Âl-i İmrân sûresi 200 âyettir. Medine’de nâzil olmuştur. İsmini, 33-34. âyetlerde bahsedilen ve “İmrân Ailesi” mânasına gelen “Âl-i İmrân” kelimesinden almıştır. Sûreye اَلْكَنْزُ (Kenz), اَلأمَانُ (Emân) ve الطيبة (Tayyibe) gibi isimlerin yanı sıra, seherlerde istiğfar edenlerden bahsettiğinden سُورَةُ الْإسْتِغْفَارِ (Sûretü’l-İstiğfâr) ve hidâyet nûrunun parlaklığı sebebiyle de اَلزَّهْرٰي (Zehrâ) ismi verilmiştir. Mushaf tertibine göre 3, nüzûl sırasına göre 89. sûredir. Büyük ihtimalle Bedir savaşından sonra başlayarak hicretin 9. senesine kadar peyderpey inmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in Bakara sûresinden sonra ikinci uzun sûresidir.
Sûrede bahsedilen temel konulardan bir kısmı şunlardır:
Kur’ân-ı Kerîm’in, aynen Tevrat ve İncil gibi tek ilâh, Hayy ve Kayyûm olan Allah tarafından insanlara hidâyet rehberi olarak indirilmesi; iman edenlerin, kalplerinde hastalık bulunanların ve Ehl-i kitabın Kur’an karşısındaki konumları ve buna göre gerçekleşecek âkıbetleri; kurtuluşa ve ilâhî muhabbete erebilmek için Allah Resûlü’ne itaat ve ittibânın vurgulanması,
Hz. Meryem, Hz. Yahyâ ve Hz. İsa’nın mûcizevî doğumlarından ve özellikle Hz. İsa’nın Allah’ın kulu olması ve yine O’nun izniyle gerçekleşen mûcizelerinden bahsedilerek başta hıristiyanların ve buna bağlı olarak tüm Ehl-i kitabın, yanlış düşünce, inanç ve davranışlarını terkederek Hak katında yegâne makbûl din olan İslâm’ı kabule davet edilmesi,
Müslümanların, Ehl-i kitabın kötü niyet ve sapık anlayışlarına karşı uyarılması; onların tarih boyu yapageldikleri Allah’ın âyetlerini inkâr, insanları hak yoldan saptırmak, peygamberleri haksız yere öldürmek, isyan ve azgınlık etmek gibi yanlışlıklardan uzak durarak söz ve davranış bütünlüğü içinde Allah’ın dinini en güzel şekilde tebliğ eden en hayırlı ümmet olmaya gayret göstermelerinin istenmesi,
Uhud savaşından ve bu savaşta uğranılan mağlubiyetin sebeplerinden; zafere erişmek için sabır, Allah ve Rasûlü’ne itaat ve Allah’tan korkmak gibi mânevî faziletlerle donanmanın gerekliliğinden; münafıkların karanlık ve şüphe dolu iç dünyalarından ve buna mukâbil Allah yolunda şehâdet rütbesine erişmiş bahtiyarların müjde, nimet, selâmet ve saadet dolu istikballerinden bahsedilmesi,
Ayakta iken, otururken ve yatarken dâimî olarak Allah’ı zikretmenin, O’nun azamet, kuvvet ve kudret nişâneleri üzerinde tefekkürün, azabından sakınıp rahmetini ummanın ve bunların gerçekleşmesine vesile olacak cihad, hicret, sabır ve takvâ gibi diğer amel-i sâlihlerin teşvik edilmesi.
Mushaftaki sıralamada 3, iniş sırasına göre 89. sûredir. Enfâl sûresinden sonra, Ahzâb sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre, sûrenin önemli bir bölümünün geliş sebebi, Necran hıristiyanları adına Medine’ye gelen heyetle Hz. Peygamber arasında geçen Allah inancı konusundaki tartışmalardır. Bu vesileyle nâzil olan âyetlerin sayısı ve sûrenin iniş zamanı hakkında farklı görüşler vardır. Necran heyetiyle ilgili rivayetten sonra bunlara yer verilecektir. Coğrafî kaynaklar Yemen’de, Kûfe civarında ve Havran’da Necran adını taşıyan birden fazla yerleşim biriminin bulunduğunu kaydeder. Burada söz konusu olan kişiler, Yemen Necranı’ndan heyet halinde gelen hıristiyanlardır. Hıristiyanlık aslî şekliyle Arap yarımadasının önce bu kasabasında yayılmış ve başlangıçta Yemen hükümdarlarının sert tepkileriyle karşılaşmıştır. Daha sonra burası Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur.
Nitekim tarih kaynakları burada inşa edilen ve Kâbe-i Muazzama’ya karşılık olmak üzere “Kâbe-i Necrân” adıyla anılan görkemli kilisede çok sayıda piskoposun görev yaptığını belirtmektedirler. Aralarında bu kiliseye mensup din adamlarının da bulunduğu altmış kişilik bir Necran heyeti (aşağıda açıklanacağı üzere hicretin 9. yılında veya daha önceki bir tarihte) Medine’ye bir ziyarette bulunmuştu. Bu heyet içinde on dört kişi temsilci konumundaydı. Bunlardan üçü heyetin en yetkilileri idi: Başkan Abdülmesîh (el-Âkıb), başkan yardımcısı Eyhem (es-Seyyid) ve piskopos Ebû Hârise b. Alkame. Bir gün ikindi namazını müteakip süslü ve ihtişamlı elbiseler içinde mescide gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıkan bu heyet mensupları, kendi ibadet vakitleri geldiğinde doğuya doğru dönüp hıristiyan usulüne göre âyin yapmak istediler. Resûlullah onlara müsaade etti. Heyet birkaç gün Medine’de kaldı ve müslümanlar tarafından ağırlandı. Bu süre içinde heyetin ileri gelenleriyle Hz. Peygamber arasında Allah inancı ve Hz. Îsâ’nın durumuna dair önemli tartışmalar cereyan etti. Heyet mensupları arasında tam bir inanç birliği olmadığı gibi, sorulan sorulara verdikleri cevaplar da tutarlı değildi. Hz. Îsâ için bazan “Allah” bazan “Allah’ın oğlu” bazan da “üçün üçüncüsü” diyorlardı. Hz. Peygamber onların iddialarını çürüttükten sonra, kendilerini bağlayacak sorular yöneltti. Sonunda sükût etmek zorunda kaldılar.
Bunun üzerine Resûlullah onları İslâm’a davet etti. Bu teklife karşı direnme yollarını denediler: –
“Ey Muhammed! Sen Îsâ’nın, Allah’ın kelimesi ve O’ndan bir ruh olduğunu söylemiyor musun?” dediler. Resûlullah:– “Evet” deyince: – “İşte bu bize yeter” dediler. Allah Teâlâ resulüne onları “mübâhele”ye (açık biçimde lânetleşme) davet etmesini vahyetti (bu konuda ayrıntılı açıklamaya 61. âyetin tefsirinde yer verilecektir). Resûl-i Ekrem bu çağrıyı yapınca bir gün süre istediler. Bu konuda ne yönde bir karar alabileceklerini kendi aralarında müzakere ederlerken içlerinden biri şöyle dedi: “Îsâ efendimizle ilgili çekişmeyi çözüme bağlayışından anlaşılmış oldu ki Muhammed gerçekten Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir. Bilirsiniz ki bir toplum peygamberle lânetleşmeye kalkışırsa Allah, büyüğüyle küçüğüyle onları mahveder. Dinimizde kalmaya kararlıysanız, bu zatla lânetleşmeye girmeyiniz ve iyilikle ayrılınız.” Sonunda Hz. Peygamber’e gelip şöyle dediler: “Ey Ebü’l-Kasım! Seninle lânetleşmeye girmemeye, seni dininle baş başa bırakıp kendi dinimiz üzere kalmaya karar verdik. Fakat biz senden hoşnuduz ve sana güveniyoruz. Ashabından uygun birini aramızdaki malî ihtilâfları çözmek üzere bize gönder.” Resûlullah bu talep üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı bu iş için görevlendirdi. Rivayete göre Hz. Ömer, hiçbir zaman yöneticilikten hoşlanmadığı halde, Hz. Peygamber’in söz konusu görev için karar verdiği gün, hayatında ilk defa içinde bu arzuyu duyduğunu ve kendisinin tayin edileceğini umduğunu ifade etmiştir (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, II, 222 vd.; İbn Atıyye, I, 396-397; Râzî, VII, 154-155; Elmalılı, II, 1011-1015; Necran’la ilgili bilgi için bk. A. Moberg, “Necrân”, İA, IX, 165-167). Necran heyetiyle yapılan tartışmalar vesilesiyle nâzil olan bölümün1-61, 1-82 ve 1-84. âyetler olduğu yönünde görüşler vardır (bk. Şevkânî, I, 345; İbn Âşûr, III, 143-144; Elmalılı, II, 1011). Necran heyetinin Medine’ye hicretin 9. yılında gelmiş olduğu yönündeki yaygın bilgiye mukabil, İbn Hişâm’ın bu heyet hakkındaki bilgileri tarih vermeksizin aktarması, Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliğinin bulunması ve sûrenin içerik ve üslûbu bazı müellifleri bu sûresinin ne zaman nâzil olduğu konusunda farklı değerlendirmeler yapmaya sevketmiştir. İbn Âşûr’un bu konudaki açıklamalarını şöyle özetlemek mümkündür (III, 143-144, 146): Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu ve bazı âyetlerinde Uhud Savaşı’ndan söz edildiği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Enfâl sûresinden önce veya sonra indiği konusu ise ihtilâflıdır. Fakat Âl-i İmrân sûresinin, Bedir Savaşı sırasında indiği ittifakla kabul edilen Enfâl sûresinden de önce nâzil olduğuna dair rivayetin kabulü halinde, bu sûrede Uhud Savaşı’ndan söz edildiğini ve Bedir’de müslümanların kazandığı zaferin hatırlatıldığını söylemek mümkün olmayacaktır. Daha önce açıklandığı üzere aynı süre içinde birden fazla sûrenin inmesi mümkündür ve tefsir kitaplarında yer alan “Bu sûre filân sûreden sonra inmiştir” şeklindeki ifadeler, “Bu iki sûreden ilki tamamlanıp sonra diğeri inmeye başladı” anlamında değil, “Birincinin nüzûlü diğerinin nüzûlünden önce başlamıştır” anlamındadır. Necran heyetiyle ilgili bölümün iniş zamanının da bu ölçüye göre değerlendirilmesi uygun olur. Şu var ki, bu bölümün hicretin 9. yılında inmiş olduğuna dair ifadelerin, bu yılın “senetü’l-vüfûd” (elçiler yılı) olarak tanınmasından kaynaklandığı ve Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu dikkate alınınca, Necran heyetinin sözü edilen elçiler yılından önce (muhtemelen hicretin 3. yılında) gelmiş olduğu söylenebilir. Derveze, Necran heyetinin, müslümanların Bedir Savaşı’nda Kureyş müşriklerine karşı zafer kazandıkları haberini yerinde tahkik etmek için–Uhud Savaşı öncesinde– Medine’ye gelmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Aynı müfessir, Ebû Süfyân’ın –Mekke’nin fethinden sonraki bir zamanda– Hz. Peygamber’in Necran hıristiyanları için yazılı bir belge düzenlediğine tanıklığı ile ilgili haberin doğru olması halinde ise hicretin 9. yılında başka bir Necran heyetinin daha gelmiş olmasını muhtemel görür (VIII, 70-71). Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz ise bunu zorlanmış bir yaklaşım olarak değerlendirir ve bir sûrenin âyetlerindeki sıralamanın daima nüzûl sebebi ve sırasına göre olmadığı noktasından hareketle burada Necran heyeti hakkında hicretin 9. yılında inen baş kısmın Uhud Savaşı hakkındaki orta kısımdan sonra inmiş olduğunu düşünmeye bir engelin bulunmadığını savunur (et-Tevrât ve’l-İncîl ve’l-Kur’ân fî sûreti Âli İmrân, s. 9-10). Âl-i İmrân sûresinin baştan 120. âyetine kadar olan bölümün hicretin ilk yıllarında nâzil olduğunu gösteren bir içeriğe sahip bulunduğuna işaretle, sûrenin ilk seksen küsur âyetinin Bedir Savaşı’ndan bile önce nâzil olduğu, muhtemelen Hz. Peygamber’in daha önce inen Âl-i İmrân âyetlerini Necran heyetine okuduğu için bunu duyan bazı kişilerin bu âyetlerin o zaman (hicretin 9. yılı) indiğini zannettikleri de ileri sürülmüştür. Fakat bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin açıklamaları kendi içinde tutarlı görünmemektedir. Zira Ateş “hicrî 5. yıldan sonra Medine’de yahudi kalmadığı” noktasından hareketle “bu sûrede yahudilerin yerinin bulunmadığı” tarzında ve kendisinin başka ifadeleriyle bağdaşmayan kesin bir kanaat de ortaya koymaktadır (krş. II, 6, 33, 60, 61, 65, 69, 70, 71, 84, 85; II, 48, 61, 62; II, 29-30; II, 63). Öte yandan bazı âyetlerin içeriği ile tarihî bilgiler arasında uyum arama çabasıyla, meselâ 64. âyetin bir Hudeybiye Antlaşması’ndan önce, bir de Mekke fethinden sonra olmak üzere iki defa inmiş olmasına ihtimal veren müfessirler de vardır (bk. İbn Kesîr, II, 46). Kanaatimize göre Âl-i İmrân sûresinde “Ehl-i kitap” olumlu ve olumsuz yönleriyle geniş bir biçimde ele alınmış, inanç esasları bakımından hıristiyanlara ağırlık verilmekle beraber birçok yerde yahudilere de atıfta bulunulmuştur. Özellikle Hz. İbrâhim hakkındaki tartışmaya gönderme yapan âyetler (65-68) bunun açık bir kanıtıdır. Hatta 64. âyetin tefsirinde açıklanacağı üzere Ehl-i kitaba yapılan diyalog çağrısını, aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına yapılmış genel bir davet biçiminde anlamak mümkündür. Şevkânî’nin de belirttiği üzere, bu sûrede geçen Ehl-i kitap ifadelerinin sadece hıristiyanlar hakkında olduğuna dair bazı ilk dönem bilginlerinden nakledilen rivayeti mutlak biçimde doğru saymak mümkün değildir (I, 391); bu rivayeti, Bakara sûresiyle karşılaştırıldığında burada hıristiyanlara ağırlık verilmiştir şeklinde anlamak daha uygun olur. Âyetlerin sıralaması konusunda yukarıda işaret edilen bilgiler dikkate alındığında, daima nüzûl sırasına ilişkin rivayetlerden hareketle zaman tesbiti yapmanın isabetli olmayacağı açıktır. Âyetlerin anlaşılmasında tarihî bilgiler ve nüzûl bilgileri önemli bir yardımcı role sahip olmakla beraber, yorumu bu bilgiler içine hapsetmeksizin ve öncelikle Kur’an’ın içerdiği mesajlar üzerinde dikkatle durulduğu takdirde yorumun ufkunu genişletme ve sağlıklı sonuçlara ulaşma ihtimali artar. Tabii ki, bu yorumların da kesinlik taşıyan verilerle çatışmamasına özen gösterilmesi gerekir. Buna göre, sûrede geçen ifadelerin de kimlere uygun düştüğü noktasının esas alınması, kesinlik kazanmamış rivayet veya ihtimaller dolayısıyla yoruma kesin bir üslûp katılmaması uygun olur. Sonuç olarak sûrenin nüzûlü hakkında şu söylenebilir: Bakara ve Enfâl sûrelerinin ardından hicretin 3. yılında Uhud Savaşı’ndan sonra nâzil olmaya başlayan sûrenin tamamlanması muhtemelen hicretin 9. yılına kadar sürmüştür (Emin Işık, “Âl-i İmrân Sûresi”, DİA, II, 307).
Ele aldığı mevzulara, ihtiva ettiği ahkâm, kıssa, emir ve yasaklara bakıldığında Âl-i İmrân sûresinin de tıpkı Bakara sûresi gibi çok önemli, faziletli ve büyük bir sûre olduğu görülür. Onun fazileti hakkında Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kur’an’ı okuyunuz; çünkü o, kıyamet gününde kendisiyle hemhâl olanlara şefaatçi olarak gelecektir. Zehrâvân’ı yani Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okuyun;[1] çünkü onlar, kıyamet gününde iki büyük bulut veya iki gölgelik ya da iki kuş sürüsü hâlinde gelerek kendilerini okuyanları savunacak ve koruyacaklardır.” (Müslim, Mûsâfirîn 252)
[1] Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerine, hidâyet nûrlarının parlaklığı ve okuyanlara verilecek ecrin büyüklüğü sebebiyle, “Zehrâvân” ismi verilmiştir.
1. Elif. Lâm. Mîm.
2. Allah ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, ebedî diridir. Varlığı kendinden olup bütün kâinatı yönetendir.
Birinci
âyette yer alan hurûf-i mukataalarla ilgili açıklama, aynı harflerin geçtiği
Bakara sûresinin 1. âyetinde yapılmıştır. İkinci âyette yer alan Yüce
Rabbimizin isim ve sıfatları hakkında izah ise Âyetü’l-Kürsî diye bilinen
Bakara sûresi 255. âyetin tefsirinde beyân edilmiştir.
Kur’an’ın
indirilmesinin şekil, sebep ve hikmetine gelince:
3. O, Kur’ân-ı Kerîm’i sana gerçeğin ta kendisi ve önceki ilâhî kitapları doğrulayıcı olarak parça parça indirmiştir. Tevrat ve İncil’i de indiren O’dur.
4. Daha önce bu kitapları insanlara doğru yolu göstermek için, toptan indiren O’dur. Böylece O, hakla bâtılı ayıran bütün delilleri indirmiştir. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler yok mu, onlar için şiddetli bir azap vardır. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen ve haksızlardan intikamını alandır.
Allah
Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’i Peygamber Efendimiz’e 23 senelik bir zaman dilimi
içerisinde âyet âyet, kısım kısım indirmiştir. Kur’an, gerçeğin ta kendisidir.
Onda bulunan bütün müjdeleyici ve korkutucu haberler, geçmiş ümmetlere ait
kıssalar ve verdiği tüm bilgiler dosdoğru olduğu gibi, Kur’an aynı zamanda
hakkın ve haklının yanında yer alıp, devamlı hakkı müdâfa ve tavsiye
etmektedir. Bir bakıma Kur’an, bir hak ve adâlet kitâbıdır; Allah Teâlâ’nın
kulları üzerindeki hakları ile insanların birbirlerine olan haklarını bildirmek
üzere inmiştir.
Şunu
ifade edelim ki Kur’an, kendinden önce indirilmiş olan Tevrât ve İncîl gibi
ilâhî kitapları doğrular. Onların, Allah’tan geldikleri şekil itibariyle gerçek
olduklarını haber verir. Kur’an bir yönden o kitapların, ileride büyük bir
peygamber geleceğine dair verdikleri bilgilerin gerçekleştiğini bildirmek
sûretiyle hem Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini hem de onun şahsında
önceki peygamberlerin peygamberliğini de doğrulamış olmaktadır. Böylece
Allah’ın bütün kitapları ve peygamberleri arasında, birbirlerini tasdîk
itibariyle karşılıklı bir dayanışma ve işbirliği olduğu görülür.
Diğer
taraftan Kur’an, önceki kitaplarda yer alan iman esasları, Allah’ın birliğine
davet, adâlet ve iyiliği emir, peygamberlerin ve önceki ümmetlerin kıssaları,
asırların ve nesillerin değişmesiyle asla değişmeyecek olan sâbit hükümler gibi
temel esasları daha da güçlendirerek ve genişleterek yeni baştan yürürlüğe
koymuştur. Zaman, mekân ve sorumlu milletlerin özelliklerine uygun düşecek,
maslahatları açısından işlerine yarayacak bütün dinî hükümleri yeniden tanzim
edip düzeltmiştir. Bu şekilde her zaman ve mekânda bütün toplumların hayatında
geçerliliği olan şumüllü bir din tâliminde bulunmuştur. Böylece Kur’an,
öncekinden sonrakine bütün ilâhî kitapları onayından geçirip süzmek sûretiyle
hepsinin doğru kâidelerini bizzat kendi uhdesine almış bulunduğundan, önceki
kitaplardan ve şerîatlardan hiçbirinin, Kur’ân’ın şehâdeti olmaksızın gerçek
oldukları söylenemez. Daha açık bir ifadeyle önceki peygamberlere verilen ilâhî
fermanların tasdik makâmı son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) ve o fermanların
geçerliliğinin devam edip etmediğini belirleyen ölçü de Kur’ân-ı Kerîm’dir.
(Elmalılı, Hak Dini, II, 1021)
4.
âyette yer alan اَلْفُرْقَانُ (furkân) kelimesi
sözlükte “doğruyla eğriyi, hakla bâtılı, helâlle haramı birbirinden ayıran” anlamına
gelir. Bu mânasıyla o, indirilen bütün ilâhî kitapların, özellikle burada
isimleri zikredilen Kur’an, Tevrât ve İncîl’in ayrılmaz birer vasfını teşkil
eder. Çünkü bunlar, hakla bâtılın ne olduğunu açıkça haber vererek insanları
doğru yola sevkeden nur kaynaklarıdır. Bununla birlikte “furkân”ın, kitaba
ilâve olarak peygamberlere verilen ve onların doğruluğunu kanıtlayan
“mûcizeler” olması da mümkündür. Zira ancak mûcizeler sayesinde, dâvasında
doğru olanla olmayanlar birbirinden ayrılabilir. Gerçek ortaya çıktıktan sora
dileyen iman, dileyen ise inkâr edebilir. Fakat Allah’ın ister naklî ister aklî
olsun âyetlerini inkâr edenlere âhirette çok şiddetli bir azap vardır.
Özellikle Allah Teâlâ’nın birliğine, münezzehliğine uygun olmayan söz ve
davranışta veya Peygamberlerin şânına lâyık olmayan isnatlarda bulunanların can
yakıcı bir azaba uğrayacakları şüphesizdir. Çünkü Allah, asla karşı gelinmez ve
mağlup edilmez bir kudret sahibidir. İstediği takdirde intikamını alır, işlenen
cürümlere cezasını verir:
5. O Allah ki, ne yerdeki bir şey O’na gizli kalabilir, ne de gökteki bir şey.
6. Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren de Allah’tır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Allah
Teâlâ, her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeyi işiten ve her şeyden haberdar
olan Yüce Zât olduğu için ona ne yerde ne de gökte hiçbir şeyin gizli kalması
mümkün değildir. Dolayısıyla iman edenlerin imanını, inkâr edenlerin de
inkârını bilir ve kıyamet gününde her birine layık olduğu karşılığını verir.
İmam
Kuşeyrî der ki: “Kulun aldığı her bir nefesi sayan, yerde ve gökte olan zerre
miktarı kadar olan şeyleri de var eden, herhangi bir kişideki en küçük bir
vasfı bile ona veren şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. Huzuruna arzedilen bir ihtiyacı
mutlaka yerine getiren; kendisine müracaat edene de kâfî gelen yine O’dur.” (Kuşeyrî,
Letâifü’l-işârât, I, 132)
İşte
o Allah, sonsuz ilim, irade ve kudretiyle insanları, annelerinin rahminde
dilediği gibi şekilden şekle çevirir. Küçücük bir nutfe hâlinden başlayıp pek
çok safhadan geçirerek en güzel yaratılışta mükemmel bir insan hâline getirir.
Onu erkek-dişi, siyah-beyaz, uzun-kısa, tam-noksan gibi muhtelif şekillerde
yaratır. Bunu sadece Allah yapabilir. Bu sebeple O’ndan başka ilâh yoktur. O,
çok güçlü, karşı gelinmez kudret sahibi, her işi ve hükmünde hikmet sahibidir.
İnsanı
yaratan Yüce Allah olduğu gibi, ona doğru yolu gösterecek âyetleri indiren de
O’dur:
7. Sana kitabı indiren O’dur. O kitabın bir kısmı muhkem âyetlerden meydana gelir ki bunlar, kitabın esası ve özüdür. Bir kısmı da müteşâbih âyetlerdir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne çıkarmak ve kendi arzularına göre onun yorumunu yapmak düşüncesiyle müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki bunların kesin anlamlarını Allah’tan başka kimse bilemez. İlimde derinleşmiş olanlar ise: “Biz bunlara inandık, hepsi de Rabbimizin katındandır” derler. Ancak gerçek akıl ve idrak sahipleri hakkıyla düşünüp öğüt alır.
Kur’ân-ı
Kerîm, Yüce Allah’ın nihâyetsiz olan ilminin insanlık âlemine bir tecellisidir.
Bu hâliyle o, Allah’ın ilminden haber vermekte, Allah’ın ilmi neleri ihata
ediyorsa onlara temas etmektedir. Bu sebeple onun beyân ettiği mânalar
sınırsızdır. Nitekim âyet-i kerîmelerde buna işareten şöyle buyrulur:
“Rasûlüm! De ki: «Rabbimin kelimelerini yazmak için denizler
mürekkep olsa, hatta bir o kadar daha ilâve yapsak, Rabbimin kelimeleri
tükenmeden o denizler tükenir.»” (Kehf 18/109)
“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa,
arkasından buna yedi deniz daha eklense, imkânı yok, Allah’ın kelimeleri
yazmakla bitmez. Muhakkak ki Allah, kudreti dâima üstün gelen, her hükmü ve işi
hikmetli ve sağlam olandır.” (Lokmân 31/27)
Bu
sırra mazhar olan Kur’ân-ı Kerîm, aslında bir din kitabı olarak insanın itikat,
ibâdet, ahlâk ve muamelât hayatını tanzim eden hükümler getirdiği gibi,
kıyamete kadar onun düşünce, akıl ve tefekkür gibi melekelerini en iyi şekilde
kullanıp geliştirmesini sağlayacak çeşitli mevzulardan da bahseder.
Âyet-i
kerîme, bu kadar geniş çerçevedeki mevzuları beyân eden Kur’an âyetlerini umûmî
olarak iki kısma ayırmaktadır. Birinci kısım muhkem âyetler olup bunlar,
Kur’an’ın esasını ve temelini teşkil eder. İkinci kısım ise müteşâbih
âyetlerdir.
اَلْمُحْكَمُ (muhkem) kelimesi sözlük olarak “bozulmaktan
uzak, gerçek ve sağlam” mânalarına gelir. Terim olarak ise “mânası ve delâleti
açık bir şekilde anlaşılan; ifade ettiği mânalar ihtimal ve benzerliklerden
yâni karışıklıktan ve farklı şekillerde anlaşılmaktan uzak olan” demektir. İşte
Kur’an’ın bir kısım âyetleri böyledir. Bunların ifade ettiği mânalar gâyet
açıktır. Yoruma muhtaç değildir. Bunlarda şüpheye ve zihin karışıklığına yer
yoktur. Gerekli bilgi ve tecrübeye sahip olan işin ehli kimseler, bunları
kolaylıkla anlayabilir ve onlardan gerekli hükümleri çıkarabilirler. Bu
âyetler, ilim ve amel bakımından uyulması gereken temel esasları ve insanı
doğru yola eriştiren delilleri ihtiva ederler. Allah’ın bir olduğunu bildiren;
O’na kulluk etmeyi, her türlü iyiliği yapmayı ve adâletli olmayı emreden; bütün
ahlâkî faziletlerle donanmayı tavsiye eden; inkâr etmeyi, şirk koşmayı, putlara
tapmayı, haksız yere cana kıymayı, içkiyi, kumarı, faizi, zinâyı, yetim malını
yemeği yasaklayan âyetler buna misal verilebilir.
اَلتَّشَابُهُ (teşâbüh), iki şeyin birbirine eşit olarak benzemesi demektir. Bu
tarzda birbirine benzeyenlerden her birine de اَلْمُتَشَابِهُ (müteşâbih) denilir. Her iki taraf aynı kuvvette ve eşit
benzerlikte olduğundan, benzer yönleri, ayrıntıları ortadan kaldırmakta ve
insan zihni onları birbirinden ayırmakta aciz kalmaktadır. İşte “müteşâbih
âyetler”, birbirine benzer mânalar ifade etmesi sebebiyle, mânaları ve delâleti
açıkça anlaşılmayan, birini diğerinden ayırdetmek güç olan âyetlerdir. Kur’ân-ı
Kerîm’in büyük çoğunluğu bu âyetlerden oluşmaktadır. Allah’ın eli ve yüzü
olduğunu, geldiğini, arşa istivâ ettiğini bildiren âyetler; kabir, kıyâmet,
mahşer, hesap, cennet ve cehennemle alâkalı âyetler; hurûf-ı mukattaalar; Hz.
Âdem’in anasız babasız, Hz. İsa’nın sadece babasız yaratılması, Hz. Üzeyr’in
yüz sene ölü kaldıktan sonra diriltilmesi, Ashâb-ı Kehf’in üç yüz dokuz sene mağarada kalıp tekrar uyandırılması, peygamber mûcizeleri,
kâinatın maverâsı ve derinlikleri, eşyanın hakikati gibi tefekkürî konulardan
bahseden âyetler buna misâl verilebilir.
Peki
Kur’ân-ı Kerîm’de müteşâbih âyetlerin bulunmasının hikmeti nedir?
Kur’ân-ı
Kerîm, kıyamete kadar geçerliliğini sürdürecek bir kitaptır. Bu sebeple onun,
indiği andan itibaren bütün zaman ve mekanlar için uygun düşecek neticelerin ve
çeşitli mânaların çıkarılmasına imkân tanıyan ifadelere sahip olması tabiidir.
Yine her dönemin ihtiyaçlarına cevap verebilecek ehliyette âlimlerin
yetişebilmesi, zor ifadelerden bir kısım hedefler bulup çıkarabilme melekesini
haiz kişilerin yetişmesine, bu da araştırma ve incelemeye yönelten motivasyonun
bulunmasına bağlıdır. Şayet dinin bütün tâlimatları kolay bir üslûpla ve tek
düze ifadeler içinde gelmiş olsaydı herkes önündeki hazır malzemeyle yetinme
alışkanlığı kazanır, aklını çalıştırmaya ihtiyaç hissetmez, ilmî gayretlere
soyunmaz, böylece ilerleme ve gelişme mümkün olmazdı. Bunun için Kur’an,
müteşâbih âyetleri vasıtasıyla gerek hukukî meselelerde, gerek her türlü
bilimsel konularda, gerekse ailevî ve
ictimâî hayatı ilâhî kanunlar çerçevesinde tanzim etmede, medeniyetler kurup
geliştirmede insan aklına geniş yer ayırmıştır. Az kelimeyle çok mâna ve hüküm beyân
edip, bazı hükümlerinde esneklik getirerek akıl, deney, tecrübe ve araştırma
mahsûlü ilmî gelişmelere kapı aralamıştır.
Sahip
olduğu kalbî, aklî ve zihnî melekeleri itibariyle insan, ilim ve medeniyet ne
kadar gelişirse gelişsin, hep yeni şeylerin peşinden koşmak, onları bilip
öğrenmek ihtiyacı hisseder. Bu ihtiyacını karşılamaya çalışırken, kendi
ötesinde bilinmeyen bîr âlemin varlığını sezmesi, mârifet yolunda ilerlerken
ve ilimde yeni mertebelere ulaşırken önündeki meçhullerin tükenmediğini fark
etmesi bu bakımdan büyük önem arzetmektedir. Zira bu his ve idrak, bir taraftan
onu bu nevi araştırmaları sürdürme yolunda kamçılayacak, diğer taraftan da ilimde
ne kadar ileri giderse gitsin, her bilenin üzerinde daha iyi bilen birinin
olduğunu ve yüce Allah’ın ilminin sonsuzluğunu yürekten kabullenme erdemine
ulaştıracaktır. İşte müteşâbih âyetler insana bu yönde de ışık tutmakta ve ona
istikâmet vermektedir.
Kur’ân-ı
Kerîm’in mânalarını anlamaya çalışırken öncelikle muhkem âyetler esas alınmalı,
müteşâbih âyetler ise onlarla mîzân edilerek anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bu
çalışmalar sayesinde âyetler arasında herhangi bir çelişkinin olmadığı,
hepsinin aynı gerçeği anlatan parçalar olduğu anlaşılacak, böylece Kur’an’ın
hak bir kitap olduğuna dair mü’minin kalbinde bulunan iman daha da
kuvvetlenecektir.
Âyet-i
kerîmede “kalplerinde eğrilik bulunan” kimselerden bahsedilmekte ve
bunların “sırf fitne çıkarmak ve kendi arzularına göre onun yorumunu yapmak
arzusuyla” Kur’an’ın müteşâbih âyetlerinin peşine düştükleri beyân
edilmektedir. Bu ifade, kendi bâtıl görüşünü desteklemek ve tervic etmek
için müteşâbihlerin peşine düşen ve onları delil olarak kullanmaya çalışan kâfir,
zındık, câhil ve ehl-i bidat herkese şâmildir. Hıristiyanların Hz. İsa’nın
“Allah’ın kelimesi ve ruhu” olduğunu beyân eden âyetten (bk. Nisâ 4/171) kendi
bâtıl itikatlarını destekleyecek şekilde mânalar çıkarmaları, yahudilerin sûre
başlarındaki hurûf-ı mukattaalardan hareketle ümmet-i Muhammed’in ömrünü
çıkarmaya çalışmaları, bir kısım bâtıl mezheplerin Allah’ın sıfatlarıyla
alakalı “el, yüz, yan, ayak, parmak” gibi bazı müteşâbih lafızlardan hareketle
Cenâb-ı Hakk’ı insan sûretinde tasvir etmeleri buna misal verilebilir. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 150; Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 13-14)
Kalbî
durumu bu şekilde olanlar, şahsî düşüncelerini ve nefsânî arzularını
putlaştıran, bunlardan başka bir gerçek tanımayan, dinin emirlerini oyuncak
yerine koyan bir anlayışa sahiptirler. Halbuki dinde aslolan kayıtsız şartsız
hakka tabi olmaktır. Onlar, dinin emirleri doğrultusunda amel etmekten
hoşlanmadıklarından, dâimâ zihinleri kararsızlık, şüphe ve vehimlere sürüklemek
için müteşabih ifadelerden esinlenerek ortaya attıkları hayal mahsulü boş
şeylerin peşine düşerler. Böylece her şeyi şüpheli hâle getirmek, hep garip ve
acaip şeylerden bahsetmek, en açık gerçekleri bile birer efsane gibi göstermek
isterler.
Âyet-i
kerîmede “kalplerinde eğrilik bulunan”ların karşısına “İlimde
derinleşmiş olanlar” konmaktadır. Bunlar eğrilikten hoşlanmayan,
ilim yolunda sağlam duran, bildiğini ve bilmediğini seçebilen, bildikleri
sayesinde bilmediklerinin önemini mümkün mertebe çözebilen, Allah katından
gelen bilgiler hakkında en küçük bir şüphe duymayan gerçek ilim sahibi
kimselerdir. Onlar: “Biz Kur’an’a inandık, muhkemiyle, müteşâbihiyle
hepsi Rabbimizin katındandır” derler. Hakikaten ancak böyle temiz akıl, güzel
dikkat ve kavrayış sahipleri, Allah’ın âyetlerini tefekkür edip ondan gerekli
dersi, ibret ve öğüdü alabilir. Aklı karışmış, kalbi eğrilmiş ve anlayışı
bozulmuş olanlar ise bunları gereği gibi düşünebilme imkânından mahrumdurlar.[1]
Bu gerçek âlimler, sahip oldukları ilme ve mânevî mevkiye güvenmez, kalplerinin eğrilmemesi ve hallerini daha da iyileştirmesi için devamlı Allah Teâlâ’ya sığınıp yalvarırlar:
[1] Âyetteki, “İlimde
derinleşmiş olanlar” ifadesi, aynı zamanda Kur’an âyetlerinin tefsirini
yapabilecek ve ondan hükümler çıkarabilecek âlimlerin kimliğini açıklamaktadır.
Bunlar; muhkem âyetler ile müteşabih âyetlerin mertebelerini seçebilen, te’vili
caiz olup olmayanları ayırabilen, fitneden, kendisini ve herkesi baştan
çıkarmaktan sakınan, haddini bilen, ilâhî bilgiye havale edilmesi gerekenleri
Allah’a havale eden, kâmil iman sahibi, ilim yolunda kuvvetli, temiz ve ince
akıllı, doğru düşünmesini bilen ve seven, hâsılı hikmete mazhar olmuş hakiki
âlimlerdir. (Elmalılı, Hak Dini, II, 1045)
8. “Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme, bize tarafından bir rahmet bağışla! Çünkü bağışı pek bol olan yalnız sensin!”
9. “Rabbimiz! Sen, insanları geleceğinde asla şüphe olmayan bir günde kesinlikle bir araya toplayacaksın! Doğrusu Allah, verdiği sözden caymaz.”
Mutlak
irade ve kudret sahibi olan şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. Dilediğine mülkü verir,
dilediğinden mülkü alır. Dilediğini izzete eriştirir, istediğini zillete
düşürür. Hidâyet ve dalâlet de O’nun iradesine bağlıdır. Dilediğine rahmet
eder, kalbine katından rahmet bahşeder, istediğine gazab eder. Bu sebeple
Peygamberler ve onların izini takip eden âlimler, O’nun sonsuz ihsan edici
olduğuna inandıklarından hep Allah’a niyâz hâlinde olmuşlardır. O’ndan hidâyet ve rahmet talep etmişler,
azabından yine O’na sığınmışlardır.
Allah
Resûlü (s.a.s.): “Hiçbir kalp yoktur ki Rahmân’ın iki kudret parmağı
arasında bulunmasın. Onu doğru tutmak istediğinde doğru tutar, dilediği zaman
da eğriltir” buyurmuş ve devamlı olarak: “Ey kalpleri sâbit kılan
Allahım! Kalplerimizi dînin üzere sâbit kıl” diye dua etmiştir. (İbn Mâce,
Mukaddime 13) Müslim rivayetine göre ise Efendimiz: “Ey kalpleri evirip
çeviren Allahım! Bizim kalplerimizi taatin üzere sâbit kıl” diye dua
etmiştir. (Müslim, Kader 17)
Yine
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) kalple alâkalı mânevî durumların hassasiyetine
dikkat çekmek üzere:
“Kalb, boş bir arazide duran ve rüzgarın kendisini sağa sola
evirip çevirdiği kuş tüyüne benzer” buyurmuştur. (İbn Mâce, Mukaddime 10)
Sirri
Sakatî (k.s.) der ki:
“Kalpler
üç türlüdür. Şöyle ki:
-
Bir kalp vardır dağa benzer. Böyle bir kalbi, hiçbir şey yerinden sökemez,
kaydıramaz.
-
Bazı kalpler hurma ağacı gibidir. Böyle bir kalbin kökü olduğu yere çakılıdır.
Rüzgâr onu biraz eğer; fakat bu eğilme önemli değildir.
-
Bazı kalpler ise kuş kanadı gibidir. Böyle bir kalbi esn rüzgâr sağa sola
kaydırır.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 185.
Anlaşılan
o ki kulun selamete erip selamette kalabilmesi için kalbi korumak, onu sürekli
iman ve hidâyet üzere bulundurmak zarureti vardır. Çünkü bunu başaramayıp küfre
düşenleri çok feci bir akıbet beklemektedir:
10. İnkâr edenlerin malları da evlatları da, Allah’ın azabına karşı kendilerine hiç bir fayda sağlamayacaktır. İşte onlar, cehennemin yakıtıdırlar.
11. Bu kâfirlerin hâli, tıpkı Firavun hânedânı ile daha önceki kâfirlerin hâline benzer. Onlar da, âyetlerimizi yalanlamışlardı da Allah onları günahları sebebiyle kıskıvrak yakalamıştı. Allah’ın cezalandırması pek şiddetlidir.
Âhirete
inanmadıklarından dolayı kâfirler için “dünya hayatı” büyük bir kıymet
taşımaktadır. Onlar, bu fânî hayatı ne kadar zevk ü safâ içinde ve nefsânî
arzuları tatmin istikâmetinde kullanabilirlerse kendilerini o kadar mutlu
hissederler. İnsanın dünya hayatında güvendiği ve bel bağladığı unsurların
başında “mallar” ve “evlatlar” gelir. İnsan bunlarla ihtiyaçlarını karşılar ve
bir sıkıntıya düştüğünde de bunlara sığınır. Bu sebeple bir başka âyet-i kerîme
malların ve evlatların birer fitne, birer imtihan vesilesi olduğunu haber
verir. (bk. Enfâl 8/28)
Dünyadan
küfür üzere âhirete göçenlere, orada malları da evlatları da hiçbir fayda vermeyecek
ve onları Allah’ın azabından koruyamayacaktır. O gün ancak insana getirilen
“kalb-i selîm” yani her türlü günah kirlerinden ve kötü sıfatlardan arınmış
tertemiz bir kalp yarar sağlayacaktır. (bk. Şuarâ 26/88-89) Halbuki kâfirlerin
dünyada iken düşünceleri böyle değildir. Onlar mallarının ve evlatlarının
çokluğuyla övünüyor ve bunların kendilerini tehlikelerden kurtaracağını
zannediyorlardı. Onların bu hallerini şu âyet-i kerîme ne güzel açıklar:
“Kâfirler: «Bizim malımız da, evladımız da sizinkinden daha fazla.
Biz öyle azap filân da görecek değiliz» demişlerdir.” (Sebe’ 34/35)
Yüce
Rabbimiz, onların bu asılsız iddalarına şöyle cevap vermektedir:
“Sizi bize yaklaştıracak olan ne mallarınız ne de evlatlarınızdır.
Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler müstesnâ. Onlara, yaptıklarına
karşılık kat kat mükâfat verilecek ve onlar cennetin yüksek köşklerinde güven
ve huzur içinde kalacaklardır.” (Sebe’ 34/37)
Buna
göre mal ve evlatlar, ancak sâlih amel işleyen, malını ve evladını Allah
yolunda kullanmasını bilen kimselerin Allah’a yaklaşmalarına yardımcı olabilir.
Fakat yukarıda da ifade edildiği gibi kâfirler için bu geçerli değildir. Orada
onlar için ağır bir ceza ve şiddetli bir azap vardır. Çünkü bir taraftan
dünyada faydalandıkları imkânlardan mahrum kalacaklar, diğer taraftan acılara
düçar olacaklardır. Üstelik cehennemde sadece yanmayacaklar, onun yakıtı
olacaklardır.
11.
âyette Kur’an’ın indiği dönemdeki ve ondan sonra gelecek kâfirlere, Firavun
hânedânı ve daha önce geçen Âd ve Semûd kavmi gibi Allah’ın âyetlerini
yalanlayan ve günahları sebebiyle ilâhî kahra uğrayan kimseler örnek olarak
verilmektedir. Onların yolundan gidenlerin de aynı fecî âkıbete, Allah’ın pek
şiddetli azâbına uğrayacakları ikâzı yapılmaktadır. O halde inkârcıların hem
dünya hem de âhiretteki fecî durumlarından ibret alıp küfürden vazgeçmeli ve
Allah’a gönüllü kulluk yapanlardan olmaya gayret gösterilmelidir:
12. İnkâr edenlere de ki: “Sizler yakında mağlup edilecek ve topluca cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir yataktır.
Âyet-i
kerîmenin iniş sebeplerinden biri şöyledir:
Allah
Resûlü (s.a.s.), Bedir savaşında Mekke müşriklerini mağlûp edince Medineli yahudiler:
“Vallahi bu bize Hz. Mûsâ’nın müjdelediği ve kitabımızda özelliklerini bulmakta
olduğumuz, sancağı asla yere düşmeyecek olan ümmî peygamberdir” deyip onu
tasdik etmek ve ona tâbi olmak istediler. Ancak içlerinden bazısı: “Hele durun
bakalım, acele etmiyelim. Bir ikinci savaşını görelim” dediler. Fakat Uhud savaşında
Hz. Peygamber’in ashâbı bozguna uğrayıp sancakları yere düşünce aralarında
tekrar konuştular ve: “Hayır, vallahi bu o değilmiş” dediler. Bedbahtlığı
tercih ederek müslüman olmadılar. Üstelik Peygamber (s.a.s.) ile yapmış
oldukları ve henüz süresi dolmamış olan antlaşmayı da bozdular. İçlerinden Ka‘b
b. Eşref altmış atlıyla birlikte Mekke müşriklerine, Ebu Süfyan ve
arkadaşlarına varıp onları tebrik ettiler. Güçlerini birleştirmeyi teklif edip:
“Sözümüz bir olsun” dediler, sonra da Medine’ye döndüler. İşte bu hâdise
üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 100)
İniş
sebebinin bu ve benzeri hâdiselerin olması mümkün olmakla birlikte âyet, indiği
dönemdeki ve ondan sonra gelecek tüm inkârcılara, mutlaka mağlup olacaklarını,
bundan daha fenâsı, dünyada küfürde birleştikleri gibi âhirette de çok berbat
bir yatak olan cehenneme topluca sürüleceklerini haber veren bu gerçeği tekitli
bir şekilde ilan etmektedir.
Âyetteki,
“Yakında mağlûp edileceksiniz” ifadesi, yakın zamanda vuku bulacak bir olayı
haber vermektedir. Bu, Kur’an’ın istikbâle dâir verdiği haberlerle ilgili bir mûcizedir.
Nitekim bu mûcize gerçekleşmiş, kısa bir süre sonra İslâm düşmanları kesin bir
yenilgiye uğramışlardır. Bunlardan Mekke müşrikleri ancak Mekke’nin fethine
kadar direnebilmişler, sonra teslim olmak durumunda kalmışlardır. Medine’deki
yahudi kabileleri ise müslümanlarla yaptıkları antlaşmaları ihlâl durumlarına
göre değişik muamelelere tâbi tutulmuşlar, Peygamber Efendimiz henüz hayatta
iken Medine ve çevresindeki tesir ve hâkimiyetlerini tamamen kaybetmişlerdir.
Gelen
âyette ise ilâhî kudretin, kâfirleri mağlup edip mü’minleri zafere eriştiren
tecellilerinden birine yer verilir:
13. Birbiriyle savaşan o iki orduda sizin için büyük bir ibret vardır: Bunlardan biri Allah yolunda savaşıyordu, diğeri ise kâfir olup, karşılarındaki mü’minleri baş gözleriyle kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah, dilediğini yardımıyla destekler ve güçlendirir. Elbette bunda, görecek gözleri olanlar için kesin bir ibret vardır.
Âyetin
haber verdiği ibretli hâdise Bedir savaşında gerçekleşmiştir. O savaşta
mü’minler 313 kişi, müşrikler ise 1000 kişi kadar idiler. Savaş hazırlıkları
bakımından da müslümanların durumu, düşmanlarına göre oldukça zayıftı. Üstelik
harp niyetiyle yola çıkmadıklarından dolayı psikolojik olarak da savaşmaya
hazır değillerdi. Bu bakımdan Allah Teâlâ, kâfirlerin azim ve cesaretlerini
kırmak ve kalplerine korku salmak maksadıyla müslümanları gözlerine iki katları
olarak göstermiştir. (bk. Enfâl 8/43-44) Böylece mü’minlere ilâhî yardımını göndererek
onları zafere eriştirmiştir. Burada “Az sayıdaki nice topluluk, çok sayıdaki
nice kalabalığı Allah’ın izniyle yenmiştir” (Bakara 2/249) gerçeği tecelli etmiştir.
Allah’ın yardımı sadece Bedir veya başka bir savaşa ait bir durum değildir. O,
dilediği takdirde, ilâhî yardımı celbedecek kalbî kıvam, hal ve davranış içinde
bulunan bütün kullarına çeşitli yollarla yardımını gönderir. O halde idrak ve
anlayışları açık, basîret sahibi olanlar, bu gibi hâdiselerden ibret almalı,
ilâhî nusret ve inâyete nâil olmanın yollarını aramalıdırlar. Hele inkâr yoluna
saparak, Allah’ın yardımına mazhar olan, bizzat Cenâb-ı Hakk’ın nusratıyla
desteklediği mü’min topluluklara düşman bir mevkide asla bulunmamalıdırlar.
Bunun
için de insanın, nefsini iyi tanıması, iç âlemini ve duygularını tahlil etmesi
ve kendini kötülüklere sevkedecek tehlikelerin başında gelen “dünya sevgisi”ni
dengelemesi, hatta mümkün oldukça gönlünden silmesi gerektiğini öğretmek üzere
şöyle buyrulmaktadır:
14. Kadınlara, oğullara, yüklerle altın ve gümüş yığınlarına, iyi cins salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere olan düşkünlük isteği insanlara câzip gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçici birer metâından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer, Allah yanındadır.
Âyet-i
kerîme, insanın iç dünyasını, gönül yapısını ve en derin hislerini tahlil
ederek, onun fıtrat itibariyle nelere karşı zâfiyeti, düşkünlüğü ve muhabbeti
olduğunu haber verir. Bunların başında karşı cinse alâka, nesli devam ettirmek,
zengin olmak, makam, mevki ve şöhret sahibi olmak, neşeli ve keyifli bir hayat
sürmek, hayvanî ve nebâtî her türlü nimetlerden istediği gibi istifade etmek
gelir. Gerçekten de topraktan yaratılan, gözünü sayısız dünya nimetleri içinde
açan ve dâimî bir surette o nimetlerle perverde olan insan, bu nimetlere
gönlünü bağlar ve nefsânî arzuların da desteğiyle aralarında kuvvetli bir
muhabbet bağı oluşur. Yüce Rabbimiz, insanı bu fıtrat üzere yaratmıştır.
Cenâb-ı Hakk’ın iradesi istikâmetinde insan hayatının devamı ve neslin bekâsı
için dinin koyduğu belirli ölçülere göre bu nimetlerden istifade etmek insanın
en tabiî hakkıdır. Helâl ve temiz olmak şartıyla dünya nimetlerinden istifade
etmeyi emreden (bk. Bakara 2/172) ve Allah’ın helâl saydığı şeyleri haram
kılmayı yasaklayan âyet-i kerîmeler bize bu gerçeği öğretmektedir. (bk. Mâide
5/87; Tahrîm 66/1) Bunlar içinde özellikle şu âyet-i kerîme, dünya-âhiret
dengesinin sağlanabilmesi açısından konunun nirengi noktasını ortaya koyar:
“Rasûlüm şöyle de: «Allah’ın kulları için yarattığı zînetleri,
temiz ve hoş rızıkları kim haram kılabilir?» De ki: «Bunlar, dünya hayatında iman
edenler içindir; kıyamet günü ise sadece mü’minlerin olacaktır.» İşte biz,
bilen bir toplum için âyetleri böyle açık açık beyân ediyoruz.” (A‘râf 7/32)
Buna
karşılık dünya hayatının kısa bir süre sonra sona erecek bir zînet, görüntü ve
oyalanmadan ibaret olduğunu bildiren şu âyet-i kerîmeler ise terazinin diğer
kefesini dengelemektedir:
“Mal ve oğullar dünya hayatının zînetidir. Asıl kalıcı olan sâlih
ameller ise Rabbinin katında hem mükâfat bakımından daha hayırlı, hem de ümit
bağlamaya daha layıktır.” (Kehf 18/46)
“İyi bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundan, bir eğlenceden, bir
süs ve gösterişten, aranızda bir öğünmeden, mal ve evlatta çokluk yarışından
ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibi ki, onun bitirdiği ekinler çiftçilerin hoşuna
gider. Sonra kuruyuverir de sen onu sapsarı kesilmiş görürsün. Ardından da
çerçöp hâline gelirler. Âhirette kâfirlere şiddetli bir azap, mü’minlere ise
Allah’tan bir bağışlama ve rızâ vardır. Evet, dünya hayatı, aldatıcı bir
menfaatten başka bir şey değildir.” (Hadîd 57/20)
Dolayısıyla
burada en mühim husus, bu nimetleri Allah ve Rasûlü’nün tarif ettiği şekilde helâl
ve temiz yollardan kazanmak ve yine helâl ve temiz olarak bunlardan istifade
etmektir. Bu hususta harama düşmemek ve aşırıya gitmemektir. Tefsir edilen
âyet-i kerîme fıtrî bir hakikate işaret etmekte, sayılan fânî nimetlere
normalin ötesinde gönül bağlamanın âhiret saadetini tehlikeye düşürebileceğine
dikkat çekmektedir. Nitekim âyetin devamındaki, “Bunlar, dünya hayatının
geçici birer metâından[1]
ibarettir. Asıl varılacak güzel yer, Allah katındadır” (Âl-i İmrân 3/14)
ifadesi, bu gerçeği açıkça göstermekte; değeri oldukça sınırlı olan dünya
nimetlerine aşırı arzu duymaktan ziyâde, Allah katında yüce bir mertebeye
erişmek için gayret göstermenin daha hayırlı olacağı vurgulanmaktadır.
Nitekim
devam eden âyetler, aynı vurguyu daha da derinleştirmektedir:
[1] اَلْمَتَاعُ (meta‘); kazanmak
ve faydalanmak demektir. Bundan hareketle yenilecek, içilecek, giyilecek ve benzeri
faydalanılabilecek her bir şeye meta‘ denilir. Satılık kumaşlar, kullanılacak alet
ve edavatlar, mallar ve kendisinden yararlanılan az çok gerekli şeyler de buna
dâhildir. Dünya hayatı için kullanılan مَتَاعُ
الْغُرُورِ (metâ‘u’l-gurur)
ise (bk. Âl-i İmran 3/185), müşteriyi kandırmak için allanıp pullanarak hoş
gösterilen ve alındıktan sonra aşağılık olduğu anlaşılan mal demektir. Gurûr,
aldanmak demek olduğu gibi, اَلْغَارُّ “gârr”ın çoğulu olarak aldatıcılar da
demek olabilir.
15. Onlara şöyle söyle: “Size bunlardan daha güzelini haber vereyim mi? Takvâ sahiplerine Rableri katında altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve hepsinden öte Allah’ın rızâsı vardır. Allah, kullarını hakkıyla görmektedir.
16. O takvâ sahipleri: “Rabbimiz! Şüphesiz biz iman ettik; ne olur günahlarımızı bağışla ve ateşin azâbından bizi koru!” derler.
17. Onlar sabreden, söz ve davranışlarında dürüst olan, ilâhî emirlere gönülden itaat eden, mallarını Allah yolunda harcayan ve seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyenlerdir.
Âhiret
hayatı, dünya hayatından daha değerlidir. Dünya bir oyun ve eğlence olduğu
halde esas hayat âhiret hayatıdır. O, ebedîdir, sonu gelmeyecek bir hayattır.
Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın müttakî kullarına hazırladığı cennet nimetleri de
dünya nimetleriyle kıyas edilmeyecek derecede kıymetli ve güzeldir. Orada
hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir dilin tatmadığı ve
hiçbir aklın düşünemediği muhteşem güzellikte nimetler vardır. Aklını
kullanabilen insanlar, fânîlere, gel-geç sevdâlara değil, aslında bu nimetlere
gönül bağlamalıdır. Burada bu nimetlerin üçünden haber verilir:
› Altlarından ırmaklar
çağıldayan bağlar, bahçeler,
› Maddeten ve
mânen tertemiz eşler,
› Yüce Allah’ın
rızâsı: Cennette ulaşılabilecek ve insan ruhunun en çok haz alacağı makam,
Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğu olacaktır.
Rivayete
göre Allah Teâlâ cennet ehline:
“– Râzı oldunuz mu? Hoşnut musunuz?” buyuracak,
onlar da:
“–
Ey Rabbimiz, nasıl râzı olmayız ki! Bize başka kullarından hiç birine
vermediğin nimeti verdin” diyecekler. Bunun üzerine Allah Teâlâ buyuracak ki:
“– Size bundan da büyüğünü vereceğim.”
“–
Bundan daha üstün ne olabilir ya Rabbî” diyecekler. İşte o zaman Allah Teâlâ:
“– Sizden râzı olacağım ve artık size sonsuza kadar hiç gazap
etmeyeceğim” buyuracak. (Buhâri, Rikâk 51; Müslim, Cennet 9)
Gönlü
Allah korkusuyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınan ve dünyada takvâ
üzere bir hayat süren mü’minler işte bu nimetler içinde ebedî kalacaklardır.
Ancak, devam eden âyetlerde, bahsedilen takvâ seviyesine erişebilmek için
yapılması lazım gelen ameller ve kazanılması gereken mühim ahlâkî vasıflar
sayılmaktadır. Hülasa olarak bunlar:
› Gerçekten
iman etmek ve günahların affı ve cehennem azabından kurtuluş için Allah’a yalvarmak,
› İbâdetleri
ifâya, haramlardan kaçmaya, dünya hayatının musîbetlerine ve hoşumuza gitmeyen
şeylere sabretmek,
› Sâdık yani
özünde, sözünde ve işinde doğru, samimi ve dürüst davranmak,
› Gönüllü itaat
etmek; boyun büküp Allah’a ihlasla ve huşû içinde kulluk yapmak,
› Allah’ın
verdiği mallardan ve her türlü rızıktan gece gündüz, gizli açık O’nun yolunda
harcamak,
› Seherlerde
kırık bir gönülle gözyaşı içinde istiğfar etmek, samimi bir kalple Yüce Allah’tan
bağışlanmasını dilemek.
Bütün
vakitlerde istiğfarla meşguliyet faydalı olmakla birlikte, günün diğer
vakitlerine göre müstesnâ bir feyiz ve berekete sahip olan “seher vakitleri”
özellikle zikredilmiştir. Bu vakitlerde yapılan duaların mutlaka kabul
edileceğine dair Allah Resûlü’nün müjdesi vardır. Efendimiz (s.a.s.) şöyle
buyurur:
“Her gece Rabbimiz, gecenin son
üçte biri kalınca rahmet ve mağfiretiyle en yakın göğe iner ve: «Bana dua eden
yok mu kabul edeyim, benden bir şey isteyen yok mu ona vereyim, benden
bağışlanma dileyen yok mu onu bağışlayayım» buyurur.” (Buhârî, Teheccüd 14; Müslim, Müsâfirîn 168)
“Gecede bir saat vardır ki,
Allah’tan dünya veya âhiretle ilgili bir
iyilik isteyen bir müslüman o saate rastlarsa, Allah istediği şeyi ona mutlakâ
verir. Bu saat her gecede vardır.” (Müslim, Müsâfirîn 166)
İşte
kulları önce takvâya, sonra cennete, oradan da Rabbimizin sevgisine ve
hoşnutluğuna ulaştıracak ameller bunlardır.
Kur’an’ın
haber verdiği bu müjdeler ve ikazlar, emir ve yasaklar, mesnedi olmayan boş bir
söz, kuru bir iddia, gerçekliği şüpheli, kendini bilmezlerin karşı çıkmasıyla
zayıf düşüp ortadan kalkacak, insanı aldatan hayal ürünü şeyler değildir. Tam
aksine aslı, şâhidi ve delili olan sağlam ve sarsılmaz gerçeklerdir. Çünkü:
18. Allah, adâleti ayakta tutarak, kendisinden başka hiçbir ilâhın olmadığına bizzat şâhittir. Ayrıca bütün melekler ve kendilerine ilim verilmiş olanlar da tam bir doğruluk, adâlet ve hakkâniyet içinde aynı gerçeğe şâhittirler. Evet, O’ndan başka bir ilâh yoktur. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Bu âyet-i kerîme, Kur’ân-ı Kerîm’deki en büyük şâhitliği
içine almaktadır. Âyetin iniş sebebiyle ilgili şu rivayet bunu haber verir:
Allah Resûlü (s.a.s.) Medine’ye hicret edince Şam
papazlarından ikisi Medine-i Münevvere’ye geldiler. Medine şehrini görünce
birisi arkadaşına: “Bu şehir, âhir zamanda çıkacak peygamberin şehrine ne kadar
benziyor!” dedi. Peygamber (s.a.s.)’in yanına girince, daha önceden bildikleri
vasıflarıyla onu tanıdılar ve: “Sen Muhammed misin?” dediler. Efendimiz: “Evet”
buyurdu. “Sen Ahmed misin?” diye sordular, Efendimiz yine: “Evet” buyurdu.
Onlar: “Sana bir şâhitliği soracağız, eğer onu bize haber verirsen sana iman
edip seni tasdik edeceğiz.” dediler. Peygamberimiz: “Buyurun, sorun” deyince
onlar: “Allah’ın kitabındaki en büyük şâhitliği bize haber ver” dediler. Bunun
üzerine Allah Tealâ bu âyeti indirdi. O iki papaz da müslüman olup Efendimiz
(s.a.s.)’i tasdik ettiler. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 101)
Allah’tan başka ilâh olmadığına ve her işinde âdil
olduğuna en büyük şâhid, yine Allah Teâlâ’dır. Cenâb-ı Hak, indirdiği ilâhî
kitaplarda, özellikle Kur’ân-ı Kerîm’de bu şâhitliğini haber vermektedir. Yine
O, bütün varlık âleminde, din ve dünya işlerinde adâleti ayakta tutarak bu şâhitliği
fiilî olarak gerçekleştirmektedir. Hiç şüphe yok ki, varlık âlemi mutlak bir
düzen içinde, şaşmayan kanunlarla ezelden ebede hareketini sürdürmektedir. Her
şey çok mükemmel bir nizam içinde ve hassas ölçülere bağlı olarak
yaratılmaktadır. Zerreden küreye her şeyde bu ince nizamın tesiri açıkça
görülmektedir. Her hâdise bir sebebe, her sebep mükemmel bir programa
dayanmakta ve bütün bunlar yegâne ma‘bûd ve sonsuz kudret sahibi olan Allah
Teâlâ’ya işaret etmektedir. Melekler ve hakiki âlimler de, gerek öğrendikleri
naklî deliller, gerekse müşâhede ettikleri aklî delillerden hareketle Allah’tan
başka ilâh olmadığına şâhitlik ederler. O’nun birliğini ikrar edip inanırlar.
Melekler bunu peygamberlere, peygamberler âlimlere, âlimler de bütün insanlara
bu hakikati açıklarlar. Burada bahsedilen âlimler, Al-i İmrân sûresi 7. âyette
özellikleri anlatılan “râsih âlimler”dir. Gerçek bu olduğuna göre, mü’minler
Allah’tan gelen bu sapasağlam İslâm dinine sımsıkı sarılmalı ve bu din,
düşmanlarının saldırılarıyla zayıf hâle düşürülmemelidir.
Âyetin sonunda Allah Teâlâ’nın “Azîz” ve “Hakîm” ismi zikredilmiştir. Azîz
ismi O’nun kudretinin, Hakîm ismiyse O’nun ilminin mükemmelliğine işaret eder.
Bunlar, gerçek bir ilâh’ta mutlaka bulunması gereken mühim vasıflardır. Zira
ilâhın adâleti ayakta tutması, ancak yaratıkların ihtiyaçlarını en ince
ölçüleriyle bilip, bunları yaratmaya gücü yetmekle gerçekleşir.
İşte kendisinden başka ilâh olmayan o Allah,
insanlığın kurtuluşu için yegane din olarak yalnız kendisine kulluk ve
teslimiyeti esas alan İslâm’ı belirlemiştir:
19. Şüphesiz Allah katında tek makbul din İslâm’dır. Ehl-i kitap, ancak kendilerine Peygamber’in hak olduğuna dâir bilgi geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Artık kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, şunu bilsin ki Allah, elbette hesâbı çok çabuk görendir.
اَلدّ۪ينُ(din),
sözlükte “hesap, taat, kulluk, mükâfat veya ceza olarak amellerin karşılığı”
gibi mânalara gelir. Bu yönüyle kelime, itaat edenle itaat edilen arasındaki
ilişkiyi ifade etmektedir. İtaat edilen ve hâkimiyeti elinde bulunduran taraf
itibariyle sevap ümidi veya azap korkusuyla muhatapları, sorumluluklarını
yerine getirmeye çağrıdır. İtaat eden taraf itibariyle ise selamet arzusu,
korkuyla ümit arasında çarpan bir kalple itaat ve emre bağlılık mânası ifade
eder. Terim olarak din, akıl sahiplerini kendi istek ve iradeleriyle iyiliğe ve
mutluluğa yönlendiren, onların seçme özgürlüklerine bağlı fiillerini uhrevî
kurtuluş ve saadetleri istikametinde düzenleyen ilâhî bir kanundur.
اَلْاِسْلَامُ (İslâm), sözlükte “teslim
olmak, itaat etmek, bağlanmak, sulh ve selâmet içinde olmak” anlamlarını ifade
eder. Terim olarak ise İslâm, “Allah Teâlâ’nın peygamberleri vasıtasıyla
bildirdiği dinî emir ve yasakların tamamını bütün varlığıyla kabul etmek,
gereğini yapmak ve bunu ortaya koyan bir teslimiyet içinde olmaktır.” Genelde
Allah’tan gelen bütün hak dinlerin ortak adı, özelde de son olarak PeygamberEfendimiz
(s.a.s.)’e indirilen dinin adı, İslâm’dır. Bu dine bağlananlara da “müslüman”
denilir. İslâm, bir taraftan insanlarla Allah arasında bir mutabakatı ifade
edip böylece yaratanın iradesiyle yaratılmışların iradesi arasında bir uyumu
temin ederken, diğer taraftan irade ve akıl sahibi varlıklar arasında
anlaşmazlık ve çekişmeleri önleyip uzlaşma sağlamakta, böylece bütün varlık
âlemini mükemmel bir barış ve selâmet iklimine ulaştırmayı hedeflemektedir. Şu
âyet-i kerîme bu gerçeği dile getirmektedir:
“Yoksa onlar Allah’ın dininden
başka bir din mi arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde bulunan herkes isteyerek
veya istemeyerek Allah’a boyun eğip teslim olmuş durumdadır ve hepsi O’na
döndürülüp götürülmektedir.” (Âl-i İmrân 3/83)
Bu hakîkate binâendir ki İslâm’dan başka bir din kabule
şâyan olamayacaktır:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, şunu bilsin ki, aradığı din
ondan asla kabul edilmeyecektir; o, âhirette de
kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân 3/85)
İşte bu itibarla Allah katında geçerli olan tek din,
İslâm’dır; Allah’ın emirlerine kayıtsız şartsız tam teslimiyettir. Allah
Teâlâ’nın gönderdiği peygamberler ve indirdiği kitaplarla kullarına öğrettiği
din budur. Cenâb-ı Hak, kullarına bu ilâhî kanununa göre muamele edecek, nimet
ve mükafatını bununla verecek ve neticede ebedî selâmete ermek de sadece
bununla mümkün olacaktır.
Şâirin dediği gibi:
“Hiç ululuk yok cihanda rütbe-i İslâm’dan
bihter.
İzzet ü rif’at istersen, ni’met-i İslâm
yeter.”
“Dünyada İslâm rütbesinden, müslüman olmaktan daha
iyi, yüce, şerefli ve güzel hiçbir ululuk yoktur. Eğer sen izzet, şeref ve
yücelik istersen İslâm nimeti yeter!”
Ancak kendilerine kitap verilen ve önceden dinin ne
olduğu hususunda bilgileri bulunan yahudi ve hıristiyanlar, kendilerine gerçek
ilim yani vahiy, Kur’an ve apaçık deliller geldikten sonra, sırf menfaat
düşüncesi, nefsâni arzu, hırs ve hasetleri sebebiyle anlaşmazlığa düşmüşlerdir.
Bununla birlikte kendilerine gerçek din tebliğ edildiği böylece dinin mâhiyet
ve maksadının ne olduğunu tam olarak anladığı halde, buna itaat etmeyen ve
şahsî çıkarlarını dinin üstünde tutan herkes âyetin şumûlüne dâhildir. Âyette,
Allah’ın hesap görmesinin çok çabuk olduğu hatırlatılarak, Cenâb-ı Hakk’ın
âyetlerini inkâr edenler uyarılmaktadır. Bununla birlikte Yüce Mevlâmız,
kullarının peşini bırakmayıp kitaplısı ve kitapsızıyla hepsini ısrarla İslâm’ı
kabule çağırmaktadır:
20. Buna rağmen Allah’ın dinî hakkında seninle tartışırlarsa onlara de ki: “Ben bütün varlığımla Allah’a teslim oldum; bana tâbi olanlar da O’na teslim oldular.” Kendilerine kitap verilenlere ve dinden imandan habersiz ümmîlere de: “Siz de teslim oldunuz mu?” diye sor. Eğer teslim olurlarsa doğru yolu bulurlar. Yok eğer yüz çevirirlerse sana düşen sadece tebliğ etmektir. Allah, kullarını hakkıyla görmektedir.
Rivayete göre Allah Resûlü (s.a.s.), bu âyeti Ehl-i
kitaba okudu, onlar da “müslüman olduk” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz yahudilere:
“Siz İsa’nın, Allah’ın kelimesi, kulu ve rasûlü olduğuna şehâdet ediyor
musunuz?” diye sordu. Onlar: “Bundan Allah’a sığınırız!” dediler. Aynı
şekilde hıristiyanlara: “Siz İsa’nın Allah’ın kulu ve rasûlü olduğuna
şehâdet ediyor musunuz?” diye sordu. Onlar da İsa’nın kul olduğunu
söylemekten Allah’a sığınırız” dediler. İşte âyette “yok eğer yüz çevirirlerse” diye haber
verilen husus budur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, II, 19; Elmalılı, Hak Dini, II, 1067)
Burada hak din olan İslâm hakkında bir tartışma sözkonusu
olduğunda Peygamber Efendimiz’in şahsında bir müslümanın nasıl bir tavır alması
gerektiği öğretilmektedir. Şöyle demelidir: “Ben kendimi, kalbimi ve bütün
varlığımı bana tâbi olanlarla birlikte sadece Allah’a teslim ettim. Allah’a
yöneldim. Tertemiz, şeksiz, şüphesiz, hâlis ve muhlis bir sûrette Allah yolunu
tuttum ve O’nun dinine bağlandım. O’na hiçbir şeyi ortak tutmadım. İbâdetimi ve
duamı yalnızca O’na tahsîs ettim. Bu da tevhid dininin ta kendisidir.”
Âyetteki, “Kendilerine kitap verilenlere ve dinden
imandan habersiz ümmîlere de” (Âl-i İmrân 3/20) hitâbı, Allah Resûlü’nün
peygamberliğinin bütün insanlığa şamil olduğunun bir ilânıdır. Zira bu tasnifin
dışında hiçbir insan zümresi kalmamaktadır. “Kitap verilenler”, yahudi, hıristiyan
ve benzerlerini içine alır. “Ümmîler” ise Arap müşrikleri ile kitapsız dinlere
mensup olan herkesi içine alır. Peygamberin vazifesi sadece tebliğ etmektir. O
tebliğe uyanlar doğru yolu bulacaklardır. Uymayıp yüz çevirenler ise bu nimetten
mahrum kalacaklardır. Ancak sorumlulukları peygambere değil, sadece kendilerine
ait olacaktır.
Bu uyarıyı dikkate almak gerekir. Zira doğru yoldan
yüz çevirip inkâra saplanan ve pervasızca büyük günahlara cür’et edenleri pek
acıklı bir azap beklemektedir:
21. Şüphesiz Allah’ın âyetlerini inkâr eden, peygamberleri haksız yere öldüren ve kendilerine adâletli davranmayı öğütleyenleri de öldürenler yok mu, onları pek elem verici bir azap ile müjdele.
22. Onların bütün yaptıkları dünyada da âhirette de boşa gitmiştir. Onları azaptan kurtaracak hiçbir yardımcıları da yoktur.
Burada,
Allah Resûlü (s.a.s.)’in tebliğ ettiği Kur’an âyetlerini ve ilâhî gerçekleri inkâr
eden, bunlar karşısında inatla ve ısrarla direnen, içlerinden hidâyeti
seçenlere baskı uygulayan, Peygambermiz’i ve beraberindekileri ortadan
kaldırmak sûretiyle menfaatlerini güvence altına alabileceklerini düşünen
bütün inkârcılar tesirli bir üslupla ikaz edilmektedir.
Bu
iki âyette üç günahtan ve bunlara verilecek üç cezadan bahsedilir. Üç günah;
âyetleri inkâr etmek, peygamberleri öldürmek ve adâleti emreden insanları
öldürmektir. Verilecek üç ceza ise can yakıcı bir azap, dünya ve âhirette
amellerin boşa gitmesi ve hiçbir yardımcının bulunmamasıdır.
Ehl-i
kitap’tan durumları sözkonusu şu kimseler böyle bedbahtlara etkili bir örnek
olarak verilebilir:
23. Kendilerine kitaptan bir nasip verilenleri görmedin mi? Onlar, aralarında hakem olması için Allah’ın kitabına çağrılıyorlar da, sonra onlardan bir gürûh Allah’ın hükmünü kabulden yüz çeviriyor. Zâten bunlar dâimâ yüz çevirirler.
24. Bunun sebebi onların: “Sayılı birkaç gün dışında bize ateş asla dokunmayacak” demeleridir. Uydurdukları bu tür yalanlar, dinleri hususunda kendilerini aldatmıştır.
25. Geleceğinde hiç şüphe olmayan kıyâmet günü hesaba çekmek için onları bir araya topladığımızda halleri nice olacak? Çünkü o gün herkes iyi-kötü ne yapmışsa karşılığını eksiksiz alacak ve hiç kimseye haksızlık edilmeyecektir.
Âyetlerin
iniş sebebiyle alakalı şöyle bir olay anlatılır:
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.), bir defasında yahudileri îmana davet etmek için okullarına
gitmişti. Başkanları olan Nuaym b. Amr Efendimiz’e: “Sen hangi dindensin?” diye
sordu. Peygamberimiz de: “İbrâhim’in dinindenim” dedi. Nuaym: “Fakat İbrâhim yahudi
idi” deyince Peygamberimiz: “Öyleyse bu konuda bizimle sizin aranızda hakem
Tevrat’tır. Onu getirin bakalım!” dedi, fakat onlar getirmek istemediler. Aynı
durum, yahudilerle ilgili bir recm hâdisesinde de tekerrür etmiştir. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 188) Bu şekilde iniş sebepleri olmakla
birlikte, âyetlerden asıl hedeflenen mâna, belirli bir zaman ve zeminde vuku
bulmuş bir hâdiseye değinmenin ötesinde, bir taraftan Allah’a inandıklarını
söyleyen, diğer taraftan da O’nun emir ve yasaklarına tâbi olmaktan ve Allah’ın
kitâbını hakem kılmaktan kaçınan kimselerin, özellikle din âlimleri ve toplum
önderlerinin çelişkilerini ortaya koymaktır.
Ehl-i
kitab’ın “Sayılı birkaç günden başka bize ateş asla dokunmayacak” (Âl-i
İmrân 3/24) şeklindeki kuruntularıyla alakalı izah Bakara sûresi 80. ayette
yapılmıştı. Onların bu tarz uydurdukları asılsız şeyler, kendilerini
oyalamakta, hak dini öğrenip ona tabi olmalarını engellemekte ve aldanmalarına
sebep olmaktadır. Tabii olarak doğrunun yerini eğri, hakkın yerini bâtıl
almaktadır.
Halbuki
“din”, ciddîye alınması gereken bir husustur. Çünkü dünyadaki amellerimiz dinin
kaidelerine göre değerlendirmeye tabi tutulacak ve âhiret hayatımız buna göre
tanzim edilecektir. Ölüm, tekrar diriliş ve mahşerde Allah’ın huzurunda
toplanmak kaçınılmazdır. Hiçbir ferdin bunun dışında tutulması mümkün değildir.
Orada inceden inceye hesaplar görülecek, ilâhî takdire göre herkese amelinin
karşılığı tam olarak verilecek ve kimseye en küçük bir haksızlık
yapılmayacaktır. O halde bütün insanların din hususunda kuruntu ve hayallerden
vazgeçip Hak katında gerçek din olan İslâm’ı seçmeleri ve ona göre bir hayat
yaşamaları zaruridir.
Zira
kullarına bir lutuf olarak hak dini gönderen Allah Teâlâ, istediği her şeyi
yapabilecek, va‘dettiklerini yerine getirebilecek sonsuz kudret ve izzet
sahibidir:
26. De ki: “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın; dilediğini yüceltip aziz kılar, dilediğini alçaltıp zelil edersin. Bütün hayırlar yalnız senin elindedir. Şüphesiz sen, her şeye kâdirsin.
اَلْمُلْكُ
(mülk) kelimesi; “peygamberlik, kudret, idare etme kuvveti, zafer, hâkimiyet,
ilim, servet, itibar, akıl ve sıhhat gibi maddî ve manevî imkânlar” mânalarını
ihtiva eder. Buna göre مَالِكُ الْمُلْكِ
(mâlikü’l-mülk) olan Allah Teâlâ, sayılan bu imkânların hepsinin mutlak olarak
sahibidir. O, bu nimetlerden istediği kullarına dilediğini vermekte
nihâyetsiz bir kudret ve iradeye maliktir.
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebiyle ilgili iki rivayet şöyledir:
Birincisi;
Mekke’nin fethi üzerine Allah Resûlü (s.a.s.), ümmetine, bir gün Bizans ve İran
imparatorluklarını ele geçireceklerini müjdelemişti. Bunun üzerine münafıklar
ve yahudiler, “Olacak iş değil. Muhammed nerede, İran ve Rum nerede! Onların
güç ve kuvvetleri bundan çok fazla. Üstelik Muhammed’e Mekke ve Medine yetmedi
mi ki, bir de İran ve Rum devletlerini istiyor?” dediler.
İkincisi;
Hendek savaşının yapıldığı yılda Resûlullah, kazılacak hendeği belirlemiş,
Medine halkından her on kişiye kırk arşınlık yer göstermişti. Aralarında
Selman-ı Farisi’nin de bulunduğu grup, kendilerine düşen yeri kazarlarken
hendeğin orta yerinde büyük bir kaya çıktı. Kayayı kırmaya uğraştılar, fakat
başaramadılar. Durumu Allah Resûlü’ne arzettiler. Efendimiz gelip hendeğe indi,
Selman’ın elinden balyozu aldı, taşa bir vurdu, taş çatladı ve öyle bir
kıvılcım çıktı ki, karanlık bir odadaki kandil gibi etrafı aydınlattı.
Resulullah bir fetih tekbiri aldı, oradakiler de tekbir getirdiler. İkinci bir
darbe daha indirdi, yine öyle bir şimşek çaktı ve yine tekbir getirdiler.
Üçüncü bir darbe daha vurdu, taşı parçaladı ve yine öyle bir şimşek daha çaktı.
Aynı şekilde bir tekbir daha getirdiler. Sonra Efendimiz birinci çakan ışıkta
kendisine Hıyre’nin ve Kİsrâ’nın şehirlerinin köşkleri göründüğünü; ikinci
ışıkta Rum diyarının kırmızı köşkleri göründüğünü; üçüncü ışıkta ise San‘a’nın
köşkleri göründüğünü haber verdi. Cebrâil (a.s.) da, ümmet-i Muhammed’in kısa
zaman sonra bunları ele geçireceklerini müjdeledi. Buna müslümanlar çok
sevindiler. Münafıklar ise: “Ne tuhaf insanlarsınız! Muhammed sizi boş
ümitlerle oyalıyor, asılsız va‘dlerde bulunuyor, Medine’den Hıyre ve Rum kralının
şehirlerinin köşklerini gördüğünü ve sizin bunları fethedeceğinizi söylüyor.
Halbuki savaşa çıkmaya bile gücünüz yetmiyor da korkunuzdan hendek
kazıyorsunuz” dediler. Bu ve benzeri hâdiseler üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Zemahşerî,
el-Keşşâf, I, 168; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 4-5)
“Mülk”ten maksat ister peygamberlik, ister
dünya hâkimiyeti, isterse yukarıda zikredilen diğer mânalardan biri olsun, fark
etmez, Cenâb-ı Hak bunları dilediğine lütfeder, dilediğinden de çekip geri
alır. Nitekim peygamberler asırlar boyu hep İsrâiloğulları neslinden devam
etmiştir. Bu sebeple onlar, Tevrat’ta gelmesi müjdelenen son peygamberin de
yine kendilerinden olmasını bekliyorlardı. Bunu tabii bir hak olarak
görüyorlardı. Fakat Allah Teâlâ, işledikleri günahlar ve nankörlükleri
sebebiyle bu nimeti onların elinden aldı ve Araplar’ın seçkin kolu Kureyş’ten
Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ihsan etti. Efendimiz Medine’de İslâm devletini kurdu
ve kısa zamanda Arap Yarımadası’na hakim oldu. Fazla zaman geçmeden de Bizans
ve İran imparatorlukları fethedildi, İslâm devletinin sınırları İstanbul’a,
Kafkaslar’a ve İspanya’ya kadar genişledi.
Âyetin “dilediğini
yüceltip aziz kılar, dilediğini alçaltıp zelil edersin” (Âl-i İmrân 3/26) ifadesi,
hem dinî hem de dünyevî açıdan değerlendirilebilir. Dinî açıdan izzet, Allah’a
gönülden inanmak ve bu imanın gereğini tam olarak yapmaya çalışmaktır. Kul için
en büyük şeref budur. Nitekim: “Asıl güç, izzet ve şeref Allah’a aittir,
Rasûlü’ne aittir ve mü’minlere aittir; fakat münafıklar bunu bilmiyor” (Münafıkûn
63/8) âyetinde “izzet” bu mânadadır. Dinî açıdan zillet ise hakikati gördüğü
halde imansızlık yolunu tutmak, inkârda direnmek ve bunun savunucusu konumunda
olmaktır. “Allah ve Rasûlü’ne karşı çıkanlar, evet onlar, mağlubiyete
uğrayıp en zelîl ve en alçak kimseler arasında olacaklardır” (Mücâdile
58/20) âyeti de bu mânadaki “zillet”ten bahseder.
Maddî
mânevî, dinî dünyevî her türlü hayırlar, iyilikler ve bereketler Allah
Teâlâ’nın kudretindedir. O, aynı zamanda her şeye gücü yetendir. Bize göre
olması imkânsız veya zor olan şeyleri yapmak Allah’a güç değildir. Dolayısıyla,
âyetin iniş sebeplerinde örnekleri geçtiği üzere, müslümanlar için imkânsız
görülen başarı ve zaferleri onlara lütfetmek kesinlikle Allah’ın kudretindedir.
Mü’minler her daim bu iman ve tevekkül anlayışı içinde olmalıdırlar.
Nitekim
O’nun sınırsız kudret tecellilerinden biri de şudur:
27. Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diri, diriden de ölü çıkarırsın. Dilediğin kimseyi de hesapsız rızıklandırırsın.
Gece
ile gündüz, bir saniye durmaksızın birbirlerini takip ederler. Mevsimlere göre bazan
gece uzar gündüz kısalır, bazan de gündüz uzar gece kısalır. Bu bakımdan âyet-i
kerimeyle ilgili olarak iki mâna üzerinde durmak mümkündür.
Birincisi;
Allah Teâla bazan geceyi kısaltır, ondan kalan kısmı gündüze ilâve eder. Bazan
de tam aksine gündüzü kısaltır, ondan kalan kısmı geceye ilâve eder. Zaman
gelir, mevsimlerin normal şartlarda işlediği yerlerde, gece on beş saat, gündüz
dokuz saat; zaman gelir tam tersine gündüz on beş saat, gece de dokuz saat
olur. Cenâb-ı Hak, dünyanın nizamını buna bağlamıştır.
İkincisi;
Allah, gündüzün peşinden geceyi getirir, dünyayı karanlığa büründürür. Sonra
gecenin peşinden gündüzü getirir ve dünyayı aydınlatır. Böylece biri diğerinin
peşinden birbirini takip eder dururlar.
Burada
yeryüzünün peygamberlerin getirdiği hidâyet, ilim ve irfan nurlarıyla
aydınlandıktan sonra, bunların tesirinin azalmasıyla tekrar küfür ve cehalet
karanlıklarına bürünebileceğine; yeni bir peygamberin gelmesiyle karanlıktan
sonra tekrar etrafı aydınlığın sarmasının mümkün olabileceğine de bir işaret
vardır. (bk. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 140)
Âyetin,
“Ölüden diri, diriden de ölü çıkarırsın” (Âl-i İmrân 3/27) ifadesi,
maddî hayatla ilgili olabileceği gibi mânevî hayatla ilgili de olabilir. Kur’ân-ı
Kerîm’in “öldürme ve diriltme” kelimelerini kullandığı mânaları dikkate
aldığımızda her ikisi de mümkündür. Allah Teâlâ dâneden başağı, başaktan
dâneyi; çekirdekten ağacı, ağaçtan çekirdeği; meniden canlı organizmayı, canlı
organizmadan meniyi; yumurtadan kuşu, kuştan yumurtayı çıkarır. Aynı şekilde
Yüce Rabbimiz, kötüden iyiyi, iyiden kötüyü; kâfirden mü’mini, mü’minden
kâfiri; âlimden câhili, câhilden âlimi çıkarır. Cenâb-ı Hakk’ın günah ve
bozgunculukta çok ileri gitmiş toplumların içinden peygamberler çıkarmış olması
buna güzel bir misaldir. Dolayısıyla ümmî bir topluluktan tüm insanlığa rahmet
olacak son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’i çıkarması ve onun getirdiği dine
gönülden bağlananları şan ve şerefin zirvesine yükseltmesi ve onları insanlık
için örnek bir ümmet kılması normal karşılanmalıdır. Çünkü O, istediğini
hesapsız ve sayısız nimetlerle rızıklandırmaya kadirdir; mutlak hak ve tasarruf
sahibidir.
İşte
Allah Teâlâ’yı bu sıfatlarıyla tanımak ve bu irfanla O’na kulluk etmek
gereklidir. Bu bakımdan mü’minler, Allah’a imanın kıymetini bilmek ve onu
kaybetmemek hususunda şöyle ikaz edilmektedirler:
28. Mü’minler, sakın mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa, artık onun Allah ile irtibatı tamâmen kopmuş olur. Ancak kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden korkarsanız ölçülü bir şekilde onlara dostluk gösterebilirsiniz. Yine de Allah sizi azabından sakındırıyor. Çünkü sonunda dönüş, yalnız Allah’adır.
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebiyle ilgili şu olaylar nakledilir:
·
Medine’de bir kısım yahudiler, belki dinleri hakkında fitneye
düşürürüz arzusuyla Ensâr’dan bazı müslümanlarla dostluk kuruyorlardı. Rifâa b.
Munzir ve Abdullah b. Cubeyr gibi sahâbeler Ensâr’dan o kişilere: “Bu
yahudilerden uzak durun, onlarla birlikte bulunmaktan ve onlara dost olmaktan
sakının ki sizi dininizde fitneye düşürmesinler” dediler. Fakat onlara dostluk
beslemekte ve onlarla birlikte olmakta ısrar ettiler. Bunun üzerine bu âyet
indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 309; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
104)
·
Bu âyet, münafıklardan Abdullah b. Ubeyy ve arkadaşları hakkında
nâzil olmuştur. Onlar, yahudileri ve müşrikleri severler, onlara dost olurlar,
belki Allah’ın Rasûlü (s.a.s.)’e karşı zafer kazanırlar umuduyla müslümanların
haberlerini onlara taşırlardı. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 105)
Âyet-i
kerîmenin, bu ve benzeri olaylar gibi, iniş sebebi hususi olsa da hükmü ve mânası
umûmîdir. Kıyâmete kadar bu muhtevâya dâhil olabilecek bütün grup ve şahısları
içine aldığında hiç şüphe yoktur.
Bir
mü’minin, küfrüne râzı olmak sûretiyle bir kâfirle dost olması kesinlikle
yasaktır. Çünkü bu tarz bir davranış, kâfiri dininde ve inkârında tasvip etme mânası
taşır. Küfrü tasvip ise küfürdür. Ancak başka bir kısım âyetlerin (bk. Mümtehene
60/8) ve Peygamber Efendimiz’in uygulamalarının gösterdiği gibi dünyevî
meselelerde kâfirlerle güzel ilişkilerde bulunmak caizdir. Müminler, hiç
kimseye karşı iyi davranmaktan, adâlet ve ihsandan menedilmiş değillerdir.
İnsan haklarına riâyet, ahde vefâ, ciddiyet, merhamet ve yardımseverlik aslında
imanın gereği olan güzel huylardır. Güzel huy ise müminin şiarıdır. Fakat bu,
mânevî değerleri zedelemeyecek, İslâm’ın insana bakışını, ona sevgi, hoşgörü ve
iyilik duygularıyla yaklaşma anlayışını simgeleyecek ve dünya hayatının barış
ve istikrara kavuşmasına yardımcı olacak bir tarzda olmalıdır. Burada çok
hassas bir denge vardır. O dengenin iyi korunması ve müslümanların fert ve
toplum olarak hiçbir zarar görmeyecekleri bir usulün takip edilmesi gerekir.
Bu
bakımdan âyet-i kerîmede bahsedilen dostluk “inanç birliği veya yakınlığı
sebebiyle muhabbet besleme, gönül verme, güven duyma ve bel bağlama” mânasında
kullanılmıştır. Çünkü âyetin devamında gelen “Kim böyle yaparsa, artık onun
Allah ile irtibatı tamâmen kopmuş olur” (Âl-i İmrân 3/28) tehdidi,
yasaklanan dostluğun İslâm’ın ruhuyla bağdaşmayan, imanı tehlikeye sokan ve müslümanların
zararına olan dostluklar olduğunu göstermektedir. Bundan dolayı
kesinlikle müminler, kâfirlerle içli dışlı olmaktan ve yakın dostluktan
sakınmalıdırlar.
Ancak
mü’minlerin, kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden korunabilmek için
kalplerindeki imanın kıvâmına dikkat ederek “takiyye” yapmaları mümkündür.
Takiyye, “insanların şerrinden korunmak için, gerçek niyetini belli etmeden
onların arzusuna uygun hareket etmek” demektir. Nitekim “Kalbi imanla
dopdolu ve doygun olduğu halde baskı altında kalarak inkâra zorlanıp da bunu
ancak diliyle yapan hâriç; bu durumda kalan kimse inkâr sözünü söyleyebilir”
(Nahl 16/106) âyeti de bu hususa dikkat çekmektedir. Nitekim şu hadise burada
sözkonusu edilen takiyyenin boyutlarını daha net ortaya koymaktadır:
Yalancı
peygamberlik iddiasında bulunan Müseylimetü’l-
Kezzâb, ashâb-ı kirâmdan iki kişiyi yakaladı Onlardan birisine: “Sen,
Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ediyor musun?” deyince o: “Evet,
evet, evet!” dedi. Müseylime: “Benim de Allah’ın Rasûlü olduğuma şehadet eder
misin?” deyince, o sahâbî bu soruya da “Evet” diyerek cevap verdi. Bunun
üzerine onu bırakıp diğerini çağırdı ve: “Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna
şehâdette bulunur musun?” dedi. Sahâbî, “Evet” dedi. Daha sonra, “Benim de
Allah’ın Rasûlü olduğuma şehâdette bulunur musun?” deyince, o sahâbî üç kere,
“Ben sağırım...” dedi. Müseylime bunun üzerine onu öldürdü. Hâdise Allah Resûlü
(s.a.s.)’e intikal edince şöyle buyurdu: “Öldürülen kimseye gelince, o
yakînî imanı ve sıdkı üzere gitti, Allah mübârek etsin. Diğeri ise Allah’ın
tanımış olduğu ruhsatı kullandı. Bundan dolayı ona bir günah ve vebal yoktur.”
(Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 12)
Dolayısıyla
âyette bahsedilen takiyye, zarûretten doğan ve ruhsat ifade eden istisnâi bir
durumdur. müslüman, mecbur kalmadığı sürece bu yollara tevessül etmemelidir.
Zira bu zaruret sınırını aşıp alışkanlık hâline gelmeye başladığında imanın
zâfiyete uğramasına, müslümanın şahsiyetinde bozulmalara ve beşeri
münâsebetlerde güven bunalımına yol açabilir. Bu bakımdan Allah, nihâî dönüşün
kendisine olduğunu hatırlatarak azâbına uğramaktan kullarını sakındırmaktadır.
Şimdi
gelen âyetlerde de benzeri uyarı ve sakındırmalar devam ediyor:
29. De ki: “İçinizdekini gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. O, göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Allah’ın her şeye gücü yeter.
Göklerde
ve yerde olanları bilen Allah, elbette kullarının kalplerinden geçenleri de
bilir. Dolayısıyla, ister gizli tutun ister açığa vurun, kalplerinizde
kâfirlere karşı oluşan dostluk meylini Allah mutlaka bilmektedir. Ayrıca o
kâfirlerle dostluk kurmanızı yasaklamasına rağmen, yine de siz bundan
vazgeçmezseniz, Cenâb-ı Hakk’ın sizi cezalandırmaya da gücü yeter. Hâsılı
Allah’ın muttali olmadığı ve cezalandırmaya gücünün yetmediği hiçbir kötülük ve
isyan bulunmadığına göre O’nun emrine aykırı davranmaktan sakınmak gerekir.
Çünkü yapılan bütün ameller en sağlam usullerle kayda geçirilip, kıyamet günü
kulun karşısına çıkarılacaktır. Hayır veya şer her ne yaptıysa orada onları
hazır halde bulacaktır. Günahlarından uzaklaşmayı ve onlarla kendi arasında çok
uzun mesafeler konmasını isteyecektir. Fakat bu talebin ona bir faydası
olmayacaktır. Nitekim şu âyet-i kerîme bu hususa daha da açıklık getirmektedir:
“Herkesin amel defteri önüne konulacak; sen
günahkârların o defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde
korktuklarını göreceksin. Hayretler içinde: «Yazıklar olsun bize! Bu nasıl
defter ki, küçük büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış, ne
söylemişsek hepsini saymış dökmüş!» diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi
amel defterlerinde bulacaklar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49)
Yüce
Rabbimiz, gönderdiği ilâhî tâlimatlarla bizleri kendi azabından ve gazabına
uğramaktan sakındırmaktadır. Çünkü O, kullarına karşı sonsuz şefkat ve merhamet
sahibidir. Ancak O’nun şefkat, merhamet ve muhabbetine erişmek için de insanlığa
Üsve-i Hasene[1]
olarak lütfettiği Resûl-i Ekremi’ne ittiba şarttır:
[1] Üsve-i Hasene:
Kendisine uyulması gereken ve son derece faydalı olan en güzel örnek.
Resûlullah (s.a.s.)’in vasfı. Ahzâb sûresi 21. âyette Efendimiz (a.s.) böyle
vasfedilmektedir.
30. Kıyâmet günü herkes dünyada iken yaptığı iyilik ve kötülükleri önünde hazır bulacak; ama kendisi ile günahları arasında çok uzun bir mesafe olmasını isteyecek. Allah sizi azabından sakındırıyor. Çünkü Allah, kullarına çok şefkatlidir.
Göklerde ve yerde olanları bilen Allah, elbette kullarının kalplerinden geçenleri de bilir. Dolayısıyla, ister gizli tutun ister açığa vurun, kalplerinizde kâfirlere karşı oluşan dostluk meylini Allah mutlaka bilmektedir. Ayrıca o kâfirlerle dostluk kurmanızı yasaklamasına rağmen, yine de siz bundan vazgeçmezseniz, Cenâb-ı Hakk’ın sizi cezalandırmaya da gücü yeter. Hâsılı Allah’ın muttali olmadığı ve cezalandırmaya gücünün yetmediği hiçbir kötülük ve isyan bulunmadığına göre O’nun emrine aykırı davranmaktan sakınmak gerekir. Çünkü yapılan bütün ameller en sağlam usullerle kayda geçirilip, kıyamet günü kulun karşısına çıkarılacaktır. Hayır veya şer her ne yaptıysa orada onları hazır halde bulacaktır. Günahlarından uzaklaşmayı ve onlarla kendi arasında çok uzun mesafeler konmasını isteyecektir. Fakat bu talebin ona bir faydası olmayacaktır. Nitekim şu âyet-i kerîme bu hususa daha da açıklık getirmektedir:
“Herkesin amel defteri önüne konulacak; sen günahkârların o defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde korktuklarını göreceksin. Hayretler içinde: «Yazıklar olsun bize! Bu nasıl defter ki, küçük büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış, ne söylemişsek hepsini saymış dökmüş!» diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi amel defterlerinde bulacaklar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49)
Yüce Rabbimiz, gönderdiği ilâhî tâlimatlarla bizleri kendi azabından ve gazabına uğramaktan sakındırmaktadır. Çünkü O, kullarına karşı sonsuz şefkat ve merhamet sahibidir. Ancak O’nun şefkat, merhamet ve muhabbetine erişmek için de insanlığa Üsve-i Hasene[1] olarak lütfettiği Resûl-i Ekremi’ne ittiba şarttır:
[1] Üsve-i Hasene: Kendisine uyulması gereken ve son derece faydalı olan en güzel örnek. Resûlullah (s.a.s.)’in vasfı. Ahzâb sûresi 21. âyette Efendimiz (a.s.) böyle vasfedilmektedir.
31. Rasûlüm! De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Bu
âyetin iniş sebebi hakkında tefsirlerde şu bilgilere yer verilmiştir:
Rivayete
göre Allah Resûlü (s.a.s.) yahudileri İslâm’a çağırdığında onların: “Biz
Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz. (bk. Mâide 5/18) Biz Allah’ı, senin
söylediğinden daha çok severiz” demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 16)
Başka
bir rivayete göre ise Peygamberimiz (s.a.s.), Kureyşliler Mescid-i Haram’da
putlara taparken yanlarına uğrayıp: “Ey Kureyş topluluğu, Allah’a yemin
olsun ki siz babanız İbrâhim’in dinine karşı çıkıyorsunuz” buyurdu.
Kureyşliler de: “Biz bu putlara Allah Tealâ’ya olan sevgimizden ve bunlar bizi
Allah’a yaklaştırsınlar diye tapınıyoruz” (bk. Zümer 39/3) dediler de bu âyet-i
kerîme nâzil oldu. (Râzî, VIII,16; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 105)
Muhabbet;
gönlün, gördüğü olgunluk, yücelik ve güzellik sebebiyle bir şeye meyletmesidir.
Bu sebeple insan, kendini sevdiklerine yaklaştıracak tutum ve davranışlara daha
fazla önem verir. Gerçek mânasıyla mükemmelliğin Allah Teâlâ’ya mahsûs olduğunu
bilen, başka varlıklarda görülen olgunluk izlerinin de Allah’ın izni ve yardımıyla
olduğunu, dolayısıyla Allah’a nisbet edilmesi gerektiğini anlayan kul, şüphesiz
en çok Allah’ı sever. Kulun Allah’a muhabbeti, gönlünde bulduğu son derece
latîf ve ince bir histir. Bu his onu hiç zorlanmaksızın gönüllü olarak Allah’a
itaata ve O’na yaklaştıracak amellere yönlendirir. Allah’ı ve O’nun rızâsını
her şeyin üzerinde tutmasına vesile olur. Allah’ın kuluna muhabbeti ise onun
iyiliğini murad etmesi ve ona sayısız lutufta bulunmasıdır.
İnanç
ve ameli ne olursa olsun herkes Allah Teâlâ’yı sevdiğini iddia edebilir. Fakat
muhabbet, sadece iddiadan ibaret değildir; onun varlığını gösteren delil ve işaretlere
ihtiyaç vardır. Âyet-i kerîme, Allah’ı seven bir kişinin, O’nun gazabını
çekecek şeylerden mutlaka kaçınması ve hidâyet rehberi olarak gönderdiği Resûlullah
(s.a.s.)’e ittiba etmesi gerektiğini şart koşmaktadır.
Hasan
Basrî (k.s.) şu öğüdü verir:
“Sakın
ola ki, «Kişi sevdiği ile beraberdir» (Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr
165) hadis-i şerifi senin için bir aldanma sebebi olmasın. Sen iyileri sevsen
de, onlara ancak yararlı işler yapmakla katılabilirsin. Yahudiler de, hıristiyanlar
da peygamberlerini severler. Ne var ki onlarla hiç bağlantıları yoktur.”
Nitekim
Hasan Basrî’nin bu cümlesi üzerine İmam Gazalî (k.s.) şu açıklamayı yapmıştır:
“«Kişi
sevdiği ile beraberdir» (Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr 165) hadis-i şerifi,
yapılan işlerin pek çoğunda, hiç değilse bir kısmında ortak yan bulunmaz ise,
kuru sevgi hiçbir mâna ifade etmez.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 318-319)
Şu
misâller Resûlullah (s.a.s.)’in izinden yürüme ve onun sünnetine uyma
bakımından ne kadar ibretlidir:
Bişr-i
Hafî (r.h.) der ki:
“Bir
gece rüyamda Fahr-i Âlem Efendimiz (s.a.s.)’i gördüm. Bana dedi ki:
«–Ey
Bişr! Allah senin değerini niçin yüceltti, bilir misin?»
«–Hayır
yâ Resûlallah!» dedim. Buyurdular ki:
«–Benim
sünnetime uyman, sâlih kimselerin hizmetinde bulunman, din kardeşlerine öğüt
vermen, ashâbımı ve Ehl-i Beyt’imi sevmen, seni sâlihlerin makâmına
yükseltti.»” (Mahir İz, Tasavvuf, İstanbul, 1969, s. 184)
Hak
dostlarından Abdülhâlık Gücdüvânî Hazretleri, gerçek kulluk için Peygamberimiz (s.a.s.)’in
getirdiklerine uymanın lüzûmunu ne güzel açıklar:
Bir
gün kendisine sordular:
“–Nefsin
istediklerini mi yapalım, istemediklerini mi?”
Hazret-i
Pîr şöyle cevap verdi:
“–Bu
ikisinin farkını tespit edebilmek oldukça zordur. Nefis, bu isteklerin Rahmânî
mi yoksa şeytânî mi olduğunu bilme husûsunda insanları çoğunlukla yanıltır.
Bunun içindir ki, yalnızca Allah’ın emrettiği yapılır, yasakladığı yapılmaz. Gerçek
kulluk budur.”
Sünnet-i
seniyyeye ittibaya güzel bir misal de şanlı tarihimizden verelim:
II.
Abdülhamid Hân’ın hanımı şöyle anlatıyor:
“Abdülhamid
Hân, yatağının başında dâimâ temiz bir tuğla bulundururdu. Yataktan kalktığında
çeşme mahalline gidene kadar abdestsiz yere basmamak için tuğlayla teyemmüm
ederdi. Bir keresinde bunun sebebini sorduğumda:
«–Bunca
müslümanların halîfesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i
Muhammed bundan zarar görür!..» diye karşılık verdi.”
Şair ne güzel söylemektedir:
Hâric-i dâire-i fermân-ı Peygamber olan
Kendi nefsin İslâm’a dâhil bilmesun
İşte mikyas-ı şeriat ölçmeyen a’mâlini
Beyhûde İslâmım deyu dâvâ etmesun.
Zira
insan, Peygamber’e uyarak Allah’a itaat etmiş, Allah’a etmek sûretiyle de O’nun
sevgisini kazanmış olur. Çünkü Allah, kendisine itaat edenleri sever.
Dolayısıyla eğer Peygamber’e ittiba yoksa, bahsedilen sevgi de yok demektir. Bu
sebepledir ki bir sonraki âyet Allah ve Resûlü’ne itaati emretmektedir:
32. De ki: “Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah, kâfirleri sevmez.
Rivayete
göre, bir önceki âyet-i kerîme nâzil olunca Abdullah b. Ubeyy: “Muhammed
kendine itaati Allah’a itaat gibi kıldı. Bize, hıristiyanların İsa’yı sevdiği
gibi kendisini sevmemizi emrediyor” dedi de bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Râzî,
VIII, 17)
“Allah
ve Rasûlü’ne itaat”, Allah Teâlâ’nın Peygamberi vasıtasıyla bildirmiş olduğu
emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmaktır. Peygamber, Allah’ın emirlerini
tebliğ eden kişidir. Bu sebeple ona itaat vâcip kılınmıştır. “Peygamber’e itâat eden, Allah’a itaat etmiş
olur” (Nisâ 4/80) âyetinin beyânıyla
Peygambere itaat Allah’a itaat; diğer açıdan Peygambere yüz çevirmek de Allah’a
yüz çevirmektir. Allah ve peygamberine yüz çevirmek, küfürdür. Küfre düşen ve
onda ısrar edenleri ise Allah asla sevmez.
Peygamber
Efendimiz (s.a.s.), kendisine itaatin gerekliliği konusunda şöyle
buyurmuşlardır:
“Ümmetimin hepsi cennete gireceklerdir. Ancak inad edenler
müstesna.” Bunun üzerine ashâb: “Cennete girmeyi kim istemez ki?” dediler. Allah
Resûlü (s.a.s.):
“Bana itâat eden cennete girer. Kim de bana âsî olursa o cennete
girmeyi istememiştir.” (Buhârî, İ‘tisâm 2)
Câbir
b. Abdillah (r.a.)’ın rivayet ettiği şu hâdise de dikkat çekicidir:
Peygamberimiz
(s.a.s.) bir defasında uyurken melekler geldiler. Biri diğerine, “O şimdi
uyumaktadır” dedi. Öteki ise, “Onun gözü uyumakta fakat kalbi uyanıktır?” dedi.
Birbirlerine: “Bu arkadaşınızın bir misâli vardır; onu bu misalle anlatınız”
dediler ve şöyle anlattılar:
“O,
bir adama benzer ki bir ev yaptırmış, sonra o evde ziyâfet hazırlamış ve bir davetçi
göndermiştir. Kim davetçiye kulak vermişse o eve girmiş ve hazırlanan yemekten
yemiştir. Kim de davetçiye kulak vermemişse o eve girmemiş ve yemekten de
yememiştir.”
Sonra,
“Bunu açıklayınız da o iyice anlasın” deyip şöyle devam ettiler:
“Bu
ev cennettir. Davetçi Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Muhammed’e itâat eden Allah’a
itâat etmiş, Muhammed’e âsî olan Allah’a âsî olmuştur…” (Buhârî, İ‘tisâm 2)
Şimdi
de Cenâb-ı Hakk’ın cennet davetine uyan ve insanları da bu davete uymaya
çağıran peygamberler silsilesine dikkat çekmek üzere buyruluyor ki:
33. Muhakkak ki Allah Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim âilesini ve İmrân âilesini tertemiz bir hülâsa hâlinde seçip bütün insanlık üzerine üstün kılmıştır.
اَلْإصْطِفَاءُ “ıstıfâ” sözlükte bir şeyin en temizini,
en saf ve hâlis olan özünü seçip almaktır. “Tasfiye” ise bir şeyin karışığını
giderip özünü çıkarmak, saf olanı karışık olandan süzüp ayırmaktır. Mesela bir
madeni eritip ayıklayarak cevherini almak bir ıstıfa olduğu gibi, o cevherler
arasından herhangi bir işe elverişli olanının seçip almak da yine bir
ıstıfadır. Âyette bahsedilen “ıstıfa”, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Allah
Teâlâ’nın yaratılış sırasında uyguladığı ıstıfa kanunudur. Bu ilâhî kanun
gereğince Cenâb-ı Hak, bir yönden saf ve temiz olanı yaratıp ona vücut
verirken, diğer yönden temiz olanları da olmayanlardan ayırmaktadır. Bu çift
yönlü oluş, birlikte cereyan etmektedir.
İşte
Allah Teâlâ, başlangıçtan kıyamete kadar insanlığa hidâyet önderleri kıldığı
peygamberleri seçmiş, hususi bir şekilde yaratmış ve onları bir taraftan
peygamberliğe yakışmayan sıfat ve özelliklerden temizlediği gibi, diğer
taraftan güzel hasletler ve alışkanlıklarla da tezyin etmiştir. Burada Hz. Âdem,
Hz. Nûh ve nesillerinden peygamberler gelen İbrâhim ve İmran ailesi misal
verilmiştir. Peygamberler, peygamber olmayan bütün insanlardan daha faziletli
kılınmışlardır; ancak kendi aralarında da fazilet farkı bulunmaktadır. (bk.
Bakara 2/253; İsrâ 17/55)
Bu
âyetlerde, İmran ailesinden gelen Hz. Meryem’den doğup ileride peygamber
gönderilecek olan Hz. İsa’nın da Allah’ın seçkin bir kulu olduğu, bunun
ötesinde başka bir vasıf taşımadığı hususunda fikrî bir hazırlık yapıldığı
söylenebilir.
Öncelikle
Hz. Meryem’in doğumundan söz edilerek buyruluyor ki:
34. Bunlar birbirininin zürriyetinden gelmedir. Allah, hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir.
اَلْإصْطِفَاءُ “ıstıfâ” sözlükte bir şeyin en temizini, en saf ve hâlis olan özünü seçip almaktır. “Tasfiye” ise bir şeyin karışığını giderip özünü çıkarmak, saf olanı karışık olandan süzüp ayırmaktır. Mesela bir madeni eritip ayıklayarak cevherini almak bir ıstıfa olduğu gibi, o cevherler arasından herhangi bir işe elverişli olanının seçip almak da yine bir ıstıfadır. Âyette bahsedilen “ıstıfa”, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Allah Teâlâ’nın yaratılış sırasında uyguladığı ıstıfa kanunudur. Bu ilâhî kanun gereğince Cenâb-ı Hak, bir yönden saf ve temiz olanı yaratıp ona vücut verirken, diğer yönden temiz olanları da olmayanlardan ayırmaktadır. Bu çift yönlü oluş, birlikte cereyan etmektedir.
İşte Allah Teâlâ, başlangıçtan kıyamete kadar insanlığa hidâyet önderleri kıldığı peygamberleri seçmiş, hususi bir şekilde yaratmış ve onları bir taraftan peygamberliğe yakışmayan sıfat ve özelliklerden temizlediği gibi, diğer taraftan güzel hasletler ve alışkanlıklarla da tezyin etmiştir. Burada Hz. Âdem, Hz. Nûh ve nesillerinden peygamberler gelen İbrâhim ve İmran ailesi misal verilmiştir. Peygamberler, peygamber olmayan bütün insanlardan daha faziletli kılınmışlardır; ancak kendi aralarında da fazilet farkı bulunmaktadır. (bk. Bakara 2/253; İsrâ 17/55)
Bu âyetlerde, İmran ailesinden gelen Hz. Meryem’den doğup ileride peygamber gönderilecek olan Hz. İsa’nın da Allah’ın seçkin bir kulu olduğu, bunun ötesinde başka bir vasıf taşımadığı hususunda fikrî bir hazırlık yapıldığı söylenebilir.
Öncelikle Hz. Meryem’in doğumundan söz edilerek buyruluyor ki:
35. Bir zamanlar İmrân’ın hanımı şöyle demişti: “Rabbim! Karnımdaki çocuğu her kayıttan azâde olarak senin hizmetine adadım; bunu benden kabul buyur. Şüphesiz sen, duaları işiten, maksat ve niyetleri bilensin.”
İmrân’ın
hanımı, Hz. Meryem’in annesidir. İsmi kaynaklarda “Hanne” olarak geçer. İmrân
da Hz. İsa’nın dedesidir. Hanne, hamile olduğunu hissedince, karnında bulunan
çocuğu kayıtsız şartsız Allah’a kulluğa veya mâbette hizmete adamış ve
Allah’tan bunu kabul etmesini istemiştir. Fakat Hanne erkek çocuk beklerken,
bir kız çocuğu dünyaya getirmiştir. Çünkü mâbette hizmet edecek birinin erkek
olması örf ve adetlere daha uygundu. Hizmetin keyfiyeti, adâbı ve devamlılığı
bakımından da güzel olan buydu. Bu sebeple bir üzüntü ve mahcubiyet ifadesi
olarak “Rabbim, ben bir kız çocuk
doğurdum. Halbuki erkek kız gibi değildir” (Âl-i İmrân 3/36) demiştir.[1]
Ona Meryem ismini vermiştir. Onların dilinde “Meryem”, “ibâdete düşkün, âbid
kadın” mânasına gelmekteydi. Burada İslâm’ın çocuklara güzel isimler koyma
emrinin bir tatbikatı ve bu konuda örnek bir davranış görülmektedir. Yine Hane,
bizlere numûne-i imtisâl olacak şekilde, çocuğu ve onun zürriyeti için Allah’a
dua etmiştir. Onu ve neslini kovulmuş şeytanın şerrinden koruması, hepsinin
ihlâslı birer müslüman olabilmeleri için Cenâb-ı Hakk’a niyaz etmiştir.
Anne-babanın, evlatları için yaptıkları dualar, geri çevrilmeyecek
dualardandır. Nitekim sonraki âyet bu gerçeğin bir şâhidi niteliğindedir:
[1] Bu
sözüyle Hanne, kız çocuğunu erkek çocuğa tercih etmiş de olabilir. Sanki o
şöyle demiştir: “Benim arzum bir erkek çocuk idi; bu kız çocuk ise bana
Allah’ın bir ihsanıdır. Arzum olan erkek çocuk, Allah’ın hibe ettiği bir kız
çocuk gibi olamaz.” Bu sözden, Allah’ın kulu için murad ettiği şeyin, kulun
kendi için istediğinden daha hayırlı olduğu anlaşılır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
VIII, 24)
36. Nihâyet çocuğu doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu pek iyi bildiği halde: “Rabbim, ben bir kız çocuk doğurdum. Halbuki erkek kız gibi değildir. Ona Meryem ismini verdim. Onu ve zürriyetini kovulmuş şeytandan korumanı senden istiyorum” dedi.
İmrân’ın hanımı, Hz. Meryem’in annesidir. İsmi kaynaklarda “Hanne” olarak geçer. İmrân da Hz. İsa’nın dedesidir. Hanne, hamile olduğunu hissedince, karnında bulunan çocuğu kayıtsız şartsız Allah’a kulluğa veya mâbette hizmete adamış ve Allah’tan bunu kabul etmesini istemiştir. Fakat Hanne erkek çocuk beklerken, bir kız çocuğu dünyaya getirmiştir. Çünkü mâbette hizmet edecek birinin erkek olması örf ve adetlere daha uygundu. Hizmetin keyfiyeti, adâbı ve devamlılığı bakımından da güzel olan buydu. Bu sebeple bir üzüntü ve mahcubiyet ifadesi olarak “Rabbim, ben bir kız çocuk doğurdum. Halbuki erkek kız gibi değildir” (Âl-i İmrân 3/36) demiştir.[1] Ona Meryem ismini vermiştir. Onların dilinde “Meryem”, “ibâdete düşkün, âbid kadın” mânasına gelmekteydi. Burada İslâm’ın çocuklara güzel isimler koyma emrinin bir tatbikatı ve bu konuda örnek bir davranış görülmektedir. Yine Hane, bizlere numûne-i imtisâl olacak şekilde, çocuğu ve onun zürriyeti için Allah’a dua etmiştir. Onu ve neslini kovulmuş şeytanın şerrinden koruması, hepsinin ihlâslı birer müslüman olabilmeleri için Cenâb-ı Hakk’a niyaz etmiştir. Anne-babanın, evlatları için yaptıkları dualar, geri çevrilmeyecek dualardandır. Nitekim sonraki âyet bu gerçeğin bir şâhidi niteliğindedir:
[1] Bu sözüyle Hanne, kız çocuğunu erkek çocuğa tercih etmiş de olabilir. Sanki o şöyle demiştir: “Benim arzum bir erkek çocuk idi; bu kız çocuk ise bana Allah’ın bir ihsanıdır. Arzum olan erkek çocuk, Allah’ın hibe ettiği bir kız çocuk gibi olamaz.” Bu sözden, Allah’ın kulu için murad ettiği şeyin, kulun kendi için istediğinden daha hayırlı olduğu anlaşılır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 24)
37. Hemen Rabbi Meryem’i memnûniyetle kabul buyurdu, onu en güzel şekilde büyütüp yetiştirdi ve onu Zekeriya’nın himâyesine verdi. Zekeriya ne zaman mâbette onun yanına girse, orada değişik bir rızık bulur da: “Ey Meryem! Bu sana nereden ve nasıl geliyor?” diye sorardı. Meryem ise: “O, Allah’tan geliyor. Şüphesiz Allah, dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır” derdi.
Allah
Teâlâ, Hanne’nin duasına icâbetle hem adadığı kız çocuğunu, hem de onun
hakkında yaptığı duayı kabul etmiş, Meryem ve neslini şeytanın şerrinden
korumuştur. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Doğan her çocuğa şeytan dokunur da bu dokunma sebebiyle o
çığlıklar atarak doğar. Meryem oğlu İsa bundan müstesnâdır.” (Buhârî,
Enbiyâ 44; Müslim, Fezâil 146)
Mâbette
Meryem’in bakımı, teyzesinin kocası Hz. Zekeriya’ya verilmiştir. Bu haliyle o,
Meryem’i himâyesine alabilecek en uygun kişidir. Hz. Zekeriya, mâbette
Meryem’in kalması için merdivenle çıkılır özel bir oda tahsis etmişti. Bu oda
âyette اَلْمِحْرَابُ (mihrap) kelimesiyle
ifade edilmiştir. Bizim kültürümüzde ise mihrap, bilindiği üzere cami ve
mescitlerin ön tarafında imamın duracağı belli yerdir. Dolayısıyla burada bu
kelime, dilimizdeki yaygın anlamında kullanılmamıştır.
Hz.
Zekeriya, Meryem’in kaldığı yere her gittikçe onun yanında güzel rızıklar,
yiyecek ve içecekler; kışın yaz meyveleri, yazın kış meyveleri görürdü.
Hayretle bu rızıkların nereden ve nasıl geldiğini sorar, Meryem de “O, Allah
katındandır” (Âl-i İmrân 3/37) derdi.
Bu
gerçeği yakînî olarak görüp hisseden Hz. Zekeriya, Allah’ın sonsuz kudretine
olan imanı kat kat artmış bir halde şöyle yalvarmaktan kendini alamaz:
38. Orada Zekeriya Rabbine şöyle niyazda bulundu: “Rabbim! Bana katından tertemiz bir evlat ihsân eyle. Şüphesiz ki sen, duaları hakkıyla işitensin.”
39. Zekeriya, mâbette durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle seslendi: “Allah sana Yahya isminde bir evladın olacağını müjdeliyor. O, Allah’tan bir kelime olan İsa’yı doğrulayacak, hem kavminin efendisi olacak, dünya zevklerinden uzak bir hayat sürecek, hem de sâlih kullar arasından seçilmiş bir peygamber olacaktır.”
40. Zekeriya: “Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çatmışken ve hanımım da kısırken, benim nasıl oğlum olabilir?” dedi. Rabbi de: “İşte Allah, dilediğini böyle yapar” buyurdu.
Hz.
Zekeriya, Meryem’in yanında gördüğü hârikulâde hallerden etkilenerek, kendisi
ihtiyar ve hanımı da kısır olmasına rağmen Cenâb-ı Hak’tan temiz bir zürriyet,
sâlih bir evlat istedi. Allah Teâlâ da, onun duasını kabul buyurdu ve kendisine
Yahyâ’yı ihsan etti. 39. âyet-i kerîmede Hz. Yahyâ’nın dört mühim hususiyetine
dikkat çekilmektedir:
› Allah’tan bir
kelime olan Hz. İsa’yı tasdik edici olması. Hz. İsa, babasız bir şekilde sırf
Allah Teâlâ’nın “Ol!” emriyle dünyaya geldiği için “kelime” olarak
isimlendirilmiştir. Bu tasdik, Yahyâ’nın ana karnına düşmesiyle başlamıştır.
Çünkü hayız ve nifastan kesilmiş, kısır, çok ihtiyar bir kadının hamile kalması
âdetullâha aykırı bir durumdur. Dolayısıyla Yahyâ, Cenab-ı Hakk’ın âdete aykırı
şeyler yaratabileceğine ve dilediğini yapabileceğine fiilen bir şâhittir. Şu
halde burada Meryem’in de, normal şartların dışında hamile olabileceğini bir
tasdik sözkonusudur.
› Seyyid
olması. Hz. Yahyâ mü’minlerin efendisi; ilim, hilim, kerem, ibâdet ve takvâ
hususlarında toplumun önderi; bâtıla tenezzül etmeden en güzel şekilde
insanların rızâsını kazanabilen; yaşıtlarına üstün ve liderliğe layık bir
insandı. Çünkü o, hiçbir hatâya bulaşmamış, hiçbir günahla kınanmamış ve hiçbir
mâsiyeti de arzu etmemiştir.
› Hasûr olması.
اَلْحَصُورُ (hasûr); nefsine hâkim; kudreti olduğu
halde nefsini bütün şehvetlerden, arzulardan hapseden, muhâfaza eden, bunu
fazlasıyla ve lâyıkıyla yapan demektir.
› Sâlihlerden
bir peygamber olması. اَلصَّلَاحُ (salâh), hayrın her
türlüsünü içine alan bir sıfattır. Hz. Yahyâ, peygamberlerin sulbünden gelmiş,
sâlihler içinde yetişmiş ve vakti geldiğinde de ilâhî vahye mazhariyetle
peygamberlik rütbesine erişmiştir.
Zekeriya
(a.s.), melekler tarafından kendisine verilen müjdeye çok sevinmiş, imkânsız
gibi gözüken bir şeyin gerçekleşecek olmasına hayretini gizleyememiş,
hamileliğin gerçekleştiğine dair kendisine bir alametin gösterilmesini
istemiştir. Bu, sadece aciz bir kul olarak merakını gidermek için dile
getirdiği bir talepti. Çünkü hamilelik gizli bir durumdu ve o zamanın tıbbî
imkânlarıyla bugünkü gibi hamileliği hemen tesbit mümkün değildi. Bu talep
üzerine Allah Teâlâ da ona, işaretle anlaşmanın dışında insanlarla üç gün
konuşamama gibi bir alâmet vermiştir. Âyetin devamında ise, “Bu esnâda
Rabbini çok zikret ve O’nu sabah akşam tesbih et” (Âl-i İmrân 3/41) buyrulmuş,
özellikle bu üç günlük süre içerisinde Allah’ın fazıl ve kereminin hâsıl olması
için Rabbini çokça zikretmesi istenmiştir. Ancak bir taraftan “konuşmama”,
diğer taraftan ise “zikirle” emredilmesiyle alakalı olarak iki farklı tefsir
yapılabilir:
Birincisi;
bu konuşmama sadece dünya işleriyle alakalı idi. Fakat Allah’ı zikir ve tesbih
konusunda ise dili normal olarak çalışıyordu. Görüldüğü üzere bu da ayrı bir
mûcizedir.
İkincisi;
buradaki çok çok zikirden maksat kalple zikirdir. Zekeriya (a.s.), diliyle
sükût etmekle birlikte, kalbiyle daima zikir hâlinde bulunmak ve Allah’ı asla
unutmamakla emrolunmuştur. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII,
37)
Burada
söz tekrar Hz. Meryem’e gelmektedir:
41. Zekeriya: “Rabbim! O halde oğlum olacağına dâir bana açık bir delil göster” dedi. Rabbi de: “Senin istediğin delil, işaretle anlaşman dışında üç gün insanlarla konuşamamandır. Bu esnâda Rabbini çok zikret ve O’nu sabah akşam tesbih et” buyurdu.
Hz. Zekeriya, Meryem’in yanında gördüğü hârikulâde hallerden etkilenerek, kendisi ihtiyar ve hanımı da kısır olmasına rağmen Cenâb-ı Hak’tan temiz bir zürriyet, sâlih bir evlat istedi. Allah Teâlâ da, onun duasını kabul buyurdu ve kendisine Yahyâ’yı ihsan etti. 39. âyet-i kerîmede Hz. Yahyâ’nın dört mühim hususiyetine dikkat çekilmektedir:
› Allah’tan bir kelime olan Hz. İsa’yı tasdik edici olması. Hz. İsa, babasız bir şekilde sırf Allah Teâlâ’nın “Ol!” emriyle dünyaya geldiği için “kelime” olarak isimlendirilmiştir. Bu tasdik, Yahyâ’nın ana karnına düşmesiyle başlamıştır. Çünkü hayız ve nifastan kesilmiş, kısır, çok ihtiyar bir kadının hamile kalması âdetullâha aykırı bir durumdur. Dolayısıyla Yahyâ, Cenab-ı Hakk’ın âdete aykırı şeyler yaratabileceğine ve dilediğini yapabileceğine fiilen bir şâhittir. Şu halde burada Meryem’in de, normal şartların dışında hamile olabileceğini bir tasdik sözkonusudur.
› Seyyid olması. Hz. Yahyâ mü’minlerin efendisi; ilim, hilim, kerem, ibâdet ve takvâ hususlarında toplumun önderi; bâtıla tenezzül etmeden en güzel şekilde insanların rızâsını kazanabilen; yaşıtlarına üstün ve liderliğe layık bir insandı. Çünkü o, hiçbir hatâya bulaşmamış, hiçbir günahla kınanmamış ve hiçbir mâsiyeti de arzu etmemiştir.
› Hasûr olması. اَلْحَصُورُ (hasûr); nefsine hâkim; kudreti olduğu halde nefsini bütün şehvetlerden, arzulardan hapseden, muhâfaza eden, bunu fazlasıyla ve lâyıkıyla yapan demektir.
› Sâlihlerden bir peygamber olması. اَلصَّلَاحُ (salâh), hayrın her türlüsünü içine alan bir sıfattır. Hz. Yahyâ, peygamberlerin sulbünden gelmiş, sâlihler içinde yetişmiş ve vakti geldiğinde de ilâhî vahye mazhariyetle peygamberlik rütbesine erişmiştir.
Zekeriya (a.s.), melekler tarafından kendisine verilen müjdeye çok sevinmiş, imkânsız gibi gözüken bir şeyin gerçekleşecek olmasına hayretini gizleyememiş, hamileliğin gerçekleştiğine dair kendisine bir alametin gösterilmesini istemiştir. Bu, sadece aciz bir kul olarak merakını gidermek için dile getirdiği bir talepti. Çünkü hamilelik gizli bir durumdu ve o zamanın tıbbî imkânlarıyla bugünkü gibi hamileliği hemen tesbit mümkün değildi. Bu talep üzerine Allah Teâlâ da ona, işaretle anlaşmanın dışında insanlarla üç gün konuşamama gibi bir alâmet vermiştir. Âyetin devamında ise, “Bu esnâda Rabbini çok zikret ve O’nu sabah akşam tesbih et” (Âl-i İmrân 3/41) buyrulmuş, özellikle bu üç günlük süre içerisinde Allah’ın fazıl ve kereminin hâsıl olması için Rabbini çokça zikretmesi istenmiştir. Ancak bir taraftan “konuşmama”, diğer taraftan ise “zikirle” emredilmesiyle alakalı olarak iki farklı tefsir yapılabilir:
Birincisi; bu konuşmama sadece dünya işleriyle alakalı idi. Fakat Allah’ı zikir ve tesbih konusunda ise dili normal olarak çalışıyordu. Görüldüğü üzere bu da ayrı bir mûcizedir.
İkincisi; buradaki çok çok zikirden maksat kalple zikirdir. Zekeriya (a.s.), diliyle sükût etmekle birlikte, kalbiyle daima zikir hâlinde bulunmak ve Allah’ı asla unutmamakla emrolunmuştur. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 37)
Burada söz tekrar Hz. Meryem’e gelmektedir:
42. Bir vakit melekler şöyle demişti: “Meryem! Şüphesiz ki Allah seni seçti, tertemiz yaptı ve seni dünyadaki bütün kadınlara üstün kıldı.”
43. “Meryem! Rabbine gönülden itaat et, secdeye kapan ve rukû edenlerle beraber sen de rukû et.”
Allah
Teâlâ, Hz. Meryem’i mühim bir vazife için seçmiş ve bu sebeple ona başka
hanımlarda olmayan bir takım hususiyetler ihsan etmiştir. 42. âyette onun “iki
kez seçildiği”nden ve “tertemiz kılındığı”ndan bahsedilir. “Birinci seçiliş”i
şöyle izah etmek mümkündür: Allah onu, kadın olmasına rağmen geleneğe aykırı
bir şekilde Beyt-i Makdis’in hizmetine seçmiştir. Onu kendi katından cennet
nimetleriyle rızıklandırmıştır. Sadece ibâdetle meşgul olabilmesi için diğer
meşgalelerden uzaklaştırmış, bu bakımdan ona çeşitli lutuf ve ihsanlarda
bulunmuştur. Ona meleklerin konuşmalarını duyabilme mertebesini lutfetmiştir.
“İkinci seçiliş”ten maksat ise şudur: Hz. İsa’yı babasız dünyaya getirmiştir.
Hz. İsa, doğar doğmaz konuşarak, annesiyle alakalı ileri sürülen iftira ve
töhmetleri bertaraf etmiş; onun tertemiz olduğuna şehâdette bulunmuştur. Allah
onu ve oğlunu bütün insanlar için bir mûcize kılmıştır. Bununla birlikte
Cenab-ı Hak Hz. Meryem’i tertemiz kılmıştır: Onu günah ve isyandan
uzaklaştırmış, her türlü çirkin söz ve fiilden beri kılmış, erkeklerin
dokunmasından, hayız ve nifastan da temiz tutmuştur. Özellikle yahudilerin
iftiralarından uzak olduğunu açıkça beyân etmiştir. (bk. Zemahşerî, el-Keşşâf,
I, 174; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 38) Bu şekilde sahip
olduğu mümtaz vasıflarıyla Hz. Meryem, dünyadaki bütün kadınlardan üstün bir
dereceye yükselmiştir. Onlardan hiçbirine Hz. Meryem’e verilen husûsiyet ve
vazîfe verilmemiştir.
Resûlullah
(s.a.s.), Hz. Meryem’in faziletiyle alakalı olarak şöyle buyurur:
“Cennet ehlinin en hayırlı kadını İmrân kızı Meryem ve yine
onların en hayırlısı Huveylid kızı Hatice’dir.” (Buhârî, Enbiyâ’
45; Müslim, Fezailü Sahâbe 69)
“Erkeklerden kemâle erenler çoktur. Fakat hanımlardan sadece İmrân kızı Meryem, Firavun’un hanımı Âsiye kemâle ermiştir.” (Buhârî, Enbiyâ’,
46; Müslim, Fezailü Sahâbe 70)
Melekler
Hz. Meryem’e, bu kadar büyük ilâhî ihsanlar karşısında ihlâslı ve devamlı bir
kulluk halinde olmasını emir ve tavsiye etmişlerdir. Huşû içinde, boyun
bükerek, gönülden taatte bulunmasını, secdelere kapanarak ibâdet etmesini, rukû
edenlerle beraber rukû ederek mâbette cemaatle namaza devam etmesini
istemişlerdir.
Resûlüm
unutma ki:
44. Bunlar, sana vahiyle bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa içlerinden hangisi Meryem’i himâyesine alacak diye kalemlerini kur‘a için atarken sen onların yanında değildin. Birbirleriyle çekişirken de sen onların yanında değildin.
Buraya
kadar anlatılan İmran’ın hanımı, Hz. Zekeriya, Hz. Yahyâ ve Hz. Meryem
kıssaları, bütün gerçekliğiyle sadece Allah’ın bildiği gayb haberlerindendir.
Cenâb-ı Hak bunları Peygamberimiz’e vahiy yoluyla bildirmiştir. Okuma yazma
bilmeyen ümmî bir kişiye böyle bilgilerin verilmesi, hem onun peygamberliğinin
hem de kendine indirilen kitabın ilâhî kaynaktan geldiğinin ve bunlara itaatin
gerekliliğinin açık bir delilidir.[1]
Peki
Hz. Meryem’in mûcizevî olarak dünyaya getirmekle görevlendirildiği Hz. İsa
kimdir:
[1]
Âyet-i kerîmede Meryem’i kimin himâye edeceğini tesbit etmek üzere çekilen bir
kur‘adan ve bunun etrafında cereyan eden bir münakaşadan bahsedilir.
Tefsirlerin verdiği bilgilere göre bu hâdise şöyle olmuştur: Hz. Zekeriya ve
Beyt-i Makdis’te vazifeli din adamları, taliplerin çokluğu sebebiyle Hz.
Meryem’i kimin himaye edeceği hususunda anlaşamadılar. Neticede kur‘a çekmek
mecburiyetinde kaldılar. Tevrat’ı veya diğer kitapları yazdıkları kalemleri
getirdiler ve onları akan bir suya attılar. Kalemi, suyun akış istikmetinin
tersine giden bu himayeye hak kazanacaktı. Neticede sadece Hz. Zekeriya’nın
kalemi suyun akışına ters hareket edince Hz. Meryem’in himâyesi de ona verilmiş
oldu. (Razi, VIII, 40)
45. Hani melekler demişti ki: “Meryem! Şüphesiz Allah sana, kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Onun ismi, Meryem oğlu İsa Mesih’tir. O dünyada da âhirette de şerefli, itibarlı ve Allah’a yakın kullardan olacaktır.”
46. “O, hem beşikte hem yetişkin halde iken insanlara ilâhî gerçekleri anlatacak ve sâlihlerden olacaktır.”
Cenâb-ı
Hak, büyük bir ilâhî kudret nişânesi olarak Îsâ (a.s.)’ı babasız dünyaya
getirmesini murad ettiğinden dolayı Hz. Meryem’i, husûsi şartlarda yetiştirmiş,
onu meleklerin yardımıyla teyid etmiş ve onların konuşmalarını duyabilecek bir
mânevî mertebeye yüceltmiştir. Âdeta onu, doğumundan başlayarak meleklerinin
şefkat ve merhamet kanatları altında muhafaza etmiştir. Belli bir yaşa ve
kemâle erişince melekler Hz. Meryem’e, bir oğlu olacağına dair ilâhî müjdeyi
getirdiler. Bu müjdede, hârikulâde bir şekilde dünyayı şereflendirecek olan Hz.
İsa’nın belli başlı hususiyetleri beyân edilmektedir. Bunlar:
› Allah’tan bir
kelime olması: Hz. İsa, diğer insanlar için zaruri olduğu üzere, bir babanın aracılığı
olmaksızın, sırf Cenâb-ı Hakk’ın “Ol!” emriyle vücut bulmuştur. Gerçi bütün
varlıklar, Allah’ın “Ol!” emriyle meydana gelir. Ancak bu emir, normalin
dışında bir yaratma olarak Hz. İsa’da daha hususi mânada tecelli etmiştir. Bu
sebeple ona “Allah’tan bir kelime” veya “Allah’ın kelimesi” denebilir, fakat
asla tanrı denilemez.
› Onun ismi
Meryem oğlu Mesîh’tir. “Meryem oğlu” olarak vasıflandırılması, onun babasız
yaratıldığını ifade eder. Çünkü âdet olan çocuğun anneye değil, babaya nispet
edilmesidir. Bu ifade, aynı zamanda Îsâ (a.s.)’ın Allah’ın oğlu değil, insan
olan bir kadının çocuğu olduğunu beyân ederek hıristiyanların bu husustaki
yanlışlarını tashih eder. Mesih kelimesinin “mübârek kılınmış”, “günahlardan
temizlenmiş” ve “kutsanmış” mânaları vardır. Burada Hz. İsa’nın bir lakabı
olarak kullanılmıştır. Nakledilen bilgilere göre onun dokunup meshettiği
hastalar iyileşirdi. Yetimlerin hâmisi idi ve başlarını okşardı. Günah ve
kötülüklerin silinip yok olmasına vesile olurdu. Kendisine doğduğunda
peygamberlik kokusu sürülmüştü. Ayakları düz olup ortasında çukur yoktu. Çok
seyahat ederdi. Bu özelliklerinin biri, hepsi veya birkaçı sebebiyle o, “Mesîh”
lakabını almıştır.
› Dünya ve
âhirette şerefli ve itibarlı olması. Âyette geçen اَلْوَج۪يهُ
(vecîh) kelimesi “yüksek mertebeye sahip, şerefli, itibarlı ve kuvvetli”
anlamlarına gelir. Hz. İsa’nın dünyadaki itibarı, Allah’ın seçkin bir
peygamberi olmasından ve fârik vasıflarıyla diğer insanlara üstün tutulmasından
ileri gelmektedir. Âhiretteki şeref ve
itibarı ise şefaat yetkisine sahip kılınması ve cennette yüksek derecelere
erişmesi sebebiyledir.
› Allah’a yakın
olması. Hz. İsa, Allah’a pek yakın olan ve O’nun rızâsına eren seçkin kullardan
biridir. Onun Allah’a kul olarak yakınlığını, ulûhiyetle karıştırmamak gerekir.
› Hem beşikte
iken hem de olgunluk yaşında insanlara hep aynı ilâhî hakîkatleri
söylemesi. Nitekim Meryem sûresinin
30-33. âyetlerinde Hz. İsa’nın henüz çok küçük bebek iken Allah’ın kudretiyle
konuşmaya başladığı; kendisinin Allah’ın kulu ve peygamberi olduğunu, kendisine
kitap verildiğini… söylediği anlatılır. Burada Hz. İsa’nın olgunluk yaşına
kadar yaşayacağına dair bir müjde, aynı zamanda istikbâle dair bir mûcize haber
verildiği gibi, özellikle onun sonradan meydana geldiğine, çocukluk ve olgunluk
gibi halden hale, tavırdan tavıra geçişini anlatarak hakkındaki ilâhlık
iddiasının bâtıllığına açık bir tenbih bulunmaktadır.
› Sâlihlerden
olması. Bütün peygamberler gibi, Hz. İsa da sâlih kullardandır. Başta
peygamberlik vazifesi olmak üzere, bütün hayırlı işleri en güzel şekilde
yapabilme salâhiyetine sahiptir.
Zahiren
gerekli şartlara aykırı olarak böyle seçilmiş ve çok değerli bir erkek çocukla
müjdelenen Hz. Meryem acaba neler hissetti:
47. Meryem: “Rabbim! Bana bir erkek eli değmemişken benim nasıl çocuğum olabilir?” dedi. Rabbi de: “İşte Allah, dilediğini böyle yaratır. O, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece «Ol!» der, o da hemen oluverir” buyurdu.
Hz.
Meryem, evli olmadığı, normal şartlar altında kendisine bir erkek eli değmediği
ve kendisinin iffetinden hiçbir şüphesi bulunmadığı halde bir çocuğunun
olacağına taaccüp etmiş ve şaşkınlığını gizleyememiştir. Hayretler içinde
doğrudan doğruya Rabbine yönelip tazarrû ve niyâz halinde işin hikmet ve
sırrını öğrenmek istemiştir. Cenâb-ı Hak da, onun bu hayretini yatıştıracak ve
işin hikmetini çözmesini sağlayacak bir beyânda bulunmuştur: “İşte Allah,
dilediğini böyle yaratır. O, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece «Ol!»
der, o da hemen oluverir”. (Âl-i İmrân 3/47) İşte İsa’da Allah Teâlâ’nın
böylece “Ol!” demesiyle oluveren istisnaî bir şahsiyettir:
48. Allah İsa’ya okuyup yazmayı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretecek.
49. Allah onu İsrâiloğulları’na peygamber olarak gönderecek, o da onlara şöyle diyecek: “Şüphesiz ben size Rabbinizden büyük bir mûcize getirdim: Size çamurdan kuş sûretinde bir şey yapıp ona üfleyeceğim, o da Allah’ın izniyle gerçek kuş olacak. Allah’ın izniyle anadan doğma körleri ve alaca hastalarını iyileştireceğim. Yine Allah’ın izniyle ölüleri dirilteceğim. Evlerinizde ne yiyip, neleri biriktirdiğizi size bir bir haber vereceğim. Eğer inanmak isterseniz bunda sizin için kesin bir delil vardır.”
50. “Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için gönderildim. Size Rabbiniz’den açık bir mûcize getirdim. O halde Allah’a karşı gelmekten sakının bana itaat edin.”
51. “Şüphesiz Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse artık O’na kulluk edin. İşte en doğru yol budur.”
Allah
Teâlâ, Îsâ (a.s.)’a okuma yazmayı, hikmeti, Tevrat ve İncîl’i öğretmiş; onu İsrâiloğulları’na
peygamber olarak göndermiştir. Bu esnada ona peygamberliğini ispat etmesine
yarayacak bir kısım mûcizeler ihsan etmiştir. Bunlar kısaca şöyledir:
›
Çamurdan kuş sûretinde bir şey yapıp üfleyince, onun Allah’ın
izniyle uçabilen canlı bir kuş hâline gelmesi.
›
Anadan doğma körleri ve alaca hastalarını iyileştirmesi,
›
Allah’ın izniyle ölüleri diriltmesi,
›
İnsanların evlerinde yedikleri ve biriktirdikleri şeyleri olduğu
gibi haber vermesi.
Hz.
İsa’nın bir vazifesi de kendinden önce gelen Tevrât’ı tasdik etmek, bununla
beraber İsrâiloğulları’na daha önce haram kılınmış olan bir kısım şeyleri
tekrar helâl kılmaktı. Nitekim Nisâ 160, En‘âm 146 ve Nahl 118. âyetlerde yahudilere,
zulüm ve isyanları yüzünden bazı şeylerin haram kılındığına temas edilmektedir.
Dolayısıyla burada Hz. İsa’nın şeriatının, bu haramları kaldırmak sûretiyle,
Hz. Mûsâ’nın tebliğ ettiği bir takım hükümleri neshettiği ortaya konulmaktadır.
Hz.
İsa, Allah’ın izniyle gösterdiği bu mûcizelerden hareketle kendinin peygamber
olduğunu, dolayısıyla kendisine iman ve itaat edilmesi gerektiğini
hatırlatarak: “O halde Allah’a karşı gelmekten sakınınve bana itaat edin.
Şüphesiz Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse artık O’na kulluk
edin. İşte bu en doğru yoldur” (Âl-i İmrân 3/50-51) demiştir. Onun
bu sözünden maksat, kendisi hakkında bâtıl şeyler ileri sürüp onun ilâh veya
ilâhın oğlu olduğunu söyleyenlere bir cevaptır. Çünkü o, bu ifadeleriyle
Allah’a boyun eğdiğini ortaya koymakta ve O’nun kulu ve peygamberi olduğunu haber
vermektedir.
Din,
ferdî olmaktan çok toplumsal bir gerçektir. Dinin tam olarak tebliği, yaşanması
ve yaşatılması ancak el ele, gönül gönüle veren sağlam bir cemiyetle mümkündür.
Bu sebeple peygamberler, dini insanlara ulaştırma ve din düşmanlarına karşı
metin durabilme hususunda hep kendilerine yardımcı olacak samimi insanlar
aramışlardır. Hz. İsa’nın da aynı yolu takip ettiği şöyle beyân buyrulur:
52. İsa onların inkâr edeceklerini sezince: “Allah’a dâvet yolunda benim yardımcılarım kim olacak?” dedi. Havârîler: “Allah yolunda yardımcıların biziz. Biz Allah’a inandık. Şâhid ol ki, bizler müslümanız!” dediler.
53. Sözlerine şöyle devam ettiler: “Rabbimiz! İndirdiğin kitaba inandık ve gönderdiğin peygambere uyduk. Artık bizi gerçeğe şâhitlik edenlerle birlikte yaz.”
Hz.
İsa İsrâiloğullarını tevhid akidesine ve bir olan Allah’a kulluğa davet etti.
Bunun üzerine onlardan pek azı müstesnâ, çoğunluğu iman etmedi. Üstelik bu
münkirler, küfürlerini, kötü niyetlerini hatta Hz. İsa’yı öldürme planlarını
açıktan hissettirmeye başladılar. Durumun ciddiyetini gören Hz. İsa,
düşmanlarının sû-i kasdına karşı kendisine yardım edecek kimseler bulmaya karar
verdi. Etrafındakilere “Allah’a davet yolunda benim yardımcılarım kim
olacak?” (Âl-i İmrân 3/52) dedi. Öncelikle bu yolda kendine yardımcı
olacakların, Allah’a iman etmiş, müslüman olmuş, nefsini Allah’a teslim etmiş
ve Allah rızâsından başka bir şey düşünmeyerek yardım yapacak kişiler olması
gerektiğini bildirmiştir.
Hz.
İsa’nın bu çağrısına havârîler[1]
icâbet ederek, kendilerinin “Allah’ın yardımcıları” olduklarını, Allah rızâsı
için ona yardım edeceklerini söylediler. Çünkü peygambere yardım Allah’a yardım
ve peygambere dostluk Allah’a dostluk demekti. Onlar aynı zamanda “Biz Allah’a
inandık. Şâhit ol ki biz müslümanız” demekle, Hz. İsa’nın sadece Allah’ın
kulu ve peygamberi olduğuna, Yüce Allah’ın ise gerçek mânada inanılıp teslim
olunacak müteâl bir varlık olduğuna, dolayısıyla Îsâ (a.s.)’a herhangi bir
ulûhiyetin izafesinin asla mümkün olmadığına bir işarette bulunmuşlardır.
Havârîler,
yardım konusundaki niyet ve düşüncelerini Hz. İsa’ya arzettikten sonra, bu kez
Yüce Allah’a yönelerek gönüllerini O’na açmışlar, indirdiği kitaba
inandıklarını ve gönderdiği peygambere tabi olduklarını ikrar etmişlerdir.
Kendilerini, birliğine şâhitlik eden melekler, peygamberler, ilim sahipleri ve
hususiyle âhirette bütün ümmetlere şâhit olacak olan Hz. Muhammed (s.a.s.) ve
ümmetiyle beraber kılmasını istemişlerdir. Bununla birlikte:
[1] اَلْحَوَارِيُّ (Havârî) kelimesi Arap
dilinde “beyaz, beyazlık, seçilmiş, kusursuz, hâlis, kendisini bir davaya
adamış, candan dost ve yardımcı” gibi mânalar taşımaktadır. Terim olarak ise
Hz. İsâ tarafından seçilmiş, dini tebliğ ve halkı irşad vazifesinde ona
yardımcı olmayı gönüllü olarak tercih etmiş on iki kişilik grubu ifade eder. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 390-391) Hatta bir görüşe göre, Hz. İsa ile havârîler
arasındaki bu yardım anlaşması sebebiyle hıristiyanlara “yardımcılar” mânasında
“Nasârâ” denilmiştir.
54. Yahudiler İsa’yı gizlice öldürmek için tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarını boşa çıkardı. Allah, tuzakları bozanların en hayırlısıdır.
İsrâiloğulları’ndan
az bir kısım Hz. İsa’ya inandıkları halde, pek çoğu onun peygamberliğini kabul
etmemiş ve ona düşman olmuşlardır. Âyette geçen المكر
(mekr); tuzak kurmak; bozgunculuk için gizli gizli çaba harcamak; karanlık, gizli ve hissedilemeyecek hileyle
birine zarar vermeye çalışmaktır. Gerçekten de yahudiler, bir taraftan Hz.
İsa’yı öldürmek, diğer taraftan da tebliğ ettiği ilâhî dini ortadan kaldırmak
için gizli gizli tedbirlere teşebbüs ettiler. Bu yolla hıristiyanlığa, aslında
olmayan bir hayli şeyler karıştırmaya çalıştılar, fakat bunda başarılı
olamadılar. Ne İsa’yı öldürebildiler, ne de hıristiyanlığı ortadan
kaldırabildiler. Çünkü Allah Teâlâ, onların kurdukları tuzakları ve yaptıkları
gizli planları boşa çıkardı. Başarılı olmalarına imkân tanımadı.
Yahudilerin
Hz. İsa’yı öldürme teşebbüslerinin neticesini haber vermek üzere şöyle
buyruluyor:
55. O vakit Allah şöyle buyurdu: “Ey İsa! Seni vefat ettirip kendi yanıma yükselteceğim; inkârcıların kötülüklerinden ve çirkin iftiralarından seni uzak tutacağım; sana tâbi olanları kıyâmet gününe kadar kâfirlere üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak ve ben de dünyada iken anlaşamadığınız konularda aranızda hüküm vereceğim.”
Allah
Teâlâ Îsâ (a.s.)’ı yahudilerin elinden kurtarmış, öldürmelerine mâni olmuş ve
onu kâfirlerin her türlü şerlerinden temizlemiştir. Ona ulaşma ve zarar verme
imkânlarını ellerinden almıştır. Sonra onu kendi katına yükseltmiştir.[1]
Âlimlerin çoğunluğuna göre, Allah onu kudretiyle mânevî semâlardaki hususi
mevkiine kaldırmıştır. Mevzuyla alakalı hadis-i şeriflerin ifade ettiği gibi o
kıyametten önce tekrar dünyaya gönderilecektir. Dünyada kaldığı müddetçe
Kur’an’la hükmedecek; haç, domuz vb. gibi yanlış uygulamalara son verecek ve
cizyeyi kaldıracaktır.[2]
55.
âyette Hz. İsa’ya tâbi olanların kıyâmete kadar kâfirlerden üstün bir mevkide tutulacağı
ifade olunmaktadır. Hz. İsa’ya tabi olanlar, onun Allah’ın kulu ve resulü
olduğuna inananlardır. İslâm geldikten sonra, onlar müslümanlardır.
Peygamberimize inanmayan hıristiyanlar ise her ne kadar Hz. İsa’ya tâbi
olduklarını söylüyor olsalar da, Hz. İsa’nın onların bu iddialarını kabul
etmesi aklen ve naklen mümkün olmadığına göre, bunlar Hz. İsa’ya son derece
muhalefet etmektedirler. Buna rağmen dünya tarihi itibariyle hıristiyanların
devlet ve güçlerinin, yahudilerin durumundan daha üstün ve güçlü olduğu
görülmektedir. Yahudilerin ise nerede olurlarsa olsunlar hep sürgün, zillet ve
meskenet içinde oldukları bilinmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
VIII, 61-62) Bu âyet yahudilerin kıyamete kadar hep zelil ve makhur
olacaklarını da haber vermektedir. Âyette bahsedilen “üstünlüğ”ün delil ve
hüccet bakımından üstünlük olduğu da söylenebilir. Bu açıdan da yine Hz.
İsa’nın yolundan gidenler kâfirlerden hep üstün olacaklardır.
Kıyâmet
günü inanan ve inanmayan herkes Allah’a dönecek, Allah, dünyada anlaşamadıkları
hususlarda onların arasında hüküm verecektir. Burada özellikle Hz. İsa’ya
inananlarla onun peygamberliğini kabul etmeyenler arasında bir hüküm vermenin
kastedildiği anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Hak her grup hakkında layık oldukları
hükmü verecektir. İnkâr yolunu tutanları, dünya ve âhirette şiddetli bir azapla
cezalandıracaktır. Onların dünyada görecekleri cezalar; şavaşılıp
öldürülmeleri, köle edilmeleri, cizye verme mecburiyetinde kalmaları, çeşitli
hastalık ve musibetlere uğramalarıdır. Âhiretteki cezaları ise küfür ve günahlarının durumuna
göre takdir edilecek olan yakıcı ateştir. İman edip sâlih amel işleyenlere,
mükâfatları tastamam ödenecektir. Kulluktaki ihlâs ve samimiyetlerine göre
amellerinin karşılığı katlanarak kendilerine ikramda bulunulacaktır.
Resûlüm:
[1] Bu mevzu Nisâ sûresi
157-158. âyetlerde daha detaylı ele alınmaktadır. Bu sebeple gerekli
açıklamalar orada yapılmıştır.
[2] İlgili hadis-i şerifler
için bk. Buhârî, Büyû‘ 102, Mezâlim 31, Enbiyâ’ 49; Müslim, İman 242, 243, 247,
Hac 216, Fiten 34, 39, 110; Ebû Dâvûd, Melâhim 12, 14 (4324); Tirmizî, Fiten
21, 54, 59, 62.
56. “İnkâr edenleri dünyada da âhirette de şiddetli bir şekilde cezalandıracağım. Onlar için hiçbir yardımcı olmayacaktır.”
57. İman edip sâlih ameller yapanlara gelince, Allah onlara mükâfatlarını tam olarak verecektir. Çünkü Allah, zâlimleri sevmez.
Allah Teâlâ Îsâ (a.s.)’ı yahudilerin elinden kurtarmış, öldürmelerine mâni olmuş ve onu kâfirlerin her türlü şerlerinden temizlemiştir. Ona ulaşma ve zarar verme imkânlarını ellerinden almıştır. Sonra onu kendi katına yükseltmiştir.[1] Âlimlerin çoğunluğuna göre, Allah onu kudretiyle mânevî semâlardaki hususi mevkiine kaldırmıştır. Mevzuyla alakalı hadis-i şeriflerin ifade ettiği gibi o kıyametten önce tekrar dünyaya gönderilecektir. Dünyada kaldığı müddetçe Kur’an’la hükmedecek; haç, domuz vb. gibi yanlış uygulamalara son verecek ve cizyeyi kaldıracaktır.[2]
55. âyette Hz. İsa’ya tâbi olanların kıyâmete kadar kâfirlerden üstün bir mevkide tutulacağı ifade olunmaktadır. Hz. İsa’ya tabi olanlar, onun Allah’ın kulu ve resulü olduğuna inananlardır. İslâm geldikten sonra, onlar müslümanlardır. Peygamberimize inanmayan hıristiyanlar ise her ne kadar Hz. İsa’ya tâbi olduklarını söylüyor olsalar da, Hz. İsa’nın onların bu iddialarını kabul etmesi aklen ve naklen mümkün olmadığına göre, bunlar Hz. İsa’ya son derece muhalefet etmektedirler. Buna rağmen dünya tarihi itibariyle hıristiyanların devlet ve güçlerinin, yahudilerin durumundan daha üstün ve güçlü olduğu görülmektedir. Yahudilerin ise nerede olurlarsa olsunlar hep sürgün, zillet ve meskenet içinde oldukları bilinmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 61-62) Bu âyet yahudilerin kıyamete kadar hep zelil ve makhur olacaklarını da haber vermektedir. Âyette bahsedilen “üstünlüğ”ün delil ve hüccet bakımından üstünlük olduğu da söylenebilir. Bu açıdan da yine Hz. İsa’nın yolundan gidenler kâfirlerden hep üstün olacaklardır.
Kıyâmet günü inanan ve inanmayan herkes Allah’a dönecek, Allah, dünyada anlaşamadıkları hususlarda onların arasında hüküm verecektir. Burada özellikle Hz. İsa’ya inananlarla onun peygamberliğini kabul etmeyenler arasında bir hüküm vermenin kastedildiği anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Hak her grup hakkında layık oldukları hükmü verecektir. İnkâr yolunu tutanları, dünya ve âhirette şiddetli bir azapla cezalandıracaktır. Onların dünyada görecekleri cezalar; şavaşılıp öldürülmeleri, köle edilmeleri, cizye verme mecburiyetinde kalmaları, çeşitli hastalık ve musibetlere uğramalarıdır. Âhiretteki cezaları ise küfür ve günahlarının durumuna göre takdir edilecek olan yakıcı ateştir. İman edip sâlih amel işleyenlere, mükâfatları tastamam ödenecektir. Kulluktaki ihlâs ve samimiyetlerine göre amellerinin karşılığı katlanarak kendilerine ikramda bulunulacaktır.
Resûlüm:
[1] Bu mevzu Nisâ sûresi 157-158. âyetlerde daha detaylı ele alınmaktadır. Bu sebeple gerekli açıklamalar orada yapılmıştır.
[2] İlgili hadis-i şerifler için bk. Buhârî, Büyû‘ 102, Mezâlim 31, Enbiyâ’ 49; Müslim, İman 242, 243, 247, Hac 216, Fiten 34, 39, 110; Ebû Dâvûd, Melâhim 12, 14 (4324); Tirmizî, Fiten 21, 54, 59, 62.
58. Sana anlattığımız bu gerçekler, senin peygamberliğini gösteren bir takım mucizeler olup öğüt ve hikmet dolu Kur’an’dandır.
Hz.
İsa’nın durumunu haber veren bu bilgiler, Allah’ın Efendimiz (s.a.s.)’e vahiy
olarak indirdiği âyetlerden ve onun peygamberliğini gösteren mûcizelerdendir.
Bunlar aynı zamanda öğüt ve hikmet dolu olan Kur’ân-ı Kerîm’de yer almaktadır.
Âyette geçen “Zikr-i Hakîm”den maksat Kur’ân-ı Kerîm’dir. Nitekim Peygamberimiz
(s.a.s.), onu bu vasıfla vasıflandırmıştır. (bk. Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 14)
Zikir, Kur’an’ın öğüt ve ibret oluşunu; hakîm ise onun hükümlerin ana kaynağı,
hikmetlerle dolu, hâkimâne bir üsluba sahip ve muhkem oluşunu ifade eder.
Hz.
İsa’yla ilgili son olarak şu tespit yapılmaktadır:
59. Allah katında İsa’nın yaratılmasındaki durum, Âdem’in durumu gibidir. Allah Âdem’i topraktan yarattı, sonra ona “Ol!” dedi, o da oluverdi.
60. Bu konuda gerçek bilgi, sana Rabbinden gelmektedir; o halde sakın şüphe edenlerden olma!
Bu
âyet-i kerîmeler, Medine’ye gelen Necran hıristiyanları heyeti, Peygamber
Efendimiz (s.a.s.)’in yanında bulunduğu sırada inmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
VIII, 66) Onların ileri sürdüğü şüphelerden biri de: “Ey Muhammed! Hz. İsa’nın insanlardan
bir babası olmadığını kabul ettiğine göre, o halde onun babasının Tanrı olması
gerekir” şeklindeydi. 59. âyet-i kerîme onlara: “Âdem’in ne babası ne de anası
vardı. Böyle olduğu halde onun Allah’ın oğlu olması gerekmemişti. Bu sebeple
Hz. İsa hakkında söylenecek söz de, ancak bunun gibi olacaktır” mesajını
vermektedir. Gerçekten de Allah Teâlâ, Âdem’i ilk olarak ana-baba olmaksızın
topraktan yarattığı gibi, İsa’yı da bir babanın aracılığı olmaksızın Meryem’in
karnında yaratmıştır. Kuru topraktan canlı bir insan varetmenin, anne karnında
bir insanı yaratmaktan daha hârikulâde bir durum olduğu âşikârdır. O halde
İsa’nın yaratılışındaki olağanüstülüğü bahane ederek yanlış inançlara kapı
aralamanın doğru bir tarafı yoktur. Bunlar, Allah Teâlâ’nın pek çok hikmete
binâen ortaya koyduğu kudret tezâhürleri ve imtihan vesileleridir. Kur’an’ın
haber verdiği bu bilgiler, gerçeğin ta kendisidir. Bunlarda şüphe edilecek
hiçbir husus yoktur. Haber verildiği gibi kabul etmek, düşünce ve inançlarımızı
buna göre düzenlemek gerekir.
Şimdi
de Medine’ye gelen hıristiyan Necran heyetiyle Peygamberimiz arasındaki
tartışmaya temasla buyruluyor ki:
61. Sana gerçek bilgi geldikten sonra, kim seninle İsa hakkında münâkaşa ederse onlara de ki: “İddianızda samimi iseniz gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı, öz nefislerimizi ve öz nefislerinizi çağıralım, sonra gönülden dua edelim de Allah’ın lânetinin yalancılar üzerine inmesini dileyelim.”
Bu
âyet-i kerîme “mübâhele âyeti” olarak bilinmektedir. “Mübâhele”, bir konuda
haklı olanın ortaya çıkması için karşılıklı lânetleşmek demektir. Âyet, Resûlullah
(s.a.s.) Efendimiz’in, Medine’ye gelen Necran hıristiyanları heyetini, Hz. İsa’yla
alakalı sahip oldukları yanlış itikatlarından vazgeçirmek üzere davet ettiği
bir lânetleşmeden bahseder. Özellikle bu âyetin, genelde ise bu sûrenin
başından itibaren bir rivayete göre otuz küsür, bir rivayete göre de 83 âyetin
nüzûlüne sebep olan hadise özetle şöyle vuku bulmuştur:
Necran
hıristiyanları heyeti altmış kişi olarak Resûlullah (s.a.s.)’e geldiler.
İçlerinde Akıb heyetin başkanı, Seyyid vezirleri ve Ebu Hârise piskoposları
idi. Bunlar ikindi namazı kılınırken Medine-i Münevvere’ye geldiler ve Mescid-i
Nebevî’de Peygamberimiz’in yanına girdiler. Kendi namaz vakitleri gelince
Mescid-i Nebevî’de namaz kılmak üzere kalktılar. Efendimiz: “Bırakınız kılsınlar”
buyurarak müsaade etti. Onlar da Mescid’de doğuya doğru yönelerek namazlarını
kıldılar. Allah Resûlü (s.a.s.), yukarıda isimleri geçen Akıb, Seyyid ve Ebu
Hârise ile konuştu. Onlar, “İsa Allah’tır, İsa Allah’ın oğludur, İsa üçün
üçüncüsüdür” dediler ve sözlerini şöyle delillendirdiler:
“-
İsa Allah’tır; çünkü o ölüleri diriltir, hastaları iyileştirir, gâibden haber
verir, çamurdan kuş şekli yapar, ona üfürür, o da kuş olurdu.
-
O Allah’ın oğludur; çünkü onun, bilinen bir babası yoktur. Kendisinden önce Âdem
oğlundan hiç kimsenin yapmadığı bir şeyi yapmış, beşikte konuşmuştur.
-
O, üçün üçüncüsüdür; çünkü Allah Tealâ’nın, “yaptık, ettik, emrettik, yarattık,
hükmettik” şeklindeki çoğul ifadeleri buna delildir. Şayet Allah bir olsaydı
tekil sigasıyla “yaptım, hükmettim, emrettim, yarattım” derdi. Dolayısıyla
Allah; bizatihî kendisi, İsa ve Meryem’den ibarettir.”
Allah
Resûlü onlardan İslâm’ı kabul etmelerini istedi. Onlar, kendilerinin önceden
beri müslüman olduklarını söylediler. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.): “Yalan
söylediniz. Halbuki Allah’a oğul isnad etmeniz, haça tapmanız ve domuz eti
yemeniz sizin müslüman olmanızı engelliyor” buyurdu. Peygamber Efendimiz bundan
sonra, Allah Teâlâ’nın ebedi, hayy ve kayyûm, rezzâk, yaratan, dilediği gibi
şekillendiren olduğuna, Hz. İsa da ise bunların hiçbiri bulunmadığına,
dolayısıyla Hz. İsa’da bir uluhiyet vehmetmenin asla mümkün olmadığına dair
açık deliller getirdi. Onlar bu gerçekleri tanımamakta ısrar edince, Allah
Resûlü:
“Eğer getirdiğim delilleri kabul etmezseniz, şunu biliniz ki
Cenâb-ı Hak bana, sizinle lânetleşmemi emrediyor” buyurdu.
Onlar:
“-
Ey Ebu’l-Kâsım! Hele bir dur da, arkadaşlarımızın yanına varıp, bu hususu
aramızda konuştuktan sonra tekrar sana gelelim” dediler. Gidip aralarında
istişare ettiler. İçlerinden söz sahibi olan biri onlara şu câlib-i dikkat
nasihati verdi:
“-
Ey hıristiyan topluluğu, Allah’a yemin ederim ki, siz Hz. Muhammed’in bir
peygamber olduğunu anladınız. Yine O’nun, Hz. İsa hakkında gerçek bilgileri
getirdiğine de yemin ederim. Allah’a yemin ederim ki, herhangi bir peygamberle
lânetleşmeye giren topluluğun ne yaşlısı sağ kalır, ne çocukları büyür, hepsi
mahvolur. Yine yemin ederim ki, eğer siz bu işe girişirseniz, sizin soyunuz ve
nesliniz kurur ve tükenir. Fakat bundan kaçınır, dininiz üzere yaşamaya devam
eder ve bulunduğunuz hali sürdürmek isterseniz, o adamla anlaşıp
memleketlerinize geri dönmenizi tavsiye ederim.”
Bu
esnada, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de, üzerinde siyah kıldan bir örtü olduğu
halde evinden dışarı çıkmıştı. Torunları Hüseyn’i kucağına almış, Hasan’ın
elinden tutmuş, Fatma Peygamberimizin, damadı Ali de Fatıma’nın peşindeydi.
Peygamberimiz: “Ben dua ettiğim zaman, siz amin! deyin” buyuruyordu.
Bunun üzerine Necrân piskoposu:
“-Ey
hıristiyanlar, ben karşımda öylesine yüzler görüyorum ki, onlar Allah’tan bir
dağı yerinden oynatıp yok etmesini isteseler, muhakkak ki Allah o dağı yerinden
götürür. Binâenaleyh, lanetleşmeyin, aksi halde helak olur, yok olursunuz. Ve
yeryüzünde, kıyamete kadar tek bir hıristiyan kalmaz” dedi. Bunun üzerine heyet
Peygamberimiz’le lânetleşmemeye karar verdiler. Allah Resûlü onları tekrar müslüman
olmaya davet etti, kabul etmediler. O zaman Efendimiz: “En kısa zamanda
sizinle savaşıp, işinizi bitireceğim” buyurunca, onlar, “Bizim, Araplarla
savaşacak gücümüz yok. Fakat bini Safer bini de Recep ayında olmak üzere,
ikibin takım elbise ile, demirden yapılmış normal otuz zırh vermek üzere
bizimle savaşmaman ve bizi dinimizde serbest bırakman şartıyla seninle anlaşma
yapmak istiyoruz” dediler. Resûlullah (s.a.s.) onlarla, bu şartlar altında
anlaşma yaptı ve şöyle buyurdu:
“Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, helak o
Necrânlılara son derece yaklaşmıştı. Eğer lanetleşmeye girmiş olsalardı,
maymunlar ve domuzlar haline getirileceklerdi. Bu vadi ateş olup onları yakacak,
Allah Necrân halkının kökünü kurutacaktı. Ağaçların tepelerindeki kuşları bile
yok olacaktı. Bir yıla kalmayacak bütün hıristiyanlar helak olacaklardı.” (bk. Taberî,
Câmi‘u’l-beyân, III, 407-409; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
VII, 134-135; VIII, 71)
Netice
itibariyle:
62. Şüphesiz bu anlatılanlar, gerçek kıssalardır. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Şüphesiz Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
63. Eğer onlar bu gerçekleri kabul etmezlerse üzülme! Çünkü Allah bozguncuları çok iyi bilir.
Hz.
Meryem ve Hz. İsa hakkındaki en doğru bilgiler, Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bu
bilgilerdir. Çünkü bunları, her şeyi en iyi bilen Allah Teâlâ, en emin yollarla
Peygamber’ine ulaştırmıştır. Hıristiyanların uydurdukları yalanlar, gerçeği
tespitte bir anlam ifade etmemektedir. Burada hıristiyanların “teslis”
akidesini çürütmek için “Allah’tan başka asla hiçbir ilâh yoktur” şeklinde
tekitli bir ifade kullanılmıştır. Yine Yüce Allah’ın “Azîz: kudreti dâima üstün
gelen, Hakîm: her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olan” isimleri zikredilerek,
Hz. İsa’nın ilâh olabileceği fikri tamamen ortadan kaldırılmaktadır. Çünkü hıristiyan
inancına göre Hz. İsa, yahudiler tarafından öldürüleceğinden korkmuş ve
neticede de öldürülmüştü. O halde böyle endişe eden, korkan ve öldürülen
birinin ilâh olması imkânsızdır. İlah olmaya yegâne hak sahibi, sonsuz güç,
kuvvet, ilim ve hikmet sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Buna rağmen gerçeği kabulden yüz
çevirenler, bozgunculardır. Allah, bozguncuları çok iyi bilmektedir ve gereken
cezalarını verecektir.
Fakat
dünya durdukça insanların hidâyetinden ümit kesmeyerek onları en güzel
usullerle tevhide davet etmenin yolları açıktır:
64. Rasûlüm! De ki: “Ey Ehl-i kitap! Sizinle aramızda ortak olan bir söze, şu ortak noktaya gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.” Eğer yüz çevirirlerse: “Şâhit olun ki, biz elbette müslümanlarız” deyin.
İniş
sebebiyle ilgili bir kısım hususi olaylar rivayet edilse de bu âyet-i kerîme, yahudi
ve hıristiyanlar başta olmak üzere, aslı itibariyle tevhid itikadına dayalı
bütün din mensuplarına hitap etmektedir.
Âyette,
“Sizinle aramızda ortak olan bir söz” diye meâl verilen كَلِمَةٌ سَوَاۤءٌ (kelimetün
sevâün), “söylendiğinde ve gereği yapıldığında kimsenin birbirine insafsız
davranmasının veya haksızlık yapmasının mümkün olmadığı bir söz” demektir. Zira
“sevâ” lafzı “adâlet ve insaf” mânasındadır. İnsaf, bir şeyin yarısını vermek
ve ortalamak demektir. Esas gaye, kişinin insaflı davranmak sûretiyle hem
kendine hem de başkasına haksızlığı terk etmesidir. Bu da ancak yarısını
vermek, ortalamak, ortayı gözetmek yani dengeyi sağlamakla mümkündür. Adâlet de
zaten budur. Herhangi bir tarafa haksızlık yapıldığı takdirde ise denge
bozulur.
Bu
âdil, insaflı ve dosdoğru söz, kendisine inanan ve gereğini yapan herkesi
eşitlik, adâlet ve istikâmete eriştirecek mübârek bir sözdür. Allah Teâlâ’nın,
son Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.) diliyle özellikle yahudi ve hıristiyanları
davet ettiği bu sözden maksadı şudur:
❂ Sadece
Allah’a kulluk etmek ve O’ndan başkasına tapmamak,
❂ O’na hiçbir
şeyi ortak koşmamak,
❂ Allah’ı
bırakıp da başkalarını rab edinmemek.
Gerçekten
de yahudi ve hıristiyanlar, bozulmamış aslî halleri itibariyle tevhid ve tek
Allah’a kulluk anlayışına sahip olmalarına rağmen zamanla ihdâs ettikleri bazı
yanlış inanç ve davranışlar sebebiyle “Allah’ın birliği ve O’ndan başka hiçbir
varlığın rab sayılamayacağı inancını”, buna bağlı olarak da “yalnız Allah’a
kulluk etme” kaidesini yıkmışlardır. Meselâ yahudiler Hz. Üzeyir’i, hıristiyanlar
da Hz. İsâ’yı “Allah’ın oğlu” olarak telakki etmişlerdir. (bk. Tevbe 9/30) Yine hıristiyanlar Allah “üçün üçüncüsüdür”
demişler (bk. Mâide 5/73); yahudiler ise inandıkları Allah’ı millî bir ilâh
hâline getirerek Yüce Allah’ın bütün kâinatın yaratıcısı ve Rabbi olduğu gerçeğini
perdelemeye çalışmışlardır.
Diğer
taraftan yine Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bilgilere göre hem yahudiler hem de hıristiyanlar,
Allah’ı, O’nun emir ve yasaklarını bir tarafa bırakıp, şahsi kanaatlerine ve
daha ziyâde nefsanî çıkarlarına dayalı olarak beyân ettikleri haram ve helâllere
itaat etmek sûretiyle din adamlarını rabler edinmişlerdir. Böylece Allah’tan
başka ve fakat O’nun benzeri bir otorite tanıyarak yalnız Allah’a ibâdet etme
çizgisinin dışına çıkmışlardır. Nitekim Tevbe sûresi 31. âyette geçen “Ehl-i
kitap Allah’ı bırakıp hahamlarını, râhiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i rab
edindiler” ifadesiyle alakalı olarak Peygamber Efendimiz’le Adiy b. Hatim
arasında geçen şu konuşma, “Allah’ın dışında rab edinme” ifadesini kolaylıkla
anlamaya yardımcı olmaktadır:
Adiy:
“Yâ Resûlallah! Biz onlara kulluk etmiyorduk ki!” dedi. Bunun üzerine Allah
Resûlü (s.a.s.): “Peki, onlar size istediklerini helâl, istediklerini haram
kılıyorlar ve siz de onlara itaat etmiyor muydunuz?” diye sordu. Adiy,
“Evet” deyince Efendimiz: “İşte burada kastedilen de odur” buyurdu. (Zemahşerî,
el-Keşşâf, I, 179)
İşte
Kur’an bu hitabıyla, hangi din ve inanca mensup olursa olsunlar, çeşitli din,
inanç ve kitaplarıyla birlikte bütün insanlığı hak bir sözde birleşmeye
çağırmaktadır. Bu çağrı, İslâm’ın insanlık âlemine son derece açık, geniş ve
dosdoğru bir hidâyet yolu öğretmiş olduğunu ve mesajının herkesi kuşatan
evrensel bir mesaj özelliği taşıdığını göstermektedir. İnsanların hidâyete
ermelerine, imanlarının kuvvetlenmesine ve dindarlıklarının gelişerek kulluk
şuurlarının derinleşmesine vesile olacak en büyük âmil, Kur’an’ın bu evrensel
mesajına kulak vererek onu hayata geçirmeye çalışmaktır. Bunun için de, bölücülük
ve ayrımcılığı körükleyen, gönülleri birbirinden ayıran, ruhları bölüp
parçalayan ayrıntılara değil, ilâhî kelâmın birleştiren, bütünleştiren, kafa ve
gönülleri kaynaştıran ulvî davetine bütün kuvvetimizle icâbet etme mecburiyeti
vardır. O da ancak tevhidi kavramak, sadece Allah’a kulluk etmek ve kullara
kulluğa son vermekle gerçekleşecektir.
Hz.
Mevlânâ’nın verdiği şu örnek, aslında ilâhî gerçek karşısında insanlar
arasındaki anlaşmazlıkların pek de haklı bir sebebe dayanmadığının ve problemi
çözecek yol bulunduğu takdirde insanları aynı gerçek etrafında toplamanın hiç
de zor olmayacağının ip uçlarını vermektedir:
“Bir
adam dört kişiye bir miktar para verdi. «Bu parayla işinize yarayanı alın!»
dedi. Dört kişiden biri: «Bu parayı engür’e verelim» dedi. Öbür arkadaşı Arap
idi. «Aksilik etme! Ben engür istemem, ‘ineb isterim» dedi. Onlardan birisi
Türk idi. «Ben ‘ineb istemem, üzüm isterim» dedi. Rum olan bir başkası:
«Bırakın bu lafları! Bu para ile istafil alalım» dedi.[1]
Derken
dört kişi birbirleriyle çekişmeye, döğüşmeye başladılar. Çünkü isimlerin
anlamından haberleri yoktu. Onlar ahmaklıklarından, birbirlerine yumruk
atıyorlardı. Çünkü bilgiden bomboş, bilgisizlikle dolu idiler. Orada çeşitli
dil bilir, sır sahibi üstün bir er bulunsa idi onları uzlaştırır, barıştırırdı.
Onlara derdi ki:
«-
Ben bu parayla hepinizin istediğini alırım. Hiç bir yanlış düşünceye
kapılmadan, hile yoluna sapmadan gönlünüzü bana verirseniz, bu paranız
istediğiniz şeylerin hepsini yapar. Bu paranızla dördünüz de muradınıza
erersiniz. Dört düşman uzlaşır, birleşir. Sizin her birinizin sözü ayrılık
belirtir, savaş doğurur; fakat benim sözüm uzlaştırır, birleştirir.» Yazık ki;
Türk, Rum ve Arab’ın kavgasından engür ve ineb şüphesi çözülemedi. Mâna
dillerini bilen bir Süleyman gelmedikçe, bu ikilik ortadan kalkmaz.” (Mevlânâ,
Mesnevî, 3681-3693. beyitler)
Tıpkı
Mevlânâ’nın verdiği bu örnekte olduğu gibi, yahudi ve hıristiyanlar, ebedî
saadet rehberi Kur’ân-ı Kerîm’in insanları tevhid inancı etrafında birleştiren
ve bütünleştiren sözüne itaat etmek yerine bölmeyi, dağıtmayı ve parçalamayı
tercih ettiler. Hatta çeşitli din mensuplarını birleştirme noktasında pek büyük
bir âmil olan Hz. İbrâhim’i bile, itibarından istifade etmek üzere, “o yahudi
idi” veya “hıristiyandı” demek suretiyle her biri kendilerine bağlamaya
çalışmışlardır. Bunlara karşı cevap olarak şöyle buyruluyor:
[1]
“Engür” Farsça, “‘ineb” Arapça, “istafil” Rumca üzüm demektir.
65. Ey Ehl-i kitap! İbrâhim hakkında niçin tartışıp duruyorsunuz? Halbuki Tevrat da İncil de önce değil kesinlikle ondan sonra indirilmiştir. Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?
66. Haydi diyelim ki hakkında biraz bilginiz olan konuda tartıştınız; bu bir nebze normal karşılanabilir. Peki, ne diye bilmediğiniz hususlarda tartışıyorsunuz? Halbuki gerçeği Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.
67. O gerçek şudur ki; İbrâhim ne bir yahudi ne de bir Hristiyandı; fakat o tevhid ehli bir müslümandı. Allah’a ortak koşanlardan değildi.
68. İbrâhim’e en yakın insanlar, zamanında ona tâbi olanlarla şu Peygamber ve ona iman edenlerdir. Allah da mü’minlerin dostudur.
Necran
hıristiyanları heyeti ile yahudi hahamları, Allah Resûlü (s.a.s.)’in huzurunda
münâkaşa ettiler. Hahamlar, “İbrâhim ancak bir yahudi idi” dediler. Hıristiyanlar
ise, “İbrâhim ancak bir hıristiyandı”
dediler. İki taraf da iddialarını ispatlayabilmek için deliller getirmeye
çalıştılar. Bu hâdise üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeleri indirdi.
(Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 414)
Ehl-i
kitabın elinde bulunan Tevrat ve İncil’de Hz. Mûsâ ve Hz. İsa hakkında bir
kısım bilgiler mevcuttu. Dolayısıyla onlarla ilgili olarak fikir beyânında
bulunmaları ve münâkaşa etmeleri bir nebze normal karşılanabilirdi. Fakat bu
kitaplarda Hz. İbrâhim hakkında hiçbir bilgi mevcut değildir. Çünkü bu
kitaplar, ismi geçen şahıstan uzun zaman sonra indirilmiştir. “Yahudi” ve “hıristiyan”
kelimeleri de sonraları ortaya çıkmış ve Hz. İbrâhim ile hiç alakası olmayan
isimlerdir. O halde kişinin, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığı bir hususta
münâkaşa etmesi son derece yanlış ve mantıkî olarak da tutarlı değildir. Aklını
çalıştıran, böyle bir tartışmanın tuhaflığını derhal kavrar ve yanlışından
vazgeçer.
Ehl-i
kitabın Hz. İbrâhim hakkındaki iddiaları sağlam bir bilgiye dayanmadığına göre,
bu hususta şüphesiz en doğru bilgiyi Peygamberimiz’e gelen ilâhî vahiy haber
verecektir. Buna göre Hz. İbrâhim ne yahudi, ne hıristiyan ne de müşrikti. O,
tevhid anlayışına yürekten bağlı, Allah’a teslim olmuş bir mü’mindi.
Dolayısıyla Hz. İbrâhim’e yakın olmak ve onun itibarından yararlanmak için,
onun getirdiği ve her dönemde gelen peygamberler tarafından da aynen tebliğ
edilen tevhid inancına dönmek, geniş anlamıyla İslâm dairesine girerek her
haliyle Allah’a teslim olmuş bir kul olmak gerekir. Zira Kur’an’ın da beyân
ettiği gibi, Hz. İbrâhim’e en yakın olanlar, onun tebliğ ettiği dine gönülden
tabi olanlardır. Yine aynı müstakîm çizginin devamı olan İslâm’ı ve Kur’an’ı
bütün insanlığa tebliğ eden son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) ve ona bütün
yürekleriyle inanıp tabi olan mü’minler, Allah’ın dostu Hz. İbrâhim’e yakın
olma şerefine eren bahtiyarlardır. Allah’a yakın olabilmenin yolu da budur. Bu
hedef, peygamberin getirdiği mesaja kulak vermek ve onun örneklediği hayat
tarzını benimsemek ve tıpkı peygamberin yaptığı gibi Allah’ın varlığına ve
birliğine yürekten inanarak yalnız O’na kulluk etmekle gerçekleşir. Nihâyetinde
Allah’ın dostluğuna erebilme imkânı doğar.
Fakat
anlaşılan o ki Ehl-i kitabın böylesine hayırlı bir yola girmeye hiç niyetleri
yoktur. Kendileri bunu kabul etmedikleri gibi, mü’minleri de Allah yolundan
uzaklaştırmaya çalışmışlardır:
69. Ehl-i kitaptan bir grup, sizi doğru yoldan saptırmak isterler. Halbuki onlar sadece kendilerini saptırırlar da bunun farkına bile varamazlar.
Medine’deki
yahudi kabileleri olan Nadîr, Kurayza ve Kaynukâ oğulları, Muâz b. Cebel,
Huzeyfe b. Yemân ve Ammâr b. Yâsir gibi bir kısım sahabîleri kendi dinlerine
çağırmışlar, bir rivayete göre de onları, “kendi dininizi bırakıp Muhammed’in
dinine uydunuz” diye kınamışlardı. İşte âyet-i kerîme, bu tür hâdiseler üzerine
inmiştir. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 111) Onlar, “Hz. Muhammed,
kendisinin peygamber olduğunu iddia ettiği halde, Hz. Mûsâ ve Hz. İsa’nın da
peygamber olduğunu kabul ediyor” ve “Hz. Mûsâ, Tevrat’ta şeriatinin sona
ermeyeceğini haber veriyor” gibi sözleriyle müslümanların kalplerine şüphe
atıp, onları haktan saptırmaya çalışıyorlardı. Halbuki farkında olmadan kendilerini
saptırıyorlardı. Çünkü onlar, böyle bir faaliyetten hayırlı bir netice elde
edemeyecekleri gibi, üstelik kıyamet günü hem kendi günahlarını hem de
saptırdıkları kimselerin günahlarını yükleneceklerdir. (bk. Nahl 16/25; Ankebût
29/13)
Burada
dikkat çeken bir husus, mü’minleri Allah yolundan saptırmak isteyen kimselerin,
Ehl-i kitabın hepsi değil, onlardan bir grup olmasıdır. Bir kısım âyet-i kerîmelerde,
Ehl-i kitap içinde “aşırılığa kaçmayan, insaflı ve mutedil bir zümre”
bulunduğu (bk. Mâide 5/66) ve “geceleri secdelere kapanarak Allah’ın
âyetlerini okuyan kişiler” var olduğu (Âl-i İmrân 3/113) haber verilir. Bu
sebepledir ki Ehl-i kitaba insaflı olmaları yönünde şu ilâhî telkinler yapılır:
70. Ey Ehl-i kitap! Gerçeği görüp durduğunuz halde ne diye Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?
71. Ey Ehl-i kitap! Bile bile niçin hakkı bâtılla karıştırıyor ve gerçeği gizliyorsunuz?
Ehl-i
kitabın bilip göre göre inkâr ettiği “Allah’ın âyetleri”, Tevrât ve İncil’deki
Peygamberimiz (s.a.s.) ile alakalı müjdeler; İslâm’ın gerçek din olduğunu
gösteren ifadeler; en büyük mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm ve Allah Resûlü (s.a.s.)’in
elinde ortaya çıkan diğer mûcizelerdir. Ehl-i kitap bütün bunların doğru
olduğunu bildikleri ve kendi aralarında buna şâhitlik yaptıkları halde,
menfaatlerine ters düştüğü için inkâr etmekte idiler. Bu âyetleri sadece
kendileri inkâr etmekle kalmıyor, bir taraftan da başkalarını yanıltacak,
şaşırtacak ve aldatacak faaliyetler içine giriyorlardı. Bunların başında da
bile bile hakkı bâtılla karıştırmak suretiyle gerçeğin bütün açıklığıyla
anlaşılmasını engellemek ve yine bile bile hakkı gizlemek gelmekteydi. Bu
bağlamda onlar, Tevrat’ı tahrif ediyorlar, ilâhî kelamla kendi uydurduklarını
birbirine karıştırıyorlardı. Yine Tevrat’ta yer alan Peygamberimiz’le ilgili
açık ve kapalı âyetleri birbirine karıştırıp insanları aldatmak istiyorlardı.
Bunun
dışında daha özel mânada tezgahladıkları saptırma planları da vardı. Onlardan
bir kısmını haber vermek üzere şöyle buyruluyor:
72. Ehl-i kitaptan bir kısmı kendi aralarında şöyle konuştular: “Mü’minlere indirilen Kur’an’a günün başında inanmış gibi görünüverin; günün sonunda ise onu inkâr edin. Belki böylece dinlerinden şüpheye düşüp önceki inançlarına geri dönerler.”
73. Yine birbirlerine: “Siz siz olun, dininize uyanlardan başkasına sakın ha güvenmeyin” derler. Rasûlüm! De ki: “Uyulması gereken en doğru yol, Allah’ın gösterdiği yoldur. Birine size verilenin bir benzeri verilecek veya onlar Rabbinizin huzurunda sizinle münâkaşa edip aleyhinize delil getirecekler diye mi böyle söylüyorsunuz?” De ki: “Şüphesiz lutuf ve ihsân Allah’ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah’ın lutfu pek geniştir ve O her şeyi hakkıyla bilir.”
74. Allah rahmetini kullarından kimi dilerse ona ihsân eder. Allah çok büyük lutuf ve ihsân sahibidir.
Rivayete
göre yahudilerden 12 kişilik bir hahamlar grubu birbirlerine: “Günün başında
Muhammed’in dinine girin; «Muhammed’in gerçek peygamber olduğuna, doğruluğuna şehâdet
ederim» deyin; günün sonuna ulaşınca da inkâr edin ve: «Biz âlimlerimize,
hahamlarımıza dönüp sorduk, onlar da bize Muhammed’in bir yalancı olduğunu,
sizin din adına herhangi bir şey üzere bulunmadığınızı söylediler. Biz de
önceki dinimize döndük. O bize sizin dininizden daha hoş göründü» deyin. Belki
onlar da: «Bunlar günün başında bizimle beraberdiler, şimdi bunlara ne oldu?»
diyerek dinlerinde şüpheye düşerler” dediler. Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyle
Peygamberine onların bu durumunu haber verdi. (Taberî, III, 423)
Ehl-i
kitabı bu tarzda bir davranışa sevkeden sebep, sırf kendilerine verilen kitap
ve ilim üstünlüğünün bir benzerinin başka birisine yani Hz. Muhammed (s.a.s.)’e
ve Araplara da verilmiş olmasıdır. Buna duydukları şiddetli hasetleri yüzünden
böyle şeyler söylüyor ve birtakım tuzaklar hazırlıyorlardı. İkinci olarak da
peygamberlik ve kitap verilen o insanların, kıyâmet günü Allah’ın huzurunda
inkârlarına karşı delil getirip, bununla kendilerini susturmalarından
korkuyorlardı. Zira peygamberlerin kıyamet günü Allah’ın huzurunda
muhaliflerine karşı delil getirecekleri dini bir hakikattir. Onların bu
hasetleri ve korkuları, Allah’ın hükmünü asla değiştirecek değildir. Sonsuz lutuf,
ihsan ve ikramın yegâne sahibi olan Cenâb-ı Hak, peygamberliği, kitap, ilim ve
hikmeti kullarından istediğine vermekte hürdür. Kimsenin buna engel olması veya
müdâhalede bulunması mümkün değildir. Allah’ın lütfu geniştir, kudret ve
kuvveti sonsuzdur. O, her şeyi en iyi bilendir; ilmi sınırsızdır. Bu sebeple O,
dilediği kulunu istediği şekilde üstün kılabilir; rahmetini ona tahsis
edebilir.
Ehl-i
kitabın hepsi bir değildir; içlerinden son derece güvenilir olanlar bulunduğu
gibi, en küçük dünyalığa tama eden güvensizler de mevcuttur. Şöyle ki:
75. Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, kendisine yüklerle mal ve altın emânet etsen onu sana eksiksiz geri verir. İçlerinden öylesi de vardır ki kendisine bir dinar para emânet etsen, tepesinde dikilip durmadıkça onu asla geri vermez. Bunun sebebi: “Bizim gibi bir kitaba sahip olmayan ümmîlere yaptığımız haksızlık yüzünden bize bir günah yoktur” demeleridir. Halbuki onlar, Allah hakkında bile bile yalan söylemektedirler.
Rivayete
göre Kureyş’ten bir adam, yahudi âlimlerinden Abdullah b. Selâm’a bin iki yüz
okka altını emanet bırakmıştı. Döndüğünde Abdullah onu tam olarak kendisine
teslim etti. Bir diğer Kureyşli de yine yahudilerden Finhâs b. Azûrâ’ya bir
dinar emanet bıraktı da o bu emanete hıyanette bulundu. İşte bunun üzerine bu
âyet-i kerîme nâzil oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 90)
Âyette
geçen اَلْقِنْطَارُ (kıntâr) malın
çokluğunu, اَلدّ۪ينَارُ (dînâr) ise azlığını ifade eder. Doğruyla
yanlışı, hakla bâtılı birbirinden ayırmak üzere gelen ve bu vesileyle “Furkân”
ismini taşıyan Kur’an, Ehl-i kitabın hepsini aynı kefeye koyup mahkum
etmemekte, onların da iyilerini kötülerinden ayırmaktadır. Kur’an’ın övdüğü
kimseler, önceden Tevrat’ın hükümleriyle amel ettiği gibi, Peygamberimiz
geldikten sonra ona inanan müslüman Ehl-i kitaptır. Kur’an bunları yer yer
övmekte ve kendilerine iki kat mükâfat verileceğini müjdelemektedir. (bk. Hadîd
57/28)
Âyet-i
kerîmenin ifade burduğu gibi özellikle yahudiler, kendi dinlerinde olmayanların
öldürülmesinin ve hangi yolla olursa olsun mallarının alınmasının helâl
olduğunu söylüyorlardı. Yine onlar kendi dışındaki insanların onların köleleri
olduğunu, dolayısıyla kölelerinin mallarını yemelerinden ötürü kimsenin bir
hesap sorma yetkisinin bulunmadığını düşünüyorlardı. Bunun da Tevrat’ta yazılı
bir hüküm olduğunu iddia ediyorlardı. Halbuki Allah Teâlâ, hiçbir kimseye,
hiçbir din veya ırk mensubuna başkalarının haklarını haksız yollarla yeme
müsaadesi vermemiştir. Dolayısıyla bu hususta kendilerinin imtiyaz sahibi
olduğunu iddia edenler, açıkça yalan söylemiş ve Allah’a iftira etmiş olurlar.
Bunların
bahsedilen olumsuz tutum ve davranışlarına karşılık:
76. Hayır! Kim sözünde durur, günah ve haksızlıktan sakınırsa, şüphesiz ki Allah takvâ sahiplerini sever.
Bu
âyet, ister Allah’a verilen isterse kulların birbirlerine verdiği sözler olsun,
ahde vefânın ve verilen sözün gereğini yerine getirmenin, ayrıca ahde
vefasızlık ve emânete riâyetsizlik gibi günahların yanı sıra bütün günahlardan
sakınmanın Allah’ın muhabbetini celbedecek fevkalade hayırlı amellerden
olduğunu beyân eder. Bu hususlardaki ihmalkârlık ise nifak hastalığına
yakalanmaya, böylece ilâhî rızâ ve muhabbetin elden gitmesine sebep olacaktır.
Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Dört özellik vardır ki, kim bu
özelliklere sahip ise katıksız bir münafıktır. Bu özelliklerin hepsine değil de
bir tanesine sahip olan kişi ise onu bırakıncaya kadar münafıklık alâmeti
taşıyor demektir: «Kendisine
bir şey emânet edildiğinde emânete hiyânet eder, konuşunca yalan söyler,
söz verdiği zaman yerine getirmez ve ahde vefayı terk eder. Biriyle hasım
olunca da günaha girer, yani haktan ayrılır.»”
(Buhârî, İman 24; Müslim, İman 106)
Böylesine küfür ve nifak özellikleri taşıyanlara can yakıcı bir
azap uyarısı gelmektedir:
77. Allah’a verdikleri sözleri ve ettikleri yeminleri önemsiz bir dünya menfaatine satanlar var ya, işte onların âhirette hiçbir nasipleri yoktur. Allah kıyâmet günü onlarla konuşmayacak, onlara merhamet nazarıyla bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebiyle ilgili birkaç rivayet olmakla birlikte onlarda iki
tanesi şöyledir:
1. Abdullah b. Ömer (r.a.)’den rivayete göre Allah
Resûlü (s.a.s.): “Her kim bir müslüman kardeşinin malını gaspedip kendine
geçirmek üzere yalan yere yemin ederse Allah’ın gazabına uğramış olarak O’na
kavuşur” buyurdu. İbn Ömer bu hadis-i şerifi naklederken içeri Eş’as b. Kays
girdi ve İbn Ömer’i kastederek: “Ebu Abdurrahman size ne rivayet etti?” diye
sordu. Oradakiler de “Şöyle şöyle rivayet etti” dediler. Eş’as: “Ebu
Abdurrahman doğru söylemiştir. Çünkü bu benim hakkımda nâzil oldu: Yemen’deki
bir arazi yüzünden bir adamla aramda anlaşmazlık vardı. Onu alıp Peygamber
(s.a.s.)’e götürdüm ve aramızda hükmetmesini istedim. Allah Resûlü (s.a.s.): «Bu
arazinin sana ait olduğuna dair elinde delil var mı?» diye sordu. Ben:
«Hayır, yok» dedim. «O zaman diğer adamın yemini gerekir» buyurdular.
Ben: «O kişi yemin eder ve malımı elimden alır» dedim. Bunun üzerine Efendimiz
yukarıda geçtiği gibi buyurdular ve hemen akabinde de bu âyet-i kerîme nâzil
oldu. (Müslim, İman 220)
2.
Bu âyet, yahudi âlimleri hakkında inmiştir. Onlar, Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed
(s.a.s.)’in peygamberliğiyle ilgili olarak kendilerinden almış olduğu sözü
gizlemişler, Tevrat’ta olmayan şeyleri oraya yazmışlar ve menfaatlerini elden
kaçırmamak için de onun Allah katından olduğuna yemin etmişlerdi. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 92)
İniş
sebebi hangi hâdise olursa olsun âyet-i kerîme, Allah adına verilen sözü
tutmamanın ve yine Allah adına yaptığı yeminin arkasına sığınarak yani bir nevi
Allah’ı kendine kalkan yaparak küçük veya büyük dünyevî menfaatler elde etmeye
çalışmanın çok büyük bir günah olduğunu haber vermektedir. Bu öyle büyük bir
günahtır ki, âhirette buna verilecek cezalar peş peşe beş madde olarak
sıralanmıştır:
Bu günahı işleyenler cennetin sonsuz nimetlerinden tamamen mahrum
kalacaklar ve onlara orada en küçük bir pay bile verilmeyecektir.
Allah onlarla konuşmayacak; onlara son derece gazap edecektir.
Onlara rahmet, lutuf ve ihsan nazarıyla bakmayacak; onlara hiçbir
değer vermeyecektir.
Onları, günahlarını bağışlamak sûretiyle kirlerinden arındırıp
temize çıkarmayacak, aksine onlara azap edecektir. Kendi temiz dostlarını övdüğü
gibi onları asla övmeyecektir.
Bütün bunlara ilâveten onlar için cehennemde pek acıklı, can
yakıcı bir azap olacaktır.
Hem
maddeten hem mânen takdir edilen bu cezalar, kalbinde âhirete zerre kadar imanı
olan herkesi bu ve benzeri günahlardan sakınmaya ve Allah’ın sevdiği bir kul
olmak için ciddiyetle çalışmaya sevkedecek büyük bir tesire sahiptir.
Ehl-i
kitap içinde, kutsal kitapla alakalı olarak ağızlarını eğen, bile bile yalan
söyleyen ve insanları haktan ayırıp bâtıla saptırarak kula kul etmek
isteyenlerin varlığı da şöyle haber verilmektedir:
78. Ehl-i kitaptan bir kısmı; aslında kitapta olmadığı halde, sizin kitapta öyle olduğunu sanmanız için kitabı okurken dillerini eğip büker; başka mânaya gelecek şekilde kelimelerin vurgu ve okunuşunu değiştirirler. Sonra bu yaptıklarını, asla Allah katından olmadığı halde: “Bunlar, elbette Allah katındandır” diye takdim ederler. Hayır onlar, Allah hakkında bile bile yalan söylemektedirler.
Rivayete
göre bu âyet-i kerîme hem yahudiler, hem de hıristiyanlar hakkında nâzil
olmuştur. Çünkü onlar Tevrat ve İncil’i tahrif etmiş ve bu kitaplarda bulunmayan
bir kısım şeyleri oraya ilave etmişlerdir. Fakat bunun, özellikle Tevrat’ta,
müslümanlar karşısında aleyhlerine delil olabilecek yerleri değiştirip tahrif
eden bir kısım yahudiler hakkında nâzil olduğu da söylenmiştir. (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî,
III, 205-206) Böyle olmakla birlikte, ilâhî kitapların muhtevasıyla alakalı bu
şekilde yanlış bir tutum ve davranış içine giren herkes âyetin şumûlüne dâhildir.
Görüldüğü
üzere bir kısım Ehl-i kitap, insanları yanıltmak ve gerçeği öğrenmelerine mâni
olabilmek için, tahrif kastıyla dillerini eğip bükerek kendi kitaplarında
bulunan gerçekleri değiştirmekte ve bile bile Allah hakkında yalan söylemekte
idiler. Bunu da iki türlü yapıyorlardı. Birincisi; bizzat Kitap’taki ifadeleri
değiştiriyorlardı. İkincisi ise, Kitaptaki bilgileri, şahsi arzu ve
temâyüllerine göre tefsir ediyorlardı. Her ikisi de tahriftir ve gerçeklerin
bozularak yanlış anlaşılmasına sebeptir. Bu âyet, kötü niyetli kimselerin,
dinin esasını teşkil eden Allah’ın kelâmını ve hadis-i şerifleri keyfî olarak yorumlayıp
“Bunlar Allah katındandır” diyebilecekleri hususunda müslümanları da ikaz
etmektedir. Nitekim tarih boyu bunun misalleri çok görülmüş ve halen de
görülmektedir. Böyle bir işe cür’et etmek, Allah hakkında düpedüz yalan ve
iftira uydurmaktan başka bir şey değildir. Halbuki peygamberlerin ve onların
varisi konumundaki âlimlerin yapması gereken şudur:
79. Kendisine Allah’ın kitap, hüküm ve peygamberlik verdiği hiçbir kimse, kalkıp da insanlara: “Allah’ı bırakın da bana kul olun” diyemez, dememiştir. Onun ancak: “Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde kendini Allah yoluna adamış samimi dindarlar olun” demesi uygundur.
80. O size, “Melekleri ve peygamberleri rab edinin” diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, hiç o size kalkıp da kâfir olmayı emreder mi?
Bir
rivayete göre bu âyetler, Necran hıristiyanları Medine-i Münevvere’de
bulundukları sırada cereyan eden münakaşalardan biri üzerine inmiştir: Yahudi
hahamları ve Necran hey’eti Resûlullah (s.a.s.)’in huzurunda bir araya
geldiler. Allah Resûlü onları İslâm’a davet ettiğinde Kurayza oğullarından Ebu
Râfi’: “Ey Muhammed, hıristiyanların Meryem oğlu İsa’ya ibâdet ettikleri gibi
bizim de sana ibâdet etmemizi mi istiyorsun?” dedi. Necranlılardan biri de aynı
sözü tekrar etti. Allah Resûlü (s.a.s.): “Allah’ın dışında bir başkasına ibâdet
etmemizden ya da Allah’ın dışında bir başkasına ibâdeti emretmemizden Allah
bizi korusun. Allah beni bunun için göndermedi, bana bunu da emretmedi”
buyurdu. Bunun üzerine bu iki âyet-i kerîme nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
III, 441)
Gerçekte
hiçbir peygamber, insanlara Allah’ın dışında ne kendilerine ne de herhangi bir
şeye kul olmalarını emretmemiştir. Melekleri ve peygamberleri rab edinmelerini
de asla istememiştir. Böyle bir şeyi yapmaları da söz konusu değildir. Çünkü
peygamberlerin istisnâsız hepsi, insanları yalnızca Allah’a kulluğa davet için
gönderilmişler ve “Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur”
mesajını tekrarlamışlardır. (bk. Mü’minûn 18/23-32) Buna göre yahudi ve hıristiyanların
Hz. Üzeyr ve Hz. İsa’yı rab edinmelerinin ve yine hıristiyanların melek olan
Ruhu’l-Kudüs’ü teslisin bir rüknü saymalarının dinî bir mesnedi
bulunmamaktadır.
Âyette
geçen اَلرَّبَّانِيُّ (rabbânî) kelimesi Rabbe mensûp mânasındadır.
İlim ve ameli tam, ilmiyle amel eden, Allah’ın dînine sımsıkı sarılan kişi
demektir. Nitekim dilimizde kendini Allah’ı tanımaya ve O’na itâate adamış
kişiye bu mânada “Allah adamı” denilmektedir. Buna erişmenin yolu da Allah’ın
kitabını okumak, okutmak ve mânalarını inceleyip anlayarak gereğini yerine
getirmektir. Elde edilen ilmin fayda sağlamasıdır. Zira Allah Resûlü (s.a.s.): “Fayda
vermeyen ilimden ve ürpermeyen kalpten Allah’a sığınırım” buyurmuştur.
(Müslim, Zikir 73)
Hz.
Ali (r.a.) şöyle der: “İki tip insan beni çok endişelendirir. Bunlar, hayasız
âlim ile câhil âbiddir. Çünkü birincisi hayâsız davranışlarıyla insanları ilimden
soğuturken, câhil âbid, zâhidâne yaşayışıyla insanları bilgisizliğe teşvik
etmiş olur.”
“Rabbânî”
kelimesinin “ilim erbâbı” ve “mürebbiler, eğitimciler” mânası da vardır.
Bûhârî, İbn Abbas (r.a.)’dan bu kelimenin tefsiriyle ilgili olarak; “âlim ve
fakîh rabbânîler olun!” açıklamasını naklettikten sonra şu ifadelere yer verir:
“Rabbânî âlim, insanlara büyük ilimlerden önce küçük ilimleri öğreten
kimsedir.” (Buhârî, İlim 10) İlmin küçüğünden maksat, meseleleri açık ve kolay;
büyüğünden maksat da meseleleri ince ve zor anlaşılanıdır. Dolayısıyla burada
bütün insanlar bir taraftan “Allah’a gönülden kulluğa” davet edilirken, diğer
taraftan da özellikle ilim emânetini üstlenen ve toplumlara önderlik yapacak
olan kişilere, doğruları olduğu gibi öğretme ve kurtuluş yolunu gösterme
hususundaki mesuliyetleri hatırlatılmaktadır. Peygamberlerin esas vazîfesi de
budur. Bu sebeple gelen âyette onlardan bu minvâl üzere alınan sağlam bir sözden
bahsedilmektedir:
81. Allah, vaktiyle bütün peygamberlerden: “Size kitap ve hikmet verdikten sonra, sahip olduğunuz bu bilgileri tasdik eden bir peygamber size geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve kesinlikle yardım edeceksiniz!” diye söz almıştı. Ardından: “Bunu kabul ettiniz, bu ağır yükümü sırtınıza aldınız mı?” diye sormuş, onlar da: “Kabul ettik” demişlerdi. Bunun üzerine Allah: “Öyleyse şâhit olun, ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım” buyurdu.
82. Artık kim bundan sonra yüz çevirirse, işte onlar yoldan çıkmışların ta kendileridir.
Allah
Teâlâ, kitap ve hikmet verdiği bütün peygamberlerden, kendilerine her ne zaman
sahip oldukları bilgileri doğrulayan bir peygamber gelse, onu tasdik edip ona
yardımcı olma hususunda söz almıştır. Peygamberler de bunu kabul etmiş ve bu
mesuliyeti yüklenmişlerdir. Bunu kabulden yüz çevirenler, her kim olursa olsun,
fâsık olarak nitelenmişlerdir. Dolayısıyla burada söz alan Allah, kendilerinden
söz alınanlar da peygamberlerdir. Sözün esası, peygamberlerin birbirlerini
desteklemeleri ve nihâyetinde Hz. Muhammed (s.a.s.) adında bir peygamberin
geleceğini müjdelemeleridir. Bu sözün, bütün peygamberlerin ümmetlerinden, Hz.
Muhammed (s.a.s.) peygamber olarak gönderildiğinde, onu doğrulayıp ona yardım
etmeleri gerektiği hususunda almış oldukları söz olmasında şüphe yoktur. Dolayısıyla
Ehl-i kitabın peygamberlerine bizzat veya hükmen verdikleri söz gereğince ahir
zaman Peygamberine inanıp ona yardım etmeleri gerekmektedir. “Bana olan
sözünüzü tutun ki, ben de size olan sözümü tutayım” (Bakara 2/40) âyetinde
de bu söze bir hatırlatma yer almaktadır. Verilen sözü unutmak ve onu yerine
getirmemek ise büyük bir günahtır. Hele hele Allah’ın dininden başka bir din
aramak akıl kârı değildir:
83. Yoksa onlar Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde bulunan herkes isteyerek veya istemeyerek Allah’a boyun eğip teslim olmuş durumdadır ve hepsi O’na döndürülüp götürülmektedir.
Allah’ın
dininden başka bir din aramak boşunadır. Zira Hak katında makbul tek din odur.
O da İslâm’dır; Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmaktır. Gerçekten de göklerde
ve yerde olan herkes, gerek isteyerek gerekse istemeyerek Allah’a teslim
olmuştur. Dönüş de yine O’nadır. Herkes buna mecburdur. Çünkü varlığı kendinden
olan ve var olmak için bir başka şeye muhtaç olmayan tek zat Allah Teâlâ’dır.
Yani O, “vâcibü’l-vücuttur.” O’nun dışındakilerin varlıkları ise Allah’a
bağlıdır. Allah yaratmadan hiçbir varlığın kendiliğinden var olması mümkün
olmadığı gibi, Allah yok etmeden de yine hiçbir varlığın kendiliğinden yok
olması imkânsızdır. İşte bu açıdan bütün varlıklar Allah’ın iradesine teslim
olmuş ve kudretine boyun eğmişlerdir. Bu da teslimiyetin zirvesidir.
Bir
başka açıdan âyet-i kerîme şöyle izah edilebilir:
Allah
Teâlâ’nın iki tür kanunu vardır: tekvinî ve teşriî. Tekvinî kanunları, O’nun
insan vücudu ve hayatı dâhil kâinatın yaratılışı ve işleyişi için koymuş
bulunduğu kanunlardır ki bunlar fizik, kimya, astronomi, biyoloji, zooloji,
botanik, sosyoloji, psikoloji gibi bilimlerin konusunu teşkil eder. Teşriî
kanunlar ise Allah’ın “din” adı altında koymuş bulunduğu kanunlardır. Bu
kanunlardan tekvinî olanlarına bütün varlıklar kayıtsız şartsız itaat eder. Şu
kadar ki, bunlar içinde insan hayatıyla ilgili olarak insaının iradesine
bırakılmış bazı hayat kanunları da vardır: sabrın selâmet, çalışmanın servet,
tedavinin sıhhat getirmesi gibi. Fakat bu kanunları da sebep ve sonuçlarıyla
tespit eden yine Allah’tır. Bunun gibi teşriî kanunlara uyup uymamanın sebep ve
neticelerini yaratan da Allah’tır. Dolayısıyla bütün kâinatta Allah’ın hükmü
geçmektedir ve hiçbir varlık, bu hükmün hâricinde değildir. (Ünal, s. 157)
O
halde akılla donatılmış insandan da kâinattaki bu hârikulâde işleyişten, bu
eşsiz teslimiyet ve âhenkten ibret alarak Allah’ın emir ve yasaklarına böyle
bir teslimiyet göstermesi beklenir. Bu teslimiyetin itikat boyutu gelen âyette
şöyle beyân buyrulur:
84. Rasûlüm! De ki: “Biz Allah’a, bize indirilene, keza İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yâkub ve torunlarına indirilene, yine Rableri tarafından Mûsâ’ya, İsa’ya ve bütün peygamberlere verilene iman ettik. Biz peygamberler arasında asla bir ayrım yapmayız. Biz, yalnız Allah’a teslim olmuşuzdur.”
Bu âyetle ilgili yeterli izah Bakara sûresi136. âyetin
tefsirinde yapılmıştır. Çünkü bu âyetle o âyetin mevzu ve muhtevası aynıdır.
İkisinde de özellikle peygamberler sözkonusu edilerek ve aralarında ayırım
yapmaksızın bütün peygamberlere imanın gerekliği bildirilerek, temel iman
esasları ele alınmaktadır.
İster itikat ister ibadet ve muamelat yönüyle olsun
İslâm’dan başka bir din aramak boşunadır. Çünkü:
85. Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, şunu bilsin ki, aradığı din ondan asla kabul edilmeyecektir; o, âhirette de kaybedenlerden olacaktır.
Allah
katında makbul din, sadece İslâm’dır. İslâm’ın dışında hiçbir din kabule şayân
değildir. Çünkü kabul edilecek ameller, şüphesiz, Allah Teâlâ’nın râzı olduğu
ve karşılığında mükâfat vereceği amellerdir. Nitekim bir âyet-i kerîmede “Allah
ancak takvâ sahiplerinin ibâdetini kabul eder” (Mâide 5/27) buyrulur.
İslâm’ın dışındaki diğer dinler Hak katında makbul olmadığı için, onlara
uyanlar âhirette büyük bir hüsrana uğrayacaklardır. Çünkü onlar yaptıkları iyi
amellerin sevabından mahrum kalacakları gibi, bir de can yakıcı bir azaba
gireceklerdir. Dünyada iken yapamadıkları amel-i sâlihlere hasret ve bâtıl
dinleri uğruna katlandıkları çilelere pişmanlık da bu hüsrana eklenecektir.
Buna göre inkâr içinde bulunanların bir an önce iman şerefine ermek için can
atmaları gerektiği gibi, mü’minler de imanlarını koruma hususunda son derece
gayretli olmalıdırlar. Çünkü:
86. İman ettikten, o şânı yüce Peygamber’in gerçekliğine bizzat şâhit olduktan ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra bile bile inkâra saplanan bir toplumu Allah nasıl doğru yola eriştirir? Çünkü Allah, öyle zâlimleri asla doğru yola erdirmez.
87. Onların cezası, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lânetine uğramaktır.
88. Onlar bu lânetin içinde ebediyen kalacaklardır. Azapları hiç hafifletilmeyecek ve kendilerine en küçük bir mühlet de verilmeyecektir.
89. Ancak bundan sonra tevbe edip hallerini düzeltenler müstesnâdır. Çünkü Allah, çok bağışlayıcı ve engin merhamet sahibidir.
Bu
âyetler, önceleri iman edip sonra dinden dönerek Mekkelilere sığınan ve onlarla
birlikte Fahr-i Kâinat (s.a.s.)’in başına zamanın belâ ve musîbetlerinin
gelmesini bekleyen on kişilik bir grup hakkında inmiştir. Bunlar arasında tevbe
edenler olduğu için “bundan sonra tevbe edenler…” (Âl-i İmrân 3/89) istisnâsı
yapılmıştır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 111) Yine bu
âyetlerin Ehl-i kitap, özellikle de yahudi Kurayza ve Nadîr oğulları hakkında
nâzil olduğu söylenmektedir. Onlar, peygamber olarak gönderilmeden önce Hz.
Muhammed’e inanıp peygamberliğine şehadette bulunuyorlardı. Fakat peygamber
olarak gönderilip, kendilerine apaçık delil ve mûcizeler getirince, sırf haset
ve kıskançlıklarından dolayı ona inanmamışlardır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
VIII, 111) Bu hususta gelen rivayetler değerlendirildiği zaman, bu âyetlerin
irtidad edip de sonra tekrar İslâm’a dönmek isteyen herkese ve bu arada Ehl-i
kitaba da şâmil olduğunu söylemek doğruya en yakın olandır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
III, 462)
Bu
âyet-i kerîmelerde, kendilerine Allah’ın hidâyet kapılarını tamamen kapatan
nasipsizlerin üç mühim özelliği sayılıp sonra bunlara takdir edilen cezanın
büyüklüğü gözler önüne serilmektedir. Söz konusu üç özellik şunlardır:
›
Önce iman edip sonra tekrar inkâra saplanmak,
›
Gelen peygamberin gerçekten peygamber olduğunu kabul edip buna
gönülden şehâdette bulunduktan sonra inkâr etmek,
›
Kendilerine apaçık deliller ve mûcizeler geldikten sonra inkâr
etmek.
Böyle
bir inkâr, ilâhî gerçeklere karşı bilerek cephe almak, inat ve ısrarla onları
yok saymak demek olduğundan buna takdir edilecek cezanın da o nispette büyük
olmasını gerektirmiştir. Bunların cezası Allah’ın, meleklerin ve bütün
insanların lânetine uğramaları, bu lânet içinde veya bunun tabii neticesi olan
cehennem içinde ebedi olarak kalmaları, azaplarının hiçbir zaman
hafifletilmemesi ve cezalarının vaktinden başka bir vakte geciktirilmemesidir.
Ancak sonsuz merhamet sahibi olan Yüce Mevlâmız, günahkâr kullarına tekrar bir
umut kapısı aralamakta ve tevbe edip amel-i sâlih işleyerek hallerini
düzeltenlere af ve merhametini müjdelemektedir. Küfürde ısrar edenleri ise
şöyle ikaz buyurmaktadır:
90. Önce iman edip sonra inkâr eden ve ardından inkârlarını daha da artıranların tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Onlar, doğru yoldan kayıp sapıklığa yuvarlananların tâ kendileridir.
Rivayete
göre bu âyet yahudiler hakkında inmiş; onların Hz. İsa’yı inkâr etmeleri küfür
olarak, peşinden gelen Hz. Muhammed (s.a.s.)’i inkârları da küfürlerini
artırmak olarak değerlendirilmiştir. Bir başka rivayete göre âyet hem yahudiler
hem de hıristiyanlar hakkında nâzil olmuştur. Bunlar önceden kendi
peygamberlerinin müjdesi üzerine Hz. Muhammed (s.a.s.)’e iman etmişlerdi. O,
peygamber olarak gönderilip, kendilerinden olmadığını görünce hemen küfür
yoluna girmişlerdir. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 130;Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
VIII, 114)
Bu
şekilde inkâr yolunu tutan, sergilediği tutum ve davranışlarıyla günden güne inkârlarını
daha da artıran kimselerin tevbesi kabul olmayacaktır. Çünkü böyleleri hayattan
ümidini kesmedikçe tevbe edip imana gelmezler. Böyle bir durumda yapılan tevbe
ise makbul değildir. Bu hususla ilgili olarak âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Yoksa hayatı
boyunca günah işleyip işleyip de, nihâyet kendisine ölüm gelip çattığında: «Ben
şimdi tevbe ediyorum» diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tevbeleri kabul
edilmeyecektir. Biz, böyleleri için can yakıcı bir azap hazırladık.” (Nisâ 4/18)
Dolayısıyla
bu tip kişilerin çok fenâ bir durumda oldukları belirtilmiş ve halleri,
Allah’ın rahmetinden ümid kesenlerin haline benzetilmiştir. Veya dinden
döndükleri ve devamlı inkârları arttığı için yaptıkları tevbelerin samimi
olması mümkün değildir. Samimi olarak yapılmayan tevbelerin ise kabul
edilmeyeceği bir hakikattir. Onlar doğru yolu bırakıp sapıklığa düşenlerin ta
kendileridir. İnkârda devam etmeleri ve kendilerinden artık hidâyet
beklenemeyecek olması, bunların tam anlamıyla dalâlette ve sapıklığın en ileri
derecesinde olduklarının açık bir göstergesidir.
Şu
âyet-i kerîme ise kâfir olarak ölenlerin âhiretteki durumlarıyla alakalı olarak
son derece korkutucu manzaralar sunulmaktadır:
91. İnkâr edip neticede kâfir olarak ölenler, kendilerini kurtarmak için dünya dolusunca altın verseler, yine de kabul edilmeyecektir. Onlar için pek acıklı bir azap vardır; onların hiçbir yardımcıları da yoktur.
Bu
manzaralardan birincisi; kâfirlerin dünya dolusu altınları olsa ve bunları,
kendilerini kurtarmak için fidye verseler, kesinlikle kabul edilmeyecektir.
Nitekim bu konuda başka âyet-i kerîmelerde daha açık bilgiler yer almaktadır:
“İnkâr edenlere gelince, yeryüzünde bulunan her şey, hatta bir o
kadarı daha onların olsa ve kıyamet gününün azabından kurtulmak için bunların
hepsini fidye olarak verseler dahi asla kabul edilmez. Onlara can yakıcı bir
azap vardır.” (Mâide 5/36)
“Oysa onlar birbirlerine de gösterilirler. Fakat inkârcı suçlu
ister ki, mümkün olsa da o günün azabından kurtulmak için fidye olarak verse
oğullarını! Eşini, kardeşini! Kendisine kol kanat geren bütün sülâlesini!
Yeryüzünde kim varsa hepsini! Bunları verse de, sonra kurtarsa kendisini! Ama
ne mümkün! O, alev alev yanar bir ateştir. Uzuvları bedenden ayıran, derileri
soyup çıkaran, yakıp kavuran bir ateş!” (Meâric 70/11-16)
İkincisi;
onların için cehennemde çok yakıcı ve son derece elem verici bir azap
hazırlanmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor:
“Allah Teâlâ kıyâmet gününde,
cehennemliklerin azabı en az olanına şöyle buyuracak: «Senin dünya kadar malın
olsa, kendini kurtarmak için verir miydin?» Cehennemlik: «Evet» deyince Allah
Teâlâ: «Sen daha Âdem’in sulbünde iken, ben senden bundan çok daha hafif bir
istekte; ‘bana hiçbir şeyi ortak koşmaman’ talebinde bulunmuştum, sen ise ortak
koşmaktan başka bir şey yapmadın» buyuracak.” (Buhârî,
Rikāk 49; Müslim, Munafıkîn 51-52)
Üçüncüsü
ise onları, ne mahşerin korkunç tehlikelerinden ne de cehennemin şiddetli ve
sonsuz azabından kurtaracak hiçbir yardımcılarının olmamasıdır.
Bütün
bu tehlikelerden kurtulmak için iman etmemiz ve inandığımız Allah’ın yolunda
sevdiğimiz şeylerden cömertçe harcamamız gerektiği şöyle beyân edilmektedir:
92. Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça gerçek iyiliğe erişemezsiniz. Küçük büyük her ne verirseniz, Allah onu kesinlikle bilir.
Asr-ı
Saadette ve ondan sonraki dönemlerde sevdiğinden vermenin çok güzel örnekleri
sergilenmiştir:
Rivayete
göre bu âyet-i kerîme nâzil olunca Ebû Talha (r.a.) Allah Resûlü (s.a.s.)’e
gelip:
“-
Yâ Rasûlallah, en çok hoşuma giden malım, Beyraha’dır[1]. Bu araziyi, Allah’ın sana göstereceği yere sarfet!”
dedi. Peygamberimiz (s.a.s.):
“- Gerçekten çok iyi. Burası, çok verimli ve değerli bir yerdir.
Ben bu araziyi akrabaların arasında taksim etmeni uygun görüyorum” buyurdu ve
Ebû Talha da burasını akrabaları arasında taksim etti. (Buhârî, Zekât 44; Müslim,
Zekât 43)
Yine
Hayber arazisi taksim edilirken Hz. Ömer’e de bir miktar yer düşmüş ve
Peygamber Efendimiz’e gelerek:
“-
Yâ Rasûlallah! Hayber’den bana bir miktar yer düştü ki, yanımda ondan daha
kıymetli bir malım yoktur. Onu ne yapmamı istersin?” diye sorunca Allah Resûlü
ona aslını elinde tutmasını ve mahsulünü muhtaçlara dağıtmasını tavsiye
etmiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer, geliri lazım gelen yerlere sarfedilmek üzere
bu araziyi vakfetmiştir. (Buhârî, Şurut 19)
Emevi
halifelerinden Ömer b. Abdülaziz (r.h.), bol miktarda şeker alıp muhtaçlara
dağıtırdı. Sebebi sorulduğunda şöyle cevap verdi: “Çünkü ben, şekeri çok
severim. Allah Teâlâ da sevdiğimiz şeylerden kendi yolunda harcamadıkça gerçek
iyiliğe eremeyeceğimizi haber vermektedir.” (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 133)
İmam
Kuşeyrî bu âyetin tefsirinde şu açıklamayı yapar: “Birr’e ulaşmak isteyen,
sevdiklerinden bir kısmını vermelidir. Bârî Teâlâ’ya ulaşmak isteyen ise, bütün
sevdiklerini vermelidir. Birr’e ancak sevdiğini vererek ulaşabileceğine göre,
zevklerini Allah’a tercih ederek Bârî Teâlâ’ya nasıl ulaşabileceksin?” (Kuşeyrî,
Letâifu’l-işârât, I, 159)
Kâşânî
de der ki: “Sahibini Allah’a ulaştıran her fiil birr’dir. Allah’a yaklaşmak
ise, ancak O’ndan başka her şeyden el etek çekmekle mümkün olabilir. Allah’dan
başka bir şeyi seven kişi, bu sevdiği sebebiyle Allah Teâlâ’yla arasına bir
perde çekmiş; sevgisini Allah’tan başkasına yönelttiği için de mânen tehlikeli
bir duruma düşmüş olur.”
Bu
bakımdan müslüman, sevdiği mallar başta olmak üzere her türlü imkanıyla Hak
yolunda cömertlik ve infak halinde olacak, fakat Allah’ın helal kıldığı şeyleri
haram yapma yoluna cüret etmeyecektir. Hz. Yakub’un durumuna gelince:
[1] Burası, Medine’de o dönem
itibariyle Mescid-i Nebevî’nin karşısında bulunan verimli bir arazi idi. Şu an
ise Mescid-i Nebevi’nin içinde kalmaktadır.
93. Tevrat indirilmeden önce, İsrâil’in bir sebeple kendine yasakladığı bazı şeyler dışında bütün yiyecekler İsrâiloğulları’na helâldi. Rasûlüm! De ki: “Eğer iddianızda doğruysanız, o zaman Tevrat’ı getirip okuyun.”
“Yakub (a.s.) çok şiddetli bir hastalığa tutuldu. Bu sebeple
Allah’ın kendisine afiyet vermesi halinde, en sevdiği yiyecek ve içecekleri
nefsine yasaklamayı adadı. Onun en sevdiği yiyecek deve eti, en sevdiği içecek
de deve sütüydü.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 273)
Bu
yiyeceklerin “etin damarları”, “hayvanın sırtındaki yağlar hariç iç yağı ve
böbrek yağı” olduğu da rivayet edilir. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
VIII, 121)
Resûlullah
(s.a.s.) zamanında yahudiler: “Biz
kendimize deve etini haram kılıyoruz, çünkü onu Yakub haram kılmış, Allah da
onun haramlığını Tevrat’ta bildirmiştir” dediler de bunun üzerine: “Eğer
iddianızda doğruysanız, o zaman Tevrat’ı getirip okuyun” (Âl-i İmrân 3/93) âyeti
indi. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 135)
Diğer
bir rivayete göre Peygamberimiz (s.a.s.) bir gün: “Ben, İbrâhim’in dini
üzereyim” demişti. Yahudiler: “Sen nasıl İbrâhim’in dini üzere olabilirsin
ki, deve eti yiyor, sütünü içiyorsun?” dediler. Efendimiz: “Bunlar İbrâhim’e
helâldi” buyurdu. Onlar: “Bizim haram kıldığımız her şey bize ulaşıncaya
kadar Nûh’a, İbrâhim’e... haramdı” dediler de onları yalanlamak üzere bu âyet-i
kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 118)
Netice
itibariyle bunlar, Hz. Yakub’un sadece kendisine yasak kıldığı yiyecek ve
içeceklerdi; İsrâiloğulları’nın tümüne haram kılınmamıştı. Tevrat’ta da
bunların önceki toplumlara haram kılındığına dair bir kayıt bulunmamaktadır.
Dolayısıyla yahudilerin Peygamberimiz’i yalancılıkla suçlamak için ileri
sürdükleri bu iddianın asılsız ve bizzat kendilerinin yalancı olduğu ortaya çıktı.
Diğer taraftan Tevrat’ta yahudilere haram kılınan bir takım temiz yiyeceklerin,
önceki toplumlara haram kılınmadığı, bilakis bunların, zulüm ve haksızlıkları
sebebiyle sadece yahudilerin kendilerine haram kılındığı beyân edilmiştir.
Nitekim Nisâ sûresi 160 ve En‘âm sûresi 146. âyetlerde yahudilere haram kılınan
bu yiyeceklerin neler olduğu haber verilmektedir. Buna göre:
94. Artık bundan sonra kim Allah adına yalan uydurursa, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.
“Yakub (a.s.) çok şiddetli bir hastalığa tutuldu. Bu sebeple Allah’ın kendisine afiyet vermesi halinde, en sevdiği yiyecek ve içecekleri nefsine yasaklamayı adadı. Onun en sevdiği yiyecek deve eti, en sevdiği içecek de deve sütüydü.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 273)
Bu yiyeceklerin “etin damarları”, “hayvanın sırtındaki yağlar hariç iç yağı ve böbrek yağı” olduğu da rivayet edilir. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 121)
Resûlullah (s.a.s.) zamanında yahudiler: “Biz kendimize deve etini haram kılıyoruz, çünkü onu Yakub haram kılmış, Allah da onun haramlığını Tevrat’ta bildirmiştir” dediler de bunun üzerine: “Eğer iddianızda doğruysanız, o zaman Tevrat’ı getirip okuyun” (Âl-i İmrân 3/93) âyeti indi. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 135)
Diğer bir rivayete göre Peygamberimiz (s.a.s.) bir gün: “Ben, İbrâhim’in dini üzereyim” demişti. Yahudiler: “Sen nasıl İbrâhim’in dini üzere olabilirsin ki, deve eti yiyor, sütünü içiyorsun?” dediler. Efendimiz: “Bunlar İbrâhim’e helâldi” buyurdu. Onlar: “Bizim haram kıldığımız her şey bize ulaşıncaya kadar Nûh’a, İbrâhim’e... haramdı” dediler de onları yalanlamak üzere bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 118)
Netice itibariyle bunlar, Hz. Yakub’un sadece kendisine yasak kıldığı yiyecek ve içeceklerdi; İsrâiloğulları’nın tümüne haram kılınmamıştı. Tevrat’ta da bunların önceki toplumlara haram kılındığına dair bir kayıt bulunmamaktadır. Dolayısıyla yahudilerin Peygamberimiz’i yalancılıkla suçlamak için ileri sürdükleri bu iddianın asılsız ve bizzat kendilerinin yalancı olduğu ortaya çıktı. Diğer taraftan Tevrat’ta yahudilere haram kılınan bir takım temiz yiyeceklerin, önceki toplumlara haram kılınmadığı, bilakis bunların, zulüm ve haksızlıkları sebebiyle sadece yahudilerin kendilerine haram kılındığı beyân edilmiştir. Nitekim Nisâ sûresi 160 ve En‘âm sûresi 146. âyetlerde yahudilere haram kılınan bu yiyeceklerin neler olduğu haber verilmektedir. Buna göre:
95. De ki: “Allah doğru söylemiştir. O halde temiz bir kalp ve dupduru bir tevhid inancı içinde İbrâhim’in dinine tâbi olun. O, asla müşriklerden olmamıştı.”
Bütün
temiz yiyeceklerin önceden İsrâiloğulları’na helâl olduğu, bunların, daha sonra
günahları, zulüm, haksızlık ve taşkınlıkları sebebiyle yahudilere haram
kılındığı hususunda şüphesiz Allah doğruyu söylemektedir. Dolayısıyla bu konuda
yahudilerin iddiaları kesinlikle yalandır.
O halde hanîf, yani temiz bir kalp ve dupduru bir tevhid inancı içinde İbrâhim’in
dinine tabi olmaktan başka çıkar yol yoktur. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in davet
ettiği din de bundan başka bir şey değildir. Zira bütün hak dinler temelde hep
aynı esasları ihtiva eder, birbirlerini destekler ve birbirinin devamı olarak
sürüp gider. Hepsi tevhid inancını emreder ve şirki kesinlikle yasaklar.
Allah’ın birliği, tek ilâh ve tek rab oluşu, helâl veya haram kılma yetkisinin
sadece Allah’a ait oluşu gibi esasları tekrar eder. Bu bakımdan Hz. İbrâhim
müşriklerden olmamıştı. Zaten şirki ortadan kaldırmak için gelen hiçbir
peygamberin müşrik olması mümkün değildir. O halde, kendilerinin dindar
olduğunu iddia eden fert ve toplumlar, durumlarını şirk açısından bir daha
iyice gözden geçirmeli, bir yanlışları varsa hemen düzeltmelidirler.
Resûlullah
(s.a.s.)’in getirdiği İslâm, tevhid dinidir. müslümanları tevhid inancı
etrafında birleştiren en mühim nişânelerden biri ise, şüphesiz Kâbe’dir. Şimdi,
her namaz kılışımızda yönümüzü kendisine, gönlümüzü ise kendisini bize kıble
yapan Allah’a bağladığımız diğer ismi Beytullah olan Kâbe hakkında şöyle
buyruluyor:
96. Yeryüzünde insanlar için yapılan ilk mâbed, bütün insanlık için bir bereket kaynağı, bir hidâyet rehberi ve bir yönelme merkezi olan Mekke’deki Kâbe’dir.
97. Orada apaçık deliller, alâmetler ve İbrâhim’in makâmı vardır. Oraya giren herkes emniyette olur. Bundan dolayı hacca gitmeye gücü yeten insanlara, Beytullâh’ı ziyâret etmek Allah’ın bir emridir. Kim Allah’ın emrini inkâr ederse, şunu bilsin ki, Allah’ın hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.
Burada
bahsedilen بَكَّةُ (Bekke)
isminden maksat, bildiğimiz Mekke’dir. Bir görüşe göre Mekke bütün şehrin,
Bekke ise üzerine Kâbe’nin inşa edildiği yerin ismidir. “Bekke” kelime olarak
“birbirini savuşturmak, defetmek”, “insanların birbirine girerek sıkışık bir
hal alması” veya “boynunu kırmak, unufak etmek” mânalarından gelmektedir.
İnsanlar tavafta birbirlerini sıkıştırarak izdihama sebebiyet verdikleri için
veya oraya düşmanlık niyetiyle girmek isteyenlerin ilâhî kahra uğrayıp
boyunları kırıldığı için bu bölgeye Bekke ismi verilmiştir.
Allah
Teâlâ’nın yeryüzünde insanların ibâdet etmeleri ve kıble olarak kendine
yönelmeleri için inşa ettirdiği ilk mâbed, Mekke’de bulunan Kâbe’dir. Bunun bir
ismi de “beyt” dir. Daha çok “Beytullâh: Allah’ın Evi” adıyla meşhur olmuştur.
Bir rivayete göre Kâbe Hz. Âdem’den önce melekler tarafından, bir rivayete göre
de Hz. Âdem tarafından yapılmıştır. Hz. İbrâhim de oğlu İsmâil’le birlikte Nûh
tufanında harap olan Kâbe’yi eski temelleri üzerine yeniden yapmıştır. (bk.
Bakara 2/127)
Tevhidin
simgesi olan Kâbe’nin bu âyetlerde en mühim hususiyetlerinden bazılarına işaret
edilmektedir:
Birincisi;
Kâbe çok mübârek, çok bereketli bir mescittir. “Bereket”in artmak, çoğalmak ve
devamlı olmak gibi mânaları vardır. Bu mânalar Kâbe için de geçerlidir. Zira
orada yapılan ibâdetler, başka mescitlerde veya yerlerde yapılan ibâdetlerden
kat kat daha fazla faziletlidir. (bk. Buhârî, Fazlu’s-salâti fî Mescid-i Mekke
1, 6) Hacca gelip orayı ziyaret edenlerin günahları bağışlanır. (Nesâî, Hac 4)
Kabul edilmiş bir haccın mükafatı ise ebedî cennettir. (Nesâî, Hac 3) En büyük
bereket, şüphesiz Allah’ın rahmet ve bağışlamasını elde edebilmektir. Yine Hz. İbrâhim’in
duası hürmetine yeryüzünün bütün meyve ve sebzeleri oraya ulaştırılır. Bu da
maddi olarak ayrı bir berekettir. Nitekim âyet-i kerîmede “Oysa tarafımızdan
bir rahmet olarak biz, onları her türlü ürünün getirilip toplandığı, güvenli,
dokunulmaz bir yer olan Mekke’ye yerleştirmedik mi?” (Kasas 28/57)
buyrulur. Diğer taraftan Kâbe’de namaz kılanlar, tavaf edenler ve ziyaret
edenler hiçbir zaman eksik olmaz. Dünyanın değişik yönlerinden günün her
saatinde, her anında oraya namaz için yönelenler de sayısızdır. Kâbe’nin bu
durumu binlerce senedir böyle devam edip gitmektedir. Bu da onun bereketli
oluşunun ayrı bir tezâhürüdür.
İkincisi;
bütün insanlık için bir hidâyet rehberi ve bir yönelme merkezidir; onların
Allah’a yönelmesine vesile olur. Zira yeryüzündeki bütün müslümanlar namaz
kılmak ve böylece Allah’ın rızâsını kazanmak için Kâbe’ye yönelmek
mecburiyetindedirler. İslâm’ın beş şartından biri olan hac, ancak burası
ziyaret edilerek yerine getirilmektedir. Diğer bir açıdan Kâbe, taşıdığı
hârikulâde özellikler itibariyle mutlak irade sahibi bir yaratıcının varlığına
ve Peygamberimiz’in doğruluğuna bir delildir. Bu yönüyle o, insanların iman
edip hidâyet bulmalarına vesile olmaktadır.[1]
Üçüncüsü;
orada apaçık deliller, alâmetler ve İbrâhim’in makamı vardır. “Apaçık
deliller”den maksat: Korkan kimsenin orada kendini emniyette hissetmesi;
cemrede o kadar taş atılmasına rağmen taşların yok olup gitmesi; zemzemin
binlerce yıldır eksilmeden devamlı çıkması; Hacer-i Esved, Safa, Merve ve Hatim
gibi büyük alâmetlerin bulunması; kuşların Kâbe’nin üzerinden uçmaması;
hastaların orada şifa bulması; ona saygısızlık edenin hemen cezalandırılması ve
orayı harap etmeye yeltenen Fil ordusunun helak edilmesi gibi hususlardır. (bk.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 131; Kurtubî, el-Câmi‘,
IV, 139) “Makam-ı İbrâhim” ise en meşhur şekliyle Kâbe’nin inşası yükselip,
yukarı doğru taş kaldırmak zorlaşınca Hz. İbrâhim’in üzerine basıp çıktığı ve
ayaklarının içine gömüldüğü taştır. Bugün o haliyle Kâbe’ye yakın bir mahalde
Mültezem’in karşısında muhafaza edilmektedir.
Dördüncüsü;
oraya giren emniyette olur. Bu yerden maksat, içerisinde Kâbe’nin de bulunduğu
Harem bölgesidir. Burada Allah’ın emriyle ilk günden itibaren her türlü can ve
mal emniyeti sağlanmış ve otların koparılması dâhil canlıların öldürülmesi yasaklanmıştır.
Allah Resûlü (s.a.s.), göklerin ve yerin yaratıldığı günden itibaren Mekke’nin
harem bölge olduğunu ve kıyamete kadar da böyle devam edeceğini haber
vermiştir. (Müslim, Hac 445-448)
İmam
Kuşeyrî der ki: “İbrâhim’in makamına giren emniyette olur. İbrâhim’in gerçek makamı
ise teslimiyettir. Kim bütün işlerini Allah’a teslim ederse, onun seçme hakkı
kalmaz ve böylece emniyete kavuşmuş olur. Emniyet korkunun zıddıdır. Korku,
arzu ettiğin şeyin istediğin biçimde gerçekleşmemesinden neş’et eder. Kul için
herhangi bir irade ve ihtiyar olmadığı takdirde, onun için bir korkunun olması
da mümkün değildir.” (Kuşeyrî, Letâifu’l-işârât, I, 161)
Âyette
yer alan “Bundan dolayı hacca gitmeye gücü yeten insanlara, Beytullâh’ı
ziyâret etmek Allah’ın bir emridir” (Âl-i İmrân 3/97) ifadesi, haccın müslümanlara
farz olduğunun Kur’an’dan delilidir. Hacca gitmek için sıhhatin elverişli
olması, gidip dönünceye kadar kendine ve geride bıraktığı ailesine yetecek
kadar maddi imkânlarının bulunması ve yol emniyetinin olması şartları vardır.
Bu şartları taşıyan kişi, ömründe bir defa hacca gitmek mecburiyetindedir. (bk.
Müslim, Hac 412) İmkânları yerinde olup da bunlara nankörlük ederek hacca
gitmeyen kimse, Allah’ın emrine uymadığından dolayı büyük bir günah işlemiş
olur. Böyle yapmakla Allah’a bir zarar veremez. Çünkü O, ganîdir; insanların ibâdetlerine
muhtaç değildir. (Hacla ilgili bk. Bakara 2/196-203)
Beytullâhı
ziyarete gidecek insanın diğer dinî vazifelerini hakkiyle yerine getirmesi, din
kardeşlerinin hukukunu gözetmesi ve üzerine düşen toplumsal görevleri de ihmal
etmemesi lazımdır. Nitekim hacca nasıl bir niyetle gidilmesi ve bu yüce ibâdetin
nasıl bir ruhâniyet içinde edâ edilmesi gerektiğiyle ilgili şu kıssa pek
ibretlidir:
Tabiînden
âlim, fâzıl, muhaddis ve sûfî bir zât olan Abdullah b. Mübârek, haccı îfâ
ettikten sonra Mekke’de Harem’de yakaza hâlinde iken gökten iki meleğin
indiğini görür. Meleklerden biri diğerine:
“–Bu
sene 600 bin kişi haccetti. Hepsinin haccı, Şam’da Ali b. Muvaffak ismindeki
bir ayakkabı tamircisinin yaptığı amelin hürmetine makbul oldu. Bu kişi hacca
gitmeğe niyet etti, lâkin gidemedi. Onun yaptığı bir amel hürmetine bu kadar
hüccâcın haccı kabul edildi” der.
Yakaza
hâli geçince Abdullah b. Mübârek, merak ve hayret içinde kaldı. Bir kervan ile
Şam’a gitti. O zâtı bulup sordu:
“–Sen
hacca gitmediğin hâlde ne amel işledin?”
Ali
b. Muvaffak, Abdullah b. Mübârek gibi meşhur bir zâtı karşısında görünce önce
çok şaşırdı. Heyecanından kendinden geçti. Kendisine geldiğinde şöyle anlattı:
“–Otuz
senedir hacca gitmeyi arzu eder dururdum. Eskicilikten 300 dirhem para
biriktirdim. Hac yolculuğuna niyet ettim. Hâmile olan hanımım:
«–Komşudan
et kokusu geliyor; gidip benim için bir parça et ister misin?» dedi. Komşuma
gittim. Durumu anlattım. Komşum ağladı:
«–Yedi
gün oldu ki, çocuklarım açtır. Yolda ölü bir hayvan buldum. Ondan bir parça
kestim. Şimdi onu kaynatıp onları avutuyorum. Helâl bir gıdâ bulamazsam,
mecbûren onu yedireceğim. İsterseniz vereyim, fakat bu kaynayan et, ölümle
burun buruna geldikleri için bu çocuklara helâl, size ise haramdır» dedi.
Bunu
duyunca, sanki içimden bir parça koptu. Binbir zorlukla biriktirdiğim bu 300
dirhemi ona verdim ve; «Yâ Rabbî, hac niyetimi kabul et!..» diye Rabbime ilticâ
ettim.” dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Mübârek:
“–Rabbim
bana rüyâda doğruyu bildirmiş!” dedi.
Böyle
bir gönülle niyet edilen, hazırlık yapılan ve ifa edilen haclar şüphesiz ki
daha çok ruhaniyet, feyiz ve bereketlerle dopdolu olacaktır. Yine de aslolan,
manevî durumumuz ne olursa olsun imkan bulanların zâhiren de olsa hacca
gitmeleri istenmektedir.
Şimdi
ise söz tekrar Yüce Rabbimizin maddi ve mânevî nimetlerine nankörlükte bulunan
ve Allah’ın âyetlerini bile bile inkâr eden Ehl-i kitaba yönlendirilerek şöyle
buyruluyor:
[1] Nisan
2011 tarihinde Râbitatu’l-Âlemi’l-İslâmî tarafından İstanbul’da
gerçekleştirilen Uluslararası Kur’an ve Modern İlimler sempozyumuna katılan,
pek çok ülkede tebliğ faaliyetlerinin organizesiyle meşgul olmuş Kuveytli bir
alim, sırf televizyonlardan veya kartpostallardan Beytullah’ı görerek, orada
kılınan namazları, yapılan tavafları seyrederek ve okunan Kur’an’ı dinleyerek
Müslüman olan yüzlerce insanla karşılaştığını söylemişti. Bu durum, bahsi geçen
âyetin mucizeliğini gösteren çok önemli bir tespittir.
98. De ki: “Ey Ehl-i kitap! Allah’ın âyetlerini ne diye gizleyip inkâr ediyorsunuz? Halbuki Allah, bütün yaptıklarınızı açıkça görüp durmaktadır.”
99. De ki: “Ey Ehl-i kitap! Allah yolunun doğru olduğunu bile bile, onu eğri göstermeye yeltenerek, mü’minleri ondan niçin çeviriyorsunuz? Oysa Allah, yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.
Ehl-i
kitap, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gerçek peygamber olduğunu haber veren Tevrat ve
İncil âyetlerini inkâr ettikleri gibi, diğer insanlarla beraber kendilerini de
irşad etmek üzere gelen Kur’an âyetlerini de inkâr ediyorlardı. Yine onlar
gerçeği bile bile, zayıf müslümanların kalplerine şüphe düşürerek onları
Allah’ın yolundan vazgeçirmeye çalışıyorlardı. “Hz. Mûsâ’nın şeriati
neshedilmemiştir” diyerek ve Peygamberimiz’in sıfatlarını değişik göstererek
Allah’ın müstakîm yolunu eğriltme ve tahrif etme gayreti içine giriyorlardı. Bu
âyet-i kerîmeler, “Allah’ın her şeyi gördüğünü, bildiğini ve her şeyden en ince
bir biçimde haberdar olduğunu” tekraren vurgulayarak onları bu yanlış yoldan
vazgeçmeye çağırmaktadır.
Gelen
âyetler ise müslümanları, Ehl-i kitabın bu tarz hile ve tuzaklarına karşı
uyanık olmaya davet eder:
100. Ey iman edenler! Ehl-i kitaptan bir gruba uyacak olursanız, onlar sizi, imanınızdan vazgeçirip yeniden küfre döndürürler.
101. Allah’ın âyetleri size okunup dururken, üstelik O’nun Rasûlü de aranızda bulunurken, siz nasıl olur da tekrar inkâra dönersiniz? Şunu bilin ki, Allah’ın dinine sımsıkı sarılan kimse, kesinlikle doğru yola ulaştırılır.
Bu
âyetlerin iniş sebebiyle alakalı şöyle bir olay anlatılır: Medine’de bulunan
Evs ve Hazrec kabileleri, İslâm gelmeden önce birbiriyle savaş halinde idiler.
Buâs adı verilen bu savaşlarda her iki taraftan çok sayıda insan ölmüş, son
olarak da Evs kabilesi Hazrec kabilesine üstün gelmişti. müslüman olduktan
sonra ise İslâm’ın bereketiyle eski düşmanlıklarından vazgeçmişler ve kardeş
olmuşlardı. Birlik ve beraberlik içinde düşmanlarına karşı tek yumruk haline
gelmişlerdi. Bir gün yahudi ileri gelenlerinden Şâs b. Kays, Evs ve Hazrec’e
mensup bir grubun ülfet ve muhabbetle sohbet ettiklerini gördü. Bu manzara
karşısında içi kin ve öfkeyle doldu. Derhal yanında bulunan genç bir yahudiye,
onların yanlarına varıp, Buâs gününü, daha önce vuku bulmuş savaş ve ayrılık
günlerini hatırlatmasını söyledi. Genç, kendine verilen vazifeyi başarıyla
yerine getirdi. Karşılıklı okunan şiirler ve yapılan konuşmalar neticesinde
hatıralar canlandı, tartışmalar ilerledi. Karşılıklı sövüşmeler ve kavga
başladı. Nihayetinde Evsliler ve Hazrecliler toplanıp Medine dışında taşlık bir
yere çıkarak karşılıklı savaş vaziyeti aldılar. Durumu öğrenen Allah Resûlü (s.a.s.)
hemen oraya gelerek: “Ey müslümanlar! Allah aşkına sakin olun. Bu ne
câhiliyet davası! Ben aranızdayken, Allah sizi İslâm’a ulaştırmış, size İslâm’la
ikramda bulunmuşken, sizi câhiliye kötülüklerinden uzaklaştırıp küfürden
kurtarmış ve aranıza bir ülfet vermişken halâ câhiliyet davası güdüp eskiden
olduğu gibi yeniden küfre mi döneceksiniz?” buyurdu. Böylece ortalık sakinleşerek
yahudilerin tutuşturduğu fitne ateşi söndü. Bunun üzerine bu âyetler nâzil
oldu. (bk. Taberî, IV, 32-33; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII,
139)
Dolayısıyla
burada mü’minler, kendilerine hidâyet rehberi olarak lütfedilen Kur’ân-ı Kerîm’in
ve yine önlerinde en büyük örnek şahsiyet olan Peygamberimiz (s.a.s.)’in
kıymetini bilerek, Ehl-i kitabın tuzaklarına düşmemeleri ve doğru yola
erişebilmek için Allah’ın dinine sımsıkı sarılmaları hususunda ciddi bir
şekilde ikaz edilmektedirler:
102. Ey iman edenler! Kudret ve yüceliğine yaraşır bir biçimde Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun ve ancak O’na gönülden boyun eğmiş müslümanlar olarak can verin.
Takvâ,
kişinin günahlardan sakınıp sâlih ameller işleyerek kendini Allah’ın azabından
koruması demektir. Âyette emredildiği gibi gerçek mânada takvâ ise, “Allah’a
mutlak mânada itaat edip, bir an bile olsa isyan etmemeyi; O’na daima şükredip
asla nankörlük etmemeyi ve O’nu daima zikredip hiç unutmamayı” ifade eder. Yine
bunda “Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öyle cihad etmek, Allah
yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmamak, kendinin ve çocuklarının
aleyhinde bile olsa adâletli davranmak” mânası da vardır. (Kurtubî, el-Câmi‘,
IV, 157-158) Şüphesiz anlatılan bu hususları her insan, ancak gücünün yettiği
ölçüde yapabilecektir. Nitekim bu âyet-i kerîme nâzil olunca Ashâb-ı kirâm, buradaki
emrin ağırlığını hissederek: “Buna kim güç yetirebilir?” diye sordular. Bunun
üzerine Yüce Allah, “Gücünüz yettiği kadar Allah’a karşı gelmekten sakının”
(Teğâbün 64/16) âyetini indirerek bu hususa açıklık getirdi.
Âyetteki
“ancak O’na gönülden boyun eğmiş müslümanlar olarak can verin” (Âl-i
İmrân 3/102) ifadesi, hangi halde öleceği kulun elinde olmadığı için, bütün
gücüyle İslâm’ın emrettiği şekilde yaşamayı ve bunda sebât etmeyi
emretmektedir. Allah’tan hakkiyle korkan ve İslâm üzere bir hayat süren
kişilerin de, kesin bir garanti bulunmamakla birlikte, müslüman olarak ölme
ihtimalleri elbette yüksektir.
En
mühim takvâ ölçüsü, insanlığın kurtuluşu için maneviyat göklerinden yeryüzüne
sarkıtılmış Kur’an ipine sarılmaktır:
103. Ey mü’minler! Hepiniz birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin. Allah’ın size olan şu nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmandınız; derken Allah kalplerinizi kaynaştırdı da O’nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Ateşten bir çukurun tam kenarında idiniz, fakat Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Doğru yolu bulasınız diye, Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor.
“Allah’ın ipi”nden maksat, “Allah’a yaklaşmaya
vesile olabilecek her türlü vasıta”dır. Bunun da başında şüphesiz “Kur’an ve İslâm”
gelmektedir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.):
“Kur’an, Allah’ın gökyüzünden yeryüzüne sarkıtılmış ipidir.” (Tirmizî,
Menâkıb 31; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 14, 17)
“Fitnelerden kurtuluş yolunu gösteren elbette Allah’ın Kitabı’dır.
Onda sizden öncekilerin kıssası, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki
meselelerin hükmü vardır... O, Allah’ın sağlam ipidir” (Tirmizî,
Fezâilu’l-Kur’an 14) açıklamalarıyla Kur’ân-ı Kerîm’i “Allah’ın ipi” olarak söz
eder.
Dolayısıyla âyet, hep birlikte Allah’ın,
insanlığın kurtuluşu için gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm’e ve onun üzerine binâ
edilen İslâm nizamına bütün gücümüzle
sımsıkı sarılmamızı; itikat, ibâdet, ahlâk ve muamelâtla ilgili tüm emir ve
yasaklarını dikkate alarak yaşamamızı; onun etrafında birbiriyle kenetlenmiş
sağlam bir İslâm toplumu oluşturarak asla ayrılığa düşmememizi emretmektedir. İslâm
dini tevhid anlayışı üzere kurulmuştur. İslâm, inanç bakımından herkesi
Allah’ın birliği düşüncesi etrafında toplamayı hedeflediği gibi, cemaatle
namaz, Cuma ve bayram namazları ve hac gibi ibâdetlerle amel yönünden de birlik
ve beraberliği gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Zira fiillerdeki birlik,
kalplerin birliğine sebep olmaktadır. Allah’tan hakkiyle korkmak, İslâm’a uygun
yaşamak ve müslüman olarak ölebilmek için böyle bir İslâm toplumuna ihtiyaç
vardır. Ayrıca dünya hayatında fert ve toplum olarak ayakta durabilmek,
düşmanların maddi ve mânevî baskılarına dayanabilmek ve İslâm toplumu olarak bizden
beklenen sorumluluğu yerine getirebilmek için de böyle bir beraberlik
zaruridir. Çünkü birlik ve beraberliği zayi olmuş toplumların, kısa zamanda
dağıldıkları ve her şeylerini kaybettikleri tarihî bir gerçektir. Mehmet Akif
bu gerçeğe şöyle işaret eder:
“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.”
Esasen,
Allah’ın insanlara olan nimetleri hem dünyevî hem de uhrevîdir. Daha önce
birbirine düşman olan kişi, kabile ve toplumların İslâm nimeti ve imanın birleştirici
vasfı sayesinde kalpleri birbirine ısınarak kardeş olmaları dünyevi bir
nimettir. Nitekim Medine’de bulunan ve aynı soydan gelen Evs ve Hazreç
kabileleri, İslâm gelmeden önce
aralarına sokulan düşmanlık sebebiyle birbiriyle savaş halinde idiler. Hatta bu
savaş bir asırdan fazla sürmüştür. Fakat İslâm’ın gelmesiyle düşmanlıklar son
bulup, birbirine merhamet eden ve birbiri hakkın da iyi düşünen kardeşler
haline gelmişlerdir. Bunun örnekleri, tarih boyunca çokça yaşanmıştır. “Ateşten
bir çukurun kenarından kurtulmak” ise “cehenneme düşmeye sebep olan küfürden
kurtulmak” mânasında olduğu için uhrevi bir nimettir. Burada cehennem, içinde
ateşin bulunduğu çukura, küfürleri sebebiyle insanların cehenneme müstehak
olmaları da, ateş çukurunun kenarına gelmelerine benzetilmiştir. Eğer onlar,
küfür üzere ölselerdi mutlaka cehenneme düşeceklerdi. Fakat tam o çukura düşmek
üzereyken İslâm sayesinde Allah onları hidâyete erdirmiş ve cehennemden
kurtarmıştır. Bunlar, hidâyete ermek isteyen fert ve toplumlar için birer örnek
ve ibrettir.
Ancak
insanların irşadı ve hidâyeti kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. Bu vazîfeyi
yerine getirecek ehliyetli ve salâhiyetli mürşitlere; İslâm’ı hem ilimleriyle
hem irfanlarıyla hem de ahlâkın zirvesindeki temsil kabiliyetleriyle tebliğ
edecek, yürekleri aşk, vecd, ihlas ve samimiyet dolu seçkin davetçilere ihtiyaç
vardır. Bu sebeple buyruluyor ki:
104. Ey mü’minler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan seçkin bir topluluk bulunsun. İşte onlar, doğru ve kalıcı yatırım yapıp kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
Hayra
davet, iyiliği emredip kötülüğü yasaklama bütün müslümanlara farz-ı kifâyedir.
Bu vazife yerine getirilmeyince hiçbir müslüman mesuliyetten kurtulamaz. Hitap
bütün mü’minlere olduğu için onların vazifesi, içlerinden bu sorumluluğu yerine
getirecek belli, özel bir topluluk yetiştirmek, onlara yardım ve ittiba etmek
suretiyle bu görevi yerine getirtmektir. Böyle bir grup teşkil edilip
görevlendirildikten sonra tebliğ vazifesi bizzat onlar üzerine farz-ı ayın
olur. Fakat bunlar görevlerini yerine getirmezlerse, sorumluluk önce bunlara,
ikinci olarak da tekrar müslümanların hepsine düşer.
Ayette
geçen اَلْخَيْرُ (hayır) kelimesi,
“dine ve dünyaya ait her türlü iyi, güzel ve faydalı olan şeyler” mânasına
gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de umumiyetle bu kelime; Allah’ın rızâsına uygun düşen,
fert, aile ve toplumun faydasına olan, âhirette sevap kazandıran tutum ve
davranışlar, fert ve toplum menfaatine olan servet, mülk, müessese ve düzenlemeler
anlamında kullanılmıştır. Bunların zıddı olan şeylerden de “şer” olarak
bahsedilir. Burada zikredilen “hayır”dan maksat, öncelikle tevhid ve
İslâm’dır. İyiliği emretmek ve kötülüğü
yasaklamak da bunun mühim bir kısmını teşkil eder. Bu bakımdan emredilmesi
istenen “ma‘rûf”, İslâm’ın getirdiği, uygun gördüğü ve onayladığı her türlü
iyiliktir. “Münker” de İslâm’ın yasakladığı ve onaylamadığı her türlü
kötülüktür. Şunu belirtmek gerekir ki iyiliği ve kötülüğü Allah’ın sapasağlam
ipi olan İslâm’dan başka ölçüyle ölçmeye kalkmak, nefse ait arzulara uymaktır
ki, bu, bir sonraki âyette yasaklanan anlaşmazlık ve uyuşmazlığı hortlakmaktan
başka bir şey değildir.
Hayra
davet, iyiliği emir ve kötülüğü yasaklamak hususunda Allah Resûlü (s.a.s.)’in
çok önemli ikazları vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
“Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar ve
zalimin iki elini tutup onu doğruyu kabule zorlarsınız ya da bunu yapamadığınız
takdirde Allah, sizin iyilerinizin kalplerini de kötülerinkine benzetir ve
daha önce İsrâiloğulları’na ettiği gibi size de lânet eder.” (Ebû Dâvûd,
Melâhim 17)
“Sizden bir kötülük gören kişi onu eliyle önlesin. Buna gücü
yetmeyen diliyle karşı çıksın. Bunu da yapamayan o kötülüğe kalbiyle buğzetsin.
Sonuncusu, imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten
11)
Allah Resûlü (s.a.s.), iyiliği emir ve
kötülüğü yasaklama işinin toplumun ihyâsı ve devamı açısından ne kadar hayatî
olduğunu bir misalle şöyle açıklar:
“Allah’ın çizdiği sınırları
aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek
üzere kur’a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına,
bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde
üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar:
«–Hissemize düşen yerden bir delik
açsak, üst katımızda oturanlara eziyet vermemiş oluruz» dediler.
Şayet üstte oturanlar, bu
isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa, hepsi
birlikte batar helâk olurlar. Eğer ellerinden tutarak bunu önlerlerse, hem
kendileri kurtulur, hem de diğerleri kurtulmuş olur.” (Buhârî, Şirket 6; Tirmizî, Fiten 12)
İslâm
toplumu adına hayra davet, iyiliği emredip kötülüğü yasaklama vazifesini ifâ
edecek kişilerin belli başlı hususiyetlere sahip olmaları lâzımdır. Bunları
şöylece hülâsa edebiliriz:
›
İman, istikâmet ve takvâ bakımından yeterli ve üstün bir seviyede
olmaları,
›
İyiyi kötüden, hayrı şerden ayırabilecek derecede ilim, irfan ve
tecrübe sahibi olmaları,
›
Beşerî münasebetleri güzel bir şekilde yürütebilecek derecede
ahlâk-ı hamîde ve hüsn-i muâşeret sahibi olmaları,
›
Bu işi yapabilecek dirâyet, güç ve kudret sahibi olmaları gerekir.
İslâm
tam olarak öğrenilip, öğretilip yaşanmadığı takdirde toplumda düzenin yerini
terör, birliğin yerini tefrika alır ki gelen âyet bu hususta ciddi bir uyarıda
bulunmaktadır:
105. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra anlaşmazlığa düşüp, birbiriyle çekişen kimseler gibi olmayın. Onlar için büyük bir azap vardır.
Önceki
ümmetler, bunlar içinde de özellikle yahudi ve hıristiyanlar, kendilerine gelen
ilâhî kitaplar, peygamberler ve onların getirdikleri açık deliller ve mûcizelere
rağmen, çeşitli sebeplerle parçalanmış ve pek çok konuda anlaşmazlığa
düşmüşlerdi. Aralarında derin düşmanlıklar oluşmuş, birlik ve beraberlikleri
dağılmıştı. Bu sebeple Allah Teâlâ, yeryüzünde her türlü iyiliğin temsilcileri
olmalarını istediği Ümmet-i Muhammed’i böyle kötü bir duruma düşmekten
sakındırmaktadır. Onlara, iyilikleri emredip kötülükleri yasaklayarak İslâm’ın
hâkim olmasını sağlamada başarılı olabilmeleri için, güçlü olmaları
gerektiğini; bunu temin etmek için de İslâm’ın bağlıları arasında son derece
kuvvetli bir ülfet ve muhabbetin olması lazım geldiğini hatırlatmaktadır. Buna
şiddetle yönlendirmek için de, bölünüp parçalananlara, bu halleri sebebiyle
dünya ve âhirette büyük bir azabın isabet edeceği uyarısını yapmaktadır.
Bu
büyük azaptan bir misal takdim etmek üzere şöyle buyruluyor:
106. O kıyâmet gününde bir kısım yüzler pırıl pırıl parlayacak; bir kısım yüzler de kederden simsiyah kesilecektir. Yüzleri simsiyah olanlara: “İmanınızdan sonra tekrar küfre sapmıştınız, değil mi? O halde küfür üzere yürüyüp durmanız sebebiyle tadın bakalım bu azabı!” denilecek.
107. Yüzleri pırıl pırıl olanlara gelince, onlar hep Allah’ın rahmetinin tecelli ettiği cennette olacak ve orada ebedî kalacaklardır.
Kıyâmet
günü bir kısım yüzler parıldayacak, bir kısım yüzler ise kararacaktır. Şüphesiz
ki parıldayan yüzler mü’minlerinki, kararan yüzler ise kâfirlerinki olacaktır.
Bu husus diğer âyet-i kerîmelerde şöyle beyân edilir:
“Yüzler var, o gün mutluluktan ışıl ışıl parlayacak. Sonsuz bir
huzur ve saadet içinde Rablerinin cemâline bakacak. Yüzler de var, o gün
asılacak, buruşacak. Çünkü kendisine, bel kemiklerini kıracak belâlı ve korkunç
bir şeyin yapılacağını anlayacak.” (Kıyâmet 75/22-25)
“Yüzler vardır o gün pırıl
pırıldır. Güleçtir, sevinçlidir. Kimi yüzler de o gün toza toprağa bulanmıştır.
Onları karanlık bürümüştür. Onlar Allah’ın sınırlarını aşıp günaha dadanmış
kâfirlerdir.” (Abese 80/38-42)
Yüzlerdeki
parıldama, yaptıkları iyi işler ve buna mukabil gördükleri mükâfat sebebiyle
ferah, mutluluk ve surûrdan; kararma ise tam aksine işledikleri günahlar ve
buna karşılık buldukları azap sebebiyle bedbahtlık, gam ve kederden mecaz
olabileceği gibi, gerçek mânada yüzlerin parıldaması ve kararması anlamında
olması da mümkündür. Çünkü burada bu ifadelerin gerçek mânalarında
kullanılmasına bir mâni yoktur.
Netice
itibariyle, dünya hayatında İslâm’ın emir ve yasakları istikâmetinde mü’mince
ve müslümanca bir ömür sürenlerin âhirette yüzleri ak ve parlak olacaktır.
Onlar, iman etmelerinin ve sâlih ameller işlemelerinin bir mükâfâtı olarak
Allah’ın sonsuz rahmetine erecek, cennetine girecek ve orada ebedî
kalacaklardır. Bu durum, onların hem kalplerine hem de yüzlerine fevkalâde
büyük bir surûr, neş’e ve sevinç bahşedecektir. Nitekim âyet-i kerîmelerde: “İyilik,
ihlas ve fazilet sahibi kimseler, ebedî cennet nimetleri içindedirler.
Koltuklar üzerine oturmuş, sevinçle etrafı seyrederler. Öyle ki, onları saran
nimetlerin sevinç ve parıltısını yüzlerinden okursun” (Mutaffifîn 83/22-24)
buyrularak onların bu güzel halleri haber verilir. Bu talihli kulların aksine
dünyada Allah ve Rasûlü’ne sırt çevirenler, iman ve sâlih amele yanaşmayanlar
veya bir vesileyle inandıktan sonra tekrar inkâra saplananların âhirette
yüzleri kararacak ve “İmanınızdan sonra tekrar küfre sapmıştınız, değil mi?
O halde küfür üzere yürüyüp durmanız sebebiyle tadın bakalım bu azabı!” (Âl-i
İmrân 3/106) şeklindeki ilâhî tehdide muhatap olarak cehenneme atılacaklardır. Çare,
şimdiden Allah’ın âyetlerini can kulağıyla dinleyip onların mâna ve
muhtevalarına teslimiyet göstermektir:
108. İşte bunlar Allah’ın âyetleridir ki, Rasûlüm, onları sana dosdoğru olarak okuyoruz. Allah, hiç kimseye zulmetmek istemez.
109. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Bütün işler neticede Allah’a dönmekte; O neye hükmederse öyle olmaktadır.
Allah’tan,
O’nun azamet ve yüceliğine yaraşır bir şekilde korkup, istikâmet üzere bir
hayat yaşamayı, Allah’ın sapasağlam ipi olan Kur’an’a sımsıkı sarılmayı,
bölünüp parçalanmamayı emreden ve bu ilâhî emirlere uygun yaşayan mü’minlerle
bunları hiç dikkate almayan kâfirlerin akıbetini haber veren bu âyetler,
şüphesiz Allah Teâlâ’nın Cebrâil (a.s.) vasıtasıyla Peygamber Efendimiz’e
okuduğu yanlış ihtimâli olmayan dosdoğru âyetleridir. Allah, bu âyetleri,
merhametinin bir tecellisi olarak kullarını doğru yola irşad için indirmiştir.
Çünkü O, hiçbir yaratığına, hiç kimseye en küçük bir zulüm yapmayı veya
yapılmasını asla istemez. Dolayısıyla bir kısım kulların karşılaşacağı acı
sonuçlar Allah’ın bir zulmü değil, kendi yaptıkları kötülüklerin bir karşılığı
olacaktır. Göklerde ve yerde olan her şey Allah’a aittir. Onlarda tek başına
hükmeden ve istediği gibi tasarruf yapan O’dur. Olan biten bütün işler
nihâyetinde Allah’a dönmekte; O nasıl hükmederse işin sonucu o şekilde
gerçekleşmektedir. Bu bakımdan herkes Allah’ın huzurunda toplanacak, hesaba
çekilecek ve hak ettiği karşılığını bulacaktır.
İnsanların
hayra yönlendirilmesi ve âhirette de hayırlı neticeler elde edebilmeleri için
onlara iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu açık bir şekilde öğretecek ve
gösterecek örnek bir topluluğa ihtiyaç vardır. Gelen âyet bu hususu ele
almaktadır:
110. Ey mü’minler! Siz, insanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz usûlünce iyilikleri ve güzellikleri emredip yayar; kötülük ve çirkinlikleri yasaklayıp önüne geçmeye çalışırsınız. Bunu da zâten Allah’a inandığınızdan dolayı, onun bir gereği olarak yaparsınız. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbette kendileri için hayırlı olurdu. Gerçi içlerinde inananlar da var, fakat onların çoğu dinden çıkmış fâsıklardır.
Hz.
Muhammed (s.a.s.)’in ümmeti, bütün insanlığa örnek olarak ve onları iyiliğe
sevketmek için çıkarılmış en hayırlı ümmettir. Yüce Rabbimiz, Levh-i Mahfuz’da
bunu böylece takdir buyurduğunu haber vermektedir. Fakat bu “hayırlı ümmet
olma” durumu, âyet-i kerîmede bir kısım şartlara bağlanmıştır. Bu şartlar;
başta Allah’a olmak üzere inanılması gereken her şeye şüphesiz inanmak, o
imanın gereği olarak İslâm’a uygun örnek bir hayat sürmek, bununla birlikte
temsil ettikleri İslâm’ın bir şiarı olarak iyilikleri emretmek ve kötülükleri
yasaklamaktır. Bu şartlar yerine getirildiği nispette “hayırlı ümmet olma”
durumu gerçekleşir. Bu şartlardaki aşınma ve azalma nispetinde de bu durum
zafiyete uğrar. O halde netice itibariyle karşımıza “siz bu şartları yerine
getirip bu güzel halinizi koruduğunuz müddetçe en hayırlı ümmetsiniz. Fakat bu
halinizi değiştirdiğiniz takdirde bu özelliğinizi elinizden kaçırırsınız” mesajı
çıkmaktadır. Nitekim bizden önceki Ehl-i kitabın hâli bu konuda ibretli bir
misal olarak ortada durmaktadır. Bir zamanlar, Allah’ın dinini yaşama ve tebliğ
vazifesi onlara verilmiş, fakat onlar bu kudsî nimetin şükrünü hakkiyle ifâ
edemediklerinden ellerinden alınmıştı. Eğer onlar, iman edip istikâmet üzere
yaşasalardı şüphesiz onlar için çok hayırlı olacaktı. Peygamberimiz (s.a.s.)’e
ve Kur’an’a inansalardı bu şerefli halleri devam edecek ve iki kat mükafat
alacaklardı. Fakat pek çoğu imanı reddedip dinden çıkarak fâsıklar gurûhundan
olmuşlardır. Dolayısıyla burada bizlere hem bir müjde hem de kuvvetli bir ikaz
bulunmaktadır.
Ey
mü’minler, unutmayın ki:
111. Onlar size, dilleriyle incitmekten başka bir zarar veremezler. Sizinle savaşacak olsalar, arkalarını dönüp kaçarlar; sonra kendilerine yardım edecek kimse de bulunmaz.
Âyet-i
kerîmede hem Ehl-i kitaptan inananlara, hem de bütün müslümanlara bir emniyet
telkini yapılmaktadır. Kâfirliği ve fasıklığı tercih eden Ehl-i kitabın
mü’minlere, bir kısım can sıkıcı, rahatsızlık verici eziyetlerden, kınama ve
tehditlerden başka ciddi mânada bir zarar veremeyecekleri; bir savaş durumu
olduğunda da dönüp kaçacakları haber verilmektedir. Böylece müslümanlara büyük
bir teselli, cesaret ve moral aşılanmaktadır. Nitekim müslümanlar, bahsedilen
üstün vasıfları taşıdıkları devirlerde Ehl-i kitaptan kendileriyle savaşanlara
karşı başarılı olmuşlar, asırlarca dünyaya adâlet, barış ve hürriyet
getirmişlerdir.
Ehl-i
kitabın durumuna gelince:
112. Nerede bulunursa bulunsunlar, onların üzerine zillet damgası vurulmuş, böylece Allah’ın gazabına uğramışlar ve meskenet altında ezilmeye mahkum olmuşlardır. Kendilerini bu zillet ve meskenetten ancak Allah’ın ipine sarılmak ve müslümanların himayesi altına girmek kurtarabilir. Bu zillete düşmelerinin sebebi, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleridir. Bunun sebebi, isyan etmeleri ve haddi aşmalarıdır.
Âyette haber verilen “Allah’ın ahdi”nden
maksat, O’nun Ehl-i kitap için takdir buyurduğu “emân”dır. Bu da, onların
alçalmış bir halde cizye vermeleri ve bu şekilde kendilerini tehlikelere karşı
emniyete almalarıdır. “İnsanların ahdi”nden maksat ise devlet başkanının
içtihad ve inisiyatifine havâle edilmiş olan emândır. Devlet başkanı, kendi
içtihadına göre bazan hiçbir karşılık almadan, bazan de az ya da çok bir bedel
alarak onlara emân verebilir. Onlara sağlanan teminâtın sınırlarını
genişletebilir veya daraltabilir. Ancak bu iki durumda onların zillet ve
meskenetten belli bir oranda kurtulmaları mümkündür. Bunun haricinde Ehl-i kitap,
özellikle de yahudiler, bulundukları her yerde zillete ve meskenete düşmüşler,
Allah’ın gazabına uğramışlardır. Bunun sebebi; Allah’ın âyetlerini inkâr
etmeleri, peygamberleri öldürmeleri, isyankârlık yapmaları ve haddi
aşmalarıdır. Öncekiler için geçerli olan bu durum, onların yaptıklarını tasvip
edip onaylayan ve aynı yolda yürüyen sonrakiler için de geçerli olmuştur.
Fakat
onlardan hidâyete erip İslâm’a girenlerin hâli böyle değildir:
113. Bununla birlikte Ehl-i kitabın hepsi aynı değildir. İçlerinde iman edip doğruluktan şaşmayan istikâmet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde kıyamda durur, Allah’ın âyetlerini okuyarak secdelere kapanırlar.
114. Onlar Allah’a ve âhiret gününe inanır, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındırır ve hayır işlerde birbirleriyle yarışırlar. İşte bunlar, sâlih kullardandır.
115. Onların yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız kalmayacaktır. Allah, içleri kendine karşı saygıyla dopdolu olup itaatsizlikten kaçınanları çok iyi bilir.
110.
âyette Ehl-i kitaptan bir kısmının “mü’min”, çoğunun ise dinden çıkmış “fâsık”
olduğu haber verilmiş, 112-113. âyetlerde de onlardan “fâsık” olanların hazin
durumları açıklanmıştı. Bu âyetlerde ise onlardan “mü’min” olanların güzel
hâlleri beyân edilmektedir. Burada geçen اُمَّةٌ
قَاۤئِمَةٌ (ümmetün kâimetün)
ifadesi, “kâim” kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’deki diğer kullanılışları da dikkate
alındığında “Allah’ın dinine sımsıkı sarılan ve bıkmadan buna devam eden,
doğru, adil ve müstakîm, namazda kıyamda duran” gibi mânalar ihtiva etmektedir.
İşte Ehl-i kitaptan böyle bir grup vardır ki, bunlar Peygamberimiz’e ve
Kur’an’a inananlardır. Bunlar gecelerini kıyamda durup Allah’ın âyetlerini, Kur’ân-ı
Kerîm’i okuyarak ve secdelere kapanarak ihya ederler. Allah’a ve âhirete
inanır, iyiliği emredip kötülüğü yasaklar ve hayırlı işlerde birbirleriyle
yarışırlar. Bu güzel vasıflarıyla onlar, Allah’ın kendilerinden râzı olduğu
sâlih kimselerden olabilme başarısını göstermişlerdir. Cenâb-ı Hak, onların
yaptıkları her türlü iyiliğe bol bol mükafat verecek ve yaptıkları hiçbir hayır
karşılıksız kalmayacaktır. Çünkü Cenâb-ı Hak, içileri Allah korkusu ve Allah
saygısı ile dopdolu olup, bu derin duygularla kendisine karşı gelmekten sakınan
müttakî kullarını çok iyi bilmekte, onların bütün yaptıklarını görmekte ve amel
defterlerine yazmaktadır. Üstelik Allah, yapılan iyiliklere vâdettiği
mükâfatları verebilecek yüce bir kudrete ve sonsuz bir zenginliğe de sahiptir.
Âyetlerin
ifade ettiği mânalar, bu vasıfları taşıyan herkese şâmil olmakla birlikte iniş
sebebiyle ilgili şu rivayetleri zikretmek faydalı olacaktır:
› Medine’de yahudilerden
Abdullah b. Selâm, Sa‘lebe b. Sa‘ye, Useyd b. Sa‘ye, Esed b. Ubeyd gibi
kimseler müslüman olunca yahudi hahamları: “Muhammed’e ancak bizim kötülerimiz
iman ettiler. Eğer onlar bizim hayırlılarımızdan olsalardı atalarının dinini
terkedip başka bir dine gitmezlerdi” dediler. Sonra da onlara hitaben:
“Dininizi başka bir dinle değiştirmekle ihanet ettiniz, kâfir olup hüsrâna
uğradınız” demeleri üzerine bu âyet-i kerîmeler indirildi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 122).
› Hz. İsa’nın
dini üzere iken Hz. Muhammed (s.a.s.)’i tasdik eden kırk Necranlı, otuz iki
Habeşli ve üç de Rum hakkında nâzil olmuştur. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
VIII, 164)
Ehl-i
kitabın önce inkâr edenlerinin sonra da iman edenlerinin halleri izah
edildikten sonra şimdi söz genel olarak bütün kâfirlere yönlendirilerek onların
ebedî hüsranları ve feci akıbetleri gözle önüne serilmektedir:
116. Şüphesiz ki inkâr edenleri, ne malları ne de çocukları, Allah’ın azabından hiçbir şekilde kurtaramayacaktır. Onlar ateşin yârânı ve yoldaşlarıdır; hem de orada sonsuza dek kalacaklardır.
Kâfirler,
“Biz, mal ve çocuk bakımından mü’minlerden daha fazlayız, bu halimizle azaba
da uğratılacak değiliz” (Sebe’ 34/35) diyerek mal ve çocuklarının çokluğuyla
üstünlük taslıyor, Peygamber Efendimiz ve ashâbını fakir oldukları için
ayıplıyor ve: “Şayet Muhammed hak üzere olsaydı, Rabbi onu böyle fakirlik ve
yoksulluk içinde bırakmazdı” diyorlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
VIII, 168) Âyet-i kerîme, onların bu yanlış telakkilerini reddetmekte, dünyada müslümanlara
üstünlük tasladıkları bu şeylerin âhirette kendilerine hiçbir fayda
sağlamayacağını ve Allah’ın azabına uğramalarına engel olamayacağını beyân
buyurmaktadır. Burada özellikle mallar ve çocuklar zikredilmiştir. Çünkü bir
sıkıntı anında insana en çok fayda verecek olan mal ve çocuklardır. Kişi
kendini bazan malını fedâ ederek, bazan de çocuklarından yardım isteyerek
kurtarmaya çalışır. Bunlardan bir fayda gelmediği takdirde, başka şeylerden
fayda gelmeyeceği ise tabii ve kesindir.
Nitekim
gelen âyet-i kerîmede kâfirlerin dünya hayatında övünmek, gösteriş yapmak,
müslümanları mağlup etmek gibi çeşitli sebeplerle yaptıkları harcamaların
âkıbeti ve küfürleri ile birlikte bunların kendilerine ne denli zarar vereceği
bir rüzgar ve ekin örneğiyle şöyle izah edilmektedir:
117. Onların bu dünya hayatında harcadıkları şeyler, kendi kendilerine zulmeden bir gürûhun ekinlerini vurup da mahveden soğuk ve kavurucu bir fırtınaya benzer. Aslında onlara Allah zulmetmemiş, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir.
Verilen
örnekte ekime hazırlanmış bir tarla, tarlanın başında, Allah’a isyan etmekle
kendi kendilerine zulmetmiş böylece azabı haketmiş; veya müsait olmayan bir
yere zamansız ekimde bulunmak suretiyle uygunsuz bir davranış da bulunmuş
böylece ziyanı baştan garantilemiş bir topluluk bulunmaktadır. Bunlar tarlayı
ekiyorlar ve ekin hemen bitiyor. Bu sırada ansızın soğuk ve kavurucu bir
kasırga esmeye başlıyor. Bütün yakıcılığıyla o tarlayı yakıp kavuruyor. Burada
rüzgârın içinde bulunan soğuk ve kavuruculuğu ifade için kullanılan صِرٌّ (sırr) kelimesi, öfkeyle atılmış ve
etkileyici bir ses tonuyla aynı mânayı tasvir etmektedir. Netice itibariyle,
ekinin tümü böyle bir rüzgârın tesiriyle yanıp kül olmaktadır.
İşte
kâfirlerin dünya hayatındaki harcamaları da bunun gibidir. Sözü edilen rüzgârın
ekinleri yakıp helak etmesi gibi, onların küfürleri de iyiliklerinin sevabını
yok edip boşa çıkarır. Dolayısıyla bir taraftan onların küfürleri, harcadıkları
şeyin sevabını yok etmede ekini helak eden rüzgar gibi; diğer taraftan onların
harcamaları da, rüzgarın helak ettiği ekin gibi olmaktadır. Kâfirler mallarını
dünyada imârethâneler, çeşmeler ve köprüler yapmak, fakir, yetim ve dullara
iyilik etmek gibi hayır yollarında harcamış da olabilirler. Bunlara karşılık
büyük sevaplar da umabilirler. Fakat âhirete vardıklarında, küfürlerinin bütün
bu hayırları silip götürdüğünü göreceklerdir. Böyle bir kâfir, ekin ekip de
ondan büyük verim bekleyen, fakat ortalığı kasıp kavuran soğuk bir rüzgarın
isabetiyle ekini yanan ve bundan dolayı elinde üzüntü ve kederden başka bir şey
kalmayan bir kimse gibi olacaktır.
Başka
bir açıdan bakıldığında, kâfirlerin dünyada harcadıkları şeylerle,
Peygamberimiz (s.a.s.)’e karşı asker toplamalarına ve ona eziyet etmek için yaptıkları
harcamalara işaret edilmiş olabilir. Bu harcama, onların daha önce iyilik
namına yaptıkları şeyleri helak etmiştir. Çünkü onların bu niyetle yaptıkları
harcamalar, küfürlerinin şiddetini ortaya koymakta, dolayısıyla yaptıkları
amelleri boşa çıkarmada etkili olmaktadır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
VIII, 170) Nitekim başka bir âyet-i kerîmede: “İnkâra saplananlar,
mallarını insanları Allah yolundan çevirmek için harcarlar. Onu böylece
harcamaya devam edeceler. Ama harcanan bu mal onlara bir pişmanlık sebebi
olacak. Çünkü hedeflerine varamadan mağlup edilecekler. Neticede kâfirler
toplanıp cehenneme sürülecekler.” (Enfâl 8/36) buyrulmaktadır. Bütün bu
hasret ve hüsranlar, onların küfrü tercih etmek suretiyle kendilerine
zulmetmeleri sebebiyledir. Yoksa Allah onlara zulmetmiş değildir.
Bundan
dolayıdır ki Allah Teâlâ, İslâm’a karşı
taşıdıkları kötü düşünce ve niyetleri yüzünden, ister Ehl-i kitaptan ister
başkalarından olsun kâfirleri sırdaş edinmeyi yasaklamak üzere şöyle buyurur:
118. Ey iman edenler! Kendi din kardeşlerinizden başkasını dost ve sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size ellerinden gelen kötülüğü yapmaktan geri durmaz; her zaman sıkıntıya düşmenizi isterler. Baksanıza, size olan şiddetli öfkeleri ağızlarından taşıyor. Kalplerinde gizledikleri kin ve düşmanlık ise daha korkunçtur. Eğer aklınızı kullanıp gereğince davranırsanız, size âyetlerimizi kesin bir şekilde açıklamış bulunuyoruz.
119. Ey mü’minler! Siz öylesine kalpleri arıduru, herkesin iyiliğini isteyen kimselersiniz ki o düşmanlarınızı bile severseniz, ama onlar sizi sevmezler. Siz Allah’ın indirdiği kitapların hepsine inanırsınız. Onlar ise ancak sizinle karşılaştıkları zaman: “İman ettik!” deyip geçerler; fakat birbirleriyle başbaşa kaldıkları zaman ise size olan kin ve düşmanlıkları yüzünden parmaklarını ısırırlar. Onlara: “Kininizden çatlayın!” de. Doğrusu Allah, sînelerde gizli tutulan bütün sırları bilir.
120. Size küçük bir iyilik, bir nimet ulaşsa, bu onları üzer. Başınıza bir kötülük gelse, bu defa sevinçten bayılırlar. Her şeye rağmen siz sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, onların hîle ve tuzakları size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz ki Allah, onların tüm yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.
118.
âyette geçen اَلْبِطَانَةُ (bitâne) kelimesi
sözlük olarak “elbisenin iç yüzündeki astar” mânasına gelir. Bundan
hareketle bir kimsenin sırlarına ve gizli hâllerine vâkıf olan kimseye de
“bitâne” denilmiştir. Bunu “dost ve sırdaş” olarak Türkçe’ye aktarmak
mümkündür. Bu âyetle Cenâb-ı Hak, mü’minlere kendi din kardeşleri dışında kalan
kâfirleri ve münafıkları dost ve sırdaş edinmelerini yasaklamaktadır. Devamında
da bu yasaklamanın sebep ve hikmetlerini şu şekilde peş peşe saymaktadır:
Öncelikle
kâfirler ve münafıklar, mü’minlere kötülük yapmaktan asla geri durmaz; onlara
zarar, fesat ve şer ulaştırmakta hiç kusur etmezler.
İkinci
olarak onların her zaman sıkıntıya düşmelerini, zahmet ve meşakkate
uğramalarını ister, bundan son derece memnun olurlar.
Üçüncü
olarak mü’minlere karşı şiddetli derecede bir kin, öfke ve kızgınlık
içindedirler. Hatta bu o kadar şiddetlidir ki, bunu içlerinde sindirmeyi
başaramaz ve ağızlarından çıkıp dışarı taşmasına engel olamazlar. Bu öfkenin
tesiriyle mü’minlerin aleyhinde devamlı propaganda yaparlar. Göğüslerinde
gizledikleri kin ve düşmanlık ise tabii olarak çok daha büyük ve tehlikelidir.
Şâir
Bâkî şöyle der:
“İnsan oldur ki âyîne-veş kalbi sâf ola
Sînende neyler âdem isen kîne-i peleng.”
“İnsan
dediğinin kalbi ayna kadar pırıl pırıl, sâf ve temiz olmalı. Sen, boyuna
insanlığından bahsediyorsun; insan olanın kalbinde kaplan kini barınır mı hiç?”
Dördüncüsü;
müslümanlar, kendi din kardeşlerini sevdikleri gibi, insan olmaları ve
potansiyel müslüman olmaları sebebiyle dinsiz veya başka dine mensup olanları
da severler. Onların hidâyete gelmelerini arzu ederler. Herkesin iyiliğini
ister, elinden geldiği kadar iyilik yapmaya çalışır, onlara sevgi gözüyle
bakar, haklarını korur, fesattan sakınır, kimsenin sıkıntıya girmesini
istemezler. Fakat kâfirler böyle değildir; müslümanları asla sevmezler, hatta
onların kendileri gibi kâfir olmalarını isterler.
Beşincisi;
mü’minler hem bütün ilâhî kitaplara, hem de Kur’an’ın tamamına inanırlar.
Onlarda kendilerine yöneltilen bütün ilâhî emirleri kabul ve tasdik eder,
gereğini de yapmaya çalışırlar. Bu kitaplar, kime ne kadar değer verilmesini ve
kime karşı nasıl davranılmasını isterse o şekilde hareket ederler. Özleri,
sözleri ve davranışları bir bütünlük arzeder. Samimi ve dürüsttürler. Fakat
kâfirler böyle değildir. Kur’an’a inanmadıkları gibi özellikle Ehl-i kitap
kâfirleri kendi kitaplarına da tam olarak inanmazlar. Cehennemin en alt
tabakasına girecek şekilde kâfir olan münafıklar ise müslümanlarla karşılaşınca
“iman ettik” derler; fakat baş başa kalıp meydanı boş bulduklarında mü’minlere
olan kin ve nefretlerinden dolayı parmaklarını ısırır, dişlerini gıcırdatıp
dururlar.
Son
olarak kâfirler ve münafıklar, mü’minlerin birlik ve beraberliklerine, başarı,
zafer, refah ve mutluluklarına, hatta onlara en küçük bir iyiliğin değmesine
son derece üzülür, kahrolurlar. Onların mağlubiyet, hastalık, kıtlık ve benzeri
sıkıntılara maruz kalmalarına ise son derece sevinirler.
Âyetlerde
beyân edildiği üzere bu kadar düşmanca niyet, tutum ve davranış içinde bulunan
kâfir ve münafıkları, müslümanların, kendilerine gizli sırlarını açabilecekleri
dost ve sırdaş edinmeleri ne caiz ne de mümkündür. Ancak bu, müslümanların
onlara düşman olmaları anlamına da gelmez. Bir kısım âyet-i kerîmeler (bk.
Mümtehıne 60/8) ve Resûlullah (s.a.s.)’in uygulamaları ışığında onlarla beşerî
münâsebetlerin iyi bir şekilde devam ettirilmesinde bir mahzur yoktur. Hatta
onların düşmanlıklarını azaltmak ve kalplerine tesir ederek İslâm’a
ısınmalarını sağlamak açısından böyle bir ilişkinin faydalı olacağı da açıktır.
Bunu başarabilmek için yani kâfir ve münafıkların hem şerlerinden korunmak hem
de onları İslâm’a yönlendirebilmek için müslümanların sabır ve takvâ silahına
sarılarak bütün işlerinde Allah’a tevekkül etmeleri lâzımdır. Eğer mü’minler
Allah’a itaate ve başlarına gelen sıkıntılara sabreder, kendilerini haramlardan
iyice korurlarsa, kâfirlerin ve münafıkların hile, tuzak ve entrikalarının
ciddi mânada bir zararını görmezler. Olsa olsa biraz eziyet çekmiş olur ve
fakat sonunda Allah’ın izniyle hepsine galip gelirler.
Nitekim
gelen âyetlerde sabreden ve takvâya sarılan mü’minlere Allah Teâlâ’nın nasıl
yardım edip onları zafere eriştirdiği; bunun aksine sabır ve takvâda husûle
gelen zâfiyetin nasıl bir mağlubiyet ve zarara yol açtığı birer misalle takdim
edilmektedir:
121. Rasûlüm! Hatırla o zamanı ki sen, mü’minleri Uhud’da savaş mevzilerine yerleştirmek üzere sabah erkenden ailenden ayrılıp yola çıkmıştın. Allah her şeyi hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir.
Bu
âyetlerde Uhud savaşına bir hatırlatmada bulunulmuştur. Şöyle ki: Hicretin
ikinci senesinde Bedir’de müslümanlarla müşrikler arasında bir savaş vuku
bulmuş, bu savaşta müşriklerden yetmiş kişi öldürülmüş, yetmişi esir edilmiş,
kalanları da perişan bir vaziyette Mekke’ye dönmüştü. Kureyşliler bu
mağlubiyetin ve kaybettikleri yakınlarının intikamını almak için yaklaşık on
beş ay sonra Ebu Süfyan’ın komutasında üç bin kişilik bir ordu hazırladılar.
Düşman ordusu Medine’ye doğru ilerleyip Uhud dağı yakınlarında bir yere mevzilendi.
Durumu haber alan Allah Resûlü (s.a.s.), Uhud’a çıkıp meydan muharebesi yapmakla
Medine’de kalıp savunma savaşı yapmak hususunda ashâbıyla istişare etti. İlk
defa Abdullah b. Übeyy b. Selul’ü de çağırmıştı. İstişâre esnasında Abdullah ve
Ensar’ın çoğunluğu Medine’de kalmayı ve bir saldırıya uğramaları halinde
erkek-kadın, genç-ihtiyar harekete geçip zafere ulaşabileceklerini söylediler.
Bir kısım sahâbîler ve özellikle Bedir’e katılamamış kişiler ise Medine’de
kalmayıp düşmanın üzerine yürüme yönünde kanaat belirttiler ve bunda ısrar
ettiler. Netice itibariyle Peygamber Efendimiz zırhını giydi, “Ey Allah’ın
Rasûlu! Siz hangi kanaatte iseniz öyle davranınız” diyenlere de “Bir
peygamber zırhını giyince, Allah hükmünü verinceye kadar artık savaşmadan onu
çıkarması doğru değildir” (Buhârî, İ‘tisam 28; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
III, 351) buyurdu ve Cuma günü cuma namazından sonra bin kişiyle hareket etti.
Cumartesi
günü sabahleyin Uhud’da Şi‘b adlı yere vardılar. Resulullah (s.a.s.) yaya
olarak yürüyor, ashâbını savaş için mevzilere yerleştiriyor, hatta safları o
kadar tanzim ediyordu ki, biraz ileri çıkmış bir göğüs görse, “geri çekil”
diyordu. Efendimiz ordusuyla birlikte vadinin bir yanına yerleşti; ordunun arka
tarafını Uhud’a doğru verdi. Abdullah b. Cübeyr’i elli kişilik bir okçu
birliğine komutan yaptı. Onlara: “Oklarınızla bizi savunun, sakın arkamızdan
gelmelerine izin vermeyin, yensek de yenilsek de hiçbir zaman yerinizden
ayrılmayın. Kuşların etlerimizi gagaladığını görseniz bile sakın yerinizi terk
etmeyin” (bk. Buhârî, Cihad 164) tâlimatını verdi. İşte 121. âyetin “Sen,
mü’minleri Uhud’da savaş mevzilerine yerleştirmek üzere sabah erkenden ailenden
ayrılıp yola çıkmıştın” (Âl-i İmrân 3/121) kısmı, Efendimiz’in Uhud savaşı
öncesi bu faaliyetini hatırlatmaktadır.
Ancak
henüz savaş başlamadan önce İslâm ordusunda iki büyük sıkıntı yaşandı:
122. İşte o anda içinizden iki birlik gevşeklik gösterip geri çekilmeye yeltenmişlerdi. Halbuki Allah, onların yardımcısı ve destekçisiydi. Artık mü’minler, sadece Allah’a güvenip dayansınlar.
İlk
olarak münafıkların reisi Abdullah b. Übey, görüşüne muhalefet edildiğinden
dolayı, “Muhammed, çocukların sözlerini dinledi de benimkini dinlemedi” diye
içerlemişti. Dolayısıyla iki taraf karşılaşınca Abdullah, emrindeki üç yüz
kadar münafıkla beraber bozulup geri döndüler. Üç bin kişilik düşman ordusuna
karşı yedi yüz müslüman kaldı. Bu durum müslümanlar üzerinde son derece menfi
bir tesir bıraktı, morallerini bozdu. Az kaldı İslâm ordusunun iki tarafını
teşkil eden iki grup, Hazrec kabilesinden Seleme oğullarıyla Evs kabilesinden
Harise oğulları da korkup, kalp zayıflığına düşerek dönecek gibi oldular. Fakat
Allah onlara yardım etti, kalplerini toparlayıp, niyetlerini doğrulttular ve
savaşa devam ettiler. 122. âyetteki “İşte o anda içinizden iki birlik
gevşeklik gösterip geri çekilmeye yeltenmişlerdi. Halbuki Allah, onların
yardımcısı ve destekçisiydi” kısmı da buna işaret etmektedir. Dolayısıyla müslümanlar
sabretmesini bilmeli, güçleri yettiğince takvâya sarılmalı ve ancak Cenâb-ı
Hakk’a dayanıp güvenmelidirler. Zira gerçek mânada kalplere kuvvet veren veya
zâfiyete uğratan Allah’tır. O’nun emirlerini tutup, yasaklarından sakınanlar
nihayetinde mutlaka başarı ve zafere ulaşacaklardır. Çünkü:
123. Düşmana göre sayı ve silahça çok zayıf durumda iken şüphesiz Allah size Bedir savaşında yardım etmiş, sizi muzaffer kılmıştı. Öyleyse Allah’a karşı gelmekten sakının ki şükretmiş olasınız.
Hicretin
ikinci senesi Ramazan ayında vuku bulan Bedir savaşında, düşman ordusuna
nispetle müslümanlar hem sayı hem de silah bakımından çok zayıf bir durumda idi.
Düşmanların sayısı bin, müslümanların ki ise üç yüz on kadardı. Buna rağmen
Allah’ın yardımıyla müslümanlar galip geldi. Âyet bu hâdiseye bir hatırlatmada
bulunarak mü’minleri Allah’a şükretmeye, O’nun emirlerine sarılmaya ve Allah
yolunda savaşırken herhangi bir korku ve zafiyet göstermemeye teşvik
etmektedir. Nitekim Bedir savaşında yaşanan harikulade olaylar bunun canlı
misallerini oluşturur:[1]
[1] Bedir savaşı hakkında bk. Enfâl 8/5
vd.
124. O vakit mü’minlere: “Rabbinizin, indirilmiş üç bin melekle size yardım etmesi yetmez mi?” diyordun.
125. Evet yeter. Eğer siz sabredip Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, o anda düşmanlarınız ansızın üstünüze geliverseler bile, Rabbiniz özel nişanlı, formalı beş bin melekle size yardım edecektir.
Rivayete
göre Bedir’de güçlü ve kalabalık bir orduya karşı durmaya çalışan müslümanlar
arasında Kürz b. Câbir el-Muhâribî’nin, yanındaki savaşçılarla birlikte
müşriklerin yardımına geleceği söylentisi çıktı. Bu durum müslümanlara çok ağır
gelince onları zaferle müjdelemek ve kalplerini pekiştirmek üzere bu âyetler
nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 101) Dolayısıyla Allah Te’âlâ
Bedir savaşında mü’minlere başlangıçta bin melekle yardım etmiş (bk. Enfâl
8/9), bundan sonra Kürz haberleri üzerine inmiş olan üç bin meleğin yardımıyla
müşriklerin dağılmasını hızlandırmıştır. Şayet düşman tarafına Kürz’ün yardımı
hemen geliverecek olursa, mü’minlerin sabırlı ve takvâ sahibi olmaları şartıyla
alametli, nişanlı, simaları belli beş bin melek daha göndereceğini de va‘detmiştir.
Fakat durum şunu gösteriyor ki, düşmana bahsedilen yardım gelmediği ve bu
sırada müslümanların zaferi de gerçekleştiği için bu beş bine ihtiyaç
kalmamıştır.
Allah
Teâlâ, müslümanların Bedir’de müşâhede ettikleri bu ilâhî yardımın, sabırlı ve takvâ
sahibi oldukları takdirde, Uhud’da ve başka zamanlarda da gelebileceğini
hatırlatarak onların cesaret, gayret ve tevekkül hislerini
kuvvetlendirmektedir. Zaten aşağıdaki iki âyet de meleklerin yardıma
gönderilmelerinin hikmetini haber vermektedir:
126. Allah bu yardımı, sadece sizi zaferle sevindirmek ve kalplerinizi huzura erdirmek için yapmıştır. Yardım ve zafer, ancak kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan Allah’tandır.
127. Yine bu yardımı Allah, kâfirlerden ileri gelenlerin kökünü kazımak, arta kalanları da baş aşağı çevirip, emellerine kavuşamayan bedbahtlar olarak eli boş geri döndürmek için yapmıştır.
Allah
Teâlâ’nın Bedir’de meleklerle yardım etmesinin hikmeti, mü’minleri zaferle
müjdelemek, heyecan ve telaşlarını teskin etmek, kalplerinden ölüm ve
mağlubiyet korkusunu alıp o gelen yardımla gönüllerini huzura kavuşturmak, kâfirlerin
ileri gelenlerini kesip yok etmek ve arda kalanları da perişan olmuş bir
şekilde geri döndürmektir. Gerçekten de haber verilen bu hallerin hepsi bir bir
gerçekleşmiş, meleklerin yardımına mazhar olan müslümanlar kısa sürede
toparlanarak kâfirlerle arslanlar gibi savaşmış ve çoğu onların önde
gelenlerinden olmak üzere yetmiş kişiyi öldürmüşler, yetmişini de esir
etmişlerdir. Aslında yardım ve zafer, ne maddi sebep ve kuvvetlerden, ne de
meleklerden değil, ancak sonsuz kudret ve sınırsız hikmet sahibi olan Allah
Teâlâ’dandır. Şu kadar var ki Cenâb-ı Allah, koyduğu kanunlar gereği, bütün
hâdiseleri umûmiyetle bir sebebe bağlı olarak icra etmektedir. Meleklerin
mü’minlere yardımını da bu kabilden saymak gerekir. Bu tarzdaki yardımlarıyla
Yüce Mevlâ, dileyince zayıfları kuvvetlilere galip getireceğini, istemeyince de
maddi ve mânevî kuvvetlerin hiçbir işe yaramayacağını bildirerek mü’minlere
vazifelerini yapma hususunda, kendilerini zayıf görerek ümitsizliğe
düşmemelerini, karamsar olmamalarını, Allah’ın yardımından ümit kesmemelerini
ve maddi açıdan en ümitsiz görünen zamanlarda bile azimli, kararlı ve ümitli
olmalarını emretmektedir. Bu yüzden Resûlü’nü şu hususta uyarmaktadır:
128. Rasûlüm! Kullarımın işinden hiçbir şey sana ait değildir. Allah, ya doğru yola gelirler de onların tevbesini kabul eder, ya da kendilerine zulmetmeleri yüzünden onları cezalandırır.
129. Göklerde ve yerde olan her şey Allah’a aittir. O, dilediğini bağışlar, dilediğine de azab eder. Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Rivayete
göre Uhud günü Allah Resûlü (s.a.s.) alnından yaralandı ve dişlerinden biri
kırıldı. O esnâda: “Peygamberlerine bunu reva gören, onu yaralayan bir kavim
nasıl kurtuluşa erer?!” diyordu. Bunun üzerine 128. âyet nâzil oldu.
(Buhârî, Meğâzî 21; Tirmizî, Tefsir 3/10-11) Diğer bir rivayete göre de
Peygamberimiz Uhud Gazvesi günü şehîd olan amcası Hamza (r.a.)’ın bazı
azalarının kesilmiş ve işkence yapılmış olduğunu görünce: “Onlardan otuz
kişiye ben de mutlaka böyle işkence yapacağım” buyurmuş ve bu âyet-i kerîme
inmiştir. (Râzî, VIII, 190)
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.), sadece Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ eden bir elçidir.
Bunun dışında onların hidâyete ermesi veya dalâlette kalması açısından ona
düşen herhangi bir mesuliyet yoktur. Bu hususta hüküm, yalnızca Allah’a aittir.
O dilediğini hidâyete erdirir, tevbe nasip ederek günahlarını bağışlar.
Dilediğini de küfürde ısrarı sebebiyle cezalandırır. Çünkü, iç ve dış âlemdeki
bu kadar delile ve ibret ışıklarına rağmen inkâra devam edenler zalimlerin ta
kendileridir. Zulmü tercih edenler ise elbette azaba uğrayacaklardır. Göklerde
ve yerde bulunan bütün varlıklar Allah’ındır. Onları yaratan ve devam ettiren
O’dur. Mülkünde ve saltanatında hiçbir ortağı yoktur. O dilediğini bağışlar,
dilediğine azab eder. Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Bu âyetlerde,
Uhud’da müslümanlara karşı savaşan müşriklerin hepsinin küfür üzere helak
olmayacağına, bunların gelecekte İslâm’a girip Allah’ın af ve merhametine
ereceklerine dair bir müjde bulunmaktadır. Nitekim âyetlerin işaret buyurduğu
müjde gerçekleşmiş, onların pek çoğu daha sonra İslâm’la şereflenmişlerdir.
Allah’ın
af ve merhametine nâil olabilmek, savaşlarda yılgınlığa düşmeden sabır ve takvâ
ile düşmana göğüs gerebilmek için mü’minlerde İslâm’ın hedeflediği “müslüman
şahsiyeti”n teşekkül etmesi gerekmektedir. Bunun için de şu ilâhî emir ve
tâlimatlara itaat edilerek ciddi bir nefis terbiyesi ve kalp tasfiyesine
ihtiyaç vardır:
130. Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.
131. Kâfirler için hazırlanmış olan cehennem azabından kendinizi koruyun.
132. Allah’a ve Peygamber’e itaat edin ki ilâhî rahmete erişesiniz.
“Faizin kat kat artırılması”, vaktinde
ödenemeyen faiz borcuna gecikmelerden dolayı söz konusu olan ilâveler eklene
eklene faizin ana para kadar veya ondan daha çok olması demektir. Cahiliye
döneminde, mesela bir kişinin birinden yüz dirhem alacağı olsa, borçlunun da
ödeyecek gücü olmasa, borçlu alacaklıya: “Bana müddet ver, ben de ödeyecek
borcumu artırayım” der ve borcunu iki yüz dirheme çıkarırdı. Sonra, ikinci
ödeme günü gelince aynı durum tekrarlanırdı. Nihâyet yüz dirhemlik borç,
yüzlerce dirhem borç haline dönüşür ve borçlu bunu ödemek mecburiyetinde
kalırdı. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 119)
Bakara
sûresinin 275 ve devam eden âyetlerinde faizin yasaklanma safhaları ve
günahlığının büyüklüğü hakkında geniş bilgi verilmiştir. Medine
döneminin ilk senelerinde inen bu âyetler ise, faizin yasaklanma safhalarından
biri olarak “kat kat faiz yemeği” haram kılmaktadır. Böylece ilk olarak, o
devirde en çok uygulanan ve fakiri en çok ezen fahiş ribâ, yani mürekkep faiz
yasaklanmıştır. Bu, tıpkı içkinin, içilmesinin haram kılınmayıp sarhoş halde
namaza yaklaşılmasının yasaklanması safhasına benzemektedir. Bütün çeşitleriyle
faiz ise daha sonraları inen “Allah, alış-verişi helâl, faizi ise haram
kılmıştır” (Bakara 2/175) âyetiyle yasaklanmıştır.
Başarıya
ve kurtuluşa ermenin yolu, Allah’ın yasaklarından tamamen uzak durup emirlerini
yerine getirmeye çalışmaktır. Bu bakımdan takvâ emredilmektedir. Diğer taraftan
işlenen her bir günah, büyüklüğüne göre kişiyi kâfirlere yaklaştırmakta ve onun
cehenneme girmesine sebep olmaktadır. Cehennem ise kâfirler için
hazırlanmıştır. Dolayısıyla başta faiz gibi büyükleri olmak üzere bütün
günahlardan uzak durmak suretiyle “ateşin ta kendisi” olarak isimlendirilen o
cehennemden sakınmamız emredilmektedir. Allah’ın rahmet ve bereketine
erişebilmek için de Allah’a ve Rasûlü’ne itaatin; onların emir ve yasaklarını
dikkate alarak bir ömür sürmenin gerekliliği üzerinde durulmaktadır. Zira
Allah’ın bağışlamasına ve cennete erişebilmenin yolu budur:
133. Rabbinizin bağışlamasına ve genişliği göklerle yer kadar olup takvâ sahipleri için hazırlanmış bulunan cennete birbirinizle yarışırcasına koşuşun.
“Allah’ın bağışlamasına ve cennete koşmak”,
kişinin bağışlanmasını ve cennete girmesini sağlayacak güzel amellere
koşmasıdır. Bunlar günahlara tevbe ve istiğfar etmek, Allah’ın emirlerini yapıp
yasaklarından kaçınmaktır. “Genişliği göklerle yer kadar olan cennet”
ifadesi, cennetin genişliğini ve büyüklüğünü temsili olarak anlatmaktadır.
Nitekim Hadid sûresinin 21. âyetinde “o cennetin genişliği gökle yerin
genişliği gibidir” buyrularak buna açıklık getirilmektedir. Rivayete göre
Herakliyus’un elçisi, Peygamber Efendimiz’e: “Siz, bizi genişliği gökler ve yer
kadar olan bir cennete davet ediyorsunuz. Peki öyleyse cehennem nerede?” diye
sorunca, Allah Resûlü (s.a.s.): “Fe
sübhânallah, gündüz olduğunda gece nereye gidiyor?” buyurmuştur. (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, IV, 75)
Şu
hâdise, sahâbe-i kirâmın cennete koşuşuna güzel bir misal teşkil eder: Resûlullah
(s.a.s.) Bedir’de ashâbını cihâda teşvik etmiş ve onlara cenneti hatırlatmıştı.
Düşman iyice yaklaşınca da:
“–Haydi, genişliği göklerle yer kadar olan cennet için kalkın!” buyurmuştu.
Bunun üzerine Umeyr bin Humâm (r.a.) atılarak:
“–Ey
Allah’ın Rasûlü! «Genişliği göklerle yer kadar olan cennet» mi
buyurdunuz?” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.):
“–Evet” cevâbını verdi. Umeyr:
“–Ne
iyi, ne âlâ!” dedi. Resûlullah (s.a.s.):
“–Niçin öyle dedin?” diye sorunca:
“–Hayır
vAllahi yâ Resûlullah başka bir şey için değil, sadece cennet ehlinden olmak
için böyle söyledim” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.) ona:
“–Sen cennet ehlindensin!” müjdesini verdi. Umeyr cihâda
kuvvetli girmek için torbasından birkaç hurma çıkarıp yemeye başladı. Buna daha
fazla sabredemeyerek:
“–Bu
hurmaları yiyinceye kadar yaşayacak olursam, gerçekten bu uzun bir hayat
olacaktır. Onlar bitinceye kadar burada oturursam dünyaya karşı fazla hırs
göstermiş olurum” dedi ve elindeki hurmaları fırlatarak kılıcını çekip düşmanla
savaştı ve sonunda şehîd düştü. (Bk. Buharî, Meğâzî 17; Müslim, İmâret 145;
Muvatta’, Cihâd 42)
Cenâb-ı
Hak, kullarını böyle genişliği ve büyüklüğü akılla idrak edilemeyecek bir
cennete davet etmekte ve bunun takvâ sahipleri için hazırlandığını haber
vermektedir. Takvâ, kulun Allah’tan korkması ve O’nun murakabesi altında
olduğunu idrak etmesidir. Ancak kuvvetli bir takvâ duygusu, fıtratı gereği
cimri ve mala düşkün olan nefsi, bu mezmum arzulardan kurtararak Allah yolunda
vermeye sevk edebilir. Zira takvâ, ruhu parlatan, kirlerden arındıran, onu her
türlü masiva bağ ve zincirlerinden kurtaran son derece latif ve derin bir şuur
halidir. Bu sebeple Allah Teâlâ, cenneti başkalarına değil de sadece müttaki
kullarına lütfetmiştir. O müttakî kulların öne çıkan vasıfları şöyledir:
134. O takvâ sahipleri, bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcar, öfkelerini yutar ve insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyilik ve ihsân sahiplerini sever.
Âyette
geçen اَلسَّرَّاۤءُ (sarrâ), sürûr ve sevinç veren, اَلضَّرَّاۤءُ (darrâ) ise zarar ve sıkıntı veren durumları
ifade eder. الْغَيْظُ (gayz), hoşlanmadık
bir şeye karşı insanın duyduğu öfke demektir. كَظْمُ
الْغَيْظِ (kazmu’l-gayz) ise öfkesini yutup tutmak, zarar gördüğü
kimselere karşı kudreti bulunduğu halde intikama kalkışmamak ve hatta hoş
olmayacak bir davranış göstermeyip hazmetmek ve sabretmektir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
IV, 124)
Burada
ilk olarak cennet ehli olan müttakîlerin üç önemli özelliğine dikkat çekilir:
Birincisi;
genişlik ve darlıkta, varlıkta ve yoklukta, sürûr ve gam halinde devamlı verirler.
Bolluk ve surûr hali onları şımartıp bencilleştirmediği gibi, darlık ve
zorluklar da onlara vermeyi unutturamaz. Devamlı ganî gönüllü ve iyilik eder
halde bulunurlar. Şu misal darlık zamanlarında bile Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in
nasıl bir cömertlik ve infak seferberliği halinde olduğunu göstermeye yeter:
Bir
gün, muhtaç bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek bir şeyler istedi. Allah
Resûlü:
“–Yanımda
sana verebileceğim bir şey yok, git benim nâmıma satın al, mal geldiğinde
öderim” dedi. Efendimiz’in sıkıntıya girmesine gönlü râzı olmayan Hz. Ömer:
“–Yâ
Resûlallah! Yanında varsa verirsin, yoksa Allah seni gücünün yetmeyeceği şeyle
mükellef kılmamıştır” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.)’in, Hz. Ömer’in bu sözünden
hoşnud olmadıkları, mübârek yüzlerinden belli oldu. Bunun üzerine Ensâr’dan bir
zât:
“–Anam,
babam Sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Ver! Arşın sahibi azaltır diye korkma!”
dedi. Bu sahâbînin sözleri Efendimiz’in çok hoşuna gitti, tebessüm etti ve:
“–Ben de bununla emrolundum” buyurdu. (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, X, 242)
İnfakın
genişlikle-darlıkla, malla-varlıkla değil, gönlün cömertliğiyle alakalı bir
durum olduğunu şu misalle daha iyi anlamak mümkündür:
8
Ekim 2005 târihinde Pakistan büyük bir depremle sarsılmıştı. yetmiş binden
fazla insan vefât etti. Geride kalanlar da açlık ve yoklukla baş başa kaldılar.
Türkiye’den müslüman bir yavru, 24 Kasım’da şu mektup ile malının yarısını
müslüman kardeşlerine infâk etti ve îsârın zirvesini gösteren bir misal
sergiledi:
“Ben
fakir bir evin oğluyum. Babam yok, annem hasta. İki milyon (iki lira) ekmek
paramız vardı, bunun size bir milyonunu gönderiyorum. Çünkü ben bugün çöpten
ekmek buldum. Akşam iftarı onunla yapacağız. Bu bir milyon ile, depremde zarar
gören çocuklara ekmek alın. Bu para helâldir. Pul parası da vereceğim için
paramın hepsini gönderemedim. Özür dilerim.”
Nitekim
Allah Resûlü (s.a.s.), cennete girebilmede cömertliğin ehemmiyetini şöyle beyân
eder:
“Cömert kul Allah’a yakındır,
cennete yakındır, insanlara yakındır, Cehennemden de uzaktır. Cimri kul ise
Allah’tan uzaktır, insanlardan uzaktır, Cehenneme de yakındır.” (Tirmizî, Birr 40)
İkinci
olarak bu seçkin kullar öfkelerini yutarlar. Onlar, takvâdan doğan mânevî bir
kuvvet ile, nefsin zaruri arzuları seviyesinden daha yüce bir ufka yükselir,
böylece büyük bir ruhî güç kazanarak öfkeyi yenmeyi başarırlar. Peygamber
Efendimiz, öfkeyi yenebilmenin faziletiyle ilgili şöyle buyurmuştur:
“Gerçek pehlivan güreşte rakibini yenen değil, kızdığı zaman
öfkesine hâkim olandır.” (Buhârî, Edeb 76; Müslim, Birr 107)
“Kızgınlığını tatbik etme kudreti varken öfkesini kontrol edeni
Allah, kıyamet günü bütün insanların ön tarafına çağırır ve onu hurilerden
dilediğini seçmekte serbest bırakır.” (Ebû Dâvûd, Edeb 3; Tirmizî, Birr 74)
Şâirin
şu beyti, olayın psikolojik boyutunu şöyle ifade eder:
“Âlâmını kalbinde tutup, kimseye açma.
Zira elemin zikri de bir başka elemdir.” (Ferit Kam)
Şeyh
Edebali Hazretleri’nin Osman Gâzi’ye verdiği şu öğütler de bu ve benzeri
âyetlerin birer yansımasıdır:
“Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana. Güceniklik
bize; gönül almak sana. Suçlamak bize; katlanmak sana. Âcizlik bize, yanılgı
bize; hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar
bize; adâlet sana. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlamak sana.
Ey Oğul!
Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana. Üşengeçlik bize;
uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana...”
Ancak
öfkeyi yenmek birinci safha olup tek başına yeterli değildir. İnsan bazan hınç
almak ve şiddetli kin beslemek için öfkesini yutabilir. Bu durumda bir anlık
öfke korkunç bir intikama, dışa vurmuş bir kızgınlık ise gizli bir kine
dönüşür. Halbuki öfke ve kızgınlık, hınç ve kine nispetle daha pâk ve daha
temizdir. Bu yüzden, ayeti kerîme muttakîlerin ruhlarındaki, bu mağlup edilmiş
öfkenin ulaşması gereken sonucunu göstermekte ve bunun affetme ve müsamaha
olduğunu şöyle bildirmektedir:
Üçüncü
olarak onlar, kendilerine kötülük edenlere karşı da af ile muamele ederler.
Öfke kontrol edildiği zaman, ruh üzerinde bir ağırlık, kalbi yakıp kavuran bir
alev ve vicdanı kaplayan bir duman haline gelir. Fakat insan, bu noktadan bir
adım daha ileri atarak affedebildiği takdirde gönlü açılır ve ruhu
ağırlıklardan kurtulup nurlu ufuklara açılma imkânı bulur. Kalp, kavurucu
alevlerin etkisinden kurtularak huzur, sukûnet ve itminana kavuşur. Bununla
birlikte affedip şefkat ve merhametle davrandığı karşısındaki insanın da doğru
yolu bulmasına yardımcı olur.
Rivayete
göre Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. Kendisinin yakın
hizmetlerini görürdü. Birgün köle, getirdiği içi çorba dolu kâseyi, kazârâ Câfer
Hazretlerinin üzerine döktü. Üstü başı çorbaya bulanan Câfer Hazretleri de,
öfkeyle kölenin yüzüne baktı. Bunun üzerine köle:
“–Efendim!
Kur’ân’da öfkelerini yenenler takdir ediliyor!” dedi. O zaman Câfer-i Sâdık
Hazretleri:
“–Öfkemi
yendim!” dedi. Bu sefer köle:
“–Kur’ân’da
aynı yerde insanların kusurlarını bağışlayanlar da takdir ediliyor!” dedi.
Câfer Hazretleri:
“–Haydi
bağışladım seni!..” dedi. Bu defâ da köle:
“–Âyetin
sonunda; «Allah ihsanda bulunan, iyilik eden kimseleri sever!» (Âl-i
İmrân 3/134) buyruluyor!” dedi. Bunun üzerine Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“–Haydi
git, hürsün artık; seni Allah için âzâd ettim!..” dedi.
Nitekim
şu misâl de ne kadar ibretli ve takdire şâyandır.
Merhum
Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Hazretleri’nin bir talebesi, geçirdiği bir buhran
sebebiyle mânen zaafa uğrar ve sarhoş bir vaziyette kapısına gelir. Kapıyı açan
kişi:
“−Bu
ne hâl! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?” diye azarlayınca, bitkin ve
bîçâre adamcağız:
“−Beni
merhametle kucaklayacak başka kapı var mı ki!..” diyerek çâresizliğini dile
getirir. Olup bitenleri içeriden işiten Sâmi Efendi, hemen kapıya gelir ve o
gönlü zedelenmiş talebesini içeriye buyur ederek, can sarayına alır. Onun vîrâne
olmuş gönlünü, merhamet, şefkat ve muhabbetle ihyâ eder. Bu rakîk gönül üslûbu
ile irşâda mazhar olan o şahıs da, bütün menfî hâllerinden kurtularak zamanla
sâlihler zümresine dâhil olur.
Önceki âyette birinci grup müttakîlerin
hususiyetleri beyân edildikten sonra şimdi burada ikinci bir müttaki grubundan
bahsedilmektedir:
135. Onlar çirkin bir iş yaptıkları veya günah işleyerek kendi öz canlarına zulmettikleri zaman, hemen Allah’ı hatırlayarak O’ndan günahlarının affını isterler. Zâten, günahları Allah’tan başka kim affedebilir ki? Hem onlar, işledikleri günah ve hatalarda bile bile ısrar da etmezler.
136. Onların mükâfatı, Rableri tarafından bağışlanma ve içinde ırmaklar akan cennetlerdir. Onlar orada sonsuzca kalacaklardır. Böyle bildikleriyle gerektiği şekilde amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir!
Bunlar
beşer icabı günah işleyen, fakat günahlarında ısrar etmeyip tevbeye
sarılanlardır. Ayette geçen اَلْفَاحِشَةُ
(fahişe) kelimesi, zina gibi çok çirkin olan bir fiili; “nefse zulüm” ibaresi
ise büyük küçük herhangi bir günahı ifade eder. Yahut “fahişe”, başkasıyla
ilgisi olan günah; “nefse zulüm” ise başkasıyla ilgisi olmayan günah demektir.
Müttakilerin bir kısmı da insanlık hali bir kötülük yaptıkları veya herhangi
bir günah işledikleri zaman, hemen Allah’ı hatırlarlar, haya ve korkularından dolayı
günahları için hemen bağışlanma dilerler. Nitekim Resûlullah (s.a.s.):“Bir
kişi günah işlediğinde kalkar abdest alır, namaz kılar, sonra da Allah’tan
bağışlanma dilerse Allah onu affeder” (Tirmizî, Tefsir 3/3006) müjdesini
vermektedir. Onlar yaptıkları günahlarda da bile bile ısrar etmezler.
İşlediklerine pişman olup kalbiyle ve diliyle affedilmesini diler ve o günahı
örttürecek iyiliklere koşuşurlar. Böylece Allah’ın af ve merhametine ermeğe
gayret gösterirler. Zira onlar, gerçekte günahları ancak çok bağışlayıcı ve çok
merhametli olan Allah’ın affedebileceğini, O’ndan başka kimsede bu yetkinin
olmadığını bilirler. Zaten affedenleri ve iyilik yapanları seven şânı büyük
Allah’tan daha çok affetmeye ve bağışlamaya gücü yeten kimse yoktur.
Dolayısıyla Allah Teâlâ günahına samimiyetle tevbe eden kullarını bağışlayacak,
onlara bol bol mükafat verecek, günahları yokmuş gibi altından ırmaklar akan,
içinde ebedî olarak kalacakları cennetleri onlara ihsan edecektir.
Mü’min
ve müttaki kullara düşen, bu anlatılan dinî gerçeklerden gereken ibret ve dersi
alabilmektir:
137. Sizden önceki toplumların hayatında nice ilâhî kanunlar tatbik edilmiş ve bunların sonuçları yaşanmıştır. İsterseniz yeryüzünde şöyle bir gezip dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonu nasıl olmuş bir bakın!
138. İşte bu Kur’an, insanlar için bir açıklama, takvâ sahipleri için bir doğru yol rehberi ve öğüttür.
139. O halde gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer gerçekten mü’minseniz, her zaman en üstün sizsiniz.
Bedir’de
müşrikleri korkunç bir bozguna uğratan ve onlardan yetmiş kişi öldürüp
yetmişini de esir alan mü’minler, bir sene sonra Uhud’da mağlubiyete maruz
kalmışlar ve yetmiş şehîd vermişlerdi. Bu durum onlara ağır gelmiş, azimlerini
kırmış ve mahzun olmuşlardı. Bu âyette Allah Teâlâ onları teselli etmekte,
düşmanlarıyla savaşa teşvik etmekte, hem acze düşüp güç ve kuvvetlerini
yitirmelerini yasaklayarak “Gevşemeyin!” buyurmakta, hem de kaybettiklerine de
“üzülmemelerini” istemektedir. Çünkü mücâdelede gevşeklik göstermek, kuru bir
üzüntüyle yetinip gerekli faaliyetlerde bulunmamak müslümanlara hiçbir şey
kazandırmayacaktır. Üstelik netice itibariyle iman küfre daima üstün
gelecektir. Nitekim âyetin, “Eğer gerçekten mü’minseniz, her zaman en üstün
sizsiniz” (Âl-i İmrân 3/139) kısmı bu gerçeğe dikkat çekmektedir. Aralarda
bir takım sarsıntılar, iniş ve çıkışlar olsa da sonunda güzel akıbet, yardım ve
zafer mutlaka mü’minlerin olacaktır. Çünkü Allah, bu dine, ona bağlanan
peygamber ve mü’minlere yardım edeceğini müjdelemiştir. Âyet-i kerîmelerde
şöyle buyrulur:
“Doğrusu, peygamber kıldığımız kullarımız hakkında bizim geçmişte
verdiğimiz şöyle bir söz vardır: «Onlara Allah’ın yardımı kesinlikle
ulaşacaktır. Neticede üstün gelen, kesinlikle her zaman bizim ordumuz
olacaktır.»” (Saffât 37/171-173)
“Şüphesiz biz peygamberlerimize ve onlara uyan mü’minlere dünya
hayatında da, şâhitlerin hazır bulunacağı mahşer gününde de elbette yardım
edeceğiz.” (Mü’min 40/51)
Bu
ve benzeri âyetlerin müjdesinde şüphe olmamakla birlikte Uhud’daki hezimeti
nasıl anlamak gerekir:
140. Size Uhud’da bir yara dokunduysa, biliyorsunuz ki Bedir’de de düşmanlarınıza benzeri bir yara dokunmuştu. Biz, bu gâlibiyet ve mağlubiyet günlerini insanlar arasında döndürür dururuz. Allah, gerçekten iman edenleri ortaya çıkarmak ve sizden şehitler edinmek için böyle yapar. Yoksa Allah, zâlimleri sevmez.
141. Bir de Allah, mü’minleri her türlü günah kirlerinden temizlemek ve kâfirleri helâk etmek için böyle yapar.
Müslümanlara
Uhud’da bir mağlubiyet, acı ve yara dokunduğu gibi, Bedir’de de müşriklere
benzeri bir mağlubiyet, acı ve yara dokunmuştu. Fakat müşrikler yenilmeleri
sebebiyle zafiyet göstermemişler, cesaretlerini yitirmemişler, yeniden savaşmak
üzere hazırlıklarını yapıp Uhud’a gelmişlerdi. Sonuçta belli bir başarı da elde
etmişlerdi. Halbuki müslümanların bu hususta daha azimli, cesaretli ve kararlı
davranmaları gerekir. Çünkü onlar, Allah’a ve âhirete iman gibi müşriklerde
olmayan büyük nimetlere, şehîd olmak gibi ulvî hedeflere sahiptiler. Nitekim
bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“Düşmanınız olan o kavmi, toparlanmalarına fırsat vermeden takip
etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da
sizin gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz Allah’tan, onların ummadıkları şeyleri
umuyorsunuz. Allah, hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam
olandır.”
(Nisâ 4/104)
140.
âyette geçen “bu günler”den maksat “gâlibiyet ve mağlubiyet, zafer ve yenilgi,
acı ve tatlı günler”dir. İşte Allah Teâlâ bu günleri, dünya hayatındaki
imtihanın bir gereği olarak mü’min-kâfir ayırımı yapmaksızın insanlar ve
toplumlar arasında döndürüp durmaktadır. Fuzûlî’nin dediği gibi:
“Demadem aks alur mir’ât-ı âlem kahr u lütfundan,
Anınçün geh küdûret zâhir eyler, geh safâ peydâ.”
“Âlem
aynası zaman zaman Cenâb-ı Hakk’ın lutuf tecellilerinden, zaman zaman da kahır
tecellilerinden akisler alır. Bu yüzden bazan hoşa gitmeyen karışık durumlar ve
zorluklar zuhûr eder; bazan de huzur ve safâ veren haller meydana gelir.”
Zira
Cenâb-ı Hak, eğer daima kâfirlere şiddetli belalar verip onları sürekli
yenilgiye uğratsa, buna karşılık mü’minlere hiçbir sıkıntı ve bela vermese, o
takdirde, imandan başka tüm yolların bâtıl olup sadece iman etmenin hakikat
olduğunu gösteren zaruri bir ilim hâsıl olur. Dolayısıyla insanları bir kısım
şeylerden sorumlu tutmanın, mükâfat ve cezanın mânası kalmaz. Diğer taraftan
kâfirlere gelen musibetler, Allah’ın birer gadap ve kahır tecellileri iken, müslümanlara
dokunan meşakkatler, onları mânen terbiye etmekte ve neticede onlar için ilâhî
bir rahmet olmaktadır. Nitekim burada, Uhud’da mü’minlerin başına gelenlerde ne
tür sır ve hikmetler saklı olduğu şöyle haber verilmektedir:
›
Gerçekten iman eden ve imanında samimi olanları olmayanlardan
ayırıp ortaya koymak,
›
Mü’minlerden bir kısmına şehitlik rütbesi ihsan etmek,
›
Çektikleri sıkıntı, acı ve ızdırap sebebiyle mü’minleri her türlü
günahlardan ve manevî kirlerden temizlemek; imanlarını saflaştırıp ihlâslarını
artırmak. Gerçekten bu nevi musibetler mü’minlerin sabır, şecaat, cesaret,
nefsin arzularını terk, ruhu kuvvetlendirmek ve ilâhî emirlere uymak gibi güzel
vasıflarının kuvveden fiile çıkmasına yardım etmektedir.
›
Kâfirlerin ise köklerini kazımak, helak ve yok edip izlerini
silmektir.
Sonra
da Cenâb-ı Hak cennete girebilmenin yollarını göstermek ve ölüm gerçeğine
dikkat çekmek üzere buyuruyor ki:
142. Yoksa siz, Allah içinizden cihâd edenleri ve dâvası uğrunda sabredip direnenleri ortaya çıkarmadan kolayca cennete girivereceğinizi mi sandınız?
Cennet,
Cenâb-ı Hakk’ın âhirette mü’minler için hazırladığı ebedî selâmet yurdu ve
büyük bir nimettir. Allah, gönderdiği peygamberler vasıtasıyla kullarını oraya davet
etmekte ve cennete girebilmenin yollarını göstermektedir. Bu büyük nimete
kavuşmanın mutlaka bir bedeli olacaktır. Bu âyette bedel olarak Allah yolunda
cihad etmek ve yine bu uğurda başa gelenlere sabretmek gösterilmektedir.
Nitekim “Allah müminlerden, kendilerine vereceği cennet karşılığında
canlarını ve mallarını satın almıştır” (Tevbe 9/111) âyetinde, cennetin
bedelinin malı ve canı Allah yolunda fedâ etmek olduğu haber verilir. Yine “Yoksa ey mü’minler! Sizden önceki mü’minlerin başına gelenler sizin de
başınıza gelmeden, onların yaşadıkları sıkıntıları çekmeden cennete
girebileceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici fakirlikler, öyle kımıldatmayan
sıkıntılar dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda peygamber ve yanındaki
mü’minler: «Allah’ın yardımı ne zaman?» diyecek hale geldiler. Şunu bilin ki,
Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 2/214) âyetinde de Allah yolunda
karşılaşılan büyük sıkıntılara katlanmak, hatta çaresizlik ve ümitsizlik içinde
Allah’ın yardımını bekleyecek derecede zor durumlara göğüs germek, cennet
bedeli olarak belirlenmiştir. Dolayısıyla hangi dönemde olursa olsun İslâm
emânetini yüklenen müslümanlar, imanları ve mukaddes değerleri uğrunda bu fedakârlıkları
yapmak durumundadırlar. Zira bu, cennete girip girememe açısından çok mühim bir
ölçü özelliği taşımaktadır. Bunun için de müslümanın toprak altı bilmecesini
çözmek ve ölüme hazır olmak gibi bir sorumluluğu vardır:
143. Hani siz, ölümle yüzyüze gelmeden önce şehit olmak için can atıyordunuz. İşte şimdi, ölenlere seyirciler gibi bakıp dururken, onu açıkça gördünüz.
Bedir savaşına katılamayan bir kısım sahâbîler, “Keşke
tekrar Bedir gibi bir savaş olsa da biz de savaşıp şehîd olsak; çünkü
arkadaşlarımız orada şehîd oldular ve büyük bir mükâfata nâil oldular” diye
temenni etmişlerdi. Hatta Peygamberimizin istişaresi esnasında Medine’de
savunmaya razı olmayıp, Uhud’a çıkmak için teşvik edenler de bunlardı. Uhud
savaşı olduğunda ise onlardan bir kısmı kaçmış, bir kısmı ise sabretmişti. İşte
bu âyet, ölümü çok yakından görüp de ondan kaçanlara, yenilip bozguna
uğrayanlara hitap edip onları uyarmakatdır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 145)
Bir müslümanın ölümü temenni etmesi, hatta savaşın
olmasını istemesi caiz değildir. Peygamber Efendimiz:
“Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin,
Allah’tan afiyet dileyin. Fakat düşmanla karşılaştığınız zaman da sabırlı olun.
Cennetin, kılıçların gölgesi altında olduğunu bilin” (Müslim, Cihad 20) buyurarak bu gerçeği dile getirmişitir.
Bununla birlikte şehîd olmayı arzulamak güzel ve
makbuldür. Allah Resûlü (s.a.s.)’in:
“Ben isterim ki Allah yolunda savaşıp
öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra
tekrar öldürüleyim” (Muvatta, Cihad 27, 40) açıklamasıyla
bunu arzuladığı ve ümmetine de tavsiye ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim Bedir’e katılamadığı
için hayıflanan ve Uhud’da şehadet şerbeti içen Enes b. Nadr (r.a.)’ın hali
buna güzel bir misal teşkil eder. Yeğeni Enes b. Mâlik (r.a.), hadiseyi şöyle anlatmaktadır:
“Amcam
Enes b. Nadr, Bedir savaşına katılamamıştı. Bu ona çok ağır geldi:
«–Ey
Allah’ın Rasûlü! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah Teâlâ
müşriklerle yapılacak bir savaşa katılmayı nasîb ederse, neler yapacağımı
elbette görecektir» dedi. Uhud savaşına katıldı. müslüman safları dağılınca,
arkadaşlarını kastederek: «Rabbim! Bunların yaptıklarından dolayı sana özür
beyân ederim!»; müşrikleri kastederek de: «Bunların yaptıklarından da berîyim
yâ Rabbi!» deyip ilerledi. Sa‘d b. Muâz’la karşılaştı ve:
«–Ey
Sa‘d! İstediğim cennettir. Kâbe’nin Rabbi’ne yemin ederim ki, Uhud’un
eteklerinden beri hep o cennetin kokusunu alıyorum» dedi. Sa’d daha sonra
hâdiseyi Peygamber Efendimiz’e naklederken:
«−Ben
onun yaptığını yapamadım yâ Resûlallah!» demiştir. Amcamı şehîd edilmiş olarak
bulduk. Vücûdunda seksenden fazla kılıç, mızrak ve ok yarası vardı. Müşrikler
müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu kimse tanıyamadı. Sadece
kızkardeşi parmak uçlarından tanıdı. İşte:
“Mü’minler içinde öyle yiğitler var ki, Allah’a verdikleri söze
dâima bağlı kalmışlardır. Onlardan kimi sözünün gereğini yerine getirip O’nun
yolunda can vermiş, kimi de sırasını beklemektedir. Onlar, verdikleri sözü asla
değiştirmemişlerdir” (Ahzâb 33/23) âyeti, amcam ve onun gibiler hakkında nâzil
olmuştur. (Buhârî, Cihâd 12; Müslim, İmâre 148)
Dolayısıyla
mü’minler, herhangi bir savaşa karar vermek için tam bir ciddiyetle iyice
düşünmeli, savaşa başladıktan sonra artık dönüp kaçmayı hatra getirmemeli,
ölmek de mukadderse onu sabır ve sebatla seve seve karşılamalıdırlar. Yoksa
kanını son damlasına kadar akıtmaya yeminler ederek savaşı kızıştırıp da
selameti kaçmakta arayanlar hiçbir zaman selamet bulamazlar. Bunlar, savaşan
ordunun halini bozup perişan ettikleri gibi, kendileri de dünya ve âhirette
büyük bir zarara uğramış olurlar.
“Peygamber’in
ölmesi” konusuna gelince:
144. Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de pek çok peygamber gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, ökçeleriniz üzerine eski dininize geri mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerine geri dönerse Allah’a hiçbir zarar veremez. Ama Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.
Uhud savaşında Peygamberimiz ve müslümanlar, düşman
saflarına dalarak kahramanca savaşmışlar ve ilk planda Allah’ın izniyle
başarılı olup müşrikleri bozguna uğratmışlardı. Hatta ganimet toplanmaya
başlanmıştı.
Bunu gören geçitte vazifeli okçuların çoğu ganimete iştirak etmek için,
komutanları Abdullah b. Cübeyr’in mâni olma gayretine rağmen, mevkilerini
bırakıp koştular. Abdullah’ın yanında sadece sekiz kişi kalmıştı. Düşmanın sağ
taraf komutanı Halid b. Velid, okçuların azlığını ve arka tarafın boş kaldığını
görünce, derhal emrindeki iki yüz elli kadar süvari birliği ile şiddetli bir
hücum yaparak, kalan okçuları şehit etmiş, İslâm askerini arkadan vurup
dağıtarak bütün kuvvetiyle Allah Resûlü’ne doğru yönelmişti. Ashâb-ı kirâm şiddetle
çarpışmış ve içlerinden otuz kişi yaralanmıştı. Müşrik Abdullah b. Kamie bir
taş atarak Resulullah (s.a.s.)’in dişini kırmış, yüzünü yaralamış ve öldürmek
maksadıyla üzerine atılmıştı. Bu arada o azılı kâfir, Peygamberimiz’i müdafaaya
koşan Mus‘ab b. Umeyr’i şehit etmiş ve Resulullah’ı öldürdüğü zannıyla dönüp
“Muhammed’i öldürdüm” diye bağırmıştı. Bu yaygarayı duyan müslümanlar
sarsılmışlar, dönüp kaçmaya başlamışlardı. Bir kısmı, “savaşı bırakalım” demiş,
bazıları bir aracı vasıtasıyla Ebu Süfyan’dan eman almayı teklif etmiş, bir
kısım münafıklar da: “Muhammed peygamber olsaydı öldürülmezdi, artık eski dininize
dönün” diye iki yüzlülüklerini ortaya vurmuşlardı. Bu sırada Allah Resûlü (s.a.s.)
ise: “Ey Allah’ın kulları bana doğru gelin” diye seslenmekteydi. Ashâb-ı
kirâmdan Ka‘b b. Malik, miğferin altında parlayan gözlerinden Resulullah’ı
tanımış, en yüksek sesiyle müslümanlara Allah Resûlü’nün hayatta olduğunu
müjdelemiş, hemen otuz kadar sahâbî Peygamberimiz’in yanına toplanmışlar, onu
korumuşlar ve nihayet müşrikleri uzaklaştırmışlar, geri kalanları da
dağılmışlardı. İşte bu âyet, Peygamberimiz’in öldürülme yaygarası üzerine
vazifelerini terkedenleri ikaz, terbiye ve doğru olanı yapmaya yönlendirmek
üzere nâzil olmuştur.
Buna
göre, Hz. Muhammed (s.a.s.), kendinden önce gelip geçen peygamberler gibi,
sadece bir peygamberdir. O da bir insandır. Önceki peygamberlere ölüm vâki
olduğu gibi ona da ölüm bir gün mutlaka gelecektir. Sakın onda “beşer bir
peygamber” olmanın dışında, ölmemek veya ebedi kalmak gibi bir hususiyet aramayınız.
Ölmeyecek olan, dâimâ Hayy ve Kayyûm olan, ezelî ve ebedî olan sadece Allah
Teâlâ’dır. Onun dini de kıyamete kadar devam edecektir. Dolayısıyla Hz.
Muhammed (s.a.s.) ölse veya öldürülse, müslümanlar bunu sukûnetle, rızâ ve teslimiyetle
karşılamalı, dinlerine bağlılıklarını ve düşmanlarıyla olan mücâdelelerini
devam ettirmelidirler. Bu husustaki sabır, sebat ve kararlılıklarını
sürdürmelidirler. Bu şekilde mesuliyetinin farkında olup vazifesini yerine
getirenlere, Allah’ın maddi mânevî nimetlerine, özellikle din nimetine hakkiyle
şükredenlere Cenâb-ı Hak mükâfatlarını verecektir. Bunda asla şüphe
edilmemelidir. Bunun aksine, bir kısım bahanelerle dine yüz çeviren, ökçeleri
üzere geri dönüp mesuliyetten kaçanlar ise Allah’a hiçbir zarar veremeyecekleri
gibi, üstelik yaptıkları yanlışın cezasını da çekeceklerdir.
Âyet-i
kerîmede, Peygamber Efendimiz vefat ettiğinde müslümanların içine düşecekleri
şaşkınlık ve kararsızlığa da bir işarette bulunulmuştur. Nitekim Efendimiz’in
vefatı esnasında Hz. Ömer gibi önde gelen sahâbîler de dâhil olmak üzere herkes
büyük bir şaşkınlık, ümitsizlik ve perişanlık girdabına girmiş, ne
yapacaklarını bilemez hale gelmişlerdi. Ancak metânet ve soğuk kanlılığını
muhafaza eden Hz. Ebubekir (r.a.): “Kim Muhammed’e tapıyor idiyse bilsin ki
Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a tapıyorsa, bilsin ki Allah diridir, asla
ölmez” diyerek bu âyeti okumuştur. İbn Abbas (r.a.) diyor ki: “Ebubekir bu
âyeti okuyuncaya kadar, sanki insanlar daha önce böyle bir ayetin indiğini
bilmiyorlardı. Herkes bunu ilk defa ondan öğrenmiş gibiydi. Dolayısıyla onu
dinleyen herkes bu âyeti okumaya başladı.” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’an,
I, 409)
O
halde şu gerçeği aklınızdan çıkarmayın:
145. Önceden belirlenmiş bir yazgıya göre Allah izin vermedikçe hiç kimsenin ölmesi mümkün değildir. Kim yaptığı iş karşılığında bu dünyanın nimetlerini isterse, ona istediğini veririz; kim de âhiret mükâfatını isterse ona da istediğini veririz. Biz, şükredenleri mükâfatlandıracağız.
Ölüm
Allah’ın emridir. Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır. Her bir insanın öleceği
vakit, ilâhî kader planında belirlenmiştir. Belirlenen bu vakit gelinceye kadar
kişinin ölmesi mümkün olmadığı gibi, bu vakit geldiğinde de bir saniye
geciktirilmesi söz konusu değildir. Şahıslar için geçerli olan bu hakikat,
toplumlar için de geçerlidir. Mevzuyla alakalı olarak diğer ayetlerde şöyle
buyrulur:
“İyi bilin ki Allah, eceli geldiğinde hiç kimsenin ölümünü bir an
geri bırakmaz.” (Munâfikûn 63/11)
“Her ümmet için takdir edilmiş belli bir süre vardır. Bu sürenin
sonu geldiğinde artık onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne
alabilirler.” (A‘râf 7/34)
O
halde ölüm korkusuyla savaştan uzak durmak veya birinin ölüp ölmeyeceği
ihtimaline bağlı olarak bir tavır sergilemek doğru değildir. Allah’ın emri ne
ise ona göre davranılmalıdır. Savaşan kişi, eceli gelmeden ölmeyeceği gibi,
savaştan kaçanlar da ecelleri geldiği takdirde ölümden kurtulamayacaklardır. Bu
âyetle aynı zamanda, münafıkların Uhud’da şehîd edilenler için: “Eğer yanımızda kalsalardı ne ölür, ne de
öldürülürlerdi” (Âl-i İmrân 3/156) sözleri reddedilmektedir.
Ayette
ölüm ve hayatın tamâmen Allah’ın iznine bağlı olduğu kesin bir ifadeyle
belirtildikten sonra, amellerin mükâfatını tam olarak alabilmenin kulların
iradesine, niyet ve ihlâsına bağlı olduğuna dikkat çekilmektedir. Allah Resûlü (s.a.s.):
“Ameller, niyetlere göredir. Herkese niyetine göre karşılık verilecektir”
buyurmuştur. (Buhârî, Bed’ü’l-vahy 1) O halde kim yaptığı amellerle dünya
nimetini isterse, Allah ona uygun göreceği bir karşılık verecektir. Fakat âhirette
bu amellerin karşılığında bir şey elde edemeyecektir. Bu ifade ile özellikle
Uhud günü ganimetle meşgul olanlar ikaz edilmektedir. Kim de yaptığı amellerle âhiret
sevabını, cenneti ve Allah’ın rızâsını isterse, Allah bu kimselere âhirette bol
bol mükafat vereceği gibi, dünyadaki nasiplerini de onlara ikram edecektir.
Çünkü Allah, şükreden kullarına cömertçe ikram ve ihsanda bulunacağını
müjdelemektedir.
Bu
talihli kullara misal olmak üzere buyruluyor ki:
146. Nice peygamberler gelip geçti ki, kendilerini Allah’a adamış pek çok kimse onlarla beraber savaştılar. Onlar, Allah yolunda başlarına gelen sıkıntılardan dolayı gevşemediler, zaafa düşmediler ve düşmana boyun eğmediler. Allah, sabredenleri sever.
Cenâb-ı
Hak, bu âyet-i kerîmelerde, menfi durumlar karşısında irade zaafına uğrayan
mü’minlerin, azimlerini toplayarak mücadeleye devamlarını sağlamak için önceki
peygamberlerin ashâbının hallerinden örnekler vermektedir. müslümanlardan,
peygamberlerinin yanında yılmadan usanmadan savaşan, hiçbir zafiyet ve
gevşeklik göstermeyen, bilakis sabır ve sebat gösteren bu kimseler gibi
olmalarını istemektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 155-156)[1]
146.
âyette geçen رِبِّيُّونَ (ribbiyyûn) kelimesi,
“rabbânî” gibi “Rabbe kulluk eden” demektir. Rabbânî, terbiyeci demek olan
“rabbe”den gelir. “Ribbî” de cemaat demek olan “ribbe” kelimesinden gelip
“cemaat, toplum” anlamında kullanılmıştır. Bunlardan başka “evvelûn” yani
öncekiler mânasına da gelir. “Rabbânî” ile “ribbî” arasında şöyle bir mâna
farkı vardır: Rabbânî, veli imamlar, ribbî de halkdır. Buna göre rabbânî ve
ribbî ikisi de “Yüce Rabbe bağlı” mânasını içermekle beraber, “ribbî” ribbe
bağlanmakla terbiye ve öğrenim görmüş topluluk; “rabbânî” de rabbe bağlanmakla
diğerlerine öğretim ve eğitim yaptırabilecek yüksek seviyede bulunanlar diye
ayırım yapılması en uygun mâna olacaktır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
IV, 156; Elmalılı, Hak Dini, II, 1197)
Burada
söz konusu kişilerde olmayan menfi vasıflar zikredilirken, “vehn” ve “za’f”
kelimeleri birlikte zikredilmiştir. Halbuki bunlar mâna cihetiyle birbirlerine
oldukça yakındır. Ancak bunların peşpeşe zikredilmelerinde bir hikmet ve
incelik bulunmaktadır: اَلْوَهْنُ (vehn), bir ameli
yapmaya ve bir işe girişmeye karşı gücün oldukça az olmasıdır. اَلضَّعْفُ (za‘f) ise bedendeki kuvvetin zıddı, yani
kuvvetin olmayışı mânasındadır. Vehn, azimete daha yakındır. Za’f ise,
mukavemet esnasında gevşeklik göstermek ve teslim olmak demektir. اَلْإسْتِكَانَةُ (istikâne), boyun bükmek ve alçalmak mânasındadır.
Savaş esnasında azimet kaybolup azalar gevşeyince düşmana boyun eğmekten başka
çare kalmaz. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, IV, 118-119)
İşte
peygamberlere tabi olan insanların durumu böyle olunca, ilim ehli ve hakikat tabilerine
gereken, hiçbir engelin, hiçbir çilenin onları kudretsizliğe, kuvvetsizliğe,
gevşekliğe ve zillete düşürmemesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz hep böyle
davranmış, ashâbını da sabırlı ve metanetli olmaya teşvik etmiştir.
Habbâb
bin Eret (r.a.) anlatıyor:
“Resûlullah
(s.a.s.) Kâbe’nin gölgesinde bir bürdeyi yastık yapmış uzanırken yanına geldim.
O zaman müşriklerden büyük işkenceler görüyorduk. Allah Resûlü’ne:
«–
Bize yardım etmeyecek misin, bizim için Allah’a yalvarmayacak mısın?» diye
şikâyette bulunduk. Efendimiz mübârek yüzü kızarmış olarak kalkıp oturdu ve
şöyle buyurdu:
«– Sizden önce öyleleri vardı ki kişi yakalanıyor, önceden
hazırlanan çukura gömülüyor, sonra getirilen bir testereyle başının ortasından
ikiye bölünüyordu. Ancak bu yapılanlar onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yine
öyleleri vardı ki demir taraklarla taranıyor, kemiklerinin üzerinde et ve
sinirlerden başka bir şey kalmıyordu. Ancak bu yapılanlar da onu dîninden aslâ
döndüremiyordu. Yemin ederim ki Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyleki bir yolcu
devesine binecek, San’â’dan kalkıp Hadramevt’e kadar gidecek de Allah’tan başka
hiçbir şeyden korkmayacak. Koyunu için de Sadece kurttan korkacak. Ancak siz
acele ediyorsunuz.»” (Buhârî, Menâkıb 25; Menâkıbu’l- Ensâr 29)
Peygamberlerin
yanlarında bulunan bu ilim ve fazilet sahibi insanların, en zor şartlarda bile
gönülleri ve bedenleriyle azimet, gayret, fedakârlık, sabır ve metanet içinde
oldukları gibi, dilleriyle de Yüce Rablerine daimî bir niyaz halinde
bulundukları haber verilmektedir. Hiç menfi bir şey söylememekte,
sızlanmamakta; bilakis sürekli dua hâlinde yegâne kuvvet ve kudret sahibi
Allah’a iltica ve niyâz etmektedirler. Nefislerinin zararından, bilmeden
işledikleri günahların tehlikesinden ve herhangi bir hususta Allah’ın emrinin
dışına çıkmaktan yine Allah’a sığınmakta ve af talep etmektedirler: “Rabbimiz!
Günahlarımızı ve işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla, ayaklarımızı
sâbit kıl! Şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsan eyle!” (Âl-i
İmrân 3/147)
Görüldüğü
üzere başlarına gelen musibetler, onların gönlünde Allah’ın yardım va‘dinin
doğruluğu hususunda bir tereddüde sebep olmamaktadır. Bilakis onlar, bu tür
iptilaların birer imtihan vesilesi olduğu ve bir hikmeti bulunduğu şuuru
içindedirler. Diğer taraftan başlarına gelen bu iptilaların, Allah’ın dinine
yardımda eksik davranmalarına yahut sorumluluk emanetini tam olarak yerine
getirmede kusurlu olmalarına bir ceza olduğunu da düşünmüş olabilirler. Bu
sebeple, musibetin gelişi sırasında günahlarının bağışlanmasını istemişler, sonra
da Allah’tan yardım talebinde bulunmuşlardır. Allah Teâlâ da onlar ve onlar
gibi olanların dualarına hemen icâbet etmekte ve onlara hem dünya hem de âhiretin
hayrını ve güzelliklerini bağışlamaktadır. Dünya hayrı, dünyada kazanılan
zaferler ve ganimetlerdir. Âhiret hayrı ise, orada elde edilecek hayırlı akıbet
yani cennet ve Allah’ın rızâsıdır.
Bu
nimetlere ulaşmanın birinci şartı, kâfirlere itaattan uzak durup gerçek dost ve
yardımcı olan Allah’a yönelmektir:
[1] 146. âyette geçen
“savaştı” mânasına gelen قَاتَلَ (kâtele) fiili
mechûl olarak ve “öldürüldü” mânasında
قُوتِلَ
(kûtile) şeklinde de
okunmuştur. Bu kıraate göre cümlenin mânası şöyle olmaktadır: “Beraberlerinde,
kendilerini Allah’a adamış pek çok kimse olduğu halde nice peygamberler öldürüldü.”
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, özellikle İsrâiloğulları’nın pek çok peygamberi
öldürdüklerini haber vermektedir. (bk. Bakara 2/61, 91)
147. Ağızlarından dökülen söz sadece şuydu: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla, ayaklarımızı sâbit kıl! Şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsân eyle!”
Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmelerde, menfi durumlar karşısında irade zaafına uğrayan mü’minlerin, azimlerini toplayarak mücadeleye devamlarını sağlamak için önceki peygamberlerin ashâbının hallerinden örnekler vermektedir. müslümanlardan, peygamberlerinin yanında yılmadan usanmadan savaşan, hiçbir zafiyet ve gevşeklik göstermeyen, bilakis sabır ve sebat gösteren bu kimseler gibi olmalarını istemektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 155-156)[1]
146. âyette geçen رِبِّيُّونَ (ribbiyyûn) kelimesi, “rabbânî” gibi “Rabbe kulluk eden” demektir. Rabbânî, terbiyeci demek olan “rabbe”den gelir. “Ribbî” de cemaat demek olan “ribbe” kelimesinden gelip “cemaat, toplum” anlamında kullanılmıştır. Bunlardan başka “evvelûn” yani öncekiler mânasına da gelir. “Rabbânî” ile “ribbî” arasında şöyle bir mâna farkı vardır: Rabbânî, veli imamlar, ribbî de halkdır. Buna göre rabbânî ve ribbî ikisi de “Yüce Rabbe bağlı” mânasını içermekle beraber, “ribbî” ribbe bağlanmakla terbiye ve öğrenim görmüş topluluk; “rabbânî” de rabbe bağlanmakla diğerlerine öğretim ve eğitim yaptırabilecek yüksek seviyede bulunanlar diye ayırım yapılması en uygun mâna olacaktır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 156; Elmalılı, Hak Dini, II, 1197)
Burada söz konusu kişilerde olmayan menfi vasıflar zikredilirken, “vehn” ve “za’f” kelimeleri birlikte zikredilmiştir. Halbuki bunlar mâna cihetiyle birbirlerine oldukça yakındır. Ancak bunların peşpeşe zikredilmelerinde bir hikmet ve incelik bulunmaktadır: اَلْوَهْنُ (vehn), bir ameli yapmaya ve bir işe girişmeye karşı gücün oldukça az olmasıdır. اَلضَّعْفُ (za‘f) ise bedendeki kuvvetin zıddı, yani kuvvetin olmayışı mânasındadır. Vehn, azimete daha yakındır. Za’f ise, mukavemet esnasında gevşeklik göstermek ve teslim olmak demektir. اَلْإسْتِكَانَةُ (istikâne), boyun bükmek ve alçalmak mânasındadır. Savaş esnasında azimet kaybolup azalar gevşeyince düşmana boyun eğmekten başka çare kalmaz. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, IV, 118-119)
İşte peygamberlere tabi olan insanların durumu böyle olunca, ilim ehli ve hakikat tabilerine gereken, hiçbir engelin, hiçbir çilenin onları kudretsizliğe, kuvvetsizliğe, gevşekliğe ve zillete düşürmemesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz hep böyle davranmış, ashâbını da sabırlı ve metanetli olmaya teşvik etmiştir.
Habbâb bin Eret (r.a.) anlatıyor:
“Resûlullah (s.a.s.) Kâbe’nin gölgesinde bir bürdeyi yastık yapmış uzanırken yanına geldim. O zaman müşriklerden büyük işkenceler görüyorduk. Allah Resûlü’ne:
«– Bize yardım etmeyecek misin, bizim için Allah’a yalvarmayacak mısın?» diye şikâyette bulunduk. Efendimiz mübârek yüzü kızarmış olarak kalkıp oturdu ve şöyle buyurdu:
«– Sizden önce öyleleri vardı ki kişi yakalanıyor, önceden hazırlanan çukura gömülüyor, sonra getirilen bir testereyle başının ortasından ikiye bölünüyordu. Ancak bu yapılanlar onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yine öyleleri vardı ki demir taraklarla taranıyor, kemiklerinin üzerinde et ve sinirlerden başka bir şey kalmıyordu. Ancak bu yapılanlar da onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yemin ederim ki Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyleki bir yolcu devesine binecek, San’â’dan kalkıp Hadramevt’e kadar gidecek de Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacak. Koyunu için de Sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz.»” (Buhârî, Menâkıb 25; Menâkıbu’l- Ensâr 29)
Peygamberlerin yanlarında bulunan bu ilim ve fazilet sahibi insanların, en zor şartlarda bile gönülleri ve bedenleriyle azimet, gayret, fedakârlık, sabır ve metanet içinde oldukları gibi, dilleriyle de Yüce Rablerine daimî bir niyaz halinde bulundukları haber verilmektedir. Hiç menfi bir şey söylememekte, sızlanmamakta; bilakis sürekli dua hâlinde yegâne kuvvet ve kudret sahibi Allah’a iltica ve niyâz etmektedirler. Nefislerinin zararından, bilmeden işledikleri günahların tehlikesinden ve herhangi bir hususta Allah’ın emrinin dışına çıkmaktan yine Allah’a sığınmakta ve af talep etmektedirler: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla, ayaklarımızı sâbit kıl! Şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsan eyle!” (Âl-i İmrân 3/147)
Görüldüğü üzere başlarına gelen musibetler, onların gönlünde Allah’ın yardım va‘dinin doğruluğu hususunda bir tereddüde sebep olmamaktadır. Bilakis onlar, bu tür iptilaların birer imtihan vesilesi olduğu ve bir hikmeti bulunduğu şuuru içindedirler. Diğer taraftan başlarına gelen bu iptilaların, Allah’ın dinine yardımda eksik davranmalarına yahut sorumluluk emanetini tam olarak yerine getirmede kusurlu olmalarına bir ceza olduğunu da düşünmüş olabilirler. Bu sebeple, musibetin gelişi sırasında günahlarının bağışlanmasını istemişler, sonra da Allah’tan yardım talebinde bulunmuşlardır. Allah Teâlâ da onlar ve onlar gibi olanların dualarına hemen icâbet etmekte ve onlara hem dünya hem de âhiretin hayrını ve güzelliklerini bağışlamaktadır. Dünya hayrı, dünyada kazanılan zaferler ve ganimetlerdir. Âhiret hayrı ise, orada elde edilecek hayırlı akıbet yani cennet ve Allah’ın rızâsıdır.
Bu nimetlere ulaşmanın birinci şartı, kâfirlere itaattan uzak durup gerçek dost ve yardımcı olan Allah’a yönelmektir:
[1] 146. âyette geçen “savaştı” mânasına gelen قَاتَلَ (kâtele) fiili mechûl olarak ve “öldürüldü” mânasında قُوتِلَ (kûtile) şeklinde de okunmuştur. Bu kıraate göre cümlenin mânası şöyle olmaktadır: “Beraberlerinde, kendilerini Allah’a adamış pek çok kimse olduğu halde nice peygamberler öldürüldü.” Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, özellikle İsrâiloğulları’nın pek çok peygamberi öldürdüklerini haber vermektedir. (bk. Bakara 2/61, 91)
148. Allah da onlara hem dünya nimetlerini, hem de âhiret mükâfatının en güzelini verdi. Çünkü Allah, böyle iyilik ve ihsân sahiplerini sever.
Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmelerde, menfi durumlar karşısında irade zaafına uğrayan mü’minlerin, azimlerini toplayarak mücadeleye devamlarını sağlamak için önceki peygamberlerin ashâbının hallerinden örnekler vermektedir. müslümanlardan, peygamberlerinin yanında yılmadan usanmadan savaşan, hiçbir zafiyet ve gevşeklik göstermeyen, bilakis sabır ve sebat gösteren bu kimseler gibi olmalarını istemektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 155-156)[1]
146. âyette geçen رِبِّيُّونَ (ribbiyyûn) kelimesi, “rabbânî” gibi “Rabbe kulluk eden” demektir. Rabbânî, terbiyeci demek olan “rabbe”den gelir. “Ribbî” de cemaat demek olan “ribbe” kelimesinden gelip “cemaat, toplum” anlamında kullanılmıştır. Bunlardan başka “evvelûn” yani öncekiler mânasına da gelir. “Rabbânî” ile “ribbî” arasında şöyle bir mâna farkı vardır: Rabbânî, veli imamlar, ribbî de halkdır. Buna göre rabbânî ve ribbî ikisi de “Yüce Rabbe bağlı” mânasını içermekle beraber, “ribbî” ribbe bağlanmakla terbiye ve öğrenim görmüş topluluk; “rabbânî” de rabbe bağlanmakla diğerlerine öğretim ve eğitim yaptırabilecek yüksek seviyede bulunanlar diye ayırım yapılması en uygun mâna olacaktır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 156; Elmalılı, Hak Dini, II, 1197)
Burada söz konusu kişilerde olmayan menfi vasıflar zikredilirken, “vehn” ve “za’f” kelimeleri birlikte zikredilmiştir. Halbuki bunlar mâna cihetiyle birbirlerine oldukça yakındır. Ancak bunların peşpeşe zikredilmelerinde bir hikmet ve incelik bulunmaktadır: اَلْوَهْنُ (vehn), bir ameli yapmaya ve bir işe girişmeye karşı gücün oldukça az olmasıdır. اَلضَّعْفُ (za‘f) ise bedendeki kuvvetin zıddı, yani kuvvetin olmayışı mânasındadır. Vehn, azimete daha yakındır. Za’f ise, mukavemet esnasında gevşeklik göstermek ve teslim olmak demektir. اَلْإسْتِكَانَةُ (istikâne), boyun bükmek ve alçalmak mânasındadır. Savaş esnasında azimet kaybolup azalar gevşeyince düşmana boyun eğmekten başka çare kalmaz. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, IV, 118-119)
İşte peygamberlere tabi olan insanların durumu böyle olunca, ilim ehli ve hakikat tabilerine gereken, hiçbir engelin, hiçbir çilenin onları kudretsizliğe, kuvvetsizliğe, gevşekliğe ve zillete düşürmemesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz hep böyle davranmış, ashâbını da sabırlı ve metanetli olmaya teşvik etmiştir.
Habbâb bin Eret (r.a.) anlatıyor:
“Resûlullah (s.a.s.) Kâbe’nin gölgesinde bir bürdeyi yastık yapmış uzanırken yanına geldim. O zaman müşriklerden büyük işkenceler görüyorduk. Allah Resûlü’ne:
«– Bize yardım etmeyecek misin, bizim için Allah’a yalvarmayacak mısın?» diye şikâyette bulunduk. Efendimiz mübârek yüzü kızarmış olarak kalkıp oturdu ve şöyle buyurdu:
«– Sizden önce öyleleri vardı ki kişi yakalanıyor, önceden hazırlanan çukura gömülüyor, sonra getirilen bir testereyle başının ortasından ikiye bölünüyordu. Ancak bu yapılanlar onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yine öyleleri vardı ki demir taraklarla taranıyor, kemiklerinin üzerinde et ve sinirlerden başka bir şey kalmıyordu. Ancak bu yapılanlar da onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yemin ederim ki Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyleki bir yolcu devesine binecek, San’â’dan kalkıp Hadramevt’e kadar gidecek de Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacak. Koyunu için de Sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz.»” (Buhârî, Menâkıb 25; Menâkıbu’l- Ensâr 29)
Peygamberlerin yanlarında bulunan bu ilim ve fazilet sahibi insanların, en zor şartlarda bile gönülleri ve bedenleriyle azimet, gayret, fedakârlık, sabır ve metanet içinde oldukları gibi, dilleriyle de Yüce Rablerine daimî bir niyaz halinde bulundukları haber verilmektedir. Hiç menfi bir şey söylememekte, sızlanmamakta; bilakis sürekli dua hâlinde yegâne kuvvet ve kudret sahibi Allah’a iltica ve niyâz etmektedirler. Nefislerinin zararından, bilmeden işledikleri günahların tehlikesinden ve herhangi bir hususta Allah’ın emrinin dışına çıkmaktan yine Allah’a sığınmakta ve af talep etmektedirler: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla, ayaklarımızı sâbit kıl! Şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsan eyle!” (Âl-i İmrân 3/147)
Görüldüğü üzere başlarına gelen musibetler, onların gönlünde Allah’ın yardım va‘dinin doğruluğu hususunda bir tereddüde sebep olmamaktadır. Bilakis onlar, bu tür iptilaların birer imtihan vesilesi olduğu ve bir hikmeti bulunduğu şuuru içindedirler. Diğer taraftan başlarına gelen bu iptilaların, Allah’ın dinine yardımda eksik davranmalarına yahut sorumluluk emanetini tam olarak yerine getirmede kusurlu olmalarına bir ceza olduğunu da düşünmüş olabilirler. Bu sebeple, musibetin gelişi sırasında günahlarının bağışlanmasını istemişler, sonra da Allah’tan yardım talebinde bulunmuşlardır. Allah Teâlâ da onlar ve onlar gibi olanların dualarına hemen icâbet etmekte ve onlara hem dünya hem de âhiretin hayrını ve güzelliklerini bağışlamaktadır. Dünya hayrı, dünyada kazanılan zaferler ve ganimetlerdir. Âhiret hayrı ise, orada elde edilecek hayırlı akıbet yani cennet ve Allah’ın rızâsıdır.
Bu nimetlere ulaşmanın birinci şartı, kâfirlere itaattan uzak durup gerçek dost ve yardımcı olan Allah’a yönelmektir:
[1] 146. âyette geçen “savaştı” mânasına gelen قَاتَلَ (kâtele) fiili mechûl olarak ve “öldürüldü” mânasında قُوتِلَ (kûtile) şeklinde de okunmuştur. Bu kıraate göre cümlenin mânası şöyle olmaktadır: “Beraberlerinde, kendilerini Allah’a adamış pek çok kimse olduğu halde nice peygamberler öldürüldü.” Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, özellikle İsrâiloğulları’nın pek çok peygamberi öldürdüklerini haber vermektedir. (bk. Bakara 2/61, 91)
149. Ey iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, sizi topuklarınızın üzerinde gerisin geri küfre döndürürler de, büsbütün hüsrana uğrar, eli boş dönersiniz.
Uhud
savaşında Ayneyn tepesine yerleştirilen okçular, Allah Resûlü’nün emrine tam
olarak itaat etmedikleri için müslümanlar iki ateş arasında kalmış, zor anlar
yaşamışlardı. O esnâda Resûlullah (s.a.s.)’in öldüğüne dâir yalan bir haber şâyî
olmuş, bunu fırsat bilen münafıklar, mü’minlere:
“Kardeşlerinize
dönün ve yeniden onların dînine girin!” demeye başlamışlardı. Bu hâdise üzerine
yukarıdaki âyet-i kerîmeler nâzil oldu. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 205)
Bazı
âlimler ise bu âyet-i kerîmelerin yahudiler hakkında nâzil olduğu görüşündedir.
Nitekim yahudiler, Uhud savaşından sonra müslümanların kafalarını karıştırıp
onları dinleri husûsunda şüpheye düşürmek için:
“–Şayet
Muhammed (s.a.s.) iddia ettiği gibi gerçekten peygamber olsaydı yenilmez, bu
tür hâdiselerle karşılaşmazdı. Onun durumu da aynen diğer insanlar gibidir. Bir
gün lehine olursa bir gün de aleyhinedir, bazan gâlip gelir, bazan mağlûb
olur!” demişlerdi. (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, IV, 87)
Müslümanlar,
inançsızların sözleri karşısında son derece dikkatli olmalıdır. Onların yanlış
ve aldatıcı sözlerine uydukları takdirde yavaş yavaş dinlerinden uzaklaşarak
dünya ve âhirette büyük kayıplara uğrayacaklarını bilmeleri gerekir. Nitekim
ashâb-ı kirâm, o zaman münafıklara ve yahudilere tâbî olsalardı, Allah’ın
rızâsını kazanmak için çıktıkları Uhud seferinden Medine’ye elleri boş olarak döneceklerdi.
Aynı şekilde, ebedî saadeti kazanmak için gönderildikleri dünya seferinden,
hüsrâna uğramış ve her şeylerini kaybetmiş bir vaziyette âhirete intikâl edeceklerdi.
Sadece
Asr-ı Saadet’te değil, nerede ve ne zaman olursa olsun, İslâm’ı kabul etmeyen
insanlara kayıtsız şartsız uymak, kişiyi aşağılara düşürür, uçurumlara
yuvarlar.
Bu
bakımdan:
150. Bilâkis sizin dostunuz ve yardımcınız yalnız Allah’tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.
Mü’minlerin
asıl itaat edip dost bileceği ve yardımını taleb edeceği yegâne varlık, Allah
Teâlâ’dır. Allah’a dost olanların, müşriklere ve münafıklara ihtiyacı yoktur.
Öyleyse Mevlâ’mıza itaat edip O’na yaklaşma gayreti içinde olmamız îcâb eder.
Âyetteki
المولي (mevlâ) kelimesi; sahip, dost, arkadaş,
yardımcı, koruyucu, gözetici gibi mânalara gelir. Allah, mü’minlerin Mevlâsıdır.
O, dostlarını ve velayeti altındakileri korur, onlara yardım eder, onları
zafere ulaştırır ve menfaatlerini gözetir.
Aslında
kâfirlere uymaya gerek yoktur ve onlardan herhangi bir yardım da gelmez. Zira
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
151. Allah’ın, ilâh kabul edilebileceklerine dâir haklarında hiçbir delil indirmediği birtakım nesneleri O’na ortak koşmaları yüzünden kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Onların varıp dayanacakları yer cehennemdir. Zâlimlerin barınacağı yer, ne kötüdür!
Şunu
hatırdan uzak tutmamak gerekir ki, müslümanlar Allah’a itaat eder ve O’nun
dostluğunu kazanırlarsa, Cenâb-ı Hak onlara her türlü yardımda bulunur, hatta
karşılarında duran kâfirlerin kalbine korku atar. Nitekim Habîb-i Ekrem’ine,
bir aylık mesâfeden düşmanlarının kalbine korku salma husûsiyetini
bahşetmiştir. (Buhârî, Teyemmüm 1; Müslim, Mesâcid 3, 5)
Allah
Teâlâ, inkâr edenlerin kalbine korku salmak için mü’minler tarafından da bir
gayretin olmasını arzu etmektedir. Bu sebeple:
“Düşmanınız olan o kavmi, toparlanmalarına fırsat vermeden takip
etmekte gevşeklik göstermeyin!” (Nisâ 4/104) buyurmuştur.
Resûlullah
(s.a.s.), bu ilâhî emre uyarak Uhud yenilgisinden sonra kâfirleri korkutmak
için tâkibe çıkmıştır. (İbn Hişâm, es-Sîre, III, 52) Halbuki
Efendimiz (s.a.s.) ve müslümanlar, o esnâda ağır yaralı ve pek yorgun
vaziyetteydiler. Pek çoğunun biniti yoktu. Bunlar, birbirlerini sırtlarında
taşıyarak Allah Resûlü’nün yanında sefere iştirak ettiler. (İbn Hişâm, es-Sîre, III, 53; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 243, 269, 316, 334-335)
Efendimiz
(s.a.s.) askerlerine, gündüz odun toplayıp gece ayrı ayrı ateş yakmalarını emir
buyurdu. Bunun üzerine beş yüz ateş yandı ve her yerden görünen ışıkları
düşmanın kalbine korku saldı. (Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 338; İbn Sa‘d, et-Tabakât,
II, 49)
Neticede,
Medine’ye dönüp müslümanların kökünü kazımayı planlayan müşriklerin kalbine
büyük bir korku düştü ve kazandıkları nisbî zaferi kaybetme endişesiyle
Mekke’ye doğru çekip gittiler. (İbn Hişâm, es-Sîre,
III,
56; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 340)
Süddî’nin
nakline göre, Ebû Süfyân ve müşrikler Uhud’dan Mekke’ye doğru yola koyulduktan
bir müddet sonra bu yaptıklarına pişman olup:
“–Ne
kötü yaptık! müslümanların çoğunu öldürdük, az bir şey kalmışlardı, onları da
bırakıp geldik. Haydi, dönün de köklerini kazıyın!” dediler. Tam dönmeye
azmettikleri esnâda Allah Teâlâ kalplerine bir korku attı, böylece arzularından
vazgeçtiler. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 129)
Cenâb-ı
Hak, Hendek savaşı esnâsında ihânet ederek anlaşmayı bozan, sonra da kalelerine
sığınıp savaş hazırlığı yapan yahudilerin yüreğine de büyük bir korku
salmıştır. (bk. Ahzab 33/26; Haşr 59/2)
Şimdi
tefsiri yapılmakta olan 151. âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, “korku
salacağız” buyururken “Biz” mânasına gelen “azamet nûnu”nu kullanmıştır.
Böylece ilâhî azamet ve heybetini, makâma münâsip olarak bütün insanlara
hissettirmiştir.
Kâfirlerin
kalbine atılan korkunun esas sebebi ise, onların Allah’a şirk koşmalarıdır.
Zira onlar da biliyor ki, gönül bağladıkları varlıklar mutlak kudret sahibi
değildir ve kendilerine yardım edemez. Âyetin devamından anlaşıldığına göre
“şirk”, hiçbir ilmî esasa dayanmayan ve aklın kabul etmeyeceği yanlış ve haksız
bir davranıştır. Diğer taraftan şirkle küfür aynı mânaya gelir ve bu helâk
edici vasıflara sahip olan insanların kalbi, dâimâ korku doludur. Bilhassa da
savaş esnâsında… müslümanlar günah işleyerek Allah’a ve Rasûlü’ne isyân
etmedikleri müddetçe, kâfirlerin zafere ulaşacağından korkmamalıdır. Allah
kâfirlere yardım etmez. O zâlimlerin âkıbeti hüsrândır. Dönüp dolaşıp sonunda
varacakları yer, cehennemdir. Hakkı kabul etmeyenlerin varıp ebedî olarak
kalacağı ve hiç ayrılmayacağı o yer ne kötüdür!
Uhud’da
olup bitenlere ve bunların sonucuna gelince:
152. Esasen Allah size olan sözünde durdu: O’nun izniyle düşmanlarınızı kırıp geçiriyordunuz. Fakat Allah size arzuladığınız zafer ve ganimeti gösterince gevşeyiverdiniz, Peygamber’in verdiği emre uyup uymama husûsunda birbirinizle tartıştınız ve itaatsizlik ettiniz. İçinizde dünyayı isteyen de vardı, âhireti isteyen de... Sonra Allah, sizi denemek için o kâfirler karşısında bozguna uğrattı. Bununla beraber, yine de sizi affetti. Zira Allah, mü’minlere karşı çok lutufkârdır.
Uhud’da
olanlar olup Allah Resûlü (s.a.s.) Medine-i Münevvere’ye döndüğünde, ashâbından
bazıları:
“–Bu
musîbetler başımıza nereden geldi? Halbuki Allah bize zaferi va‘detmişti?”
dediler. Bunun üzerine bu 152. âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 129)
Cenâb-ı
Hak, mü’minlere; sabır, takvâ ve emre itaat gibi gerekli şartlara riâyet
ettikleri takdirde yardım edeceğini va‘detmişti. (bk. Âl-i İmran 3/125) Nitekim
Uhud günü savaşın ilk saatlerinde yardım etmiş ve çok isteyip hoşlandıkları
zaferin yüzünü onlara göstermişti. Allah’ın izni ve yardımıyla müşrikleri
öldürmeye ve ganimet toplamaya başlamışlardı. Bir müddet sonra okçulardan bir
kısmının kalbi zaafa düştü. Sabredemeyip ganimet hırsına kapıldılar.
Kumandanlarını dinlemeyip kendi görüşleri istikâmetinde yerlerini terk ettiler.
Böylece Resûlullah (s.a.s.)’in, ne pahasına olursa olsun ayrılmamaları
yönündeki emrine isyân etmiş oldular. İçine düştükleri bu hazîn âkıbetin tek
sebebi, dünya muhabbetiydi. Neticede, dünyayı isteyenler vazifelerini terk edip
savaş meydanına ganimet toplamaya inmiş, âhireti arzu edenler de şehâdet
makâmına nâil olarak cennete kanatlanmışlardı.
İşte
o zaman ilâhî yardım yüz değiştirdi ve ilâhî imtihân vasfına büründü. Allah
Teâlâ, hem emre itaat etmeyenleri cezalandırmak hem de müslümanların musibet
esnâsındaki sabırlarını ve îmandaki sebâtlarını imtihan etmek istedi. Allah’ın
yardımı kesilince, kuvvetli olan düşman süvârileri Ayneyn tepesini dolaşarak
müslümanları arkadan çevirdiler. Kaçmakta olan müşrikler de geri dönünce
müslümanlar iki ateş arasında kaldı. Neticede 70 civârında şehîd verdiler, pek
çoğu da yaralandı.
Ancak
Cenâb-ı Hak, af ve merhametiyle muamele ederek daha fazla zâyiat vermelerine müsaade
etmedi. Müşrikler, müslümanları tamamen yok edemeden çekip gittiler.
Mü’minlerin
başına gelen musîbetler, işledikleri günahlar yüzündendir. Yâni Allah ve
Rasûlü’nün emrine aykırı davranmaları sebebiyledir. Allah günahlarının bir
kısmını bu dünyada cezalandırmak sûretiyle tedip eder ve kendilerine öğüt
verir. Ancak hatâlarının çoğunu da affeder. Böyle olmasaydı, günahları sebebiyle
onları helâk ederdi. Aslında günah, insanın başına gelen belâdan daha fazlasını
gerektirir. Lâkin Allah Teâlâ, mü’minlere karşı çok lutuf ve ihsân sahibidir.
Bu sebeple îman edip pişman olan kullarını lûtfuyla affeder ve onları helâk olmaktan
kurtarır.
Cenâb-ı
Hak, mü’minleri teskîn etmek için hemen onları affettiğini beyân etmiştir. Zira
Allah’ın gazabından korktukları için mü’minlerin kalpleri durabilirdi. Bu
durum, aynı zamanda mü’minlerin îmanlarındaki sadâkate delâlet etmektedir.
Burada
bir de Kur’an’ın üslup özelliklerinden birini görmekteyiz. Kur’an’da, mü’minler
herhangi bir sebeple azarlandığında ardından, hemen onları tesellî edecek bir
ifade gelir.
Bununla birlikte Uhud’dan aktarılan şu manzara, hem
savaşın dehşetini hem de mü’minlerin bozguna uğrama hallerini fevkalade etkili
bir şekilde resmetmektedir:
153. Hani siz savaş meydanından kaçıp uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. O esnâda Peygamber de arkanızdan seslenip sizi geri çağırıyordu. İşte bu en tehlikeli hengâmede Allah, kaçırdığınız zaferin ve başınıza gelenlerin üzüntüsünü unutturmak üzere size keder üstüne keder verdi. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
Müslümanlar
Uhud’da iki ateş arasında kalınca bozulup dağılmışlardı. Dost düşman karışmış,
hatta içine düştükleri telâş ve dehşet sebebiyle müslümanların birbirlerini
yaralayıp öldürdüğü olmuştu. Peygamber Efendimiz’in
etrafında 14 kişi kadar bir topluluk kalmıştı. (İbn Sa‘d, et-Tabakât, II,
42) İslâm ordusunun büyük bir kısmı sağa sola
bakmadan kaçmış, kimi Medine’ye kimi de dağa doğru gitmişti. Resûlullah (s.a.s.):
“–Bana doğru gelin ey Allah’ın
kulları! Bana doğru gelin ey Allah’ın kulları!” diye nidâ edince otuz kişi gelip önünde diz çökerek:
“Senin yanından hiç ayrılmamak üzere, yüzüm
yüzünün önünde siper ve kalkandır! Vücudum senin vücuduna fedâdır! Allah’ın
nihâyetsiz selâmı dâimâ senin üzerine olsun!” dediler. (Vakıdî, I, 240; İbn
Sa‘d, et-Tabakât,
II, 46; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 25)
İbn Abbas (r.a.) şöyle anlatır:
“Uhud’da günün ilk saatlerinde zafer Resûlullah
(s.a.s.) ve ashâbınındı. Öyle ki, müşriklerin sancaktarlarından yedi veya dokuz
kişi öldürülmüştü. Sonra müslümanlardan pek çok kimse şehîd edildi. müslümanlar
dağa doğru koşmakla birlikte insanların «Mağara» dedikleri yere ulaşamadılar,
ancak «Mihras» diye bilinen Uhud dağındaki bir su altında toplandılar. Bu
esnâda şeytan da: «Muhammed öldürüldü!» diye yüksek sesle bağırdı. Bunun gerçek
olduğu hususunda kimse şüphe etmedi.
Biz öldüğüne inanmış vaziyette beklerken Resûlullah
(s.a.s.) Sa‘d bin Muâz ile Sa‘d b. Ubâde arasında ay gibi üzerimize doğdu. Onu
kendisine has yürüyüşünden tanıdık. Allah Resûlü (s.a.s.)’i görünce o kadar
sevindik ki, sanki bize hiçbir şey isabet etmemiş gibi olduk.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 287-288; Hâkim, el-Müstedrek,
II, 324/3163; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VI,
110-111)
Müslümanların bir kısmı, Allah ve Rasûlü’nün
emirleri karşısında gevşek davranıp dünyalığa heves etmiş ve savaş kızışınca da
meydandan kaçmışlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onlara gam üstüne gam verdi:
Bir taraftan yaptıkları yanlışın ızdırabıyla kıvranıyor, diğer taraftan da
maddî ve mânevî pek çok kayıplara uğramış bulunuyorlardı. Zaferi ve ganimeti
pek yakınlarında gördükten sonra ellerinden kaçırmışlardı. Pek çok şehîd ve
yaralı vardı. Medine’nin toplam nüfusundan bile fazla olan düşmanın, geri dönüp
kendilerini ve Medine’deki yakınlarını ortadan kaldırma korkusunu yaşıyorlardı.
Vatanlarını ve hürriyetlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya idiler. Allah
Resûlü’nün şehîd edildiği haberiyle de yıkılmışlardı. Daha sonra bunun yalan
olduğunu öğrenseler de Efendimiz’in pek çok yerinden yaralandığını görmüşlerdi.
Nitekim Resûlullah (s.a.s.) Uhud dağındaki bir kayanın üzerine çıkmak istemiş
ancak yaralarından dolayı dermansız kaldığı ve sırtında iki zırh olduğu için
buna gücü yetmemişti. Talha b. Ubeydullah (r.a.) hemen eğilerek Efendimiz’i
sırtına alıp kayanın üzerine çıkarmıştı. (Tirmizî, Menâkıb, 21/3738; İbn Hişâm,
es-Sîre, III, 35; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 165)
Resûlullah (s.a.s.) ağır yaralar aldığı için
öğle namazını da oturduğu yerde kılmak mecbûriyetinde kalmıştı. (Vakidî, el-Meğâzî,
I, 294) Allah Resûlü (s.a.s.)’in bu hâle gelmesine sebep oldukları için
duydukları gam ve keder, ashâb-ı kirâma bütün musîbetleri unutturmuştu.
Cenâb-ı Hak, bu tür ağır ibtilâlar vermek
sûretiyle mü’minlerin metânet ve tecrübelerini artırmayı murâd etmiş, hayatta karşılaşacakları
zorluklara dayanma gücünü kazandırmıştır. Beterin beteri olduğunu, acının acıyı
unutturacağını hatırlatarak şükür ve rızâ hissiyatı içinde olmalarını
arzulamıştır. Dünyevî nimet ve musîbetlerin değersizliğini öğretip onları her
hâlukârda Allah’a sığınmaya ve âhirete hazırlanmaya alıştırmıştır. Allah’ın lutuf
ve merhametine bakın ki, kendi hataları neticesinde uğradıkları musîbetleri
bile nihâyetinde mü’minlerin lehine ve faydasına çevirmiştir. “Madem bana isyân
ettiniz, cezasını çekin!” deyip onları yüzüstü bırakmamıştır.
Bazı müfessirler, âyetin “üzülmeyesiniz diye”
kısmını, önceki âyetin “sizi affetmiştir” kısmına bağlayarak şöyle mâna
vermişlerdir:
“Kaçırdığınız fırsatlara ve başınıza gelen
belâlara üzülmeyesiniz diye Allah sizin günahlarınızı bağışladı.” Çünkü
Allah’ın affında, bütün gam ve hüzünleri gideren hususiyetler mevcuttur.
Artık bundan sonraki hayatta dikkatli olmak
lâzımdır. Zira Allah Teâlâ, kullarının bütün amellerini, maksatlarını gâyelerini
ve niyetlerini bilir. O’nun iyi olanlara iyilikle, kötü olanlara da azapla
karşılık vermeye gücü yeter. Bu gerçeği hakkıyla anlamak, kulu günahlardan
uzaklaştıracak en büyük müessirdir.
Ancak Cenâb-ı Hak, kullarını hep gam ve keder
içinde bırakmaz. İmtihan dünyasının bir cilvesi olarak kederler ve sevinçler,
musîbetler ve nimetler birbirini tâkip eder. Allah Teâlâ, Uhud’da mü’minleri
imtihan etmiş, lâkin hemen akabinde lûtfunu da göndermiştir:
154. Sonra Allah, bu kederin ardından size bir güven duygusu indirdi: tatlı bir uyuklama hâli ki içinizden en samimi olanları bürüyordu. Bu arada bir kısmı da canlarının derdine düşmüş, Allah hakkında câhiliyeye ait gerçek dışı zanlar besliyor ve: “Savaşa çıkma husûsunda bizim fikrimizi mi sordular?” diyorlardı. Sen de onlara: “Bütün karar ve yetki tamâmen Allah’a âittir” de. Onlar, aslında sana açıklayamadıklarını içlerinde gizliyor ve kendi aralarında: “Bizim fikrimiz sorulsa ve tercih hakkımız olsaydı, burada böyle öldürülmezdik” diyorlardı. Onlara de ki: “Siz evlerinizde bile bulunsaydınız, haklarında ölüm takdir edilmiş olanlar, düşüp ölecekleri yerlere bir sebeple mutlaka çıkıp gideceklerdi.” Allah bunları, kalplerinizdeki samimiyeti denemek, gönüllerinizi şeytanın vesvesesinden temizlemek için yapmıştır. Allah sînelerde saklanan en gizli duyguları dahi bilir.
Müşrikler savaş meydanında istedikleri gibi
dolaşıyor, müslümanlar da Uhud eteklerindeki kayalıklara çekilmiş kendilerini
korumaya çalışıyorlardı. Büyük bir korku ve üzüntü içindeydiler. Peygamber Efendimiz bir kısım ashâbıyla yanlarına doğru gelirken, onları
dahî tanıyamamış ve hemen ok atmaya hazırlanmışlardı. Allah Resûlü (s.a.s.)
yanlarına gelince biraz rahatladılar. O’nu sağ sâlim görünce bütün acılarını
unuttular. (Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 294-295) Öğle namazını
oturdukları yerde kıldıktan sonra şehîd olanlardan bahsetmeye ve onlar için
yakınmaya başladılar. Şeytan onları üzmek için vesveseler veriyor, düşmanın
kendilerine ve Medine’ye saldırması ihtimâliyle korkutuyordu. Kalkanlarının
altında böylesine bitkin bir vaziyette beklerken Cenâb-ı Hak, samîmî
mü’minlerin üzerine tatlı bir uyuklama indirdi.
Ebû Talha şöyle der:
“Uhud günü yerimizdeyken bizi bir uyuklama
sardı. Kılıcım elimden düşüyor, alıyorum tekrar düşüyor, tekrar alıyordum. (Buhârî, Tefsir
3/11) Bir ara başımı kaldırıp baktım, mü’minlerden
herkes uyukluyor, kalkanının altına doğru eğiliyordu. Diğer bir kısım insanlar,
yani kendi canlarından başka bir şey düşünmeyen münafıklar ise, insanların en
cesâretsizi, en korkağı ve Cenâb-ı Hakk’ın dînini yardımsız ve yüzüstü bırakmakta
en önde gideni idiler.” (Tirmizî, Tefsir 3/3007-3008)
Allah’a, Rasûlü’ne ve âhiret gününe îmanları
tam olan ve dünyaya gereğinden fazla değer vermeyen mü’minler, tatlı tatlı
uyuklayıp kılıçları ellerinden düşerken, kalplerinde şüphe taşıyan münafıkları
uyku tutmuyor, kendi kendilerine konuşuyor, korku ve endişe içinde bekleşip
duruyorlardı. Nefisleri küfür ve irtidat için vesveseler veriyor ve onları
korkutuyordu. Muattib bin Kuşeyr:
“– Savaşın nasıl yapılacağı hususunda bizim
fikrimiz sorulsaydı, burada bu kadar kişi öldürülmezdi” diyor, Zübeyr bin Avvâm
(r.a.) da uyku ile uyanıklık arasında onun sözlerini işitiyordu. (Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 296; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 68)
Mü’minler, Allah Resûlü’nü ve İslâm’ın
geleceğini düşünürken münafıklar, kendi menfaatlerinden başka bir şey
düşünmüyor, savaşa da ganimet elde etmek ve fitne çıkarmak maksadıyla gelmiş
bulunuyorlardı. Efendimiz’in peygamberliğinden ve verdiği sözlerden şüphe
ediyor, Allah’ın ona yardım etmeyeceğini zannediyorlardı. Allah’ın sıfatları,
Peygamber Efendimiz ve âhiret hakkında, İslâm inancına uymayacak yanlış
düşüncelere dalmışlardı. Halbuki İslâm dini açık ve berrak bir şekilde ortaya
konulduktan sonra, hâlâ câhiliyenin gerçekten uzak karanlık zanlarına tâbî
olmak, ne büyük bir hamâkattir!
Allah’ın indirdiği bu hafif uyku, mü’minlerden
korku ve yorgunluğu giderip sükûnet ve dinçlik verdi. Mûcizevî bir hâl
yaşadıkları için, ilâhî yardımın kendileriyle birlikte olduğundan iyice emin
oldular. Zira daha evvel Bedir savaşında da harpten önce böyle bir uyuklama
inmiş, mü’minlere emniyet, sebât ve kuvvet bahşetmişti. (bk. Enfâl 8/11)
Münafıklar, idârede söz sahibi olamayışları
sebebiyle serzenişte bulunarak Peygamber Efendimiz’in Uhud’a çıkmasını
tenkîd etmiş, zaferden ümitlerini tamamen kesmiş ve hak peygamberin aslâ mağlup
olmayacağı yönünde câhilî düşüncelere dalmışlardı. Cenâb-ı Hak onlara şöyle
cevap verdi:
Hüküm ve idâre tamamen Allah’a âittir. O
istediği her şeyi yapar. Bütün işler O’nun iradesine ve ezelî takdirine göre
cereyân eder. Dilediğini gâlip getirir, dilediğini mağlûb eder, ancak işin
nihâyetinde üstünlük O’nun dostlarına âittir. Allah, insanların bilemeyeceği
çok gizli şeyleri dahî bildiğinden, fiillerinin hikmeti ilk anda
anlaşılmayabilir. Dolayısıyla kötü gibi görünen şey iyi, iyi gibi görünen de kötü
olabilir.
Diğer taraftan, peygamberlerin devamlı gâlip
geleceği ve aslâ mağlup edilemeyeceği şeklindeki bir düşünce de yanlıştır.
Böyle olsaydı bütün insanlar cebren îman ederdi. Bu da imtihan sırrına aykırı
olurdu. Cenâb-ı Hak, gerçek mânada îman edenleri diğerlerinden ayırmak ve bazı
kullarına şehitlik nasîb etmek için, galebe ve zafer günlerini insanlar
arasında çevirip durduğunu beyân etmiştir. (bk. Âl-i İmrân 3/140)
Hudeybiye anlaşmasından sonraki günlerde
Herakliyüs, Ebû Süfyan’a:
“–Hz. Muhammed ile savaşlarınızın netîcesi
nasıldır?” diye sormuştu. O:
“–Harp tâlihi aramızda nöbet iledir. Bazan o
bize zarar verir, bazan de biz ona zarar veririz” deyince, Herakliyüs:
“–Peygamberler de böyledir, imtihan edilirler,
ancak sonunda gâlibiyet onların olur!” demiştir. (Buhârî, Tefsir 3/4; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, I, 262)
Münafıkların, “Bize kalsaydı savaş için Uhud’a
gelmezdik, bu kadar insan öldürülmezdi!” şeklindeki sözleri de mânasızdır.
Allah bir şeyi takdir ettiyse, o bir sebeple muhakkak gerçekleşir. Uhud’da
ölmesi takdir edilenler, savaş olmasaydı bile herhangi bir vesileyle buraya
gelip ruhlarını teslim ederlerdi. Onun için kaderden kaçış yoktur. Resûlullah (s.a.s.):
“Allah Teâlâ bir kimsenin herhangi bir yerde ölmesini istediğinde,
o kimse için o yerde bir ihtiyaç zuhur ettirir” buyurmuştur.
(Tirmizî, Kader 11/2146, 2147; Hâkim, el-Müstedrek, I, 102/127). Nitekim
şu rivayet meşhurdur:
Ölüm
Meleği bir gün, Hz. Süleyman’ın yanına uğramıştı. Meclisinde bulunan bir kişiye
dikkatle baktı. O zât bir ara Hz. Süleyman’a:
“–Bu
kim?” diye sordu. Süleyman (a.s.) da, Ölüm Meleği olduğunu söyledi. Adam:
“–Sanki
benim canımı almak istiyormuş gibi bakıyordu, rüzgâra emretsen de beni götürüp
Hind diyârına bıraksa!” diye ricâda bulundu. Süleyman (a.s.) adamın isteğini
yerine getirdi. Daha sonra Ölüm Meleği, Hz. Süleyman’a:
“–Ona
dikkatlice bakmam taaccübüm sebebiyle idi. Çünkü onun canını Hindistan’da almam
emredilmişti ve o hâlâ senin yanındaydı” dedi. (Ebussuûd, VII, 78, Lokmân
31/34)
Lâkin bu durum tedbir almaya da mânî
değildir. İnsan üzerine düşen her şeyi yapacak, neticeyi Allah’a havâle
edecektir. Aksi takdirde ihmâlkârlığı sebebiyle mes’ûl tutulur.
Allah Teâlâ, Uhud savaşı gibi bir takım
musîbet ve kederleri, mü’minleri imtihan etmek için verir, yoksa bu, onları
ihmâl edip yardımsız bıraktığından değildir. Sabır ve sebat ettikleri takdirde
bunu günahlarına keffâret kılar, derecelerini artırır, îmanlarını
kuvvetlendirir ve kalplerindeki yanlış duyguları temizler. Şeytanın verdiği
vesvese ve şüpheleri giderir. müslümanlara hatâlarını gösterip nasıl olmaları
gerektiğini öğreterek kemâle ermelerini sağlar. Mü’minle münâfığı ayırıp ortaya
çıkarır. İşte Cenâb-ı Hak, bütün bunları sırf kullarının iyiliği için yapar.
Yoksa O, gizli açık her şeyi bilmektedir. O’ndan herhangi bir duygu veya
düşünceyi gizlemek aslâ mümkün değildir.
Meselenin takdir boyutu anlatıldıktan sonra
şimdi de söz, mağlûbiyetin dışa yansıyan sebeplerine getirilmektedir:
155. İki ordunun karşı karşıya geldiği o gün, içinizden arkasını dönüp savaştan kaçanlar var ya, yaptıkları bazı hatâlar yüzünden şeytan onları doğru yoldan kaydırmak istemişti. Yine de Allah onları affetti. Çünkü Allah, çok bağışlayandır, ceza vermede acele etmeyendir.
Uhud’da hatâ, savaşa çıkmaya karar veren Resûlullah (s.a.s.)’in değil,
emir dinlemeyen ve düşmanla karşı karşıya gelince zaaf gösterip dağılan askerlerindir.
Şeytan onları, bazı yanlış düşünce ve davranışları yüzünden aldatıp yoldan
çıkarmak istemiş ve bu hususta kısmen başarılı da olmuştur. Lâkin, yaptıklarına
pişman oldukları için Allah onları affetmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, çokça
affeden ve kullarını cezalandırmakta acele etmeyen yüce bir Mevlâ’dır.
Merhameti bol olan Rabbimiz, mü’minlerin kusurlarından bahsettikten
sonra, fazla üzülmemeleri için hemen onları affettiğini beyân etmiştir. Bu
hususu 152. âyette bildirdiği gibi burada da tekrarladı. 159. âyette de Peygamber Efendimiz’e mü’minleri
affetmesini ve onlar için Allah’a istiğfarda bulunmasını emredecektir. Bu da
O’nun ne kadar mağfiret ve hilim sahibi olduğunu gösterir.
“Yaptıkları bazı hatâlar yüzünden” (Âl-i İmrân
3/155) ifadesinden anlaşıldığına göre “Tâat ve ibâdet insanı
başka bir tâate sevkettiği gibi günah da diğer günahlara sevkeder.”
Bu âyet aynı zamanda günahların Allah’a nispet edilmeyeceğini
öğretir. Nitekim Kur’ân’ın pek çok yerinde günah, şeytana nispet edilmiştir.
(Yûsuf 12/100; Kehf 18/63; Kasas 28/15)
Bu konuda mü’minlere uyarılar şöyle devam ediyor:
156. Ey iman edenler! Sizler, seferde iken ölen veya savaşırken şehit düşen kardeşleri hakkında: “Eğer yanımızda kalsalardı ne ölür, ne de öldürülürlerdi” diyen kâfirler gibi olmayın! Allah, böylesi duyguları o kâfirlerin kalbinde bir pişmanlık ve üzüntü haline getirecektir. Oysa hayat veren de öldüren de Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir.
Cenâb-ı Hak, kullarının kendisine karşı tevekkül ve teslîmiyet
içerisinde olmasını arzu buyurur. Gerekli tedbirleri aldıktan sonra Allah’a
güvenip kadere rızâ göstermelerinin kendileri için daha hayırlı olacağını haber
verir. Mü’minler, kâfirler gibi kendi akıl ve tedbirleriyle kaderi
değiştirebileceklerini düşünmemelidir.
Uhud sonrası münafıklar, şehîdler için:
“–Bizim yanımızda olsalardı öldürülmezlerdi” dediler. (Vâkıdî, el-Meğâzî,
I, 317)
Fâsık Ebû Âmir, Uhud’da harp meydanını gezerken, şehîd olan oğlu
Hanzala (r.a.)’ı gördü. Göğsüne teperek:
“–Sen ikinci dîne girmekle felâkete uğradın! İşte ben senin
vurulup düştüğün yere kadar gelmiş bulunuyorum, ey şeref kirletici oğul! Eğer
sen evlatlık vazifeni yapıp babanın sözünü dinlemiş olsaydın, hiç şüphesiz
ölmez, yaşardın!” dedi. (Zehebî, Siyer, I, 132)
Resûlullah (s.a.s.) ve ashâbı ağır yaralı vaziyette Medine’ye
döndüklerinde, münafıklarla yahudiler sevinip gülüyor ve en çirkin sözleri
açıkça söylüyorlardı. Münafık başı Abdullah b. Übey’in, samîmî bir müslüman
olan oğlu Abdullah da Uhud’da yaralanmıştı. Sabaha kadar ateş yakıp yaralarını
dağlamakla meşgul oldu. Babası kendisine:
“–Onunla bu şekilde savaşa çıkman doğru değildi! Muhammed beni dinlemedi
de çocuklara uydu. Vallahi ben böyle olacağını gözümle görür gibiydim” deyip
duruyordu.
Oğlu da cevâben:
“–Allah Teâlâ’nın, Rasûlü’ne ve müslümanlara takdir edip başlarına
getirdiği şey, her şeyden daha hayırlıdır” diyordu. (Vâkıdî, el-Meğâzî, I,
317)
Hiç şüphesiz, inançsızların sahip olduğu bu düşünce yapısı, onları
hayat boyu rahatsız edip üzüntülere garkeder. “Şöyle yapsaydık böyle olurdu,
şunu yapmasaydık bu başımıza gelmezdi” şeklindeki anlayışlarıyla, kalplerinde
dâimâ bazı şeylerin hasretini ve acısını çeker dururlar. Yakınlarını ölümden
alıkoyamadıkları için kederlenirler. müslümanlar da onlara büyük bir metânetle
Allah’a îtimatlarını gösteren cevaplar verince, sıkıntı ve buhranları büsbütün
artar.
Münafıklar bu anlayışları sebebiyle, ticârî seferlere ve cihada
çıkmaya cesâret edemezler. Cesur müslümanlar büyük kârlar veya ganimetler elde
ederek döndükçe de pişmanlık ve hüzün duyar, tahassür içinde kalırlar.
Âhiretteki pişmanlık ve acıları ise daha büyük olacaktır.
Halbuki insana hayatı veren de onu öldüren de Allah’tır. Eceli
gelmeyen bir insan Hâlid b. Velîd (r.a.) gibi en ön safta yüzlerce savaşa
katılır ve vücûdunun her yerinden yara alır, ancak ileri yaşlarda yatağında can
verir. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, II, 111). Kimisi de evinde bir yudum
suyu içerken boğulur.
Allah Teâlâ, kullarının bütün yaptıklarını görmektedir. Öyleyse
kâfirler gibi davranmayıp hakiki mü’minlerin yolundan gitmeli, Allah’a güvenip
dayanmalı ve şu gerçeği aklından çıkarmamalıdır:
157. Allah yolunda öldürülseniz ya da başka bir şekilde ölseniz, şunu bilin ki, hiç şüphesiz Allah’ın bağışlaması ve rahmeti, kâfirlerin dünyada kalıp topladıkları her türlü menfaatten daha hayırlıdır.
Bir kişiye ölüm takdir edilmişse, o mutlaka ölecektir. Bu ölüm
Allah yolunda olursa insan daha kazançlı çıkar. Aksi takdirde hiçbir şey elde
edemeden yine ölüp gidecektir.
Allah yolunda cihâd etmek, yâni söz ve davranışlarımızla güzel bir
gayretin içinde olmak en kıymetli ameldir. O yolda öldürülenleri Allah’ın
mağfireti ve rahmeti kaplar ki, bu, kişinin dünyada elde edebileceği her şeyden
daha hayırlıdır. Kişinin dünya malından istifade edip edemeyeceği belli
değildir; ya kendisi ölür ya malı telef olur. Bunlar olmasa bile, dünya
lezzetleri elem ve acılarla karışık, sıkıntılarla doludur. Âhiret nimetleri ise
böyle değildir. Diğer taraftan, dünya nimetleri geçicidir; bunlar ne kadar
mükemmel olursa, elden çıktığında insanın gönlünde bıraktığı acı ve tahassür o
kadar büyük olur. Âhiret nimetleri ise ebedî ve elemsizdir. Orada, elde edilen
bir nimeti kaybetme korkusu yoktur. Bu bakımdan:
158. Rahat döşeğinizde ölseniz de, Allah yolunda öldürülseniz de, sonunda hepiniz Allah’ın huzûrunda toplanacaksınız.
İnsan nasıl ölürse ölsün, neticede Allah’ın huzûruna varıp ömrünün
hesâbını verecektir. O zor günde Allah’ın rahmet ve mağfiretinden başka hiçbir
yardımcı bulamayacaktır. O hâlde bu dünyadayken O’nun rızâsını kazanmak için
ihlâsla amel-i sâlihler işlemeli, Allah’ın her emrini canla başla yerine getirmelidir.
Allah Teâlâ, önceki âyette mücâhitleri Allah’ın mağfiretine
koşmaya teşvik etmişti, burada ise derecelerini daha da yükselterek Allah’ın
huzurunda toplanmaya teşvik etmektedir. Cenâb-ı Hak, önceki âyette evvelâ; “Allah’ın
mağfireti” buyurdu ki bu, ikâbından korkarak kendisine ibâdet eden
mü’minlere işarettir. Sonra “ve rahmeti” buyurdu ki bu, mükâfatını elde
etmek için kendisine ibâdet edenlere işarettir. Bu âyette de: “Sonunda
hepiniz muhakkak Allah’ın huzurunda toplanacaksınız!” (Âl-i İmrân 3/158) buyurmak
sûretiyle Allah’a sırf Rab olduğu için ve kulluk sebebiyle ibâdet edenlere
işaret etmiştir. İşte bu son grubun hâli, kulluktaki derecelerin en yükseği ve
makamların en yücesidir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IX, 49)
Rivayete göre Hz. İsa, bedenleri zayıf düşmüş ve yüzleri sararmış
bir topluluğa rastlamıştı. Üzerlerinde ibâdet emareleri görünce:
“–Ne elde etmek istiyorsunuz?” diye sordu. Onlar:
“–Biz, Allah’ın azabından korkuyoruz” dediler. Bunun üzerine Hz.
İsa:
“–O hâlde Kerîm olan Allah size azap etmez” dedi. Daha sonra bir
başka cemaate rastladı. Onların üzerinde de aynı emare ve işaretleri görünce
aynı şeyi sordu. Onlar:
“–Biz cenneti ve Allah’ın rahmetini istiyoruz” dediler. Îsâ (a.s.)
da:
“–Öyleyse, O sizden rahmetini esirgemez. O, bundan münezzeh ve çok
Kerîm’dir” dedi. Daha sonra üçüncü bir topluluğa rastladı. Onların üzerinde
daha çok kulluk izleri gördü ve aynı soruyu sordu. Onlar:
“–Biz, bir korku veya arzumuzdan dolayı değil, sırf bizim ilâhımız
olduğu ve bizim de O’nun kulları olduğumuz için Allah’a ibâdet ediyoruz”
dediler. Bunun üzerine Hz. İsa:
“–İhlâslı olanlar ve gerçek ibâdet edenler sizlersiniz” buyurdu. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IX, 48-49)
Âyetteki “Sonunda hepiniz muhakkak Allah’ın huzurunda
toplanacaksınız!” (Âl-i İmrân 3/158) ifadesi meçhul olarak kullanılmıştır. Bütün
akıl sahipleri kesin olarak bilir ki, bu işi yapabilecek yegâne zât Cenâb-ı
Hak’tır. Dolayısıyla burada fâilin sarahaten açıklanmayışı, Allah’ın azâmet ve
kudretine daha fazla delâlet etmektedir.
Önceki âyetlerde müslümanlara, ayaklarının kaydığı bazı noktalar
ve bunun sebepleri hatırlatılmıştı. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti gâlip gelerek
söz hemen yumuşak muameleye ve affa getirildi. Allah’ın rahmeti
hatırlatıldıktan sonra her şeye rağmen hatâlı mü’minleri affedip onlar için
Allah’tan mağfiret talebi emredilerek buyruluyor ki:
159. Allah tarafından lutfedilen bir rahmet sâyesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, insanlar etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet, onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Karara bağlanacak işlerde onlarla istişâre et! Kesin kararını verince de, yalnız Allah’a güvenip dayan! Çünkü Allah, kendisine güvenip dayananları sever.
Bir insan bütün güzel hasletlere sahip olmakla birlikte kaba ve
katı kalpli davransa, çevresindeki insanlar ondan uzaklaşır ve dağılıp
giderler. Resûlullah (s.a.s.), Allah’ın lûtfettiği güzel ahlâkın bir tezâhürü
olarak dâimâ insanlara af ve merhametle muamele etmiştir. Uhud gibi ağır
imtihanlara uğramalarına sebep olan okçulara karşı bile bu güzel ahlâkını
değiştirmemiş, kusurlarını yüzlerine vurmayarak onlara yumuşak ve nâzik
davranmıştır. Şâirin terennüm ettiği:
“Her dem güşâde-çihre-i feyz-î beşâşet ol
Gösterme halka rûy-i huşûnet kerîm isen.” (Hersekli
Ârif Hikmet)
“Gerçekten âlicenâp isen etrafındaki insanlara karşı sert ve kaba
muamelede bulunma. Dâimâ sevimli ve güleryüzlü olmaya çalış” ifadeleri, en
derin mânasıyla Efendimiz (s.a.s.)’de tezâhür etmiştir.
Lügavî inceliklerden hareketle âyet-i kerîmeden, “Allah’ın
rahmetindeki mükemmelliğe hayranlık” mânası çıkaran âlimler olmuştur. Bu
durumda âyette:
“Öyle bir rahmet ki, seni bu derece müşkil durumda bile hatalı
kişilere yumuşak davranmaya sevkediyor! Bu ilâhî teyide şükretmek gerekir”
denilmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IX, 51; Elmalılı, Hak
Dini, II, 1212)
İlâhî rahmetin enginliğini gösteren bir hadis-i şerifte şöyle
buyrulur:
“Allah Teâlâ, gökleri ve yeri yarattığı gün, yüz rahmet var
etmiştir. Her bir rahmet göklerle yer arasını dolduracak enginliğe sahiptir.
Bunlardan sadece bir rahmeti yeryüzüne indirmiştir. İşte anne yavrusuna bu
sâyede şefkat gösterir. Yabani hayvanlar ve kuşlar bunun sonucu olarak
birbirlerine merhamet ederler. Allah Teâlâ kıyamette bu biri, doksan dokuza
katarak rahmetini yüze tamamlayacaktır.” (Müslim, Tevbe 21)
Allah’ın rahmetinden çok cüz’î bir kısma mazhar olmak bile insana
ne büyük faydalar sağlamaktadır. Bu merhamet sâyesinde kişi, insanları
affetmekle kalmayıp bir de onlar için Allah’a istiğfar eder. Cenâb-ı Hak, daha
önce geçen 152 ve 155. âyetlerde Uhud’da hatâ yapan mü’minleri affettiğini iki
defa haber vermişti. Üçüncü olarak da burada Resûlullah (s.a.s.)’e onları
affetmesini ve onlar için istiğfarda bulunmasını emir buyurmaktadır. Hakikaten
ne ulvî ve ne engin bir rahmet!
Resûlullah (s.a.s.), Uhud’a çıkarken ashâbıyla istişare etmişti.
Ancak başlarına pek çok sıkıntı geldi. Bu hâdiselerin ardından hemen istişâre
emrinin gelmesi son derece mânidardır. Efendimiz’in müslümanlarla istişâreye
devam etmesi, onlara karşı sergilediği affın tam olduğunu gösterdi. Bilgi ve
tecrübelerine mürâcaat edilen müslümanlar da, kendilerine değer verildiğini
anlayarak memnûn oldular ve Allah Resûlü’ne karşı muhabbetleri arttı. Böylece Resûlullah
(s.a.s.) ümmetini en güzel şekilde terbiye etti ve onlara emsalsiz bir örnek
şahsiyet oldu.
Buradan şu da anlaşılır ki, hüsn-i niyetle görüş ifade ettikten
sonra nihâyetinde bunun yanlış olduğu ortaya çıksa bile, herhangi bir mesuliyet
söz konusu değildir.
İstişâre veya müşâvere; herhangi bir hususta işin ehli olan veya o
hususta görüş bildirebilecek kimselerin fikirlerine mürâcaat etmek, onlarla
görüş alış-verişinde bulunmak demektir. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede,
kullarının istişâreye önem vermelerini arzu buyurmaktadır. Diğer bir âyette de
şöyle buyrulur:
“O mü’minler aralarındaki işlerini istişâre ederek yürütürler.” (Şûrâ 42/38)
Âlimler, burada emredilen istişarenin vâcip mi yoksa mendup mu
olduğu hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İmâm Şâfiî mendup olduğunu
söylemekle birlikte çoğunluk vâcip olduğu görüşündedir. Peygamber Efendimiz
için müşâvere mendup olsa da ümmeti için vaciptir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
IX, 55)
Resûlullah (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurmuştur:
“İyi bilin ki Allah ve Rasûlü’nün müşâvereye ihtiyacı yoktur.
Ancak Allah Teâlâ bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim
istişare ederse doğru ve yerinde hareket etmekten mahrum olmaz. Her kim de
istişareyi terk ederse hatâdan kurtulamaz.” (Beyhakî, Şuabu’l-iman, VI,
76)
“İstişâre eden pişmân olmaz.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, II, 280)
Peygamber
(s.a.s.) Efendimiz’e:
“–Yâ
Rasûlallah! Kur’ân’da ve sünnette çözümünü bulamadığımız bir meseleyle
karşılaştığımızda ne yapalım?” diye sorulduğunda:
“–Onu, fakihlere ve sâlihlere sorun ve onların istişâresine
arz edin! O konuda şahsî görüşünüzle amel etmeyin!” buyurmuştur.
(Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 178)
Ebû
Hüreyre (r.a.):
“Resûlullah
(s.a.s.)’den daha fazla ashâbıyla istişâre eden bir kimse görmedim!” demiştir.
(Tirmizî, Cihâd 35/1714)
Hz.
Süleyman (a.s.) da, oğluna nasihat ederken:
“Yavrucuğum!
Ehil bir kimseyle istişâre etmeden kesinlikle bir iş hakkında karar verme!
Şâyet böyle yaparsan sonunda üzülmezsin!” demiştir. (Beyhakî,
es-Sünenü’l-kübrâ, X, 110)
Hz.
Ömer (r.a.), toplumu ilgilendiren meselelerde karar vereceği zaman
müslümanlarla istişare ederdi. Genç, yaşlı bütün âlimler Hz. Ömer’in danışma
meclisinde bulunurlardı. (Buhârî, Tefsir 7/5, 110/4; İ‘tisam 2)
Onun,
zor bir mes’eleyle karşılaştığında çocuklarla ve gençlerle istişârede bulunduğu
ve onların akıllarının keskinliğinden istifade ettiği de rivayet edilir.
(Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 113)
Hasan Basrî Hazretleri şöyle der:
“Bir topluluk istişare yaparlarsa, doğru dürüst iş yapma imkânı
elde ederler.” (İbn Ebî Şeybe, V, 298/26275; Buhârî, el-Edebü’l-müfred,
no: 258)
Ömer
b. Abdülazîz, halîfe seçildiğinde, kendisine dâimâ doğruyu ve iyiyi tavsiye
edecek bir istişâre heyeti kurmuş, onlar da halîfeyi îkaz ve nasîhatleriyle
yanlışlıklardan korumaya çalışmışlardır. (Bk. Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ,
X, 110)
İstişâre
edilecek kişilerin sâlih, müttakî, emîn ve işin ehli olmalarına dikkat
edilmelidir. Zira Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz:
“Kendisiyle istişâre edilen, güvenilir bir kimse olmalıdır” buyurmuşlardır
.(Tirmizî, Edeb 57/2822)
Hz.
Ömer de şöyle demiştir:
“…Yapacağın
işlerde, Allah’tan korkan kimselerle istişare et!” (İbn Ebî Şeybe, Mûsânnef,
VIII, 147)
İstişâre
eden kimseyi yanıltmak, büyük bir ihânettir. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle
buyurur:
“Kim doğru olmadığını bildiği
hâlde müslüman kardeşine bir işi tavsiye ederse, ona ihânet etmiş olur.” (Ebû Dâvud, İlim 8/3657)
“Kime müslüman kardeşi bir mes’ele danışır, onunla istişâre eder
de o da kardeşine yanlış yolu gösterirse, ona ihânet etmiş olur.” (Buhârî, el-Edebü’l-müfred,
no: 259)
“Senin doğru söylediğine inanan ve sözünü tasdik eden bir din
kardeşine yalan söylemen, ne kadar büyük bir hıyânettir!” (Ebû Dâvud,
Edeb 71/4971; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 183; Buhârî, el-Edebü’l-müfred,
no: 393)
İstişare neticesinde ortaya çıkan görüşe uymak zarûrî değildir.
Ancak bir karar verildiğinde Allah’ın yardımına, tevfîkine ve muhâfazasına
itimad edip güvenmek îcâb eder. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, “Kesin kararını
verince de, yalnız Allah’a tevekkül et!” (Âl-i İmrân 3/159) buyurmuştur.
Azim ve tevekkül, müslümanın sahip olması gereken iki mühim
esastır. İkisi birlikte bulunmalıdır. Ancak tevekkülü yanlış anlamamalıdır.
Tevekkül, insanın kendisini ihmâl etmesi değil, zâhirî sebeplere sarılmakla
birlikte kalbini onlara bağlamayıp Hak Teâlâ’nın muhâfazasına sığınması
demektir. (Râzî, IX, 55) Yani tevekkülün hakiki mânası, meşrû bir gâye ve
maksada doğru yürürken hiç fütur getirmemek, ilâhî yardımın tecellî edeceğinden
emîn olarak sürekli ilerlemektir. Kazâ ve kader inancı, cebrîlikle
karıştırılmadan doğru bir şekilde anlaşılabilirse; azim, tevekkül, cesâret,
kahramanlık ve dünyaya değer vermemek gibi üstün ahlâkî seciyelerin tamamı bu
inancın etrafında pervâne gibi dönmeye başlar. Âyet-i kerîmede, tevekkülün,
istişâre emri ve azimle birlikte zikredilmesi de onun atâletten ne kadar farklı
ve uzak olduğunu göstermektedir.
Bir bedevî:
“–Yâ Rasûlallah! Hayvanımı bağlayıp da mı tevekkül edeyim yoksa bağlamadan
mı?” diye sormuştu. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) cevâben:
“–Önce bağla, sonra tevekkül et!” buyurdu
(Tirmizî, Kıyâmet 60/2517)
Yemenliler hacca giderken yanlarına yol azığı almaz ve bunun
tevekkül olduğunu zannederek:
“–Biz Allah’ın evini ziyârete gidiyoruz; O bizi doyurmaz mı?”
derlerdi. Mekke’ye varınca da insanlardan bir şeyler istemek durumunda
kalırlardı. Bunun üzerine; “...Bir de yolculuk için yanınıza azık alın…”
(Bakara 2/197) âyeti nâzil oldu. (Bk. Buhârî, Hacc 6; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 63)
Çalışıp gayret etmeden işi tembelliğe vardıran, sonra da; “Biz
tevekkül ehliyiz” diyen kimseleri Hz. Ömer (r.a.):
“Siz Allah’a değil, başkalarının malına güvenen yiyicilersiniz. Hakiki
mütevekkil; toprağa tohumu attıktan sonra Allah’a güvenen insandır” diye azarlamıştır.[1]
Cenâb-ı Hak, âyetin sonunda tevekkül ehlini, yani üzerine
düşenleri hakkıyla yaptıktan sonra Allah’a güvenip teslim olanları sevdiğini
beyân etmiştir. Öyleyse mü’minler, Allah’a yönelip O’nun hâricinde her şeyden
yüz çevirmelidirler. Çünkü:
[1] İbn Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-ulûm
ve’l-hikem, Ammân 1990, s. 650.
160. Eğer Allah size yardım ederse, hiçbir kuvvet sizi yenemez. Fakat sizi yardımsız ve yüzüstü bırakırsa, O’ndan başka sizi kim kurtarabilir? O halde mü’minler, ancak Allah’a dayanıp güvensinler.
Allah’a tevekkül eden mü’min, kararlı, emîn ve huzurlu olur. Zira
yapacağı iş Allah’ın murâdına uygunsa Cenâb-ı Hakk’ın kendisine yardım edeceğini
bilir. Allah bir kimseye yardım ettiğinde, ona üstün gelecek hiçbir kuvvet
yoktur. Allah yardım etmediğinde ise, arzu edilen işi yapmaya kimsenin gücü
yetmez. Yani her hâlukârda Allah’ın murâdı tahakkuk eder. Bedir’de az bir
kuvvetle mü’minleri gâlip kılmış, Uhud’da ise gâlip durumdayken, bazı hataları
sebebiyle yardımını çekivermiş ve müslümanlar darmadağın olmuşlardır. O hâlde
üzerimize düşeni ihlâsla yaptıktan sonra Allah’a tevekkül etmekten başka çâre
yoktur. Bu aynı zamanda, mü’min olmanın bir îcâbıdır. Îmanlı bir kimse sadece
Allah’a dayanıp güvenir, başka hiçbir şeye değil!
Allah’ın yardım etmesi veya yardımsız bırakması, şüphesiz ki bir
takım sebep ve hikmetlere dayanmaktadır. Allah’ın yardımına erişebilmek için
O’nun rızâsına uygun hareket etmeli ve gazabını celbedecek davranışlardan
sakınmalıdır. Nitekim “Ey iman edenler! Siz Allah’ın dinine ve peygamberine
yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve bu uğurda bulunduğunuz her yerde
ayaklarınızı sağlam tutar, kaydırmaz” (Muhammed 47/7) âyet-i kerîmesi buna
işaret eder.
Mü’minler Allah’a güvenip tevekkül ettikleri gibi O’nun Resûl’üne
de îtimâd etmelidirler. Resûlullah (s.a.s.)’in herhangi bir haksızlık
yapacağını akıllarından geçirmemelidirler:
161. Hiçbir peygamberin emânete hıyanet etmesi asla söz konusu olamaz. Kim böyle bir haksızlık yaparsa, kıyâmet günü hıyânet ettiği şeyin günahıyla gelecektir. Sonra herkese yaptığının karşılığı tastamam ödencek ve hiç kimseye haksızlık yapılmayacaktır.
Uhud’da yerlerini terkeden okçular, Allah Resûlü’nün; “Ganimet
olarak kim ne alırsa ona sahip olur” buyuracağını düşünmüşlerdi. Nebiyy-i Ekrem
Efendimiz onlara:
“–Ganimet hususunda haksızlık yapıp size pay vermeyeceğimizi mi
zannettiniz?” buyurdu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 131)
Cenâb-ı Hak burada insanların peygamberler
hakkındaki yanlış kanaatlerini düzelttikten sonra, haksızlık ve ihânetin ne
büyük bir günah olduğunu beyân etmiştir.
“Ganimet mallarından gizlice bir şey almak ve emânete hıyânet
etmek” mânasına gelen الغلول (ğulûl) kelimesi,
genel olarak kamu malında yolsuzluk ve suistimali ifade etmektedir. Kıyamet günü hâinlerin, “haksız yere
aldıkları malla birlikte gelmesi”, şiddetli bir tehdît olup, onların mahşer
meydanında herkesin huzûrunda rezil olacağını ve büyük bir azâba mâruz
kalacağını göstermektedir. Âyetin “Sonra herkese yaptığının karşılığı
tastamam ödencek ve hiç kimseye haksızlık yapılmayacaktır” (Âl-i İmrân
3/161) kısmında ise, bu şekilde ağır ceza verilmekle hâinlerin zulme uğratılmadığı,
bilâkis onların kendi işledikleri günahın cezasını çektiği hatırlatılmaktadır.
Yani insanların basit gördüğü bu ihânet, Allah katında çok büyük bir günahtır
ve cezası da ona göre verilecektir.
Enes b. Mâlik (r.a.) şöyle der:
Nebî (s.a.s.) bize yaptığı konuşmalarda çoğu
zaman şu sözü söylerdi:
“Emâneti olmayanın yani kendisine
güvenilmeyen kimsenin imanı yoktur, sözüne riâyet etmeyenin de dîni yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 154, 135)
Adiy b. Amîre (r.a.) şöyle anlatır:
Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in şöyle
buyurduğunu işittim:
“Bir işe memur tâyin ettiğimiz
kimse, bizden bir iğneyi veya ondan daha küçük bir şeyi gizlerse, bu hıyânet
olur ve kıyâmet günü onunla gelir.”
Bunun üzerine Ensâr’dan siyah tenli bir adam
ayağa kalktı, -şu anda sanki o zâtı hâlâ görür gibiyim-:
“–Ya Rasûlallah! Bana verdiğiniz vazifeyi geri
alınız!” dedi. Resûlullah (s.a.s.):
“–Sana ne oldu?” diye sordu. Ensârî:
“–Şöyle şöyle dediğinizi işittim” cevabını
verdi. Allah Resûlü (s.a.s.):
“–Ben o sözü şimdi de söylüyorum:
Sizden kimi mâlî bir vazifeye tâyin edersek, o malın azını da çoğunu da
getirsin. O maldan kendisine verileni alır, verilmeyenden ise geri durur.” (Müslim, İmâre 30; Ebû Dâvûd, Akdıye 5/3581)
Ebû Hüreyre (r.a.), Peygamber Efendimiz’in bu konudaki mühim bir îkazını şöyle nakleder:
Bir keresinde Nebî (s.a.s.), aramızda ayağa
kalktı, ganimet ve devlet malına hiyânet hakkında konuşma yaptı. Hıyânetin çok
büyük bir fenâlık olduğunu, günahının çok fazla olacağını bildirip, bunun
şiddetle haram kılındığını izah etti ve şöyle buyurdu:
“Sakın sizden biri, kıyâmet
gününde omuzunda hıyânetle elde ettiği bir koyun avaz avaz melerken, öbürü de
omuzunda bir at kişnerken karşıma çıkarak:
«–Yâ Rasûlallah, bana yardım et!»
diye yalvarmasın. Aksi takdirde ben ona:
«–Sana hiçbir şekilde şefâat
edemem, ben sana dünyada Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim!» diye cevap veririm.
Biri de omuzunda bir deve böğürdüğü
hâlde bana gelip:
«–Yâ Resûlallah, yardım eyle!»
demesin! Ben ona da:
«–Senin için hiçbir sûretle şefâat
edemem; çünkü ben sana dünyada Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim!» derim.
Bir başkası da omuzunda altın,
gümüş yüklü olarak gelip:
«–Yâ Rasûlallah, bana yardım et!»
demesin. Ben ona:
«–Sana hiçbir türlü yardım edemem.
Çünkü ben, dünyada sana Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim» derim.
Bir diğeri de üzerinde hıyânetle
elde ettiği elbiseler dalgalandığı hâlde gelip:
«–Yâ Rasûlallah, bana yardım et!»
demesin. Ben ona da:
«–Sana hiçbir şekilde yardım
edemem. Çünkü ben dünyada sana Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim» derim.” (Buhârî, Cihâd 189; Müslim, İmâret 24)
Resûlullah (s.a.s.) şöyle dua ederdi:
“Allahım! Açlıktan sana sığınırım;
o ne kötü bir arkadaş, insanı avucunun içine alan ne fena bir hâldir. Emânete
ihânetten de sana sığınırım; o ne kötü bir huy ve tabiattır.” (Ebû Dâvûd, Vitir 32/1547;
Nesâî, İstiâze 19, 20)
Bazı rivayetlerde, mü’minin günahlara
düşebileceği, ancak hıyânetle yalanın onda kesinlikle bulunamayacağı ifade
edilir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 252; Beyhakî, Şu‘abu’l-iman,
IV, 207)
Böylesine kötü bir vasfın bir peygamberde olabileceğini düşünmek
ne kadar büyük bir hatâdır. Peygamberler sadece Allah’ın râzı olduğu işleri
yaparlar ve onlar insanlar için büyük bir ilâhî lutuftur:
162. Allah’ın rızâsını gözetip ona göre davranan kişi, hiç üzerine Allah’ın gazabını çekip de nihâî barınağı cehennem olan kimse gibi olur mu? Cehennem, ne kötü bir varış yeridir!
Her işini Allah’ın rızâsına göre yapan Peygamber’i, Allah’ın gazabına
uğrayan hâin ve günahkârlara benzetmek doğru olmaz. Aynı şekilde Uhud’a gelip
cihâd edenler ile geri kalan münafıklar da aslâ bir değildir. Sevap kazananla günaha
dalan, emîn olanla hâin olan, sebât edenle firâr eden, hiç günah işlemeyenle
tevbe edip affedilen… aynı değildir. Allah katında hepsi derece derecedir.
Allah’ın rızâsını kazanan ve gazabına uğrayanların da kendi içlerinde dereceleri
vardır. Allah herkesin ne yaptığını çok iyi görmektedir. 161. âyette ifade
edildiği gibi, herkese kazandığının karşılığı tam olarak ödenecek, kimseye
zulmedilmeyecektir.
Şunu belirtmek gerekir ki, mü’minler perverde oldukları tüm ilâhî
nimetlerin farkında olmalı, özellikle Allah Resûlü (s.a.s.)’e ümmet olma
nimetinin büyüklüğünü kavrayarak bu nimete nasıl bir şükrâne duygusu içinde
olmak gerektiğinin derin derin düşünmelidirler:
163. Onların Allah yanındaki dereceleri farklı farklıdır. Allah onların yaptığı her şeyi görmektedir.
Her işini Allah’ın rızâsına göre yapan Peygamber’i, Allah’ın gazabına
uğrayan hâin ve günahkârlara benzetmek doğru olmaz. Aynı şekilde Uhud’a gelip
cihâd edenler ile geri kalan münafıklar da aslâ bir değildir. Sevap kazananla günaha
dalan, emîn olanla hâin olan, sebât edenle firâr eden, hiç günah işlemeyenle
tevbe edip affedilen… aynı değildir. Allah katında hepsi derece derecedir.
Allah’ın rızâsını kazanan ve gazabına uğrayanların da kendi içlerinde dereceleri
vardır. Allah herkesin ne yaptığını çok iyi görmektedir. 161. âyette ifade
edildiği gibi, herkese kazandığının karşılığı tam olarak ödenecek, kimseye
zulmedilmeyecektir.
Şunu belirtmek gerekir ki, mü’minler perverde oldukları tüm ilâhî
nimetlerin farkında olmalı, özellikle Allah Resûlü (s.a.s.)’e ümmet olma
nimetinin büyüklüğünü kavrayarak bu nimete nasıl bir şükrâne duygusu içinde
olmak gerektiğinin derin derin düşünmelidirler:
164. Gerçekten Allah, içlerinden bir Peygamber seçip kendilerine göndermekle mü’minlere büyük bir lutufta bulunmuştur. O Peygamber onlara Allah’ın âyetlerini okuyor, onları her türlü kötülüklerden temizliyor, onlara kitap ve hikmeti öğretiyor. Bundan önce onlar, hiç şüphesiz apaçık bir sapıklık içinde idiler.
Cenâb-ı
Hak, insanlara peygamberler göndermekle çok büyük lutuf ve ihsanlarda
bulunmuştur. Maddî mânevî bütün terakkî ve ilerleme hep peygamberler sâyesinde
vücut bulmuştur. Allah Teâlâ’nın Son Peygamber’ini âlemlere rahmet olarak göndermesi ise hepsinden daha büyük
bir nimettir. Bu sâyede “Câhiliye” adı verilen karanlık bir devir kapanmış,
insanlar insanlık haysiyetlerine kavuşmuşlardır. Hattâ hayvanlar ve cansızlar
bile rahata ermiş; insan, hayvan ve bitkiler için çileli ve endişeli günler son
bulmuştur.
Bu büyük
nimeti ihsan eden zat, Allah Teâlâ’dır. Burada Cenâb-ı Hak, en büyük ismi olan
“Allah” ismini kullanmıştır. Bu ismi mü’min de, kâfir de, iyi de, kötü de
herkes bilir. Dolayısıyla iyisiyle kötüsüyle bütün insanlığın Efendimiz (s.a.s.)’in
kendilerine ne kadar büyük bir nimet olduğunu bilmeleri ve itiraf etmeleri için
o nimeti ihsan edenin hususiyle bütün esmâ-i ilâhîyeyi câmi Hak Teâlâ’nın
“Allah (c.c)” olduğu bildirilmiştir. Bu ifade insanları iman ederek ona tâbi
olmaya ve onun ümmeti olabilme şerefine nâiliyete davette çok tesirlidir. Bu bakımdan
“peygamber gönderme” nimetini anlayabilmek, o peygamberi gönderen Zât’ı
tanımaya bağlıdır. Nitekim Halid b. Velid (r.a.)’ın şu hatırası bu hususu ne
güzel izah eder:
Birgün Hâlid
b. Velid (r.a.), Arap kabîlelerinden birine uğramış ve kabîle reisi kendisine:
“–Yâ Hâlid!
Bize Allah’ın Rasûlü’nü, sûret ve sîreti ile tasvîr et” demişti.
Hz. Hâlid (r.a.)
ise:
“–Bu
imkânsız, buna kelimeler yetişmez” deyince, kabîle reisi:
“–O hâlde hiç
olmazsa anlayış ve kavrayışın nispetinde hulâsa et” dedi.
Bunun üzerine
Hâlid (r.a.) şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Gönderilen,
gönderenin kadrince olur. Gönderen, kâinatın yaratıcısı Allah Teâlâ olduğuna
göre, gönderdiğinin şânını, var sen hayâl ve tasavvur eyle!..” (Münavi, Feyzü’l-Kadir,
V, 92)
Peygamberlerin
insan olarak ve kendi kavimlerinden çıkması ayrı bir lutuftur. İnsanlar, kendi
içlerinden olan kişinin ahlâk, karakter ve şahsiyetini daha yakından tanır,
itimat eder, tâbi olur. Zira insanlar şahsiyet ve karaktere hayrandır. Onu
taklid eder ve onu daha kolay örnek alırlar. Bilmediklerini rahatça sorup
öğrenir, davranışlarını rahatça taklid edebilirler. Böylece kolaylıkla ebedî
kurtuluşa nâil olurlar.
Allah
Resûlü (s.a.s.), aslında bütün insanlık için lutuf ve rahmettir. Ancak onun
tevzi ettiği rahmetten daha çok müslümanlar istifade etmektedir. Bu sebeple
âyet-i kerîmede “Mü’minlere büyük bir lutufta bulunmuştur” (Âl-i İmrân
3/164) buyrulmaktadır.
İbn
Abbas (r.a.), “Rasûlüm! Biz, seni bütün varlıklar için ancak eşsiz bir
rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 21/107) âyeti hakkında şu açıklamayı yapar:
“Kim
Allah’a ve Rasûlü’ne îman ederse o dünyada ve âhirette tam olarak rahmete nâil
olur. Diğer taraftan kim de Allah’a ve Rasûlü’ne îman etmezse, önceki
kavimlerin dünyada uğradığı «yerin dibine geçme», «maymuna çevrilme»,
«üzerlerine taş yağdırılması» gibi ilâhî azaplardan muhâfaza edilir. Bu, onun, Allah
Resûlü sâyesinde nâil olduğu dünyevî rahmettir.” (Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve,
V, 486)
Dolayısıyla müslümanlar, Peygamber Efendimiz için gösterdikleri
fedâkârlıkları gözlerinde büyütmemelidir. Zira, onun üzerimizdeki hakkını ödemeye
gücümüz yetmez. Aksine, böylesine muazzam bir nimete nâil eylediği için Allah’a
hamd ve şükür hâlinde olmak îcâb eder:
Resûlullah (s.a.s.) ashâbında halka olmuş oturan bir grubun yanına
gelmişti. Onlara:
“–Burada niçin oturuyorsunuz?” diye sordu.
“–Oturduk Allah’ı zikrediyor, bizi dinine hidâyet ettiği ve
seninle bize sayısız nimetler lutfettiği için O’na hamdediyoruz.” dediler.
Efendimiz:
“–Sırf bu maksatla oturduğunuza dâir Allah’a yemin edebilir
misiniz?” buyurdu. Onlar:
“–Allah’a yemin olsun ki sadece bu maksatla oturduk!” dediler. Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurdu:
“–Bakın, size güvenmediğim için yemin ettirmiş değilim. Bana Cebrâil
(a.s.) geldi ve Allah -azze ve celle- Hazretleri’nin sizinle meleklerine karşı
övündüğünü haber verdi.” (Nesâî, Kudât 37/5423; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 92)
Allah Teâlâ
bu ayette Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’i göndermekle mü’minlere olan
nimetlerini şöyle ifade buyurur:
Birincisi;
Peygamber onlara Allah’ın Âyetlerini Okuyor: Peygamberlerin ümmetlerini
hak yoluna daveti, gelen vahyin okunmasıyla başlar. Ancak bu vazîfe,
insanları umulan hedefe ulaştırmada ilk merhaledir ve bir zemîn
teşkîl eder.
İkincisi; onları
maddi ve mânevî bütün kirlerden temizleyip tezkiye ediyor: Tevhîd davetinin
maksadına ulaşması, ancak nefisleri küfür, şirk ve günah gibi mânevî
kirlerden temizleyip huşû ve huzûra erdirmekle mümkündür. Nitekim
mâzîsi câhiliyye insanı olan ashâb-ı kirâm, hidâyet bulup Allah
Resûlü (s.a.s.)’in feyizli sohbeti ve mânevî terbiyesiyle gönüllerini
arındırdıkları anda dünyanın en mümtaz insanları hâline geldiler.
Onların, dillerde ve gönüllerde dolaşan fazilet menkıbeleri çağları
ve iklimleri aştı. Bu mübârek nesil insanlığa bir saadet devri armağan
etti.
Üçüncü olarak
onlara Kitap ve hikmeti, yani Kur’an ve sünneti öğretiyor: Bu merhalede ise
uyulması gereken kanunları ve hükümleri beyân eden kitabın, yâni
Kur’ân-ı Kerîm’in tâlimi gelir. Kur’ân-ı Kerîm’in rûhunda derinleşebilmek,
kalbî seviyeye, yani takvâya bağlıdır. Takvâ ise nefsânî arzuları
bertaraf edip, ruhânî istidatları inkişâf ettirmektir. Kulun daimâ ilâhî
murakabe altında olduğunun kalpte bir ideal ve şuur hâline gelmesidir. Ancak
Kur’ân-ı Kerîm, bütün kirlerden arınıp tertemiz hale gelmiş selîm bir kalple
okunur, kalpler mânası üzerinde derinleşir. Herkes aynı rahle başında oturur,
kalbinin durumuna göre Kur’an kendisini ona açar. Gözler ise kalp için sadece
basit bir vasıta hükmündedir.
Peygamber’in
öğrettiği “hikmet” kelimesine şu mânalar verilmiştir:
› Kur’an,
› Kur’an’ın
tefsirini bilmek, mânalarını anlamak,
› Öğütler, âdâb,
ilim, adâlet, hilim, kötülükten uzak durmak, ameli sağlam yapmak, eşya ve olaylardaki
gerçeklerin sırrını sezebilmektir.
› Peygamber (s.a.s.)’in
sünnet-i seniyyesi: İmam Şâfî (r.h.) bu ve benzeri âyetleri delil getirerek
hikmetten maksadın sünnet olduğunu ve Kur’an’la birlikte sünnete uymanın da
farz olduğunu ifade eder. Sünet-i seniyyeye ittiba edip yaşandığını en güzel
misali ashâb-ı kirâm (r.a.) hazeratıdır. Onlar tüm hareket ve davranışlarında
sünnet-i seniyyeyi sergilemişlerdir.
Dördüncü
olarak Peygamber onları kıyamet günü büyük bir azaba götürecek açık bir
sapıklıktan kurtarıp onlara doğru yolu gösteriyor.
Bu nimetlerin
her biri daha sayılmayacak nice nimetleri ihtiva etmektedir. Bunları tüm
incelik ve detaylarıyla ancak Allah Teâlâ bilir.
Cenâb-ı Hak en büyük lutuflarda bulunup dururken ve Peygamberimiz (s.a.s.)
âlemler için böylesine büyük bir nimet iken, müslümanların mağlûp olmaları veya
geri kalmaları kendi hatâları sebebiyledir. Bu husûsu ve bir de Uhud’da başa
gelen musîbetlerin hikmetlerini açıklama sadedinde buyruluyor ki:
165. Bedir’de düşmanlarınıza verdiğiniz iki misli zarar, Uhud’da kendi başınıza gelince: “Bu musîbet de nereden?” diye soruyorsunuz, öyle mi? Rasûlüm de ki: “Elbette kendi yaptıklarınız yüzünden!” Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.
Müslümanlar, Resûlullah (s.a.s.) ile birlikte Allah yolunda
savaştıkları için, gâlip geleceklerini umuyorlardı. Mağlup olunca, kendi
kendilerine sormaya ve hezimetin sebebini düşünmeye başladılar. Bir taraftan da
münafıklar ortalığa şüphe atıyor, Efendimiz’in va‘dinin gerçekleşmediğini
söylüyorlardı.
Cenâb-ı Hak, bütün bu düşüncelerin yanlış olduğunu bildirdi ve
musîbetin asıl sebebinin müslümanların hataları olduğuna dikkat çekti. Diğer
bir izaha göre Cenâb-ı Hak, Bedir’de müslümanların esir edinmelerini ve bunlar
karşılığında fidye almalarını hoş karşılamamıştı. müslümanlar, ellerindeki
yetmiş esir karşılığında fidye almaktan vazgeçmek veya buna mukâbil
kendilerinden yetmiş şehit vermek arasında muhayyer bırakılmışlardı. Ancak onlar,
“Bunlar bizim akrabalarımızdır, onlardan alacağımız fidyelerle kuvvetleniriz.
Hem şehit olmak da bizim için bir şereftir” şeklinde fikir yürüterek fidye
almışlardı. İşte Uhud’daki yetmiş şehîd bu kararlarının neticesiydi. (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, I, 32-33; Vâkıdî, I, el-Meğâzî, 107; İbn Sa‘d, et-Tabakât,
II, 22; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 68)
Burada mühim bir husus da şudur: müslümanların sadece bir kısmı
dünyalık hevesine kapılarak sabırsızlık ve emre itaatsizlik etmişti, ancak
musibet hepsinin başına geldi. Demek ki müslümanlar birbirlerinden mes’ûldür.
Yanlış yapanları îkâz etmek ve bilmeyenlerin terbiyesiyle meşgul olmak, her
müslümanın vazifesidir.
Diğer taraftan hayat hep aynı minval üzere devam edip gitmez.
İnsanlar bazan gâlibiyetlerle bazan de mağlûbiyetlerle imtihan edilirler.
Cenâb-ı Hakk’ın kimseyle nesep bağı olmadığı için, emirlerine itaat
etmediklerinde müslümanları da musibetlere uğratabilir. Ancak mü’minler
ümitsizliğe kapılmamalı, itaat ettikleri müddetçe Allah’ın kendileriyle beraber
olduğunu bilmelidirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, müslümanlara yardım ettiğini
göstermek için onlara, müşriklerin iki katı bir gâlibiyet nasib etmiştir.
Ancak, bu belâlar her zaman bir günah sebebiyle olmayıp bir takım
hikmetler gereği imtihan kastıyla da gelebilir. Yine bir takım gizli hikmetler
sebebiyle Cenâb-ı Hak, lutfunu kahır, kahrını da lutuf sûretinde gösterebilir.
Çünkü O her şeye kâdirdir, her şey O’nun elindedir. İsterse yardım eder,
isterse yardımsız bırakır. Nitekim Uhud’da çekilen meşakkatler içinde pek çok
hikmetler gizlidir. Bunların bir kısmı sonraki âyetlerde şöyle açıklanmaktadır:
166. İki ordunun karşılaştığı o gün başınıza gelen felâket, ancak Allah’ın izniyle olup, bu O’nun gerçek mü’minleri ortaya çıkarması içindi.
167. Bir de münafıkları ortaya çıkarması içindi. Onlara: “Gelin, Allah yolunda savaşın yahut hiç olmazsa nefsinizi ve malınızı korumak üzere savunmada yer alın!” denilmişti de, onlar: “Savaş olacağını bilseydik, elbette sizin peşinizden gelirdik” dediler. Bu tutumlarıyla onlar o gün imandan çok inkâra yakındılar. Çünkü kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlardı. Elbette Allah, onların içlerinde gizlediklerini çok iyi bilmektedir.
Her ne kadar
başlarına gelen sıkıntıların sebebi müslümanların kendi hataları ise de
hâdiselerin meydana gelmesinde beşerî irade kendi başına tâyin edici bir sebep
değildir. Kulların iradeleri ancak ilâhî iradeye bağlı olarak bir vazife görür.
Bu sebepledir ki Allah, hatâları sebebiyle müslümanlardan yardımını çekmiş ve
kâfirlerin gâlip gelmesine müsaade etmiştir. Ancak buna rızâsı yoktur. Nitekim
Bedir’de sayıları çok az olmasına rağmen gâlip gelmeleri ilâhî bir ikramdı.
Uhud’da da müşrikler karşısında sayı ve hazırlık îtibariyle zayıftılar.
Buradaki mağlûbiyetleri ise normal bir hâdiseydi.
Bu musibetin hikmetlerinden biri, gerçek mü’minleri insanlar
arasından süzüp çıkarmak ve olgunlaştırmak, münafıkları da ayırıp açığa
vurmaktır. Gerçekten Uhud savaşından sonra münafıklar toplum tarafından iyice
anlaşılmış ve îtibarları düşmüştür.
Abdullah b. Übey b. Selûl’ün başını çektiği 300 kişilik bir grup,
Uhud’a varmadan yoldan geri dönmüşlerdi. Onlara “Gelin Allah yolunda savaşın,
bunu istemiyorsanız hurmalıklarınıza kadar gelmiş olan düşmana karşı kendinizi
ve vatanınızı müdâfaa edin. Bilfiil savaşmak istemiyorsanız bari gelip ordumuzu
kalabalık gösterin de düşmana göz dağı verin!” denildiğinde “Savaş olacağını bilseydik
veya savaşmayı bilseydik sizinle gelirdik” dediler. Onlar bu esnâda îmandan çok
küfre daha yakın idiler. Savaşmaya cesâretleri olsaydı belki de müslümanları
bırakıp kâfirler safına geçecek ve onlara yardım edeceklerdi. Bu sözleri gerçek
düşüncelerini yansıtmıyordu. Baştan, Allah yolunda savaşmanın lüzûmuna ve
mükâfâtına inanmıyorlardı. Sonra savaş olacağını biliyorlardı ve müslümanlara
yardım etmek istemiyorlardı. Ancak bunları açıkça ifade edemedikleri için
anlamsız sözler sarf ediyorlardı. Lâkin şunu unutmasınlar ki, Allah kalplerinde
gizlediklerini kendilerinden bile daha iyi bilmektedir.
O münâfıklar:
168. Kendileri evlerinde oturup savaştan geri kaldıkları yetmiyormuş gibi, üstelik savaşıp şehit düşen kardeşleri hakkında da: “Sözümüzü dinleselerdi öldürülmezlerdi” dediler. Onlara de ki: “Eğer doğru söylüyorsanız, haydi ölümü kendi başınızdan savın da görelim!”
Münafıkların akraba ve komşularından şehîd olanlar hakkında: “Bizi
dinleyip savaşa katılmasalardı ölümden kurtulurlardı” şeklindeki sözleri ancak
Allah’a ve âhirete imanı olmayan kimselerin söyleyebileceği cinsten küfür kokan
sözlerdirsız birine âit olabilir. Zira kimse ecelinden kurtulamaz. Eceli
gelmeyen de hiçbir yerde ölmez. Cenâb-ı Hak burada eceli inkâr eden münafıklara
susturucu bir cevap vererek, “İddiânız doğruysa haydi öyleyse başkalarını
bırakın da kendinizi ölümden kurtarın!” buyurmuştur. Hakikaten ölüm bütün
iddiâları geçersiz kılan ve bütün yalancıları susturan bir cevaptır.
Hem Allah yolunda öldürülmeyi zarar olarak düşünmemek gerekir.
Zira şehit olmak ölmek değil, bilakis gerçek mânada dirilip hakîki hayâta
kavuşmak demektir:
169. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Aksine onlar diridirler ve Rableri yanında rızıklanmaktadırlar.
Şehitler Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bahşettiği husûsî bir hayatla
diridirler. “Rableri yanında rızıklanmaktadırlar” (Âl-i İmrân 3/169) ifadesinden
anlaşıldığına göre Allah’a yakın bir mevkî elde etmişler ve orada akla hayâle
gelmez cennet nimetleriyle ikram olunmaktadırlar. Ölümden sonra sâlihlerin
rûhları cennetteki güzel makâmlarını görüp sevinir, kötülerin rûhları da
cehennemdeki yerlerini görüp elem ve ızdırap duyarlar. Şehitler ise yüce
makamlarını görmekle kalmaz, Allah katında dünyadaki insanların topladığı
şeylerden çok daha kıymetli ve daha büyük nimetlere mazhar olurlar. Resûlullah (s.a.s.)
bu hususta şöyle buyurur:
“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa
dahî dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehit, gördüğü ileri derecedeki
itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı
ister.”
Bir
rivayette: “Şehitliğin faziletini gördüğü için” buyrulmuştur. (Buhârî,
Cihâd 21; Müslim, İmâre 109)
Fahr-i
Kâinat Efendimiz, diğer bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:
“…Ümmetime ağır gelmeyecek olsaydı, hiçbir seriyyeden[1]
geri kalmaz, hepsine katılırdım. Allah yolunda şehîd olmak, sonra diriltilip
tekrar şehîd olmak yine diriltilip tekrar şehîd olmak isterdim.” (Buhârî,
Îman 26; Müslim, İmâre 103, 107)
Âyet-i
kerîmeden anlaşıldığına göre şehîdler hakkında konuşurken saygısız ifadeler
kullanmamalı, onlardan hürmet ve ihtiramla bahsetmelidir.
Şehîdler,
kendilerine lûtfedilen nimetlere sevindikleri gibi geride bıraktıkları
mü’minler ve özellikle kendilerinden sonra şehîd olacak kişiler için de sevinir
ve bunu onlara müjdelemek isterler. Çünkü kendileri gibi onlar için de hiçbir
korku ve hüzün olmadığını ve onlara da muazzam nimetler lûtfedileceğini öğrenmiş,
Allah’ın mü’minlerin ecrini eksiksiz verdiğini ayan beyân görmüşlerdir. Şehitler
öylesine büyük bir fedâkârlık rûhu taşımaktadırlar ki, kardeşlerinin iyiliğine,
kendi iyiliklerinden önce sevinmektedirler.
Câbir
b. Abdullah (r.a.) şöyle anlatır:
“Bir
defâsında ben üzüntülü bir haldeyken Resûlullah (s.a.s.)’le karşılaşmıştık.
Bana:
«–Seni niye böyle üzgün görüyorum?» buyurdu.
«–Babam
Uhud’da şehîd düştü. Geriye bakıma muhtaç kalabalık bir âile ve bir hayli de
borç bıraktı” dedim.[2]
Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.):
«–Allah’ın babanı nasıl karşıladığını sana müjdeleyeyim mi?» buyurdu. Ben:
«Evet!» deyince şöyle devam etti:
«–Allah, hiç kimseyle yüz yüze konuşmaz, dâimâ perde arkasından
konuşur. Ancak, babanı diriltti ve onunla perdesiz yüz yüze konuştu:
“–Ey kulum, benden ne dilersen iste, vereyim!” buyurdu. Baban:
“–Ey Rabbim, beni dirilt, senin yolunda tekrar şehîd olayım!”
dedi.
Allah Teâlâ:
“–Ama ben daha önce, «Ölenler artık dünyaya geri dönmeyecekler!»
diye hükmettim” buyurdu. (Tirmizî, Tefsir 3/3010)
Baban da:
“–Ey Rabbim, öyleyse benim hâlimi arkamda kalanlara bildir!” dedi.
Bu talep üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu…»
Daha
sonra Resûlullah (s.a.s.) şehîdlerle ilgili olan bu âyet-i kerîmeleri tilâvet
buyurdu. (İbn Mâce, Mukaddime 13/190)
Allah
Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Uhud’da kardeşleriniz isabet alıp şehîd edilince Allah Tealâ onların
ruhlarını alıp yeşil kuşlar hâline getirdi. Şehîdlerin rûhları cennet
nehirlerine gelir, cennet meyvelerinden yer ve arşın gölgesindeki altundan
kandillere gelirler. Şehîdler yeme-içmelerinin hoşluğunu, gezdikleri ve
kaldıkları yerlerin güzelliğini görünce:
«–Cihaddan ayrı kalmamaları ve savaştan korkmamaları için, bizim
cennette hayatta olup türlü nimetlerle rızıklandığımızı kardeşlerimize kim
ulaştıracak?» dediler. Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Tealâ:
«–Ben bunu sizin adınıza onlara haber veririm» buyurdu ve bu
âyet-i kerîmeleri Rasûlü’ne indirdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd 25/2520; Müslim, İmâret 121)
Buradan
anlaşıldığına göre müslümanlar, kardeşlerinin iyiliğine kendi iyiliklerinden
daha çok sevinmelidirler. Zira öncelikle şehîdlerin, kardeşlerine ihsân edilen
nimetler sebebiyle sevindikleri bildirilmiştir.
171. âyette
“nimet” ve “fadl” kelimeleri nekre olarak gelmiştir. Bu da Allah’ın şehîdlere
ve mü’minlere lûtfedeceği nimetlerin ne kadar büyük ve kıymetli olduğunu
bildirmek ve insanların bunu idrak etmesinin zorluğuna işaret etmek içindir.
Görüldüğü üzere
Allah Teâlâ, mü’minlerin mükâfâtını kat kat fazlasıyla vermektedir. Ancak
Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu bu mü’minlerin bazı vasıfları taşıması lâzımdır. Bu
vasıflar şöyle beyân edilir:
[1] Seriyye: Savaşmak
için gönderilen en küçük askerî birlik.
[2] Allah
Resûlü (s.a.s.), Câbir (r.a.)’a her hususta dâimâ yardımcı olmuştur. Meselâ, Zâtürrikâ
gazvesinden dönerken, Hz. Câbir’in ihtiyaçlı olduğunu öğrenince, devesini satın
almış, Medine’ye varınca da ücretiyle birlikte deveyi de iâde etmiştir. (Buhârî, Cihâd 49; Büyû’ 34; Müslim, Müsâkât 109; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, III, 303) Yine borcunu ödeyebilmesi için
bahçesine giderek malını bereketlendirmesini Allah’tan niyâz etmiş, Allah
Resûlü’nün bu duası neticesinde Hz. Câbir’in hurmaları mûcizevî bir şekilde
bereketlenerek bütün borçlarına kâfi gelmiştir. (Buhârî,
Vasâyâ 36; Müslim, Müsâkât 109)
170. O şehitler, Allah’ın kendilerine bağışladığı nimetlerle sonsuz bir mutluluk duyarlar. Arkalarından gelecek olup, henüz kendilerine katılmamış olan mücâhid kardeşleri adına da: “Onlara hiçbir korku yok, onlar asla üzülmeyecekler” müjdesiyle sevinirler.
171. Yine onlar, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine olan büyük lutfu ve ihsânıyla sevindikleri gibi, ayrıca Allah’ın, mü’minlerin mükâfatını zâyi etmeyeceği yolundaki va‘dinden dolayı da büyük bir sevinç duyarlar.
Şehitler Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bahşettiği husûsî bir hayatla diridirler. “Rableri yanında rızıklanmaktadırlar” (Âl-i İmrân 3/169) ifadesinden anlaşıldığına göre Allah’a yakın bir mevkî elde etmişler ve orada akla hayâle gelmez cennet nimetleriyle ikram olunmaktadırlar. Ölümden sonra sâlihlerin rûhları cennetteki güzel makâmlarını görüp sevinir, kötülerin rûhları da cehennemdeki yerlerini görüp elem ve ızdırap duyarlar. Şehitler ise yüce makamlarını görmekle kalmaz, Allah katında dünyadaki insanların topladığı şeylerden çok daha kıymetli ve daha büyük nimetlere mazhar olurlar. Resûlullah (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurur:
“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa dahî dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehit, gördüğü ileri derecedeki itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı ister.”
Bir rivayette: “Şehitliğin faziletini gördüğü için” buyrulmuştur. (Buhârî, Cihâd 21; Müslim, İmâre 109)
Fahr-i Kâinat Efendimiz, diğer bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:
“…Ümmetime ağır gelmeyecek olsaydı, hiçbir seriyyeden[1] geri kalmaz, hepsine katılırdım. Allah yolunda şehîd olmak, sonra diriltilip tekrar şehîd olmak yine diriltilip tekrar şehîd olmak isterdim.” (Buhârî, Îman 26; Müslim, İmâre 103, 107)
Âyet-i kerîmeden anlaşıldığına göre şehîdler hakkında konuşurken saygısız ifadeler kullanmamalı, onlardan hürmet ve ihtiramla bahsetmelidir.
Şehîdler, kendilerine lûtfedilen nimetlere sevindikleri gibi geride bıraktıkları mü’minler ve özellikle kendilerinden sonra şehîd olacak kişiler için de sevinir ve bunu onlara müjdelemek isterler. Çünkü kendileri gibi onlar için de hiçbir korku ve hüzün olmadığını ve onlara da muazzam nimetler lûtfedileceğini öğrenmiş, Allah’ın mü’minlerin ecrini eksiksiz verdiğini ayan beyân görmüşlerdir. Şehitler öylesine büyük bir fedâkârlık rûhu taşımaktadırlar ki, kardeşlerinin iyiliğine, kendi iyiliklerinden önce sevinmektedirler.
Câbir b. Abdullah (r.a.) şöyle anlatır:
“Bir defâsında ben üzüntülü bir haldeyken Resûlullah (s.a.s.)’le karşılaşmıştık. Bana:
«–Seni niye böyle üzgün görüyorum?» buyurdu.
«–Babam Uhud’da şehîd düştü. Geriye bakıma muhtaç kalabalık bir âile ve bir hayli de borç bıraktı” dedim.[2] Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.):
«–Allah’ın babanı nasıl karşıladığını sana müjdeleyeyim mi?» buyurdu. Ben: «Evet!» deyince şöyle devam etti:
«–Allah, hiç kimseyle yüz yüze konuşmaz, dâimâ perde arkasından konuşur. Ancak, babanı diriltti ve onunla perdesiz yüz yüze konuştu:
“–Ey kulum, benden ne dilersen iste, vereyim!” buyurdu. Baban:
“–Ey Rabbim, beni dirilt, senin yolunda tekrar şehîd olayım!” dedi.
Allah Teâlâ:
“–Ama ben daha önce, «Ölenler artık dünyaya geri dönmeyecekler!» diye hükmettim” buyurdu. (Tirmizî, Tefsir 3/3010)
Baban da:
“–Ey Rabbim, öyleyse benim hâlimi arkamda kalanlara bildir!” dedi. Bu talep üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu…»
Daha sonra Resûlullah (s.a.s.) şehîdlerle ilgili olan bu âyet-i kerîmeleri tilâvet buyurdu. (İbn Mâce, Mukaddime 13/190)
Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Uhud’da kardeşleriniz isabet alıp şehîd edilince Allah Tealâ onların ruhlarını alıp yeşil kuşlar hâline getirdi. Şehîdlerin rûhları cennet nehirlerine gelir, cennet meyvelerinden yer ve arşın gölgesindeki altundan kandillere gelirler. Şehîdler yeme-içmelerinin hoşluğunu, gezdikleri ve kaldıkları yerlerin güzelliğini görünce:
«–Cihaddan ayrı kalmamaları ve savaştan korkmamaları için, bizim cennette hayatta olup türlü nimetlerle rızıklandığımızı kardeşlerimize kim ulaştıracak?» dediler. Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Tealâ:
«–Ben bunu sizin adınıza onlara haber veririm» buyurdu ve bu âyet-i kerîmeleri Rasûlü’ne indirdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd 25/2520; Müslim, İmâret 121)
Buradan anlaşıldığına göre müslümanlar, kardeşlerinin iyiliğine kendi iyiliklerinden daha çok sevinmelidirler. Zira öncelikle şehîdlerin, kardeşlerine ihsân edilen nimetler sebebiyle sevindikleri bildirilmiştir.
171. âyette “nimet” ve “fadl” kelimeleri nekre olarak gelmiştir. Bu da Allah’ın şehîdlere ve mü’minlere lûtfedeceği nimetlerin ne kadar büyük ve kıymetli olduğunu bildirmek ve insanların bunu idrak etmesinin zorluğuna işaret etmek içindir.
Görüldüğü üzere Allah Teâlâ, mü’minlerin mükâfâtını kat kat fazlasıyla vermektedir. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu bu mü’minlerin bazı vasıfları taşıması lâzımdır. Bu vasıflar şöyle beyân edilir:
[1] Seriyye: Savaşmak için gönderilen en küçük askerî birlik.
[2] Allah Resûlü (s.a.s.), Câbir (r.a.)’a her hususta dâimâ yardımcı olmuştur. Meselâ, Zâtürrikâ gazvesinden dönerken, Hz. Câbir’in ihtiyaçlı olduğunu öğrenince, devesini satın almış, Medine’ye varınca da ücretiyle birlikte deveyi de iâde etmiştir. (Buhârî, Cihâd 49; Büyû’ 34; Müslim, Müsâkât 109; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 303) Yine borcunu ödeyebilmesi için bahçesine giderek malını bereketlendirmesini Allah’tan niyâz etmiş, Allah Resûlü’nün bu duası neticesinde Hz. Câbir’in hurmaları mûcizevî bir şekilde bereketlenerek bütün borçlarına kâfi gelmiştir. (Buhârî, Vasâyâ 36; Müslim, Müsâkât 109)
172. O mü’minler, savaşta bunca yara aldıktan sonra bile, Allah ve Rasûlü’nün tekrar savaşa dönme çağrısına uymuşlardı. İşte böyle güzel davranışta bulunanlarla, Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelmekten sakınanları âhirette büyük mükâfatlar beklemektedir.
Uhud savaşı,
hicretin 3. senesinde 7 Şevvâl Cumartesi günü olmuştu. Resûlullah (s.a.s.) ve
müslümanlar pek çok yaralar almış vaziyette akşam Medine’ye döndüler. Allah
Resûlü (s.a.s.), 8 Şevvâl Pazar günü sabah namazını kıldırdığında, yanında Sa‘d
b. Ubâde, Hubâb b. Münzir, Sa‘d b. Muâz, Evs b. Havlî, Katâde b. Nûman, Ubeyd
b. Evs gibi Ensâr’ın önde gelenleri vardı. Bunlar mescidde Efendimiz’in kapısı
önünde gecelemişlerdi. Yaralı hâllerine bakmayarak Allah Resûlü’nü muhtemel
tehlikelere karşı korumayı düşünmüşlerdi. Namazdan sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz. Bilâl’den insanlara şöyle seslenmesini istedi:
“–Resûlullah (s.a.s.) düşmanı tâkip etmenizi emrediyor! Dün
bizimle savaşanlardan başkası tâkibe çıkmasın!” (Vakidî, el-Megâzî,
I, 334)
Ebû Katâde, kabilesinden yaraları ve yaralıları tedâvi eden
insanların yanına varıp:
“–Resûlullah (s.a.s.)’in münâdîsi düşmanı tâkip etmenizi
emrediyor!” dedi.
Onlar da hemen silahlarına doğru fırladılar, bir anda yaralarını
unutuverdiler. Benî Seleme kabilesinden 40 yaralı bu tâkip için hazırlandı.
Diğer kabilelerden de pek çok yaralı vardı. Ebû İnebe kuyusunun yanında Allah
Resûlü’ne katıldılar. Kılıçlarını yanlarına alarak Resûlullah (s.a.s.) için saf
tutmuşlardı. Allah Resûlü (s.a.s.) onlara bakıp yaralarının çok olduğunu
görünce hislendi ve:
“Allahım, Benî Selime kabilesine rahmet eyle!” diye dua
etti. (Vakidî, el-Megâzî, I, 335)
Efendimiz (s.a.s.) ve müslümanlar o esnâda ağır yaralı ve pek
yorgun olmalarına rağmen düşmanı tâkip ettiler. Pek çoğunun biniti de yoktu.
Bunlar, birbirlerini sırtlarında taşıyarak Allah Resûlü’nün yanında sefere
iştirak ettiler. (İbn Hişâm, es-Sîre, III, 53;
Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 243, 269, 316, 334-335)
İşte Allah ve Rasûlü’ne itaat hususunda hiçbir mâzerete sığınmayan
böylesine fedâkâr insanlar, Allah’ın rızâsına nâil olur ve büyük bir mükâfât
kazanırlar. İhsân ve takvâ hâllerinin yüksekliği nisbetinde ecirleri de büyük
olur. İhsân kısaca, ilâhî emirlerin tamamını en güzel şekilde ve Allah’ı
görüyormuş gibi yapmak, takvâ da, yasaklanan şeylerin tamamından büyük bir
hassâsiyet ve titizlikle kaçınmaktır.
Gelen âyet, gerçek mü’minlerin gönlünde yer alan cesaret ve
korkusuzluğa işaret ediyor:
173. Onlar ki, bazı kimseler kendilerine: “Düşmanlar sizinle savaşmak üzere ordular topladı, onlardan korkun!” dediklerinde, bu onların imanını bir kat daha artırdı da: “Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!” mukabelesinde bulundular.
Peygamber
Efendimiz’in tâkibe çıktığını haber alan Ebû Süfyan, geri dönmekten vazgeçerek
Mekke’ye doğru yöneldi. Bu esnâda Abdülkays Oğulları’ndan Medine’ye yiyecek
almaya giden bir kâfileye rastladı. Onlara:
“–Benim
sözlerimi Muhammed’e ulaştırmak üzere elçilik yapsanız, buna karşılık ben de
Ukaz panayırında develerinize kuru üzüm yükleyiversem olur mu?” dedi.
Abdülkays
Oğulları bu teklifi kabul edince Ebû Süfyan:
“–Yanına
vardığınızda ona; bizim üzerlerine yürümek ve köklerini kazımak için
toplandığımızı haber verin!” dedi.
Abdülkays
Oğulları, Peygamber Efendimiz’e Hamrâü’l-Esed’de rastlayıp, Ebû Süfyan’ın
sözlerini naklettiler. Resûlullah (s.a.s.):
حَسْبُنَا
اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ (Hasbünallahü
ve ni‘mel vekîl) “Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!” buyurdu. (İbn Hişâm, es-Sîre, III, 55-56; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 340)
Peygamber
Efendimiz, pazartesi, salı ve çarşamba günlerini Hamrâü’l-Esed’de geçirdi,
müşriklerin gittiğinden emin olduktan sonra Medine’ye döndü. (İbn Hişâm, es-Sîre, III, 53)
Ebû Süfyân,
Uhud’dan ayrılmadan önce müslümanlara bir sene sonra Bedir’de tekrar karşılaşmayı
teklif etmiş, Resûlullah (s.a.s.) de bu teklife müsbet cevap vermişti.
Allah Resûlü (s.a.s.),
hicretin dördüncü yılında Zâtürrikâ gazvesinden dönünce, vermiş olduğu sözü
yerine getirmek üzere müslümanlarla birlikte Bedir’e çıktı. Ebû Süfyân da
çıkmak için hazırlanmıştı fakat hareket edeceği gün kararını değiştirdi. O
esnâda henüz İslâm’a girmemiş olan Nuaym b. Mesûd’un umre için Medine’den
geldiğini öğrendi. Ona:
“–Ben
Muhammed’in ashâbına «Bedir’de buluşup savaşalım» diye söz vermiştim. Vakit
geldi lâkin bu sene kuraklık ve kıtlık var. Bizim için sert ve kurak bir yıl
değil, belki yumuşak, otlu, sulu ve bolluk olan bir yıl daha iyi ve elverişlidir.
Ben bu yıl Muhammed’le karşılaşmak istemiyorum. Fakat, karşılaşmadığım
takdirde, o bize karşı cesaretlenecektir. Sen hemen Medine’ye yetiş ve dayanamayacakları
kadar kuvvet topladığımı bildirerek onları Bedir’e çıkmaktan vazgeçir. Bu işi
başarırsan sana yetişkin yirmi deve verelim” dedi.
Ebû Süfyan
sadece Nuaym ile değil, Mekke’den Medine’ye gidecek kimi bulursa aynı şekilde
haberler gönderiyordu. Bir taraftan da Medine’deki münafıklar çalışıyor ve
müslümanları seferden vazgeçirmeye uğraşıyorlardı. Bu gayretler neticesinde bir
kısım müslümanlarda sefere çıkma hususunda isteksizlik belirmeye başladı. Cesaret
ve metanet âbidesi Resûl-i Ekrem (s.a.s.) durumu öğrenince:
“–Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, yanımda
hiç kimse olmasa bile, ben tek başıma Bedir’e gideceğim!” buyurdu.
Bunun üzerine
Allah Teâlâ müslümanlara yardım edip kalplerine sebat verdi. Nihâyet İslâm
ordusu ticaret mallarını da yanlarına alarak Bedir’e vardı. O dönemde Bedir’de
panayır kurulurdu. Efendimiz’in Bedir’e geldiğini haber alan Ebû Süfyan da yola
çıktı. Mekke yakınlarındaki Merru’z-Zahrân’a gelince, Cenâb-ı Hak kalbine bir
korku düşürdü. Kuraklığı bahane ederek geri dönmeye karar verdi. Ebû Süfyan,
ordusuyla birlikte geri dönünce, Mekke halkı:
“Siz sevik
yani kavut yemek için yola çıkmışsınız!” diyerek onlara “Sevik Ordusu” adını
taktılar.
Bu durumda
mü’minlere ticâretten başka yapılacak bir iş kalmamıştı. müslümanlar ticâret
mallarını satarak bol kâr elde ettiler. Resûlullah (s.a.s.), Bedir’de sekiz gün
Ebû Süfyân ve ordusunu bekledikten sonra hiçbir nâhoş durumla karşılaşmadan Medine’ye
döndü. (bk. İbn Hişâm, es-Sîre, III, 221-222;
İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 59-60; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 384-389)
Şüphesiz ki
bu durum, civâr kabileler üzerinde müslümanların lehine müthiş bir tesir meydana
getirdi.
Nitekim
âyet-i kerîme bu hâdiseye de işaret etmektedir. Müşriklerin yalan yanlış
propagandaları karşısında müslümanlar حَسْبُنَا
اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ (Hasbünallahü
ve ni‘me’l-vekîl) “Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!” diyerek Allah’a
tevekkül edip yola çıkmışlardır. Bu davranışlarıyla yegâne yardımcı olarak
Allah’ı görmüşler ve Allah’tan başka hiç kimseye ihtiyaçlarının olmadığını
ortaya koymuşlardır.
Aynı şekilde çok
önceleri İbrâhim (a.s.) da, kendisi için yakılan büyük ateşe atılacağı zaman benzeri
duygular içinde “Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!” demiştir .(Buhârî, Tefsir
3/13)
Allah’ı ve
Resûlü’nü razı etmek üzere gösterilen bu gayretin ve çıkılan bu seferin dönüşü
de muhteşem oldu:
174. Sonra da savaşta kendilerine hiçbir fenâlık dokunmadan, Allah’ın büyük nimet ve ihsânıyla geri döndüler. Böylece Allah’ın rızâsını da kazanmış oldular. Allah, pek büyük lutuf sahibidir.
Müslümanlar iki sefere çıkarken de gösterdikleri itaat, tevekkül,
cesâret ve îman celâdeti neticesinde maddî-mânevî pek çok nimet ve ilâhî ihsanlarla
döndüler. Düşmanlarını korkuttular, ticâret yapıp maddî kazanç elde ettiler,
cihâd sevabı kazandılar, sabır, sebât ve îman gibi mânevî hasletlerini kuvvetlendirdiler.
Düşman, karşılarına çıkamadığı için herhangi bir zarara da uğramadılar. Bütün
bunların yanında bir de Allah’ın rızasına nâil oldular. Zira sırf Allah’ın
rızâsını kazanmak için yollara düşmüşlerdi. Diğer bütün söz ve davranışları da
hep Allah’ın rızâsını kazanmaya mâtuftu. Geride oturup kalanlara gelince onlar
hiçbir şey elde edememiş, pişmanlık ve hüsran ateşlerinde yanmışlardı.
İki grup arasındaki esas fark, şeytanın tahriklerine kanıp kanmama
farkıydı:
175. Sizi korkup düşmandan kaçmaya çağıran ancak şeytandır ki, içinize kendi dostlarının korkusunu yerleştirmek istiyor. Şu halde, gerçekten mü’min iseniz onlardan korkmayın, yalnız benden korkun!
Artık bundan sonra mü’minler çok dikkatli ve uyanık olmalı, gürültüye
pabuç bırakmamalıdırlar. Zira insan ve cin şeytanları onları kendi dostlarıyla
korkutmak isterler. Nasıl ki Ebû Süfyan ve onun gönderdiği adamları, düşmanın
çok kuvvetli olduğunu söyleyerek müslümanları cihâda çıkmaktan alıkoymaya çalışmışlarsa,
bugün de çeşitli şeytanlar müslümanların iyiliğe koşmasına mânî olmak ve
gözlerini korkutmak isteyebilirler. Lâkin bu şeytanlar ancak kendi yüreksiz
dostlarını korkutabilir, imanı sağlam olan sebatkâr mü’minlere bir şey yapamazlar.
Çünkü gerçek mü’minler yaratıklardan değil sadece Allah’tan korkar, O’nun
emirlerini yerine getirirler. Allah’ın rızâsını kazanmak için mallarını ve
canlarını seve seve fedâ edebilirler. Nitekim şeytanın ve şeytan tıynetli
insanların gayretleri neticesinde münafıklar savaştan geri kalırken,
müslümanların îmanı artmış ve Allah’a güvenerek yola çıkmışlardır.
Buraya kadar mü’minlerin davranışları övülmüş ve eriştikleri nimetler
zikredilmişti. Şimdi de inkâra saplananlar uyarılarak mâruz kalacakları
şiddetli azap haber verilecektir. Yaşanan üzücü olaylardan sonra, Resûlullah (s.a.s.)’i
tesellî etmek için hitap tarzı değiştirilerek buyruluyor ki:
176. Küfürde birbirleriyle yarışanlar seni üzmesin! Çünkü onlar, Allah’a hiçbir şekilde zarar veremeyeceklerdir. Allah diliyor ki, onların âhirette hiçbir nasibi olmasın. Onları pek büyük bir azap beklemektedir.
Kureyş müşrikleri, münafıklar, mürtedler ve yahudiler gibi
inkârcılığın canlı kalması ve îmanın sönmesi için gayret sarfedenler, ne kadar
çok ve kuvvetli görünseler de, Allah’a, O’nun dostlarına ve İslâm’a hiçbir
zarar veremezler. Onların zararı kendilerinedir. Bütün çırpınmalarına rağmen
zayıflamakta ve batağa saplanmaktadırlar. Cenâb-ı Hak onları bulundukları hâl
üzere bırakıyor ve dünya nimetlerinden istifade ettiriyor ki, bütün paylarını,
zevk ve lezzetlerini bu dünyada bitirsinler ve âhirette iyilik adına alacakları
bir şey kalmasın. Diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“O gün, dünyada iken küfre batmış olanlar ateşe sunulacak ve
kendilerine şöyle denecek: «Siz bütün zevklerinizi dünya hayatınızda hoyratça
harcayıp tükettiniz ve bunlarla safâ sürdünüz. Âhirete eli boş geldiniz. Bu gün
ise, hiç hakkınız olmadığı halde yeryüzünde büyüklük taslamanız ve doğru yoldan
çıkmanız sebebiyle alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız!»” (Ahkâf
46/20)
Bunlar, imanı verip küfrü satın alanlardır. Oysa:
177. İmânı verip küfrü satın alanlar, kesinlikle Allah’a hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Üstelik, onlar için acı verici bir azap vardır.
Yahudiler, Allah Resûlü’nün hak peygamber olduğunu bile bile inkâr
ediyorlardı. Münafıklar da müslümanların yanında iman ettiklerini söyledikleri
hâlde şeytanlarıyla baş başa kalınca iç yüzlerini ortaya koyupinkâr üzere
olduklarını ifade ediyorlardı. Bir de îman ettikten sonra dinden dönen
mürtedler vardı ki bunların sayısı oldukça azdır. Bütün bunlar îmanı verip
karşılığında küfrü alan, küfürde kalmak için ağır bedeller ödeyen kimselerdir.
İşte bunlar Allah’a hiçbir zarar veremedikleri gibi kendileri de pek acı verici
bir azâba dûçar olacaklardır.
Yüce Allah’ın kâfirleri hemen helak etmeyip onlara mühlet
vermesinin hikmetine gelince:
178. İnkâr edenler, sakın kendilerine mühlet vermemizin haklarında hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara, ancak günahları daha da artsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.
İnkâr edenlerin, hayatta kalmalarına, dünyada refah içinde
yaşamalarına ve müslümanlar karşısında kuvvet toplayabilmelerine ne kendileri
aldansınlar ne de müslümanlar buna canlarını sıksınlar. Zira bütün bunlar
kâfirlerin aleyhine işlemektedir. İmkânları ve kuvvetleri arttıkça inkârları ve
kötülükleri de artmakta, bu ise günahlarının çoğalmasından başka bir işe
yaramamaktadır. Günahları arttıkça da âhiretteki azapları şiddetlenecek ve daha
alçaltıcı hâle gelecektir. Dolayısıyla kendisine mühlet verilen kötü insanlar,
en büyük zarara uğramaktadırlar.
Birisi Peygamber Efendimiz’e:
“–Yâ Resûlallah! Hangi insan daha hayırlıdır?” diye sormuştu. Allah
Resûlü (s.a.s.):
“–Ömrü uzun, ameli güzel olan” buyurdu. Bu sefer o kişi:
“–İnsanların en kötüsü kimdir?” diye sordu. Resûlullah (s.a.s.):
“–Ömrü uzun, ameli kötü olan!” buyurdu. (Tirmizî, Zühd 22/2330; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, V, 40, 43, 47)
İbn
Abbas (r.a.) der ki:
“Kendisinden
başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki yeryüzündeki bütün insanlar için
ölüm hayattan daha hayırlıdır. Bir kimse mü’min ise Allah Teâlâ onlar için
şöyle buyurmaktadır:
«Fakat Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için, Allah tarafından
bir ikram olmak üzere, altından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları
cennetler vardır. İtaat ehli sâlih kullar için Allah katındaki nimetler daha
hayırlıdır.» (Âl-i İmrân 3/198)
Şayet
o kimse fâcir bir kimseyse Allah Teâlâ onlara da şu an tefsiri yapılan 178.
âyet-i kerîme ile îkâzda bulunmaktadır. (Hâkim, el-Müstedrek, II,
326/3168)
Bütün bunlardan sonra şimdi de insanların başına gelen Uhud ve
benzeri acı hâdiselerin sır ve hikmetine tekrar temas edilerek şöyle
buyruluyor:
179. Allah, murdarı temizden, kâfiri mü’minden ayırmadıkça mü’minleri şu içinde bulunduğunuz hâl üzere bırakmayacaktır. Allah size gaybı da göstermez ki, mü’mini kâfiri ayırabilesiniz. Ancak Allah elçilerinden dilediğini seçip onlara dilediği ölçüde gaybî haberleri bildirir. O halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve günahlardan sakınırsanız sizin için çok büyük bir mükâfat vardır.
Allah Teâlâ, hayatın var ediliş gayesine uygun olarak devam etmesi
için koyduğu sosyolojik kanunlar gereği insanları oldukları hâl üzere bırakmaz;
ihlâslı mü’minlerle münafıkların birbirinden fark edilmeyecek şekilde belirsiz
yaşamasını ve aynı haklara sahip olup eşit şekilde muamele görmesini istemez.
Çünkü bu hâl mü’minlere zarar vermektedir. Kimin samimî kimin sahtekâr olduğunu
bilemediklerinden çeşitli fitne ve zararlara mâruz kalırlar. Bu sebeple Cenâb-ı
Hak mü’minlerin içindeki kötü niyetli îmansızları belli edip ortaya çıkarmak
sûretiyle gerçek mü’minleri rahatlatır.
Diğer taraftan îman etmenin de bir bedeli vardır. Bu bedeli ödemeleri
için Cenâb-ı Hak müslümanları hep aynı minval üzere yaşatmaz. Onları bir takım
imtihanlara tâbî tutar ve çeşitli zorluklarla yüz yüze getirir. Nitekim âyet-i kerîmelerde
şöyle buyrulur:
“İnsanlar, hiç imtihana tâbi tutulmadan, sadece “İnandık!” demekle
bırakılıvereceklerini mi sandılar? Gerçek şu ki biz, onlardan öncekileri de
imtihan ettik. Böylece Allah, doğru söyleyenleri de ortaya çıkaracak, yalancıları da elbette ortaya çıkaracaktır.” (Ankebût
29/2-3)
“Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri ve dâvası uğrunda
sabredip direnenleri ortaya çıkarmadan kolayca cennete girivereceğinizi mi
sandınız?”
(Âl-i İmrân 3/142. bk. Tevbe 9/16)
Cenâb-ı Hakk’ın bu tür imtihanları olmasaydı insanların ne
olduğunu anlamak mümkün olmaz, İslâm toplumu arınıp durulmazdı. Zira Allah
Teâlâ, pek çok hikmetlere binâen insanları gaybî bilgilere nüfuz edip onları
öğrenmelerine müsaade etmemiştir. Dolayıısyla insanlar gaybı bilemezler. Kesin
bir şekilde “Şunun kalbinde şöyle duygular var, şu cennetlik şu da
cehennemliktir” gibi söz ve düşüncelere sahip olamazlar. Aynı şekilde,
başlarına gelen olayların hikmet ve sebebini de çoğu zaman açıkça bilemezler.
Ancak Allah Teâlâ peygamberlerinden dilediğine gerektiği ölçüde bu tür bilgiler
verir. (bk. Cin 72/26-27)
Resûlullah (s.a.s.)’in gaybden pek çok haberler verdiğine şâhit
olan insanlar, artık Allah’a ve Efendimiz’in peygamberliğine inanmaya davet
edilmektedir. İman edip bir de sâlih amellerle dolu takvâ üzere bir hayat
yaşarlarsa, kendilerine büyük mükafatlar verileceği müjdelenmektedir. O hâlde münafık
ve kâfirler îmana gelmeli, mü’minler de îmanlarını kuvvetlendirip takvâlarını
artırmalıdırlar. Bunun yolu ise maldan ve candan fedakarlıktan geçer:
180. Allah’ın, lûtfundan kendilerine bol bol verdiği nimetleri O’nun yolunda harcama hususunda cimrilik edenler, bunun kendileri haklarında hayırlı olduğunu sanmasınlar. Aksine bu onlar için pek fenâ bir durumdur. Çünkü cimrilik ettikleri şeyler kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktır. Kaldı ki, göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.
Anlaşılan o ki, iman iddiasının ispatı için mal ve candan fedakârlık
etmek gerekmektedir. Önceki âyetlerde daha çok Allah yolunda savaşıp can
vermekten bahsedilmişti, şimdi de söz mal vermeye gelmiş bulunmaktadır. Bu da
daha çok zekât ve sadaka vererek gerçekleşir. Zekâtını verenler büyük
bereketlere nâil olurlar. Bu farzı ihmâl edenler ise korkunç tehditlerle karşı
karşıyadırlar. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:
“Bir kimseye Allah Teâlâ mal verir,
o da zekâtını ödemezse, bu mal kıyamet günü oldukça zehirli büyük bir yılan
hâlinde karşısına çıkarılır. Yanaklarının üzerinde gazap ve zehirinin şiddetini
gösteren iki siyah nokta vardır. O gün bu azgın yılan, mal sahibinin boynuna
dolanıp ağzını kapatacak şekilde iki yanağından şiddetle ısırır ve:
«–Ben senin dünyada çok sevdiğin
malınım, ben senin hazînenim!» der.”
Daha sonra Resûlullah (s.a.s.), sözlerine delil olarak tefsirini
yaptığımız bu 180. âyet-i kerîmeyi okumuştur. (Buhârî, Zekât 3; Tirmizî, Tefsir
3/3012)
Âyet-i kerîmede zekât ve sadakaya yaklaşmayanlar cimrilikle
kınanmışlardır.
Fahr-i kâinat (s.a.s.) şöyle buyurur:
“İnsanda bulunan en fenâ duygu, aşırı cimrilik ve şiddetli
korkudur”
(Ebû Dâvûd, Cihâd 20/2511).
Câbir (r.a.) şöyle der: Resûlullah (s.a.s.):
“–Ey Selime Oğulları, sizin büyüğünüz kim?” diye sordu.
“–Ced b. Kays’tır, ancak bize göre o cimri biridir” dedik. Bunun
üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):
“–Cimrilikten daha kötü hangi hastalık vardır ki?! Bilâkis sizin
büyüğünüz Amr b. Cemûh’tur” buyurdu. (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 296)
Amr (r.a.), cömert bir insandı.
Ashâb-ı kirâm da cimriliğin ne kadar kötü bir haslet olduğunu
ifade için:
“Hangi
hastalık cimrilikten daha beter ki!” derlerdi. (Buhârî, Humus 15; Meğâzî 73; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, III, 308)
Gerçi “Allah’ın, lûtfundan kendilerine bol bol verdiği nimetler”e
(Âl-i İmrân 3/180) maddî mânevî her türlü imkânlar dâhildir. Bu sebeple ilim
öğretmeyi de bu âyetin kapsamında değerlendirmek mümkündür. Yahudiler, Allah
Resûlü’nün gerçek peygamber olduğunu kitaplarında zikredilen vasıflardan
bildikleri hâlde, bunu insanlara açıklamıyorlardı. Bugün de İslâm ve onun
Muazzez Peygamberi hakkında bildiklerini insanlara anlatmakta cimrilik
gösterenler, özellikle de bu tür faaliyetlere engel olmaya çalışanlar, âyetteki
tehdide muhataptırlar.
Allah’ın cömertçe verdiği nimetler hususunda cimrilik yaparak kâr
ettiklerini zannedenler, aslında büyük bir ziyâna uğramışlardır. Zira onlar
Allah’ın mülkünü Allah’tan kıskanmak gibi büyük bir ahmaklığa
sürüklenmişlerdir. Bunun cezasını da âhirette ağır ödeyeceklerdir. Halbuki
bütün mülk Allah’a âittir. İstediği zaman istediği kuluna verir. Kulların
elindeki mallar onlarda bâki kalacak değildir. Nihayetinde ellerinden çıkıp
Cenâb-ı Hakk’ın istediği kişilere geçecektir. Bu durumda hayattayken ve elinde
imkân varken verenler kazançlı çıkarken, cimrilik edenler de yine o mallardan
mahrum kalacak ve ellerine zarardan başka bir şey geçmeyecektir.
“Semâvî mîras” da peygamberlik ve ilim gibi nimetlerdir. Allah bunları
da dilediğine lûtfeder. Dolayısıyla Ehl-i kitap Allah Resûlü’nün
peygamberliğini kıskanmamalı ve ona tâbî olmalıdırlar. Bugün de Allah’ın velî
kullarını, âlimleri ve semâvî mirastan pay alan diğer insanları kıskanmayıp
kendilerinden faydalanmaya çalışmak gerekir.
Şunu da unutmamalı ki, Allah Teâlâ, malı mülkü ve bütün imkânları
kullarını imtihan etmek için vermektedir. Kullarının nasıl davrandığını en iyi
bilen de O’dur. İnsanlar, Allah’ın kendilerini her an gördüğü ve ne
yaptıklarını bildiği şuuruyla yaşarlarsa, yanlışlara düşmekten korunurlar.
Peygamber Efendimiz’le alâkalı önceki mukaddes kitaplarda zikredilen
bilgiler husûsunda gerek başkalarına gerekse kendilerine karşı cimri davranan
ve Allah yolunda vermeye teşvik eden âyetleri bahane ederek ileri geri konuşan Ehl-i
kitaba cevap olarak buyruluyor ki:
181. “Allah fakirdir, biz ise zenginiz” diyenlerin sözünü Allah elbette işitmiştir. Onların bu söylediklerini de, haksız yere peygamberleri öldürmelerini de yazacağız ve kendilerine: “Tadın o yakıcı cehennem azabını!” diyeceğiz.
182. Bu yakıcı azap, bizzat kendi ellerinizle âhirete gönderdiğiniz suç ve günahlarınızın karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına asla zulmetmez.
Allah yolunda harcamaya ve O’na güzel bir borç vermeye (bk. Bakara
2/245) teşvik eden âyetleri işittiklerinde yahudiler, anlayışsızlık ve
inatlarının şaşmaz bir delili olarak “Allah fakir düşmüş, bizden borç istiyor”
gibi hezeyanlarda bulundular. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 137-138)
Cenâb-ı Hak, Yüce Zâtı’na karşı büyük cürümler işlemeyi âdet hâline getirmiş
olan yahudilerin bu tür sözlerini, haksız yere peygamberlerini öldürmekle aynı
seviyede tuttu ve onları şiddetli bir azâb ile tehdit etti. Âyette Allah’ın
söylenen sözleri işittiği ve bunları kaydettiği ifade edilerek tehdit daha
kuvvetli hâle getirilmiştir.
Cenâb-ı Hak, kullarının bütün sözlerini işitir, bütün yaptıklarını
görür ve bunları eksiksiz bir şekilde kaydeder. Âhirette bunların her birine
karşılığını tam olarak verecek, kimseye haksızlık edilmeyecektir. Cehennemin
yakıcı ateşine atılanlar, dünyadayken işledikleri günahlar sebebiyle bu duruma
düşmüşlerdir. Zira Cenâb-ı Hak, kullarına en ufak bir zulümde bulunmaz.
Yahudiler, hakikati kabule davet edildikçe inat ediyor ve çeşitli
bahaneler buluyorlardı. Bir bahaneleri de şuydu:
183. Onlar: “Allah, bize, gökten inecek ateşin yakacağı bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamayı emretti” dediler. De ki: “Benden önce nice peygamberler, size apaçık deliller ve söylediğiniz o mûcizeyi getirmişti. Eğer doğru sözlüyseniz, o peygamberleri niçin öldürdünüz?”
Âyetin
de belirttiği şekilde yahudiler bir defâsında Allah’ın kendilerine, gökten inen
bir ateşin gelip kurbanını yakmadıkça kimsenin peygamberliğine inanmamayı
emrettiğini söylediler. Önceki peygamberler zamanında, gökten bir ateş inerek
takdim edilen kurbanları, sadakaları ve ganimetleri yakıp yok ederdi. Bu durum,
o ibâdetin kabul edildiğine bir delil olurdu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV,
262; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 218; Buhârî, Humus 8; Müslim, Cihâd 32)
Tevrat’ta,
ateşin kurbanı yakması, Hz. İlyas’ın peygamberliğinin ispatlanması için
gösterilen bir mûcize olarak değerlendirilir. (I. Krallar, 18, 19)
Lâkin
böyle bir olayın peygamberlerden mûcize olarak istenileceği yönünde herhangi bir
emir yoktur. Diğer taraftan, Peygamber Efendimiz’in
bundan daha kuvvetli mûcizeleri mevcuttur. Ancak inkârcıların maksadı samîmî
bir şekilde mûcize istemek değil, işi yokuşa sürmektir. Nitekim daha önceki
peygamberler nice mûcizeler getirmiş, hatta ısrarla istedikleri ateş mûcizesini
de göstermişti, lâkin inatçılar yine inanmamışlardı. Hatta böylesine mûcizeler
getiren peygamberleri şehîd etmişlerdi. Bu da yahudilerin ve o zihniyetteki
kimselerin inanmamak için bahaneler aradığını ve iddialarının doğru olmadığını
gösterir.
Peki,
Cenâb-ı Hak onların istediği mûcizeyi niçin indirmemiştir? Yüce Rabbimiz câhil
insanoğlunun her isteğini hemen yerine getirmez. Zira insan kendisi için iyiliği
isterken kötülüğü de ister. Hatta başına taş yağdırılmasını isteyecek kadar
câhilleşir. Bir de Cenâb-ı Hak, istenilen mûcizeyi gerçekleştirdikten sonra
hâlâ îman etmeyenlerin üzerine büyük bir felâket indirir ve kimseye azâb
etmediği şekilde azâb eder. (Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I,
242, 258)
Dolayısıyla
burada Allah Teâlâ, istedikleri mûcizeyi gerçekleştirmeyerek onlara merhamet
etmiş ve mühlet tanımış olmaktadır. Diğer bir husus da, istedikleri bu
mûcizenin indirilmesi, onların âyette bahsedilen yalan iddiâlarını tasdik mânasına
gelirdi. Yani her peygamber mutlaka kurban ve ateş mûcizesini getirmek
mecbûriyetindeymiş gibi anlaşılırdı. Allah Teâlâ ise yalan bir iddiâyı tasdik etmez.
(Elmalılı, Hak Dini, II, 1243)
Rasûlüm!
184. Eğer seni yalanlarlarsa, hiç üzülüp tasalanma. Çünkü senden önce de apaçık mûcizeler, hikmet ve öğüt dolu sahifeler ve aydınlatıcı kitaplarla pek çok peygamber geldi ve onlar da aynı şekilde kavimleri tarafından yalanlandılar.
Yalanlanmak doğru insanların pek ağırına gideceği için Cenâb-ı Hak
bu âyette Efendimiz (s.a.s.)’i tesellî etmiş, inkârı meslek edinen kimselerin
sözlerini kâle almaması gerektiğini bildirmiştir. Çünkü onların sözleri
asılsızdır, herhangi bir temele dayanmaz. Onlara delil, mûcize ve ilâhî
kitaplar da kâr etmez. Zira daha
önceleri peygamberler, nice mûcizeler, hikmetli ve açık kitaplar getirdikleri
hâlde yalanlanmış ve işkencelere mâruz kalmışlardır.
Bundan sonra mü’minlere tesellî, inkârcılara da tehdit olmak üzere
buyruluyor ki:
185. Her nefis ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı ancak kıyâmet günü tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulursa, gerçekten o kurtuluşa ermiştir. İyi bilin ki, bu dünya hayatı, aldatıcı bir faydadan başka bir şey değildir.
Bütün canlılar ölecek ve amellerinin esas karşılığını âhirette
alacaklardır. Bu dünyada çeşitli sebeplerle iyilik ve kötülüklerin karşılığı
tam olarak verilmez. Zira dünya imtihan yeri, âhiret ise hesap verme ve
karşılık alma âlemidir. Bu sebeple, iyiliğinin karşılığını hemen göremeyenler
üzülmemeli, kötülüğüne karşılık bulmayanlar da buna aldanmamalıdır. Îmanla
ölerek cehennemden kurtulup cennete nâil olabilenler, en yüce gayelerine
kavuşmuşlardır. Zaten Hz. Ali (r.a.) de, تَمَامُ
النِّعْمَةِ (tamâmu’n-ni‘meti) “nimetin tamamlanması” ifadesini bu şekilde
tefsir etmiştir. (Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 201)
Resûlullah (s.a.s.):
“Cennette bir kamçının kapladığı yer, hiç şüphesiz dünya ve
içindekilerden daha hayırlıdır. Dilerseniz şu âyet-i kerîmeyi okuyun!” buyurmuş ve
ardından bu 185. âyeti tilâvet etmiştir. (Tirmizî, Tefsir 3/3013. bk. Buhârî,
Cihâd 73)
Yine bir hadis-i şerifte:
“Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulmak isterse; ölümünü,
Allah’a ve âhiret gününe îman ederek karşılasın ve diğer insanlara, kendisine yapılmasını
istediği şekilde muamele etsin!” (Müslim, İmâre 46; Nesâî, Bey’at 25)
Hâdiseye bu yönden bakıldığında, insanın dünyaya bakışı değişir.
Buna göre dünya hayâtı, âhiret saadetine nâil olmak için kullanılacak bir
vâsıta hükmündedir. Âhiret kazancını hesaba katmadan sırf dünyalık elde etmek
için çalışmak ise insanı aldatan değersiz bir ticâret malı gibidir. Dış
görünüşü îtibariyle câziptir, ancak hakikatte içi çürümüş, bozulmuş ve işe
yaramaz hâle gelmiştir. Kısa bir süre istifade edildikten sonra ölümle faydası
nihâyete erer ve kullanılmaz hâle gelir. En mühim gâyesi dünyalık toplamak olan
kimse, ölümle yüzleşince ne büyük bir aldanış içinde olduğunu idrak eder.
Bu hakikatleri idrak ederek dünyaya bakışımızı düzeltmeliyiz.
Dünyada nice imtihanlarla karşılaşabiliriz ki bunların karşılığını ancak
âhirette alabiliriz. İşte Cenâb-ı Hak, mü’minleri tesellî etmek ve Ehl-i kitabın
az önceki iddialarına cevap vermek üzere şöyle buyuruyor:
186. Mallarınız ve canlarınız husûsunda mutlaka imtihan edileceksiniz; sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve günahlardan sakınırsanız, elbette bu davranış, yapılmasında azimli ve kararlı olunması gereken en mühim işlerdendir.
Cenâb-ı Hak, mü’minleri malları ve canları hususunda devamlı imtihana
tâbî tutar. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Erkek olsun, kadın olsun mü’min, Allah’a günahsız olarak
kavuşuncaya kadar kendisinden, çoluk çocuğundan ve malından belâ eksik olmaz.” (Tirmizî,
Zühd 57/2399; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
II, 287, 450; Muvatta’, Cenâiz 40)
Ashâb-ı kirâm da gerek Mekke döneminde gerekse Medine döneminde
pek çok imtihanlardan geçmişlerdi. Bir taraftan yahudilerin, 181 ve 183.
âyetlerde gördüğümüz gibi Allah ve Rasûlü hakkındaki ağır sözleri ve
şiirleriyle üzülüyor, bir taraftan da müşriklerle mücâdele ediyorlardı. Yahudi
şâir Ka‘b b. Eşref, Peygamberimiz (s.a.s.)’i alaya alan ve kötüleyen şiirler
söyler ve Kureyş müşriklerini onun aleyhine tahrik ederdi. Kureyş’in müşrik
şâirleri de Allah Resûlü aleyhine şiirler söyler, insanları aldatarak doğru yoldan
uzaklaştırırlardı. Öyle ki, sonunda Ensâr’ın en güçlü şâiri Hassân b. Sâbit (r.a.),
müşrikleri hicvetmek için Resûlullah (s.a.s.)’den izin istemş, o da izin vermişti.
(Buhârî, Menâkıb 16; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe 156-157).
O devirde şiir, günümüz medyasına denk bir tesir gücüne sahipti.
Ehl-i kitap ve müşrikler Resûl-i Ekrem Efendimiz’e ve ashâbına bu
şekilde eziyet ederlerken Allah Teâlâ, onlara sabrı, takvâyı ve affı
emretmişti. Resûlullah (s.a.s.), Bedir savaşından önce bir gün, hasta olan Sa‘d
b. Ubâde’yi ziyârete gitmek üzere bir merkebe binmiş, Üsâme b. Zeyd’i de
terkisine almıştı. Yolda, münafık başı Abdullah b. Übey’in de bulunduğu bir
meclise uğradı. Abdullah o sırada henüz “müslüman oldum” diyerek bey’at
etmemişti. Küfrünü açıkça ortaya koyuyordu. Meclis; müslümanlar, yahudiler ve
puta tapan müşriklerden oluşuyordu. Abdullah b. Revâha (r.a.) da oradaydı.
Fahr-i Kâinat Efendimiz’in bineğinin tozu meclise ulaşınca, Abdullah b. Übey
burnunu elbisesinin ucuyla kapatarak:
“−Bizi tozutma!” dedi.
Allah Resûlü (s.a.s.) onlara selâm verip durdu, bineğinden indi,
onları Allah’a imana davet etti ve kendilerine Kur’ân okudu.
Abdullah b. Übey:
“–Be hey adam! Bunları söylemekle iyi yapmıyorsun. Eğer
söylediklerin doğruysa meclisimizde bize eziyet verme, git evine, seni
dinlemeye gelenlere bunları anlat!” dedi.
Abdullah b. Revâha (r.a.):
“–Bilâkis ey Allah’ın Rasûlü, sen bizim meclislerimize gel, biz
bunu çok seviyor ve istiyoruz” dedi.
Müslümanlar, müşrikler ve yahudiler atışmaya başladılar. Neredeyse
birbirlerine hücûm edeceklerdi ki, Allah Resûlü (s.a.s.) onları sâkinleştirdi.
Gerginlik bitince, Resûlullah (s.a.s.) hayvanına binip yoluna devam etti ve Sa‘d
bin Ubâde’nin yanına geldi. Ona bu hâdiseden bahsetti. Sa‘d (r.a.):
“–Yâ Resûlallah! Onu affet, hoş gör! Sana kitâbı indiren Allah’a
yemin ederim ki, Allah seni peygamber olarak gönderdiğinde bu belde halkı onu başkan
yapmak ve başına krallık tâcını giydirmek üzere anlaşmışlardı. Allah seni hak
dîn ile gönderip onun krallığını suya düşürünce, buna çok üzüldü, âdeta yeryüzü
ona dar geldi ve nefes alamaz oldu. Herhâlde bu yaptıkları ondandır” dedi.
Allah Resûlü de Abdullah b. Übey’in davranışını affetti. Bu hâdise
üzerine 186. âyet-i kerîme nâzil oldu. Peygamber Efendimiz ve ashâbı, savaşa
izin veren âyetin inişinden önce, müşriklerden ve Ehl-i kitaptan gördükleri bu
nevî eziyetlere sabreder ve emrolundukları üzere onları affederlerdi. (Buhârî, Tefsir
3/15)
Kötülüğe, aynıyla karşılık vermek, kötülüklerin artmasına sebep
olur. Bundan dolayı Allah Teâlâ, dünya zararlarını azaltmak için sabrı, âhiret
zararlarını azaltmak için de takvâyı emretmiştir. Bu durumda âyet-i kerîme, dünya
ve âhiretin tüm âdâbını öz olarak ifade etmektedir. (Râzî, IX, 105)
Âyetin sonunda, hayattaki imtihanlar ve gayri müslimlerin
eziyetleri karşısında gösterilecek sabır ve takvânın, mutlaka yapılması
gereken, son derece ehemmiyetli, şerefli, azim ve sebat gerektiren işlerden
olduğu beyân edilmektedir.
Allah Teâlâ’nın tecrübe ve imtihan ile bir şeyi öğrenmekten
münezzeh ve beri olduğu herkesçe mâlumdur. Bu gibi âyetlerde imtihan etmek mânasına
kullanılan kelimeler, “imtihan muamelesi yapmak” anlamında bir istiâredir.
Bunun nüktesi de insanlara, ilmî tecrübenin ne kadar mühim olduğunu ve her harekette
tecrübenin esas alınması gerektiğini anlatmaktır. (Elmalılı, Hak Dini, II,
1251)
İster naklî ister naklî ister tecrübî olsun faydalı ilim sahibi
olmak çok önemli ve faziletli bir iştir. Bundan daha önemlisi, o ilmi amele
yansıtmak ve özellikle buna ihtiyacı olan başka insanlara da öğretmektir:
187. Hani Allah, Ehl-i kitaptan: “Bu kitabı insanlara mutlaka açıklayacak ve onu kesinlikle gizlemeyeceksiniz” diyerek söz almıştı. Onlar ise bu sözü önemsemeyip kulak ardı ettiler ve değersiz dünya menfaatine karşılık onu sattılar. Yaptıkları bu alışveriş gerçekten ne kötüdür!
Ehl-i kitap, müslümanlara zarar veriyor ve eziyet ediyordu. Halbuki
Cenâb-ı Hak, onlardan söz almış, İlâhî kitabı ve orada peygamberliği haber verilen
Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.s.)’i insanlara anlatıp, hiçbir şeyi gizlememelerini
emretmişti. Lâkin onlar ilâhî kitaplara sırt çevirdiler, iltifat etmediler ve
onları küçümsediler, verdikleri sözü terk ettiler, önemsemediler ve unuttular,
onun üzerinde düşünmediler, onunla amel etmediler ve saygı göstermediler. Hakkı
gözden çıkarıp gizlediler. Azıcık dünya menfaati karşılığında sükût ettiler,
kitaplarını değiştirdiler ve insanlara yanlış bilgiler verdiler. Bu yaptıkları
ihânetin karşılığında aldıkları dünyalık ne kadar çok da olsa âhiret ecri
yanında pek kıymetsiz kalır.
İşte yahudi ve hıristiyanlar böylesine zararlı ve kötü bir
alışveriş yapmışlardır. Neticede Peygamber Efendimiz’e
ve müslümanlara hem kendileri eziyet etmiş hem de müşrikleri buna
kışkırtmışlardır. Halbuki herkesten önce onların îman edip Allah’ın dînine
yardımcı olmaları gerekirdi.
Kendilerine Kur’ân-ı Kerîm gibi en yüce bir kitap lûtfedildiği
için, âyette bahsedilen sözleşmeye kıyamete kadar gelecek müslümanlar da dâhildir.
(Elmalılı, Hak Dini, II, 1252) Yâni, müslümanlar da Kur’ân’ı, Peygamber Efendimiz’i ve onun Sünnet-i
Seniyye’sini insanlara açıklayıp anlatmakla sorumludurlar. Allah onlardan da
söz almıştır. Bu hususta yavaş davranmamalı ve hiçbir şeyi gizlememelidirler.
Nitekim Ebû Hüreyre (r.a.):
“Şâyet Allah Teâlâ, kitap ehlinden söz almış olmasaydı, ben size
hiçbir hadis rivayet etmezdim” demiş ve bu âyet-i kerîmeyi okumuştur. (Hâkim, el-Müstedrek,
I, 190/366. bk. Buhârî, İlim 42)
Bu sorumluluk şuuru, Ebû Hüreyre Hazretleri’ni Kur’ân ve Sünnet’in
en başta gelen hâdimi eylemiş ve en çok hadis rivayet eden sahâbî mevkiine yükseltmiştir.
Sorumluluk mevkiinde olup da bunun hakkını vermeyenler şu ilâhî
tehdide muhataptırlar:
188. İşledikleri çirkin davranışlarla sevinen ve yapmadıkları güzel şeylerle övülmek isteyenlerin sakın azaptan kurtulacaklarını sanma! Onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Konunun akışı Ehl-i kitapla ilgili olmakla birlikte, gelen rivayetlerden
âyet-i kerîmenin, burada yerilen ahlâk ve karakterdeki bütün insanlara şâmil
olduğu anlaşılmaktadır. Ebû Saîd (r.a.) şöyle anlatır:
Resûlullah (s.a.s.) sefere çıktığında, bir takım münafıklar geride
kalır, savaşa iştirak etmezlerdi. Peygamber Efendimiz döndüğünde ise yeminler
ederek özür dilerlerdi. Üstelik yapmadıkları şeylerden dolayı da övünmek
isterlerdi. Bu sebeple Allah Teâlâ 188. âyeti inzâl buyurdu. (Buhârî, Tefsir
3/16; Müslim, Münâfikîn 7)
Bu münafıklar, seferde müslümanların başına hoşlanılmayacak bir
şey gelirse bu gazveden geri durduklarına sevinirlerdi. Eğer gazve hoşlarına
gidecek şekilde sonuçlanırsa, bu sefer de gelip Peygamberimiz’e yeminler ederek
mazeretler üretir ve yapmadıkları bu işle, yani katılmadıkları bu gazve ile
övülmelerini isterlerdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 141)
Yine yahudiler, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in Tevrat’ta
zikredilen isim ve sıfatlarını gizleyip bu yaptıklarına seviniyorlardı. Bir de
kendilerini tezkiye ediyor ve “Biz oruç, namaz ve zekât ehliyiz. Biz İbrâhim’in
dini üzereyiz” diyorlardı. Kendilerini bununla avutarak Muhammed (s.a.s.)’in
peygamberliğini inkârda ağız birliği ettiklerine seviniyor, bu vasıflarıyla
övülmek istiyorlardı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 273)
İbn Abbas (r.a.) şöyle der:
“Resûlullah (s.a.s.) Ehl-i kitâba bir şey sordu, ancak onlar bunu
gizleyip açıklamadılar. Ona başka şeyler söylediler. Bir de Efendimiz’e
verdikleri yalan haberden dolayı sanki doğru haber vermiş gibi övünmek
istediler. Bir yandan da hakikati gizlediklerinden dolayı «Muhammed’i inandırdık» diye sevindiler.” (Müslim,
Münâfikîn 8; Buhârî, Tefsir 3/16; Tirmizî, Tefsir 3/3014)
İnsanları aldatan ve üç kuruşluk menfaat peşinde koşanlar, içine
düştükleri rezâlete bakmadan bir de “âlim, mâhir, akıllı” diye medhedilmeyi
bekler ve kendi kendilerine gururlanıp dururlar. Hakikatleri tahrif etmekten
zevk alan bu mağrur kimselerin âkıbeti, elem verici bir azâba dûçâr olmaktır.
Gayr-i müslimlere, özellikle de yahudilerin “Allah fakirdir”
hezeyanlarına cevap olmak ve inkârcıların hakkı bulandırmalarında kurtulmanın
yolunu göstermek üzere, mü’minlere de istikâmet verilerek buyruluyor ki:
189. Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’a âittir. Allah her şeye kâdirdir.
Göklerdeki ve yerdeki bütün varlıkların sahibi ve idâre edeni Cenâb-ı
Hak’tır. O’nun her şeye gücü yeter. O dilediği her şeyi yapar. Bu sebeple,
îmansızlar, Yüce Allah’ın azâbından kurtulacaklarını sanmasınlar. Allah’ın
mülkünde yaşayanlar, O’nun emir ve yasakları istikâmetinde hareket etmeleri
gerektiğini bilmelidirler. Zira Allah’ın emirlerine karşı gelmek isteyenlerin cezaya
mâruz kalacakları bir hakikattir.
Aslında insan, kendindeki en büyük ilâhî mevhibe olan aklını
çalıştırıp ibret nazarıyla etrafına şöyle baktığında çözemeyeceği bir problem
kalmayacaktır. Çünkü:
190. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için pek çok delil ve ibretler vardır.
Yüce Allah’ın emsâlsiz saltanat ve kudretini idrak edebilmemiz
için, etrâfımızı kuşatan ilâhî kudret akışlarına bakıp ibret almamız yeterlidir.
Bunların en açık olanları, o muazzam göklerin ve yerin yaratılışıyla gece ve
gündüzün muhteşem bir nizam dahilinde birbirini tâkip etmesi, kısalıp
uzamasıdır. Allah’ın kâinata koyduğu âhenk ve dengenin kusursuz olduğunu,
asırlar geçmesine rağmen bir saniye bile şaşmadığını müşâhede etmekteyiz.
Âyet-i kerîmede, mekân ve zaman mefhumları içinde yer alan bütün varlığı inceden
inceye düşünmemiz istenmektedir. Cenâb-ı Hak, bu hususta gâfil davrananları
zemmederek şöyle buyurur:
“Göklerde ve yerde Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini
gösteren öyle deliller var ki! Onlar, bu delillerle sürekli iç içe, yan yana
bulunurlar, fakat üzerinde hiç düşünmeden tam bir aldırmazlık içinde onlardan
yüz çevirirler!” (Yûsuf 12/105)
Bu muazzam ve muhteşem ilâhî kudret akışlarını tefekkür bakımından
Fahr-i Kâinat Efendimiz’in halini Hz. Âişe şöyle anlatır:
“Bir gece Resûlullah (s.a.s.) bana:
«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim» dedi. Ben
de:
«–Vallahi seninle beraber olmayı çok severim, ancak seni
sevindiren şeyi daha çok severim» dedim.
Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O
kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer gözyaşlarıyla
sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Hz. Bilâl namaza çağırmaya geldi.
Ağladığını görünce:
«–Yâ Resûlallah! Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarınızı
affettiği hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):
«–Allah’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallahi bu gece bana
öyle âyetler indirildi ki, onları okuyup da üzerinde derin ve sistemli bir
şekilde düşünmeyenlere yazıklar olsun!» karşılığını verdi ve Âl-i İmrân
sûresi 190-191. âyetleri okudu. (İbn Hibbân, es-Sahîh, II, 386)
İbn Abbas (r.a.), 10 yaşlarında bir çocukken, Allah Resûlü (s.a.s.)’in
teheccüd namazını öğrenmek için teyzesi Meymûne vâlidemizin odasında kalmıştı.
Hâdisenin devamını kendisi şöyle anlatıyor:
“Gece teyzem Meymûne’nin odasında kaldım. Resûlullah (s.a.s.)
âilesiyle bir müddet sohbet ettikten sonra uyudu. Gecenin son üçte biri olunca
kalktı, göğe baktı ve 190. âyeti okudu…” (Buhârî, Tefsir 3/17, 18; Tevhîd 27)
Diğer bir rivayette de şu ifadeler yer alır:
“…Gecenin yarısı olunca veya ondan az önce ya da az sonra olunca Resûlullah
(s.a.s.) uyandı. Oturup elleriyle yüzünden uykuyu sildi. Âl-i İmran sûresinin
son 10 âyetini okudu. Daha sonra kalkıp su kırbasına yöneldi ve güzelce abdest
aldı…” (Buhârî, Tefsir 3/19; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 242)
Peygamber Efendimiz’in bu âyetleri teheccüdlerde okumayı âdet edinmesi, dinî
gerçekleri tefekkürün, en güzel seher vakitlerinde yapılabileceğini
göstermektedir.
Kur’ân’ın maksadı, kalpleri mâsivâdan kurtarıp mârifetullaha ulaştırmaktır.
Önceki âyetlerde bazı hükümler açıklanmış ve bâtıl ehline cevaplar verilmişti.
Bundan sonra ise kalpler Cenâb-ı Hakk’ın ulvî sıfatlarıyla nûrlandırılacaktır.
Diğer taraftan, Kur’ân-ı Kerîm’in sûreleri ve konuları, umûmiyetle öğüt ve
ibret veren âyetlerle sona erer. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, IV,
196) İşte bundan sonraki âyetler de, dikkatleri ibret alınması gereken
hususlara çekerek âdetâ sûreyi hulâsa edivermiştir. Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyet,
kudret ve hikmetinin delilleri zikredildikten sonra şimdi de kulluk ile alâkalı
hususlara geçilmektedir:
191. O akıl sahipleri, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine yatarken dâimâ Allah’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler ve: “Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen bütün eksik sıfatlardan uzaksın. Bizi cehennem azabından koru!” derler.
Önceki âyet ulûhiyetin, bu âyet de kulluğun kemâline delâlet
etmektedir. Zira insan; ayaktayken, otururken, yatarken, çalışırken, istirahat
ederken, yâni her hâlinde kalbiyle, zihniyle, diliyle ve âzâlarıyla zikir,
tefekkür ve ibâdet hâlinde olabilirse, akl-ı selîm sahibi bir mü’min kıvâmına
erme yolunda mesafe almış sayılır.
Buradaki “zikir”den maksadın “namaz” olduğunu söyleyen âlimler vardır.
Yani mü’min, gücü yettiği sürece ayakta, yorulunca oturarak, hasta ise yattığı
yerden, yâni her hâlükârda çokça namaz kılmaya teşvik edilmiştir.
Göklerin ve yerin büyük bir âhenk içinde ve sağlam bir şekilde
yaratılışını derin derin tefekkür edip, onlardaki hikmet ve sırlara âşinâ
olmaya çalışmak, kulluk şuuruna erme bakımından büyük bir ehemmiyete sahiptir.
Böyle bir tefekküre dalan insan, Allah’ın azamet ve kudretini idrak ederek
hikmeti anlamaya başlar. Allah’ın gökleri, yeri ve ikisi arasındaki varlıkları
oyun eğlence olarak, gâyesiz, nizamsız, dayanıksız ve boş yere değil (bk. Enbiyâ’
21/16; Sād 38/27; Duhân 44/38) gerçek bir gaye ve hikmetle yarattığını (bk.
Hicr 15/85; Ahkāf 46/3) kavrar. Bu şekilde Allah’ın yaratıkları üzerinde
tefekkür ederek azamet-i ilâhîyeye yaklaşan insan, hemen Allah’a ilticâ eder ve
hayatını, âhirete göre tanzim edip büyük hesap gününe hazırlık yapmaya başlar.
Ziyâ Paşa ne güzel söyler:
“Bin ders-i maârif okunur her varakında
Yâ Rab ne güzel mekteb olur mekteb-i âlem.”
“Kâinat kitabının her sayfasında ve milyarlarca ağacın her
yaprağında binlerce ilâhî mârifet dersi okunur. Yâ Rabbi! Kâinat mektebi
gerçekten ne güzel mektep olur, o mektepteki dersleri anlayabilecek akıl, idrak
ve irfanı olanlar için.”
Ebû Süleyman Dârânî şöyle der:
“Evimden çıkıyorum, gözümün iliştiği her şeyde Allah’ın bana olan
bir nimetini görüyorum. Hiç değilse ondan bir ibret alıyor, ders çıkarıyorum.”
Hasan Basrî Hazretleri şöyle buyurur:
“Bir müddet tefekkürde bulunmak, bütün bir geceyi şuursuzca ibâdet
ederek geçirmekten daha hayırlıdır.”
“Tefekkür bir aynadır. Sana iyiliklerini ve kötülüklerini
gösterir”.
Îsâ (a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Sözü nasihat, sükûtu tefekkür ve bakışı ibret olan kimselere
müjdeler olsun!”
Ömer b. Abdülaziz şöyle demiştir:
“Allah -azze ve celle- Hazretleri’ni zikrederek konuşmak çok güzel
bir davranıştır. Allah’ın nimetleri üzerinde tefekkür etmek ise ibâdetlerin en
faziletlisidir.”
Hikmet ehli şöyle demişlerdir:
“Kim dünyaya ibret almadan bakarsa, kalb gözünde bu gafleti
nisbetinde bir körelme hâsıl olur.”
Bişr b. Hâris el-Hâfî Hazretleri şöyle buyurur:
“İnsanlar Allah Teâlâ’nın azameti hakkında tefekkür etseler, O’na
isyân edemez, günah işlemezler.”
Âmir b. Abdi Kays da der ki:
“Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’in ashâbından bir değil, iki değil, üç
değil, pek çok kişiden işittim, şöyle buyuruyorlardı: «İmanın ışığı veya imanın
nûru tefekkürdür.»” (Bu sözler için bk. İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 438)
Gökler ve yer hakkında düşünerek azamet-i ilâhîye karşısında
hayran kalan mü’minler, tefekkürlerine dua ve ilticâyı da katarak ibâdetlerine
büyük bir huşûyla devam ederler.
سُبْحَانَكَ (sübhâneke) ifadesi,
insan aklının, göklerin ve yerin yaratılışındaki Allah’ın hikmetlerini idrakten
âciz kaldığını ikrar ve tasdik etmektir. Allah Teâlâ bunları boş yere
yaratmamış, her ne kadar aklımızla idrak edemesek de bunları yüce hikmetler ve
engin sırlarla vücûda getirmiştir. Ayrıca “sübhân” kelimesinde “bütün mahlukatı
tarafından hiç aralıksız tesbih edilen zat” anlamı da vardır. Zira pek çok
âyet, yerde ve gökte bulunan her şeyin aralıksız ve kesintisiz olarak Allah’ı
tesbih ettiğini haber vermektedir. (bk. İsrâ 17/44; Hadid 57/1; Saff 61/1; Cuma
62/1; Teğabün 64/1)
Dua etmek isteyen kişi, âyette olduğu gibi önce zikir ve tefekkürle
huşûya ermeli, ardından Allah Teâlâ’yı senâ etmeli, daha sonra da talebini
zikretmelidir.
Bu âyette, temiz ve tam akıl sahibi kimselerin vasıfları
zikredilmiştir. Kişi ne kadar zikir, tefekkür ve Allah’a ilticâ hâlinde
bulunabilir, etrâfındaki ilâhî sanat hârikalarından ibret alabilirse, o kadar
akl-ı selîm sahibi sayılır.
Aynı zamanda bu âyet, müslümanları mahlûkât üzerinde tefekküre
sevk ederken; hem Fizik, Kimyâ, Astronomi gibi tabiat ilimlerinin incelenmesini
teşvik etmekte, hem de bu araştırmada bulunanlara büyük bir ders vermektedir.
Cehennemden korunmak için Allah’a yalvaran akıllı mü’minler dua ve
ilticâlarına şöyle devam ederler:
192. “Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyarsan, onu gerçekten rezil rüsvâ edersin. Zâlimlerin hiçbir yardımcısı olmayacaktır.”
Mü’minlere lûtfedilen nimetlerin en büyüklerinden biri,
cehennemden kurtulup cennete girebilmektir. Cenâb-ı Hakk’ın gazap ve kahır
tecellîsinin mazharı olan cehennem, maddî ve mânevî azapların mekânıdır. Orada
bedenler ızdırap görecektir. Lâkin rûhların mânevî azap ve ızdırabı daha büyük
ve daha şiddetli olacaktır. Nitekim âyet-i kerîmede cehenneme giren insanların
son derece rezil rüsvâ olacağı beyân edilerek, kıyâmet günü hor ve hakîr
düşmenin, başa gelebilecek en büyük belâlardan biri olduğu hissettirilmektedir.
Akl-ı selim sahibi mü’minler burada cehennem azâbından Allah’a
sığınmaktadırlar. Ancak dualarından anlaşıldığına göre onların asıl maksadı
huzûr-i ilâhîde rezil olmaktan kurtulmaktır. Zira bütün kemâl sıfatlarla
muttasıf olan Allah Teâlâ’nın karşısına suçlu olarak çıkmak ve O’nun tarafından
cehennemde cezalandırılmak kul için ne büyük bir utanç vesilesidir. Duralı ve
içli gönüller için bundan büyük bir azap olabilir mi! Asıl helâk da budur
zaten. Bu sebeple hemen 194. âyette, kıyâmet günü rezil rüsvâ etmemesi için
Yüce Rabbimize nasıl dua edeceğimiz öğretilmektedir. Nitekim İbrâhim (a.s.) da,
tekrar diriltildiğimiz gün rezil olmamak için Allah’a yalvarmıştı. (bk. Şuarâ
26/87)
Kıyamet günü hüküm verme
yetkisi yalnız Allah’a ait olacaktır. Bu ilâhî hükme göre küfür üzere devam
ederek kendilerine zulmedenlere orada yardım edebilecek kimse bulunmayacaktır.
Bu bakımdan mü’minler niyazlarına şöyle devam ederler:
193. “Rabbimiz! Gerçekten biz, «Rabbinize iman edin!» diye imana çağıran Peygamber’i işittik ve hemen iman ettik. Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört. Vefatımızla bizi hayırlı, fazilet sahibi ve itaatkâr kullarının arasına kat!”
Huzûr-i ilâhîde rezil olmak gibi büyük bir mânevî azaptan
kurtulmak ve kıyâmette yardımcısız kalmamak isteyen akıllı insanların yapması
gereken şey, “Rabbinize iman edin!” diye imana davet eden ve bunun için pek çok
iknâ edici deliller sunan Peygamber Efendimiz’e
itaat etmek ve Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmına uymaktır. Îmandan sonra yapılması
gereken ilk iş de, günah ve kusurlardan uzak durup onlardan temizlenmeye
çalışmaktır.
Âyetten anlaşıldığına göre bir müslüman, imanını ve Peygamber Efendimiz’e itaatini vesîle
edinerek Allah’tan af dileyebilir. Bundan sonra da, itaatkâr ve sâlih kullardan
olup, son nefesini bu hâl üzere verme gayreti içinde olmalıdır. Yani bir
mü’min, Allah’ın râzı olduğu bir kul olarak yaşamalı, böyle insanlarla birlikte
bulunmalı ve âhirette de onlarla birlikte haşrolunmak için dua etmelidir. Şunu
da unutmamalıdır ki; kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere
haşrolunur. (Münâvî, Feyzu’l-kadîr, V, 663; Zemahşerî, el-Keşşâf,
V, 247)
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Yoksa kötülükleri işleyip duranlar, kendilerini iman edip sâlih
ameller yapanlarla bir tutacağımızı mı sanıyorlar? Hayatları, ölümleri ve
ölümden sonraki durumları aynı olacak, öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Câsiye
45/21)
Resûlullah (s.a.s.) de şöyle buyurmuştur:
“Her kul öldüğü hâl üzere diriltilir.” (Müslim,
Cennet 83)
Âyetin son kısmından anlaşıldığına göre tefekkür ehli mü’minler,
sonunda Allah’a kavuşmayı arzu ediyorlar. Efendimiz’in beyânına göre:
“Kim Allah’a kavuşmayı severse Allah da ona kavuşmayı sever.” (Buhârî,
Rikâk 41; Müslim, Zikir 14-17)
Bütün korkuları Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda utanç verici bir
vaziyete düşmek olan mü’minler, dualarında Allah’a; “Bizi âhirette rezil ü
rüsvâ etme!” diye yalvarıyorlar:
194. “Rabbimiz! Peygamberlerin vasıtasıyla va‘dettiğin mükâfatları bize ver; kıyâmet gününde bizi rezil-rüsvâ etme! Şüphesiz sen asla sözünden dönmezsin!”
Mü’minler bunu taleb ederken Cenâb-ı Hakk’ın şu va‘dine
dayanıyorlar:
“…O gün Allah Peygamber’i ve onunla beraberindeki mü’minleri
utandırmayacak, hayal kırıklığına uğratmayacaktır. …” (Tahrim
66/8)
Onlar Allah’a; “Madem ki sen Habib-i Ekrem’inle birlikte iman
edenleri de utandırmayacağını müjdeliyorsun, işte biz de îman ediyoruz, ey Rabbimiz
bizleri de o gün rezil rüsvâ eyleme!” diyorlar. Bu hâlleriyle de Allah’a
güvendiklerini ve O’na karşı hüsn-i zan beslediklerini ortaya koyuyorlar. Şu
fırıncının yaptığı gibi:
Garip bir fırıncı vardı. Kendisine sahte para verseler de onu
alır, paranın sahteliğini bildiği hâlde bunu muhâtabına söylemez ve istenen
ekmeği verirdi. Herkes onun bu hâline şaşar ve kimse bunu neden yaptığını
anlayamazdı. Nihayet ölüm vakti geldiğinde fırıncı ellerini yüce dergâha açtı
ve şöyle yalvardı:
“Allahım! Biliyorsun ki, yıllarca insanlar bana sahte dirhem
getirdi ve ben bunu onların yüzüne vurmayıp istediklerini verdim. Allahım!
Şimdi ben senin huzûruna sahte tâatlerle geliyorum; ne olur onları yüzüme
vurma!..”
Pek çok âyet-i kerîme haber verdiği üzere Allah Teâlâ, müttakîlere
mükâfât, yardım ve saadet, fâsıklara da azap va‘detmiştir. Bu durumda âyet-i kerîmeden
anlaşılacak bir mâna da şudur:
“Allahım! Va‘dettiğin şeyleri kazandıracak amelleri işlemeye bizi
muvaffak kıl, azâbına müstahak olacağımız amellerden de bizi muhâfaza buyur!”
Âmîn!.
Mü’minlerin bu niyâz ve yalvarışına Cenâb-ı Hak’tan şöyle cevap
geliyor:
195. Bunun üzerine Rableri, onların dualarına şöyle icâbet buyurdu: “Ben, erkek olsun kadın olsun içinizden çalışan hiç kimsenin amelini boşa çıkarmayacağım. Zira siz birbirinizi tamamlayan parçalarsınız. Hicret eden, yurtlarından çıkarılan, benim yolumda ezâ-cefâ gören, hakarete uğrayan, savaşıp şehit olanların da günahlarını mutlaka affedeceğim ve onları Allah tarafından bir mükâfat olmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Zâten, en güzel mükâfat ancak Allah katındadır.
Allah’ı zikir, Cenab-ı Hakk’ın kudret ve azametini tefekkür, varlıkların
mûcizevî yaratılışlarından ibret alma ve Yüce Allah’ı şanına layık olarak tesbihle
kalp seviyeli bir incelik kazanıp büyük bir huşû, haşyet ve samimiyetle niyâz
ve ilticâda bulununca, Cenâb-ı Hakk’ın derhal icâbet ettiği görülmektedir.
Hasan-ı Basrî Hazretleri:
“Onlar, Rableri dualarına karşılık verinceye kadar «Rabbenâ!
Rabbenâ! Rabbimiz! Rabbimiz!» diye yalvarıp durdular” buyurmuştur. (Kurtubî, el-Câmi‘,
IV, 318)
Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“–Üzücü ve tehlikeli bir işle karşılaşan kişi, beş defa «Rabbenâ!»
derse, Allah onu korktuğundan emin kılar ve arzusuna nâil eyler” buyurmuştu.
Kendisine:
“–Bu nasıl olur?” diye sorulunca:
“–İsterseniz Âl-i İmrân sûresinin 191-194. âyetlerini okuyunuz!” cevabını
verdi. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 318)
Rivayete göre âyet-i kerîme, Ümmü Seleme vâlidemizin:
“–Yâ Rasûlallah! Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de kadınların
hicretiyle ilgili bir şey zikretmiyor?!” sözü üzerine nâzil olmuştur. (Tirmizî,
Tefsir 4/3023)
Kur’ân-ı
Kerîm’deki ifadeler, dil kâideleri îtibariyle daha çok erkeklere yönelik ise de
mâna olarak bütün insanlara hitap etmektedir. Arapça’daki
“Tağlîb kâidesi”[1] îcâbı,
ilâhî hitaplar erkek, kadın bütün insanlara yöneliktir. Zira Allah
katında erkekle kadının farkı yoktur. Kim daha güzel amel işler ve daha çok
takvâ sahibi olabilirse o üstündür. İki cinsten her birinin diğerinde olmayan
bazı husûsiyetler taşıması tabiîdir. Ancak bunlar üstünlük sebebi değil
birbirini tamamlayıcı özelliklerdir. Kadınla erkek birbirinin tamamlayıcısı ve
bir bütünün parçaları mesâbesindedir. Biri olmayınca diğeri de olamaz.
Artık kadın olsun erkek olsun kim Allah yolunda fedâkârlıkta
bulunur, hicret eder, dinini yaşadığı için memleketinden çıkarılır, bu uğurda
kavlî ve fiilî meşakkatlere katlanır, İslâm’ın yücelmesi için malıyla, canıyla,
ilmiyle… cihâd eder, savaşır ve bu yolda şehîd edilirse, Allah onun günahlarını
affeder ve cennetine koyar. Orada kendisine, akla hayale gelmez nimetler
lûtfeder. Onun dünyada yaptığı amellere ve katlandığı sıkıntılara kendi
katından karşılık ve mükâfâtlar ihsân eder. Allah’ın verdiği mükâfât ise her
şeyin üstünde ve her şeyden daha hayırlıdır. Bundan daha iyi ve güzelini
düşünmek mümkün değildir. Dolayısıyla, bu ebedî nimetlerden mahrum kalacak kâfirlerin
dünyadaki geçici zevk u safalarına aldanmamak gerekir:
[1] Tağlip kaidesi:
İfadeyi, çoğunluğu dikkate alarak kullanmak.
196. Rasûlüm! Kâfirlerin refah içinde diyar diyar dolaşmaları, ticâret yaparak kazanç sağlamaları sakın seni aldatmasın!
197. Bu, çok kısa süreli bir faydalanmadan ibârettir. Sonunda o kâfirlerin varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir yataktır!
Mü’minler dünyada meşakkat çekiyor ve fakirliğe mâruz kalıyor,
kâfirler ise nimetler içinde yüzüyor diye üzülmemek gerekir. Bu dünya bir imtihan
âlemidir ve hayat sadece bu dünyadan ibaret değildir. Bunun bir de âhiret
tarafı vardır ki ebediyen devam edecektir. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Âhirete göre dünya, sizden birinizin parmağını denize
daldırmasına benzer. O kişi parmağında ne kadarcık bir su kaldığına baksın!” (Müslim,
Cennet 55)
Bu âyet-i kerîmelerin çeşitli ülkelerde ticaret yapıp bol kazanç
elde eden müşrikler ve yahudiler hakkında nâzil olduğu rivayet edilir. Bazı
mü’minler:
“–Allah’ın düşmanları şu gördüğümüz bolluk ve refah içinde yüzerken
biz açlık ve sıkıntıdan neredeyse öleceğiz” demişlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı
Hak bu gerçekleri bildirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 143;Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IX, 124)
Cenâb-ı Hak, dünyada imtihan maksadıyla kâfirlere daha çok verip
mü’minleri mahrum bırakabilir. Yine mü’minler imkânlarını Allah yolunda kullanarak
kendi istedikleri gibi gezip dolaşamayabilirler. Bunlara aldanmamalıdır. Dünya
malını, insanın Allah katındaki değerinin bir ölçüsü zannetmemelidir. Allah
kâfirlere mühlet verir, imkân açar, onlar da nasiplerini bu dünyada yer bitirirler.
Ancak bu dünya çok kısadır. Hemen bitiverir. Onun ardından inkârcılar için kötü
bir azap, Allah yolunda meşakkatlere katlanan mü’minler için de ebedî bir saadet
başlar:
198. Fakat Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için, Allah tarafından bir ikram olmak üzere, altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler vardır. İtaat ehli sâlih kullar için Allah katındaki nimetler daha hayırlıdır.
Cenâb-ı Hak, Rab’lerinin emrine aykırı davranmaktan sakınan ve
O’nun rızâsını kazanmak için gayret sarfeden müttakî kullarını ebedî olarak kalacakları
ve istedikleri her şeyi bulacakları cennetlere koyar. Bu, onlara Allah katından
lûtfedilen bir ikrâm-ı ilâhîdir.
نُزُلٌ (nüzül) kelimesi,
misafiri ağırlamak için ona ikram edilen yiyecek, içecek vb. ikramlara verilen
bir isimdir. Yüce Allah mü’minlere değer verdiği için onlara ihsân edeceği
nimetlere bu ismi vermiştir.
Cenâb-ı Hakk’ın اَلْاَبْرَارُ
(ebrâr), yâni itaatkâr, hayır ve fazilet ehli, iyi ve sâlih kullarına vereceği
mükâfâtın, kâfirlerin dünyada istifade ettiği nimetlerden daha güzel olduğu
muhakkaktır. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Cennette yay kadar bir yer, üzerine güneşin doğup battığı her
şeyden daha hayırlıdır.” (Buhârî, Cihâd 5, 6; Rikâk, 51; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd 17)
Diğer taraftan Resûlullah (s.a.s.) “ebrâr” kelimesini açıklayarak
şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ bazı kullarını «Ebrâr» diye isimlendirmiştir. Çünkü
onlar hem baba ve annelerine hem de çocuklarına iyilik ve ihsanda
bulunmuşlardır. Anne-babanın senin üzerinde hakları olduğu gibi aynı şekilde
çocuklarının da senin üzerinde hakları vardır.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VIII, 268)
Buraya kadar kitap ehlinden olan yahudi ve hıristiyanların kötülüklerinden
bahsedilmiştir. Buna bakarak onların hepsinin de kötü olduğu, bir müddet geçici
dünya menfaatinden istifade ettikten sonra ebedî azâba dûçâr olacağı düşünülmemelidir.
O kâfirler içinden de samimî bir şekilde mü’minler topluluğuna katılarak hüsn-i
hatimeye nâil olanların bulunduğu unutulmamalıdır. Onların içinden de îman eden
akıllı kişiler çıkmış ve bundan sonra da çıkmaya devam edecektir. Dolayısıyla
mü’minler, ümitsizliğe düşmeden bütün insanları İslâm’a davete devam
etmelidirler. Bu hakikati beyân etmek için şöyle buyrulmuştur:
199. Ehl-i kitap içinde öyleleri vardır ki, onlar Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene iman ederler. Tam bir teslimiyet, büyük bir saygı ve gönül ürpertisi içinde Allah’a teslim olmuşlardır. Allah’ın âyetlerini değersiz dünya menfaati karşılığında satmazlar. İşte onların Rableri yanında mükâfatları vardır. Şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir.
Müslüman olan Habeş Necâşîsi Ashama vefat ettiğinde, Resûlullah (s.a.s.):
“–Bugün Allah’ın sâlih kulu Ashama vefât etti!” buyurup namazgaha
çıkmış ve ashâbını saf hâline getirip Necâşî için gıyabî cenaze namazı
kıldırmıştı. (Müslim, Cenâiz 65, 62-67)
Bu
hâdiseyi istismar etmek isteyen münafıklar:
“–Habeşistan’da
ölen ve hiç görmediği bir hıristiyanın namazını kılıyor!” demişlerdi. Bunun
üzerine bu âyet inmiştir. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 144)
Mücâhid,
bu âyet-i kerîmenin Ehl-i kitaptan müslüman olanların tamamı hakkında nâzil
olduğunu söyler. Bilhassa, Ehl-i kitaptan müslüman olup da bazı zarûretler sebebiyle
îmanını açıklayamayan ve onlar arasında yaşayan mü’minler kastedilmektedir.
Bunlar, münafıkların zıddıdır. Âyet de zâten münafıklara cevap mâhiyetindedir.
(İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, IV, 207)
Allah’a
îmanlarının yanında hem Kur’ân’a hem de kendi kitaplarına inanan, Allah’a itaat
edip boyun eğen ve acziyetlerinin farkına varan Ehl-i kitap, diğerleri gibi
kendi kitaplarını tahrif edip değiştirmez ve kimseden gizlemezler. Kitaplarında
ne buyrulmuşsa, onu doğru bir şekilde insanlara anlatırlar. İşte böyle olan Ehl-i
kitaba Cenâb-ı Hak husûsî bir ecir verir. Çünkü zor bir işi başarmışlardır.
Diğerlerinin kapıldığı gurur, kibir ve haset illetlerine mağlup olmamışlardır.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“İşte onlara sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki kat
verilecektir....” (Kasas 28/54. Bk. Hadîd 57/28)
Cenâb-ı
Hak herkesin hesâbını çok çabuk görür ve mükâfâtlarını da hemen verir. O her
şeyi bilir, düşünmeye ve araştırmaya ihtiyacı yoktur. Yüce bir kudrete sahip
olduğu için, ne kadar çok olurlarsa olsunlar, insanların hesabını çok çabuk
görür. O halde:
200. Ey iman edenler! Sabredin, sebât gösterin, sabır yarışında düşmanlarınızı geçin, dâimâ savaşa hazırlıklı olun, uyanık bulunun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa erebilesiniz.
Sûrenin
son ayetinde, dünya hayatında düşmanlara karşı muzaffer olmanın ve âhiret
nimetlerini elde ederek kurtuluşa ermenin yolunu gösteren, mânası geniş lafzı
çok özlü tavsiyeler yer almıştır. Burada aynı zamanda Bakara sûresinin
nihâyetindeki “Kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle!” (Bakara 2/286)
duasına da cevap verilmiştir.
İnsan
için en büyük fazilet sabırdır. Ahlâkî melekelerin hiçbiri sabırla boy
ölçüşemez. Onun için Allah’ın kitabında sabır kadar çok zikredilen, sabır kadar
çok emredilen başka bir seciye yoktur. Ancak sabır, zillete katlanmak değil,
meşakkatlere tahammül etmektir. Sonunda katlanılmayacak acılarla yüz yüze
gelmemek için önceden her türlü zorluklara ve sıkıntılara mertçe ve insanca
tahammül göstermektir. Allah yolunda, din uğruna, millet için rahatını,
uykusunu, malını, canını fedâ edivermektir. Yoksa bu fedâkârlıkların semtine
uğramadan miskin miskin oturup, sonra da hissesine düşen rüsvâlığı “Ne yapalım,
kader böyleymiş, tahammül etmeli…” diye hazmetmeye çalışmak hiçbir zaman sabırla
telif edilemez.
Resûlullah
(s.a.s.), sabrın çeşitlerini ve faziletini beyân ederek şöyle buyurmuştur:
“Sabır üçtür: Musîbetlere karşı sabır, kullukta sabır ve günah
işlememekte sabır. Kim, kaldırılıncaya kadar musîbete güzelce sabrederse Allah
ona üç yüz derece yazar. Her iki derece arasında gökle yer arası kadar mesâfe
vardır. Kim de tâatte sabrederse Allah ona altı yüz derece yazar. Her iki derece
arasında yeryüzü ile yerin yedi kat altı arası kadar mesâfe vardır. Kim de günaha
karşı sabrederse Allah ona dokuz yüz derece yazar. İki derece arasında yerle arş
arası kadar mesâfe vardır.” (Suyûtî, II, 42; Deylemî, II, 416)
Âyetteki
وَصَابِرُوا (ve sâbirû) kelimesinin
iki mânası vardır:
Birincisi;
hakkı müdâfaa ederken, kâfirlerin bâtıl dâvâları uğruna sarfettiği gayretten
daha fazla gayret gösterin ve sebât edin! Sabır yarışında düşmanlarınızı geçin!
İkincisi;
kâfirlerle savaşırken şecaat, yiğitlik ve kahramanlık gösterme husûsunda
birbirinizle yarışın!
Hasan
Basrî Hazretleri, “Sabır ve sebât gösterin” emrinden kastın, beş vakit namaza
sebat ile devam etmek olduğunu ifade etmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV,
323)
Şöyle
de açıklanmıştır: “Musâbere; nefsin arzularına devamlı muhalefet etmektir.
Nefis, bir şeye davet ederken, kişinin ona gitmeyip vazgeçmesidir. (Kurtubî, el-Câmi‘,
IV, 323)
Sözlükte
“düşmanın geleceği yeri bekleyip korumak” mânasına gelen اَلرِّبَاطُ (ribât), terim olarak “Allah yolundan ayrılmamak,
düşmana karşı uyanık ve hazırlıklı bulunmak” anlamlarına gelir. İster süvari
ister piyade olsun, sınır boylarında bekleyen kimseye “nöbetçi, nöbet bekleyen”
anlamında “murâbıt” denilmiştir. Murâbıt, “bir müddet beklemek için sınıra
giden kimse” demek olup, silah altında bulunan, kışla ve karakollarda duran ve
nöbet bekleyen asker için kullanılır.
Bir
namazdan sonra diğerini beklemeye de ribât denilmiştir. Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet
edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) bir gün:
“–Size, Allah’ın kendisiyle günahları
yok edip, dereceleri yükselttiği amelleri haber vereyim mi?” buyurmuştu.
Ashâb-ı
kirâm:
“–Evet, haber verin ey Allah’ın Rasûlü!” karşılığını verdiler.
Resûlullah
(s.a.s.) Efendimiz:
“–Güçlüklere rağmen abdesti güzelce
almak, mescitlere doğru çokça adım atmak ve bir namazdan sonra diğerini
gözlemektir. İşte, bekleyeceğiniz en faziletli nöbet budur” buyurdu.
(Müslim, Tahâret 41)
Takvâ, kişinin Allah’ın gazabından ve azabından kendini
korumasıdır. Bu da ancak Allah’ı tanımak, O’nu razı edecek ve gadaplandıracak
şeyleri bilmekle mümkündür. Bunları bilmek ise Allah’ın kitabını anlamaya,
Peygamberi’nin sünnetini ve bu ümmetin “selef-i sâlihîn” denilen büyüklerinin
hayatını bilmeye ve onları örnek almaya bağlıdır. Kim hakkı ve ehlini korumak,
davetini yaymak uğrunda sabreder, engellere direnir, tehlikelere karşı uyanık
olup gerekeni yapar ve Allah’ın emrine saygısızlıktan sakınır, diğer işlerinde
de bu kâideleri göz önünde bulundurursa kurtuluşa erer ve Allah katındaki saadete
nâil olur.
Geçen iki sûre olan Bakara ve Âl-i İmrân’ı hulâsa etmek gerekirse:
Bakara sûresinde umûmiyetle ulûhiyet konusu işlenmiş, Âl-i
İmrân’da ise peygamberlik konusu ele alınarak bütün yönleriyle ortaya konmuştur.
Bakara sûresinde yahudilikle, bu sûrede ise hıristiyanlıkla ilgili
hususlara ağırlık verilmiştir.
Bakara sûresinde Hz. Âdem’in, bu sûrede ise Hz. İsa’nın yaratılışı
konu edilmiş ve iki yaratılış arasındaki benzerliğe dikkat çekilmiştir.
Şimdi ise Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerinde yeri geldikçe kısa kısa
temas edilen rabbânî terbiye gereği insanın yaratılışı ve kardeşliğinden başlayarak
toplumun oluşumu ve sağlam ağlarla birbirine bağlanmasının bir rüknü olan aile
hayatıyla ilgili hukuk ve vazifelerin açıklanması ve dinî terbiyenin
tamamlanması bağlamında Nisâ sûresi başlayacaktır:
Peygamberimizin (s.a.v.) ismi Kur’an-ı Kerim’de beş defa geçmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.) Kur’an’da dört defa “Muhammed”, bir defa da “Ahmed” olara ...
Ayet-i kerimede buyrulur: لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَز۪يزٌۘ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَر۪يصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِن۪ينَ رَؤُ۫فٌ رَ ...
"O, suyu acı ve tatlı iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir." (Rahmân Sûresi 19) "Fakat aralarında bir engel vardır; onu aşıp da birbi ...
Ayet-i kerimede buyrulur: يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten ...
Ahkâf sûresinin 15. ayetinde şöyle buyrulur: Ahkâf Suresi 15. Ayet Arapça وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ اِحْسَانًاۜ حَمَلَتْهُ اُمُّهُ كُ ...
Ayet-i kerimede buyrulur: اَلتَّٓائِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّٓائِحُونَ الرَّاكِعُونَ السَّاجِدُونَ الْاٰمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّ ...