (s.a.s.)’in dışında, Allah Teâlâ tarafından kontrol ve idare edilen bir
hadiseydi. Peygamber Efendimiz’in istediği zaman istediği vahyi alabilme hak ve
salahiyeti yoktu. Bu durumlarda da yine o müşrikler atılıp: “Zaten önceki
okuduğun âyetleri de oradan buradan derleyip toparlıyordun; haydi yine
toparlasana” diyorlardı. Bu şekilde Allah Resûlü (s.a.s.)’in peygamberliğine
dil uzatmak istiyorlardı. Bu durumlarda Efendimiz’in verdiği cevap hiç
değişmiyordu: “Benim vazifem, sizin istediğiniz gibi hareket etmek, istediğiniz
mûcizeleri göstermek, âyetleri getirmek değil, sadece ve sadece Rabbimden bana
vahyedilen tâlimatlara tâbi olmak, onların tarif ettiği bir kulluk yapmaktır.”
Efendimiz’in,
Rabbinden gelen vahiylere, emir ve yasaklara kayıtsız şartsız uyması, şüphesiz
bütün insanlık için güzel bir örnektir. İnsana düşen, o yüce Peygamber’e dil
uzatmak değil, onu en büyük nimet bilip, ona ve onun getirdiği Kur’an’a bütün
gücüyle ve kuvvetiyle sarılmaktır. Çünkü Peygamber bu ittibaya lâyık en büyük
insan, Kur’an bu itaata lâyık en yüce kitaptır. Burada Kur’an’ın üç mühim
vasfına yer verilir;
بَصَاۤئِرُ (besâir):
Kur’an, hakikatin ortaya çıkmasını sağlayan kesin bilgiler ve deliller ihtiva
eder. İnsanların din ve dünya hayatlarıyla alakalı doğru bilgiler verir,
akılları aydınlatır, itikadı düzeltir, kalpleri tenvir eder.
هُدًى (hüdâ):
Kur’an fert ve topluma rehberlik yapar, onların kurtuluşunu sağlar.
رَحْمَةٌ (rahmet): Kur’an netice itibariyle
kendisine inanan ve tâbi olan fert ve toplumları gerçek iyiliğe, ebedi nimete,
saadet ve selâmete ulaştırır.
O
halde:
204. Kur’an okunduğu zaman hemen dikkat kesilerek ona kulak verin, susup dinleyin ki rahmete eresiniz.
Böyle
pek yüce vasıflara ve tarifi imkânsız kıymete sahip olan Kur’an okunduğu zaman,
inananlarına düşen vazife, onu can kulağıyla, bütün ruhuyla dinlemek, gönül
kapılarını onun mânalarına açmak ve nefes almazcasına, kılı kıpırdamazcasına,
tam bir teslimiyet ve konsantre içinde susup o şekilde dinlemektir. Kur’ân-ı
Kerîm’i böyle dinlemek, ilâhî rahmetin tuğyan edip, coşkun bir ırmak gibi
dinleyenleri kuşatmasına vesile olacaktır. Çünkü susmak güzel bir şekilde
dinlemeye, iyi dinlemek basîretin açılmasına, basîretin açılması manevî
duyguların harekete geçip kişinin iman ve sâlih amellere yönelmesine, iman ve sâlih
ameller de ilâhî rahmete ve nimete ermeye sebep teşkil eder. Nitekim Kur’ân-ı
Kerîm’e gösterilmesi gereken tâzim ve ihtimamın derinliğini anlamak bakımından
şu misaller pek ibretlidir:
Hz.
Ömer ve Hz. Osman her sabah kalktıklarında Mushaf-ı Şerîf’i hürmetle öpmeyi
âdet hâline getirmişlerdi. Abdullah b. Ömer (r.a.) da her sabah Mushaf’ı eline
alır, büyük bir tâzîmle öper ve duygulu bir şekilde:
“Rabbimin
ahdi, Rabbimin apaçık fermânı!” diye bağrına basardı. (Kettânî, et-Terâtibu’l-idâriyye,
II, 196-197)
İkrime
(r.a.) Mushaf-ı Şerîf’i alır, yüzüne gözüne sürerek ağlar ve:
“Rabbimin
kelâmı! Rabbimin kitâbı!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a olan tâzîm ve muhabbetini ifade
ederdi. (Hâkim, el-Müstedrek, II, 272/5062)
Önceleri,
mürekkeple yazılan yazılar silinmek istendiğinde, su ile yıkanırdı. Hz. Enes,
Hulefâ-i Râşidîn zamanındaki talebelerin, Kur’ân âyetlerinin yıkandığı suları
rastgele sağa sola atmadıklarını, bilâkis husûsî bir kapta biriktirerek kabir
kenarlarında veya ayak basılmayan yerlerde açılan temiz kuyulara döktüklerini
bildirmektedir. Bu suları aynı zamanda şifa niyetiyle kullandıkları da
olmuştur. (Kettânî, et-Terâtibu’l-idâriyye, II, 200)
Âyetin
işârî mânası şöyledir: Susmak, iyice dinlemek için; iyice dinlemek de kulaklar
için şarttır. “Susun” emrindeki işaret şudur: Zahir kulaklarınızla dinlemek
için zahir dillerinizle susun. Bâtın kulaklarınızla dinlemek için de bâtın
dillerinizle susun. Umulur ki hakiki kulakla dinlemekle rahmete erersiniz.
Hakiki kulak ise “Ben onun kulağı olurum da benimle işitir” (Buhârî,
Rikak 38) kudsî hadisinde bahsedilen kulaktır. Kim Kur’an’ı Yaratıcısı’nın
kulağıyla dinlerse onu asıl okuyandan duymuş olur. İşte “Rahman, Kur’an’ı
öğretti” (Rahmân 55/1-2) ayetlerinin sırrı budur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
III, 389)
Bu
sırra erişin en mühim yolu, zikrin ruha işlemesi ve gelen ayetlerde tarif
edildiği şekilde kişinin Rabbini daimî olarak zikretmesidir:
205. Rabbini sabah akşam içten içe, boyun büküp yalvara yakara, derin bir ürpertiyle ve ancak kendin işitebileceğin bir sesle zikret! Sakın gâfillerden olma!
Âyet-i
kerîme gizli zikri emretmekte ve onun âdâbını öğretmektedir: Bu zikir iç âlemle,
gönülle, ruhla yapılacaktır. Tazarru ve yakarış içinde, yalvararak ve
ürpererek, kalben ve fikren yapılacaktır. Sesli olmayan bir sözle, yani sırrî
olanın biraz üstünde, yalnızca kendin işitecek kadar bir sesle yapılacaktır.
Sabah ve akşamları, yani bütün vakitler, kesintisiz yapılacaktır. Böyle olunca
gaflet gidecek, kalp daima uyanık olacak ve kişi Rabbiyle beraberlik şuuru
içinde ve O’na muhabbetlerin en yücesini duyarak Allah’ı zikre devam edecektir.
Bu şekilde yapılan zikir ibâdetlerin en faydalısı olup, mü’minin mâneviyatının
ve ahlâk-ı hamîdesinin gelişmesine yardımcı olur.
Âyetin
işârî açıklaması şöyledir:
“Rabbini içten içe zikret”: Allah’ın
emrettiği amellerle nefsinin fiillerini, Allah’ın ahlâkıyla da nefsinin ahlâkını
değiştirmek ve nefsinin varlığını Allah’ın zâtında yok etmek suretiyle
fiillerle, ahlâkla ve zât ile O’nu içinden zikret. Nitekim bir kudsî hadiste: “Kulum
beni kendi içinde zikrederse ben de onu kendi içimde zikrederim” (Buhârî,
Tevhid 15, 43; Müslim, Zikir 18-19) buyrulur. Bu da “Siz beni anın, ben de
sizi anayım” (Bakara 2/152) ayetinin sırrını ifade etmektedir. Tıpkı
kelebeğin, kendi zâtını onun zâtında yok ederek içinden mumu anınca, mumun da
onu kendi bekasıyla bâkî kılarak anması gibi. Ancak Allah misil ve misalden
münezzehtir.
“Boyun büküp yalvara yakara, derin bir ürpertiyle ve ancak kendin
işitebileceğin bir sesle zikret”: Yalvarmakta zorlama vardır. Çünkü zikrin başlangıcında, nefsin
fiillerini şeriatin emrettiği ameller ile değiştirmek gerektiğinden zâhiren bir
kısım zorluklar olur. Zikrin orta hâli Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp tarikatın
âdâbıyla edeplenmek sûretiyle gizli ve içten olur. Zikrin nihayeti, hakikat
nurlarıyla zâtını Allah’ın zâtında ifnâ etmekle olur ki, bu makama gelen kişi
sözle açıktan zikretmekten men olunur.
“Sabah akşam zikret”: “Sabah”, ezel sabahına, “akşam” ise ebed akşamına işaret eder.
Çünkü hakiki zikir ve hakiki mezkûr, hakiki zâkirdir. Hakikatte zâkir ve
mezkûr, ezelî ve ebedî olan Allah’tır. Çünkü Allah Teâlâ ezelde “Siz beni
anın, ben de sizi anayım” (Bakara 2/152) buyurmuştur. Allah’ın kulları
ezelde zikretmesi, onlara hitap ettiği zamanda olmuştur. Aslında zâkir de
mezkûr da O’dur. Dolayısıyla hakîki mânada Allah’ı, Allah’dan başka kimse
zikredemez. Bu sebeple Allah Teâlâ: Sakın hakîkatte zâkir ve mezkûrun Allah
Teâlâ olduğunu bilmeyen “gafillerden olma” buyurur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
III, 393)
Kalbin
devamlı Allah’ın zikriyle hemhâl olması ve ondan bir an gafil kalmamasını izah
bakımından şu misâl pek ibretlidir:
Rivayete
göre Îsâ (a.s.), teninde alacalar bulunan ve iki şakağı da çökmüş, hasta bir
şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan âdeta habersiz bir hâlde
kendi kendine:
“–Yâ
Rabbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu müptelâ
kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu.
Hz.
İsa, muhâtabının idrâk seviyesini anlamak ve mânevî kemâlini yoklamak
maksadıyla ona:
“–Ey
kişi! Allah’ın seni halâs eylediği hangi dert var ki?!.” dedi. Hasta şöyle
cevap verdi:
“–Ey
Rûhullâh! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gâfil ve mahrum olmasıdır.
Şükürler olsun ki ben Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve füyûzâtı
içindeyim. Sanki vücûdumdaki hastalıklardan haberim bile yok...” (Topbaş, Faziletler
Medeniyeti-1, s. 384)
Allah’a
güzel kulluğun müşahhas bir örneğini vermek üzere buyruluyor ki:
206. Şüphesiz ki Rabbinin huzurunda bulunan melekler, asla büyüklenip O’na ibâdetten geri durmazlar. O’nu dâimâ tesbih eder ve yalnız O’na secde ederler.
“Rabbin katındakiler”den maksat, “O gün melekleri de görürsün; arşın etrafını
kuşatmış, Rablerini överek tesbih ediyorlar” (Zümer 39/75) âyetinde bahsedilen Allah’a yakın meleklerdir.
Bunlara aynı zamanda “Mele-i A’lâ” denilir. Bunlar büyüklenip Cenâb-ı Hakk’a
kulluktan bir an bile geri durmazlar. Daima O’nu tesbih ederler ve O’nun için
secde ederler. Bu hususta diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Göklerde ve yerde kim varsa hepsi Allah’a aittir. O’nun yakınında
bulunan melekler ise, ne büyüklenip O’na ibâdetten yüz çevirirler, ne de
yorulurlar. Gece gündüz usanmadan, ara vermeden Allah’ı tesbih ederler.” (Enbiyâ
21/19-20)
Âyetlerde
bahsedildiği üzere Allah’a yakınlıkları âşikâr olan melekler bile Allah’a
kulluk etmekten bir an geri durmayıp tesbih ve secde ederek kulluğa devam
ettiklerine göre, her an günah işleme durumunda bulunan insanların ibâdete
daha çok ihtiyaçları bulunduğu açıktır. Buna göre yaratılış maksatları kulluk
olan insanların, Allah’a kulluğu en büyük şeref bilip dil ve kalpleriyle O’nu
tesbih etmeleri, O’nun karşısında tam bir tevazu ile secdeye kapanmaları;
Allah’ın rızâsını nefsânî isteklerinden üstün bilip âyette örnek gösterilen
melekler gibi bir kulluk şuuruna ve yaşayışına ulaşmaları istenmektedir
› Bu âyet-i kerîme
okunduğu vakit tilâvet secdesi yapmak gerekir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.)
tilâvet secdesi hakkında şöyle buyurur:
“Âdem oğlu secde âyetini okuyup da secde ettiği zaman şeytan
ağlayarak çekilir ve kendi kendine «vay» diyerek hayıflanır ve «bu kişi secde
ile emrolundu, secde etti, ona cennet var; ben ise secde ile emrolundum isyan
ettim, bana da ateş var» der.” (Müslim, İman 133)
Bundan
sonra, bir mânada güzel ahlâk, takvâ, zikir, ibâdet ve secde ile ulaşılacak
cennet ganimetlerini hatırlatan Enfâl sûresi gelmektedir:
Hüvallahüllezi, Haşr suresinin son 3 ayetidir. Huvallahüllezi'de Allah'ın bazı isimleri zikredilir. Hüvallahüllezi Tefsiri (Haşr Suresi 22-24. Ayetle ...
Allah’ın emirlerine sarılıp yasaklarından kaçınanlara[1] ve bütün insanlara bir hidayet kaynağı olan Kur’an’ın indirilmeye başlandığı rahmet ayı olan ...
Haşr sûresi Medine’de inmiştir. 24 âyettir. İsmini, ikinci âyette geçip “sevkiyat için bir yere toplama” mânasına gelen اَلْحَشْرُ (haşr) kelimesinden ...
Malik b. Yesâr`dan rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (sav) şöyle buyurmuştur: "Kim sabahleyin üç defa "euzubillahis-Semî`il-Alîmi mines-şeytanirrac ...
Meryem Suresinin 87. ayetinde şöyle buyrulur: Meryem Suresi 87. Ayet Arapça: لَا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ اِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِنْدَ الرَّحْمٰنِ ع ...
Ramazan oruç ve Kur’an ayıdır. Bakara 183’te daha öncekilere olduğu gibi İslam ümmetine de farz kılındığı bildirilen oruçtan maksadın takvaya erişmek ...