Bakara sûresi 286 ayettir. Medine’de on senelik bir müddet içinde peyderpey nâzil olmuştur. Mushaf tertîbine göre 2, nüzûl sırasına göre 87. sûredir. İsmini, 67 ile 71. âyetler arasında bahsedilen, İsrâiloğulları’nın sığır kurban etmeleri kıssasından almıştır. Sûreye, içinde Âyetü’l-Kürsî bulunduğundan اَلْكُرْسِيُّ (Kürsî), Kur’ân’ın zirvesi olduğu için سَنَامُ الْقُرْاٰنِ (Senâmu’l-Kur’ân), hidâyet nûrunun parlaklığı sebebiyle de اَلزَّهْرٰي (Zehrâ) ismi verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in en uzun sûresidir. Bu hâliyle sûre, Kur’ân’ın geniş bir özeti mâhiyetindedir.
Resûlullah (s.a.s.):
“Bu sûre, neredeyse dînin tamamını ihtivâ eder” buyurmuştur. (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân 2/2876
Sûrede bahsedilen temel konulardan bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
Kur’an’ın Allah tarafından gönderilen hak bir kitap olduğu,
Tevhîd, nübüvvet ve âhiret gibi îman esaslarının delillerle beyân edilmesi,
Mü’min, kâfir ve münafıkların vasıfları,
Hz. Âdem’in diğer yaratıklar arasındaki konumunun belirlenmesi, şeytanla imtihanı ve cennetten indirilmesi,
İsrâiloğulları’nın tarih içindeki durumları, Kur’an’a ve Peygamberimize karşı tavırları, hidâyete davet edilmeleri, yanlış itikad ve davranışlarının tashihi,
Ka’be’nin inşâsı ve kıblenin Mescid-i Aksâ’dan Mescid-i Harâm’a çevrilmesi,
Müslüman şahsiyetin inşası ve İslâm toplumunun teşekkülü için: Namaz, oruç, zekât, hac ve cihad gibi ibâdetlerle ilgili hükümlerin; adâlet, ahde vefâ ve infak gibi ictimâî hayata dair esaslar ile âile hukûku, devletler arası ilişkiler, iktisadî ve siyâsî düzenlemelerin getirilmesi,
Ferd ve cemiyeti bozulup dağılmaktan korumak için sihir, içki, kumar ve faiz gibi yasaklara dikkat çekilmesi,
Allah’ın birliğini, her şeye kâdir olduğunu ve ölüleri diriltip hesap soracağını çeşitli misallerle ortaya koyarak insanları îman ve itaate çağırması,
Kulluğun özü olan ve mü’mini Rabbine bağlayan bazı duaların öğretilmesi.
Hâsılı dikkatle incelendiğinde Bakara sûresinin, ihtiva ettiği hükümler, konular ve maksatlar itibariyle muazzam bir insicama, belirli ve düzenli bir plana sahip olduğu görülür. İlk âyetlerde sûrede incelenecek olan konuların ana hatları verilmekte, daha sonraki bölümlerde ise her konu sûre bütünlüğü içinde en uygun yerini almaktadır. Sûre, hidâyeti kabul eden kulun, emredilen hükümleri yerine getirme hususunda Rabbinden kolaylık talebiyle sona ermektedir. Muhtelif konular ele alınmakla birlikte sûrenin esas hedefi, Kur’an’ın hidâyetini gerçekleştirmek ve bundan âzamî istifadeyi sağlamaktır. Sûre boyunca devamlı bu hedef gözetilmiş ve sûrenin başı ile sonu o hedefte birleşmiştir.[1]
[1] Sûrenin bu açıdan büyük bir vukûfiyetle ele alınmasına örnek olarak bk. Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 163-211; En Mühim Mesaj: Kur’ân, s. 195-299.
Mushafta ikinci, nüzûl sıralamasında 87. sûredir, Medine’de nâzil olmuştur. Kur’an’ın en uzun sûresidir. Tamamının bir nüzûl sebebi olmamakla birlikte birçok âyeti için özel iniş sebepleri vardır. O âyetler açıklanırken nüzûl sebepleri hakkında da bilgi verilecektir.
Ele aldığı mevzulara bakıldığında Bakara sûresinin çok önemli, faziletli ve büyük bir sûre olduğu görülür. Peygamber Efendimiz’in “Kur’an âyetlerinin efendisi ve en büyüğü” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 142, 178) olarak beyân ettiği Âyetü’l-Kürsî de bu sûrede yer almaktadır. Sûrenin faziletini beyân eden pek çok rivayet nakledilir. Bunların birkaçı şöyledir:
› “Kur’an’dan uzak kalarak evlerinizi kabirlere çevirmeyin. Şunu bilin ki şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden ürküp kaçar.” (Müslim, Müsâfirîn 212)
› “Kur’an’ı okuyun; çünkü o, kıyamet gününde kendisiyle hemhâl olanlara şefaatçi olarak gelecektir. Zehrâvân’ı yani Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okuyun;[1] çünkü onlar, kıyamet gününde iki büyük bulut veya iki gölgelik ya da iki kuş sürüsü hâlinde gelerek kendilerini okuyanları savunacak ve koruyacaklardır. Bakara sûresini okuyun; çünkü ona sarılmak bereket, terketmek ise hasret ve pişmanlıktır; ona sihirbazların gücü yetmez.” (Müslim, Müsâfirîn 252)
› “Bakara sûresinin sonundaki iki âyeti her kim gece vakti okursa bu iki âyet o gece ona yeter.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 10)
› Sahâbeden Üseyd b. Hudayr bir gece Bakara sûresini okuyordu. Atı da yanında bağlı bulunuyordu. Derken at ürküp hırçınlaşmaya başladı. Üseyd okumayı kesince at da sâkinleşti. Tekrar okumaya başlayınca at yine tedirgin bir şekilde ileri geri gitmeye başladı. Üseyd susunca at da sâkinleşti. Bu durum iki kez daha tekerrür etti. Oğlu Yahyâ ata yakın bir yerde bulunuyordu. Atın çocuğa bir zarar vermesinden korktu ve onu bulunduğu yerden yanına çekti. Bu sırada başını kaldırıp gökyüzüne baktığında buluta benzer bir şey içinde kandiller misali ışıklar gördü. Bunlar yavaş yavaş yükselerek nihayet gözden kayboldu. Sabah olunca durumu Resûlullah (s.a.s.)’e anlattı… Efendimiz şöyle buyurdu:
› “Onlar seni dinlemeye gelen meleklerdi. Eğer okumaya devam etseydin sabah olunca onları herkes görecekti, kendilerini halktan gizlemeyeceklerdi.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 15; Müslim, Müsafirin 242)
Bu ve benzeri rivayetlerden de anlaşılacağı üzere Bakara sûresi, hem evlerimizi hem de gönüllerimizi mânen îmâr edecek, okuyanı âdeta maddî mânevî şerlerden muhâfaza ederek onu meleklerle beraberliğe yükseltecek bir fazilet ve şerefi hâizdir.
Şimdi, bütün mâna, hikmet ve sırlarından kalbe yansıyan miktarıyla o sûrenin tefsiri başlamaktadır:
[1] Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerine, hidâyet nûrlarının parlaklığı ve okuyanlara verilecek ecrin büyüklüğü sebebiyle, اَلزَّهْرَاوَانِ (Zehrâvân) ismi verilmiştir.
1. Elif. Lâm. Mîm.
“Elif.
Lâm. Mîm.”, tefsir ilminde “hurûf-i mukattaa” diye bilinen ve “ayrı ayrı okunan
harfler”dir. Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi dokuz sûresine bu harflerle başlanır.
Bazıları sûre başlarında müstakil bir ayet iken, bazıları da âyetin bir
bölümüdür. Buradakiler ise müstakil bir ayettir. Bu harfler, Kur’an’ın
müteşâbih âyetlerindendir. Müteşâbih, birden çok mâna ifade etmesi sebebiyle
hangisinin kastedildiği okuyanların çoğu tarafından tam olarak anlaşılamayan
âyetlere denir. Bu harflerin mâhiyeti ve hangi mânaya geldiği hususunda pek çok
görüş bulunmaktadır. Bunlar arasında tercih edilen görüşler şunlardır:
› Bu harfler,
Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olduğuna inanmayanlara meydan okumak için bazı
sûrelerin başına getirilmiş ve âdetâ şu mâna kastedilmiştir: “Kur’an-ı Kerîm, şu
gördüğünüz ve işittiğiniz harflerden oluşan kelime ve cümlelerden meydana gelmektedir.
Siz bu harfleri biliyorsunuz. O hâlde gücünüz yetiyorsa haydi siz de bu
harfleri kullanarak Kur’an’a benzer bir kitap ortaya koyun!”
› Hurûf-i
mukattaa, Allah ve Rasûlü arasında hususi şifrelerdir. Mânasını ancak Allah ve
Rasûlü bilir. Bu görüşte olan âlimler, “Onlar Kur’ân’ın sırrıdır. Biz zâhirine
inanır, mânasını Allah’a bırakırız” derler.
› Cenab-ı Hak,
tek tek okunan bu harflerle muhatapların dikkatlerini çekerek, bir an için her
işi bırakıp vahyedilen muazzam ilâhî hakikatleri can kulağıyla dinlemelerini
temin etmektedir. Zira insan fıtratında, görmediği ve duymadığı garib şeylere
karşı ilgi duyma özelliği vardır. İnsanlar, bu harflerin mânasını anlamaya
çalışırken, onlardan sonra gelen bölümleri de dinlerler ve böylece maksad hâsıl
olur.
› Başında bulundukları
sûrelerin muhtevalarına dikkat çekmek üzere Allah Teâlâ bu harflerle yemin etmektedir.
Bu
sırlı harflerin kapleri derinden sarsan uyarıcı ve uyandırıcı sadasının
peşinden insanlığın kurtuluş muştusu olacak yüce bir kitaba işaret edilerek şöyle
buyruluyor:
2. Kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan şu yüce kitap, müttakîler için bir yol göstericidir.
“Kitap”tan maksat, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Arapçada “yazılı belge” anlamında da
kullanılan kitap ismi, Kur’an’ın Allah Resûlü (s.a.s.) zamanında yazıldığını
gösterir. Kur’an elimizde olmasına rağmen, ona uzağı gösteren ذٰلِكَ edatı ile işaret edilmesi, onun yüceliğine ve anlamlarının
derinliğine dikkat çekmek içindir. Gerçekten
Kur’an’ın şanı pek yücedir. Beşerî gücün muttali olamayacağı birçok ilim ve hikmetleri
de ihtiva ettiğinden, her ne kadar kitap olarak elimizde ise de, taşıdığı
sırlar ve hakikatler itibariyle bizim idrakimizden yüce bir ufuktadır, her
şeyiyle kolayca keşfedilir bir mâhiyette değildir. Bu sebeple ona, uzakta olan
bir şeyi gösterir gibi işaret edilmiştir. (Râzî, Mefâtîh, II, 12)
Şüphe
diye tercüme ettiğimiz اَلرَّيْبُ (rayb) kelimesi,
“yakîn”in yani kesin bilgi ve kanaatin zıddıdır. Kişinin bir konu hakkında
kararsız ve tereddüd içinde olmasını ifade eder.
Bu
kadar izzet ve şerefe sahip olan Kur’an’da hiçbir şüphe yoktur. Yani akl-ı
selîm ile ve ön yargılardan arınmış bir şekilde incelendiğinde onun:
·
Allah Teâlâ’dan geldiğinde,
·
Vermiş olduğu bilgilerde,
·
En doğru yola götüren bir kılavuz ve rehber olduğunda hiçbir
şüpheye yer yoktur. Bu bakımdan Kur’an hakkında asla şüpheye düşmeyiniz.
Âyette,
şüphenin insanlarda değil, kitapta olmadığı bildirilmiştir. İnanmayanlar onun
hakkında şüphe içinde olabilirler ama o, haktır ve doğrudur. Nasıl güneşin
varlığından şüphe etmek ona bir zarar veremez ise, Kur’an’ın doğruluğundan
şüphe etmek de onun doğruluğuna bir eksiklik getirmez.
Hidâyetin
iki temel mânası vardır. Birincisi delalet etmek, rehberlik yapmak ve yol göstermektir.
Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamberlerin ve İslâm davetçilerinin hidâyet etmeleri bu anlamdadır.
Âyet-i kerîmede: “Sen de hiç şüphesiz insanlığı dosdoğru bir yola
çağırmaktasın” (Şûrâ 42/52) buyrulur. İkincisi, tevfîk, yâni dosdoğru yola
eriştirip hedefe ulaştırmaktır. Bu mânada hidâyet yalnızca yüce Allah’a
mahsustur. Nitekim Resûlullah’a hitaben: “Rasûlüm! Sen sevdiğini doğru yola
erdiremezsin, lâkin Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Çünkü, doğru yola
girecek olanları en iyi O bilir” (Kasas 28/56) buyrulmuştur.
Kur’ân-ı
Kerîm, “bütün insanlar için hidâyet” olarak indirilmiştir. (Bakara 2/185) Böyle olmakla birlikte onun hidâyetinden
gerçekte müttakîler istifade eder. Bu sebeple Kur’an’ın müttakilere hidâyet
rehberi olduğu özellikle vurgulanmıştır. Kur’an insanları, dünya ve âhirette
kendilerine faydalı olacak, Allah’ın rızâsını kazandıracak ve nihâyet cennet ve
cemâl-i ilâhîye eriştirecek dosdoğru yolu gösterir.
Bir
kısım insanların Kur’an’la buluştuğu hâlde hidâyetten uzak kalması, onu bütün insanlar
için hidâyet vesîlesi olmaktan çıkarmaz. Belli bir hastalığı olan kişinin balın
tadını alamaması onun tatlı olmadığını göstermediği gibi. Bu bakımdan Kur’an’ın
hidâyeti kendisine samimi bir şekilde yönelen gönüllere Cenâb-ı Hak’ın bir
lutfudur.
Kur’an’ın
hidâyeti, inkârdan îmana, sonra da imandan ihsan ve takvâya doğru bir hidâyettir.
İmandan sonraki hidâyetin gerçekleşmesi, ancak ona uymakla ortaya çıkar.
Kur’an’ın Hak kelamı olduğunu kalben kabul etmeyen kâfir ve münafıklar ise onu
gereği gibi tefekkür ve tedebbür etmediklerinden, hidâyetten mahrum kalırlar.
Kur’an, her bir gruba, inanç, düşünce ve amellerine göre bir âkıbet belirler. Âyet-i
kerîmede buyrulur:
“Hiç şüphesiz bu Kur’an, insanları her hususta en doğru yola, en
sağlam ve en isabetli tutuma iletir. Sâlih ameller yapan mü’minlere,
kendilerini çok büyük bir mükâfatın beklediğini müjdeler. Âhirete inanmayanlar
için ise, can yakıcı bir azap hazırladığımızı haber verir.” (İsrâ
17/9-10)
Âyette
Kur’an’ın müttakîler için rehber olduğu haber verilmektedir. Müttakî, takvâ sahibi
olan kimsedir. Takvâ; sakınmak, korunmak, hoşa gitmeyen şeylerden uzak durmak
demektir. Arapça’da bu kelime, canlı bir varlığın kendini her türlü tehlikeden
korumasını ifade eder. Dolayısıyla müttakî:
› Kalbini
küfür, şirk, nifak gibi îtikâdî hastalıklardan,
› Uzuvlarını
büyük ve küçük günahlardan,
› Nihâyet
gönlünü Cenab-ı Hakk’ın râzı olmayacağı her türlü menfi düşünceden koruyan,
diğer taraftan:
› Farz ve
nâfilelerle ilâhî muhabbeti elde etme gayretinde olan, böylece âhirette
cehennem azabından kurtulup cennetle mükâfatlandırılan mü’min kimsedir.
Mânevî
dünyamızın en önemli azığı takvâdır. (bk. Bakara 2/197) Takvânın alt sınırı
küfür ve şirkten korunmak ise de, üst sınırı yoktur. Her müttakînin önünde
devamlı olarak terfi edebileceği daha yüksek bir takvâ mertebesi her zaman var
olacaktır. Bu mânevî yolculuk ölüme kadar devam eder. Allah katında kulun şeref
ve mertebesini belirleyen yegâne ölçü de takvâdır. Rabbimizin:
“Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve
O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır” (Hucurât
49/13) beyânı bu gerçeği bildirir. Bu îtibarla takvâ, kulun mânevî yücelikler
kazanmasına ve nihayetinde Allah’ın dostluğuna ermesine en büyük vesiledir. Bir
âyet-i kerîmede:
“Allah ise, gönülleri O’nun saygısıyla
dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanların dostu ve yardımcısıdır” buyrulmuştur. (Câsiye 45/19)
Allah
Rasulü (s.a.s.), gerçek takvâya ermenin yolunu şöyle gösterir:
“Kul, harama düşerim korkusuyla yapılması sakıncalı olmayan, fakat vicdanını rahatsız eden bazı şeylerden bile uzak durmadıkça gerçek takvâ sahibi olamaz.” (Tirmizî,
Kıyâmet 19. Ayrıca bk. Buhârî, İman, 1; İbn Mâce, Zühd 24)
Âyet-i
kerîme ve hadis-i şeriflerin beyân buyurduğu takvâ gerçeğini şu örnek ne güzel
izah etmektedir: Hz. Ömer, Übey b. Ka’b’a takvânın mâhiyetini sorunca, o:
“–Dikenli
bir yolda hiç yürüdün mü?” diye sordu. Hz. Ömer: “Evet” deyince bu sefer Übey (r.a.):
“–Peki
böyle bir yolda yürürken ne yaptın?” diye sordu. Hz. Ömer:
“–Paçalarımı
sıvadım ve mümkün olduğu kadar kendimi korumaya çalıştım” dedi. Bunun üzerine Übey:
“–İşte
takvâ da böyledir” cevabını verdi. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 40)
Kur’an
hidâyetinden gerçek mânada istifade edebilecek müttakîlerin sahip olduğu belli
başlı vasıflar, devam eden âyet-i kerîmelerde şöyle haber verilmektedir:
3. Ki onlar gaybe iman eder, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden harcarlar.
Müttakîlerin
birinci vasfı gaybe iman etmeleridir. İman, kalp ile tasdik yani bir şeyin
doğruluğunu kalben kabul etmek ve bunu dil ile ikrâr etmektir. Tasdik olmazsa
iman olmaz. Tasdik bulunur, fakat kişinin tutum ve davranışları buna aykırı ve
tutarsız olursa bu, imanın zayıflığına bir işaret sayılır. Böyle bir imanla, İslâm
gerçek mânasıyla yaşanamayacağı gibi, dinin vadettiği ebedi mutluluğa erişmek
de zor olur. Dine göre îman esaslarını kalp ve diliyle tasdîk etmeyen kâfir; kalbiyle
tasdik etmediği hâlde diliyle kabul ettiğini söyleyen münafık; kalp ve diliyle
tasdik ettiği hâlde ameli olmayan ise mü’min fakat fâsık sayılır. Gerçek iman, âhirette
cehennemden kurtularak cennete girmenin yegâne şartıdır. Kur’an, pek çok
âyetinde bu hususa vurgu yapmaktadır.
الْغَيْبُ (gayb) sözlükte, gerçekte var olup da görme,
işitme, dokunma ve tatma gibi duyularımızın algı sahasına girmeyen, bunların
ötesinde kalan şeylerdir. Âyetteki “gayb”den maksat ise, Allah’ın ve Resûlü’nün
var olduğunu veya meydana geleceğini haber verdiği, insanın duyularıyla
algılayamadığı fakat inanılması lazım gelen varlıklar ve olaylardır. Bunlar
Allah, melekler, kader, kıyamet, âhiret, cennet ve cehennem gibi hususlardır. Allah
Resûlü (s.a.s.) îmanı tarif ederken: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir”
(Müslim, İman 1, 5) buyurmuştur ki bunların hepsi gayb âlemindendir.
Âyetin,
“gaybe îman ederler” şeklinde meâli verilen kısmı, “gaybde de iman ederler”
diye de anlaşılmıştır. Yani, mü’minler, insanlar arasında olduğu gibi kimsenin
bulunmadığı tenha yerlerde de imanlarını ikrâra ve gereğini yapmaya devam
ederler. Zira îmanda devamlılık esastır. Münafıklar ise böyle değildir. Çünkü
onlar: “İman edenlerle karşılaştıklarında «inandık»
derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise: «Emin olun! Biz sizinle
beraberiz, onlarla sadece alay ediyoruz» derler.” (Bakara
2/14)
Esasen
gayb âlemine bir sınır çizmek mümkün değildir. Bununla beraber genel mânada iki
türlü gaybden söz edilebilir. Birincisi, Allah Teâlâ’nın hiçbir varlığa
bildirmediği, ancak zâtına mahsus kıldığı mutlak gaybdir: “Gaybın
anahtarları Allah’ın yanındadır; başkası onları bilemez.” (En‘âm 6/59)
Diğeri ise izâfî gaybdir ki, Allah Teâlâ’nın yarattıklarından dilediğini
dilediği kadar bilgilendirdiği ve diğerlerinden gizli tuttuğu gaybdir. Buna
göre her bir varlığa göre gayb alanı farklıdır. Ancak Kur’an ve sünnette
varlığı bildirilen fakat insanın duyularıyla tam idrak edemediği hususlara
îman, mü’min olmanın şartıdır. Üzerinde durduğumuz âyette de bu nevi gaybe işaret
edilmiştir.
Allah
Teâlâ’nın her türlü tecellî ve tasarruflarıyla zâhir ve âşikâr olmasına (Hadîd
57/3), kullarına şah damarından daha yakın olmasına (Kâf 50/16), onların
kendileri ile kalpleri arasına girmesine (Enfâl 8/24), hülâsa onları her yönden
kuşatmasına (İsrâ 17/60) rağmen gayb kabul edilmesi, idraklerin O’nu
kuşatamaması (En‘âm 6/103) sebebiyledir. Nitekim ehl-i irfân demiştir ki,
“Cenâb-ı Hak o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gâiptir.”
Görülemeyen
ve hissedilemeyen varlıklar, görüp hissettiklerimize nispetle kıyas edilemeyecek
derecede fazladır. Bu gerçeği kabul eden kişi, Allah’a imana ve böylece hayatın
derin bir mânası ve gayesi olduğu inancına erişir. Gözü maddeden başka bir şey görmeyen
ve tüm varlığı görüp hissettiklerinden ibaret zanneden düşünce ve sistemler,
insan muhayyile ve tefekkürünü âdetâ dondurarak onu geniş ufuklardan mahrum
bırakmaktadırlar. Bu mânada gaybe îman, insan tefekkürünün ve muhayyilesinin
önündeki izâfî engelleri kaldıran bir hürriyet iksîridir. Îman esaslarının
“gayb” alanında olması, mü’mindeki îman derinliğine sonsuz bir boyut
kazandırmaktadır. Bu sebeple Kur’an, inanılması gerekli hususlar içinden
özellikle gaybı zikretmiştir. Çünkü gaybe iman, kulun Peygamberin davetine
kulak vererek Allah’ın buyruklarına itaat etmesinde kuvvetli bir tesire
sahiptir. Maddi âlemin ötesinde başka bir âlemin olduğunu kabul etmeyenler ise
Allah’a ve âhirete iman davetinden yüz çevirirler.
Müttakîlerin
ikinci vasfı, namazı dosdoğru kılmalarıdır. Âyet-i kerîmede “ikâme-i salât”
ifadesi geçmektedir. الصَّلٰوةُ (salât), Kur’an’da namaz ibâdetinin yanı sıra
dua, övgü, kıraat ve rahmet mânalarında kullanılmıştır. Namaz ibâdeti bu mânaların
hemen hepsini ihtiva eder. Nitekim namazın kıyâmında kıraat, ka’desinde senâ ve
dua nihâyetinde ise namaz kılan kimseye rahmet vardır.
“İkâme”,
bir şeyi ayakta tutmak, ayakta durur hale getirmek demektir. “İkâme-i salât”
ise namazı dosdoğru edâ etmektir. Yani namazı, Allah Resûlü (s.a.s.)’in öğrettiği
şekilde âdâb ve erkânına riâyetle, vaktinde, aksatmadan, ona gerekli rağbeti
göstererek, hem şeklî şartlarını hem de huşu ve tâzim gibi kalbî ve ruhî
yönlerini gözeterek kılmaktır. “İkâme-i salât” tabiri, ayrıca, namazı cemaatle
kılmanın önemine ve onu îfa için lazım gelen şartların hazırlanmasının gereğine
de işaret etmektedir.
Namaz, İslâm’ın başlangıcından itibaren meşrû olmakla birlikte beş vakit
halinde, Peygamberimizin yaşadığı en faziletli zaman
olan Mi’râc gecesinde farz kılınmıştır. (bk. Müslim, İman 259)
Namaz
ibâdeti, dini hayatın omurgasını teşkil eder. Ferdin zihnî, kalbî ve fiilî
hayatının Allah ve Rasûlü’nün iradesi çerçevesinde ihyası için vazgeçilmez bir
esas olan namaz, toplum hayatının inşa ve ıslahı için de aynı derecede bir
öneme sahiptir. Namazın bu yönüne işaretle Peygamber Efendimiz: “Dinî
hayatın ana direği, namazdır” buyurmuştur. (Tirmizî, İman 8)
Müttakîlerin üçüncü vasfı, Allah’ın kendilerine verdiği
rızıklardan infak etmeleridir. Onlar, Allah’ın ikram ettiği her türlü rızıktan,
O’nun muradına uygun olarak başkalarının faydasına harcamada bulunurlar.
“Rızık”, bütün canlıların maddî mânevî her türlü ihtiyaçlarını karşıladıkları nimetlerdir. Yiyecek, içecek, giyecek, mal ve benzeri her
türlü maddî nimet ve imkânlar rızık olarak adlandırıldığı gibi ilim, îman ve
ahlâk gibi mânevî ihsanlar da rızık kapsamında değerlendirilmiştir.
“İnfak”, kulun, Allah’ın rızâsına nâil olma niyetiyle O’nun
kendisine verdiği rızıklardan ailesine, akrabasına, diğer insanlara ve hatta
tüm canlılara fayda sağlamak üzere sarfetmesidir. Kur’ân’da infak kavramının
kullanıldığı yerlerden biri de “fî sebîlillah” yâni Allah’ın dînini korumak,
yaymak ve yüceltmek adına yapılan her türlü harcamalardır.
Âyetteki infaktan hem farz hem de nafile harcamalar kastedilmiştir.
Farz olanlar zekât ve ailesi için yaptığı zaruri masraflardır. Bunların haricinde
hayır niyetiyle yapılan tüm harcamalar ise nafile kısmına girer.
Mânevî
rızıklar açısından “infak”, kişinin sahip olduğu ilim, irfan ve güzel ahlâk
gibi ilâhî ikramlardan başkalarını da istifade ettirmesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “İstifadeye sunulmayan
ilim, Allah yolunda infak edilmeyen hazîne gibidir” buyurur. (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, II, 499; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 184) Bu mânadan
hareketle sûfîler, âyet-i kerîmede, müttakîlerin kendilerine lutfedilen mânevî
hâl, ilim ve mârifet nûrlarından başkalarına da infak etmeleri gerektiğine
işaret bulunduğunu söylemişlerdir.
Esasen Kur’ân âyetleri, kısa cümlelerde çok geniş ve
zengin mânalar ihtivâ eder. Meselâ üzerinde durduğumuz âyetin, وَممَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (Kendilerine rızık
olarak verdiğimiz şeylerden harcama yaparlar) kısmında bulunan bir takım
nüktelere şöyle işaret edilmiştir:
› İnsan,
kazancının tümünü değil, ihtiyâç fazlasını infâk etmelidir. Ba‘ziyet yani
kısmîlik anlamı ifade eden مِنْ (min) edatıyla
bu inceliğe işaret edilmiştir.
› İnfak,
başkalarının malından değil kendine ait maldan yapılmalıdır. Bu şartı رَزَقْنَاهُمْ (Kendilerine
rızık olarak verdiğimiz) lafzı ifade eder. Burada, yapılan infakı Allah adına
yapmak ve başa kakmamak gerektiğine de bir işaret vardır. Âdetâ şöyle
denilmektedir: “Size rızkı biz veriyoruz. Hakîkatte siz bize vekâlet
etmektesiniz. Öyleyse bizim ihsân ettiğimiz rızıklardan kullarımıza verirken
başa kakmanız doğru olamaz.”
› يُنْفِقُونَ (harcarlar)
fiilinin geniş zamanda kullanılması, sürekli bir infak duygusunun kulda
yerleşerek alışkanlık hâline gelmesini ifade eder. Bu ibare aynı zamanda
infakın, ehline, zarurî ihtiyaçlarını karşılaması
için yapılması gerektiğine işaret eder. Yoksa gereksiz ya da meşrû olmayan
yerlere harcayacak kimselere infakta bulunulmaz. Zira “infak” kelimesi, yerinde
ve aslî ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan harcamalar anlamında
kullanılmıştır. (Bedîuzzaman, İşârâtü’l-i‘câz, s. 47)
Görüldüğü üzere âyet-i kerîmenin emir ve tavsiye buyurduğu infakın
şumûlü oldukça geniştir. Bu sebeple tasavvuf âlimleri, farklı
mertebelerde bulunan insanların infakları hususunda bir kısım izahlar
yapmışlardır. Onlardan bazıları şöyledir:
Zenginlerin
infâkı mallarından olup onu ihtiyaç sahiplerinden
kıskanmazlar. Âbidlerin infâkı nefislerinden olup kendilerini hizmetten
esirgemezler. Âriflerin infâkı gönüllerinden olup hiçbir zaman kendilerine
bahşedilen ilâhî feyizlerden Hak taliplerini mahrum bırakmazlar. Hak
aşıklarının infakı ise daha farklıdır. Nitekim Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (k.s.) bunu
şu beytiyle dile getirir:
Sehâvet ehli olan kimseye
yakışan, fakîre ihsândır
Âşıklara yakışan da Cânân yolunda fedâ-yı cândır[1]
İnfâkın belli başlı derecelerini ifade etmek üzere Arapça’da
farklı kavramlar kullanılmıştır. Birinci mertebe “sehâ”dır. Malın birazını
verip geriye kalanı kendine ayırana sehâvet sahibi denir. İkinci mertebe “cûd”
seviyesidir. Malının çoğunu dağıtıp azını kendine ayıran kimseye cûd ehli
denir. İnfakta nihai mertebe ise “îsâr”dır. Zarûret miktarı mal ile hayatını
idâme ettirip kendi ihtiyacı olan şeyi bile başkasına verebilme fedakârlığını
gösteren kimse ise îsâr sahibi, diğergâm, yani başkasını kendinden fazla
düşünen kişi olarak vasfedilir.
Kur’an’ın infak emri, ferd ve cemiyet açısından pek büyük bir
öneme sahiptir. İctimaî hayatın intizamlı olması ve toplumda sosyal adâletin
sağlanabilmesi için, maddi imkânlar ve refah itibariyle insan tabakaları
arasında boşluk kalmamalıdır. Zenginlerin fakirlerden, aradaki irtibat kopacak
derecede uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında irtibatı sağlayan
yegane vasıta, zekât başta olmak üzere her türlü infak ve yardımlaşmadır.
Cemiyet içinde zekâtın farz, faizin ise haram kılınışının hikmetleri dikkate alınmaz
ve bu ilâhî emirlere harfiyen uyulmazsa, tabakalar arası bağlar kopar. Aşağı
tabakadan yukarı tabakaya hürmet, itaat, muhabbet yerine ihtilal sadâları,
haset alevleri, kin ve nefret feryatları yükselir. Aynı şekilde yüksek
tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, baskılar
ve şimşek gibi hakaretler yağar. Hülasa toplumdaki insan tabakaları arasında
barış ve huzurun temini, ancak İslâm’ın temel şartlarından biri olan zekât,
sadaka ve diğer yardımların herkes tarafından en güzel şekilde edâ edilmesine
bağlıdır.
Müttakîlerin dördüncü önemli özelliklerini açıklamak
üzere buyruluyor ki:
[1] Sehâvet ehli:
Cömert olanlar; Cânân: Sevgili, kula en sevgili olan Allah Teâlâ; Fedâ-yı
cân: can vermek
4. Yine onlar, hem sana indirilene hem de senden önce indirilenlere iman ederler. Âhiret gününe ise yakînen inanırlar.
Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)
Efendimiz’e kadar bütün peygamberler insanlara aynı dini tebliğ etmiş, sahife veya
kitap halinde onlara gelen vahiyler de aynı dinin esaslarını haber
vermişlerdir. İlâhî risâlet ve vahiy, tarihî akış içerisinde birbirinden kopuk bir vaziyette değil,
birbirini tasdik ve tasvip ederek gelmiştir. İnsan hayatı, kültür ve
medeniyeti geliştikçe Allah Teâlâ yeni peygamberler ve yeni dinler göndermiş, önceki
ümmetlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik amelî hükümlerden bazılarını
yenilemiştir. Nihayetinde yegane din olan İslâm, Peygamberimiz ve Kur’an ile
son şeklini alarak tamamlanmıştır. Bu bakımdan biz, “Allah’ın peygamberleri
arasında hiçbir ayırım yapmayız” (Bakara 2/285) düstûrunca hepsine
inanırız.
“Sana indirilen”den maksad, bu ayetin indiği zamana
kadar gelen ve daha sonra gelecek olan kısımlarıyla birlikte Kur’ân’ın tamamı
ve Peygamberimizin Kur’an’ın beyânı sadedinde ortaya çıkan sünnetidir.
Mü’minlerin buna tafsilatlı olarak inanması, emir ve nehiylerini öğrenerek
gereğince amel etmesi gerekir. “Senden önce indirilen”den maksad ise, önceki
peygamberlere indirilen ilâhî vahiyler ve kitaplardır. Bu kitaplara da icmâlî
yani bir bütün halinde iman etmek farzdır. Allah Teâlâ, bizi önceki kitaplarda bulunan hükümlerle mes’ûl tutmadığından
onları tafsilatlı olarak bilmemiz gerekli değildir.
Ayetin dikkat çektiği önemli hususlardan biri de
şudur: İnsanlığın doğru hayat tarzını öğrenip yaşamaları için vahye dayanan bilgi bir zarurettir. Bu bilgi herkese tek tek değil,
sadece Allah’ın insanlar arasından seçtiği peygamberlere indirilmiştir.
Dolayısıyla istikamet üzere bir hayat sürmenin yolu, ancak o peygamberlere
indirilen kitaplardan öğrenilebilir. Bugüne kadar tahrif edilmeden gelmiş
Kur’an’dan başka ilâhî kitap bulunmadığından, böyle bir hayatın yegâne müracaat
kaynağı odur. O halde doğru yolu bulmak isteyenler, Kur’an’a inanmak ve ona
tabi olmak mecburiyetindedirler.
Müttakilerin beşinci vasfı, âhiret gününe yakînen,
yani şeksiz, tereddütsüz inanmalarıdır. Onlar, bir gün bu fanî dünyanın sona
ereceğine, insanların hesap vermek üzere yeniden diriltileceğine, insanların
amellerine göre cennet veya cehenneme gideceğine hiç şüpheye yer bırakmayacak
şekilde kesin bir imanla inanırlar.
الْاٰخِرَةُ (âhiret), “birinciden sonra gelen” mânasındadır. Birinci hayat dünya olup,
âhiret ondan sonra gelmektedir. “Âhiret yurduna
gelince, işte gerçek hayat odur” (Ankebût 29/64) ayetinde “âhiret”, ebedi kalınacak diyarın bir sıfatı olarak kullanılmıştır. Onun,
yarını olmayan “son gün” mânası da vardır.
“Yakîn ve
îykan”, bir şeyi kesin ve sağlam bilmek demektir. Araştırma ve gerekli delillerden
hareketle her türlü şüphe, ihtimal ve tereddütten uzak olarak bir şeye tam
inanmaktır. Yakînin; bilme, görme ve hakikatine erme şeklinde üç derecesi
vardır. Cennete girileceğini bilmemiz “ilme’l-yakîn”, cenneti görmemiz
“ayne’l-yakîn”, Allah’ın izniyle cennete girip nimetlerinden istifade etmemiz
ise “hakka’l-yakîn”dir. (Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “yakîn” md.)
Âhirete iman, ona hazırlanmayı gerektirir. Hesabın,
sevap ve cezanın varlığına yakînî iman, kişiyi azaptan ve hazin akıbetten
korunmaya ve nimetlere erdirecek hayırlı ameller yapmaya sevkeder. Kısacık
ömrünü lüzumsuz uğraşlardan arındırarak, onu en anlamlı ve en kazançlı bir
şekilde değerlendirmeye yönlendirir. Âhirete iman, insanların dindarca yaşamalarının
ve sıhhatli bir dünya düzeni kurmalarının temel unsurlarından biridir. Dünya
gelip geçici, âhiret ise ebedîdir. Dünyada kesintisiz bir saadet ve
mutluluk aramak boşunadır. Esas saadet nihayetsiz olan âhiret saadetidir. Kul,
o saadete erişmenin yollarını bulmalıdır. Fani dünyaya ve boş hayallere aldanmamalıdır:
5. İşte Rablerinin gösterdiği yolda yürüyenler onlardır, kurtuluşa erecek olanlar da yalnızca onlardır.
Kur’ân-ı Kerîm’in ve sünnet-i seniyyenin beyân
buyurduğu tarzda iman, ibâdet, muamelât ve ahlâk yolunu tutan müttakî kullar,
bu vasıflarıyla Rablerinden gelen bir hidâyet üzere bulunmaktadırlar. Bu onlara
Allah Teâlâ’nın büyük bir tevfikı, ikrâmı ve ihsânıdır.
Hidâyete erenler ancak müttakîler olduğu gibi, felâha,
yani gerçek kurtuluşa erecek olanlar da sadece onlardır. Hidâyet, felâhın
anahtarıdır. Önce hidâyet olacak, peşinden felâh gelecektir. İslâm, her gün beş
kere ezanla “haydin felâha!” davetinde bulunarak insanları kurtuluşa, iki cihan
saadetine çağırmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’i rehber edinenlerin buna erişecekleri
müjdesini ise birçok ayet gibi bu âyet de en güçlü bir üslûpla haber vermektedir.
اَلْفَلَاحُ (felâh), sözlükte “arzu
edilen şeyleri elde etme, istenmeyen şeylerden kurtulma, zafer ve başarı” gibi mânalara
gelir. İnsanın, önündeki engelleri bir bir aşarak kendini kurtarması, arzu
ettiği gayeye ulaşması ve zafer elde etmesidir. Felâhın dünyevi ve uhrevi olmak
üzere iki boyutu vardır. Dünyada felâh; zenginlik, izzet ve şeref gibi hayatı
güzelleştirecek ve mutluluğa vesile olacak hususları elde etmektir. Âhirette felâh
ise yokluğu olmayan bir bekâ, fakirliği olmayan bir zenginlik, zilleti olmayan
bir izzet ve cehâleti olmayan bir ilim elde etmektir. (Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât,
“felâh” md.)
“Felâh” kelimesinde yarılma, açılma ve kesilme mânası
da vardır. Toprağı yarıp açması ve kazması sebebiyle çiftçiye “fellâh”
denilmektedir. Buna göre âyetin mânası şöyle olur: “Onlar, dünyada büyük bir
sabır, cehd ve gayret gösterip, inkâr ve zulmet perdelerini açarak imanın
gereğini îfa etmiş ve böylece kıyâmet günü hesabın şiddetinden ve cehennemden
kurtulmuş ve cennete kavuşmuş kimselerdir. Tüm dünya ve âhiret hayırları onlar
için ayrılmıştır.” Zaten dini bir terim olarak “felâh”, “âhirette cehennem
azabından kurtulma başarısını kazanabilmek” demektir. (İbn Âşûr, et-Tahrîr
ve’t-tenvîr, I, 247)
Bakara sûresinin ilk beş ayetinde Kur’an’ın hidâyetinden
faydalanan müttakîlerin vasıfları açıklandıktan sonra şimdi de Kur’an
hidâyetine karşı âdeta kör ve sağır davranan kâfirlerin bir kısım temel
özelliklerine dikkat çekilmektedir:
6. Şu bir gerçek ki, inkârlarında ısrar eden kâfirleri başlarına gelecek elim bir azâb ile uyarsan da uyarmasan da hiç farketmez; onlar iman etmezler.
اَلْكُفْرُ (küfür), sözlükte “örtmek”,
“kâfir” ise “örten” mânasına gelir. Nitekim Arapça’da varlıkları örtüp görünmez
hale getirdiği için geceye, tohumu toprağa gömdüğü için çiftçiye “kâfir”,
içindeki çekirdeği gizlediği için meyve tomurcuğuna da “kâfur” denilir. (Ragıb,
Müfredât, “küfr” md.) En büyük ve en açık bir gerçek olan Allah’ı ve
âyetlerini, körü körüne saplandığı ön kabulleri sebebiyle âdeta örtüp yok
farzeden inkârcılara da bu sebeple “kâfir” denilmiştir. Dilimizde kullanılan
“nankörlük” ifadesi de, kendisine verilen nimetleri görmezlikten gelerek onları
yok saymak ve şükrünü edayı terk etmek anlamında kullanılagelmiştir.
Dini bir terim olarak “küfür”, imansızlık demektir.
Yani Peygamber Efendimiz’in getirdiği ve inanılması zaruri olan şeylerin
hepsini veya herhangi birisini kabul ve tasdik etmemektir. Bu bakımdan Allah’ın
varlığı, birliği ve sıfatlarını, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in nübüvvetini, Kur’ân-ı
Kerîm ve onun hükümlerini inkâr eden kimse kâfir olur.
İmanda olduğu gibi, küfürde de yalanlama ve kabul
etmeme kalp, söz ve fiil ile olur. Kalp ile yalanlama kesinlikle küfürdür.
Zorlama olmaksızın sözlü veya fiili yalanlama da aynen öyledir. İman edilmesi
lazım gelen mukaddes şeylere sözle veya fiille hakaret etmek, alay etmek, küçümsemek
ve hafife almak, bunları bozmaya çalışmak gibi yanlış davranışların da küfür
olduğunda şüphe yoktur. Fakat zaruri bir zorlama neticesinde vuku bulan ve
küfrü gerektiren söz veya fiil küfür sayılmaz. Zira âyet-i kerîmede şöyle
buyrulmaktadır:
“Kalbi imanla dopdolu ve doygun
olduğu halde baskı altında kalarak inkâra zorlanıp da bunu ancak diliyle yapan
hâriç; onlar kâfir olmazlar…” (Nahl 16/106)
اَلْإنْذَارُ (inzâr), sözlük olarak
“korkutucu bir haber vermek” demektir. Sakındırmak niyetiyle bir işin sonundaki
tehlikeyi açıkça anlatmak ve o tehlikeye dikkat çekmektir. “Gittiğin yolun
sonunda seni şöyle şöyle bir fenalık beklemektedir, dikkatli ol ve ondan
sakın!” irşadında bulunmaktır. Ayetteki inzârdan maksad, kâfirleri Allah’ın
azâbı, cehennemi ve isyânkârlara vereceği cezası ile korkutmaktır. Böyle kimselere
müjdeli haber değil korkutucu haber lâyıktır. Çünkü korkutucu haber, nefisleri
kuvvetle sarsar ve kalplere daha çok tesir eder.
İnsan, ne derece derin bir küfür ve şirk içinde
bulunsa, ne kadar büyük günahlar işlemiş olsa da, ölüm vakti gelinceye kadar
iman ve tevbe etme imkânı vardır. Hatta kâfirler, iman ettiklerinde önceki
bütün günahları affedilecektir. (bk. Enfâl 8/38) Dolayısıyla ayette bahsedilenler;
Allah’ı, Peygamber’i ve onun getirdiği hak dini inkâr edip küfürlerinde ısrar
edenler; kalplerini, göz ve kulaklarını ilâhî irşada kapatanlardır. Bunlar,
netice itibariyle iman edip hidâyete erişmeleri mümkün olmayanlardır. Böyle
durumda olanlara, nebevî uyarı hiçbir fayda sağlamayacaktır.
Allah Resûlü (s.a.s.), âlemlere rahmettir. Bütün
insanlara karşı son derece şefkat ve merhamet sahibidir. Onun yufka yüreği,
hiçbir kulun ebedi nimetlerden mahrum kalmasına, üstelik nihayetsiz bir azaba
düçar olmasına razı değildi. Bu sebeple Efendimiz, insanları hidâyete erdirmek
için büyük bir aşkla gece gündüz çalışmıştır. Hatta bu hususta gösterdiği
fevkalade arzu sebebiyle zaman zaman uyarıldığı olmuştur. Şu âyet-i kerîme ne
kadar dikkat çekicidir:
“Rasûlüm! Onlar bu Kur’an’a
inanmıyorlar diye arkalarından üzülerek neredeyse kendini helak edeceksin!
Hayır böyle yapma!” (Kehf 18/6)
Bu sebeple, ayette küfürde ısrar edenlerin iman
etmeyeceklerinin beyânı, bütün gücüyle tebliğe devam eden Peygamberimizi
teselli etmektedir. Çünkü böyle bir neticenin ortaya çıkmasında, suç Peygambere
değil, kâfirlere aittir. O halde tebliğde de itidalli olmalı ve Allah’ın takdir
ettiği neticeye teslimiyet göstermelidir.
Allah Teâlâ peygamberlerini, ister inansınlar ister
inanmasınlar bütün insanları dine davetle vazifeli kılmıştır. Çünkü kimin iman
edeceğini, kimin etmeyeceğini bilen sadece O’dur. Bu kader sırrı bize gizlidir.
Tebliğ ve uyarının umûmi olarak yapılması, hiç kimsenin Allah’a karşı bir
mâzeret ve delilinin kalmaması içindir. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“Müjdeleyici ve korkutucu böyle
nice peygamberler gönderdik; tâ ki peygamberlerden sonra insanların Allah’a
karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri kalmasın!” (Nisâ 4/165)
“Şayet biz, kitap ve peygamber
göndermeden önce kendilerini aslında hak ettikleri bir felâketle helâk edecek
olsaydık, bu takdirde: «Rabbimiz, ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de,
böyle rezil ve perişan olmadan önce senin âyetlerine uysaydık!» diyeceklerdi.” (Tâhâ 20/134)
Bahsedilen kâfirlerin bir daha inanamayacak
olmalarının sebebine gelince:
7. Allah, küfürdeki inatları yüzünden onların kalplerine ve kulaklarına mühür vurmuştur. Gözleri üzerine de kalın bir perde gerilmiştir. İşte böyle kimseler için pek büyük bir azap vardır.
Bu âyette, kullarına engin merhametinin tabii bir
neticesi olarak onlara gönderdiği peygamberlerine karşı inkârcıların hakikati
görme, ona kulak verme ve mesajın keyfiyetini idrak etme adına herhangi bir gayrette
bulunmamak suretiyle adeta kendilerini kilitleyerek kalplerini mühürlenmeye
hazır hale getirmeleri beyân edilmektedir.
Ayette geçen اَلْخَتْمُ
(hatm) kelimesi, lügat olarak “mühürlemek” ve “mühür” mânasına gelir. Mektup
mühürlemek, kapı ya da oda mühürlemek gibi giriş ve çıkışa engel olmak
suretiyle bir şeyi emniyete almak da “hatm” kelimesiyle ifade edilir. “Kalp”
ise, Kur’ân-ı Kerîm’de iki mânada kullanılmıştır. Bedenin orta bölgesinde yer
alması ve maddi varlığımızın hayatiyetini sürdürmesinde çok önemli bir öz
olması itibariyle bir et parçası olan yüreğe kalp denildiği gibi, mânevî
varlığımızın özü ve insanî hakikatin merkezi olması yönüyle de nuranî ve rabbânî
latifeye kalp ismi verilmiştir. Çam kozalağı şeklindeki zahirî kalple, insanın
bütün duygularının hayat kaynağı olan manevî kalp, bir hakikatin iki yüzü
denebilecek şekilde iç içedir.
Kalbin ve kulağın mühürlenmesi ise, mânevî
istidatlarının sona ermesi ve içine imanın giremeyeceği bir hale gelip,
üzerlerine “bu kalbin inanması ve bu kulağın hakikat sözünü duyması mümkün
değildir” damgasının vurulmasıdır. Bu haliyle kalp ve kulağın, ilâhî hakikatler
karşısında tamamen duyarsız, idraksiz ve anlayışsız bir hâle gelmesidir. Böyle
kimselerin gözleri üzerinde de, hakikati görmelerine engel olan kalın bir mânevî
perde vardır; Hakk’ın varlığını gösteren âfâkî ve enfüsî delilleri göremezler.
Yüce Rabbimiz, hakka davet için peygamberler göndermiş
ve kitaplar indirmiştir. “De ki: «Gerçek, Rabbinizden gelmiştir. Artık dileyen iman etsin, dileyen
inkâr etsin!»” (Kehf
18/29) âyet-i kerîmesi gereğince insanları tercihte serbest bırakmıştır. Onları
zorla imandan alıkoymadığı gibi, küfre de zorla yönlendirmemiştir. “Allah’a
ve Rasûlü’ne iman edin” (Nisâ 4/136) âyeti bütün insanların imana muhâtap olduğunu
gösterir. “Onlara ne oluyor ki inanmıyorlar?” (İnşikak 84/20) kınaması ise, imandan men’, küfre de
zorlama olmadığının açık delîlidir.
Âyet-i kerîmede “mühürleme” fiili, Cenâb-ı Hakk’a
nispet edilmektedir. Zira vuku bulan bütün hadiseler Allah’a dayanmakta ve
O’nun kudreti ile meydana gelmektedir. Bir davranış ve amelin ortaya çıkması,
isteme ve girişimde bulunma cihetiyle kula, yaratma yönüyle de Allah’a nispet
edilmiştir. Bu bakımdan amellerin neticesinden kul sorumludur. Nitekim inkârda
ısrar edenlerin kalplerinin mühürlenmesi, yaptıklarının bir sonucu olarak
gerçekleştiğini âyet-i kerîmeler şöyle haber vermektedir:
“Aslında Allah, onların kalplerini
inkârları yüzünden mühürlemiştir.” (Nisâ 4/155)
“Önce dilleriyle inandıklarını
söyleyip, sonra kalpleriyle inkâr ettiklerinden dolayı kalpleri mühürlenmiştir.” (Münafıkun 63/3)
Allah Resûlü (s.a.s.), büyük küçük her türlü günahın,
nihayetinde kalbin mühürlenmesine olan tesirini şöyle izah eder:
“Günah ilk defa yapıldığı zaman, kalpte
kara bir leke olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfâr ederse kalp yine
parlar. Etmez de günah tekrarlanırsa, o leke de artar. Sonra arta arta bir
dereceye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar. İşte «Aslında onların işledikleri günahlar, kalplerini bütün bütün paslandırmıştır» (Mütaffifîn 83/14) âyetinin mânası
budur.” (İbn Mâce, Zühd 29; Tirmizî, Tefsir 83)
İnkarcıların kalplerinin mühürlenme sürecini
psikolojik bir tahlille şu şekilde açıklamak mümkündür: Bu kimseler, inkâr ve
günah yolunu tutmak suretiyle kalplerinin temizliğini süflî ve nefsânî
amellerle yok ederler. Kendilerine lütfedilen temiz fıtratlarını hayvânî ve
şeytânî sıfatlarla değiştirip bozarlar. Böylece onların temiz ruhları, beş
duyunun şiddetli arzusuna râm olarak çirkin sûret âlemine yönelir ve ulvî
muhabbetlere perdelenir. Sonra da nefsin yoldaşlığına ünsiyet peydâ etmeye
başlar. Rûh, nefisle beraberliği sebebiyle kötü özellikler kazanır. Artık
nefsin güzel gördüğünü güzel görmeye, onun haz aldığı şeylerden haz almaya ve
hayvânî meralardan nemâlanmaya başlar. Nihâyet rûhânî gıdâlardan kesilir, üns
bahçelerinde Hakk ile komşu olmayı ve yüce mekânları unutur. Nefsin esîri olan
insan, hüsran vâdîlerinde şaşkına döner ve şeytanın oyuncağı haline gelir.
Nankörlük edip nimetleri görmezden gelenler, ilâhî yardımdan mahrum kalır ve
hevâlarına yenik düşerler. Tehlikeli uçurumlardan yuvarlanarak nefisleri
dipdiri, kalpleri ise ölü bir hâle gelirler. Bunlara hiçbir uyarı fayda vermez.
Onların kalpleri, dünyevî lezzetlerin verdiği kasvet sebebiyle gayb âlemine
kapalıdır. Böyle kalpler, dünya muhabbetiyle örtülü ve nefse tâbi olmaları
sebebiyle iyice kilitlidir. Bu durumda olanlar için âyet-i kerîmede: “Onlar
Kur’an’ı inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde üst üste
kilitleri mi var?” (Muhammed 47/24) buyrulur. Bunlar kuds
bahçelerinden üns kokusu koklayamazlar. Ancak üzerlerine şekâvet ve bedbahtlık
rüzgârı eser. Neticede kalplerindeki kilitler üzerine bir de mühür vurulur. (Bursevî,
Rûhu’l-Beyân, I, 47)
Şunu da ifade etmek gerekir ki, hiçbir insan bir
diğeri hakkında kalbinin mühürlü olduğu bilgisine sahip olamayacağından, bu
yönde bir hüküm vermesi doğru değildir. Yine bilinmelidir ki, mühürlenen bir
kalbe sahip olan kişinin, Allah’ın dilemesi hariç, imana gelmesi imkânsızdır.
İman etmeden ve kalpleri mühürlü olarak âhirete
göçenlere ağır bir ceza, büyük bir azap hazırlanmıştır. “Azap”; tatlılığın yok
olması, acı, elem ve ızdırap demektir. Çünkü azap, hayatın tatlılığını, lezzet
ve halâvetini yok eder. Azabı tavsif eden “azîm” kelimesinde “büyüklük, çokluk
ve devamlılık” mânaları vardır. Dolayısıyla bu, cehennemde dâimî olarak azâba
uğramak; dehşeti, korkusu büyük; ateşten halkaları, susuzluğu, acı ve ızdırabı
çok olan azâba mahkum olmaktır. Bu, hem tehdit mânası ifade etmekte hem de âhirette
vaki olacak cezayı haber vermektedir. Ayrıca “azâp” ve “azîm” kelimelerinin
nekre olması, gerçek mâhiyetini Allah’tan başkasının bilmeyeceği pek çok ve pek
büyük azap çeşitlerinin bulunduğunu haber vermektedir.
Sûrenin başında önce şeref ve faziletleri sebebiyle
müttakîlerden, sonra onların tam zıddı olan kâfirlerden bahsedildi. Kur’ân
hidâyetine karşı kör ve sağır davranan bu grup hakkında söz fazla uzatılmadan
önemli vasıfları Sadece iki âyette bildirildi. Şimdi de bu iki grup arasında
gidip gelen ve hastalıklı bir şahsiyet sergileyen münafıkların durumuna dikkat
çekilmektedir. Onların hâl ve tavırlarından gelen on üç âyette tafsîlâtlı bir
şekilde bahsedilmiştir. Bu grup üzerinde uzunca durulması, hem tehlikelerinin
daha gizli ve daha büyük olması hem de imana gelme ihtimallerinin bulunması
sebebiyledir. Çünkü düşünce, niyet, hâl ve davranışlarının kötülüğünü ortaya
koymak; tâkîb ettikleri yolun yanlışlığını misâllerle anlatmak sûretiyle münafıklara
tesir etmek mümkündür. Bu vesileyle, kalplerinin yumuşaması ve içinde bulundukları
durumun doğru olmadığını anlayıp bundan vazgeçmeleri umulur. Böylece hastalıkları
iyileşir, manen temizlenir, İslâm’ın emirlerine boyun eğerek şu âyetle istisnâ
edilen kullardan olabilirler:
“Şüphesiz münafıklar cehennemin en
alt tabakasındadırlar. Onları oradan kurtaracak hiçbir yardımcı da bulamazsın.
Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini
tam bir ihlasla yaşayıp bütün samimiyuetleriyle Allah’a yönelenler başka. İşte
onlar gerçek mü’minlerle beraberdirler. Allah mü’minlere pek büyük bir mükâfat
verecektir.” (Nisâ 4/145-146).
Yüce Allah, İslâm toplumu için son derece tehlikeli
olan bu zümre hakkında mü’minleri uyanık tutmak, münafıkları da ihtar etmek
üzere onları ele verecek belli başlı vasıfları şöyle beyân buyuruyor:
8. İnsanlardan bir grup da vardır ki, gerçekte mü’min olmadıkları halde “Allah’a ve âhiret gününe iman ettik” derler.
Münafıklar, inanmadıkları halde başkalarını kandırmak
ve alay etmek gayesiyle sadece dilleriyle inandıklarını söyleyen iki yüzlü
kimselerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de münafıkların îtikâdî, amelî ve ahlâkî bakımdan
pek çok vasıfları yeri geldikçe açıklanmıştır. Bu âyetlerde onların daha çok
îtikâdî yönden hastalıklarına dikkat çekilmiştir.
Münafıkların burada zikredilen birinci vasfı, kalben
îman etmedikleri hâlde dilleriyle Allah’a ve âhiret gününe îman ettiklerini
söylemeleridir. Münafık denildiğinde anlaşılması gereken esas mâna da budur.
Bu âyet, nifaklarında ısrar eden ve müslümanları
kandırmaya çalışan münafıkların üzerindeki gizlilik örtüsünü parçalamış ve iman
konusundaki aldatıcı beyânlarının arka planını deşifre etmiştir.
Mü’min olmak için sadece söz kâfi değildir. Îmanın
aslı ve kökleri kalptedir. Önce kalp tasdik etmeli, dil ikrârda bulunmalı,
ameller de bunu desteklemelidir.
Îman etmediği hâlde münâfığı mü’min olduğunu söylemeye
sevkeden iki temel sâikten bahsedilebilir:
Birincisi; İslâm toplumuna daha büyük zarar verebilmek
için kendini gizlemesi,
İkincisi; korkaklık ve menfaatperestlik gibi
zaaflarından dolayı safını netleştirmeyip nereyi güvenli ve menfaatli görürse
kendini oraya nisbet etmesidir.
Münafıkların ikinci vasfı, “inandık” şeklindeki yalan
beyânlarıyla Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışmalarıdır:
9. Bu halleriyle güyâ Allah’a ve iman edenlere oyun ediyorlar. Halbuki onlar, sadece kendilerini aldatırlar da, bunun farkına varmazlar.
Bir insan aldatma işine, genelde, zarar verebilecek
şeylerden korunarak kendini garanti altına almak veya yapmak istediği bir
kötülüğü gizlemek ya da belli bir fayda elde etmek maksadıyla teşebbüs eder.
Başkalarını aldatmak dinî, insanî ve ahlâkî yönlerden karaktersizliğin ve
olgunlaşmamış bir kişiliğin göstergesi sayılmıştır. Buna inançta münafıklık ve
amelde gösteriş misal verilebilir.
Münafıkların, bütün gizlilikleri bilen ve her şeyden
haberdar olan Allah’ı aldatmaları asla mümkün değildir. Onlar, Allah’ın zâtını
ve sıfatlarını hakkiyle tanımadıklarından dolayı Allah’ı aldatabileceklerini
düşünmüşlerdir. Ayetteki “Allah’ı aldatma” ifadesiyle, Allah’ın Rasûlünü
aldatma da kastedilmiş olabilir. Çünkü Rasûl, Allah adına söz söyleyen, O’nun
emir ve nehiylerini tebliğ eden kişidir. Dolayısıyla burada Allah lafzının
zikredilip Hz. Peygamber’in kastedilmesi, Peygamberi aldatmaya teşebbüsün
Allah’ı aldatmaya kalkışmak kadar büyük bir cür’et olduğuna işaret etmektedir.
Nitekim Kur’an, Peygambere itaati Allah’a itaat (Nisâ 4/80), Peygamber’e biatı
da Allah’a biat (Fetih 48/10) saymıştır.
Yapılan açıklamalardan anlaşılacağı üzere münafıklar,
görünürde mü’minleri aldatmaya çalışmaktadırlar. Onlar, yanlış düşüncelerine
göre, kendilerini mü’minlerden gelebilecek zarardan korumak, onlara yapacakları
kötülüğü gizlemek ve maddî-manevî bir kısım menfaatler elde etmek üzere aldatma
yoluna baş vurmaktadırlar.
Münafıklar, mü’minleri aldatmaya kalkışmakla gerçekte
kendilerini aldatmaktadırlar. Bu gayr-i ahlâkî tutumlarının zararı nihâyetinde
kendilerine dönecektir. Zira Allah Teâlâ Peygamberine onların gerçek yüzlerini
haber verecek, böylece dünyada rezîl-rüsvâ olacaklardır. Âhirette ise can
yakıcı bir azâba uğrayacak, cehennemin en alt tabakasına gireceklerdir.
Allah’ın rızâsını ve ebedi olan âhiret hayatını kaybetmekten daha büyük bir
ziyân düşünülemez. Onlar bu hakîkati, içinde bulundukları bâtıl duyguları sebebiyle
fark ve hissedemeyecek kadar şuursuzdurlar.
Ayetteki “bunun farkına varmazlar” ifadesi, münafıkların,
nefsânî ve dünyevî hesaplarla his, şuur ve bilinç gibi nitelik ve
kabiliyetlerini perdelemiş olduklarını bildirir. Bu yönleriyle onlar, şu ayette
anlatılan inkârcı kâfirlerle aynı durumdadırlar: “…onların
kalpleri var, fakat bununla gerçeği anlamazlar; gözleri var onunla görmezler;
kulakları var onunla işitmezler. Hâsılı bunlar hayvanlar gibidirler, hatta
onlardan daha şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar da bunlardır.” (A‘râf 7/179)
Münafıkların üçüncü vasfı, kalplerinde hastalık
olmasıdır:
10. Kalplerinde bir hastalık vardır; Allah, hastalıklarını daha da artırmıştır. Yalan söylemeleri sebebiyle onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Bu âyet, münafıklarda bulunan kötü sıfatların
kaynağını açıklamaktadır. Buna göre onların sergiledikleri her türlü kötü tutum
ve davranışların temelinde sahip oldukları söz konusu hastalık
yatmaktadır. Kalplerinde bulunan
hastalıktan maksat, maddî kalplerine arız olan bir hastalık değil, şahsiyetsizlik
ve inkârlarından kaynaklanan yalan başta olmak üzere nifak, cehâlet, şüphe,
haset gibi insanı helâke sürükleyen mânevî kalbin hastalıklarıdır. Cenâb-ı Hak,
benzer bir ifadeyi münafıklardan ayrı olarak henüz iman ile mutmain olmayıp
kalplerinde bir nevi şüphe veya tereddüt kalmış olanlar için de kullanmaktadır.
(Enfâl 8/49; Ahzâb 33/12, 60)
Münafıklar, her insan gibi, fıtraten kalpleri temiz ve
hastalıksız olarak yaratılmışlardır. Sözü edilen hastalık bizzat kendilerinden
kaynaklanmıştır. Yanlış düşünce, tutum ve davranışları sebebiyle kalplerinin
safiyetini kaybetmesine ve hastalanmasına kendileri yol açmışlardır. Aslında bu
hastalığın tedavisi mümkündür. Fakat bunu samimiyetle talep etmek gerekir.
Halbuki münafıklar böyle bir talep ve gayrette bulunmadıkları, gönüllerdeki
hastalıklara şifa olan Kur’an’a sarılmadıkları gibi, tam aksine hastalıklarını
artıracak yollara tevessül etmektedirler. Erken teşhis ve tedavi edilmeyen
maddî hastalıkların zamanla daha da ilerlemesi gibi, mânevî hastalıklar da
vaktinde tedavi edilmedikleri sürece artar ve derinleşir. Cenâb-ı Hakk’ın, insanların
iman-küfür gibi kalbî hallerine ve psikolojik durumlarına yönelik koymuş olduğu
kanun (sünnetullâh) böyle cereyan etmektedir. Bu gerçek, âyet-i kerîmede her
şeyin yaratıcısı olması cihetiyle “Allah Teâlâ, onların hastalıklarını daha da
artırmıştır” şeklinde ifade edilmiştir. Ayetin bu kısmı, “Allah onların
hastalıklarını artırsın!” şeklinde de anlaşılmıştır. Böylelikle münafıklar,
Allah’ın lânetine uğrayan azılı inkârcı gruplardan olmuşlardır.
Münafıkların hastalıklarını artıran sebepler arasında,
İslâm davetinin günden güne yayılıp gelişmesi ve bunun karşısında toplum
içindeki mevkilerini kaybetme endişesi, başta savaş olmak üzere nefse zor gelen
bir takım sıkıntıların ortaya çıkması ve inen her yeni âyetin ilâve
yükümlülükler getirmesi sayılabilir. Daha da önemlisi onların ilâhî lutuf ve
inâyetten mahrum bırakılmış olmalarıdır. Bu durumda olan kimseler, kalbî
sıkıntılardan, ruhî bunalımlardan ve çeşitli keder ve endişelerden bir türlü
yakalarını kurtaramazlar.
Âyetin son kısmı olan “Yalan söylemeleri sebebiyle
onlar için pek elem verici bir azap vardır” ifadesi, münafıkların dünyada
ve özellikle âhirette acı verici, daimî bir azap içerisinde kalacaklarını
bildirir. Kıyâmet günü, onların kalpleri hasret ve pişmanlıktan yanacak,
mü’minlerin nâil oldukları büyük nimetleri gördükçe kaybettiklerinin acısıyla
perişan olacaklardır. Esas acı ve sıkıntıyı ise sonu olmayan cehenneme girmekle
tadacaklardır.
Münafıkları, acı veren azaba sevkeden temel sebep,
onların “inandık” sözlerinde yalancı olmalarıdır. Yani gerçekte inkârcı
olmaları sebebiyle bu duruma düşmüşlerdir. Yalan, mutlak olarak, dinî, insanî
ve ahlâkî yönlerden çirkin bir fiil olarak görülmüştür. Bir hadis-i şerifte,
yalancılık, insanı yoldan çıkarıp günahlara sevkeden ana âmil olarak
gösterilmiştir. (Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105) Bir başka hadis-i
şerifte ise yalancılık, bu ve benzeri âyetlerden mülhem olarak münâfığın üç
alametinden biri olarak zikredilmiştir: “Münafığın alâmeti üçtür:
Konuştutuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez ve kendisine bir
şey emanet edildiğinde hıyânet eder.” (Buhârî, Şehâdât 28; Müslim, İman
107) Hadiste zikredilen üç vasıf, öncelikle itikâdî ve dinî açıdan
değerlendirilmelidir. Günlük hayatta bir mü’minin yalan söyleme, sözünde
durmama ve emanete hıyanet gibi dînen ve ahlâken kötü olan tutum ve
davranışlarda bulunması, onu gerçek münafık grubuna sokmasa da, onu büyük bir günahın
içine düşürdüğü muhakkaktır.
Âyetin sonundaki يَكْذِبُونَ
(yekzibûn) “yalan söylerler” fiili, diğer bir mütevâtir kıraatte يُكَذِبُونَ
(yükezzibûn) şeklinde de okunmuştur. Buna göre âyet, münafıkların çokça ve
devamlı surette yalan söylediklerini veya doğru olanı kabul etmeyip
yalanladıklarını ifade eder. Bu açıklamadan anlaşılır ki, münafıklar yalancı
olmalarının yanı sıra, doğruyu kabule yanaşmama ve onu reddetme hastalığına da
müptelâdırlar. Böyle kimseler eğriyi doğru, doğruyu eğri görür ve gösterirler.
Hak dini benimsemelerine mâni olan temel sebep de işte budur.
Münafıkların kalplerindeki hastalıktan bahseden bu
âyetten, Hakk’a vâsıl olma yoluna girmiş takvâ yolcuları, kendileri için şöyle
bir işârî mâna çıkarmışlardır: Nifak hastalığına yakalanmış bir kimse tedavi
görerek aslî ve fıtrî olan iman haline döndüğü takdirde âhiret azabından emin
olacağı gibi, Allah’a giden mânevî yolculuğunda mürid de, seyr ü sülûküne mâni
olacak inkâr, şüphe, tereddüt hastalıklarından, daha genel bir ifadeyle mâsivaya
meyilden kalbini arındırarak muradını elde etme isteğinde samimi olduğu
takdirde vuslat hakîkatlerine vâsıl ve sıdk bereketlerine nâil olacaktır. Bu
yolculukta mürid, sözü edilenleri yapmaz ve ibâdetleri ihmal ve samimiyetsizlik
türü hastalıklar taşırsa kendisi ile cennet dereceleri arasına engeller konur.
Şayet iradesi hastalıklı olursa bu durumda kendisi ile Allah’a yakınlık ve
münacât makamları arasına engeller konur. Dünyaya yönelen ve hevâsına tabi olan
kimsenin aldanış yurduna bağlanıp kalması, kalbi için büyük bir hastalıktır.
Onun dünya hırsı arttıkça kalbî hastalığı da artar. Nefsânî hevesleri
istikametinde dünyaya dair ne zaman bir şey elde etse, elde edemediği şeylere
karşı hırsı kat kat artar. Hırsla elde ettiği her bir dünyalığın ardından hemen
cezasını da görür. Allah’ın ona verdiği dünyevî cezalardan birisi himmetinin
dağınıklığı, sonra buna bağlı olarak huzursuzluk, kin ve nefret saçan bir
hayattır. Zira o, Mevlâ’sından yüz çevirip bu hayatı tercih etmiştir. Hevâsına
tabi olmayı seçmesi sebebiyle doğru dürüst ne bir fayda ne de rahat yüzü görür.
Mevlâ’sının dostluğundan yüz çevirenin cezası işte budur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât,
I, 23-24)
Münafıkların dördüncü vasfı, bozguncu olmalarıdır:
11. Onlara: “Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!” dendiği zaman, “Hayır! Biz ancak ıslah edicileriz” derler.
12. Dikkat edin! Onlar bozguncuların ta kendileridir; fakat bunun farkına varmazlar.
Türkçe’ye genelde “bozguncu” olarak çevrilen الْمُفْسِدُ
(müfsid) kelimesi “fesâd” kelimesinden gelmektedir. Fesâd, bir şeyin faydalı
olmaktan çıkması, normal hâlinden uzaklaşması ve bozulması mânalarına gelir. Ayrıca
doğru olanı bırakıp, yanlış olana geçmek, gerçeğe teslim olmamak ve bozgunculuk
yapmak anlamları da vardır. Bu kelimenin zıddı “sulh” ise barış, ıslah etmek,
bozulan bir şeyi tamir etmek, bir şeyi iyi ve sağlam yapmak anlamınadır. Buna
göre fesat, her türlü zararı, sulh ise her türlü faydayı içine alır. Âyette
geçtiği şekliyle “müfsid”, bozgunculuk yapan; bir şeyi bozup faydalı olmaktan
çıkaran, daha açık bir ifadeyle işi gücü fesat çıkarmak olan kimsedir.
Münafıkların yaptıkları bozgunculuk, insanlar arasındaki
münâsebetleri bozarak toplumda düzensizliğin meydana gelmesine sebep olmaktır.
Meselâ onlar, müminlerin sırlarını kâfirlere söyleyerek onları mü’minlere karşı
kötülük yapmaya yönlendiriyorlardı. Ayrıca kâfirlerle dostluk kurarak,
insanları hidâyet yollarından uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Böylece münafıklar,
tarih boyunca içinde yaşadıkları toplumlarda fitne unsuru haline gelmişler,
sulh ortamını bozarak insanları birbirine karşı kışkırtmak suretiyle neticesi
savaşlara kadar varan düşmanlıklara sebep olmuşlardır.
Aslında en büyük bozgunculuk, Allah’a isyan etmektir.
Zira dinin emirleri ve nehiyleri hem dünya hem de âhiret hayatını en iyi
şekilde tanzim ve sulh ortamını temin etmek için konulmuştur. Bu itibarla dini
emirler terk edilip, herkes nefsinin arzusuna göre hareket ederse, o takdirde
her tarafı fesat, kargaşa ve anarşi kaplayacağında şüphe yoktur.
Toplumda fesat ve kargaşaya sebep olan münafıklara
bozgunculuk yapmamaları söylenince “Biz Sadece ıslah edicileriz” derler.
Yapılan şiddetli bir uyarıya karşı, vicdanlarına dokunduğundan dolayı
psikolojik olarak o nispette tepki gösterirler. “…Size samimi
olarak nasihatte bulundum. Fakat siz nasihat edenleri sevmiyordunuz” (A‘râf 7/79)
ayeti gereğince nasihat edeni benimsemez; ona kulak verecek yerde tam aksi bir
istikamette cevaba yeltenirler. Esasen gururlarını rencide eden bu nasihatin
muhtevasına uymanın, hastalıklarını tedavide ne kadar önemli olduğunu
bilselerdi, böyle demezlerdi. Yine onlar, kalplerinde bulunan hastalık
sebebiyle, idrakleri köreldiğinden yaptıklarının güzel bir şey olduğuna inanmış
ve ifsadı ıslâh olarak tasavvur etmişlerdir. Yahut böyle söylerken, inkâr etmek
suretiyle yaptıkları fesat ve bozgunculukları örtmeye çalışmışlardır.
Hangi yola girerlerse girsinler, hangi mazeretin
arkasına sığınırlarsa sığınsınlar, kendilerini ne kadar tezkiye ederlerse
etsinler ilâhî fermanın beyânıyla onlar, bozguncuların ta kendileridir. Zira
kalpleri bozuk, itikatleri bozuk, söz ve fiilleri de bozuktur. Bu kadar bozukluktan
nasıl bir ıslah zuhur edebilir? Bu sebeple ayet, oldukça tekitli bir üslupla
onların kanaatlerini ve söylediklerini yalanlamakta; onları kelimenin tam mânasıyla
“müfsit” olarak nitelemektedir. Fakat onlar bu gerçeğin farkında değildirler.
Zira manevî his yolları kapanmış ve bilinçleri kaybolmuştur. Ayet aynı zamanda
mü’minleri de, münafıklar karşısında uyanık olmaya ve onların hakikate aykırı
sözlerine aldanmamaya davet etmektedir.
Münafıkların beşinci vasfı, onların sefih yani aptal
ve beyinsiz kimseler olmalarıdır:
13. Onlara: “Şu mü’minlerin iman ettiği gibi siz de iman edin!” dendiği zaman: “Şu aptal ve akılsızlar gibi mi iman edeceğiz?” derler. Şunu bilin ki, asıl aptal ve akılsız olan kendileridir; fakat bunu da bilmezler.
Onlar bir önceki ayette yeryüzünde fesat çıkarmaktan
nehyedilmişlerdi. Bu ayette ise onlara diğer “insanlar” gibi iman etmeleri
emredilmektedir. Ayetteki “insanlar” dan maksat, Peygamberimiz ve ona inanan
mü’minlerdir. Zira iman, akıl ve idrakleri itibariyle gerçek insanlık şerefine layık
olanlar, onlardır. اَلسَّف۪يهُ (sefîh) kelimesinin aslı olan
“sefeh” sözlük olarak görüş ve gidişatta hafiflik, yufkalık, fikirsizlik ve
temkinsizliktir. Bunlar akıl noksanlığından doğar. Dolayısıyla sefehin zıddı,
ağır başlılık ve akıllı olmaktır. Terim olarak sefeh ise, akıl ve dinin
gereklerinin zıddına hareket etmektir.
Münafıklara, hakiki mü’minler gibi, nifak
şâibelerinden uzak ve ihlâslı bir şekilde iman etmeleri söylenince; kendilerine
yapılan bu güzel tavsiyeye karşı çıkarlar. Ruhen duydukları rahatsızlık
sebebiyle o vakûr ve kâmil mü’minlere hakarete yeltenirler. Onları, sahip
oldukları kamil sıfatların zıddı ile vasfederek, “ne yâni, şimdi kalkıp da şu
beyinsizlerin, akılsızların inandığı gibi mi inanalım?” derler. Onların
“süfehâ” yani akılsız ve beyinsiz olarak niteledikleri kimseler genel anlamda
kâmil insanlar, mü’minler veya iman etmiş belli şahıslardır.
Menfaatlerini her şeyin önünde gören münafıkların
böyle söylemeleri, şu iki sebepten kaynaklanır. Birincisi, Allah’a ve âhirete
imanları olmadığından, kendi akıllarınca böyle bir iman uğruna her türlü fedakârlığa
katlananlar, sefih kimselerdir. İkincisi ise kendilerine örnek gösterilen
mü’minlerden birçoğunun fakir ve çaresiz kimseler olmasıdır. Onlara göre, müslümanların
imanları uğruna inanmayan bütün insanları kendilerine düşman edinmeleri
ahmaklık ve akılsızlıktan başka bir şey değildir. İşte bu sebeple onlar,
İslâm’ı samimiyetle kabul edip, kendilerini her türlü eziyet, zorluk ve
tehlikelere atan kimseleri aptal ve sefih olarak nitelerler.
Münafıklar, bu sözü, mü’minlerin yanında değil,
gizlice ve alay yollu söylüyorlardı. Allah Teâlâ, Peygamberini ve mü’minleri
bundan haberdar etmiştir. Üstelik asıl sefihliğin, hafifliğin ve basîretsizliğin
münafıklar için geçerli olduğunu ve gerçek sefihlerin de onlar olduğunu haber
vermiştir. Zira onlar, içinde bulundukları cehâletin farkında olmadıkları gibi,
fâni menfaatleri uğruna en büyük kazanç olan ebedi âhiret hayatını kaybetmektedirler.[1]
Gerçeği kabule davet edilen münafıkların, müslümanları
sefihlikle suçlamalarından hareketle âyetten şöyle bir işaret
çıkarılmıştır: Kendini zengin görüp
malıyla gururlanan ve bu hâliyle fakir mü’minleri küçük gören kişilerin hali de
aynen böyledir. Onlara kalben dünyayı terk etmeleri söylenince, rüşd ve kemâl
ehlini tembellik ve acizlikle suçlarlar. Fakirlerin hiçbir değeri olmadığını
söylerler. Zira onların ne malı, ne şöhreti, ne rahatı ne de geçinebilecekleri
bir şeyleri vardır. Hakikatte ise gerçek fakirler ve mihnet sahipleri, işte
kendini zengin sanan o mağrurlardır. Zira onlar zillet korkusuyla zillete,
hakirlik korkusuyla da hakirliğe düştüler. Saraylar bina ettiler fakat fazla
geçmeden kabirleri mesken tuttular. Bir beşikten ibaret olan dünyayı tezyin
ettiler, fakat kabre mahkum edildiler. Dünyada gaflet meydanlarında dolaştılar,
fakat neticede hasret vadilerinde perişan oldular. Yakın zamanda gerçeği bilecekler,
fakat o zaman bu bilgileri kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir. Allah muhafaza
eylesin! (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 25)
Münafıkların altıncı vasfı, ikiyüzlü olmalarıdır:
[1] Münafıklar
hakkında 9. ayette geçen مَا يَشْعُرُونَ (mâ yeş‘urûn) “farkında
değillerdir” sözü, onlarda “farketme, hissetme” özelliğinin; 12. ayette
geçen
لَا
يَشْعُرُونَ
(lâ yeş‘urûn) “farkında değillerdir” kaydı ise onlarda
geleceğe yönelik “firâset, zekâ ve anlayışın” olmadığını haber verir. 13.
âyetteki
لَا
يَعْلَمُونَ
(lâ ye‘lemûn) “bilmezler” ifadesi ise onların bu halleriyle
“gerçek bir bilgiye ulaşamayacaklarını ve sürekli zan ve vehimlerine tabi
olacaklarını” belirtir. Burada şöyle ince bir mâna ve tenbîhin varlığı söz
konusudur: Birincisinde münafıkların, Allah ve mü’minleri aldatma
teşebbüslerinde hissiz ve şuursuz davrandıkları, dolayısıyla koyu bir cehâlet
içinde bulundukları açıklanır. İkincisinde “hissi olmayanın firâset ve aklı da
olmaz” gerçeğinden hareketle, yapılan uyarıları kavrayamayacakları; üçüncüsünde
ise “ilim akla tabi olduğu için aklı olmayanın ilmi de olmayacağı”ndan, yapılan
tenbîh ve ikazların mâhiyetini bilemeyecekleri ifade edilir.
14. İman edenlerle karşılaştıklarında “inandık” derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise: “Emin olun! Biz sizinle beraberiz, onlarla sadece alay ediyoruz” derler.
الشَيَاط۪ينُ (şeyâtîn) kelimesi “şeytanlar”
demektir. Şeytan ismi, özelde Allah’a isyan ederek O’nun lânetine uğramış İblîs’e
verilen bir isim olmakla birlikte, ayrıca kibirli, âsi, zarar verici, hak
yoldan saptıran insan ve cinler için de kullanılmıştır. (En‘âm 6/112) Burada
“şeytanlar”dan maksat özellikle münafıkların reisleri ve küfrün elebaşlarıdır.
“İstihzâ” kelimesi ise hafife alma, alay etme, izzet ve haysiyetini kırma ve
karşıdakini câhil sanma gibi mânalara gelir.
Âyette, hastalıklı bir karaktere sahip olan münafıkların,
yaşadıkları toplum içinde menfaatlerini koruyabilmek ve farklı inanç gruplarına
eşit mesafede durabilmek için nasıl bir uğraş içine girdikleri görülmektedir.
“İnandık” sözüyle mü’minlerin gözlerini bağlamak isterler. Mü’minlerden ayrılıp
dostlarıyla baş başa kaldıklarında ise: “Biz sizin dostunuzuz ve sizinle
beraberiz. Hiçbir şekilde sizden ayrılmayız” derler. “Niçin kelime-i şehâdet
getiriyor, mü’minlerle beraber oluyor, onların topluluklarına katılıyor ve
onlarla birlikte hacca gidiyor ve cihad ediyorsunuz?” gibi sorulara da: “Biz
bunu ancak onlarla alay etmek için yapıyoruz. Gerçek mânada iman etmek
gönlümüzden dahi geçmiyor. Onlara hem dışımızın, hem de içimizin dinlerine
uygun olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Gayemiz, müslümanların ganimetlerine
ortak olmak, kızlarını nikâhlamak, sırlarını öğrenmek, malımızı, çocuklarımızı
ve âilemizi onların ellerine düşmekten kurtarmaktır” derler. İşte: “Onlar,
mü’minlerle kâfirlerin arasında bocalayıp duranlardır. Tam olarak ne mü’minlere
ne de kâfirlere bağlanabilirler” (Nisâ 4/143) âyet-i kerîmesi onların bu
perişan ve dağınık hallerini tasvir eder.
Münafıkların, zâhiren inandıklarını beyânla müslümanlarla
alay ettiklerini söylemeleri üzerine, onların bu sözleri şöyle reddediliyor:
15. Asıl Allah, onlarla alay etmekte ve azgınlıkları içinde basîretsiz bir halde dolaşıp durmalarına mühlet vermektedir.
“Allah’ın alay etmesi”nden maksat, münafıkların
mü’minlerle alay edip şeref ve haysiyetleriyle oynamalarının cezasını
vermesidir. Dolayısıyla burada benzer lafızla farklı mâna kastedilmiştir.
Allah Teâlâ’nın, nifak ehlinin alaylarına mukabelesi
şu yollarla olabilir:
Müminlerle alay etmelerinin zararını kendilerine
döndürür. Neticede hor ve hakir olarak alay edilecek perişan bir duruma
düşerler. Müminlere ise ciddi bir zarar veremezler.
Dünyada onlara müslüman muamelesi yapılmasını emreder,
onların azgınlıklarına mühlet verir, mal ve nimetlerini artırır. Pek çok lutuf
ve ihsanda bulunur. Böylece onlar, Allah’ın kendilerinden razı olduğunu
sanırlar. Halbuki Allah, onları derece derece azaba yaklaştırmaktadır. Âhirette
de kesinlikle onlara azap edecektir. Bu mânada Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Aziz ve celil olan Allah’ın bir kula,
isyana devam ettiği halde sevdiği şeyleri verdiğini görürseniz, bilin ki bu
Allah tarafından bir istidrâc yani derece derece azaba yaklaştırmaktır”.
Sonra şu âyet-i kerîmeyi okudu:
“Kendilerine verilen öğüt ve
yapılan uyarıları unutunca, bu defa üzerlerine bütün nimetlerin kapılarını
açtık. Nihayet kendilerine verilen nimetler yüzünden iyice şımardıkları sırada,
onları ansızın yakalayıverdik de birdenbire bütün ümitlerini yitirdiler.” (En‘âm 6/44; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 145)
Âhirette ise münafıklar cehennemin en alt tabakasında
azap görmekte iken cennet nimetleri içinde yaşayan mü’minler de onlara
gülerler. Bu gerçeğe işaret edilmek üzere âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“İşte bu gün de, iman edenler o kâfilere gülerler. Koltuklar
üzerine oturmuş, onların cehennemdeki hallerini seyrederken! Nasıl, buldu mu o
kâfirler yaptıklarının tam karşılığını?” (Mutaffifîn
83/34-36)
Âyette اَلطُّغْيَانُ
(tuğyân) kelimesi, küfre iyice dalmak, azgınlık yapmak ve isyanda haddi aşmak mânalarına
gelir. Bu vasfın münafıklara izâfe edilmesi; tuğyanın onlarda galip bir sıfat
olduğunu gösterir. اَلْعَمَهُ (‘ameh) kelimesi ise,
hangi yöne gideceğini bilememek, şaşkınlık ve tereddüt içinde olmaktır. Basîret
ve fikir körlüğü demektir. Allah Teâlâ, onlara mühlet verir de, alay etmelerine
bir ceza olarak dünyada şaşkınlık, tereddüt ve basîret körlüğü içinde bocalayıp
dururlar. Yahut, Allah onların azgınlıklarını artırır da işe yarar bir duygu ve
düşünceleri olmaksızın basîretsiz bir halde dolaşır dururlar. Küfür içerisinde
şaşkın şaşkın gidip gelirler.
Münafıklar, hür iradeleriyle doğru yolu bırakıp
sapıklığı almışlar, iman yolunu terk edip küfür yolunu tercih etmişlerdir.
İnsan, ancak sevdiği şeyi satın alır. Dolayısıyla onlar, küfrü imandan daha çok
sevmişlerdir:
16. Doğru yola karşılık sapıklığı satın alanlar işte onlardır. Bu sebeple ticâretleri kâr etmemiş ve doğru yolu da bulamamışlardır.
Münafıklar yaptıkları bu alışverişte kazançlı
çıkmamışlar, bilakis tam bir zarara uğramışlardır. Zira onlar, karlı ticâretin
hangi şartlar altında yapılacağını bilememişlerdir. Ticâretten maksat; kâr elde
etmekle beraber, sermâyeyi korumaktır. Onların sermâyeleri selîm fıtrat ve
temiz bir akıldır. Yaratılışta ilâhî bir mevhibe olarak kendilerine bu
bahşedilmişti. Bu sermayeyi kullanarak, yine ilâhî bir ihsan olarak kendilerine
lutfedilen Kur’an ve Peygamber hidâyetini kabul etmiş olsalardı büyük bir
kazanç elde edeceklerdi. Fakat bunlar, yanlış îtikâtlara saplanınca fıtrat-ı
selîmeleri yâni hidâyeti kabul edebilme melekeleri arızâlanmış ve böylece
akılları da bozularak tam bir sefih olmuşlardır. Neticede cennet ve ebedi
nimetleri kazandıracak hidâyeti vererek dünyada zilleti, ukbada ise ebedi azap
mekanı olan cehennemi satın almışlardır.
Âyet-i kerîmede şöyle latîf bir işaret ve ince bir mâna
vardır: Nefsânî hazları ilâhî hakikatlere tercih edenlerin alışverişleri zarar
etmiştir. Âhireti bırakıp dünyaya râzı olanlar da apaçık bir hüsrân
içindedirler. Dünyayı ve ukbâyı Hak Teâlâ’ya tercih edenler ise daha büyük bir
ziyan içindedirler. Nimetleri kaybedenler aldanmış olurlarsa; nimetlerin gerçek
sahibi olan Allah’a münâcâttan uzak düşenler, gönül âleminde O’na yöneliş ve O’nun
tecellilerini müşâhededen mahrum kalanlar, elbette en çok aldananlar olacaktır.
(Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 26)
Buraya kadar münafıkların birtakım ayırıcı vasıfları
anlatıldı. Gelecek ayetlerde ise, muhatapların zihnine iyice yerleşmesi için
onların mânevî durumları misallerle izah edilmektedir:
17. Münafıkların misâli, karanlıkta ateş tutuşturmaya çalışan bir insanın hali gibidir. Ateş o kişinin etrafını aydınlatınca Allah, aydınlıktan faydalanması gerekenlerin nurlarını söndürür, onları karanlıklar içinde ve hiçbir şey göremez halde bırakır.
Misal vermekten maksat, gizli olanı açık olana, görülmeyeni
görülene benzeterek anlatmaktır. Bu, konunun kolayca anlaşılmasını temin
bakımından fevkalâde tesirli ve faydalı bir metottur. Kur’ân-ı Kerîm, pek çok konuyu
daha kolay anlaşılabilmesi için misallerle anlatır.
Bu âyetteki temsille, münafıkların hayret verici
durumları gözler önüne serilmektedir. Burada “ateş yakan bir insan”dan
bahsedilir. Ateşi yakan münafıkların reisi veya bütün münafıklardır. Onlar
sadece dilleri ile müslüman olduklarını söyleyince kanlarını, mallarını ve çocuklarını
emniyet altına almışlar; ganimet mallarından ve müslümanlara tatbik edilen
diğer İslâmî hükümlerden faydalanmışlardır. Bu da iman nurunun dünya hayatında
onlara sağladığı geçici bir faydadır. Fakat bu, öldükten sonra kendilerine bir
fayda vermeyecektir. Dünya hayatının kısalığı ve geçiciliği, âhiretin ise
ebediliği ve kalıcılığı nazara alınarak böyle bir münafığın durumu, ateş yakıp
ondan pek az istifade eden ve hemen ateşi bir daha yanmayacak şekilde kökünden
sönüveren ve böylece ebedî karanlıklar içinde kalan adamın durumuna benzetilmiştir.
Esasen onların iman nurundan dünyadaki istifadeleri de görünüşte bir
istifadedir. Hakikatte ise iç âlemleri itibariyle şüphe ve küfrün
karanlıklarında ızdırap içinde bocalamaktadırlar. Dinî ve itikadî bakımdan
şaşkınlık ve karanlıklar içinde olmak ise dünyevî karanlıklar içinde kalıp yolu
şaşırmaktan daha kötüdür. Nitekim gelen âyet, onların mânevî açıdan içinde
bulundukları hazin durumu daha net bir şekilde aksettirmektedir:
18. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Bu sebeple artık gerçeği kabule dönemezler.
Münafıklar, zâhiren işitiyor, konuşuyor ve görüyor
oldukları için ayeti hakiki mânasına yani maddi cihete hamletmek mümkün
değildir. Burada mecazi mâna vardır: Onlar, Allah’tan gelen gerçeklere karşı
sağırdırlar; ona asla kulak vermezler ve kabul etmezler. Onlar bu hakikatleri
ifade etmek bakımından dilsizlerdir. Onlar, hakikate karşı kördürler. Kendilerini
hidâyete götürecek ve ibret almalarını sağlayacak bakıştan ve basîretten mahrûmdurlar.
Çünkü gönüllerinde, imanın tam zıddı olan nifak yer etmiştir. Hâsılı onlar,
anlatılan özelliklere sahip olduklarından dolayı sapıklıktan kurtulup doğru
yola asla dönemezler.
İnsanı hidâyetten uzaklaştıran basîret körlüğünün üç
sebebi vardır:
Bedeni, Allah Teâlâ’ya isyân sayılabilecek işlerde kullanmak,
Allah’a tâatta samimiyetsiz ve riyakârane davranmak,
Ümitlerini Allah’a bağlayıp ihtiyaçlarını O’na arzetmek yerine,
yaratıkların elindekilere göz dikmektir. İşte bu şekilde basîret körelince kul,
Hak’tan yüz çevirip halka yönelir ve hakikat yollarına dönüş zorlaşır.
İslâm hidâyetinden mahrum kalanların dünyadaki halleri
böyle olduğundan âhirette de benzeri bir azâba uğratılacaklardır. “Kıyamet günü
onları kör, dilsiz, sağır olarak yüzüstü haşrederiz” (İsrâ 17/97) âyet-i kerîmesi bu gerçeği haber verir.
Onlar Cenab-ı Hakk’a: “Rabbim! Beni niçin kör olarak dirilttin? Oysa ben dünyada gözleri
gören biriydim” diye itiraz eder. Yüce
Allah: “Evet, böyle! Âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları nasıl
unutup bir kenara attıysan, bugün de sen işte öylece unutulur, bir kenara
atılırsın!” buyurur. (Tâhâ 20/125-126) Dolayısıyla onlar
kıyâmet günü Allah’ın selâmını işitemez, iltifâtına nâil olamaz ve O’nun
cemâlini seyredemezler. müslümanlar ise, dünyada hak söze kulak verip onu
dillerinden düşürmedikleri ve kâinattaki ilâhî kudret akışlarını basîret
gözüyle müşâhede ettikleri için kıyâmet günü Allah Teâlâ’nın hitâbı, cemâli ve
selâmı ile ikrâm olunacaklardır.
Münafıkların dehşet ve korku dolu iç dünyalarını beyân
eden ikinci misal şöyledir:
19. Yahut onların misâli, semadan boşanan ve içinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek bulunan sağanağa yakalanmış kimselerin hâli gibidir. Yıldırımların saçtığı dehşetle ölüm korkusundan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.
20. Çakan şimşek, neredeyse gözlerini kör edecek! Şimşek önlerini aydınlattıkça ışığında yürürler; üzerlerine karanlık çöktüğünde ise çakılıp kalırlar. Allah dileseydi, onların kulaklarını sağır ve gözlerini kör ederdi. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.
Bu temsili de iki türlü ele almak mümkündür: Onların
hali “şiddetli yağmura” veya “böyle bir yağmura tutulmuş kimselerin durumuna”
benzetilmiştir.
Birincisine göre; İslâm dini hayat sebebi olmakta
kuvvetli bir yağmura, Peygamberimiz’in gönderildiği zamanda dünyanın hali ve
her zaman İslâm’a karşı olan kâfirlerin şüpheleri karanlıklara; dinin müjde ve
uyarıları şimşek ve gök gürültüsüne; kâfirleri ve münafıkları bekleyen
musibetler ve cezalar yıldırımlara benzetilmiştir. Bu tabloda münafıklar, İslâm’ın
kendilerine yönelik uyarı ve tehdit dolu âyetlerine ve içinde öldürülme
tehlikesi bulunan cihad ve benzeri ilâhî emirlere karşı kulaklarını tıkıyorlar.
Yine bir taraftan namaz, zekât ve oruç gibi ibâdetlere, diğer taraftan da
ellerinde bulundurdukları makam, mevki ve bir kısım dünyevî menfaatleri
terkederek her konuda Hz. Peygamber’e ittiba gibi nefislerine zor gelen mükellefiyetlere
karşı da aynı tavrı sergiliyorlar. Bunu yaparken Allah Teâlâ’nın onları her
cihetten kuşattığını, içlerinden geçenleri bile bildiğini ve kendilerinde
istediği tasarrufta bulunabileceği gerçeğini unutuyorlar. Bununla birlikte
canlarının ve mallarının korunması, ganimetlerden kendilerine pay verilmesi ile
ilgili hükümleri görünce de bunlara rağbet ediyorlar. İşte ayette “şimşeğin
ışığında yürümeleri” buna benzetilmiştir. Yine ayetteki “başlarına karanlık
çökünce ise çakılıp kalırlar” sözü ise, bu gibi menfaatlerinin bitip yok olması
halinde eski imansızlıkları ve şaşkınlıklarına dönmelerini ifade eder. Halbuki
Allah dilerse, onların işitme ve görme hislerini tamamen alır da ne İslâm’ın
dünyevî menfaatlerine dair olan hükümlerini işitebilirler; ne de bunları
görebilirler. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, II, 77-78)
İkincisine göre ise münafıkların kendileri, yağmura tutulan
kimseler gibi; küfür ve hile ile karışık imanları, içerisinde karanlıklar, gök
gürültüsü ve şimşek bulunan yağmur gibidir. Yağmur her ne kadar faydalı bir şey
ise de insanı bu halde yakalayan yağmur zararlı olabilir. müslümanların
saldırılarından ve diğer kâfirlere yaptıkları muamelelerden sakınmak ve emin
olabilmek için sergiledikleri nifakları, ölüm korkusuyla yıldırımlara kulak
tıkamaları gibidir. Fakat bu kulak tıkamaları Allah’ın takdirinden hiçbir şeyi
geri çevirmeyecek ve kendilerine erişecek zararı defetmeyecektir. İslâm’ın
emirlerinin şiddeti karşısında hayrette kalmaları ve içinde bulundukları
durumun farkında olmamaları ise, şimşeğin ışığını fırsat bilerek azıcık
yürümeleri ve şimşeğin parıltısı kaybolunca da oldukları yerde çakılıp
kalmaları gibidir. (bk. Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 13)
Görüldüğü üzere bu temsiller, önceki ayetlerde
vasıfları anlatılan münafıkların iç âlemlerini dikkat çekici bir tarzda ortaya
koymaktadır. Böylece onların İslâm dini karşısında takındıkları menfi tavırları
sebebiyle içine düştükleri sıkıntıları ve yaşadıkları zehir dolu hayatı herkesin
anlayabileceği tarzda haber vermektedir.
Sırasıyla mü’min, kâfir ve münafıkların özellikleri beyân
edildikten sonra şimdi de ilâhî hitap bütün insanlara yönelmekte ve hepsini
topluca kulluğa davet etmektedir:
21. Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz ki, takvâya erebilesiniz.
“Ey insanlar! Rabbinize kulluk ediniz!” hıtâbı çeşitli
anlam katmanları bulunan bir emir olarak, kâfir olsun mü’min olsun, âsi olsun münafık
olsun bütün insanları içine almaktadır. Şöyle ki:
›
Kâfirlere, Rablerine iman edip O’nu yegâne
ilâh kabul etmelerini,
›
Münafıklara, Rablerini tanıyarak tevhitte
samîmî olmalarını,
›
Âsilere, Rablerine itâat etmelerini,
›
İtâat ve iman ehline ise Rablerine itâatte
devamlı olmalarını emretmektedir.
Bu ilâhî hitâbı duyan gafiller gaflet uykusundan uyanır,
tembeller ve uyuşuk halde bulunanlar harekete geçer, masivayla meşgul olanlar
kulluğa yönelir, gerçeklerden yüz çevirenler hakka döner. Hak âşıkları ise
gönülleri okşayan bu rabbânî nidayla coşarlar. (Semerkandî, Bahru’l-Ulûm,
I, 101)
İbadet kelimesinde; “tapma, bağlılık, boyun eğme,
itaat, hâkimiyeti altına girme ve kulluk” anlamları vardır. Bununla birlikte
ibâdet; “kul” anlamındaki “abd” kelimesiyle bağlantılı olup esasmânası “kulluk
etmek” demektir. Aynı kökten gelen ubûdiyet, benliğini hiçe sayıp kendini
alçaltmak anlamındadır. İbâdet ise benliğini hiçe saymanın zirve noktasını
teşkil ettiğinden böylesi bir saygıya da üstünlük ve yüceliğin zirvesinde
bulunan Allah Teâlâ dışında hiçbir varlık lâyık değildir. Kulluk, hayatın tüm
safhalarını; itikadî, ahlâkî, hukukî, iktisadî ve siyasî her türlü ilişkileri
kuşatan bir kavramdır. Ancak, dine uygun tutum ve davranışlar “Allah’a kulluk”
kapsamına girerken, aykırı tutum ve davranışlar, “tâğûta, nefse, hevâ ve hevese
kulluk” kapsamına girmektedir.
Sufilere göre ibâdet; kalp ile tevhidin hakikatine
ulaşmayı, sır ile masivâdan uzaklaşıp Allah’a yönelerek sadece O’nun rızâsını
istemeyi, nefs ile de ilâhî hükümlere tam teslimiyet göstermeyi içine
almaktadır. Bu bakımdan, âyet-i kerîme: “Ey insanlar! Her türlü haram ve
mahzurlu şeyden uzaklaşarak, taatlerin edâsına sımsıkı sarılarak, emredilenlere
huşû ve tezellülle boyun eğerek, tembellik ve uyuşukluk edilecek yerlerde
yanlış davranışlardan uzaklaşarak Allah’a kulluk ediniz!” mânasını taşımaktadır.
Burada Allah’ın özellikle rubûbiyet vasfına yer
verilmesi dikkat çekicidir. Bizleri, dünyaya gelişimize sebep olan anne ve
babalarımızı, nine ve dedelerimizi yaratan O’dur. Bizi ta ilk insandan itibaren
varlıkların en şereflisi olarak pek güzel bir biçimde var eden, büyütüp
geliştiren, akıl ve dil gibi muazzam nimetlerle donatan O’dur. Bu hususlarda
hiç kimse O’na yardım etmiş değildir. İşte, ayet bu hakîkate dikkat çekerek
başka şeylere değil, sadece Rabbimize kulluk etmemiz gerektiğini anlatmaktadır.
Ayette, ayrıca Allah Teâlâ’nın ne kadar büyük bir
kuvvet ve kudrete sahip olduğu anlatılarak insanların gaflet uykusundan
uyanması istenmektedir. Önceki nesillerin yaratılmasına temas edilirken,
verilen öğüdün daha etkileyici olması hedeflenmektedir. Yüce Allah niçin bize
öncekileri hatırlatmaktadır? Şüphesiz, bizim sonumuzun da onlar gibi olacağına
dikkatimizi çekmek için… Adeta şöyle demektedir: “Sizden öncekiler de
yeryüzünde yaşıyorlardı, belki sizden çok daha güçlü, müreffeh bir hayat
sürüyorlardı; fakat şu an toprağın altındalar. Demek ki, onları öldüren, sizi
de öldürecek... Bu sebeple, siz de dönüp dolaşıp oraya varacağınızı; O’nun
huzuruna çıkacağınızı unutmayın. O’na karşı kusur işlemekten vazgeçin. Sadece
O’na ibâdet ederek hidâyete, felâh ve kurtuluşa eren muttakîlerin yoluna girin.”
Neticede hâlisane ibâdetin insana sağlayacağı fayda
“umulur ki takvâya erersiniz” ifadesiyle belirtilmektedir. Nitekim burada da görüldüğü
gibi, verdiği emir ve yasakların hikmetini göstermesi Kur’ân’ın önemli hususiyetlerinden
biridir. Demek ki ibâdet, kulu takvâya ulaştırmaktadır. Peki takvâ nedir? “Koruma”
anlamındaki vikâye kökünden gelen takvâ, “korku gereği korunmak” demektir.
Takvânın gerçek anlamı, ilâhî emir ve yasaklara riayet ederek uhrevî azaptan
korunmaktır. Nihaî derecesi ise, Allah dışındaki her şeyden uzak durmak; yani
onlara gönül bağlamamaktır. Bu mânasıyla takvâ, mü’minlerin varabileceği en son
makamdır.
Aşağıdaki ayet, yüce Allah’ın şirkten uzak, hâlisane
bir kulluğu neden hak ettiğini bu kez âfakî nimetlere vurgu yaparak tekrar
açıklamaktadır:
22. O Rabbiniz, sizin için yeryüzünü bir döşek, göğü de bir binâ yaptı. Gökten yağmur indirip onunla size rızık olarak çeşitli meyveler, ürünler çıkardı. O halde, siz de gerçeği bile bile Allah’a ortak koşmayın!
Yüce Rabbimiz, sadece kendisine kulluk etmesi için
yarattığı insanı yeryüzünde başıboş ve çaresiz bırakmamıştır. Kâinatı onun
hizmetine vererek, insanın bedenî ve ruhî bütün ihtiyaçlarını karşılayacak
muazzam bir nizam kurmuştur. Kur’ân-ı Kerîm bu muhteşem nizamın mâhiyetini beyân
eden ilâhî kelamdır. İşte âyet-i kerîmede bu nizamdan bir kesit takdim edilmektedir:
Ayette geçen ilk kelime اَلْاَرْضُ
(arz)dır. Toprak için de kullanılan arz kelimesi, sözlükte “yiyip bitirme”,
“sarsma” ve “çiğneme” anlamlarına gelmektedir. Hz. Ali’nin ifadesine göre, “içinde bulunan her şeyi
yiyip yok ettiği için”; bir başka görüşe göre ise, “ayak ve tırnaklarla
çiğnendiği için” toprağa arz ismi verilmiştir. Üzerinde yaşadığımız gezegene de
yukarıdaki kök anlamlarından hareketle arz denmiştir. Aslında dünyamız, bir “su gezegeni” olmakla birlikte,
kendilerini dört bir yandan karaların kuşatmış olduğunu gören kadim insanlar
Yerküre’yi arz diye adlandırmış ve asırlarca
Yerküre’nin sathının -birtakım su kaynakları dışında- tamamen kaya ve topraktan
oluştuğuna inanmışlardır.
Allah Teâlâ, şu anki Yerküre’yi meydana getirirken,
onu üzerinde rahatça hayat sürdürebileceğimiz bir döşek şeklinde düzenlemiştir.
Aslında kararsız, sebatsız, oynak bir ateş koru olan Yerküre, zamanla suyun
fevkinde ve yumuşaklıkla sertlik arası bir kıvama erişmiş; canlıların, üzerinde
yerleşip yaşamasına, huzur ve karar bulmalarına elverişli hâle gelmiştir.
Yeryüzündeki dağlar, sert kayalıklar ve denizler gibi “döşek” mefhumuna aykırı
gözüken kısımlar ise, yeryüzünün döşek gibi kullanılmasını sağlayan
bölgelerdir. Nitekim “Biz yeryüzünü bir döşek yapmadık mı? Dağları da onu sağlam tutan
birer kazık” (Nebe’ 78/6-7) ayetinde, dağların arz
döşeğini istikrarlı bir şekilde tutan birer “kazık” olduğu belirtilmiştir.
Ayette geçen ikinci kelime اَلسَّمَاۤءُ (semâ)dır. Arapçada, “üstte olan her şeye”
semâ denir. Cenâb-ı Hak, semâ’yı yani başımız üzerindeki müzeyyen gök kubbeyi
de bir “binâ” yapmıştır. Ama ne bina!.. Kelimenin tam mânasıyla “muhteşem” bir
bina… Semâ kelimesinin nekire olması bu mânayı vermektedir. Burada, aynı
zamanda gökyüzü sağlam, süslü bir çatıya benzetilmektedir. İnsan olup da bu kubbe
altında yeryüzü döşeğine kurulmayan hiç kimse yoktur. Büyük küçük, zengin
fakir, yaşlı genç bütün beşeriyet aynı evde oturup aynı döşekte yatan bir aile
gibidir. Dolayısıyla insanlar, kimin binasında kalıp, kimin döşeğinde yattığını
bilirlerse, hangi Rabbin kulu olduklarını veya olmaları lazım geldiğini de bilirler.
Burada dile getirilen üçüncü nimet de şudur: Yüce
Allah, gökyüzünde dolaşan bulutlardan yağmur yağdırarak bununla canlılara rızık
olmak üzere çeşitli ürünler; sebze ve meyveler bitirir. Suda etken, toprakta
ise edilgen bir kuvvet vardır. Aynen erkek ve kadının birleşmesinden neslin
dünyaya gelmesi gibi, su ile toprağın birleşmesinden de bütün mahsulât
neşvünemâ bulmaktadır.
Bütün bunları yoktan yaratan ve yapan Cenâb-ı Hak’tır.
Aklı olan herkes bunu anlar ve bilir. O halde, bütün bunları bilip dururken
Allah’a asla ortak koşmamak; Allah’a ibâdet eder gibi başka şeylere ibâdet
etmemek gerekir. Aklını çalıştırarak kâinattaki kudret akışları üzerinde
tefekkür edenler, ilim, kuvvet ve kudret başta olmak üzere bütün kemal sıfatlarıyla
Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğini kabul edeceklerdir.
Burada aklî deliller kullanılarak, taklidin terk
edilip gerçek bir imana ulaşılması gerektiği hatırlatılır.
Ayette geçen اَنْدَادًا
(endâd) kelimesi, “nidd”in çoğuludur. Nidd ise denk, misil, emsal ve benzer
demektir. Ayrıca “tartışan, münakaşa eden muarız” mânası da vardır. Yukarıda
birkaç fiil ve sıfatı zikredilen Allah Teâlâ karşısında, bunlar hiç
mesabesinde, vehme dayalı varlıklardır. Gerçekten var olan İsa, melekler,
tâğutlar gibi “ilâh”lar da bizzat O’nun tarafından var edilmiş olup müstakil
hiçbir değerleri yoktur. Zaten, yukarıda da ifade edildiği üzere, nihayetsiz
merhamet sahibi olan Rabbimiz, kullarının her türlü ihtiyaçlarını karşılamış,
başkalarına kulluk edişlerini mazur gösterebilecek bütün mazeretlerinin yolunu
baştan kapatmış ve onları zât-ı ulûhiyeti dışındaki, gerçekte olmayan vehim
ürünü ortakların minnetinden kurtarmıştır. Onlara gökyüzü örtü, yeryüzü yaygı,
mübah olan şeyler rızık, taatler meslek, ibâdetler meşguliyet, Allah’ı
zikretmek ünsiyet, vekîl olarak Rabbü’l-âlemîn kâfîdir. O halde, Allah’a
ortaklar koşmayın. İhtiyaç duyduğunuz şeyleri elde etmeye çalışırken
kalplerinizi O’ndan başkasına bağlamayın. Çünkü Hak Teâlâ, yoktan en güzel ve
benzersiz şekilde yaratmada tektir; O’ndan başka var edecek yoktur. Eğer fayda
ve zararın ya da hayır ve şerrin olan biten şeylerden kaynaklandığını sanırsanız
başka bir ifadeyle bütün bunların bir yaratıktan kaynaklandığını düşünürseniz,
işte bu, gerçek mânada şirktir. Biliyorsunuz ki, kendisi muhtaç olana ihtiyaç beyân
edilmez. Muhtacın muhtaca el açması, zayıfın zayıfa itimad etmesi fakirliği gidermez,
bilakis artırır. (bk. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 28)
Bu âyetten şöyle bir ibret ve öğüt çıkarmak mümkündür:
Kıyamet günü Allah Teâlâ: “Ey insanlar! Ben sizin için
şunları şunları yaptım. Peki siz, benim için ne yaptınız?” diye sorarsa, bu
suale nasıl cevap verebiliriz? Rivayete göre Şiblî (k.s.) bir gün halka vaaz
etti. Kıyâmetten, kıyâmetin dehşetinden, hesabın son derece çetin, meşakkatli,
zor bir merhale olduğundan bahsetti. İnsanları ağlattı. O esnâda yanlarına
Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî geldi ve şunları söyledi: “İnsanları bu kadar korkutmana
gerek yok! Çünkü o günün hesâbı bu kadar uzun değildir; iki kelimeden
ibârettir: O gün Allah Teâlâ kullarına sadece: «Men tü-râ bûdem tû ki râ bûdî:
Ben seninle idim, sen kiminle idin?» diye seslenerek buna cevap isteyecektir.”
Dolayısıyla, ibâdette esas olan, ihlastır, yani,
mâsivâ endişesini ve ağyâr beklentisini gönülden çıkararak sadece Allah’a
kulluk etmektir.
Yüce Allah, önceki iki âyet-i kerîmede, kendi birlik
ve kudretine dair delilleri zikrettikten sonra, aşağıdaki âyet-i kerîme ile de
Kur’ân-ı Kerîm’in Peygamberimiz (s.a.s.)’in kendiliğinden söylediği bir söz
olmadığını, yani onun tarafından uydurulmadığını ortaya koymaktadır:
23. Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunda şüpheniz varsa, haydi onun bir sûresinin benzerini de siz getirin! Şayet iddianızda haklıysanız, Allah’tan başka bütün şâhitlerinizi yani dil ustalarını ve âlimleri de çağırın!
Sûrenin hemen başında; ikinci ayette, “İşte bu
Kitap ki, onda asla şüphe yoktur…” buyrularak, Kur’ân-ı Kerîm’in ilâhî
kelâm oluşunda ve onun ortaya koyduğu hakikatlerin doğruluğunda hiçbir şüphenin
bulunmadığı vurgulanmıştı. Gerçek böyle olmakla birlikte, Allah’a kulluğa davet
edilen insanlardan bir kısmı, hidâyetten nasipleri olmadığı için Kur’an
hakkında şüpheye düşmüşlerdir ve hâla da düşebilmektedirler. İşte bu âyet-i kerîme,
kelâm-i mübîn ile alakalı küçük veya büyük herhangi bir şüphesi bulunanlara
hitap etmekte ve onlara meydan okumaktadır:
“Eğer has ve mümtaz kulumuz[1],
doğruluğuna, eminliğine bu ana kadar herkesin inanmış olduğu sevgili Rasulümüz
Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’e verdiğimiz peygamberlikten ve bunun fermanı
olmak üzere parça parça indirmekte olduğumuz Kur’ân’dan en ufak bir şüpheniz
varsa, mesela: «Vahiy nedir, inanılır şey midir?», «Allah kitap gönderecek olsa
böyle parça parça, âyet âyet, sûre sûre mi gönderir?», «Bu bir şiir değil
midir? Bunu insan kendiliğinden yapamaz mı? Muhammed de diğer şairler gibi ara
sıra bazı şeyler hissedip bunları şiirî bir eda ile dile getiriyor, sonra da
‘Allah gönderdi’ diye hem bizi hem de kendini aldatıyor olamaz mı?» gibi
birtakım kuşkular taşıyorsanız, bunun ispatı kolaydır:
Bu hususta derin derin düşüncelere, hayallere
dalmanıza ve ne yapacağız diye telaşlanmanıza gerek yoktur. Sandığınız şekilde Kur’an’ı
bir insan olan Peygamber getirdiğine göre, bunu bir insan yapabiliyorsa, haydi
durmayın “onun denginden” bir sûre getirin.
Sûre, lügat olarak “yüksek bir menzil veya makam”
demektir. Terim olarak ise; “Kur’ân-ı Kerîm’in en az üç ve daha fazla âyetten
oluşan, başı-sonu belli kısımlarına verilen isim”dir. Çünkü Kur’ân okuyan
kimse, her sûreyi okudukça yüksek bir dereceye ulaşır. Kur’ân sûrelerinin
hepsini okumak sûretiyle bütün menzilleri geçer ve en son makama varır.
Ayette geçen مِنْ مِثْلِه۪
kaydı iki şekilde anlaşılabilir:
❂
Üslupta, belagat ve güzellikte Kur’ân
sûrelerinden en az birine denk bir sûre getirin.
❂
Kur’an sûrelerine tam benzemesi ve denk
olması için, Kur’ân’a nazîre yapacak olanlar da aynen o kulumuz gibi olmalıdır;
yani hem okur-yazar olmamalı, şiir ve edebiyatla uğraşmamalı, hem de onun kadar
ahlâklı olmalıdırlar.
Fakat ayetin devamı bu son şartı da kaldırarak şöyle
demektedir: “Haydi, size izin verelim de kimden olursa olsun herhangi bir
şahıstan Kur’ân’dakine denk bir sûre getirin. Hatta, Allah’tan başka bütün şâhitlerinizi;
güvendiğiniz ne kadar yardımcılarınız, tanıdığınız ne kadar mabutlarınız,
iktidarını farz ettiğiniz ne kadar putlarınız, şairleriniz, edipleriniz,
bilginleriniz, filozoflarınız, âmirleriniz, hâsılı size baş, el, ayak olmak
isteyecek ne kadar yardakçılarınız ve önderleriniz varsa, hepsini bu işte
yardıma çağırınız.” (Elmalılı, Hak Dini, I, 269)
Burada şöyle bir işaret bulunmaktadır: Yaratan
dururken yaratılandan yardım dilemek hiçbir fayda vermez. Âcizin âcizden
dilenmesi bir mâna ifade etmez. Bu sebeble, ihtiyaçlarını ancak onları yerine
getirmekte güçlük çekmeyecek birine arz et! Sadece hazîneleri tükenmez
birisinden iste! Sana yalnız başına yardım edecek, seni her yönden muhâfaza edecek,
seni mala-mülke bağlı olmadan da zengin edebilecek birine dayan! O seni himâye
etti mi, çok düşman az olur; O sana yetti mi, az mal çok olur.
Eğer Peygamber’e ve Kur’an’a karşı koyma ve düşman olma dâvanızda sadık iseniz; hiç şüphe edilmeyecek böyle bir hususta şüphe olduğu fikrinde haklıysanız, bunu yapabilmeniz gerekir. Zira, herhangi bir insanın kendiliğinden yapabildiği bir şeyi, hatta ondan daha iyisini başka herhangi bir insan da yapabilir. Hele hele, o işin uzmanı sayılan çok sayıda insan kafa kafaya verip elbirliği yapacak olursa... Fakat aşağıdaki ayetin açıktan meydan okuduğu gibi, kıyamete kadar asla ona benzer bir söz, benzer bir sûre getiremeyecek ve Kur’an’ın, bir insan sözü olmadığını yakînen bileceksiniz:
[1] Cenâb-ı Hakk bu âyet-i celîlede عَبْدِنَا “bizim kulumuz” buyurarak Resûlullah Efendimiz’i kendine
izafetle şereflendirmiş ve onu mutlak anlamda “abd” yâni kul olarak
isimlendirmiştir. Diğer peygamberleri “Güçlü kuvvetli kulumuz Dâvûd’u
hatırla” (Sâd 38/17) ve “Kulumuz Eyyûb’u da hatırla” (Sâd 38/41)
âyetlerinde olduğu gibi adıyla andığı halde Efendimiz için “kulumuz” ifadesinden
sonra, “Muhammed” şeklinde, başka bir isim zikretmemiştir. Bir isim mutlak
olarak zikredildiğinde kemâline hamledilir. Buradan anlaşıldığına göre Hak
Teâlâ Hazretleri, habibi Hz. Muhammed için hazırladığı kemâl derecesindeki
kulluğu dünyada başka hiçbir kimse için hazırlamamıştır. Kullukta kemâl noktaya
ulaşmak ancak, gönlü Allah’tan başka herşeyden tamamen arındırıp, bağımsız hale
getirmekle mümkündür. Bu durum ise sadece ve sadece Peygamberimize mahsûstur.
Nitekim âyet-i celîlede: “Peygamber bunları görürken gözleri ne kaydı, ne de
sınırı aştı” (Necm 53/17) buyurularak onun bu özelliğine dikkat çekilmiştir.
24. Buna rağmen yapamazsanız, ki asla yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış bulunan cehennem ateşinden kendinizi koruyun.
Göklerin meydan okuması karşısında yeryüzünün aciz
yaratıkları olarak bütün gücünüzü harcadığınız halde Kur’ân’ın bir benzerini
getiremez ve ona karşı çıkışınızda başarısız kalırsanız -ki bu hususta
başarısızlığa mahkûmsunuz- o halde, Hz. Muhammed’in Allah’ın peygamberi,
Kur’ân’ın da Allah’ın kitabı olduğu gerçeğine iman etmeniz gerekir. Aksi takdirde,
cehennemliklerden olursunuz. Bu durumda, inkâr inadından vazgeçerek kendinizi
ateşten korumaya bakın.
Ayette yer alan “ki asla yapamayacaksınız” kaydı, açık
bir mûcizedir. Çünkü istikbâlde meydana gelecek ve Sadece Allah’ın bildiği bir
hâdiseyi haber vermektedir. Bu hakikati sadece Allah Teâlâ bilmekte iken, daha
sonraki gelişmeler bu bilgiye uygun olarak vuku bulmuştur. Kur’an’a benzer bir
kitap, Kur’ân’ınkine benzer bir sûre getirilememiştir. Bu ayetin nüzûlünden bu
yana Kur’ân’ın bir sûresine denk bir söz söylenebilmiş veya yazılabilmiş
olsaydı, bu muhakkak nakledilir ve kayıtlara geçerdi. Fakat böyle bir şey
olmamıştır. Kur’ân inkârcıları, bu meydan okuyuşa olumlu cevap vererek Kur’ân
surelerinden herhangi birine denk bir pasaj yazmaktan âciz kalmışlar;
-kendilerince- çok daha basit olan nazîre yapmak yerine, türlü türlü zahmetlere
girerek, onca masrafı tercih ederek ordular donatmış, silah çekip kan akıtmış,
Kur’ân irşadının önüne kaba kuvvetle geçmeye çalışmışlardır.
Bu âyet-i kerîmede son derece iknâ edici, bağlayıcı ve
susturucu bir üslup mevcuttur. Şöyle ki; kesin ilim ve yakîne ulaşmanın en
mühim vasıtaları açıklık, görme, aklî delil getirme, tecrübe ve doğru haberdir.
Ortada apaçık görülen bir gerçek vardır: Kur’ân-ı Kerîm’in nazmındaki
yüksekliği anlayabilenler, Kur’ân’ın mûcizeliğini apaçık, bizzat görmekte,
diğerleri de bunlardan öğrenmektedir. Üstelik, Allah ve Peygamberi Kur’ân’ın bu
hususiyetini açıkça haber vermektedir. Kendi tecrübeleriniz ve başkalarının tecrübeleri
de, bunun aynısının yapılmadığını, yapılamadığını ve yapılamayacağını açıkça göstermektedir.
Bundan büyük yakîn, bundan büyük ilim olmaz. O halde, şüphe etmeye hiçbir
hakkınız kalmamaktadır. Az çok ilmî bir sebebe dayanmayan bir şüphe,
vesveseden, bahane üretmekten veya hoyratlıktan başka bir şey değildir. Bunu
bilmez, hala şüphe davasından vazgeçmez, hala kuşkulanırsanız, buna
inadınızdan, şahsî maksatlarınızdan, ahlâksızlığınızdan başka bir sebep kalmaz.
Böylelikle, hiçbir mazereti bulunmayan kâfirlerden olursunuz. Hakkı kesin
olarak reddedenler kâfir olduğu gibi, haksız yere şüphe edenler de kâfirdir. O
halde, şunu bilmelisiniz ki, sizin gibi kâfirler için hazırlanmış bir ateş, bir
cehennem vardır. O ateş, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateştir, artık
bundan kendinizi koruyun.
Ayette geçen vekûd; ateş yakılan kibrit, ot, çöp,
çıra, paçavra, odun gibi şeylerin hepsinin ortak ismi olup yakıt demektir.
Sakınılması istenilen bu ateş öyle bir ateştir ki yakıtı, âsî insanlar ve
taşlardır. Çünkü bunlar kolay tutuşup alevlenir ve yavaş söner. Ateşi harâretli
ve pis kokulu olduğundan, bedenlere iyice yapışır. Bir başka görüşe göre ise,
taşlardan maksat, müşriklerin taptığı putlardır. Ateşin yakıtı arasında
putların da sayılmasının sebebi müşriklerin, azametlerine inanarak karşısında
boyun eğdikleri bu varlıkların ileride böylesine zelîl ve hakîr bir duruma
düşeceklerini ihtar etmek ve bu sembolik varlıklar yüzünden azâba dûçâr
kaldıklarını müşriklere anlatmaktır.
Cenâb-ı Hak, Kur’an’da tekerrür eden âdeti gereğince,
şüphe girdabında küfre düşenleri ateşle uyardıktan sonra, şimdi de iman ve
amel-i sâlih sahiplerini şöyle müjdeliyor:
25. Rasûlüm! İman edip sâlih ameller işleyenleri şöyle müjdele: Altlarından nehirler akan cennetler onlar içindir. Ne zaman kendilerine cennet meyvelerinden bir şey ikram edilse, her defasında: “Bu, daha önce dünyada yediğimiz şey!” derler. Oysa bu rızıklar, renkte ve şekilde birbirinin benzeri, fakat tatta ve keyfiyette çok yüksek kıymette olmak üzere kendilerine ikram edilecektir. Orada onlara tertemiz eşler verilecek ve orada ebedî kalacaklardır.
Korkutmak ve müjdelemek Kur’an üslubunun iki esas
mihverini teşkil eder. Zira kulları nihâî olarak iki netice beklemektedir:
Cennet ve cehennem. Kur’an, insanları hem cehennemden sakındırmakta, hem de
cennete girmeye teşvik etmektedir.
Tebşîr, “deri” anlamındaki “bişre” ile aynı kökten
gelen bir kelime olup “birisine, derisi üzerinde tesiri görülecek kadar
sevindirici bir haber ulaştırmak; müjde vermek” demektir. Sâlihât kelimesi
“sâliha”nın çoğuludur. Sâlih “aslında iyi, yarayışlı, aklen ve naklen doğru, hayırlı,
maksad ve ihtiyaca en uygun” mânasına gelir. Çoğul ekiyle sâlihât, “sâlih
ameller, hayırlı işler, güzel davranışlar” mânasında kullanılmıştır. Sâlih
amellerin kalbî, bedenî, malî olmak üzere üç çeşidi vardır.
Burada iman ile amelin iki farklı alan olduğu
anlaşılmaktadır. Ayetteki müjde, sadece iman edenler için değil, imana amel-i
sâlihi ekleyenler için söz konusudur. Yani buradaki müjde, sâlih ameli
bulunmayanlar için geçerli değildir. Zira îman temel, sâlih amel de o temel
üzerine inşâ edilen binâ gibidir. Üzerine binâ yapılmayan temel bir işe
yaramaz.Bu yüzden amel yapmadan cennete tâlip olmak akıl kârı değildir. Çünkü
Allah Teâlâ amel-i sâlihi, cennete girme ve orada yüksek derecelere erme
vesîlesi kılmıştır. Her ne kadar Allah, amel-i sâlihe fırsat bulamayan bir
kulunu mücerred imanı ile de cennete sokabilirse de, normal şartlarda amele
dönüşmeyen bir iman düşünülemez. Ameller imanın tabii neticesi olup mü’minin imanını
kuvvetlendirmekte, kalbini nûrlandırmaktadır. Bu bakımdan kul, cennete varabilmek
için sağlam bir imana sahip olmalı, imanını pekiştirebilmek için de sâlih
amellere devam etmelidir.
İşte yüce Rabbimiz, iman edip ihlasla sâlih amel
işleyenleri altlarından ırmaklar akan, içinde meyveli ağaçların bulunduğu
cennetlerle müjdelemektedir. Örtme ve gizleme anlamındaki “cenne” kökünden
gelen cennet kelimesi, “bir kere örtmek” demektir. Bu mânadan hareketle cennet,
“dalları birbirine girmiş, zemini görünmeyecek kadar girift ve gölgeli
ağaçlarla örtülmüş bir bahçe” anlamına gelmiş olmaktadır. Ağaçlarının sıklığı
sebebiyle cennet, üzeri adeta yemyeşil tek bir örtü ile gözlerden korunmuş,
gizli saklı bir yerdir. Burada, hiç kimsenin içine girmeden göremeyeceği,
aklından bile geçiremeyeceği, son derece gönül alıcı nimetler vardır. Ancak
ayette tek bir cennetten değil, “cennetler”den söz edilmektedir ki bunlardan
maksat, âhiretteki ebedî mükafat yurdunun tamamıdır. Aslında tek bir mükâfat
yurdu olup bu yurt, mükafata hak kazanmış olanların manevî makam ve
derecelerine göre tanzim edilmiş çok sayıda cenneti ihtiva etmektedir.
Bu büyük ve geniş cennetlerin alt kısımlarından büyük
ırmaklar akar. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Gönülleri Allah’a saygıyla dopdolu
olup O’na karşı gelmekten sakınanlara va’dedilen cennetin durumu şöyledir:
Orada hiç bozulmayan tertemiz su ırmakları, tadı bozulmayan taptaze süt
ırmakları, içenlere lezzet veren ve dünyadakiler gibi sarhoş etmeyen şarap
ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Onlar için orada ayrıca canlarının
çektiği her çeşit meyve ve Rablerinden bir bağışlanma vardır…” (Muhammed 47/15)
Cennet nehirleri, kendileri için yapılmış özel ark ve
hendekler olmaksızın bahçeler arasında uzunlamasına akıp dururlar. Cennet ehli
su nehrinden içtikleri zaman, ebedî hayatı bulurlar ve bir daha ölmezler. Süt
nehrinden içtikleri zaman, vücutları dengeli bir biçimde beslenir ve bir daha
za’fa uğramazlar. Bal nehrinden içtikleri zaman, şifa ve sıhhat bulurlar; bir
daha hasta olmazlar. Şarap nehrinden içtikleri zaman, neş’e ve sevinç bulurlar;
ondan sonra hiç mahzûn olmazlar.
Cennet ehline, oradaki nimet ve meyvelerden ikram
edildiğinde, bunlar kendilerine, dünyada yiyip içtikleri şeylermiş gibi gelir.
Çünkü cennet meyveleri renk ve şekil olarak dünya meyvelerini andırmaktadır.
Fakat yedikleri zaman, farklı tatta, çok daha güzel meyveler olduğunu görürler.
Bu özellik, insan için ayrı bir ikramdır. Zira insan, önceden tanıdığı ve
bildiği bir şeyi elde edip onun öncekilerden daha kıymetli olduğunu görünce
sevinç ve mutluluğu artar. İkinci hikmet ise, insanların görmediği, bilmediği,
tatmadığı, hayal bile edemediği şeyleri onlara anlatmanın tek yolu, onları
aşina oldukları şeylere benzetmektir. Bu bakımdan, Allah Teâlâ, cennet ve
nimetlerini bildiğimiz kelime ve kavramlarla anlatmıştır. Arada bir benzerlik
vardır, ancak asla biri diğerinin dengi değildir. Nitekim Allah Resûlü
(s.a.v.) cenneti anlatırken, “Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın
işitmediği ve hiçbir kimsenin hayalinden geçmeyen şeyler vardır” buyurmuş,
ardından da:
“Bizim âyetlerimize ancak şu kimseler iman ederler ki, o âyetlerle
kendilerine öğüt verildiği zaman, hiçbir büyüklük duygusuna kapılmadan derhal
yüzleri üzere secdeye kapanır ve Rablerini övgülerle anıp tesbih ederler.
Geceleyin yanları yataklardan uzaklaşır, azâbından korkup rahmetini umarak
Rablerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda
harcarlar. Yaptıkları bütün bu güzel işler karşılığında onlar için göz ve gönül
aydınlığı olacak hangi sürpriz nimetlerin saklı tutulduğunu hiç kimse hayal
bile edemez.” (Secde 32/15-17) meâlindeki ayetleri
okumuştur. (Müslim, Cennet 5)
Önceki
ayetlerde Kur’ân-ı Kerîm’in mûcize olduğu delillerle izah edildikten sonra,
gelecek ayette Kur’an’ın bir üslup özelliğine dikkat çekilmekte ve hakikatleri
açıklamak üzere sivrisinek dâhil, her türlü misali vermenin bir sakıncası
olmadığı haber verilmektedir:
26. Allah, hakikatleri beyân için bir sivrisineği, hatta küçüklük ve kıymetsizlikte ondan daha aşağı bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman edenler, bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu hemen bilirler. Kâfirler ise: “Allah böyle bir misal ile ne demek istiyor, acaba?” derler. Allah onunla bir çok kimseyi sapıklığa düşürür, yine onunla pek çoklarını da doğru yola erdirir. Aslında Allah, onunla ancak fâsıkları sapıklığa düşürür.
Allah
Teâlâ, müşriklerin putlarının acizlik ve değersizliklerini ortaya koymak için
sineği misal verip (Hacc 22/73), putlara ibâdet etmeyi de örümcek ağına tutunmaya
benzetince (Ankebût 29/41) yahudiler güldüler ve: “Sineğin ve örümceğin ne
değeri var ki, Kur’an onları misal getiriyor. Böyle Allah kelâmı olmaz!”
dediler. Bu hâdise üzerine bu âyetler nâzil oldu. (Vâhidi, s. 26-27) Diğer
taraftan Araplar, sivrisinekten daha zayıf bir şey tasavvur edemezlerdi. Kur’ân-ı
Kerîm, sivrisinek ve örümcek misalleri ile putların bunlardan daha aciz
olduğuna işaret etmiştir.
“Hayâ”;
ayıplanma ve zemmedilme korkusu ile bir kimsede beliren değişme, utanma ve
çekingenlik hâlidir. Böyle durumlar Allah için imkânsızdır. Dolayısıyla kelime
burada “terk etmek, vazgeçmek” mânasında kullanılmıştır. Allah Teâlâ, çok küçük
ve basît bir varlık oluşuna bakarak, sivrisineği örnek olarak vermekten
vazgeçmez. Bilâkis tevhid ve şirk gibi temel dinî gerçeklerin kolaylıkla anlaşılmasını
temin maksadıyla sivrisineği, onun bir kanadını, ondan büyük veya daha küçük
varlıkları misâl olarak verir. Bu, o kadar garip karşılanacak bir durum
değildir. Üstelik hiçbir güç, O’nun iradesini bağlayamaz.
Darb-ı
mesel, kelamın, bir durumu en münasip tarzda ifade edip, onun bütün güzellik
veya çirkinliğini ortaya koyacak bir şekilde serdedilmesi demektir. Bu mâna,
dirhemlerin üzerine özel bir işaret vurma anlamına gelen “darb-ı derâhim”
sözünden alınmıştır. Sanki mesel darbeden kişi, dinleyicinin kulak kapısını
çalmakta ve sözünün tesirini onun kalbine ulaştırmaktadır. Bir şeyi mücerret
olarak tahkir etmek veya kötülemekle kalplerde tesir meydana getirmek pek
zordur. Ancak onu, tahkirliği örf haline gelmiş ve kendisinden son derece
nefret edilen bir şeye benzetmekle, istenilen tesir meydana getirilebilir.
(Merâğî, Tefsir, I, 70; Bekir İsmâil, el-Emsâlü’l-Kur’âniyye,
s.17) İşte sinek, sivrisinek ve örümceğin misal verilmesi bu kabildendir.
Rebî’
b. Enes’in ifadesine göre, Cenâb-ı Hak dünya ehline ibret olsun diye
sivrisineği misâl vermiştir. Çünkü sivrisinek aç kaldığı sürece yaşar ve
doyunca ölür. Dünya ehli de böyledir. Karnını tıka basa doyurunca isyâna ve
azgınlığa kalkışır. Evvelâ kalbi ölür, sonra mânen gerilemeye devam eder.
İmam
Kuşeyrî der ki: “Hak Teâlâ’nın kudretine nispetle bütün yaratıklar, havadaki
bir toz zerresinden daha küçüktür. O’nun kudreti karşısında Arş ile
sivrisineğin büyüklük bakımından bir farkı yoktur. Arş’ı yaratmak O’na zor
gelmediği gibi, sivrisineği yaratmak da “kolay” sözüyle anlatılamaz. Çünkü
Allah Teâlâ, kolaylık ve zorluk gibi şeylerden münezzehtir.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 30)
Cenâb-ı
Hak, zaman zaman zayıf varlıklardan bahsederek zayıf kullarının kalplerini
tesellî ve takviye etmiştir. Yerine göre aciz ve küçük gibi görülen o
yaratıkların, kuvvetliler üzerinde ne gibi tesirler icrâ edebileceklerini
göstermiştir. Meselâ sivrisinek, küçüklüğüne rağmen, filde bulunmayan iki
kanada sahiptir. Cenâb-ı Hak takdiri icâbı birine vermediği bir şeyi, diğerine
vermiştir. Biri çok iş yaptığı halde diğeri az iş yapar. Daha garibi bu küçük
yaratık, küçüklüğüne bakmadan diğer büyük yaratıklara eziyet verir. Üstelik
kimse de kendini ondan kurtaramaz. Allah’ın hikmetine bakın ki, aslanı gâyet
kuvvetli, sinek ve sivrisineği gâyet zayıf yarattığı halde sivrisineğe
insanlara karşı bir cür’et ve cesâret, aslana da bir korku vermiştir.
Sivrisinek ne kadar defedilmeye çalışılsa insanın üstüne üstüne gelir. Aslan
ise koğulmadığı, uzaklaştırılmadığı halde yuvasını insanlardan uzak yerlere
yapar. Allah insanlara karşı sinek ve sivrisineğe verdiği cür’et ve cesâreti,
aslana vermiş olsaydı, insanlar helâk olurdu. İşte Allah yerine göre, zayıf
yaratığa karşı insanı âciz kılar, yerine göre de kuvvetli yaratığa karşı güçlü
kılar. Allah’ın böyle gizli hikmetleri pek çoktur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
I, 86)
Yüce
Mevlâmız daha önce indirdiği kitaplarda ve Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok misaller
vermiştir. Sivrisinek de bunlardan biridir. İnsanlar kalbî durumlarına göre
bunlara bir karşılık verirler. İman edenler, Allah ve Rasûlü’ne bağlılıkta
sıkıntısı olmayanlar bu misallerin Rableri tarafından indirildiğini, açık ya da
gizli büyük hikmetler ihtiva ettiklerini ve inkâr edilmelerinin mümkün
olmadığını bilirler. Bu misâller üzerinde derin derin tefekkür ederek
hikmetlerinden faydalanmaya çalışırlar. Kâfirler ise, verilen misâlleri
küçümseyerek: “Allah, bu basît ve değersiz misâlle ne demek istiyor, acaba?”
diye alay ederler. Bunlardan öğüt alacak yerde itirâzda bulunurlar. Allah ise,
indirdiği Kur’an veya orada verdiği misâllerle, sapıklığı seçecekleri bilinen
pek çok kimseyi saptırır. Hidâyete erecekleri ma’lûm olan pek çok kimseyi de
doğru yola erdirir. Görüldüğü üzere Kur’ân bir topluluk için şifa ve rahmet
olurken; bazı insanlar için de bedbahtlık ve azap vesîlesi olmaktadır. Zira o,
Allah’ın lutuf ve kahrını içinde bulundurduğu kelâmıdır. Lütfu ile sâdıkları
doğru yola ulaştırdığı gibi, kahrı ile de fâsıkları sapıklığa düşürmektedir.
Sivrisineğin
bilim ve teknoloji bakımından da önemi büyüktür. Nitekim teknolojinin hayli
ilerlediği asrımızda ilim adamları tabiattan ve yaratıklardaki tasarımdan daha
ciddi istifade etmeğe çalışmışlar, bulunduğu yerden yukarıya dikey olarak
yükselip, inmek istediği noktaya dikey olarak inebilen savaş helikopterlerini
sivrisineğin iniş ve kalkışından ilham alarak tasarlamışlardır.
Âyette
geçen “fısk” kelimesin lügat anlamı “çıkmak” demektir. Araplar taze hurmanın
kabuğundan çıkmasını bu kelime ile ifade ederler. Dinî bir terim olarak,
“Allah’ın emirlerini terk ve O’na isyan etmek suretiyle doğru yoldan çıkmak” mânasına
gelir. Bu fiilleri yapan ve bu vasıflara sahip olanlara da fâsık denilir.
Fıskın üç derecesi vardır:
·
Günahı çirkin saymakla beraber, ara sıra günah işlemek.
·
Üzerine düşerek devamlı yapmak.
·
Çirkinliğini inkâr ederek, yani günahı güzel görerek yapmaktır. Bu
üçüncü kısım küfür derecesidir. Fâsık bu noktaya gelmediği sürece Ehl-i sünnete
göre mü’minlikten çıkmaz.
Şu
halde fâsık vasfı içinde kâfirler bulunabileceği gibi, imanını kaybetmemiş
olanlar da bulunabilir. Fakat bu âyet-i kerîmede bahsedilen fâsıkların
küfürlerinde ve dinden çıktıklarında şüphe yoktur. Çünkü burada üç vasıf
zikredilmiştir: Allah’a verdiği sözden dönüp inancını bozmak, ilâhî emrin
aksini yapmak, yasakları işlemek suretiyle de yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak.
Bu üç husus birleşince de küfür gerçekleşir. İşte Allah bu nevi misâllerle
başkalarını değil, ancak kendisini inkâr eden ve emrinden çıkan böyle fâsıkları
saptırır.
Fâsık
olarak isimlendirilen bu kimselerin küfre girmelerine ve ebedi hüsrana uğramalarına
sebep olan vasıfları şöyle haber verilir:
27. O fâsıklar ki, Allah’a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler, Allah’ın korunup gözetilmesini emrettiği bağları koparırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. En büyük zarara uğrayanlar işte onlardır.
Onlar:
Birinci
olarak, Allah’a kesin söz verdikten
sonra sözlerinden dönerler: Bozmak mânasında kullanılan اَلنَّقْضُ (nakz); sağlam bir şekilde yapılmış bir
binayı yıkmak, yahut bükülen bir ipi çözmek veya verilen bir ahdi yerine getirmemek
gibi anlamlara gelir. اَلْم۪يثَاقُ
(mîsâk) ise yemin ile pekiştirilmiş ahit demektir. Düğümleme ve bağlama işinin
oldukça sağlam yapıldığını ifade eder. Araplar, ahit yapanlar arasında
birleşmeyi sağlaması bakımından ahde “ip” derlerdi. Bu yüzden ayette, yapılan
anlaşmayı bozmak, çözmek mânasına gelen “nakz” kelimesiyle ifade edilmiştir. Sağlamlaştırıldıktan sonra bozulan ahitten
maksat şunlardan biri veya hepsi olabilir:
Âdem’in zürriyetinden aldığı rubûbiyeti ikrâr şeklindeki ahit,
Allah Teâlâ’nın peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla insanlara
yaptığı tavsiyeler, emirler ve yasaklardır. Bunlara uygun amel etmemek, ahdi
bozmak demektir.
Cenab-ı Hakk’ın, gökleri, yeri ve diğer mahlukâtı yaratıp, bunlara
tekliğini gösteren deliller koymuş olması, varlığını ve birliğini kabul etme
hususunda insanlardan ahit alması mânasındadır. Bu ilâhî san’at hârikalarına ve
kudret akışlarına bakıp tefekkür ederek tevhide erememek, ahdi bozmak demektir.
Allah’ın Ehl-i kitaptan Peygamberimizin peygamberliğini gizli
tutmayıp açıklamaları hususunda almış olduğu ahiddir.
Yüce Allah’ın, peygamberlerden ve iman edenlerden son peygamber
Hz. Muhammed (s.a.s.)’e iman ve yardım edeceklerine dair almış olduğu sözdür.
(bk. Âl-i İmrân 3/81)
İkincisi;
Allah’ın korunup gözetilmesini
emrettiği bağları koparırlar: Korunup gözetilmesi emredilen
hususlar şunlar olabilir:
›
Bunlar sıla-i rahim; akrabalık ve dostluk bağlarıdır. Onlar,
akraba ile alâkayı, ziyâretleşmeyi, müslümanlar ile ülfeti ve dostluğu
keserler.
›
Söz ile amelin birbirine uygun olmasıdır. Onlar amel etmedikleri
halde söyleyip durduklarından dolayı bu iki şeyi birbirinden koparırlar.
›
Kesintisiz ve bir bütün olarak peygamberlerin tasdik edilmesidir.
Onlar peygamberlerin bir kısmını tasdik etmek, bir kısmını yalanlamak suretiyle
bitiştirilmesi emredilen şeyi kesmiş olurlar.
›
Burada Allah’ın dinine, O’na ibâdet etmeye, şer’î hükümlerini
uygulamaya ve koyduğu sınırları korumaya işaret edilmektedir. Dolayısıyla bu,
yüce Allah tarafından yapılması emredilen her şey hakkında geçerli olan genel
bir ifadedir.
Üçüncüsü;
yeryüzünde bozgunculuk yaparlar: Allah
Teâlâ’dan başkasına taparlar. İnsanları Allah’a ve Peygamber’e itaatten
alıkorlar. Yaptıkları işlerde haksızlık ve zulüm işlerler. Onların işleri
Allah’ın emrine göre değil, hep şehvet ve arzularına göredir. Fesadın en ileri
derecesi de işte budur.
Terazi
veya başka bir şeydeki eksiklik ve zararın adına “hüsrân” denilir. Kelimenin
sapıklık ve yok olma mânaları da vardır. “Hâsir” ise, kendinin felâh ve
kurtuluştan payını azaltan, helak olan kimsedir. Hüsrana uğrayanlar; kazançtan
mahrum, işi gücü zarar ve ziyan olanlardır. Çünkü böyle bir kişi kıyâmet
gününde hem kendisini hem aile halkını kaybedecek, cennette kendisi için
ayrılmış olan yere gidemeyecek ve helak olacaktır.
İşte fâsıklar, “mîsâk günü” tevhîd ve ubûdiyet
üzere Allah’a verdikleri sözü bozdular. Hakk’a kavuşturacak sebebleri, Allah’ın
kapısına kapanmalarını gerektirecek vesîleleri bıraktılar. Fıtratlarında
bulunan tevhîd tohumunu şirk koşmak ve peygamberlerin davetine sırt çevirmek
gibi engellerle köreltip iman ve sâlih amel suyuyla sulamadılar. Bu sûretle
tohumun bozulmasına zemîn hazırladılar. Böyle olunca kendilerini kâmil insan
yapacak istidattan mahrûm kıldılar. Nitekim toprağa ekilen tohum, su
verilmezse, yerden çıkma özelliğini kaybeder. Bu konuda Hak Teâlâ şöyle
buyurmuştur: “Asra yemîn olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman
edip sâlih ameller yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine
sabretmeyi öğütleyenler müstesnâ!” (Asr 103/1-3)
Ayetteki
şu işârî mâna dikkat çekicidir: “Sırrının bir lahza Hakk’ı şuhuttan yani O’nu
murâkabeden kayması ahdi bozmaktır. Bir nefes vaktini bile Allah’ın hakkını
yerine getirmek için değil, nefsinin hazzı için harcaman, emredileni
yapmamandır. Allah’ı hesaba katmadan geçirdiğin anlar, yeryüzünde çıkardığın
fesatlardır. İşte en açık hüsrân ve en büyük belâ budur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 32)
Böyle
doğru yoldan ayrılmış, küfre saplanmış ve hüsrana dalmış nasipsizleri
uyandırmak, ibret nazarlarını yaratılışlarına çevirerek Allah’ın azametini
düşündürmek üzere gelen ayetlerde şöyle buyrulur:
28. Ey kâfirler! Allah’ı nasıl inkâr edebiliyorsunuz ki, ölü idiniz de sizi O diriltti. Sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecek, sonra da O’na döndürüleceksiniz.
Âyet-i
kerîmede, kullarına olan büyük ikramlarına rağmen Allah’ı inkâr etmenin; O’nun
varlığı, birliği ve azametini görmezden gelmenin nasıl mümkün olabileceği
soruluyor. Kur’an’ın burada hitabını, “Siz!” diyerek aniden bizlere
çevirmesinde son derece parlak ve hayranlık uyandıran bir belagat, yücelik,
ilmîlik ve gerçeklik bulunmaktadır. Bu bakımdan küfür ve nankörlüğü kötülemek
ve insanları ondan uzak tutmak için “Allah’ı nasıl inkâr edebiliyorsunuz”
sualindeki tesirin şiddeti fevkalade büyüktür. Bundan maksat sormak değil,
böylelerini susturmak ve azarlamaktır. Zira nimetin büyüklüğü, bu nimeti verene
isyanın da büyük olmasını gerektirir. Hayır, hayır! Allah’ı asla inkâr
edemezsiniz. Çünkü:
Başlangıçta
hepiniz ölü haldeydiniz, hayatınız yoktu. O zaman şahsınıza ait hiçbir şeyiniz
yoktu. İlk olarak bir toprak ve nihayet babanızın belinde bir nutfe olduğunuzu
hatırlayın. Böyle iken Allah sizi diriltti, size bir hayat verdi. Nefes alıp
verir, gıdalanır, ürer, duyar, düşünür, ister, istediği yere gider, istediği
işi yapar, çevresindeki olaylara fizikî ve ruhî kuvvetleriyle dayanır, karşı
koyar, etli, canlı, akıllı, fikirli birer insan yaptı. Bunları yapan varlık kim
ise, işte Allah odur. O halde bu hayatı size bahşeden Allah Teâlâ’yı asla inkâr
edemezsiniz, etmemelisiniz.
Sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecek. Unutmayın
ki, Allah’ın size ikram ettiği hayat nimeti, ömür ebedi değildir. Geçici ve
kısa bir müddettir. Bahar bulutu ve yaz yağmuru halinde geçip gitmekte, bitip
tükenmektedir. O, sadece imtihan olmak için verilmiş bir süredir. Ona fazla bel
bağlamaya gelmez. Çünkü Allah bundan sonra sizi yine öldürecektir. İlâhî kanun
böyle işlemektedir ve ölümden kurtuluş hiç kimse için mümkün değildir. Fakat iş
bununla da bitmemektedir. Daha ötesinde ciddi safhalar bulunmaktadır. O sizi
öldürdükten sonra tekrar diriltecektir. Öldükten sonra dirilme haktır. Buradaki
“sonra sizi diriltir” ifadesi hem kabir hayatı hem de kıyametten sonra
dirilme ile de tefsir edilebilir.
Nihayet Allah’a döndürüleceksiniz. Âyetin bu
kısmı insanın yol güzergâhındaki son safhayı haber verir. Yaratılan herkes
nihâyetinde Allah’a döndürülecektir. Dünya hayatında ne yaptı ve nasıl yaşadı
ise ona göre tartıdan geçecek, mükâfat veya cezasına kavuşacaktır. “Artık
kim zerre ağırlığınca bir iyilik yapmışsa, onu görür. Kim de zerre kadar bir
kötülük yapmışsa, onu görür” (Zilzâl 99/7-8) sırrı ortaya çıkacaktır.
Cehennemlikler, “Vahlar, yazıklar olsun bize!” (Yâsîn 36/52) diye
pişmanlık çığlıkları atarken, cennet ve rıdvan ehli: “Âlemlerin Rabbi olan
Allah’a hamdolsun!” (Zümer 39/75) diyecektir.
Âyet-i
kerîmede şu işaretler vardır: Siz bizi gereği gibi tanımamanız ve bilmemeniz
sebebiyle mânen ölü idiniz, Allah sizi mârifetiyle ihyâ etti. Sonra sizi
öldürecek yani dünya alakalarından uzaklaştıracak ve rahmetiyle kalbinizi
nefsinizin esaretinden kurtararak sizi tekrar diriltecek. Hakkı icra edip
şeriat ahkâmını korumak sûretiyle de O’na vâsıl olacaksınız. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 32)
Gelen
ayette de, Allah’ın insanlara olan büyük nimetleri sayılmaya devam etmekte ve
şöyle buyrulmaktadır:
29. Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra semâya yönelip onları yedi kat gök olarak tastamam tanzîm eden O’dur. O, her şeyi hakkıyle bilendir.
Allah,
o kadar şanı yücedir ki, mahlukâtın en şereflisi olarak insanı yaratmıştır.
Yeri, gökleri ve bunların içinde bulunan her şeyi insanın emrine ve faydasına
âmade kılmıştır. Bunlarla insanın din, dünya ve âhiretini mamur etmesini
istemiştir. Pek çok âyet-i kerîme bu hususa temas etmektedir. Bunlardan
bazıları şöyledir:
“Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi tarafından bir lutuf
olarak sizin hizmetinize verdi. Bütün bunlarda düşünen bir toplum için elbette
nice dersler ve ibretler vardır..” (Câsiye 45/13)
“Allah ki, gökleri ve yeri yaratan, gökten su indirip onunla size
rızık olmak üzere çeşit çeşit meyveler, ürünler çıkaran O’dur. Koyduğu
kanunlara uyarak denizde yüzüp giden gemileri size boyun eğdiren ve ırmakları
hizmetinize veren de O’dur. Bir düzen içinde kendi yörüngelerinde dönüp
durmakta olan güneşi ve ay’ı hizmetinize veren ve gece ile gündüzü de faydanıza
sunan yine O’dur. Hâsılı O size, kendisinden istediğiniz her şeyi verdi. Öyle
ki, eğer Allah’ın nimetlerini tek tek saymaya kalksanız, imkânı yok, onları
toplu halde bile sayamazsınız. Gerçekten insan çok zâlimdir, çok nankördür.” (İbrâhim
14/32-33)
Dolayısıyla
Cenâb-ı Hak şu altımızdaki yeri ve bu yerde bulunan şeylerin hepsini;
denizleri, karaları, dağları, dereleri, ovaları, çölleri, ormanları, ırmakları,
pınarları, madenleri, otları, ağaçları, çiçekleri, meyveleri, hayvanları, kuşları,
geceleri, gündüzleri hâsılı zikredilen veya edilmeyen unsurların hepsini bizim
için, hayatımız ve ölümümüzde faydalanmamız için yaratmıştır. Bütün bunlar,
insanı yaratmak ve yarattıktan sonra mesut yaşatmak içindir.
İlgili
âyet-i kerîmelerden “Eşyada aslolan mübâhlıktır” kaidesi çıkarılabilir. Fakat
bunun mânası her şeyin mübâh olması değildir. Dinin emirleri ve yasakları
vardır. Dolayısıyla Allah ve Resûlü’nün yasakladıkları haram veya mekruh, bunun
dışındakiler ise mübahtır. Cenâb-ı Hak, her şeyi insan için, insanı da kendine
kulluk için yaratmıştır. Âyet-i kerîmede: “Ben cinleri ve insanları ancak
beni tanıyıp bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât 51/56)
buyrulmuştur.
Yeryüzü
ve içindekiler insan için yaratıldığı gibi, yedi kat gökler ve orada bulunanlar
da yine insana müsahhar kılınmıştır. Bu bakımdan âyet-i kerîmenin devamında
Rabbimizin yaratma iradesinin gökyüzüne yöneldiği, orasını yedi kat gök olarak
yarattığı ve en mükemmel şekilde tanzim ettiği bildirilir. Ayette geçen
“istivâ” lügat olarak “bir şeyin üzerine çıkmak, yükselmek ve kurulmak” mânalarına
gelir. Güneşin tepeye yükselmesi ve kuşun havalanıp yukarı uçması Arap dilinde
bu kelime ile anlatılır. Yine kelimenin “kişinin olgunlaşması, gençliğinin ve
gücünün kemal noktasına ermesi” mânasının yanı sıra “bir şeye yönelmek” mânası
da vardır. Ehl-i sünnet âlimleri, bu ayette istivâya “kasdetme ve yönelme” mânası
vermişlerdir. Yani Allah gökleri yaratmayı murad etmiş ve ona yönelmiştir (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, I, 254-255).
Bunlardan da insanlara sayısız faydalar sağlanmıştır. Bu sayede insanlar, bu
görkemli bina içinde yer, içer, nefes alır, ısınır, aydınlanır ve hayatlarını
devam ettirirler. Allah’ın bu kâinata koyduğu kaideleri keşfederek ilim, fen,
kültür ve medeniyet yolunda ilerleme kaydederler. Şeyh Sadî der ki: “Toprak,
su, bulut, rüzgar, ay, güneş ve felek hepsi durmadan işlerinde çalışıyorlar. Tâ
ki sen eline bir ekmek geçirebilesin ve onu gafletle yemeyesin”.
Burada
ve başka ayetlerde Allah Teâlâ’nın gökleri “yedi sema” olarak yaratıp
düzenlediği beyân edilir. Bu yedi göğü dünyanın gökleri veya uzayın gökleri
olarak kabul eden tefsirciler, eski Aristo ve Batlamyus nazariyesine göre
Ortaçağ’dan sonra da Kopernik, Galile, Kepler, Newton, Einstein, S. Hawkiag
çizgisinde gelişen güneş ve kâinat sistemleriyle ilgili bilgilere göre
açıklamalar yapmışlardır. Ancak bu yedi gökten maksadın ne olduğu konusunda
kesin bir bilgi yoktur. Arap dilindeki kullanıma göre bunun çokluktan kinaye
olarak düşünülüp birçok gök şeklinde anlaşılması da mümkündür. (Kur’an
Yolu, I, 98)
Yine
de bununla alakalı iki farklı yaklaşıma yer vermek faydalı olacaktır:
Birinci yaklaşıma göre yerden Venüs’e kadar
bir; Venüs’ten Merkür’e kadar iki; Merkür’den güneşe üç; güneşten Merih’e yahut
yine yerden Merih’e dört; Merih’ten Jüpiter’e beş; Jüpiter’den Satürn'e altı;
Satürn’den daha ilerisine kadar yedidir ki, sonradan keşfedilmiş olan Üranüs ve
Neptün gezegenleri ve daha keşfedilmesi mümkün olanlar hep bu yedinci hudud
içinde demektir. Çünkü bu takdirde bu “yedi sema” özellikle yerin yaratılması
üzerine tesviyeye dâhil olanlardır. Bu düşünce çoğunlukla, astronomi ilmi
görüşünü takip edenlerindir ki, zamanımızın astronomi görüşüne de aykırı
değildir.
İkinci
yaklaşıma göre ise dünyanın üstünde bütün yıldızların süslediği maddî âlemin
hepsi bir semadır. Yedi semanın birincisidir. Bunun ötesinde bundan başka altı
sema daha vardır. Bunlar arasında son derece bir nizam, insicâm ve uygunluk
bulunmaktadır. Büyük tefsir âlimlerinin kanaatleri bu istikamettedir. Mi’rac
hadisesinde de semaların böyle ruhanî mânalarına işaret vardır. Cenab-ı Hak her
an bunların çeşitli durumlarını tesviye etmektedir (Elmalılı, Hak Dini, I,
292-294).
Şüphesiz
Allah Teâlâ “alîmdir”; her şeyi bilmektedir. “Alîm”, bilgi sahibi, çok bilen
anlamındadır. Allah’ın ilmine sınır yoktur. O, her şeyi bilir. Olmuşları olduğu
gibi, olacakları da, olmuşlar kadar açık-seçik bir şekilde bilir. O’nun ilmi
zamanla ve mekânla kayıtlı değildir. Hiç bir şey, O’nun ilminin dışında
kalamaz. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; başkası onları bilemez.
Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun bilgisi dışında dalından bir
yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıları içindeki bir tek dâneyi, yaş ve kuru
ne varsa her şeyi bilir. Bütün bunlar, gerçeği tüm netliği ile gösteren apaçık
bir kitapta yer almaktadır.” (En‘âm 6/59)
Cenâb-ı
Hak, bütün varlıkların künhünü, mâhiyetini ve ne olduğunu çok iyi bildiği için
de yarattığı her şeyi en güzel ve en faydalı bir şekilde yaratmıştır. Bunun bir
tezâhürü olarak yarattığı şeyler kemâl noktasında tertipli, düzenli ve hayrete
şayandır. O’nun bütün fiilleri ve ahkâmı mükemmelliğin zirvesindedir. Sonsuz
ilim, irade ve kudret sahibi olan Allah, şüphesiz ölüleri tekrar diriltmeye
kadirdir. Mü’minlerin, Allah’ın Alîm olduğunu bilmesi, emirleri gereğince amel
etmeleri içindir. Kul, yaptığı her şeyin Allah tarafından bilindiğinin şuûrunu
her an için hissetmeli ve ona göre davranmalıdır. Zira Allah sadece
yaptıklarımızı değil, içimizden geçenleri dahi bilmektedir. (bk. Bakara 2/235)
Önceki
âyetlerde, insanın Allah yanındaki değerine, bunun bir gereği olarak bütün
mahlukatın ona hediye edilmesine yer verildikten ve Hak Teâlâ’nın ilmine vurgu
yapıldıktan sonra, gelecek ayetlerde insanın halife kılınması ve haiz olduğu ilim
sebebiyle meleklerden bile üstün olması beyân buyruluyor:
30. Hani Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım” dediğinde onlar: “Orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek birini mi yaratacaksın? Halbuki biz, seni övgüyle tesbih ve takdîs ediyoruz” demişlerdi. Allah da onlara “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” buyurmuştu.
İnsanın
en mühim yaratılış maksatlarından biri, onun yeryüzünde “halife” olmasıdır.
Halîfe’den maksat, Hz. Âdem ve onun daha sonra gelecek zürriyetidir. “Halîfe”
hilâfet kelimesinden gelmektedir. Hilâfet, “bir kimsenin diğerinin yerini
alması, onu temsil etmesi, onun yetkilerini kullanması” mânasındadır.
Dolayısıyla halîfe kelimesinde iki mühim mâna vardır. Kur’ân-ı Kerîm, iki mânaya da yer
vermektedir:
Birincisi;
kendinden önce bulunan bir kısım varlıklardan sonra gelen ve onların yerini
alan kişi veya kişiler. Mesela “Sonra onların ardından, nasıl davranacak,
neler yapacaksınız görelim diye sizi yeryüzünde onların yerine geçirdik”
(Yûnus 10/14) ayetinde “halâif” bu mânadadır. Gerçekten Hz. Âdem ve zürriyeti,
yaratılış itibariyle diğer varlıklardan sonradır. Ondan önce yeryüzünde pek çok
canlı bulunmaktadır. İnsan nesli, düzen kurulup sistem tamamlandıktan sonra
yeryüzüne teşrif etmiştir.
İkincisi;
bir yetkili tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişi.
Dolayısıyla bu ayette halîfe, Allah’ın iradesini yeryüzünde temsîl eden, O’nun
adına hareket eden, emir ve yasaklarını tatbîk eden kimse demektir. Bu mânada
âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halîfe yaptık. Öyleyse sen de
insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Nefsinin arzu ve tamayüllerine uyma
ki, bunlar seni Allah’ın yolundan saptırmasın...” (Sād 38/26)
“Allah, sizlerden iman edip sâlih ameller işleyenlere yeminle
şunları va‘detti: Kendilerinden önceki mü’minleri kâfirlerin yerine geçirip
hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacaktır.…” (Nûr 24/55)
Son
olarak zikredilen âyette bu ümmeti yeryüzünde halife kılmak, onlara “hilâfet
yetkisi vermek” mânasındaki “istihlâf” va‘di, iman ve amel-i sâlih şartına
bağlanmıştır. Dolayısıyla bu, Allah adına bir sorumluluk sahibi olma mânası
taşımaktadır.
Meleklerin,
ileride insan neslinin neler yapacağına dair bildiklerini ortaya koyarak buna
rağmen Âdem’in halife olarak yaratılmasının hikmetini sormaları, Allah
Teâlâ’nın da Âdem’in buna lâyık olduğunu onlara anlatmak üzere yaptığı imtihan,
Âdem’e verdiği bilgi ve kabiliyet buradaki hilâfetin Allah ile ilgili olduğunu,
Âdem’in ve zürriyetinin yeryüzünde Allah’ın halifesi olacaklarını
göstermektedir. Gerçekten de insan, ilâhî bir sanat hârikası olup sahip
bulunduğu aklî melekeleri, sıfat, istidat ve kabiliyetleri ile halîfeliğe en
uygun varlıktır. Yaratıklar içinde bu vazifeyi üstlenecek ve yerine
getirebilecek en mükemmel varlık odur. Ancak insanoğlunun bu mânadaki
halifeliği, kendi mâhiyeti ve sıfatlarına uygun olarak kısıtlı ve mahduttur.
Bu halifelik, Allah’ın mülkü bulunan yeryüzünde O’nun iradesine uygun yaşamak
ve talimatı doğrultusunda tasarrufta bulunmaktan ibarettir. İnsanoğlu Allah’a
kul olsun diye yaratılmış, yeryüzündeki çeşitli nimetler de bu maksadı
gerçekleştirsin diye ona tahsis edilmiştir. İnsanoğlu kendisine verilen imkân
ve nimetlerin Allah’ın mülkü olduğunu, bir maksada ve şarta bağlı olarak
kendisine emanet edildiğini, bunlar üzerinde sahibinin irade ve rızâsına uygun
bir şekilde tasarruf etmekle yükümlü bulunduğunu bilecek ve bu şuur içinde
davranacaktır. (bk. Kur’an Yolu, I, 101)
“Melek”
kelimesi, “elçilik” ve “kuvvet” mânasına gelen köklerden türemektedir. Çoğulu
“melâike”dir. Melekler, Allah Teâlâ’nın buyruklarını yerine getirmekle, O’ndan
aldıkları emirleri yerlerine ulaştırmakla görevli oldukları ve bunu ifâ edecek
kuvvete sahip oldukları için bu ismi almışlardır. Kur’ân ayetlerinin işaretine
göre melekler, hem ilmî ve kelâmî bir rûhî tebliğ yapmakta, hem de bir fiil,
ilâhî kudret ve yaratmanın da tebliğcisi olmaktadırlar. Peygamberlere ve hatta
yine meleklere ilâhî emirleri tebliğ eden melekler bulunduğu gibi cihad ve
diğer hususlarda fiilen kuvvet ve yardım getiren melekler de bulunmaktadır.
Hatta kendisine “Rûh” denilen özel bir melekten bile bahsedilir. Şunu bilmek
gerekir ki âlemde vuku bulan her hadise ile ilâhî kudretin özel bir ilişkisi
vardır. Şu halde melekler topluluğunun, ilâhî kudret ve yaratmanın vahdetten
kesrete dağılmasını ve onun pek çok değişik nevilerde şekillenip ortaya
çıkmasını ifade eden “mebâdi-i fâile: yapıcı temel güçler” olarak
değerlendirilmesi gerekir. Dolayısıyla kâinatta böyle bir elçilikle vuku
bulmayan hiçbir olay, hiçbir fiil ve hareket düşünülemez. (bk. Elmalılı, Hak
Dini, I, 303-304)
Resûlullah
(s.a.s.), “Melekler, nûrdan yaratılmışlardır...” (Müslim, Zühd 60)
buyurmuştur. Meleklerin mâhiyet ve hakikatlerinin nasıl olduğu hususunda farklı
değerlendirmeler söz konusudur. Kelamcıların pek çoğunun savunduğu görüşe göre
melekler mekan tutan varlıklardır. Bunlar, gökyüzünde bulunan, çeşitli
şekillere girebilen havâî ve latîf cisimlerdir. Zira peygamberler bunları
şekilleriyle görmüşlerdir. Şekiller ise cismanî olup boyutları vardır. Bunlara
göre cisimden arınmış maddesiz soyut kuvvet, sadece ilâhî kudrete aittir. İslâm
filozoflarının görüşüne göre ise melekler nefisleriyle kaim cevherler olup yer
tutan varlıklar değillerdir. Onlar, insan ruhu gibi soyut cevherlerdir fakat mâhiyetçe
bunlardan farklıdırlar.
Melekler,
sayı bakımından çokturlar. Bunların çokluğunu ifade etmek için Resûlullah (s.a.s.)’in:
“Gök gıcırdamaktadır. Gıcırdamakta da haklıdır. Zira gökte ayak basacak
hiçbir yer yoktur ki orada secde veya rükû eden bir melek bulunmasın” (Tirmizî,
Zühd 9) hadisini zikretmek yeter.
Bu
âyet-i kerîmede, Cenâb-ı Hakk’ın meleklerle bir çeşit istişaresinden
bahsedilir. Allah Teâlâ bir halîfe yaratacağını söylediğinde melekler âdeta
kendilerinin buna daha lâyık olduklarını sezdirmeye çalışarak: “Halbuki biz
seni övgüyle tesbih ve takdîs ediyoruz” (Bakara 2/30) derler. Yâni biz seni
şânına lâyık olmayan şeylerden pak ve uzak tutuyoruz. Bize verdiğin pek çok
nimet sebebiyle sana hamdediyoruz. Tesbih, celâl sıfatlarını açığa çıkarmak, hamd
ise nimet verici sıfatlarını hatırlatmak içindir. “Biz seni takdîs ederiz”
ifadesi, “Seni yücelik, izzet, şeref gibi sana yakışan sıfatlarla vasfeder;
sana lâyık olmayanlardan da seni tenzih ederiz” demektir. Bir başka yoruma göre
tesbih; Allah’a lâyık olmayan şeyleri O’ndan uzak tutmak, takdîs ise O’n şanına
lâyık olan şeylerle anmaktır.
Meleklerin,
Âdem’in hilâfeti hususunda Cenâb-ı Hakk’a suâl sormalarının bir takım
hikmetleri şöyle izah edilebilir:
› Melekler,
insanın yaratılış hikmetinin ne olduğunu öğrenmek istemişlerdir. Yoksa bunu
îtiraz olsun diye veya Âdem’e hasetlerinden dolayı yapmamışlardır. Zira
nasların bildirdiğine göre meleklerde Allah’a isyan ve îtiraz etme özelliği,
haset ve kin gibi kötü huylar bulunmaz.
› Meleklerin,
insanın yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökeceğini levh-i mahfuzdan öğrenmiş
olabilecekleri ihtimâli bulunmaktadır. Bu yüzden böyle bir suâl sormuş
olabilirler. Nitekim bâzı kelâm âlimleri, meleklerin levh-i mahfûzu görüp
okuyabildiklerini söylemişlerdir. (bk.Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
XXXI, 114)
› Hak Teâlâ
daha önce bu durumu onlara bildirdiği için böyle bir suâl sormuş da
olabilirler.
› Bir başka
görüşe göre de melekler, cinlerin bozgunculuk ve fesad çıkardıklarını daha
önceden bildikleri için bu suâli sormuşlardır.
Meleklerin
bu ifadelerine karşılık Cenâb-ı Hak, “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim”
(Bakara 2/30) buyurarak bir bakıma onların bu tesbih ve tenzih özelliklerinin halifelik
için yeterli gelmediğini, kendisinden bir sır yâni rûh üflenmesi keyfiyetinin
ve isimleri öğretmesinin buna vesîle olacağını ifade etmiştir. “Ben sizin
bilmediğiniz şeyleri bilirim” (Bakara 2/30) buyruğunda ayrıca şu
işaretler yer almaktadır:
“Meleklerin
teşbihinde, yaptıkları işlerini ve faziletlerini ortaya koyma vardır. Allah’ın
insanoğlunun günahlarını affetmesinde ise Cenab-ı Hakk’ın ona olan kerem ve
rahmetinin tecellisi vardır. Allah, itaatkârların itaatinden müstağnidir; O’nun
kimsenin itaatine ihtiyacı yoktur. Meleklerin
tesbihinde kendilerinin övgüye hakları olduğu anlaşılırsa, günahları affetmede
yaratıcının kulunu övmesi vardır. Ben, siz bilmediğiniz halde mü’min kullarımın
bana olan sevgilerinde ne kadar temiz bir gönle sahip olduklarını; kulluk
sözlerini yerine getirmede sırlarının ne kadar berrak olduğunu bilirim. Her ne
kadar zaman zaman dış yüzleri isyan kirleriyle kirlense de özleri böyledir.
Benim onlara olan sevgimi ben bilirim, fakat siz bilmezsiniz. Siz halinizi ifşa
etmeye çalışıyorsunuz. Ben ise Âdem ve neslinin taşıdığı sırları gizliyorum.
Günah işledikleri zaman onların kalplerinde oluşan kırıklığı da, tesbih ve
takdisinizi ortaya koyarken sizin kalbinizde oluşan kabarma ve gurur da siz
bilmiyorsunuz fakat ben biliyorum. Siz yaptıklarınızın güzelliği bakımından
-kendinizce- yüksek bir rütbede bulunuyorsunuz. Onlar ise sahip oldukları
duygular itibariyle gönülleri alçak ve kalpleri kırık bir durumdadırlar. Şu bir
gerçek ki kalbi kırık kulların benim katımda çok büyük kıymeti vardır. Benim lutfum
olmasa sizin tesbihinizin ne önemi, affettiğim takdirde kulların günahlarının
ne zararı olabilir? Size taat, insanoğluna rahmet elbisesi giydirdim.
Dolayısıyla siz taat elbisesi, tesbih ve takdis örtüsü içindesiniz. Onlar ise
affımın ve rahmetimin örtüsü içindedirler. Onlara kerem elbisemi giydirdim ve
onları af örtüme sardım.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I,
34)
Gelen
âyetlerde bir bakıma Âdem’in hangi özellikleri sebebiyle halifeliğe layık
görüldüğünü beyân etmek üzere şöyle buyrulur:
31. Allah Âdem’e isimlerin tamamını öğretti, sonra da onları meleklere gösterip: “Haydi, doğru söylüyorsanız bunların isimlerini bana haber verin” buyurdu.
32. Melekler: “Seni tesbih ve her türlü noksanlıktan tenzîh ederiz! Senin öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Elbette her şeyi hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan ancak sensin!” dediler.
33. Allah: “Ey Âdem, bunların isimlerini onlara söyle” dedi. Âdem isimleri onlara bildirince, Hak Teâlâ: “Size, «Göklerin ve yerin gaybını ben bilirim; ayrıca sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim» dememiş miydim?” buyurdu.
Âdem’in[1] yeryüzünde Allah’ın halîfesi olarak seçilmesinin en mühim şartı, sahip olduğu pek çok istidatla beraber onun ilmî yönüdür. Kendine lütfedilen duyu organları, kalp, akıl ve anlama kabiliyetiyle bilmediğini öğrenebilmekte ve varlığın hakikatini keşfedebilmektedir. Bu özellik, yaratıklar içinde sadece insana aittir. Burada Allah Teâlâ, Âdem’in meleklerden daha üstün kabiliyetlere sahip ve bu sebeple hilâfete layık olduğunu açıkça ortaya koymak üzere bir imtihan yapmaktadır. Fakat henüz imtihan başlamadan önce Cenab-ı Hak, bütün isimleri Âdem’e öğretti. Ya o isimleri bizzat kendi koyup Âdem’in ruhuna nakş ve ilham etti. Veya Âdem’e bunları gerektiğinde koyup kullanacak özelliğe sahip bir ruh üflemeyi takdir buyurdu. Birinci mâna açık, ikincisi de ihtimal dâhilindedir.
Âdem’e öğretilen “bütün isimler”den maksadın ne olduğu hakkındaki görüşleri şu şekilde hülasa etmek mümkündür:
› Bu isimler, insanların birbirleriyle tanışma ve anlaşmasına vesile olan bütün isimlerdir. Bunlar; insan, hayvan, bitki, yer, gök, deniz, dağ, nehir, kuş, güvercin, deve, inek, koyun, hatta kamçı ve kapkacağa varıncaya kadar bütün varlıkların isimleridir. Bundan kıyamete kadar olmuş ve olacak bütün şeylerin isimleri mânasını anlamak da mümkündür.
› Bu isimlerden maksat meleklerin veya Âdem’in zürriyetinin isimleridir.
› İsimlerden murat, eşyanın sûretleridir.
› Allah, Âdem’e sadece mahlûkatın isimlerini değil, kendi isimlerini de öğretmiştir. Âdem, mahlûkatın isimlerini bilmekle meleklerin secdesine lâyık olmuştur. Hak Teâlâ’nın isimlerini bilmesiyle ne gibi yüksek derecelere lâyık olacağı buna kıyâs edilerek düşünülmelidir. Mahlukatın ismini bilmede Âdem’le eşit seviyede olmayanların, Hakk’ın isimlerini ve gaybın sırlarını bilmede ona yaklaşmaları nasıl mümkün olabilir?
İşte Yüce Rabbimiz, bütün bu isimleri ve suretleri Âdem’e öğretti. Sonra da bu isimlerin delalet ettikleri zâtları meleklere göstererek, bunları isimleriyle kendisine haber vermelerini istedi. Halbuki Allah, onların bu işe güç yetiremeyeceklerini bilmekteydi. Allah’ın Âdem’e eşyânın isimlerini önceden öğretip, sonra meleklere arzetmesinin hikmeti, Âdem’i taltîf etmek, bilmediği sırları ve gizli ilimleri ona öğretmek; diğer taraftan da meleklerin, sahip oldukları özelliklerle Âdem’e karşı gelmelerini önlemekti. Allah’ın meleklere, “Haydi, doğru söylüyorsanız bunların isimlerini bana haber verin” (Bakara 2/31) şeklindeki hıtâbı, onları azarlamak, acizliklerini göstermek, onların gerçeği görerek işin aslını Hak Teâlâ’ya bırakmalarını sağlamak içindir. “Meleklerin sözün”den murâd ise, Âdemoğullarının yeryüzünde fesat çıkaracaklarını, bu sebeple halîfe olma husûsunda kendilerinin onlardan daha üstün olduklarını iddiâ etmeleridir.
Cenâb-ı Hakk’ın emrine uygun olarak isimleri haber vermekten aciz kalan melekler, Allah’ı her türlü noksanlıktan pak ve uzak tutarak, kendilerine öğrettiklerinden başka hiçbir şeyi bilemeyeceklerini ve cahillerin yaptığı gibi bilmedikleri şeyler hakkında da görüş ileri süremeyeceklerini söylediler. Âyet, aynı zamanda meleklerin önceki sualleriyle Allah’a itiraz maksadı taşımadıklarını, bilakis bilmediklerini öğrenmeye çalıştıklarını gösterir. Zira onlar, kendi âlemlerine ve kabiliyetlerine uygun olmayan ilimlere sahip olmadıklarını, kabiliyetlerine uygun olan ilmi ise zâten Allah’ın kendilerine öğreteceğini söylemektedirler.
Şüphesiz Allah Alîm’dir; herşeyi öylesine bilir ki, ona hiçbir sır gizli kalmaz. Meleklerin, verdikleri cevaplarından Allah’ın “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” (Bakara 2/30) sözünün mânasını kavradıklarını anlıyoruz. Hakîm’dir; herşeyi hikmetle yaratır, hikmeti olmayan hiçbir iş yapmaz. Yaptığını muhkem ve sağlam yapar. Hüküm verenlerin en yücesi de O’dur.
Meleklerin isimleri bilememesi ve Allah karşısında acziyet ve tezellüllerini ortaya koymaları üzerine Cenab-ı Hak Âdem’e hitap ederek, eşyanın isimlerini meleklere haber vermesini istemiştir. O da bu vazifeyi başarıyla yerine getirmiştir. İmtihan tamamlanmış, hikmet tecelli etmiş ve Âdem’in meleklerden üstünlüğü açık bir delille ispat edilmiştir. Meleklerin bilmediği, fakat Allah’ın kesinlikle bildiği gerçeklerden bir kısmı ortaya çıkmıştır. Bu sebeple Rabbimiz: “Size, «Göklerin ve yerin gaybını ben bilirim; ayrıca sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim» dememiş miydim?” (Bakara 2/33) buyurmuştur.
Âyetin işaret ettiği mühim noktalar şunlardır:
İnsan, şerefli bir varlıktır.
İlim, ibâdetten üstündür. Zira meleklerin ibâdeti Âdem’inkinden fazla olmasına rağmen, halîfeliğe lâyık olamamışlardır.
Halîfe olabilmek için aranan temel şartlardan biri, ilim sahibi olmaktır.
Âdem ilmi sebebiyle meleklerden üstündür. Zira Allah “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 39/9) buyurmaktadır. İlim, özü itibariyle daha şerefli olmakla birlikte, ilimle beraber ibâdet de gereklidir. Zira ilim ağaç, ibâdet meyve gibidir. Ağaç asıl olduğu için şerefli olmasına rağmen, faydalanılan kısım daldaki meyvedir.
Mevlânâ Hazretleri’nin anlattığına göre:
“Allah Teâlâ, Âdem (a.s.)’ın temiz olan cismini topraktan yaratıp rûh üfleyince, Cebrâil (a.s.)’a:
«- Benim kudret denizimden üç tane büyük cevher al, nurdan yapılmış bir tabak içerisine koyup onu Âdem (a.s.)’a arzet! O, bu üç cevherden birini seçsin!» diye emretti.
Bunlardan biri akıl, ikincisi iman, üçüncüsü de hayâ cevheri idi. Cebrâil (a.s.) tabağı Âdem (a.s.)’a arzetti ve bu hâli ona anlattı. Âdem (a.s.); «Mü’min Allah’ın nuru ile bakar» (Tirmizî, Tefsir 15) hadîs-i şerifi mûcibince firaset nazarını kullandı ve aklı seçti. Cebrâil (a.s.), iman ve hayâ cevheri bulunan tabağı kaldırıp tekrar kudret denizine götürmek istedi. Fakat Cebrâil bu kadar kudretine rağmen tabağı yerinden kaldıramadı. İman ve hayâ cevherleri ona:
«- Biz Allah’ın sevgilisi olan aklın sohbetinden ayrılamayız, onsuz hiçbir yerde karar ve mânamız kalmaz. Çünkü biz üçümüz ezelden beri Allah’ın şeref mâdeni ve kudret denizinin cevherleriyiz, birbirimizden ayrılamayız» dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Cebrâil’e:
«- Ey Cebrâil! Onları bırak gel!» emri geldi. Bu üç temiz cevher Âdemoğullarına kalmış mirastır.” (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 263)
Âyet-i kerîmede işaret edildiği üzere, burada Cenâb-ı Hakk’ın Âdem’e bir inâyet ve rahmet tecellisi vardır. Zira meleklere, özellikle hakkında bilgileri olmayan bir şeyi talep ederken “Bana haber verin!” buyruğuyla yürekleri sarsacak bir heybet hitabında bulunmuştur. Âdem’e ise, heybet ve korkuya kapılmasını gerektirmeyecek şekilde “Onları meleklere haber ver!” buyurmuştur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 36)
Düzenlenen imtihanla Âdem’in meleklere üstünlüğü ve hilâfete liyakâti tespit edilince, bu kez ilâhî hikmetin ikinci adımı gerçekleştirilmek üzere meleklere Âdem için secde emri gelmektedir:
[1] “Âdem” kelimesi “yeryüzü” anlamındaki “edeme”den gelmektedir. Böylelikle Hz. Âdem’e yaratıldığı asıldan gelen bir isim verilmiştir. Bu kelimenin “esmerlik veya beyazlık” anlamını taşıyan “udme”den geldiği de söylenir ki bu da Âdem’in ve oğullarının rengini gösterir. (Kurtubî, el-Câmi‘, I, 279-280)
34. Meleklere: “Âdem’e secde edin!” dediğimizde İblîs dışındakiler derhal secdeye kapandı. İblîs ise direnerek bundan kaçındı, kibirlendi ve kâfirlerden oldu.
Meleklerin
Hz. Âdem’e yaptıkları secde, ona ibâdet maksadıyla yapılan secde değildir. O,
sadece Allah’ın emrine uygun olarak hareket etmeleridir. Onların secdesi,
Allah’ın emriyle olduğu için, bizâtihi Allah’a ibâdettir. Allah Âdem’in şânını
yüceltmek için onu meleklerin kıblesi yapmıştır. Dolayısıyla buradaki secdeyi,
meleklerin Âdem’e tevâzu ve saygı göstermeleri olarak anlamak gerekir.
Kardeşlerinin Yûsuf’a secde etmelerinde de aynı mâna kastedilmiştir. (bk. Yûsuf
12/100) Selâmlamak için yapılan secde yani ayaklara kapanma önceleri câizdi.
Fakat Peygamberimiz (s.a.s.) Selman-i Fârisi (r.a.) kendisine secde etmek
isteyince: “Hiçbir kulun Allah Teâlâ dışında birine secde etmesi caiz
değildir. Şâyet bir kişinin diğerine secde etmesini emretseydim, hanımın
kocasına secde etmesini emrederdim” (Ebû Dâvûd, Nikah 40; Tirmizî, Rada 10)
buyurarak bunu yasaklamıştır. Dinimizde baş eğerek selâmlama da mekruh
sayılmıştır.
Meleklerin
Âdem’e secde etmesinde bizler için iki mühim ibret ve ders bulunmaktadır:
Birincisi; insan, melekleri örnek alarak onlar gibi Allah’a ibâdet edecek,
onlar gibi edeplenecektir. Şeytanın büyüklenip isyân ederek Allah katından
kovulması gibi, lanetlenmiş bir duruma düşmeyecek, aksine melekler gibi değerli,
övgüye layık ve şerefli bir kul olacaktır. Allah Teâlâ melekleri överek “Onlar,
Allah’ın emirlerine asla karşı gelmez ve kendilerine verilen her emri eksiksiz
yerine getirirler” (Tahrîm 66/6) buyurur. İkincisi; Allah Teâlâ, insana
olan sonsuz rahmet ve ihsânından dolayı itâat, tesbih ve hamd husûsunda
melekleri onun yardımına göndermiştir. Onların insana himmet etmesini sağlamıştır.
Bu mânada âyet-i kerîmede: “Melekler de Rablerini her türlü övgülerle
yücelterek tesbih ediyor ve yeryüzünde bulunanlar için bağışlanma diliyorlar”
(Şûrâ 42/5) buyrulur.
Ayette
geçen اِبْل۪يسُ (İblîs), “iblâs” masdarından Arapça bir
isimdir. “İblâs” iyilik ve hayırdan ümit
kesmek, pişmanlık ve üzülmek mânalarına gelir. Dolayısıyla İblîs, Allah’ın
rahmetinden ve bütün hayırlardan umudunu kesen, uzak olan demektir. Allah
Teâlâ, emrine isyan etmesine karşılık İblîs’i, bütün iyiliklerden ümitsiz, taşlanmış
ve koğulmuş bir şeytan kılmıştır. Kehf sûresinin 50. ayetinde İblîs’in
cinlerden olduğu bildirilmektedir. İbn Abbas (r.a.): “Cinler, meleklerin
ateşten yaratılmış bir koludur. İblîs de onlardandır. Öteki melekler nurdan
yaratılmışlardır” demektedir. (Kurtubî, el-Câmi‘, I, 294) Yine İbn
Abbas’tan rivayete göre İblîs, cennet muhafızı olmaları sebebiyle kendilerine
Cin denen bir melek grubunun başkanı, yakın göğün ve dünyanın sultanı idi.
Bilgisinin çokluğundan dolayı gurura kapıldı. (İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur‘an, I, 77) Buna göre İblîs’in cinlerden
olması, meleklerden olmasına aykırı değildir. Çünkü gözden gizli varlıklara cin
denir. Melekler de görünmez varlıklar grubundan olduğu için cin adı, her türlü
görülmez ruhî varlıkların ortak adıdır. Yalnız cin denen bu ruhî varlıkların
iyileri ve kötüleri vardır. İyilerine melek, kötülerine şeytan, iyiliği galip
olanlarına da sadece cin denilmiştir.
Meleklerle
beraber bulunan İblîs, Allah’ın emrine karşı gelerek Âdem’e secde etmedi. Kalbi
ile imtina etti, çekindi, direndi. Kendisine verilen emri kabul etmedi. Nefsine
mağrur olarak kibirlendi, secde etmeyi gururuna yediremedi. “İstikbâr”, kişinin
kendisini büyük görmesi demektir. O, kendisinin secde edecek olmasını hoş
karşılamamış, Âdem’e secde etmeyi de büyük bir iş olarak görmüştür. Bu sebeple
Allah’ın Âdem’e secde emrini ve bu emirdeki hikmetini mânasız bulmuştur. Allah
Resûlü (s.a.s.)’in: “Kalbinde hardal tanesi ağırlığı kadar kibir bulunan
kimse cennete giremeyecektir” (Müslim, İman 148) hadisinde bu mânada bir
büyüklenme kastedilmiştir. Dolayısıyla İblîs bu tavrıyla kâfirlerden olmuştur.
Peygamberimiz
(s.a.s.), İblîs’in Allah’a karşı isyanına duyduğu pişmanlığı mecâzen şöyle
haber verir: “Âdemoğlu secde âyetini okuyup secde ettiği takdirde şeytan
uzaklaşır, ağlar ve: «Vay benim halime! Âdemoğluna secde etmesi emrolundu, o da
secde etti, buna karşılık ona cennet verilecektir. Ben de secde etmekle
emrolundum, fakat kabul etmedim, dayattım. O bakımdan bana da cehennem var»
der.” (Müslim, İman 133)
İblîs’in
Âdem’e secdeden çekinmesi, Kur’ân-ı Kerîm’de birkaç yerde farklı yönleriyle
tekrar edilmektedir. Şu âyet-i kerîmede İblîs’in hangi sebeple secdeden imtina
ettiği beyân edilir:
“Allah: «Ey İblîs! Emrettiğim zaman seni secde etmekten alıkoyan
nedir?» diye sordu. İblîs: «Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten onu ise
çamurdan yarattın» dedi.” (A‘râf 7/12)
Âdem,
halife seçilip, imtihandan sonra meleklerin secdesine nâil oldu, fakat
karşısına İblîs gibi amansız bir düşman çıktı. Devam eden ayetler, Âdem’in
eşiyle birlikte cennete yerleşmesini ve İblîs’le imtihan olmasını
anlatmaktadır:
35. Âdem’e de: “Ey Âdem, eşinle beraber cennete yerleşin, oradaki nimetlerden istediğinizi bol bol yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zâlimlerden olursunuz” dedik.
36. Fakat şeytan, o ağaç yüzünden ikisinin de ayağını cennetten kaydırdı ve içinde bulundukları nimetten onları ayırdı. Biz de onlara: “Haydi, birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin! Siz orada belli bir zamana kadar kalacak ve ondan faydalanacaksınız” dedik.
37. Sonra Âdem, Rabbinden öğrendiği sözlerle Allah’a yalvardı, tevbe etti, Allah da tevbesini kabul buyurdu. Doğrusu O, tevbeleri çok kabul eden, nihâyetsiz merhamet sahibi olandır.
Âdem ile eşinin yerleştiği cennet, pek çok müfessirin ortak kanaatine göre öldükten sonra mü’minlerin varacağı ebediyet yurdudur. Âhiretteki cennettir. Allah Teâlâ, o ikisini yerde yaratmış, ruh üflemiş, sonra da cennete yerleştirmiştir. Bunlar oraya devamlı kalmak için değil, misafir olarak girmişlerdir. Bu sebeple, bazı yasakların konması, şeytanın oraya girebilmesi, vesvese verebilmesi gibi hususi durumlar söz konusu olmuştur.
Cenab-ı Hak, Âdem ve eşine cennete yerleşmelerini söylemiş ve meyvelerinden istedikleri yerde, istedikleri zaman ve arzu ettikleri kadar bol bol yemelerine müsaade etmiştir. Meyveler bitecek diye sıkıntıya düşmemelerini tavsiye buyurmuştur. Onlara büyük bir hürriyet vermekle beraber, yine de bir sınır tayin etmiş, yasaklanan ağaca yaklaşmamalarını istemiş, aksi takdirde zalimlerden olacakları ihtarında bulunmuştur. Bu gerçek, insana verilen hilafetin mutlak olmadığını göstermektedir. Bunun belli bir sınırı vardır ki, o sınırı aşmak zulümdür.
Ayette “ağaçtan yemeyin” değil de “ona yaklaşmayın” buyrulması, bu yasağa uymanın ne kadar önemli olduğunu gösterir. Yasaklanan ağaçtan maksadın, buğday, üzüm veya incir olduğu nakledilir. Sûfîler bunun, buğday ve buğday başağı olduğunu kabul ederler. Çünkü bunun, insanoğlunun beslenmesinde çok mühim bir yeri vardır. Ancak en güzeli, kesin bir nass olmadığı için bu ağacın ne olduğunu tayin etmemektir. Allah Teâlâ bunu Kur’ân’da bize ismiyle bildirmemiş, ancak cennette belli bir ağaç olduğunu, Âdem’in kurtuluş ve saadetinin bozulmasına sebep olabilecek bir özellik taşıdığını haber vermiştir. Bu ağaç cennete yenilmek için değil, tahdit ve kulluk için konulmuştur. Ona yaklaşmak zulmü gerektiren bir durumdur. Zulüm ise haddini aşıp bir hakkı, olması gereken yerden başka bir yere koymaktır. “Yasak ağaca yaklaşırsanız zâlimlerden olursunuz” (Bakara 2/35) ifadesi, Âdem ve eşinin, bu yasağı çiğnemeleri durumunda işledikleri günahın ve uğrayacakları cezanın büyüklüğünü açıklamaktadır.
Gerçekten de cennetteki huzur ve saadet hayatı uzun sürmedi. Düşmanlığını açıkça ilân eden İblîs, oraya girerek vazifesini yaptı. Âdem ve eşini yanılttı, yasak ağaca yaklaştırarak günah işlemelerine ve ayaklarının kaymasına sebep oldu. Sahip oldukları itaat halinden ayırıp masiyete yönlendirdi. Böylece ikisini de her türlü nimet, bolluk ve refah içinde yaşadıkları cennetten uzaklaştırdı. Zira o zaman kovulmuş bulunuyor olsa da kendisine Âdem’i ve neslini azdırması için imkân ve mühlet tanınmıştı. İnsanın yaratılış hikmeti asıl bununla ortaya çıkacak ve hilafet tasarrufu bizzat bu yolla gerçekleşme imkânı bulabilecekti.
Yasak ağaca yaklaşmakla Âdem ve eşinin fıtratlarında bir değişme ve bir bozulma meydana geldi. Bu halleriyle cennette kalabilmeleri imkânsızlaştı. Sonunda ilâhî hikmet, onların birbirlerine düşman olarak yeryüzüne inmelerini gerektirdi. İnenler; Âdem, Havva, şeytan ve bunların potansiyel olarak içlerinde taşıdıkları zürriyetleridir. Bunlar, yeryüzünde birbirlerine düşmanlık yapacak şekilde indirildiler. “Adüvv”, düşman demektir ve dostun zıddıdır. Zulmetmek ve haksızlık yapmak mânasındaki bir kökten gelmektedir. “Udvân” da, apaçık zulüm, haddi aşmak ve haksızlık mânasındadır. Karşı tarafın hoşuna gitmeyecek işlerde haddi aştığından dolayı düşmana “adüvv” ismi verilmiştir. Kişinin, bizzat kendine düşman olması da mümkündür. Dünya hayatında şeytan insana düşmanlık yapacak, insanları birbirine düşman edecek, müspet ve menfi karakterler ortaya çıkacak, kardeş kardeşi öldürecek ve insanlık tarihi boyunca bu düşmanlık asla bitmeyecektir. Hatta insan, şeytana tabi olup Rabbine isyan etmek suretiyle bizzat kendine düşmanlık yapacaktır.
Dünyaya imtihan için gönderilen Âdem ve nesli, yeryüzünde belli bir zamana, ölüm ve kıyamete kadar kalacak ve buranın nimetlerinden faydalanacaklardır. Dünyada ebedi olarak kalmayacaklardır. Bu hayat fanîdir, ona göre davranmaları gerekecektir. Ayette geçen “metâ”, kendisi ile faydalanılan yiyecek, içecek, giyecek, barınacak ve ünsiyet edilecek dünya nimetlerdir.
Âdem ve eşi, insan neslinin devam etmesi, bunlara çeşitli mükellefiyetler yüklenerek imtihan edilmeleri ve içlerinden kimin daha güzel amel işleyeceğinin belirlenmesi için yeryüzüne indirilmişlerdir. Yine bu sayede Rabbimizin, “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım” (Bakara 2/30) va’di gerçekleşmiş ve Âdem’in halîfe olması mümkün olabilmiştir.
Şeytanın aldatmasıyla büyük bir hata işleyen ve bu sebeple dünyaya inmesi emredilen Âdem, Rabbinin kendine vahyettiği bir kısım dualarla hemen tevbe ve istiğfar etti. Âyetin başındaki ki “fâ” harfi; Âdem’in yeryüzüne inmesinin emredilişinin hemen ardından, hatta daha yeryüzüne inmeden tevbe ettiğini gösterir. Buradan; Âdem’in önce tevbe ettiği daha sonra yeryüzüne indiği mânasını çıkarmak da mümkündür. Zaten bir sonraki âyette ikinci kez tekrar edilen “İnin” (Bakara 2/38) emri buna işaret etmektedir.
Ayette zikredilen اَلتَّلَقّ۪ي (telakki) kelimesi, belleyip almak, farkına varmak ve kabul etmek gibi mânalara gelmektedir. Bu kelime Kur’an’ın vahyedilmesi mânasında da kullanılmıştır. (bk. Neml 27/6)
Âdem’in Rabbinden aldığı kelimelerin neler olduğu ise A‘râf sûresinde haber verilir:
“Rabbimiz! Biz kendi kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen hiç şüphesiz ebedî kaybedenlerden oluruz.” (A‘râf 7/23)
İşte Âdem ve eşi bu ilticâ ve niyâz dolu kelimelerle tevbe edince, Allah da onların tevbesini kabul buyurdu. اَلتَّوْبَةُ (tevbe), lügat olarak dönmek ve yönelmek anlamındadır. Kulun vasfı olarak tevbe, günahtan taata yönelmek; Allah’a izâfe olunduğunda ise O’nun kulu cezalandırmaktan vazgeçip affa yönelmesi mânasına gelir. Şüphesiz Allah, tevbeleri çok kabul eden ve kullarına nihayetsiz merhamet edendir.
Kulun tevbesi şu şartlarla tamam ve makbûl olur. Bunlar; işlediği günaha pişman olmak, hâlihâzırda günahı terketmek, ileride aynı günahı tekrar işlememeye azmetmek ve üzerinde hakkı bulunanların haklarını ödeyerek helâlleşmektir. Tevbe sabun gibidir. Sabun zâhirî kirleri temizlediği gibi, tevbe de bâtınî kirleri ve günahları temizler. Kul, günahtan vazgeçip amellerini düzeltirse Allah da onun hâlini ıslah eder. Elden kaçırdığı nimetleri tekrar ona ihsan eder.
Gelen âyet-i kerîmelerde, yeryüzüne inip orada yerleşen insanoğluna doğru yolu gösterecek rehberlerin gelmesi ve bu rehberlere yapılan muameleye göre birbirine zıt iki farklı neticenin ortaya çıkması ele alınır:
38. Onlara şöyle dedik: “Hepiniz oradan inin! Benden bir doğru yol rehberi gelir de kim benim o doğru yol rehberime uyarsa, onlara hiçbir korku yoktur, onlar asla üzülmeyeceklerdir.”
39. İnkâra saplanıp âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliktir ve orada ebedî kalacaklardır.
“Hepiniz oradan inin!” (Bakara
2/38) emri ikinci kez tekrarlanmaktadır. Halbuki hitap, yine aynı kişilere
yapılmaktadır. Bunda bir takım incelikler ve hikmetler mevcuttur. Şöyle ki:
·
Birisine “Kalk, kalk!” demek gibi burada iniş emri ikinci bir defa
vurgulanmak ve pekiştirilmek üzere tekrar edilmiştir.
·
İkisinde farklı hükümler vardır. Birincide düşmanlıktan, ikincide
ise doğru yolu gösterecek rehberden bahsedilmiştir.
·
Birincisi, “Ebedî olmayan, kavga ve mücâdelelerle dolu olan bir dünyaya
imtihan için inin!” mânasına gelirken ikincisi, “Emir ve yasaklardan sorumlu
olmak için dünyaya inin!” mânasına işaret etmektedir.
Allah’tan
gelen doğru yol rehberinden maksat, Allah’ın emirlerini insanlara getirip
açıklayan peygamberler ve kitaplardır. Bunların tebliğ ettikleri hükümlere tabi
olan ve gösterdikleri yolda gidenlere hiçbir korku yoktur. Bunlar asla
üzülmeyeceklerdir ve pişman olmayacaklardır. اَلْخَوْفُ
(havf), korku demektir ve gelecekle ilgili olur. اَلْحُزْنُ
(hüzün) ise, sevincin zıddı olup, üzülmek ve kederlenmek demektir. Bu ise ancak
geçmişe ait hususlarla ilgili olur. Dolayısıyla ayetin mânası şöyledir: “Allah’tan
gelen doğru yol rehberine uyan kimseler için âhirette karşılaşacakları
hususlarda korkulacak bir şey yoktur. Önceden yaptıkları ve dünyada geri
bıraktıkları şeyler için de kederlenmeyeceklerdir.” Nitekim cennetlikler şöyle
diyeceklerdir:
“Bizden her türlü üzüntüyü ve endişeyi gideren Allah’a hamdolsun.
Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayan, her güzel iş ve davranışın karşılığını bol
bol verendir.” (Fâtır 35/34)
Âdem’in
zürriyetinden doğru yolu bulup ona uyanlara karşılık bir de tam aksine hareket
edenler, böylece küfre saplanıp Allah’ın ayetlerini yalanlayanlar olacaktır.
Bunların akıbeti çok fenâ ve pek hazindir. Onlar, cehennemin arkadaşları,
ateşin dostları olacaklardır. Ayette geçen اَلْأصْحَابُ
(ashâb) kelimesi “sohbet”ten gelir. Sohbet, herhangi bir halde ve herhangi bir
zamanda bir şey ile birlikte olmak anlamındadır. Bunun sürekli ve her şeyiyle
iç içe olunduğu durumlar, arkadaşlığın en yüksek derecesini teşkil eder. İşte
ateş ashâbının cehennemle arkadaşlığı böyle olacaktır. Bu sebeple onlar
hakkında اَصْحَابُ النَّارِ (ashâbu’n-nâr) ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca
sohbet kelimesinde vuslat mânası da vardır. Dolayısıyla kâfirler, cehennemde
toplanacak, orada ebedi kalacak ve âdeta cehennem onların mülkü olacaktır.
Bakara
sûresinin 1-39. âyetleri, bütün insanlara hitap eden, insanlığın başlangıcını
açıklayan, inanç ve amellerine göre farklı insan gruplarını anlatan bir giriş mâhiyetindedir.
Buradan itibaren 123. âyete kadar, özellikle İsrâiloğulları’na hitap eden ve
onların daha önceden devam edegelen bir kısım yanlışlarını ortaya koyup düzelten
bir bölüm yer almaktadır:
40. Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana olan sözünüzü tutun ki, ben de size olan sözümü yerine getireyim. Bir de benden, yalnızca benden korkun!
Öncelikle
onlardan, Allah’ın kendilerine olan nimetini hatırlamaları istenmektedir. Bu
nimet, Allah Teâlâ’nın geçmişte İsrâiloğulları arasından peygamberler
göndermesi, onlara kitaplar indirmesi, onları Firavun ve onun zalim halkından
çektikleri pek çok sıkıntı ve belâlardan kurtararak mukaddes topraklara
yerleştirmesi gibi ilâhî yardımlardır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 356)
Bunlara ilave olarak en büyük ilâhî nimet ise şüphesiz onları doğru yola davet
eden yeni bir Peygamber’in gelmesi ve ona Kur’an gibi bir kitabın inmesidir.
(bk. Elmalılı, Hak Dini, I, 334) Bu nimetleri hatırlamaktan maksat,
onların varlığının farkında olmak, kıymetlerini bilmek ve onlara en iyi şekilde
şükretmeye çalışmaktır.
İkinci
olarak Allah’a olan sözlerini tutmaları talep edilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de
Allah Teâlâ’nın yahudilerden ne tür sözler aldığına dair açıklamalar yer almaktadır.
Buna göre Cenâb-ı Hak onlardan Tevrat’a sımsıkı sarılacaklarına (bk. Bakara
2/63), namazı kılacaklarına, zekâtı vereceklerine, peygamberlere inanacaklarına,
muhtaçlara Allah nzası için borç vereceklerine (bk. Mâide 5/12), kendilerine indirilen
kitabı gizlemeyip insanlara okuyacaklarına (bk. Al-i İmrân 3/187) dair söz almıştır.
Fakat buradaki ahitten maksat daha ziyade, yahudilerden, kutsal kitaplarında
hakkında önemli bilgiler verilmiş olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini
tanıyıp ona inanmaları ve bu hakikati insanlara da açıklamaları hususunda
alınan sözdür. Bir sonraki âyet de buna delâlet etmektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 357; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 65; Elmalılı, Hak Dini, I, 334)
Onlar Allah’a olan sözlerini yerine getirdikleri takdirde Allah da onlara
yardım edecek, yaptıkları amel-i sâlihlere bol bol mükâfat verip onları
cennetine ulaştıracaktır. O halde sadece Allah’tan korkmak, emir ve yasaklarına
dikkat etmek ve verilen sözün gereğini yerine getirmek lazımdır. Nitekim zamanın
vezirlerinden biri, büyük mutasavvıf Zünnûn-ı
Mısrî Hazretleri’yle görüşür ve:
“–Bana
himmet buyur, gece-gündüz pâdişâhın hizmetiyle meşgulüm, iyiliğini umuyorum,
fakat darılıp azarlamasından da korkuyorum” der. Zünnûn Hazretleri ağlar ve şu
ibretli cevabı verir:
“–Eğer
ben, senin pâdişahtan korktuğun kadar Allah’tan korksaydım sıddîklar
zümresinden olurdum.”
Ukayl-i
Menbicî (k.s.), çeşitli mertebedeki insanların Allah’tan korkusunu şöyle izah
eder:
“Korku
her işin başıdır. Ama korku şekli herkeste bir başkadır. Şöyle ki:
Âriflerin
korkusu, ilâhî fiil tecellileri arasında bir rahat arzusu beslemek. İşte bundan
korkarlar. Velîlerin korkusu, bir ilâhî emrin icrâsında nefsânî bir korku
duymak. Onlar, bu yanlış duygudan çok korkarlar. Müttekîlerin korkusu, halka
bakarken nefislerine bir payın çıkmasıdır. Baktıklarına Hak için bakarlar.
Bunun aksi onları çok korkutur.” (Velîler Ansiklopedisi, II, 488)
İmam
Kuşeyrî âyete şöyle bir mâna vermektedir: “… Siz bu perdelerle örtülü ve gizli dünyada
sözünüzü yerine getirin. Ben de yakınlık âlemi olan âhirette sözümü yerine
getireyim. Sevgi ve hoşnutluğuma kavuşma sergisi üzerinde benimle ünsiyet ve cemalimi
görmenin devamını size ikrâm edeyim. Siz her iş ve hâlinizde «Rabbim, Rabbim!»
deyin. Ben de her an size «kulum! kulum!» diyeyim. Aksi hâlde benden korkun.” (Kuşeyrî,
Letâifü’l-işârât, I, 41)
Allah
Teâlâ’nın İsrâiloğulların’dan aldığı sözlerin başında Resûlullah (s.a.v)’e ve
ona indirilen Kur’an’a inanmalarıydı:
41. Elinizdeki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur’an’a inanın. Onu ilk inkâr eden siz olmayın. Âyetlerimi küçük bir dünya menfaati için satıvermeyin. Ve benden, yalnız benden sakının.
Kur’ân-ı
Kerîm, yahudilerin elinde bulunan Tevrât’ı doğrulayıcı olarak indirilmiştir.
Kur’an onun Allah kelâmı olduğunu vurgular; ondaki tevhid akidesi,
peygamberlere ve âhirete iman, Allah’ın emirlerini yapmak, yasaklarından
sakınmak gibi temel esasları tanır ve muhataplarına öğretir. Tevrat gibi Kur’an
da Allah’tan gelen ilâhî bir kitaptır. Bu vesileyle yahudiler Tevrat’a
inandıkları gibi Kur’an’a da inanmaya davet edilmektedirler. Peygamberliğin,
vahyin ve kutsal kitabın ne olduğunu iyi bildiklerinden onların Peygamberimiz’e
ve Kur’an’a inanmalarının, böyle bir alt yapıya sahip olmayan müşriklerden daha
kolay olması gerekir. Bu sebeple “Onu ilk inkâr eden siz olmayın” (Bakara 2/41) buyrularak,
Kur’an âyetleri üzerinde tefekkür etmeleri, onun Tevrât’ın mâhiyetine
uygunluğunu düşünmeleri ve onu herkesten önce acelece inkâr etmemeleri
öğütlenmektedir.
Yahudiler,
Tevrât’ın verdiği bilgilerden hareketle son olarak bir peygamberin geleceğini
ve ona bir kitap indirileceğini bekliyorlar, fakat bunun kendilerinden biri
olacağını zannediyorlardı. Hatta bu vesileyle inkâr edenlere karşı zafer elde
edeceklerini bile düşünüyorlardı. Ancak hakikat istedikleri gibi vuku
bulmayınca inkâr yoluna sapmışlardır. Şu âyet-i kerîme bu gerçeği beyân
etmektedir:
“Allah tarafından onlara ellerindeki Tevrat’ı doğrulayan bir kitap
gelince, onu inkâr ettiler. Halbuki daha önce bu kitabı getirecek peygamberi
bekliyor ve onun hürmetine inkârcılara karşı gâlibiyet ve fetih dileyip
duruyorlardı. İşte Tevrat’tan öğrendikleri o bilgileri muşahhas halde
karşılarında görünce, onu inkâr ettiler. Allah’ın lâneti bu kâfirlerin
üzerinedir.” (Bakara 2/89)
“Âyetlerimi küçük bir dünya menfaati için satıvermeyin” (Bakara
2/41) emri, Allah’ın indirdiği âyetlerin ifade ettiği hakikatlerin hiçbir
şekilde değiştirilmesinin, gizlenmesinin veya eğilip bükülmesinin caiz
olmadığını bildirir. Bu hitap, daha çok âyetleri anlayabilecek, onların
tefsirini yapabilecek ve âyetler hakkında söz söyleyebilecek âlimleri hedef
almaktadır. Onlardan, nimetlerin en büyüğü olan Allah’ın âyetlerini, onların açıkladığı
gerçekleri terk edip âhiret kurtuluşundan mahrum kalma pahasına, bunlarla
mukayese edildiğinde hiçbir değer ve anlam ifade etmeyen dünya malı, dünyevî
mevki ve itibar peşinde koşmamaları istenmektedir. Gerçekten de Allah’ın
âyetleri ve ilâhî hakikatlerin bilinmesi, olduğu gibi dosdoğru bir şekilde
tebliğ edilmesi, yaşanması ve yaşatılması yanında, ne kadar çok olsa da dünya
malının fazla bir değeri yoktur. Bu son derece ulvî gerçeğe göre çok olan az,
büyük olan da küçük ve değersiz hükmündedir. Öyleyse gerçeği olduğu gibi
kabullenmek ve ona göre davranmak gerekmektedir:
42. Hakkı bâtılla örtbas etmeğe kalkışmayın ve bile bile gerçeği gizlemeyin.
43. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rukû edenlerle beraber siz de rukû edin.
“Hak”,
Allah’tan geldiği şekilde Tevrat’ın ve Kur’an’ın verdiği bilgilerdir. “Bâtıl”
ise, bilinçli bir şekilde bu ilâhî bilgilere aykırı olarak ortaya konulan
nefsânî görüşlerdir. Âyet-i kerîme, bunların birbirine karıştırılmasını ve
gerçeğin gizli tutulmasını yasaklamaktadır. Bununla birlikte Allah’ın
âyetlerinin tefsiri, tercümesi ve açıklanmasında, diğer ilmî hususların
incelenip ortaya konmasında tâkip edilmesi gereken en doğru ve güvenilir yolu beyân
etmektedir. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’in tercüme ve tefsirini yaparken, Kur’an’ı
Kur’an, tercümeyi tercüme, tefsirini de tefsir olarak öğrenmek ve öğretmek farz
mesâbesinde mühim bir vazîfedir.
Rivayete
göre bir kısım yahudi âlimleri, şahsî fikir ve kanaatlerini kaleme alır,
bunları Tevrat’ın aslı ile karıştırır ve birbirinden seçilmez hale
getirirlerdi. Böylece doğru ile yanlış birbirine karışır ve doğrunun ne
olduğunu tespit etmek güçleşirdi. Bazan de Peygamber Efendimiz’in vasıflarını
anlatan âyetleri ve dünyevî çıkarları açısından işlerine gelmeyen bir kısım
hususları gizlerlerdi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 363-365) Nitekim
bu hususta bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Yazıklar olsun şu kimselere ki, kitabı kendi elleriyle yazarlar,
sonra da küçük bir dünya menfaati için: “Bu Allah tarafından gönderilmiştir!”
derler. Yazıklar olsun elleriyle yazdıkları yüzünden onlara, yazıklar olsun
kazandıkları yüzünden onlara!” (Bakara 2/79)
Bilinen gerçeklerin gizlenmesinin uhrevî cezasıyla
alakâlı olarak da Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:
“Bir kimseye bildiği bir konu
sorulur da cevap vermezse, kıyamet günü Allah onun ağzına ateşten bir gem
vurur.” (Ebû Dâvûd, İlim 9/3658; Tirmizî, İlim 3/2649)
Bile
bile hak ile bâtılın karıştırılmaması ve hakkın gizlenmemesi talep edildikten
sonra, insanın bu hususta sağlam bir ihlas ve dinî şuura sahip olmasına vesile
olacak ibâdetlere devam istenmektedir. Bunların da başında namazın dosdoğru
kılınması, mümkün mertebe cemaatle edâ edilmesi ve zekâtın tam olarak verilmesi
gelir. Zira bedenî ibâdetlerin en önemlisi namaz, mâlî ibâdetlerin en önemlisi
de zekâttır. Âyetteki “rukû edenlerle beraber siz de rukû edin” (Bakara
2/43) kısmı, söz konusu namazın İslâm’ın emrettiği namaz olduğunu göstermekte,
bununla yahudiler İslâm’a davet edilip, onlardan müslümanlığın şartlarını
yerine getirmeleri istenmektedir.
Cenâb-ı
Hakk’ın şu suali ise gerek Ehl-i kitap âlimlerini gerekse Allah’ın kelamını
okuyup anlayabilen herkesi derinden sarsacak ve içinde bulundukları çelişkili
durumun farkına varmalarını sağlayacak bir keyfiyettedir:
44. Siz insanlara iyilik yapmayı emredip kendinizi unutuyor musunuz? Halbuki ilâhî kitabı da okuyup duruyorsunuz. Hiç aklınızı çalıştırmıyor musunuz?
Âyet-i
kerîmenin nüzûl sebebi ile alakâlı şu rivayetler vardır: Peygamberimiz
zamanında Medine’deki yahudi âlimlerinden bazıları, kendilerine gizlice gelip:
“Muhammed hakkında ne dersin?” diye soranlara: “Doğrudur, haktır” derler,
Resulullah’a uymalarını emrederlerdi. Fakat kendileri, emirleri altında
bulunanlardan ellerine geçmekte olan hediye ve vergilerden mahrum kalmak
endişesiyle ona uyma arzularını açıklamazlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
III, 43) Bazıları da insanlara: “Allah’a itaat edin, O’ndan korkun ve iyilik
yapın” diye öğütler, fakat kendileri buna aykırı davranırlardı. Onların bu
yanlış ve çarpık davranışlarını ayıplamak üzere bu âyet-i kerîme inmiştir. (Taberî,
Câmi‘u’l-beyân, I, 368)
İniş
sebebi bu şekilde olmakla birlikte âyet-i kerîme, kendini unutup ihmal ederek
insanlara iyiliği ve doğruyu emretmeye çalışan herkesi şumûlüne almaktadır.
Âyet-i kerîmede “iyiliği emretmek” değil, başkalarına iyiliği emrederken
kendini ihmal etmek ve söylediklerine ters düşmek yasaklanmakta ve bunun akılla
bağdaşmayacak bir tutum olduğu bildirilmektedir. Çünkü:
-
İyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamaktan maksat, doğru olanı göstermek
suretiyle başkalarını bundan istifade ettirmektir. Halbuki başkasını irşad edip
de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşattan mahrum etmek, başkalarını
selamete çıkarmaya çalışıp kendini ateşe atmak demektir. Bu, selîm aklın kabul
etmeyeceği çelişkili bir durumdur.
-
Bir kimsenin, insanlara ders ve öğüt vererek ilmini ortaya koyup da, kendi
söylediğini bizzat kendisinin dinlememesi, söylediklerini fiilen yalanlamak mânasına
gelir. Bu, çelişkili bir durum olduğundan, insanları bir taraftan aydınlatmak
isterken, diğer taraftan onların sapmasına, mâsiyete düşmesine ve dini
emirlerini hafife almasına sebep teşkil edebilir.
-
Söylenen sözün ve verilen nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin
olması arzu edilir. Boşu boşuna konuşmak, emir vermek ve gevezelik etmek akla
uygun bir iş değildir. Kişinin verdiği emir ve öğüdün tersini yapması, onun
kıymetini azaltmaya ve herkesi ondan nefret ettirmeye sebep teşkil eder. Daha
açıkçası bu, bindiği dalı kesmek ve oturduğu evi yıkmaktır. Bundan daha büyük
akılsızlık ve budalalık olmaz. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, III,
44)
Peygamber
Efendimiz, bu hususta şu ibretli hâdiseyi haber vermektedir:
“Kıyamet günü bir adam getirilir
ve cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı çıkar ve onlarla birlikte
değirmen döndüren merkeb gibi döner durur. Cehennem halkı onun başına toplanır
ve:
«–Yahu sen dünyadayken iyiliği
emredip kötülükten sakındırmaz mıydın?» diye sorarlar. O da:
«–Evet, iyiliği emrederdim, fakat
kendim yapmazdım, kötülüklerden sakındırırdım, fakat kendim yapardım» der.” (Müslim, Zühd 51; Buhârî, Bed’ü’l-halk 10)
Yine
Resûlullah (s.a.s.) Miraç gecesindeki bir müşâhedesini şöyle nakleder: “İsrâ gecesi dudakları ateşten makaslarla
kesilen bir grup insan gördüm. «Ey Cebrâil! Bunlar kimdir» diye sordum. «İlâhî
kitabı okuyup başkalarına iyiliği emrettikleri halde kendilerini unutan dünya ehli
hatiplerdir» buyurdu.” (Ahmed b. Hanbel,
Müsned, III, 120, 231, 239)
Allah Teâlâ’ya verilen kulluk sözünü layıkıyla
yerine getirebilmenin zor bir iş olduğu anlaşılmaktadır. Bunu başarmanın yolunu
göstermek üzere buyruluyor ki:
45. Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Doğrusu namaz çok ağır ve çetin bir iştir. Ancak o, Allah’a duyduğu derin saygıdan kalbi ürperenlere ağır gelmez.
46. Onlar, kendilerinin Rablerine kavuşacaklarını ve günün birinde O’na döneceklerini kesinlikle bilen kimselerdir.
Sabır,
ahlâkî güzelliklerin temelidir. Kalbî amellerin en zorudur. Nefsin arzularını
frenleyebilmenin, günahlardan uzak durabilmenin ve her türlü bela ve
musibetlere göğüs gerebilmenin yegane ilacıdır. İmandan sonra takip edilecek
yolun başı sabır, ahlâkın başı sabır, ilmin başı sabır, amelin başı sabır,
kısaca bütün başarıların başı sabırdır. İnsan hem ruhen hem de bedenen nefsini
terbiye edecek; sabır ve tahammüle, kararlı ve metin olmaya alışacak, böylece
Allah’ın yardımının ilk sebeplerinden birini elde etmiş olacaktır. Aksi halde
en ufak bir sıkıntı ve acı karşısında korkmak, sızlanmak, ümitsizliğe ve
gevşekliğe düşmek gibi ahlâki zafiyetler baş gösterir. Sabır iki yönlüdür.
Birincisi hoşa gitmeyecek durumların acısına tahammül göstererek onların güzel
neticelerini beklemektir. Bu, acı ilaçlarla tedavi olmaya benzer. Hoşumuza
gitmese de onları kullanırız. İkincisi ise çabucak gelecek olan lezzet ve
şehvetlerden uzak durarak onların hazin sonuçlarından sakınmaktır. Bu ise
zehirli tatlılardan sakınmak gibidir. Görüldüğü üzere sabır kalbi amellerin,
namaz ise yapılması emredilen zahiri amellerin en önemlisi ve aynı zamanda en
zorudur. Namaz, mü’minin miracıdır. İlâhî yardımın celbi için en mühim
vasıtalardan biridir. Bu sebeple yüce Rabbimiz, bu iki yolla sonsuz kudretinden
yardım talep edilmesini emir buyurmaktadır. Bu sayede kula ilâhî yardım
ulaşacak, dinin emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak daha kolay
hâle gelecektir. Nitekim namazın bu hususiyeti ile alakalı olarak âyet-i kerîmede:
“Namazı da dosdoğru kıl! Çünkü bütün şartlarına riâyet edilerek
hakkiyle kılınan namaz, insanı her türlü hayasızlıktan, dînin ve aklın kabul
etmediği şeylerden alıkoyar.” (Ankebût 29/45) buyrulur.
Şu
kadar var ki sabır ve namaza devam edebilmek ve bu yolla Allah’tan yardım
isteyebilmek sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Bilakis son derece büyük,
ağır, çetin ve zor bir durumdur. Ancak “huşû” sahiplerine ağır ve zor gelmez.
“Huşû”, “Allah’a gönülden saygı duyup bağlanmak, boyun eğip itaat etmektir.”
“Huşû”, Allah korkusunun ve saygısının kalbe iyice yerleşmesi, vücudun dışına
da aksederek sahibini edepli, mütevâzı ve boynu bükük yapmasıdır. Dolayısıyla
huşû sahibi olanlar, dâimî bir kulluk şuuru içinde ve Rablerine hep niyâz
hâlinde olduklarından, ibâdetlerin yorgunluk ve meşakkatini hissetmezler.
Onlar, bir gün mutlaka Rablerine kavuşacaklarına ve O’nun huzûruna döneceklerine
yakînen inanmaktadırlar. Bütün tutum ve davranışlarının temelinde hep bu köklü
düşünce yer almaktadır. Nitekim Abdullah b. Zübeyr (r.a.), sahâbe-i kirâmın
çokça ibâdet edenleri arasında sayılırdı. Namazda o kadar huzura dalardı ki,
dikilir kalırdı... Secdeye varır, dalar giderdi… Serçe kuşları onu duvar
zanneder, üzerine konardı…” (Velîler Ansiklopedisi, I, 79)
Âyet-i
kerîmede bu gibi mü’minlerin hâlleri şöyle haber verilir:
“Onlar, yaptıkları her iyiliği ve işledikleri her ameli, kalpleri
her an Rablerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek yaparlar. İşte onlardır
hayırlı işlerde koşuşarak yarışanlar ve onlardır bu işlerde hep önde gidenler!” (Mü’minûn
18/60-61)
Onlar
işte bu inanç sayesinde Allah’a kavuşmayı, O’nun rızâsına ermeyi ve böylece
âhiret kurtuluşunu dünyanın bütün nimetlerinden daha ehemmiyetli görerek, bu
uğurda her türlü zorluklara kolaylıkla sabreder ve tahammül gösterebilirler.
Şimdi
de İsrâiloğulları, önceden kendilerine ihsan edilen nimetleri hatırlamaya, bu
nimetlerin ellerinden çıkmasının sebepleri üzerinde düşünmeye ve İslâm’ı seçmek
sûretiyle gelecekte, husûsiyle hiç kimsenin kimseye bir fayda sağlayamayacağı
âhirette daha büyük nimetlere ermeye davet edilmektedirler:
47. Ey İsrâiloğulları! Size ihsân ettiğim nimetlerimi ve bir zamanlar sizi bütün kavimlere üstün kıldığımı hatırlayın!
Allah
Teâlâ, İsrâiloğulları’na bir kısım husûsi nimetler ihsan etmek suretiyle
onları, yaşadıkları dönemlerdeki diğer insanlara üstün kılmıştır. Bu konuyu
açıklayan diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Bir zamanlar Mûsâ kavmine şöyle demişti: «Ey kavmim! Allah’ın
size olan nimetini hatırlayın: O, içinizden peygamberler gönderdi; sizi
hükümdarlar yapıp daha önce köle iken hür insanlar haline getirdi. Dünyada hiç
kimseye vermediği şeyleri size verdi.»” (Mâide 5/20)
“Biz İsrâiloğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik verdik; onları
temiz ve hoş nimetlerle rızıklandırdık ve kendilerini o zamanki diğer
topluluklara üstün kıldık.” (Câsiye 45/16)
Bu
ve benzeri âyet-i kerîmeler, diğer nimetlerin yanında özellikle peygamberlik ve
kitap nimetine dikkat çekmektedir. Dolayısıyla İsrâiloğulları, içlerinden
peygamberlerin çıkması, onlara ilâhî kitapların indirilmesi ve bu vesileyle din
nimetine erişmeleri sebebiyle, kendi dönemlerindeki inkâr ve sapıklık içinde
yaşayan kavimlere üstün tutulmuşlardır. Din emânetine sahip çıktıkları sürece
de bu üstünlükleri devam etmiştir. Bu kutsal emâneti terk edip peygamberlere
karşı geldikten ve tevhid inancından uzaklaşmaya başladıktan sonra sözkonusu
üstünlüklerini kaybettikleri gibi, Kur’an’ın da haber verdiği üzere zillete
düşmüş ve lânete uğramışlardır. (bk. Bakara 2/61; Âl-i İmrân 3/112)
Diğer
taraftan Peygamberimizin bütün peygamberlerden, onun ümmetinin de bütün
ümmetlerden hayırlı olduğunda şüphe yoktur. Çünkü âyet-i kerîmede bu ümmete
hitâben şöyle buyrulmuştur: “Ey mü’minler! Siz, insanların iyiliği için
yeryüzüne çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz usûlünce iyilikleri ve
güzellikleri teşvik edip yayar; kötülük ve çirkinlikleri yasaklayıp önüne geçmeye
çalışırsınız. Bunu da zaten Allah’a inandığınızdan dolayı, onun bir gereği
olarak yaparsınız. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbette kendileri için hayırlı
olurdu. Gerçi içlerinde inananlar da var, fakat onların çoğu dinden çıkmış
fâsıklardır.” (Âl-i İmrân 3/110) Bu âyette de yine dolaylı olarak
müslümanların “en hayırlı ümmet” vasfını korumalarının “Allah’a inanma,
O’na itaat edip emirlerine uyma ve yasaklarından sakınmalarına” bağlı olduğu
anlaşılmaktadır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 378)
Kulun
en çok gündemine alıp üzerine eğilmesi gereken konu ise zorluk ve dehşeti
âşikâr olan kıyamet günü olmalıdır:
48. Hem öyle bir günden sakının ki, o gün kimse kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden bir şefaat kabul edilmez, kimseden bir kurtuluş bedeli alınmaz ve hiç kimseye yardım da edilmez.
Bahsedilen
gün, son derece korkunç, şiddetli ve dehşetli kıyâmet günüdür. Burada,
insanların o günde içine düşecekleri perişanlık, acizlik ve çaresizlikten bir
tablo sunulmaktadır. O gün, hiç kimsenin kimseye zerre kadar fayda
sağlayamayacağı bir gündür. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Rasûlüm! Hesap ve ceza gününün ne olduğunu sen bilir misin? Sonra
bilir misin sen, nedir o hesap ve ceza günü? O, kimsenin kimseye faydası
olmayacağı bir gündür. O gün bütün emir, hüküm ve yetki yalnız Allah’ındır! ” (İnfitâr
82/17-19)
“Şefaat”,
“günahkâr bir mü’minin affedilmesi veya daha yüksek derecelere yükselmesi için
mânevî mertebesi yüksek olan birinin ona dua etmesi ve dilekte bulunması” mânasına
gelir. Bir kısım âyet-i kerîmeler ve hadis-i şerifler kıyâmet günü Allah’ın
izniyle günahkâr mü’minler için şefaatin geçerli olduğunu haber vermektedir.
(bk. Bakara 2/255; Tâhâ 20/109) İlgili âyetlerin tefsirinde bu hususa temas
edilecektir. Dolayısıyla burada şefaatin kabul olunmaması, özellikle kâfirler
hakkında olup âyetin hitâbı onlara mahsustur. (Kurtubî, el-Câmi‘, I,
379; Elmalılı, Hak Dini, I, 345)
Âyetin
nüzul sebebi şöyledir: İsrâiloğulları: “Bizler Allah’ın oğulları, dostları ve
peygamberlerinin çocuklarıyız. Bu sebeple babalarımız bize şefaatçi
olacaklardır” diyorlardı. Allah Tealâ bu âyetle, kıyamet günü onlardan fidyenin
de şefaatlerin de kabul edilmeyeceğini bildirmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘,
I, 381)
Âyette
özellikle “şefaat, fidye ve yardım”ın olmayacağı sözkonusu edilmiştir. Zira
bunlar, insanların dünyada çok önem verdikleri hususlardır. Zor durumda kalan
bir kimse ya şefaat veya fidye yahut da birinin yardım etmesiyle ancak kendini
kurtarma imkânı bulabilir. Bunların hiçbirinin bulunmadığı kıyamet gününde,
kâfirlerin asla kurtulma imkânı olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.
Allah
Teâlâ’nın İsrâiloğulları’na verdiği diğer nimetlere gelince:
49. Hatırlayın o zamanı ki, size azabın en kötüsünü revâ gören; oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı hayâ edilecek işler için sağ bırakan Firavun hânedânından sizi kurtarmıştık. Bunda da Rabbinizden size büyük bir imtihan vardı.
Mısır
krallarına, zorbalıkları ve azgınlıkları sebebiyle “Firavun” lakabı
verilmiştir. “Âl-i Firavun” ise, Firavun’un kavmi, hânedânı, etrafındaki şan ve
şöhret sahibi kimseler ve özellikle onun her dediğini yerine getiren itaatkâr
kimselerdir.
Firavun
ve hânedânı, ülkelerinde yaşamak mecburiyetinde kalan yahudileri, çok kötü ve
ağır şartlar altında köle gibi çalıştırmışlardır. Onları, her türlü işlerini
gördürmek için çeşitli sınıflara ayırmışlardı. Güçlü kuvvetli olanların dağlarda
taş kazımaktan, kazdıklarını taşımaktan boyunları, sırtları ve elleri yara
oluyordu. Bir kısmı, taş ve çamur taşıyor, Firavun’a saraylar yapıyorlardı.
Başka bir grup tuğla yapıp pişiriyordu. Kimine demircilik, kimine marangozluk,
kimine çiftçilik yaptırılıyordu. Bu işleri yapamayacak durumda olanlara ise her
gün ödemek zorunda oldukları bir haraç yani vergi konulmuştu. Güneş batmadan
haracını ödeyemeyenlerin sağ elleri, bir ay boyunca boyunlarına bağlı
kalıyordu. Kadınları da keten eğirip, kumaş dokuyorlardı. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 387)
Bu
kadar işkence ve zorbalık yetmiyormuş gibi, Firavun’un gördüğü bir rüyanın
kâhinler tarafından “İsrâiloğulları’ndan bir çocuk doğacak, seni ve mülkünü yok
edecek” şeklinde tâbir edilmesi üzerine durum ayrı bir boyut kazandı. Firavun, İsrâiloğulları
kabîlelerinde doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti. Bu şekilde
doğan erkek çocuklar hemen öldürülüyor, kız çocuklar sağ bırakılıyordu.
Kızların ve kadınların sağ bırakılması ise hayır için değildi. Erkekleri
öldürülmüş bir milletin kızları ve kadınları yabancıların elinde kalacak ve
kısa bir müddet sonra nesil yok olup gidecekti. Ayrıca âyette “kadınlarınızın
rahimlerini yokluyorlar, çocuk alıyorlardı” ve “kadınlarınıza utandıracak
şeyler yapıyorlardı” mânaları da vardır.
Şüphesiz
Allah Teâlâ, İsrâiloğulları’nı bu şekilde büyük bir imtihana tâbi tutmuştur.
Burada hem azap hem de kurtuluş ile imtihan sözkonusudur. Nitekim başka bir
âyet-i kerîmede: “Biz sizi, gerçek değerinizi ortaya çıkarmak için şerle de
hayırla da imtihan ediyoruz. Sonunda zâten bize döneceksiniz” (Enbiyâ
21/35) buyrulur. Azap ile imtihan, onları, kurtuluş sebeplerini hazırlamak için
denemektir. Kurtuluş ile imtihan ise kendi başlarına bir millet ve devlet
oluşturarak, yeryüzündeki diğer devletlere üstün bir şekilde güzel amel ve
ahlâk ile yaşamalarına imkân tanımaktır.
İşte
İsrâiloğulları’na verilen birinci nimet, onların Firavun’un zulmünden
kurtarılmalarıdır. İkincisi ise denizin yarılıp Firavun ve hânedânının orada
boğulmasıdır:
50. Sizin için denizi ikiye ayırmış, sizi kurtarmış ve gözünüzün önünde Firavun hânedânını boğmuştuk.
Bahsedilen
denizin bugünkü “Kızıl Deniz” olması mümkündür. Mûsâ (a.s.), Allah’ın emri
gereğince bir gece İsrâiloğulları’nı yanına alarak, Sina’ya geçmek üzere
gizlice Kızıl Deniz’e doğru yola çıkar. Sabahleyin durumu öğrenen Firavun da
kuvvet toplayarak peşlerine düşer. Cenâb-ı Hak, bir mûcize olarak denizi yarar, denizin ortasında yollar
açılır. Böylece İsrâiloğulları selâmetle karşıya geçerler. Onların peşinden
karşıya geçmeye çalışan Firavun ve beraberindekiler ise denizin azgın suları
arasında boğulup giderler. (bk. Şuarâ 26/52-68) Âyet yahudilere, gözleri önünde
cereyan eden bu mühim hâdiseyi ve kendilerine olan ilâhî yardımı
hatırlatmaktadır.
Hatırlatılan
bir diğer husus da şudur:
51. Tevrat’ı vermek üzere Mûsâ ile kırk gece sözleşmiştik. Siz de o ayrılıp Tūr’a gittikten sonra buzağıyı ilâh edinip zâlim olmuştunuz.
52. Bütün bunlardan sonra belki şükredersiniz diye yine de sizi bağışlamıştık.
Cenâb-ı
Hak, Hz. Mûsâ’ya Zilkâde ayında “otuz” gün oruç tutmasını emretmiş, sonra bunun
üzerine Zilhicce’den “on” gün daha ilâve etmişti. Nitekim “Tûr Dağı’nda ibâdet
etmesi için Mûsâ ile otuz gece için sözleşmiş, sonra ona on gece daha ilâve
etmiştik. Böylece Rabbinin belirlediği süre kırk geceye tamamlanmış oldu.…”
(A‘râf 7/142) âyeti bunu haber
vermektedir. Âyette “gündüz” yerine “gece” denilmesinin sebebi, Arabî aylara
göre güne gece ile başlanması ve gündüzün geceye tâbi olmasıdır.
Burada
bir incelik daha vardır:
İlâhî
tecelliler fecir gibi daima geceleri takip eder. Kara günler de geceden
sayılır. Tarikat erbâbı kırk günlük sülûkü bu âyetlerden almıştır. Dilimizde
kullanılan ve Farsça kırk mânasına gelen “çile” tabirinin de aslı yine budur.
Hz. Mûsâ kırk günlük bu süreyi oruç ve ibâdetle geçirmiş ve kendisine Tevrat
levhaları inzal buyrulmuştur. Bu mevzu daha geniş bir şekilde başka sûrelerde
gelecektir. (bk. A‘râf 7/142-145) Ne
yazık ki, Hz. Mûsâ Tur’da ilâhî emre uygun olarak çile çıkarırken onlar
Samirî’nin yaptığı buzağıya tapmaya başlamışlardı. (bk. Tâhâ 20/91) Bu, son
derece haksız, zalimce ve nankörce bir davranıştı. Bununla beraber sınırsız
merhamet sahibi olan Allah onları affetti. İşte burada onlara özellikle bu af
nimeti hatırlatılmakta ve Allah’ın ihsanlarına şükretmeleri istenmektedir.
Tevrat,
onlara verilen nimetlerin en büyüğünü teşkil eder:
53. Doğru yolu bulmanız için Mûsâ’ya kitabı ve hakla bâtılı ayıran delilleri vermiştik.
Hz.
Mûsâ’ya verilen kitap, Tevrat’tır. “Furkân” aslında iki şey arasını kesin
olarak ayırmak mânasına gelir. Bu sebeple hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı,
küfür ile imanı, helâl ile haramı birbirinden ayıran her şeye furkân denilir.
Bu yönüyle “Furkân”, Kur’ân-ı Kerîm’in özel lakabı olmuştur. (bk. Furkân 25/1)
Tevrat dahi esasen hak ile bâtılı ayıran ilâhî bir furkandır. Dolayısıyla onun
Tevrat’ın bir sıfatı olması veya Tevrat’taki şer‘î hükümler yahut “yed-i beyzâ”
ve “asâ” gibi mûcizeler ya da bir zafer ve ferah olması da mümkündür. Burada
atıf yapılmış olması sebebiyle furkânın Hz. Mûsâ’ya kitap ile birlikte verilmiş
olan “kudret ve hâkimiyet” lütfu olması daha münasip görünmektedir. (Elmalılı, Hak
Dini, I, 353)
Buzağıyı
ilâh edinen kavime Hz. Mûsâ’nın tepkisine gelince:
54. O vakit Mûsâ kavmine: “Ey kavmim! Buzağıya tapmakla kendinize zulmettiniz. Hemen yaratanınıza yönelip tevbe edin ve nefislerinizi öldürün. Böyle yapmanız, Yaratanınız yanında sizin için daha hayırlıdır” demişti. Bunun üzerine siz tevbe etmiş, Allah da tevbenizi kabul buyurmuştu. Çünkü O, tevbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır.
A‘râf
sûresi 83-98. âyetlerin tefsirinde daha
genişçe açıklanacağı üzere, Hz. Mûsâ, kardeşi Hârûn’u yerine vekil bırakıp
Tûr’a Rabbiyle mülâkata gidince, Sâmirî adında biri, kavmin zînet eşyalarını
ateşte eriterek altın bir buzağı yapmış, bunun hem Mûsâ’nın hem de kavminin
ilâhı olduğunu söylemiş ve orada bulunanları buna ikna etmişti. Hz. Hârûn, onları
bu işten vazgeçirmeye çalışmış ise de muvaffak olamamıştı. Hz. Mûsâ Tur’dan
döndüğünde ise artık iş işten geçmiş, insanlar buzağıya tapmaya başlamışlardı.
Buradaki âyet-i kerîme, işte bu hâdiseye işaret etmektedir.
Gerçekten
de İsrâiloğulları, Sâmirî’nin sözünü dinleyip buzağıyı ilâh edinmekle açıktan
açığa şirk gibi büyük bir günah işlemişler ve bu sebeple nefislerine
zulmetmişlerdi. Toplum içerisinde müthiş bir bozulmaya ve karışıklığa sebep
olmuşlardı. Bu günahtan tevbe etmeleri
ve temizlenmeleri gerekiyordu. Bunun gerçekleşebilmesi için de “kendilerini
öldürmeleri” isteniyordu. Âyetteki “nefislerinizi öldürün” (Bakara 2/54)
ifadesine üç farklı mâna verilmiştir:
Birincisi;
hakikat anlamı ki, herkesin kendi kendini öldürmesi, yani intihar etmesidir.
Fakat böyle olduğu takdirde, emre karşı gelecek olan âsiler hâricinde ortada
hiç kimse kalmazdı. Dolayısıyla bu mânanın kastedilmesi mümkün değildir.
İkincisi;
kavmin fertlerinin birbirlerini öldürmeleridir. Müfessirlerin pek çoğu bu mâna
üzerinde durmuşlardır. Buna göre Hz. Mûsâ hem buzağıya tapanlara, hem de
tapanlara ses çıkarmayıp bekleyenlere, bu günahlarından dolayı hemen tevbe
etmelerini ve tevbe edenlerin, etmeyenleri derhal öldürmelerini emretmiştir.
Böylelikle kavim arasında vuku bulan bu iç savaş Allah’ın izniyle zaferle
sonuçlanmış, İsrâiloğulları da hallerini ıslah edip uslanmışlardır. İşte burada
bu hâdiseye bir hatırlatmada bulunulmuştur. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 408-409)
Üçüncüsü;
işârî mânadır. Buna göre “Nefislerinizi öldürün”, işlediğiniz günahınıza son
derece pişmanlık duyarak üzüntü, gam ve kederinizden canınızı çıkarın; yahut
sıkı bir perhiz ve riyazât ile nefislerinizi şehvevî arzu ve isteklerden men
edin, mânasına gelir. İmam Kuşeyrî nefsi öldürmekle yapılan tevbenin Muhammed ümmeti
için de gerekli olduğunu, ancak İsrâîloğulları kendi canlarına kıyarken, bizim
içimizdeki nefsi mânen öldürmemizle tevbenin gerçekleşeceğini söylemektedir. Bu
hususta ilk adım Allah için insanın nefsinden sıyrılıp Rabbine yönelmesidir.
İsrâîloğulları’nın tevbesi bizimkinden daha zor zannedilebilir. Ancak gerçek
durum böyle değildir. Zira onlar nefislerini bir kez öldürüp kurtuldular. Bu
ümmetin seçkinleri ise nefislerini her an öldürürler. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 47)
Âyet-i
kerîmede Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden özellikle “Bâri” ismi
kullanılmıştır. “Bâri”, eksiklik, noksanlık ve ayıplardan sâlim olarak yaratan,
yarattıklarına değişik sûretler vererek onları birbirinden ayıran zat demektir.
İsrâiloğulları’nın, kendilerini ayıpsız ve noksansız yaratan, alîm ve hakîm
olan Allah’ı bırakıp, ahmaklığın timsali olan ineğe tapınmaya koşmalarından
dolayı, bir taraftan içine düştükleri cehâlet ve aptallığı, diğer taraftan da
yaptıkları işin fecaatini gözler önüne sermek için Allah yerine “Bâri” ismi
kullanılmıştır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 69)
İsrâiloğulları’nın
Hz. Mûsâ’ya karşı sergiledikleri büyük küstahlıklarından biri, Allah’ı açıkça
görme istekleridir:
55. Hani bir de: “Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana inanacak değiliz!” demiştiniz de, gözünüz göre göre sizi yıldırım çarpmıştı.
56. Sonra ölümünüzün ardından belki şükredersiniz diye sizi tekrar diriltmiştik.
Bu
hâdise A‘râf sûresinin 155-156.
âyetlerinde biraz daha teferruatlı olarak anlatılır. Buna göre Hz. Mûsâ,
kavmini temsilen yetmiş kişiyi seçip Tûr dağına götürür. Bunlar orada Allah
Teâlâ ile Hz. Mûsâ arasındaki konuşmayı işitince bununla yetinmez ve bu âyette ifade
buyrulduğu üzere Allah’ı baş gözleriyle ve açıkça görmedikçe Mûsâ’ya asla
inanmayacaklarını söylerler. Bunun üzerine orada şiddetli bir deprem olur. Bu
asi adamları da yıldırım çarpar ve bayılıp düşerler. Ölecek hale gelirler. Hz. Mûsâ’nın
Allah’a yalvarmasıyla bu afet başlarından kalkar ve tekrar ayılıp kendilerine
gelirler. İşte burada bu büyük ilâhî lutfa dikkat çekilmektedir.
Azgınlıklarına
rağmen İsrâioğulları’na olan ilâhî lutuflar kesilmez:
57. Üzerinizi bulutlarla gölgelendirmiş ve size kudret helvası ile bıldırcın eti indirmiştik. “Size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâl olanlarından yeyiniz” demiştik. Onlar bu nimetleri hiçe sayarak bize bir zarar veremediler, fakat böylelikle sadece kendilerine zulmediyorlardı.
İsrâiloğulları,
Mısır’dan göç edip Sina çölüne geldiklerinde çok zor durumda idiler. Değil ev
veya çadır, başlarını sokabilecekleri en basit bir yerleri bile yoktu. Allah
Teâlâ, onları güneşin kavurucu sıcaklarından korumak üzere bulutlar gönderdi.
Bulutlarla onları gölgeledi. Eğer Cenâb-ı Hakk’ın bu yardımı olmasaydı, hepsi
çölün ortasında yakıcı sıcaklar altında yanıp mahvolurlardı. Onların yiyecek
bir şeyleri de yoktu. Allah onlara hem gökten beyaz kar taneleri gibi dökülen
kudret helvası indirdi, hem de etlerini yemeleri için binlerce bıldırcın kuşu
gönderdi. Bu şekilde karınlarını doyurup açlıktan kurtuldular. Ancak
kendilerine bu nimetleri “temiz temiz, taze taze yemeleri” söylendiği halde,
biriktirip yığmaya başladılar. Şükredecek yerde nankörlüğe ve haksızlığa
yöneldiler. Bunun üzerine nimetler kesilmiş ve zaruret içinde kalmışlardır.
Yaptıkları kötülüklerle, Allah’a hiçbir zarar veremezken, sadece kendilerine
zulmetmişler, mahrumiyet ve sıkıntının içine düşmüşlerdir.
İsrâiloğullarının
tabi tutulup da başaramadıkları bir diğer imtihan da şudur:
58. Bir zamanlar size: “Şu şehre girin de oradaki nimetlerden istediğiniz gibi bol bol yeyin; şehrin kapısından eğilerek girin ve «Hıtta: bizi affet!» deyin ki hatalarınızı bağışlayalım. Biz, iyilik yapanların mükâfatını fazlasıyla vereceğiz” demiştik.
59. Fakat o zâlimler, kendilerine söyleneni başka bir sözle değiştirdiler. Biz de, işledikleri günah sebebiyle zulmedenlerin üzerine gökten korkunç bir azap indirdik.
Bu
konuya A‘râf sûresi 161-162. âyetlerde
küçük farklarla tekrar yer verilecektir. Şehirden maksat Beytü’l-Makdis veya
oraya yakın bir yer olan Erîhâ’dır. İsrâiloğulları Tîh sahrasında kırk sene
kaldıktan sonra buraya girmekle emrolunmuşlardır. Zira tarihi bilgilere göre
onlar Hz. Mûsâ hayatta iken Beytü’l-Makdis’e girememişlerdir. “Kapı”, ya o
şehrin kapısı veya kendisine doğru namaz kıldıkları kubbenin kapısıdır. Bu
kapıdan secde ederek, yani “boyun bükerek, tevâzu ile başlarını eğerek”
girmeleri ve girerken de “Hıtta!” yani “Ya Rabbi! Bizi affet, günahlarımızı
bağışla!” demeleri istenmiştir.
Bu
emir karşısında onlar iki gruba ayrılmışlardır. Muhsinler ve zâlimler. Muhsin,
yaptığı işi en doğru ve en güzel şekilde yapmaya çalışan, Allah’ın emir ve
yasaklarına göre davranan ve yine tüm tutum ve davranışlarını Allah’ı
görüyormuşçasına ifâ eden kimsedir. Burada muhsinler, Allah’ın emrettiği
şekilde davrandıklarından âyet, onların mükâfatlarının fazlasıyla verileceğini
müjdelemektedir. Zâlimler ise, ilâhî emirleri istenildiği şekilde yapmayan,
doğruyu eğri, eğriyi doğru yerine koyan ve hep haksız bir tutum içinde
olanlardır. Ayetin ifadesiyle bunlar, kendilerine söylemeleri emredilen sözü
değiştirmişler, rivayete göre bağışlanma mânası ihtivâ eden “hıtta” yerine,
alay etmek üzere “arpa dânesi” mânasında “hınta” demişlerdir. Kapıdan girerken
de emre uygun şekilde başlarını eğerek değil, bir kudret tecellisi olarak kapı
aşağıya doğru daraltıldığından yine emre muhalefet olsun diye butları üzerinde sürünerek girmişlerdir. (bk. Buhârî, Enbiyâ’
28; Müslim, Tefsir 1) Allah Teâlâ, bile bile zulüm ve haksızlık yapan bu
kimselerin üzerine, itaattan uzaklaşıp günaha dalmaları sebebiyle gökten
korkunç, çirkin ve fecî bir azap indirmiştir. Rivayete göre vebâ salgınına
uğramışlar ve on binlerce kişi helak olmuştur. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 436)
Taştan
on iki gözenin fışkırmasına gelince:
60. Hani Mûsâ kavmi için su aramaya çıkmıştı da, biz de kendisine: “Asanı taşa vur!” demiştik. Bunun üzerine oradan on iki pınar fışkırıvermişti. Böylece her kabile su içeceği yeri öğrenmişti. Onlara: “Allah’ın rızkından yeyin, için; fakat fitne fesat çıkarıp da yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” demiştik.
On
iki soydan oluşan İsrâiloğulları, Tîh sahrasında susuz kaldılar. Susuzluktan
neredeyse helak olacaklardı. A‘râf sûresinin 160. âyetinde beyân buyrulduğu üzere
gelip Hz. Mûsâ’dan su istediler. Hz. Mûsâ, onlar için su aramaya koyuldu, tabii
bir imkân bulamayınca, ellerini kaldırıp su göndermesi için Rabbine dua etti. “Asanı
taşa vur!” emrine uyarak asasını taşa vurdu ve oradan Allah’ın izniyle on
iki pınar fışkırdı[1].
Muhtemelen su yüzünden aralarında bir münakaşa olmasın diye Cenab-ı Hak, her
kabile için ayrı bir pınar akıtmış ve âyetin ifadesine göre her birine hangi
pınarın kendisine ait olduğu bildirilmişti. Önceki âyetlerde sayılan nimetlerde
olduğu gibi bu da İsrâiloğulları’na Allah’ın büyük bir yardımı ve ikramı idi.
Bu sebeple onlara: “Allah’ın rızkından yeyin, için; fakat fitne fesat çıkarıp
da yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” (Bakara 2/60) denilmişti.
Âyet-i
kerîme, kuraklık zamanlarında ihtiyaç olduğu takdirde yağmur duasına çıkmanın
mübah olduğunu gösterir. Böyle durumlarda kullar, ibâdetlerini eksiksiz yapmaya
çalışmalı, ihtiyaç, züll ü inkisâr ve tevâzu içinde Allah’dan yağmur
istemelidirler. Peygamber Efendimiz de Allah’dan yağmur istemiş, tazarrû, huşû,
tevâzu içinde musallaya çıkmıştır. Rivayete göre bedevînin birisi Peygamber
Efendimiz’in huzûruna gelerek: “Ya Resûlallah hayvanlarımız helâk oluyor,
toprağımıza kıtlık geliyor. Bize yağmur yağdırması için Allah’a dua et!” dedi.
Bunun üzerine Peygamberimiz ellerini kaldırıp Allah’a dua etti. Hz. Enes’in
dediğine göre, cam gibi pırıl pırıl bulutsuz gökyüzünde hemen bulutlar
toplanmış, ertesi cumaya kadar yağmur yağmıştır. (Buhârî, Cum‘a 34; Ebû Dâvûd,
İstiskâ 2)
Bu
âyet-i kerîme, aynı zamanda yer altında gizli olan rahmet hazinelerinden
çeşitli teknik aletlerle istifade edilebileceğine işaret etmekte ve çalışılıp
uğraşıldığı takdirde bu tür teknik aletlerin icadının mümkün olduğunu
göstermektedir. Bu gün yer altından su çıkaran motorlara ve en nihai şekline
yani külfetsiz masrafsız usullere parmak bastığı gibi aynı metotla madenlerin,
petrolün ve diğer yeraltı kaynakların bulunması hususunda da, özellikle âyetin
indiği dönemdeki teknik şartlar göz önüne alındığında, insanlığın ufkunu son
derece açmaktadır. (Bedîuzzaman, Sözler, s. 237-238)
İsrâiloğulları’na yönelik ikazlar şöyle devam ediyor:
[1] Bu taş, bugün bile Sinâ
dağı yakınlarında üzerindeki on iki deliğiyle görülebilir.
61. Bir zamanlar siz de: “Ey Mûsâ! Tek çeşit yemeğe artık dayanamayacağız. Bizim için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiği şeylerden; sebze, kabak, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın!” demiştiniz. Mûsâ ise: “Ne o! Yoksa siz değerli olan bir nimeti âdî şeylerle değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir şehre inin, istediğiniz şeyler orda vardır” demişti. Böylece onların üzerine alçaklık ve aşağılık damgası vuruldu ve Allah’ın gazabına uğradılar. Çünkü onlar, Allah’ın âyetlerini inkâr ediyor ve peygamberleri haksız yere öldürüyorlardı. Bütün bunlar, onların Allah’a isyan etmeleri ve haddi aşmaları yüzünden oldu.
İsrâiloğulları,
Mısır’da uzun yıllar Firavun’un zulmü altında köleler gibi çalışmışlar, ikinci
sınıf insan muamelesi görmüşler, üstelik putperest bir toplumun kültürüyle iyice
bozulup şahsiyetlerini kaybetmişlerdi. İman, hürriyet, bağımsızlık, kendi inanç
temelleri üzerinde ayakta durabilen müstakil millet ve devlet olabilme gibi
ulvî gâyeler uğruna gayret gösterme ve sıkıntılara katlanabilme melekeleri
zaafa uğramıştı. Günübirlik menfaat ve rahatlarından başka bir şey düşünemeyen
basit, iradesiz ve korkak bir toplum haline gelmişlerdi. Hz. Mûsâ, onları bu
düşük vaziyetten kurtarabilmek ve yepyeni bir heyecan aşılayabilmek için
Allah’ın onlara olan hususi nimetlerini hatırlatıyor, kendilerine vâdedilen
Arz-ı Mukaddes’e girmelerini emrediyor, bu uğurda sabırlı ve dirençli
olmalarını istiyor, önceden sahip oldukları millî değerleri yeniden ihyâ
etmeleri için teşvikte bulunuyordu. (bk. Mâide 5/20-21) Fakat onlar istenilen
metâneti gösteremiyor, Hz. Mûsâ’ya karşı direniyor, hatta “Ey Mûsâ! Onlar
orada bulundukları sürece biz oraya asla girmeyeceğiz. Haydi, sen ve Rabbin
birlikte gidip savaşın; biz işte burada oturuyoruz” (Mâide 5/24) deme
küstahlığını gösteriyorlardı.
Durumları
ve ruh halleri bu şekilde olan İsrâiloğulları, Tîh sahrasında Allah’ın
kendilerine meccânen ikram ettiği nimetlere nankörlük etmeye başlamışlar, Hz. Mûsâ’ya
“Rabbine dua et” (Bakara 2/61) şeklinde imansızlık kokan son derece
edepsiz bir üslupla hitap ederek, ondan eskiden Mısır’da olduğu gibi bir kısım
baklagiller ve sebzeler istemişlerdi. Bu talep, onların Mısır’daki bayağı
hayatı özlediklerini gösteriyordu. Bu sebeple Hz. Mûsâ, onların bu isteklerini
normal karşılamamış ve tepkisini: “Ne o! Yoksa siz değerli olan bir nimeti
âdî şeylerle mi değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir şehre inin, istediğiniz şeyler
orda vardır” (Bakara 2/61) şeklinde
göstermişti.
Bu
tavırların, bu tutum ve davranışların hiçbiri Allah’ın rızâsına uygun değildi.
Zira bunların her biri iman zâfiyetinden, Allah ve Peygamberine itimatsızlık ve
itaatsizlikten kaynaklanıyordu. Bu sebeple âyetin devamında onların üzerine
alçaklık ve aşağılık damgası vurulduğu haber verilir. Onlar çeşitli hakaretler
altında ağır vergilere, fakirlik ve yoksulluğa mahkum edilmişlerdir. Ayrıca
Allah’ın gazabına uğramışlar, devletleri yıkılmış, toplumları perişan olmuştur.
Çünkü onlar, Allah’ın apaçık âyetlerini, delil ve bürhanlarını inkâr ediyor,
insanlığın hidâyet rehberleri olan peygamberleri hunharca öldürüyorlardı.
Mesela Hz. Zekeriya ve Hz. Yahyâ gibi peygamberleri şehîd etmişler, Hz. İsa’yı
da öldürmeye kastetmişlerdi. Yine onlar isyanı adet haline getiriyor ve daimî
olarak haddi aşıyorlardı.
Burada
İsrâiloğulları’nın dönem dönem işledikleri bir kısım günahları, isyanları ve
haddi tecâvüzleri sözkonusu edilerek hem müslümanlara, hem de Resûlullah (s.a.s.)
zamanındaki yahudilere bir hatırlatmada bulunulmakta, bir bakıma onların,
atalarının işlediği bu günahları tekrar etmemeleri, değersiz dünya menfaatleri
uğruna Hz. Muhammed (s.a.s.)’e karşı düşmanlık duyguları besleyip, ona
gönderilen âyetleri inkâr etmekten sakınmaları istenmektedir. (Karaman ve
diğerleri, Kur’an Yolu, I, 130)
Netice
itibariyle:
62. Sözde iman edenlerden, yahudilerden, Hristiyanlardan ve sabiîlerden kim Allah’a ve âhiret gününe inanıp sâlih amel işlerse, işte onların Rableri yanında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.
Âyetin
nüzûl sebebi olarak rivayet edilen hâdise şöyledir: Ashâb-ı kirâmdan Selmân-ı
Fârisî, önce hıristiyan iken Medine’ye geldikten sonra müslüman olmuştur. Bir
defasında Peygamberimiz (s.a.s.)’e, kendileriyle arkadaşlık yaptığı hıristiyanların
amellerinden, hal ve davranışlarından bahsedince Efendimiz: “Onlar İslâm dini
üzere ölmediler” buyurmuştu. Bunu duyan Hz. Selman son derece üzülmüş ve
dünyası kararmıştır. Sonra Efendimiz’e tekrar tanıdığı bir kısım hıristiyanların
dini gayretlerini ifade etmeye çalışmıştı. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.
Ardından Allah Resûlü (s.a.s.) Selmân’ı çağırıp şöyle buyurdu: “Bu âyet
senin arkadaşların hakkında indi. Kim benim peygamber olarak geldiğimi
işitmeden önce İsa’nın dini ve İslâm üzere ölürse o hayırdadır. Fakat bugün kim
beni iştir de bana iman etmezse o da helak olmuştur.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 461)
Kur’ân-ı
Kerîm’in çeşitli açıklamalarına göre ilk peygamber Hz. Âdem’den son peygamber
Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’e kadar bütün insanlar, cennete girebilmek için
-haberleri olmak şartıyla- kendi dönemlerinde gönderilen peygambere inanmak ve
onun getirdiği ilâhî mesaja kulak vermek mecbûriyetindedirler. Varlığından
haberdar olup bile bile inkâr yolunu tercih edenlerin âhirette kurtuluşları
mümkün değildir. Hz. Âdem ve zürriyeti yeryüzüne indirildiğinde kendilerine
hitâben gelen:
“Hepiniz oradan inin! Benden bir doğru yol rehberi gelir de kim
benim o doğru yol rehberime uyarsa, onlara hiçbir korku yoktur, onlar asla
üzülmeyeceklerdir. İnkâra saplanıp âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar
cehennemliktir ve orada ebedî kalacaklardır” (Bakara 2/38-39) buyruğu,
bu hakikati dile getirmektedir.
Dolayısıyla
ister yahudi, ister hıristiyan, ister sabiî[1]
hangi din ve milletten olursa olsun, her bir fert, yaşadığı dönemdeki Peygamber
ve kitaba ve onların öğrettiği iman esaslarına -ki bunların başında Allah’a ve
âhirete iman gelmektedir- inanmalı ve o imanın gerektirdiği çerçevede sâlih
amellerle bir ömür sürmelidir. Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)
gönderildikten ve ona Kur’ân-ı Kerîm indirilmeye başlandıktan sonra ise, önceki
peygamberler ve ilâhî kitaplarla birlikte bunlara da iman kesinlikle şarttır.
Kur’an, kendisinin doğru yol rehberi olduğu ve felâha ereceklerini müjdelediği
müttakîleri: “Onlar, hem sana indirilene hem de senden önce indirilenlere iman ederler.
Âhiret gününe ise yakînen inanırlar” (Bakara 2/4) şeklinde tavsif etmektedir. Yine Kur’an, uzun bir
dinî geleneğin varisleri olan İsrâiloğulları’na seslenirken de kurtuluş için
Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Kur’an’a imanın zaruri olduğunu beyân sadedinde:
“Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana olan
sözünüzü tutun ki, ben de size olan sözümü tutayım. Bir de benden, yalnızca benden korkun! Elinizdeki Tevrat’ı
doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur’an’a inanın. Onu ilk inkâr eden siz olmayın…” (Bakara
2/40-41) buyurur. O halde Peygamber Efendimiz’in bisetinden sonra, neye ne
şekilde inanırlarsa inansınlar, onu inkâr edenlerin makbul bir iman sahibi
olmaları mümkün değildir. Bu hususta Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan Zât’a yemîn ederim ki,
ister yahudi ister hıristiyan olsun bu ümmetten her kim beni işitir, sonra da
bana gönderilene inanmadan ölürse mutlaka cehennem ehlinden
olacaktır.” (Müslim, İman 240)
Yahyâ b. Ca‘de’den rivayete göre ashâb-ı kirâmdan
bazı kimseler, yahudilerden duyarak bir kürek kemiğine yazmış oldukları bazı yazıları
Peygamberimiz (s.a.s.)’e getirmişlerdi. Allah Resûlü (s.a.s.) onlara baktı,
onları yere bıraktı ve:
“Kendi peygamberlerinin getirmiş
olduğundan, başkalarına gelmiş olan peygamberlerin getirmiş olduklarına veya
kitaplarından başka bir kitaba meylederek onlara rağbet etmeleri bir kavmin
sapıklığına ve aptallığına yeter alâmettir”
buyurdu. Bunun üzerine “Hem, kendilerine okunan bu Kitâb’ı sana indiriyor olmamız onlara
mûcize olarak yeterli değil mi? Hiç şüphesiz bunda iman eden bir toplum için
elbette bir rahmet ve öğüt vardır” (Ankebût 29/51) âyet-i kerîmesi nâzil olmuştur. (Dârimî, Mukaddime
42; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXI, 6)
Hâsılı Peygamber Efendimiz’in bisetinden
kıyamete kadar bütün insanlar, Kur’an’ın tâlim ettiği şekilde diğer iman
esaslarıyla birlikte Allah’a ve âhiret gününe gerçek mânada iman eder, sâlih
ameller işler ve ölünceye kadar bunda sebât ederlerse uhrevî mükâfata ererler,
kendilerine korku ve hüzün dokunmayacak bahtiyarlardan olurlar. Bu âyette,
İslâm dininin davet ve hidâyetinin herkese şâmil olduğuna dair açık delil
bulunmaktadır.
Nitekim İsrâioğulları’ndan alınan şu söz de bu çerçevede değerlendirilebilir:
[1]
“Yahudi” kelimesi, Hz. Ya‘kûb’un on iki oğlundan dördüncüsü olan “Yahuda”dan
gelmektedir. İsrâiloğulları zamanla bu isme
izafeten “yahudiler” diye zikredilmeye başlamışlardır. Hıristiyanlar,
Hz. İsa’nın doğduğu yerin ismi olan “Nâsıra”dan dolayı, ona nispetle “Nasrânî”
ve bunun çoğulu olarak “Nasârâ” olarak isimlendirilmişlerdir. “Sâbiî”, “vaftiz
olmak, suya dalıp yıkanmak” mânasından geldiği söylenmektedir. Bu kelime,
Sâbiîlerin en belirgin özelliği olan akarsuya dalıp çıkmak suretiyle vaftiz
olmalarını ifade etmektedir. (bk. Kur’an Yolu, I, 134) Sâbiîlere “ne yahudi ne
hıristiyan hiçbir dini olmayan”, “Lâ ilâhe ilallah sözünden başka hiçbir
amelleri, kitap ve peygamberleri olmayan”, meleklere tapan” grup şeklinde
farklı mânalar da verilmiştir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 455-456)
63. Bir zamanlar Tūr dağını hemen düşüverecek şekilde üzerinize dikerek emre uyacağınıza dâir sizden söz almış ve: “Size verdiğimiz kitaba bütün gücünüzle sarılın ve gereğince amel etmek sûretiyle içinde olanları hatırınızda tutun. Belki böylece Allah’a karşı gelmekten sakınırsınız” demiştik.
64. Bunun ardından siz verdiğiniz sözden yine döndünüz. Eğer üzerinizde Allah’ın lutuf ve merhameti olmasaydı, mutlaka zarara uğrayanlardan olurdunuz.
Cenâb-ı
Hak, İsrâiloğulları’ndan Hz. Mûsâ’ya itaat etmek ve ona verilen Tevrat’ın
emirlerine uymak, yasaklarından da kaçınmak hususunda söz almıştır. Zira
dünyada tehlikelerden korunup, takvâ üzere bir hayat yaşayarak âhirette
cehennemden kurtuluş ancak bu yolla mümkün olabilecektir. Bu sözü ciddiye
almaları için de, bir tehdit unsuru olarak Tûr dağını üzerlerine doğru
kaldırmıştır. Dağ âdeta onların üzerine çökecekmiş gibi bir hal almış ve
korkunç bir manzara oluşmuştur. Nitekim A‘râf sûresi 171. ayette bu manzara daha açık bir
şekilde tasvir edilir. Fakat onlar, bunun ardından sözlerini fazla tutamamış,
iman ve itaat sözlerinden caymış ve hakikatten yüz çevirmişlerdir. Cenâb-ı Hak
ise, kullarına olan sonsuz lütfu ve merhameti gereği onları hemen
cezalandırmamış, bağışlamış, zaman zaman peygamberler göndermiş ve
kurtuluşlarını temin için ilâhî irşâdını devam ettirmiştir. Böyle olmasa idi,
hiçbirinin selâmete erme ihtimali kalmaz ve hepsi ziyan edenlerden olurdu.
Bunun en ibretli misali Ashâb-ı sebt’in başına gelenlerdir:
65. İçinizden Cumartesi günüyle ilgili avlanma yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. Bu yüzden onlara: “Aşağılık maymunlar olun” demiştik.
66. Bu cezayı, hem o devirde yaşayanlara hem de gelecek nesillere uyarıcı bir ibret, kötülükten sakınanlara da tesirli bir öğüt kıldık.
Bu
hâdise A‘râf sûresinin 163-167.
âyetlerinde daha tafsilâtlı olarak anlatılmaktadır. Gerekli açıklama orada
yapılacaktır. Burada sadece sözün akışı içinde yahudilere yapılan ihsanlar ve
onların buna nankörlükleri münâsebetiyle kısa bir hatırlatmada bulunulmuştur.
Âyette geçen “Sebt” kelimesi, Cumartesi günü mânasında bir isimdir. Bu güne
saygı sebebiyle “onu ibâdetle geçirmek ve diğer meşguliyetleri bırakmak” mânasını
da taşır. Burada bu mânada kullanılmıştır. Nitekim yahudiler, Cumartesi günü
bütün işlerini terk edip sadece Allah’a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Fakat
Cumartesi yasağını çiğneyip, o günde sahillerine bol miktarda akın eden
balıkları tutmuşlar ve bu sebeple ilâhî azaba uğramışlardı. Allah Teâlâ onlara:
“Aşağılık maymunlar olun” (Bakara
2/65) buyurmuştu. Müfessirlerimizin çoğuna göre, âyetin ifade buyurduğu
zâhirî mânaya nazaran, onlar sûret değişikliğine uğrayarak tam anlamıyla
maymuna çevrilmişlerdir. Mücahid ve onun izinden giden diğer tefsircilere göre
ise, bu hüküm temsilî olup, onlar akıl, mantık, huy ve ahlâk bakımından
maymunlar gibi olmuşlardır. Gerçekten de bu dikkat çekici hâdise, o zamanda
yaşayanlar ve sonradan gelenler için son derece ibret verici ve Allah’ın emrine
karşı gelmekten sakındırıcı bir keyfiyete sahiptir. Allah’tan korkanlar için de
oldukça tesirli bir öğüttür.
Şimdi
de sûreye ismini veren ve İsrâiloğulları’nın şahsiyetleriyle alakalı bir takım
yönleri aydınlatan ibretli “Bakara Kıssası” geliyor:
67. Bir zamanlar Mûsâ kavmine: “Allah size bir inek kesmenizi emrediyor” demişti. Onlar: “Sen bizimle alay mı ediyorsun?” dediklerinde ise Mûsâ: “Câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım” demişti.
68. Onlar: “Bizim için Rabbine dua et de kesilecek ineğin özelliklerini bize iyice açıklasın” dediler. Mûsâ da: “Allah onun ne çok geçkin ne de çok genç, ikisi arası orta yaşta dinç bir sığır olmasını istiyor” dedi.
69. Bunun üzerine: “Bizim için Rabbine dua et de onun renginin nasıl olacağını bize bildirsin” dediler. Mûsâ da: “Allah onun, bakanlara sürûr verecek parlak renkte sapsarı bir inek olmasını istiyor” dedi.
70. Yine onlar: “Bizim için Rabbine dua et de onun nasıl olacağını bize daha açık seçik bildirsin. Çünkü bize göre bütün inekler birbirine benziyor. İnşallah, istenen ineği buluruz” dediler.
71. Mûsâ: “Allah onun yer sürmek ve ekin sulamak üzere boyunduruğa vurulmamış, her ayıptan temiz, hiçbir lekesi, alacası olmayan bir inek olmasını istiyor” dedi. Onlar: “İşte şimdi doğruyu anlattın” dediler ve hemen onu bulup kestiler. Fakat az kalsın kendilerine emredilen şeyi yapmayacaklardı.
Mısır’da
uzun bir müddet ikamet eden İsrâiloğulları, Hz. Mûsâ’nın zuhuruna kadar geçen
zaman içinde, orada yaygın olan hayvanlara ibâdet ve onları kutsal sayma
inancının tesirinde kalmışlardır. Nitekim Mısır’dan çıkıp denizi geçtikten
sonra, kendilerine ait putlara tapan bir kavme rastladıklarında: “Ey Mûsâ!
Bize de onların ilâhları gibi bir ilâh yapıver!” demişlerdi. (bk. A‘râf 7/138) Sonra Hz. Mûsâ’nın Tûr dağında
bulunduğu sırada Sâmirî’nin yaptığı altın buzağı heykeline tapmaya
başlamışlardı. (bk. A‘râf 7/152; Tâhâ
20/85-96) Zira “inkâr etmeleri yüzünden kalplerindeki buzağı sevgisi
iliklerine işlemişti.” (Bakara 2/93) Bu bakımdan onlar henüz ineği mukaddes
bir hayvan görüyor ve onun kesilmesinin mümkün olabileceğini düşünemiyorlardı.
Aynı gerekçe ile Hz. Mûsâ’nın bir inek kesme teklifine karşı “Sen bizimle alay
mı ediyorsun?” (Bakara 2/67) demişlerdi. Bundan itibaren emre hemen imtisal
etmeyip, kesilecek sığırın mâhiyeti, yaşı, rengi ve diğer özellikleri hakkında
üst üste sualler sormaları da onu kesmek istememelerinden kaynaklanıyordu.
Nitekim 71. ayetin sonundaki “fakat az kaldı kendilerine emredilen şeyi
yapmayacaklardı” beyânı, onu istemeye istemeye kestiklerini göstermektedir.
Bütün bu gerçekler göz önüne alındığında, Allah Teâlâ’nın İsrâiloğullarına,
putperest milletlerden öğrendikleri ineği kutsal sayma ve ona tapma inançlarını
yıkıp temizlemek için bir inek kesmelerini emrettiği anlaşılmaktadır.
İsrâiloğulları,
bu hususta ilâhî emir gelir gelmez ona itaat etseydiler, sıradan herhangi bir
ineği kesmekle mesuliyetten kurtulmuş olacaklardı. Fakat sual sordukça
teferruatın ve istenen özelliklerin artmasına ve yapılacak işin daha da zor
hâle gelmesine sebep olmuşlardır. Bu kıssada, insanların din mevzuunda
kendilerine fayda sağlamayacak şekilde fazla soru sormalarının yararlı ve uygun
olmadığına, soruların teferruatı arttıracağına ve işleri güçleştireceğine de
bir işaret bulunmaktadır. Nitekim âyet-i kerîmede:
“Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde sizi sıkıntıya sokacak
hususlarda soru sormayın” (Mâide 5/101) buyrulmuştur.
Sığırın kesilme talebenin esas hikmetini açıklamak
üzere şöyle buyruluyor:
72. O vakit siz bir insan öldürmüş, bu konuda münâkaşa edip suçu üzerinizden atmaya çalışmıştınız. Halbuki Allah, gizlediğiniz şeyleri mutlaka açığa çıkaracaktı.
73. “Kestiğiniz ineğin bir parçasıyla öldürülen kişiye vurun” dedik. İşte Allah, aklınızı çalıştırmanız için ölüleri böylece diriltir ve size âyetlerini gösterir.
74. Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı da taş kesildi, hatta taştan daha katı oldu. Çünkü öyle taşlar vardır ki bağrından ırmaklar çağlar. Öylesi de vardır ki, çatlar da arasından sular akar. Bazısı da Allah korkusundan yuvarlanıp düşer. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.
Rivayete
göre Hz. Mûsâ zamanında hayli zengin ve yaşlı bir yahudi vardı. Çocuğu da
yoktu. Kardeşinin çocukları ise oldukça fakir ve çaresiz bir durumda idiler.
Amcalarının mirasına ve kan bedeline göz diken bu çocuklar, onu öldürüp bir
tarafa attılar. Cinayeti de bir masumun üstüne yıkmaya çalıştılar. Katilin
bulunamaması yüzünden toplumda neredeyse silahlı mücadeleye kadar varacak bir
gerginlik doğdu. Hâdise Hz. Mûsâ’ya bildirilerek kendisinden bir çözüm bulması
istendi. O da Allah’tan aldığı vahye uygun olarak bir inek kesmelerini ve
bunun bir parçasıyla maktulün cesedine vurmalarını emretti. Denilenin
yapılması üzerine maktul dirildi ve kendisini öldürenin kimliğini açıkladı. (Taberî,
Câmi‘u’l-beyân, I, 507) Bir mûcize eseri olarak ölünün dirilmesiyle bir
yandan adâlet yerini bulup ihtilâf ortadan kalkarken bir yandan da yüce
Allah'ın ölüleri diriltmeye muktedir olduğu gösterilmiş oldu.
Aslında
ineğin kesilmesi ile birlikte İsrâiloğulları’nın kalplerinde bulunan ineği
kutsal sayma düşüncesi ve ona karşı duyulan sevginin de kesilip ortadan
kalkması gerekirdi. Gönüllerin tam mânasıyla Allah’a yöneltilmesi lazım
gelirdi. Ayrıca Allah’ın kudretini ve ölüleri dirilteceğini gösteren bir mûcize
olarak ölünün diriltilmesi de, İsrâiloğulları’nın imanlarını pekiştirmeli ve
kalplerini rakîk bir hale getirmeliydi. Bu gibi hadiselerden sonra onlardan bu
beklenirdi. Fakat böyle olmadı. Tam aksine kalpleri taş gibi katılaştı, hatta
taştan daha katı hâle geldi. Onlar, kalplerinin mukayese edildiği taşı daha
önceden tanıyorlardı. Taştan on iki pınarın fışkırdığını, Allah tecelli edince
dağın lime lime eridiğini ve Mûsâ’nın yere düşüp bayıldığını onlar bizzat
görmüşlerdi. Onların kalpleri ise bu taştan daha katıdır. Bütün olan bitene
rağmen bir türlü yumuşamamakta, ilâhî korku ile titrememekte ve takvâ
hisleriyle harekete geçememektedir. Bunlar, hayat emâreleri azalmış son derece
kuru, çorak ve katı kalplerdir.
İşte
İsrâiloğulları’nda sembolleştiği üzere kâfirlerin kalpleri, katılıkta mesel
hâline gelmiş taştan daha katıdır. Âyet bunun gerekçelerini şöyle
sıralamaktadır: Çünkü öyle taşlar vardır ki ondan tabiî veya teknik usullerle
gürül gürül ırmaklar fışkırır. Kâfir kalpler ise hiçbir şeyden etkilenmez ve
kendilerinden hiçbir mârifet fışkırmaz. Öyle taşlar vardır herhangi bir
etkilenme ile çatlar da aralarından sular akar; akmasa da süzülür, sızar. Kâfir
kalplerde böyle bir çatlama ve sızma da yoktur. Bazı taşlar da vardı ki yağmur,
kasırga, zelzele gibi ilâhî kudretin eseri olan olaylardan etkilenerek, Allah
korkusundan yerinden oynar, düşer, yuvarlanır. Halbuki kâfir kalpler, bu kadar
ayan beyân olan ayetler ve kesin açıklamalar karşısında bile zerre kadar tesir
altında kalmaz, teşvikten ve korkutmadan etkilenmez. Hâsılı taşlar bile Allah Teâlâ’nın
kendileri için koyduğu kanunlara uygun hareket edip bereketli ve faydalı
olabilirken, böyle katı kalplerin sahipleri Allah’ın emirlerine kayıtsız
kalarak ne kendilerine ne de başkalarına faydalı olabilmektedirler. Halbuki
Allah her şeyden haberdardır ve hiçbir şeyden gâfil değildir.
Allah
Resûlü (s.a.s.), kalp katılığına karşı bizleri uyararak şöyle buyurur: “Allah’ı
anmanın dışında çok konuşmayın. Çünkü Allah’ı
anmanın dışınıda sözün çokluğu kalp katılığına sebep olur. İnsanların Allah’tan
en uzak olanı ise, kalbi katı olandır.” (Tirmizî, Zühd 62)
Bu
bakımdan göz yaşarmaması, kalp katılığı, bitmek bilmeyen arzular ve dünyaya karşı
aşırı tamah bedbahtlık alâmeti olarak kabul edilmiştir.
Şu
hâdise, cansız diye bilinen varlıkların uyanıklığı ile inkârda Ebû Cehilleşmiş
kâfirlerin gafletini izah sadedinde çok mühimdir:
Ebû
Cehil, birgün Peygamberimiz (s.a.s.)’i aklınca imtihân etmek istedi. Ellerine
taşlar alarak Resûlullah (s.a.s.)’in yanına geldi ve:
“-
Bil bakalım, avucumda ne var? Gerçekten peygambersen ve sahiden göklerin
ardındaki sırlardan haberdâr isen, bu kadar yakınındaki şeyleri de hemen bilmen
lâzım!..” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.):
“-
Avucunun içindekileri ben mi söyleyeyim, yoksa onlar mı benim hak peygamber
olduğuma şehâdet ederek konuşsunlar? Kudretullâh için senin avucundakileri dile
getirmek çok basittir. Rabbim dilerse, bütün cansızlar canlanıp insan gibi
konuşurlar. Esasen onlar, Allah’ın kudret ve azameti hakkında gönül sahiplerine
nice sırlar ifşâ ederler. Fakat elbette sen ve senin gibi gâfiller, onların
dilinden ve hâlinden anlayamaz!..” dedi.
Peygamberimiz
(s.a.s.) böyle söylerken, taşlar bir bir dile geldiler. Kelime-i şehâdet
getirdiler. Ebû Cehil, bu hâlden korktu, ürktü. Taşlar, elinden düştü. Nasipsiz
bedbaht, iman edip kurtuluşu seçeceği yerde: “Yalan, yalan!” diye haykırdı.
Sonra da:
“–Yeryüzünde
seninle başa çıkabilecek bir sihirbaz olamaz!” dedi. Bu küfür tezâhürleri ile,
kendisine kıyâmete kadar buğz edilecek kâfirlerin en mel’ûnu oldu. İlâhî
rahmetten ebedî olarak uzaklaştırıldı. (bk. Mesnevî, 2154-2161.
beyitler)
İmam
Kuşeyrî (r.a.), âyete bahsedildiği üzere maktûlün diriltilip kâtilinin kim
olduğunu söyleyebilmesi için ineğin kesilmesinin emredilmesinde şöyle bir işârî
mâna olduğunu söyler: “Kalbini mânen ihyâ etmek isteyen kimse, buna ancak
nefsini boğazlamakla erişebilir. Kim mücâhedelerle nefsini boğazlarsa, kalbini
müşâhede nurlarıyla diriltmiş olur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 52)
Bu
bakımdan müslümanların, kalpleri böylesine taşlaşmış kişilerin hemen doğru yola
gelmelerini beklemeleri boşunadır:
75. Ey mü’minler! Şimdi onların size inanacaklarını mı bekliyorsunuz? Halbuki onlardan bir grup var ki, Allah’ın kelâmını işitirler de, düşünüp anladıktan sonra onu bile bile bozup değiştirirler.
Medine’de
müslüman olan bazı kimseler, mevcut tecrübe ve birikimleri ışığında İslâm’ın
getirdiği itikat, ibâdet, muamelât ve ahlâka dair emir ve yasakları daha rahat anlayabilecek
olan yahudilerin hemen İslâm’a girebileceklerini düşünüyorlardı. Âyet-i kerîme
bu düşüncenin yerinde olmadığını ifade buyurmaktadır. Zira onların doğru yola
ermelerine mâni olan başka mânevî hastalıklar ve kalbî marazlar vardı.
Hakîkatleri bilmek, imansızlık düğümünü çözmeye yetmiyordu. Onlardan bir grup,
özellikle âlimleri, Allah’ın kelâmı olan Tevrât’ı okuyor, dinliyor, anlıyor
fakat oradaki gerçekler istikâmetinde hareket edecek yerde, tam aksine o
gerçekleri bile bile tahrife yelteniyorlardı. Hakikatleri tersyüz ediyorlardı.
Bunu ya Tevrat nüshasının bizzat metnini ve lafzını değiştirip bozarak veya
metin aynen kaldığı halde yanlış tefsir ederek yapıyorlardı. Onlar, bilhassa
Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’in peygamberliğiyle alâkalı haberleri ve recim
gibi bir kısım hukûkî hükümler ihtivâ eden âyetleri değiştiriyorlardı. Bu
şekilde hem kendilerini, hem de hitap ettikleri kitleleri doğru yolu gösteren vesilelerden
uzaklaştırıyorlardı. Dolayısıyla kendi kitaplarını bile tahrif edecek kadar
ileri giden yahudilerin, dünyevî menfaatlerine âlet ettikleri dinlerini terk
ederek İslâm’a gelmeleri gerçekten zor bir durumdur.
Zira
onlar:
76. İman edenlerle karşılaştıklarında “İnandık” derler. Birbirleriyle baş başa kaldıklarında ise: “Yarın Rabbinizin katında aleyhinizde kuvvetli bir delil olarak kullansınlar diye mi Hz. Muhammed hakkında Allah’ın size açıkladığı gerçekleri onlara anlatıyorsunuz? Hiç akıl erdirmiyor musunuz?” derler.
77. Yoksa onlar bilmiyorlar mı ki, Allah, gizlediklerini de açığa vurduklarını da elbette bilir.
Rivayete
göre bir kısım yahudiler, aynen münafıklar gibi, müslümanlarla
karşılaştıklarında iman ettiklerini söylerlerdi. Ayrıca Tevrat’ta ifade
edildiği şekilde Peygamberimizin nübüvveti ve vasıfları hakkında, diğer
taraftan atalarının isyanları sebebiyle uğradıkları musibetler ve çektikleri
cezalar hususunda müslümanlara bilgi verirlerdi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 525) Daha sonra bir araya geldiklerinde ise özellikle âlimleri, yapılan bu
işin doğru olmadığını, verilen bu bilgilerin müslümanlar tarafından hem dünya
hem de âhirette yeri geldiğinde aleyhlerinde delil olarak kullanılabileceğini,
dolayısıyla bunun da kendileri hakkında pek hayırlı netice husûle
getirmeyeceğini söylerlerdi. Halbuki Allah, onların gizledikleri ve
açıkladıkları her şeyi bilmektedir. Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)’e
vahyetmek sûretiyle her hususta gerekli olan bütün bilgileri bizzat kendisi
vermektedir. Dolayısıyla onların vereceği bilgiye müslümanların bir ihtiyacı
yoktur. Ayrıca içlerinde gizledikleri nifak ve küfürleri sebebiyle de onlara
hak ettikleri cezayı verecektir.
Ehl-i
kitabın âlimlerinin hali böyledir. Cahillerinin durumuna gelince:
78. Onlardan bir kısmı ümmîdir; kitabı bilmezler. Bütün bildikleri kulaktan dolma şeyler, bir takım kuruntulardır. Onlar sadece yanlış fikirlere kapılmışlardır.
Yahudilerin
şüphesiz hepsi okur yazar ve kitabı bilen kimseler değildi. Onlardan önemli bir
kısmı ümmî idiler; okuma yazma bilmez ve kitabı anlamazlardı. Kendi dinleri ve
kitapları hakkında bile yeteri bilgiye sahip değillerdi. Bütün bildikleri
sağdan soldan duydukları boş saplantılar, kendiliklerinden ürettikleri asılsız
hayal ve kuruntulardan ibaretti. Dolayısıyla bilgiye dayalı olarak doğruyu
yanlıştan ayırıp, şuurlu bir tutum ve davranış içinde olmak yerine sadece
zanlarının peşinden koşar, yanlış fikirlere kapılırlardı. Bütün yaptıkları zan
ve taklitten başka bir şey değildi. Bunların vebâli de, kendilerine gereken
bilgileri doğru bir şekilde öğretmeyen, hata onları yanlış yönlere yönlendiren âlimlere
aittir. Fakat onların yaptıkları yanlarına kar kalmayacaktır. Zira Yüce Allah,
dinî gerçekleri tahrife yeltenenleri şu şekilde uyarmaktadır:
79. Yazıklar olsun şu kimselere ki, kitabı kendi elleriyle yazarlar, sonra da küçük bir dünya menfaati için: “Bu Allah tarafından gönderilmiştir!” derler. Yazıklar olsun elleriyle yazdıkları yüzünden onlara, yazıklar olsun kazandıkları yüzünden onlara!
Yahudi
âlimleri, dinî mevzularda kitaplar yazıyor ve burada serdettikleri şahsi görüşlerinin
Allah’tan gelen dini hakikatler olduğunu söylüyorlardı. Böylece sözlerine
kutsallık kazandırıp bu yolla insanlar üzerindeki tesirlerini artırmaya ve
onları daha kolay sömürmeye çalışıyorlardı. Niyetleri halkı dinî mevzularda
aydınlatmak değil, onları bir sömürü aracı olarak kullanmaktı. Bundan dolayı
âyet-i kerîme onları sert bir dille tehdit etmekte, onlar gibi davranacak diğer
insanları da ciddi mânada uyarmaktadır. Âyetin iniş sebebi ile alakalı şöyle
bir rivayet nakledilir:
Yahudiler,
Resûlullah (s.a.s.)’in kendi kitaplarındaki vasfını değiştirdiler. Kitaplarında
o, orta boylu, esmer olarak zikredilirken onu buğday benizli, düz saçlı ve uzun
boylu yaptılar. Arkadaşlarına ve kendilerine tâbî olanlara da: “Ahir zamanda
gönderildiğini iddia eden şu peygambere bakın; kitabımızda zikredilen vasıflara
uymuyor” dediler. Yahudi âlimlerinin,
diğer yahudiler için sözkonusu olmıyan bir takım menfaatleri vardı. Peygamberimiz
(s.a.s.)’in kitaplarında beyân edilen gerçek vasıflarını açıkladıkları takdirde
bu menfaatlerinin elden gideceğinden korkmuş ve onu değiştirmişlerdir. (Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 29)
Bununla
birlikte yaptıkları kötülüğün kendilerini cehenneme götürecek büyüklükte bir
günah olduğunu bildiklerinden içlerini rahatlatmak üzere şöyle asılsız bir
kuruntunun ardına sığınmaya çalışmışlardır:
80. Bir de: “Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmayacak” dediler. Onlara şöyle de: “Bu konuda Allah’tan bir teminat mı aldınız? Eğer öyleyse ne âlâ, zira Allah verdiği teminattan asla dönmez. Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?
Yahudilerin,
cehenneme girmeyecekleri, girseler de kendilerine ateşin ancak sayılı birkaç
gün dokunabileceği yönünde bir inançları vardı. Âyet-i kerîmeler, onların bu
inançlarının aslı olmadığını ve bunun tamâmen kendiliklerinden uydurdukları bir
kuruntu olduğunu haber vermektedir. Âyette geçen “sayılı günler”le alâkalı
olarak farklı izahlar yapılmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir:
Peygamber
Efendimiz (s.a.s.) Medine-i Münevvere’ye geldiğinde yahudiler: “Bu dünya hayatı
yedi bin senedir. İnsanlar âhirette, dünyadaki her bin sene için âhiret
günleriyle bir gün azâb olunacaklardır. Bu da sadece yedi gün demektir ki bu
yedi günün sonunda azap kesilecek ve sona erecektir” diyorlardı. Bunun üzerine
bu âyet nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 30; Kurtubî, el-Câmi‘,
II, 10) Yahudilerin, âhirette kendilerine dokunacak azâbın ancak buzağıya tapındıkları
gün sayısınca yani sadece 40 gün olacağını iddia ettikleri ve bu âyetin bu
sebeple nâzil olduğu rivayeti de vardır. Yine onlar, Tevrat’ta, “cehennemin 40
yıllık yürüyüş genişliğinde olduğu, yahudilerin bir günde bir yıllık yol
katederek cehennemi kırk günde geçecekleri ve böylece cehennemdeki kalışlarının
sona ereceği” yazılı olduğunu iddia etmişlerdir. (Kurtubî, el-Câmi‘, II,
10)
Halbuki
gerçek şudur:
81. Hayır! Kim bir günah işler, günahı onu çepeçevre kuşatır da kâfir olarak ölürse, işte onlar ateşe arkadaş olmuş kimselerdir, orada onlar ebedî kalacaklardır.
82. İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, onlar cennet yârânıdırlar, onlar da orada ebedî kalacaklardır.
Cehennemden
kurtulup cennete girebilmek, bir kısım hayal ve kuruntuların peşinden
sürüklenmekle değil, Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmek ve
yasaklarından tamâmen kaçınmakla mümkün olabilecektir. Dinin tâlimatlarını
dikkate almayıp, günahlara batan ve günahlardaki ısrarı sebebiyle tevbe imkânı
bulamayıp küfür üzere ölenler, cehenneme girecek ve orada ebedi kalacaklardır.
Zerre kadar imanı olanlar ise, affedilmeyen günahları karşılığında ateşte
yansalar da neticede bir kurtuluş kapısı bulacaklardır. Dinin tâlimatlarına
uygun yaşayanlar ise cennete girecek ve orada ebedi kalacaklardır. Nitekim bu
mevzuya temas eden âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Gerçek, ne sizin boş temennîleriniz ne de Ehl-i kitabın asılsız
kuruntularına bağlıdır. Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını
görecek ve Allah’tan başka da ne bir dost ne de bir yardımcı bulamayacaktır.
İster erkek ister kadın olsun, kim mü’min olarak sâlih ameller işlerse, işte
onlar cennete girecek ve hurma çekirdeğinin küçücük oyuğu kadar bile haksızlığa
uğramayacaklardır.” (Nisâ 4/123-124)
Allah
Teâlâ’nın İsrâioğulları’ndan aldığı bir diğer söz de şudur:
83. Hani biz, İsrâiloğulları’ndan: “Sadece Allah’a kulluk edeceksiniz, ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilikte bulunacaksınız!” diye söz almış ve: “İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı hakkıyla kılın, zekâtı verin!” diye emretmiştik. Sonra sizden pek azı müstesna, sözünüzden döndünüz ve hâlâ yüz çevirmeye devam ediyorsunuz.
Bu âyette hitap, başta olduğu gibi yeniden İsrâiloğulları’na
yöneltilmiş, doğru yoldan sapmalarına yeni örnekler verilmiş ve atalarının
isyânı üzere devam ettiklerine dikkat çekilmiştir. Hâl-i hazırdaki yahudilerin
kötü vasıflarından bahsedilerek, onların çirkin işleri ve sözleri çeşitli vesilelerle
beyân edilmiştir. Öyle ki, artık onların îman edeceğine kimsenin ümîdi
kalmamıştır. Bu sûrede sayılan kötü vasıfların bir kısmı muhatap alınan yahudilere
ait iken, bir kısmı da atalarıyla, hıristiyan ve putperestler arasında ortaktır.
Âyette ifade edilen ve yahudilerden söz
alındığı bildirilen maddeler, aynı zamanda İslâm’ın da esasları ve hükümleri
arasında yer alır. (bk. Nisâ 4/36; En‘âm 6/151-153; İsrâ 17/23-39; Tirmizî, Tefsir
17/3144; Nesâî, Tahrîmü’d-Dem 18/4075)
“Sadece Allah’a kulluk yapılması” emri aslında
bütün insanlara yöneliktir ve onlar bunun için yaratılmışlardır. (bk. Enbiyâ
21/25; Nahl 16/36) Allah’a ait olan bu hak, hakların en üstünü ve en yücesidir.
Sonra diğer varlıkların hakları gelir. Yaratıklar içinde ise en mühim hak, anne-babaya
âittir. Bu sebeple Kur’ân’ın pek çok yerinde ve hadis-i şeriflerde Allah’ın
hakkı olan “şirk koşmamak”tan hemen sonra anne-baba hakkı zikredilir. Cenâb-ı
Hak bizi yaratmış, anne-babamız da dünyaya gelmemize vâsıta olmuş, büyük bir
ihtimamla bizi büyütüp terbiye etmiştir. Dolayısıyla, âlimlerin çoğunluğu,
kâfir bile olsa, şirk koşmayı emretmediği müddetçe, anne-babaya hürmet ve itaat
etmenin zarûrî olduğu hususunda aynı fikirdedirler.
Anne-babadan sonra akrabaya iyilik gelir.
Dinimiz sıla-i rahim denilen akrabayla münâsebetleri devam ettirip onlara
yardımda bulunmayı ısrarla teşvik etmiş ve bu konuda vazgeçilmez haklar ve sorumluluklar
koymuştur. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), “Allah’a ve âhiret gününe inanan
kimse akrabasına iyilik etsin” buyurmuştur. (Müslim, İman 74, 75) “Beni
cehennemden uzaklaştırıp cennete götürecek davranışı haber ver” diyen birine
Efendimiz (s.a.s.): “Allah’a kulluk edip O’ndan başkasına ilâh diye
tapmazsın, namazı gerektiği gibi kılar, zekâtı tam olarak verir ve akrabanı
koruyup gözetirsin” telkininde bulunmuştur. (Buhârî, Edeb 10; Müslim, İman
14) Bir sahâbînin: “Ya Rasûlallah! Benim akrabam var. Ben kendilerini ziyaret
ediyorum, onlar gelip gitmiyorlar. Ben onlara iyilik ediyorum, onlar bana
kötülük ediyorlar. Ben onlara anlayışlı davranıyorum, onlar bana kaba
davranıyorlar” demesi üzerine de Af ve Rahmet Peygamberi (s.a.s.): “Sen
böyle davrandıkça Allah’ın yardımı seninledir” buyurmuştur. (Müslim, Birr
22)
Yetimler, kendilerine bakacak babaları olmayan
küçük çocuklardır. Yetimlere iyilik ve yardımda bulunmak çok önemli bir içtimâî
ibâdettir. Bu sebeple pek çok âyet ve hadiste insanlar yetimlere bakmaya teşvik
edilirler.
Yoksullar ise, kendileri ve âileleri için
harcayacak bir şey bulamayan kişilerdir. Cenâb-ı Hak, yoksullara en güzel
şekilde davranmayı, onlara iyilikte bulunmayı emretmektedir.
Cenâb-ı Hak, daha sonra insanlara güzel ve
istifade edilecek söz söylemeyi, yumuşak ve tatlı bir lisanla konuşmayı, ince,
kibar ve nâzik olmayı, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamayı insanların
kusurlarını affedip olabildiğince müsamahalı davranmayı emretmektedir.
Şâir, Allah’ın sevgili kulu olması gereken
müslümanın ağzına iyi sözden başkasının yakışmayacağını ince bir nükte ile
şöyle dile getirir:
“Düşmez leb-i şîrînine yârin
sühân-i telh
Helvâcı dükânında piyâzın yeri
yoktur.” (Nâbî)
“Sevgilinin tatlı dudaklarına acı söz söylemek
hiç de yakışmaz. Helvacı dükkanında soğanın veya piyazın ne işi var?”
Cenâb-ı Hak, insanlara iyi davranmayı
emrettikten sonra, yine insanlara güzel söz söylemeyi emrederek uygulamalı ve sözlü
iyiliği büyük bir uyum içinde bir araya getirmiştir. Yani insan hem diliyle hem
de uygulamalarıyla iyilik üzere olmalı, devamlı iyilik düşünüp iyilik konuşmalı
ve herkese güzel muamele etmelidir. Daha sonra âyette, Allah’a ibâdetle
insanlara iyilik mevzûları birer misalle müşahhas hâle getirilerek namazın doğru
kılınması ve zekâtın verilmesi emredilmiştir.
Allah Teâlâ, İsrâiloğullarından bu şekilde söz
almış, ancak onlar, pek azı hâriç, verdikleri sözlerinden dönmüşlerdir. Sonradan
gelen yahudiler de atalarının izini tâkip ederek aynı isyan hâlini devam
ettirdikleri için, hitap onlara yöneltilerek; “Sözünüzden döndünüz!” (Bakara
2/83) buyrulmuş ve geçmişlerin yanlış davranışı bunlara da nispet edilmiştir.
En son gelen ve “devamlılığ”a delâlet eden
isim cümlesiyle de yahudilerin, ataları gibi sözlerinden dönmeye devam
ettikleri ve bu kötü davranışı âdet hâline getirdikleri ifade edilmektedir. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 78; Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî,
I, 310)
Hatta yahudiler insanlara verdikleri sözlerden
döndükleri gibi doğrudan doğruya kendi hayatlarıyla alâkalı sözleri husûsunda
da aynı şekilde davranmaktadırlar. Bunu açıklama sadedinde şöyle buyrulur:
84. Yine bir vakit sizden “Haksız yere birbirinizin kanını dökmeyecek; kendinizden olan insanları yurdunuzdan çıkarmayacaksınız!” diye kesin söz almıştık. Bu konuda siz de kesin taahhütte bulunmuş, bunu kabul etmiştiniz. Nitekim bugün de aynı şehâdette bulunursunuz.
“Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz!” ifadesi şu mânaya
gelir: “Kendi milletinizden olan insanları, akrabalarınızı ve din
kardeşlerinizi öldürmeyin! Haksız yere adam öldürüp, buna karşılık kısas
edilerek kendi canınıza kıymayın! Bir de kanınızı mübah kılacak günahlar
işlemeyin!”
İsrâiloğulları,
Tevrat’ta mevcut olan ilâhî ahdi bildikleri için bu konuda Allah’a verdikleri
sözü ikrar etmişlerdir. Bunun kesinlikle kendilerinden alınan bir söz olduğunu
itiraf etmişlerdir. Önceki yahudiler, bu sözü kabul ederken birbirlerine şâhit
olmuşlardı. Bugünküler de o sözün ikrar edildiğine şâhitlik yaparlar.
Bu
ve devam eden âyet-i kerîmelerde geçmişle hâl iç içe sunulmakta, böylece geçmiş
hâdiseler adeta şimdiki hâle getirilmekte ve hâl geçmişe girmekte, böylece
tarih mânasız bir hâdiseler yığını olmaktan çıkıp, devam eden tesirleriyle hâlâ
yaşanan ve ibret veren bir hayat olmaktadır. Ayrıca, burada anlatılan geçmiş olayların
kahramanları ile, âyetlerin indiği anda yaşanan olayların kahramanları aynı
karakterde birleşmekte, dolayısıyla geçmişten hâle bütün olaylar aynı
karakterdeki kişiler etrafında dönmektedir. Böylece kuru tarihî hâdislerden
ziyâde karakterler, niyetler, sıfatlar, tutum ve davranışlar öne çıkarılmakta, olaylar
bu aslî unsurun ortaya çımasına yardımcı olan vasıta mevkiinde tutulmaktadır. Kur’ân-ı
Kerîm, kıssaları ve tarihî olayları anlatırken bu etkileyici üslûbu fevkalâde
başarılı bir şekilde kullanmaktadır. (bk. Ünal, s. 56)
Ancak
yahudiler yine sözlerinde durmamış, Allah’a verdikleri söze uymamış ve
birbirlerini öldürmeye, yurtlarından çıkarıp sürgün etmeye ve kardeşleri
aleyhine başkalarıyla ittifak kurup kötülük üzere yardımlaşmaya davam
etmişlerdir:
85. Siz öyle kimselersiniz ki, bütün bunlardan sonra hâlâ birbirinizi öldürüyor, içinizden bir kısmını yurtlarından çıkarıyor, onlara karşı kötülük yapmada ve düşmanlık etmede birbirinizi destekliyorsunuz. Düşman elinde size esir olarak geldiklerinde ise fidye verip onları kurtarmaya kalkıyorsunuz. Halbuki onları yurtlarından çıkarmak size baştan haram kılınmıştı. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rezillik; kıyâmet gününde ise en şiddetli azaba uğratılmaktır. Allah yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.
Medine’de
Araplardan Evs ve Hazrec kabileleri bulunuyordu.
Bunlar putlara tapıyorlardı. Aralarında son derece şiddetli bir düşmanlık hüküm
sürüyordu. Ayrıca, Medine’de yirmibir yahudi kabilesi bulunuyordu. Bunlardan
bir kısmı Evs’le, diğerleri de Hazrec’le anlaşmıştı. Evs ile Hazrec savaşa
tutuştuğunda, yahudiler de müttefiklerinin yanında yer alır ve birbirleriyle
savaşırlardı. Böylece dindaşlarını öldürür, kendi müttefikleri galip
geldiğinde, karşı taraftaki yahudileri esir alır, yurtlarından sürer, mallarını
da yağma ederlerdi. Halbuki Allah Teâlâ, bütün bunları yasaklamıştı. Savaş
bitince de karşı tarafa esir düşen dindaşları için fidye verip onları kurtarırlardı.
Bu da Allah’ın onlara emri idi.
Yine
bir yahudi kabilesi, diğer yahudi kabilesinden savaş esiri aldığında, onları
ancak fidye karşılığında serbest bırakıyor ve kitapta buna izin verildiğini
söyleyerek kendilerini haklı çıkarmaya çalışıyordu. Fakat onlar, kitaplarının
kendi kardeşleriyle savaşmamaları husûsundaki emrine uymuyorlardı. İşte Cenâb-ı
Hak, yahudilerin bu tür çelişkilerine dikkat çekerek: “Yoksa siz, kitabın
bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara 2/85) buyurmaktadır.
Böyle
Allah’ın emrine itaat etmeyen isyankârların âkıbeti, dünyada rezil rüsvâ olmak,
âhirette de daha şiddetli bir azâba mâruz kalmaktır. Nitekim Medine’deki yahudi
kabileleri, ihânetleri sebebiyle kimi sürülerek, kimi de katledilerek dünyadaki
rezilliği tatmışlardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanların yaptığı her şeyi görüp
bilmektedir. O’nun ilminden hiçbir şey gizli kalmaz. Bütün söz ve fiilleri
kaydeder ve tam bir adâletle karşılığını verir:
86. İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu sebeple ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir.
Yahudilerin
dünya ve âhirette azâba uğratılmalarının en mühim sebebi, âhireti fedâ ederek
dünyevî bir takım menfaatlerin peşine düşmeleridir. Onlar, ölüm ve ötesini
düşünmez, âhiret için hazırlık yapmazlar. Bilâkis üç günlük dünya için her
türlü fenâlığı yapar, beş on kuruş için Allah’ın kitabını bile tahrif ederler.
Bir de kalkar, “Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmayacak” (Bakara
2/80) derler.
Böyle
davrananlardan azabın kaldırılması bir tarafa, hafifletilmez bile. Onlara
hiçbir sûrette yardım da edilmez. Çünkü hiçbir mâzeretleri kalmadığı gibi, işledikleri
cürümler de had safhaya ulaşmıştır:
87. Hiç şüphesiz biz Mûsâ’ya kitabı verdik ve ondan sonra birbiri ardınca peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da apaçık mûcizeler lûtfettik ve onu Rûhu’l-Kudüs ile destekledik. Ama size ne zaman bir peygamber gelip de nefislerinizin hoşlanmayacağı, hevâ ve hevesinize hizmet etmeyecek hükümler getirdiyse, hemen büyüklük taslayarak, kimini yalanlayıp kimini de öldürüyordunuz, öyle değil mi?
Cenâb-ı
Hak, İsrâîloğulları’na bir nimet olarak Mûsâ (a.s.)’ı gönderdi ve ona Tevrat’ı
verdi. Ondan sonra da pek çok peygamberler lutfetti. Bunlar Dâvûd, Süleyman,
Uzeyr, İlyâs, Elyesa‘, Yûnus, Zekeriyya, Yahyâ ve diğerleriydi. Daha sonra da
Îsâ (a.s.)’ı gönderip ona inkâr edilmesi mümkün olmayan apaçık mûcizeler
lûtfetti. Onu Rûhu’l-Kudüs ile destekleyip kuvvetlendirdi.
“Rûhu’l-Kudüs”
kelime olarak fevkalâde temizlik, nezahet, bereket rûhu ve mukaddes ruh mânalarına
gelip, Cebrâil (a.s.)’ın bir ismidir. (bk. Nahl 16/102; Şuarâ 26/193; Meryem
19/17) Bu da gösteriyor ki, Rûhu’l-Kudüs, Hz. İsa’nın şahsiyetinden bir parça değil,
sadece onun destekleyicisidir. Şu hâlde hıristiyanların, Rûhu’l-Kudüs’ü, Îsâ (a.s.)’ın
öz şahsiyetinin bir parçası gibi tasavvur etmeleri, bâtıl bir inançtır.
Cebrâil
(a.s.), diğer peygamberlere de vahiy getirmiş olmakla birlikte Hz. İsa’ya daha
çok destek vermiştir. Hz. Meryem’e onun doğumunu müjdeleyen, Cebrâil (a.s.)’dır.
Hz. İsa, onun üflemesi ile doğmuş, onun terbiye ve desteğiyle büyümüş, her
nereye gittiyse Cebrâil (a.s.)’ı yanında bulmuştur.
Allah’ın
insanlara peygamber gönderme âdeti ve bilhassa bu konuda İsrâiloğullarına
yönelik lutufları hatırlatıldıktan sonra, Allah’a ve peygamberlerine isyanı
âdet hâline getiren yahudilerin inkâr ve zulümleri yüzlerine vurulmaktadır.
Cenâb-ı Hak onları azarlayarak ve yaptıkları çirkinlikleri ayıplayarak şöyle sormaktadır:
“Benim
peygamberlerim, sizin keyfinize uymayan ilâhî emirlerle geldiğinde, onlara tâbî
olmayı kibrinize yediremeyip kafa tutacaksınız, sonunda bir kısmını yalanlayıp
bir kısmını da öldürecek misiniz?”
İsrâiloğulları’nın
tarih boyunca yaptığı bundan ibarettir. Kendilerine gelen peygamberlere tâbî
olmamış, onları yalanlamış, kimine hayat boyu zulmetmiş, kimini de şehîd
etmişlerdir. Son Peygamber Resûlullah (s.a.s.)
gelince yine kibirlenmişler, onu yalanlamakla kalmayıp şehîd etmeyi bile
defalarca planlamışlardır. Zira bu âyet-i kerîmede, Peygamber Efendimiz’i
öldürme azminde olduklarına açık bir işaret vardır.
Yahudiler,
Cenâb-ı Hakk’ın bu tesirli irşâdına, acı tatlı hatırlatmalarına, îkaz ve
azarlamalarına karşı küstahça cevap verdiler:
88. Onlar Peygamber’e: “Bizim kalplerimiz örtülüdür, söylediklerini anlamıyoruz” dediler. Aslında gerçeklerin üzerini bilerek örtmeleri ve inanmamakta direnmeleri sebebiyle Allah onlara lânet etmiştir; bu yüzden pek azı iman eder.
Bu
âyetten 121. âyete kadar, yahudilerin isyankâr tavırları anlatılarak bunlar on
beş madde hâlinde sıralanmaktadır. (Draz, en-Nebe, s. 289-293)
Yahudiler,
tarihte olduğu gibi Peygamber Efendimiz
zamanında da inkâr ve inatlarını sürdürdüler. Kibir, inat ve önyargıyla hareket
ederek, İslâm’ın hakikatini öğrenmeden reddetme yoluna gittiler. Resûlullah (s.a.s.)
Efendimiz’in davetine karşı alaycı bir ifade ile; “Kalplerimiz perdelidir,
kilitlidir, kaşarlanmıştır, söylediklerinden bir şey anlamıyoruz” dediler. Bu
tavırlarıyla; “Kendi dinimize o kadar bağlıyız ki, bizi inancımızdan uzaklaştıracak
hiçbir sözü, üzerinde düşünmeye değer bile görmeyiz, hemen reddederiz” demek
istiyorlardı.
Bir
de böylece kalplerinin ilimle dolu olduğunu, başkalarının bilgisine ihtiyaç
duymadıklarını ve bundan müstağnî olduklarını hissettiriyorlardı. Ehl-i kitap
olmaları sebebiyle her şeyi kendilerinin bildiğini zannediyor ve semâvî
bilgilerin yegâne mercii olduklarına inanıyorlardı. Yani onların ayağını
kaydıran en büyük hastalık, şeytanı itaatten uzaklaştıran “kibir” idi.
Cenâb-ı
Hak, yahudilerin bütün iddiâlarını reddetti. İman etmeyişlerinin, dinlerine
bağlılıkları veya ilimleri sebebiyle değil, küfürde ısrar etmeleri neticesinde
Allah’ın yardım ve rahmetinden mahrum kalmaları yüzünden olduğunu bildirdi. Bu
tabiatları sebebiyle yahudilerden iman eden kimse pek azdır. Cenâb-ı Hak şöyle
buyurur:
“Fakat verdikleri sözden dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr
etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz perdelidir”
demeleri yüzünden biz onları lânetledik. Aslında Allah, onların kalplerini
inkârları yüzünden mühürlemiştir. Artık pek azı dışında onlar iman etmezler.” (Nisâ 4/155)
Kalbin
kilitli olması; taassubu, ön yargıyı ve kendine güvensizliğin bir neticesi
olarak yeniliğe ve farklı fikirlere kapalı olmayı da ifade eder. İlâhî rahmet
ve hidâyetten uzaklaşan insanlar, bu tür hastalıklara müptelâ olurlar.
Yahudiler
son derece akıl ve mantık dışı bir davranışta bulundular. Çünkü:
89. Allah tarafından onlara ellerindeki Tevrat’ı doğrulayan bir kitap gelince, onu inkâr ettiler. Halbuki daha önce bu kitabı getirecek peygamberi bekliyor ve onun hürmetine inkârcılara karşı gâlibiyet ve fetih dileyip duruyorlardı. İşte Tevrat’tan öğrendikleri o bilgileri muşahhas halde karşılarında görünce, onu inkâr ettiler. Allah’ın lâneti bu kâfirlerin üzerinedir.
Aslında
onlar, Âhirzaman Nebîsi’nin geleceğinden bahsediyor, bunu insanlara haber
veriyor ve onunla kuvvetlenip düşmanlarını mağlup edecekleri zamanı
bekliyorlardı. Hatta onun hürmetine Allah’tan, düşmanlarına karşı yardım
istiyor ve onun bir an evvel gelmesi için dua ediyorlardı.
İbn
Abbas (r.a.) şöyle anlatır:
Hayber
yahudileri ile Gatafan kabilesi arasında savaş vardı ve Hayber yahudileri ne
zaman Gatafan’la karşılaşsalar yeniliyorlardı. Sonunda:
“Ey Rabbimiz! Âhir zamanda göndermeyi va‘dettiğin o ümmî Peygamber
hakkı için senden bizi muzaffer kılmanı istiyoruz!” duasına
sığınmayı kararlaştırdılar ve Gatafan’la karşılaşınca bu duayı yaptılar.
Savaşın
netîcesinde Gatafan’ı bozguna uğrattılar. Fakat dualarında vesîle edindikleri
Hz. Muhammed (s.a.s.), peygamber olarak gönderilince onu inkâr ettiler. Bunun
üzerine Allah Teâlâ, Bakara sûresinin 89. âyet-i kerîmesini vahyetti. (Kurtubî,
el-Câmi‘, II, 27; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 31; Hâkim, el-Müstedrek,
II, 289/3042)
Mevlânâ
Hazretleri bu hususta şunları söyler:
“Karamsarlığı bırak, ümitsiz olma! Sayısız ümit kapısı vardır.
Cihan güneşlerle dolu iken karanlıklara gitme!
Eğer kulak verirsen, gönlün seni gönül ehilleri tarafına çeker.
Bedenine sorarsan da seni su ve çamur zindanına hapsetmek ister.
Öyleyse bir gönül dostunun sohbetiyle kalbini gıdâlandır! Vakit
kaybetmeden, makamı yüce bir Allah dostundan seni Allah’a yöneltmesini iste!
Bir gönül ehlinin eteklerine sımsıkı sarıl ki, onun himmeti seni zilletten
kurtarsın, yüceliğe eriştirsin.
İncil’de, Hz. Mustafâ’nın, o peygamberler şâhının, o safâ
denizinin vasfı vardır. Ona salât ü selam olsun! Şemaili, durumu, savaşları,
orucu ve yiyip içmesi yazılıydı. Hıristiyanlardan bir kısmı İncil okurken onun
adı ve sıfatları gelince, sevap kazanmak için o şerefli ismi öperler, o yüce
vasfa yüzlerini sürerlerdi. Roma zulmü koptuğu zaman, bunlar o kargaşalıktan
emin kaldılar, tehlikesiz ve zararsız kurtuldular. Cenab-ı Ahmed’in bu şerefli
isminin himâyesine sığındıkları için, hıristiyan beylerinin ve yahudi vezirin
kötülüklerinden korundular. Sonra onların nesilleri de çoğaldı. Ahmed’in nuru
onların dostu ve yardımcısı oldu.
Hıristiyanlardan bir başka topluluk, Cenâb-ı Ahmed’in şerefli
ismine hürmet etmezlerdi. Hor tutarlardı. Bunlar da, bütün görüşleri ve
davranışları hayırsız olan vezirin fitnesiyle hor ve hakir oldular. Dinlerini
ve yollarını karmakarışık ettiler, fesada uğradılar.
Cenâb-ı Ahmed’in sadece ismi bu sûretle yardım ederse, onun peygamberlik
nûrunun kendisi acaba nasıl yardım eder? O Ahmed ism-i şerifi, bir insana böyle
muhkem bir kale olursa, o Rûhu’l-Emîn’in bizzat kendisi acaba ne olur?” (Mevlânâ, Mesnevî,
c. I, beyt: 750-765)
Hâsılı,
Son Peygamber’in
geleceğinden bahsedip dururken, o kendilerinden çıkmadığı için, bile bile ve
inatla inkâra saplanan yahudiler, Allah’ın lânetine uğradılar ve kendilerini
çok kötü bir şey karşılığında hebâ ettiler:
90. Onlar, Allah’ın dilediği kuluna lutufta bulunarak peygamberlik vermesini kıskandılar da, Kur’an’ı inkâr ederek kendilerini ne kötü bir şeye sattılar. Böylece onlar gazap üstüne gazaba uğradılar. Zâten kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.
Yahudilerin
bu mantık dışı tavrı, Allah’ın taksimine rızâ göstermeyip, îtiraz etme mânası
taşımaktadır. Onları bu alçaklığa iten sebep de içlerinde kaynayan haset
duygusu olmuştur. Târih boyunca pek çok peygamber onların soyundan geldiği için
yine öyle olacağını düşünüyor, hatta buna kesin gözüyle bakıyorlardı. Peygamber Efendimiz, İsrâiloğulları’ndan
değil de İsmâil (a.s.)’ın neslinden gelince, bunu kıskanarak azgınlığa ve
taşkınlığa saptılar. Efendimiz’in peygamberliğine ve getirdiği kitaba iman
etmediler. Bu küfürlerinin karşılığı ise onların ebedî olarak cehennem azâbına
mâruz kalmalarıdır. Haset ve küfürleri sebebiyle düştükleri bu acı âkıbet ne
kötüdür. Zira daha önce uğradıkları ilâhî gazaptan, Peygamberimiz’e iman ederek
kurtulabilecekken, inkârları sebebiyle bir gazaba daha uğradılar ve ebedî
olarak cehennemde kalmaya müstahak oldular. İstikballerini ve âhiretteki ebedî saadetlerini
satarak, karşılığında zillet, meskenet ve gazab-ı ilâhîyi satın aldılar. Ne
kötü bir alışveriş!
Bu sebepledir ki:
91. Onlara: “Allah’ın indirdiği Kur’an’a iman edin!” dendiği zaman, “Biz sadece bize indirilene inanırız!” derler; ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki Kur’an, ellerinde bulunan Tevrat’ı doğrulayan ilâhî bir kitaptır. Onlara şöyle de: “Eğer Tevrat’a inanıyor idiyseniz, bundan önce Allah’ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?”
Yahudilere
nasihat edilerek:
“–Kime
gelmiş olursa olsun, Allah’ın indirdiği kitaplara îman edin! Kur’an da Tevrat
gibi Allah tarafından gönderilmiştir. O hâlde Tevrat’a inandığınız gibi
Kur’an’a da îman edin!” denildiğinde onlar:
“–Bizi
Tevrat’a inanmaya sevk eden sadece onu Allah’ın indirmiş olması değil, bununla
birlikte bize göndermiş olmasıdır. Oysa Kur’an bize indirilmiş değildir”
cevabını verirler.
Tevrat’tan
sonra indirilen İncil’i ve Kur’an’ı inkâr ederler. Tevrat’tan önce
indirilenleri ise kabul ederler. Kur’an, efrâdını câmi ağyârını mâni olan “مَا وَرَاءَهُ: Ondan başkası” (Bakara 2/91) tâbirini
kullanarak İsrâiloğulları’nın suçunu tam olarak sınırlamıştır. Bu da, insafın
ve itham esnasında dürüstlüğün en ileri derecesidir.
Daha
sonra onların iddialarına cevap verilmeye başlanmış, kendi kitaplarına
inanmalarının, hak olan başka bir kitaba imanı engellemeyeceği ve tahrif ettikleri
kitaptan yanlarında kalan doğrulara bakarak Kur’an’ın hak olduğunu anlayabilecekleri
ifade edilmiştir. Tevrat’a iman ettikleri yönündeki iddianın asılsız olduğu,
zira gerçekten iman etmiş olsalardı, onu tasdik eden Kur’an’ı kabul etmeleri
gerektiği anlatılmıştır. Çünkü Tevrat’ta, Âhirzaman Peygamberi’nin geleceği ve
hangi vasıflarda olacağı bildirilmiş ve ona inanma hususunda kendilerinden söz
de alınmıştı. Buna rağmen, Cenâb-ı Hak son kitabını indirip: “Elinizdeki
Tevrât’ı doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur’an’a inanın. Onu ilk inkâr eden siz
olmayın!” (Bakara 2/41) buyurunca “Bizim kalplerimiz örtülüdür,
söylediklerini anlamıyoruz” (Bakara 2/88) dediler. Öyleyse onların; “Biz
sadece bize indirilene inanırız” (Bakara 2/91) sözleri de yalandır. Bunun
delili de, Zekeriyâ ve Yahyâ (a.s.) gibi Allah’ın peygamberlerini öldürmeleridir.
Zira bırakın peygamber öldürmeyi, herhangi bir insanı bile haksız yere öldürmek
Tevrat’ta yasaklanmıştır.
Yahudilerin
bu tür çelişkili halleri ve inkârları çoktur:
92. Andolsun Mûsâ size apaçık mûcizeler getirmişti; fakat o kısa bir süreliğine yanınızdan ayrılır ayrılmaz, tutup buzağıya tapmıştınız. İşte siz o zâlimlersiniz.
İsrâîloğulları,
Mûsâ (a.s.)’ın getirdiği çeşitli mûcizelere şâhit olmalarına rağmen bir müddet
sonra en ağır günahlara bulaştılar. Hz. Mûsâ Allah Teâlâ ile konuşmak için Tûr
dağına çıkınca, hemen altından bir buzağı heykeli yapıp ilâh diye ona tapınmaya
başladılar. Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurur:
“Tevrat’ı vermek üzere Mûsâ ile kırk gece sözleşmiştik. Siz de o
ayrılıp Tûr’a gittikten sonra buzağıyı ilâh edinip zâlim olmuştunuz.” (Bakara
2/51)
Îman
etmek böyle mi olur? Bu, îman değil, zulümdür. Yani gerçeğe aykırı davranmak,
bir şeyi olması gerektiği şekilde yapmamaktır. Siz, itaat etmeniz gerekirken
isyan ettiniz, Allah’a ibâdet etmeniz gerekirken buzağıya taptınız. Hz.
Muhammed (s.a.s.)’i herkesten önce siz kabul etmeniz gerekirken, ilk inkâr eden
siz oldunuz. Dahası Allah’a verdiğiniz en sağlam sözü fazla zaman geçmeden
hemen bozdunuz:
93. Bir zamanlar Tūr dağını üzerinize kaldırarak, Tevrat’a göre yaşayacağınıza dâir sizden söz almış ve: “Size verdiğimiz kitaba bütün gücünüzle sarılın ve ona kulak verin” demiştik. Onlar ise: “Duyduk, ama itaat etmiyoruz” dediler. Çünkü inkâr etmeleri yüzünden kalplerindeki buzağı sevgisi iliklerine işlemişti. Onlara de ki: «Eğer iddia ettiğiniz gibi mü’minseniz, bu inancınız size ne kötü şeyler emrediyor!”
Cenâb-ı
Hak büyük bir mûcize gösterip Tûr Dağı’nı şemsiye gibi üzerlerine kaldırmıştı.
(bk. Bakara 2/63; Nisâ 4/154) İsrâiloğulları bu ilâhî kahır tecellisi
karşısında zorla îman ettiler ve söz verdiler. Bu ilâhî mûcizeler ve tehditler
altında onlara “Tevrat’ta size emredilen şeylere bütün gücünüzle sarılın ve
güzelce dinleyip itaat edin!” denildi. Ancak onlar, “Duyduk, ama itaat
etmiyoruz” (Bakara 2/93) deyip günahkâr tavırlarına devam ettiler. Bu
küfürleri onları öyle kötü bir hâle sürükledi ki, fıtratları, düşünme ve anlama
kabiliyetleri bozuldu. Altından yaptıkları bir buzağıya tapacak kadar aklî ve
mantıkî fesâda uğradılar. (bk. Bakara 2/51, 54; Nisâ 4/153; A‘râf 7/152) Doğru yoldan ayrılınca, kendilerini
altın buzağı sevdâsına kaptırdılar. Bütün düşünce, konuşma, hareket ve
görünüşleri putperestlikle doldu. Boyanın elbiseye içirilmesi gibi, buzağı
şeklinde yaptıkları altın puta tapmanın rengine boyandılar. Nasıl ki su,
topraktan çıkan bitkilerin hayat kaynağıysa, aynen bunun gibi buzağıya tapma
sevgisi de onlardan çıkan davranışların kaynağı oldu. İşte küfür, insanı bu
şekilde durmadan alçaltır ve nihâyetinde aşağıların en aşağısına sürükleyip
perişan eder.
İsrâiloğulları’nın
altından bir buzağı yapıp onu ilâh edinmeleri, onların âhireti terk edip
tamamen dünyalık toplamaya yöneldiklerini göstermektedir. Bir müddet sonra,
âdeta parayı ilâh edindiler. Bu yanlış yolda o kadar ileri gittiler ki, sonunda
altından bir put yapıp ona tapınmaya başladılar ve böylece içlerindeki duyguyu
herkesin göreceği şekilde müşahhaslaştırdılar. Bugün de “altın” denildiğinde yahudilerin
akla gelmesi, herhalde bu anlayışın bir devamıdır.
Burada,
sevgi cevherini yerinde kullanmanın önemi bir kez daha kendini göstermektedir.
İnsan, sevgisini lâyık olan şeye yöneltirse yükselir; lâyık olmayan şeye
yöneltirse zelil olur. Yani sevgi, ilâhî bir sermayedir. Mü’min, sevgisini
nereye sarfedeceğini ve nerede kullanacağını çok iyi bilmelidir. İlâhî iradenin
bu lûtfunu ziyân etmemelidir. Yahudiler Allah’ı ve peygamberlerini sevmeleri gerekirken,
dünyalığı ve putları sevdiler, böylece “duyduk ama itaat etmiyoruz” (Bakara
2/93) diyecek kadar dipsiz bir alçaklığa düştüler. Bile bile isyân etmek,
nesiller boyu devam eden tabiatları hâline geldi. (bk. Nisâ 4/46)
Eğer
bu hâlleriyle hâlâ îman ettiklerini iddia ediyorlarsa, onların îmanı
kendilerine ne kötü şeyler emrediyor! Allah’a ve peygamberlerine karşı
yaptıkları rezillikleri îmanın gereği zannediyorlarsa, bilsinler ki onlar
yanlış ve kötü şeylerdir, kendilerine ebedî zararlar verir. O hâlde, bu hatâlı
davranışların kaynağı olan yanlış îmanlarını derhâl kontrol edip ıslâh yoluna
gitmeleri gerekir.
Aynı
şekilde, yahudilerin sahip olduğu âhiret inancının da düzeltilmesi lazımdır.
Bunu ifade için buyruluyor ki:
94. Onlara şöyle de: “Eğer âhiret yurdunun saâdeti, başkalarına değil de Allah yanında sadece size ait ise ve siz de bu inancınızda da samimi iseniz, haydi ölümü isteyin de görelim!”
Yahudiler
ve hıristiyanlar, dünyada; “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz”
(Mâide 5/18) diye kendilerini diğer insanlardan üstün görmektedirler.
Aynı şekilde âhirette de imtiyazlı olacaklarına inanarak şöyle demektedirler:
“Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmayacak.” (Bakara
2/80)
“Yahudi veya hıristiyanlardan başkası aslâ cennete giremeyecek …” (Bakara
2/111)
Cenâb-ı
Hak ise: “Bu, onların boş kuruntularıdır” (Bakara 2/111) buyurarak, işin
gerçek yüzünü haber vermektedir.
Tefsiri
sadedinde olduğumuz 94. âyet-i kerîme, onların yalan ve yanlışlarını en güzel
şekilde ortaya çıkarmaktadır. Hakikaten, Cenâb-ı Hakk’ın vaad ettiği; hiçbir
gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve akla hayâle gelmeyen âhiret
nimetlerine kavuşacağı kesin olan bir insanın, bu meşakkatler âleminde çile
çekip durması anlamsızdır. Onunla bu muhteşem nimetler arasında sadece bir ölüm
perdesi vardır. O perdeyi aralayıp rahat ve huzûra kavuşması beklenir. Böyle
kimseler en azından ölümden aslâ korkmamalıdırlar. Nitekim Aşere-i Mübeşşere
(cennetle müjdelenen on kişi) başta olmak üzere pek çok sahâbî, ölmekten hiç
korkmamış, âhirete kavuşmayı canlarına minnet bilmişlerdir.[1]
Muhammed bin Münkedir (r.a.)’in şu sözü
ne kadar ibretlidir:
“Câbir bin Abdullah (r.a.) vefat etmek üzereyken
ziyâretine gittim ve:
«–Resûlullah (s.a.s.)’e selâm söyle!” dedim. (İbn
Mâce, Cenâiz 4)
Yani,
ashâb-ı kirâm, cennete girecekleri ve Resûlullah’a kavuşacakları inancıyla,
ölümün zorluklarını unutuyorlardı. Yahudi ve hıristiyanlar böyle değildir:
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 349; Hâkim, IV, 547/8533; Ebû Nuaym, Hilye, I, 142; Zehebî, Siyer,
I, 359; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 81.
95. Fakat onlar, daha önce işledikleri günahlar yüzünden hiç bir zaman ölümü isteyemezler. Allah, o zâlimleri çok iyi bilir.
Onlar,
ölümü kesinlikle istemez, hatırlarına bile getirmezler. Yanlarında ölümden bahseden
biri olsa, “Huzurumuzu kaçırma!” diye onu hemen sustururlar. Çünkü pek çok
günah işlemekte ve yaptıklarından Allah’ın râzı olmadığını bilmektedirler.
Ancak hevâ ve heveslerine uydukları için yanlış davranışlardan vazgeçmeyip
bâtıl îtikatlarla tesellî bulmaya çalışmaktadırlar. Allah Teâlâ, bu zâlimlerin
düşüncelerini ve hâllerini çok iyi bildiği için, onlara “ölümü istemeyi” teklif
etmiş ve böylece sözlerinin hakikatten ne kadar uzak olduğunu herkese
göstermiştir. (bk. Cuma 62/6-7)
Günümüzde
bazı inanç gruplarının büyük nimetlere kavuşma hayâliyle zaman zaman topluca
intihar ettiklerini duyuyoruz. Onların bu davranışı, inançlarının doğruluğunu
göstermez. Sayıları çok az olan bu insanlar, yaşadıkları buhranlar neticesinde,
yanlış bir inanç uğruna ölüp gitmektedirler. Bu intiharları kendilerine fayda
değil zarar verecektir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Yahudiler ölümü temennî etmiş olsalardı, ölür ve cehennemdeki
yerlerini görürlerdi.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 248)
Yahudilerin
ölümü istemesi bir tarafa, aksine onlar dünya hayatına karşı insanların en
düşkünüdürler:
96. Elbette sen onları, insanların yaşamaya en düşkünü olarak bulursun. Hatta onlardaki hırs müşriklerde bile yoktur. Her biri bin yıl yaşamak ister. Oysa ömrünün uzatılması onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Çünkü Allah onların bütün yaptıklarını görmektedir.
Peygamber
ve kitaptan haberdar oldukları için bazı şeyleri bilmesi gereken bu insanlar,
ilâhî hakikatlerden hiç haberi olmayan câhil müşriklerden bile daha çok dünyaya
sarılırlar.
Nitekim
Mâlik b. Dinar, Hasan-ı Basrî’ye sorar:
“−Âlime
verilen ceza nedir?”
“−Kalbinin
ölmesi.”
“−Kalbin
ölümü nedir?”
“−Dünya
sevgisi ve hırsı.” (Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 67)
Aslında
onların bu uzun yaşama isteklerinin ardında, âhirete imanlarının zayıflığı ve
yaptıkları zulümlerin cezasını çekme korkusu yatmaktadır. Diğer insanlara
karşı, “Allah katında imtiyazlı olduklarını” söyleyerek övünürken, kendi içlerinde
Allah’ın azabından kaçmak için çareler ararlar. Ancak, ne kadar dünyaya
sarılsalar, hatta bin yıl da yaşasalar, sonunda yine ilâhî azâba dûçâr
olacaklardır. Asırlarca yaşamalarının, karşılaşacakları şiddetli azabı
hafifletmede en ufak bir tesiri olmayacaktır. Çünkü Allah, onların yaptığı
işlere her yönüyle vâkıftır. İşlerinin zâhirini, bâtınını ve ledünniyâtını tam
olarak bilir.
Yahudiler, Peygamber
Efendimiz’e ve müslümanlara o kadar haset ederler ki, düşmanlıklarını Cebrâil (a.s.)’a
kadar götürürler. Peygamberlik vazifesini bize getirmedi diye ona kin güdecek
kadar saldırganlaşırlar:
97. O Yahudilere söyle: “Cebrâil’e kim düşmansa şunu iyi bilsin ki, daha önce gönderilen kitapları doğrulayan, mü’minlere bir doğru yol rehberi ve müjdeci olan Kur’an’ı Allah’ın izniyle senin kalbine o indirmiştir.”
Bu
âyetler, yahudiler ve onlar gibi çeşitli bahanelerle Âhirzaman Peygamberi’ne iman etmemekte direnenler
hakkında nâzil olmuştur. Yahudiler Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’e gelerek bir
takım sualler sordular. Peygamberden başka hiç kimsenin bilemeyeceği doğru
cevapları alınca, bu sefer de vahyi getiren Cebrâil (a.s.)’a düşman olduklarını
ileri sürdüler. “Vahyi Mikâil (a.s.) getirseydi sana iman ederdik” dediler. Kendilerince,
Cebrâil (a.s.)’ın şiddeti, harbi, zorluğu, ağır mes’ûliyetleri, kıtlığı, azâbı
ve kan dökmeyi getirdiğini; Mikâil (a.s.)’ın da rahmet, yumuşaklık, yağmur,
bolluk ve kolaylaştırma meleği olduğunu söylediler. Hatta düşmanlıklarının asıl
sebebini biraz daha itiraf ederek:
“Cibrîl
bizim düşmanımızdır. Çünkü peygamberliği bizden birine getirmekle
emrolunmuşken, başkasına götürdü” dediler. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
34)
Onlar
aslında Peygamber Efendimiz’in
risâletine hased ediyor, onu kabul etmek istemiyorlardı. Halbuki Cebrâil (a.s.)
sadece bir memur idi. Allah onu kime gönderirse ona giderdi. Kur’an’ı da
Allah’ın emriyle Peygamber Efendimiz’in
kalbine indirmişti. Böylece insanlığa en büyük hayrı getirmişti.
Kur’ân-ı
Kerîm, kendinden önceki kitapları doğrulamaktadır. Yahudiler bunu bildikleri
hâlde inatla direnmişlerdir. Diğer taraftan Kur’an, kendisine îman eden
insanları, en doğru yola sevkeder ve onlara ebedî bir saadet bahşeder. Yahudilerin
Allah Resûlü’ne ve Kur’an’a iman etmeleri için, bu sebeplerden biri bile kâfî
gelir.
Vahiy hâdisesinde normalde Cebrâil (a.s.), vahyi Allah
Resûlü’ne okuyor, işittiği âyetler mânalarıyla birlikte Efendimiz’in kalbine
iyice yerleşiyordu. (bk. Kıyâme 75/16-19; Tâ-hâ 2/114) Burada ise Kur’an’ın Peygamber
Efendimiz’in “kalbine” indirildiği ifade edilerek, vahyin tesirine ve kuvvetine
dikkat çekilmektedir. Vahiy, kalbin üzerine yani şuur ve şuuraltının bütün
bölümlerine inerek oraya sağlam bir şekilde yerleşir. Böylece, kalbi her yönden
tamamen kaplayıp istîlâ ederek büyük bir kesinlik ve karşı konulamaz bir hüküm
ifade eder. Vahiy, diğer bütün his ve idrakleri devre dışı bırakarak kalbe
yerleşince onunla amel etmek ve onu diğer insanlara ulaştırmak bir zarûret
hâline gelir. (bk. Şuarâ 26/193-194)
98. Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil’e ve Mikâil’e düşmansa, Allah da o kâfirlerin düşmanıdır.
Allah’ın
lutfettiği elçilik vazifesini yapan bir meleğe düşmanlık beslemek, hakikatte
onun getirdiği vahye, vahyi gönderen Allah’a, peygamberlere, meleklere ve hatta
yahudilerin çok sevdiklerini söyledikleri Mîkâil (a.s.)’a düşman olmak
demektir. Kim böyle bir düşmanlıkta bulunursa, Allah da o kâfirlere düşman
olur. Onlara bir müddet mühlet verse de sonunda şiddetle yakalar ve cezalandırır.
Âyetteki
ifadeden anlaşıldığına göre Allah Teâlâ, îman etmeyen insanların şahsına değil,
küfürlerine düşmandır. Küfrü bıraktıklarında onlara derhal dost oluverir.
(Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 83)
Yahudilerin
bahaneleri ve mantıksız tavırları bitip tükenmez. Onlardan biri de Resûlullah (s.a.s.)’in
hiçbir mûcize getirmediğini iddia etmeleridir. Nitekim âlimlerinden İbn Sûriyâ,
Allah Resûlü (s.a.s.)’e:
“–Bize bildiğimiz bir şey getirmedin ve sana apaçık
bir mûcize verilmedi ki sana tâbî olalım” demişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak
şöyle buyurdu: (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 34)
99. Rasûlüm! Elbette biz sana apaçık âyetler indirdik; yoldan çıkmış olanlardan başkası onları inkâr etmez.
Yahudiler,
îman etmemek için sonunda bu bahaneyi ileri sürdüler. Ancak Cenâb-ı Hak,
Efendimiz’i tesellî ederek kendisine pek çok mûcizeler lutfettiğini ve bunları
ancak inatçı kâfirlerin inkâr edebileceğini bildirdi.
Yahudilerin
yerilen bir diğer sıfatları da sözleşme ve anlaşmalarına dikkat etmemeleridir:
100. O fasıklar ne zaman bir anlaşma yaptılarsa, içlerinden bir gürûh her defasında onu bozup bir kenara atmadı mı? Aslında, onların çoğu zâten inanmıyor.
Mâlik
b. Sayf:
“–Allah’a
yemin olsun ki kitabımızda bizden ne Muhammed’e iman edeceğimize dâir bir ahid
alınmıştır ne de başka bir söz!” demişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil
oldu. (Suyûtî, Lübâbu’n-nukûl, s. 18)
Resûlullah
(s.a.s.)’in nübüvvetini inkâr eden bütün yahudiler, bu âyetin hükmüne dâhildir.
Zaten onların çoğu îman etmezler. (bk. Âl-i İmrân 3/110)
İsrâiloğulları,
gerek daha önceki hayatlarında, gerekse Resûlullah (s.a.s.) zamanında (bk.
Enfâl 8/55-56; Mâide 5/13) verdikleri sözleri devamlı bozmuş, bu zulmü ve
hâinliği âdet hâline getirmişlerdi. Âyet-i kerîme, soru ile başlayarak onların
bu hâlini yadırgamış ve yaptıklarının ne büyük bir yanlış olduğunu
göstermiştir. Zira bu tür bir ifade, bahsedilen şeyin çirkinliğini ortaya koyma
ve bunu yapanları azarlama hususunda daha daha tesirlidir.
Yahudilerin
peygamber ve kitaba olan düşmanlıkları ise pek sinsi ve derindir:
101. Ne zaman Allah tarafından onlara ellerindeki kitabı doğrulayan bir peygamber geldiyse, kendilerine kitap verilenlerin bir kısmı, sanki gerçeği hiç bilmiyorlarmış gibi, Allah’ın kitabını umursamayıp kulak ardı ettiler.
Kendi
dinlerine ve peygamberlerine karşı bu sadakatsizliği gösterenlerin, Allah
Resûlü’nün peygamberliğini reddetmesinde şaşılacak bir durum yoktur. Resûlullah
(s.a.s.), onların eski kitaplarını tasdik ettiği ve bu kitapları da Son
Peygamber’e inanmalarını emrettiği hâlde, Medine yahudileri bunu bilmezlikten
gelip, bir bakıma kendi kitaplarını da hiçe sayarak Allah Resûlü’nün peygamberliğini
kabul etmediler. Zaten onların âdeti; isyan, inkâr ve iftirâdır. Durmadan şeytana
uyar ve onun peşinden giderler:
102. Onlar, Süleyman’ın saltanatı aleyhinde şeytanların uydurduğu yalanlara uydular. Oysa Süleyman hiçbir zaman kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü onlar, insanlara büyü yapmayı ve Bâbil’de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirilen bilgileri öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek: “Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın öğrettiğimiz bilgileri büyü yapmada kullanıp da kâfir olma!” demeden hiç kimseye bir şey öğretmezlerdi. Onlar ise bu iki melekten, karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Onlar, Allah’ın izni olmadıkça o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler. Fakat onlar kendilerine fayda değil zarar verecek şeyi belliyorlardı. Elbette onlar, büyüyü satın alan kimselerin âhirette hiçbir nasibi olmadığını da çok iyi biliyorlardı. Karşılığında kendilerini sattıkları şey, ne kötüdür! Keşke bunu bilselerdi!
Kitap
ehlinin büyük bir kısmı, Allah’ın kitabını ihmâl ve terk ettikleri için bâtıl
inançlara sahip olur, şeytanların ve şeytanlaşmış insanların uydurduğu yalan
yanlış sözlerin peşinden giderler. Tahrif edilen Tevrat’a bakarak Süleyman (a.s.)’ın
sadece bir kral olduğu, hükümranlığını büyü ile sağladığı, kadınlara düşkünlüğü
sebebiyle âhir ömründe putlara taptığı gibi iftirâlara inanırlar. (Kitab-ı
Mukaddes, 1. Krallar, 11; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 35-36)
Halbuki
Hz. Süleyman bir peygamberdi ve büyü ile alâkası yoktu. Onun ismi, Kur’ân-ı
Kerîm’de on altı defa zikredilir. Keskin zekâsı, engin ilim ve hikmetinden
bahsedilir. Bu meziyetleri sayesinde, girift hukûkî ve içtimâî meseleleri
hallettiği, kendisine kuşların ve diğer hayvanların dilinin öğretildiği;
bitkilere, rüzgâra, hayvanlara ve cinlere hükmettiği; erimiş bakırı kullanarak
muhtelif âlet ve edevât yaptığı bildirilir. (bk. Enbiyâ 21/82; Neml 27/15-44;
Sebe’ 34/12-21; Sād 38/30-40) Onun hakkında: “Biz, Dâvûd’a Süleyman’ı
lütfettik. O ne güzel bir kuldu. Gerçekten o, tam bir teslimiyet ve samimiyetle
sürekli Allah’a yönelir dururdu” buyrulur. (Sād 38/30)
Allah
Resûlü (s.a.s.), Hz. Süleyman’ı peygamberler arasında zikredince bazı yahudi
hahamları:
“–Muhammed,
Dâvud’un oğlunu peygamber sanıyor. Halbuki o sadece bir sihirbazdı” dediler.
Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Kurtubî, el-Câmi‘,
II, 41-42)
Âyet-i
kerîmede; “Süleyman sihir yapmadı” mânası kastedilerek “Süleyman kâfir
olmadı” (Bakara 2/102) buyrulması,
sihrin ne kadar tehlikeli ve büyük bir günah olduğunu göstermektedir. Sihir ve
büyü, âdeta küfürle denk tutulmuş, sihri öğreten şeytanların kâfir olduğu ifade
edilmiştir.
Sihir,
ne olursa olsun, sebebi gizli olan ince şey demektir. Sebebi gizli olduğu için
hakikatin zıddına tahayyül olunan yaldızcılık, şarlatanlık, göz boyama ve
aldatma şeklinde cereyan eden herhangi bir şeye sihir/büyü denir. Sihri iki
kısma ayırmak mümkündür:
1.
Sırf yalan ve aldatmadan ibaret olan söz ve fiillerle bir tesir icra etmek,
2.
Az çok bir hakikati kötüye kullanarak bir tesirde bulunmak ve bir şey
yapmaktır. Bu durumda, sebebi herkes tarafından bilinmeyen herhangi bir
hakikat, insanları kandırıp aldatmak için kullanıldığında sihir olur. İslâm’a
göre ilim değerlidir ve öğrenilmesi yasaklanan hiçbir bilgi yoktur. Hatta
şerrinden korunmak için sihir bile öğrenilebilir. Ancak hiçbir zaman ilmi
kötüye kullanmamak gerekir. Bu sebeple sihir yapmak haram, hatta küfürdür.
Maalesef günümüzde çok yaygın olan bir günah olarak dikkat çekmektedir.
Nebî (s.a.s.) birgün:
“–İnsanı helâke sürükleyen yedi
şeyden sakınınız!” buyurmuştu. Sahâbîler:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, onlar nelerdir?” diye
sordular. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle cevap verdi:
“–Allah’a şirk koşmak, sihir ve büyü
yapmak, -dînî bir ceza ile usûlünce öldürülen müstesna- Allah’ın öldürülmesini
haram kıldığı bir insanı katletmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum
sırasında harpten kaçmak, hiçbir şeyden haberi olmayan iffetli müslüman
kadınlara zina iftirasında bulunmak.” (Buhârî, Vasâyâ 23; Tıb 48; Hudûd
44; Müslim, İman 145)
Yine Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kim bir düğüm atar ve ona
üfürürse sihir yapmış olur. Kim de sihir yaparsa şirke düşer. Kim fayda umarak
hayvan tırnağı, nazarlık gibi câhiliye âdetlerinden bir şeyi herhangi bir yere asarsa, o
astığı şeye havâle edilir. Yani Allah’ın
yardımından mahrûm bırakılır.”[1] (Nesâî, Tahrîmü’d-Dem 19/4076)
Cenâb-ı
Hak, Hârût ve Mârût isminde iki meleği Bâbil’e indirmiş ve onlara bazı ince
ilmî hakikatleri vermişti. Bu iki melek, hayırda kullanarak istifade etmeleri
için ve bir de imtihan maksadıyla bu bilgileri İsrâiloğulları’na öğretmişlerdi.
Hayır için öğrettikleri hakikatler, fesat ehli tarafından kötüye
kullanılabilecek vasıfta olduğundan, melekler herkese kesin bir dille:
“–Biz
imtihan için gönderildik, öğrettiğimiz şeyler fitneye müsaittir ve kötüye
kullanıldığında insanı küfre götürür. Sakın bunlarla sihir yaparak küfre girme!”
diye tavsiyede bulunurlardı. İnsanlardan ve cinlerden olan şeytanlar ise, böyle
hayır telkin edip nasihatte bulunmak bir tarafa, meleklerin öğrettiği
hakikatlerle insanlara sihir yapmasını öğretiyorlardı.
İşte
yahudiler, gerek sihirbazlardan gerekse meleklerin öğrettiği hakîkatlerden,
kişiyle hanımının arasını ayıracak şeyler öğrendiler. Görüldüğü gibi sihir o
kadar büyük bir tehlikedir ki, âile gibi birbirine sıkıca bağlı en sağlam
yapıyı bile bozabilmektedir. Dünyanın en yakın insanlarını birbirinden ayıran
sihir, komşuları, akrabaları, toplumu ve milletleri ne hâle getirir?! Zira
sihir her şeyden evvel ruhlar üzerinde tesir icrâ eder, fikirleri târumâr eder,
kalpleri çeler, ahlâkı bozar ve cemiyetleri perişan eder.
Âilede
koca ile eşinin arası iyi olursa, toplum da sağlam ve kuvvetli olur. Fakat
ikisi arasındaki münâsebetler kötü olursa, bütün toplum bozulur. Bu sebeple yahudiler,
en büyük kötülüğü yapıyor, kişiyle hanımının arasını ayırıyorlardı. Allah
Resûlü (s.a.s.), bu husûsun ehemmiyetini anlatmak için şöyle buyurur:
“İblîs
tahtını suyun üzerine kurar, orayı merkez edinir. Sonra askerlerini dünyanın
her tarafına salar. Ona en yakın ve en sevimli asker, en büyük fitneyi
koparandır. Askerlerinden biri gelip:
«–Bugün
ben şöyle şöyle yaptım!» der. İblîs:
«–Hiç
bir şey yapmamışsın!» karşılığını verir. Bir diğeri gelir:
«–Ben
birinin yakasına yapıştım ve hanımıyla arasını açıncaya kadar peşini
bırakmadım» der. Bunun üzerine İblîs onu kendine yaklaştırır, kucaklayıp
boynuna sarılır ve:
«–Sen
ne iyisin, ne güzelsin!» der.” (Müslim,
Münafıkîn 67)
Ancak,
söylenenlere bakarak sihri gözde büyütüp, sihirbazların her şeye kâdir olduğu
zannına kapılmamalıdır. Hakiki tesir ne sihirde, ne sihirbazda, ne tabiatta, ne
ruhta, ne şeytanda, ne de melektedir. Her şey Allah’ın kudret elindedir. Allah
Teâlâ, imtihan îcâbı korumasını kaldırırsa sihirbazlar zarar verebilir, yoksa
kendiliklerinden hiçbir şey yapamazlar. Bu sebeple, her şeyden evvel Allah’tan
korkmalı, O’na sığınmalı ve O’nun kitabı Kur’ân-ı Kerîm’e sarılmalıdır.
Sihir insanlara hep zarar verir, onlara hiçbir faydası olmaz. Bu sebeple, Allah’ın kitabını ve hayırlı işleri bırakıp da sihir gibi zararı büyük bir günahla meşgul olan insanların, âhirette hiçbir nasibi olmayacağı âşikârdır. Böyle insanlar, şeytana ve nefislerine uyup sihirle meşgul olarak aslında kendilerini helâke sürüklemektedirler. Uğruna, ebedî hayatın fedâ edildiği bir anlık dünya zevki, ne kötü bir kazançtır! İnsanlar yaptıkları yanlışın büyüklüğünü ah bir bilseler:
[1]
Hadis-i şerifte, fayda temin etmesi veya zararları defetmesi umularak boyna
veya herhangi bir yere, câhiliye devrine âit muska, nazarlık, hayvan tırnağı ve
kemiği gibi şeylerin asılması yasaklanmaktadır. Böyle şeyler yapanları Allah, o
güvendikleri şeylere havâle eder, yardım ve rahmetinden mahrum bırakır.
Kur’ân’dan ve ilâhî isimlerden yazıp teberrüken asmak ise, bu hükmün hâricinde
tutulmuş ve câiz görülmüştür. Nitekim Abdullah bin Amr (r.a.) küçük çocuklara
böyle şeyler takardı. Bunların bir fayda celbedip zararı defedeceğine inanmak
ise yine doğru görülmemiştir. Zira şifayı veren ve kötülükleri defeden ancak
Allah Teâlâ’dır. (Hâşiyetü’s-Sindî
ale’n-Nesâî, Haleb, 1986, VII, 112)
103. Eğer onlar iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, Allah’ın onlara vereceği sevap elbette daha hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi!
Bütün
bunlara rağmen, Ehl-i kitap, Allah’a îman edip günahlardan sakınsalardı,
kendileri için daha hayırlı olurdu. Zira rahmeti bol olan Rabbimizin vereceği
küçücük bir ecir bile, onların çeşitli entrikalarla insanlardan sağladığı
menfaatlerden daha büyük ve daha hayırlıdır.
Bu
âyet-i kerîme, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin genişliğini ve tevbe kapısının dâimâ
açık olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda, Allah’a îman etmekle birlikte,
günahlardan sakınmanın da ne kadar mühim olduğu gözler önüne serilmektedir.
Görüldüğü
gibi yahudiler, Allah Resûlü’nün peygamberliğine îman etmemek için bitmez
tükenmez bahaneler uydurmuş ve çeşitli yalanlara başvurmuşlardır. Bununla
birlikte sihrin her çeşidini tatbik ederek insanları aldatmış, Peygamber Efendimiz’e hürmetle hitap
ediyormuş gibi davranıp kendilerince ona hakaret etmeye çalışmışlardır.
Binaenaleyh mü’minler, o hasetçilere uymayıp Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e sahip
çıkmalı ve kıymetini bilmelidirler. Bunu ifade sadedinde Cenâb-ı Hak şöyle
buyurur:
104. Ey iman edenler! Peygamber’e “Bize bakar mısın?” diyeceğiniz zaman “râinâ” demeyin, “unzurnâ” deyin ve söylediklerini dinleyip itaat edin! Kâfirler için pek elem verici bir azap vardır.
Kur’ân-ı
Kerîm’de, 88 yerde “Ey îman edenler” hitâbı geçer. Bu, müslümanlara
şeref veren çok kıymetli bir hitaptır. Bu ilâhî hitâbın gereklerini yerine
getiren mü’minler, dünyada emniyet ve huzur içinde yaşayacak, âhirette de büyük
lutuflara nâil olacaktır.
Abdullah
b. Mes’ud (r.a.), kendisinden nasihat isteyen birine şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın:
«Ey iman edenler!» buyurduğunu işittiğinde hemen kulak ver ve onu
dikkatle dinle! Çünkü Allah Teâlâ, bu hitabın ardından ya bir iyiliği emreder
ya da bir fenâlıktan sakındırır.” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 148;
Ebû Nuaym, Hilye, I, 130)
Burada
da Cenâb-ı Hak, mü’minlere, başta Resûlullah (s.a.s.) olmak üzere büyüklerle
münâsebetlerde dikkat edecekleri bir edebi öğretmektedir. Allah Resûlü (s.a.s.)
bir şey anlatırken, ashâb-ı kirâm zaman zaman:
“–Râinâ:
Bizi gözet, teennî buyur, müsaade et ki anlayalım!” derlerdi. Ancak bu kelime,
Arapça’daki “Bizim çoban” mânasına gelen ve İbrânice veya Süryânicede “Dinle a
dinlemez olası, dinle a sözü dinlenmez herif!” gibi hakâret mânası ihtivâ eden
kelimelere benziyordu. Yahudiler bunu fırsat bilerek ağızlarını eğip bükmeye ve
kendilerince Peygamber Efendimiz’e
hakâret etmeye başladılar. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 36-37)
Diğer
taraftan, “râinâ” sözü genellikle iki kişi veya iki zümre arasındaki karşılıklı
münâsebetleri, tutum ve davranışları ifade eder ve “Bizi kolla, gözet; sen bizi
gözetmezsen biz de seni gözetmeyiz” veya “Bizi can kulağıyla dinle; sen bizi
dinlemezsen biz de seni dinlemeyiz!” mânalarına gelir. Bu ise Peygamber
Efendimiz’e karşı takınılacak bir tavır değildir.
Ayrıca
bu kelime ahmaklık, kabalık, hayvânî bir murâkabe ve güdülme gibi hoş olmayan mânaları
çağrıştırır.
Bu
sebeple Cenâb-ı Hak, mü’minlere, “Râinâ” demeyi yasaklamış ve daha nezih bir
üslupla; “Ünzurnâ: Bize bak, bize ilgi göster, bize tebliğde bulunurken mühlet
ver, durumumuzu gözet ki sözünü daha iyi kavrayıp anlattıklarını öğrenebilelim!”
demelerini emretmiştir. Hatta, dikkatle dinleyip hemen itaat ederek, “Ünzurnâ”
demelerine bile ihtiyaç kalmamasını arzu buyurmuştur.
Cenâb-ı
Hak, diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“Yahudilerden bir kısmı kelimelerin yerlerini değiştirerek tahrif
ederler. Peygamber’e de dillerini eğip bükerek ve din ile alay ederek: «Duyduk
ama itaat etmiyoruz», «Dinle, dinlenmez olası» ve «râinâ: bizim çoban» derler.
Eğer onlar «İşittik ve itaat ettik», «Dinle ve bizi gözet: ünzurnâ» deselerdi
şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı. Fakat küfürleri
sebebiyle Allah onları lânetlemiştir; artık onlardan pek azı inanır.” (Nisâ 4/46)
Demek
ki Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’e karşı saygısızlık bir küfür alâmetidir ve
karşılığı elem verici bir azaptır. O hâlde bugünkü mü’minler, Peygamber Efendimiz’e ve onun Sünnet’ine
karşı son derece hürmetkâr davranmalıdırlar. Onun nazarına lâyık hâle gelmeye
ve onun ruhaniyeti içinde yaşamaya gayret etmelidirler.
Burada,
konuşup yazarken kelimelerin en güzelini ve mânaların en incesini tercih etmeye
de işaret vardır. Anlaşılması zor, yanlış anlamaya müsait târizli sözlerden ve
mahzurlu şeylere götüren mübahlardan uzak durmak gerekir. Ayrıca mü’minler,
konuşma, davranış, giyinme, âdet, ibâdet gibi her hususta kâfirlere benzemekten
şiddetle sakınmalıdırlar. Bunun da ötesinde onların hile ve düşmanlıklarına
karşı uyanık bulunmalıdırlar. Çünkü:
105. Ehl-i kitap olsun, müşrikler olsun, kâfirlerin hiçbiri, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetini dilediğine lutfeder. Allah çok büyük lutuf sahibidir.
Medineli
müslümanlar, anlaşmalı oldukları yahudilere:
“Gelin
Muhammed’e îman edin!” dediklerinde, onlar:
“–Şu
bizi çağırdığınız din, bizim dinimizden daha hayırlı değildir. Aslında biz de
onun hayır olmasını isterdik!” cevâbını verirlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak,
onları yalanlamak ve mü’minleri îkâz etmek üzere Bakara sûresinin bu 105.
âyet-i kerîmesini inzâl buyurdu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 37)
Hem
yahudi ve hıristiyanlar hem de diğer müşrikler, hasetleri sebebiyle Efendimiz’e
peygamberlik vazîfesinin, mü’minlere de Kur’ân-ı Kerîm’in ihsân edilmesini
kabullenemediler. Kendilerinin buna daha lâyık olduğunu düşünerek
büyüklendiler. Bu haset ve kibirleri onların imanına mânî oldu. Ebû Cehil,
“bizim kabileden peygamber çıkmadı” diye inkârında inad etti. (İbn Kesîr, el-Bidâye,
III, 113) Yahudiler, “Peygamber bizim soyumuzdan olmalıydı” diye düşmanlık
ettiler. (bk. Bakara 2/89-90, 109; Nisâ 4/54; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
31)
Müşriklerin
ileri gelenlerinden Velîd b. Muğîre:
“–Kureyş’in
büyüğü ve efendisi olarak ben ve Sakîf’in efendisi Ebû Mes’ûd dururken Muhammed’e
mi vahiy indirilecek?! Halbuki biz bu iki şehrin büyüğüyüz!” diye kibirlendi.
(Zuhruf 43/31; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 385) Yani
onlar, Kur’ân’ın gerçek olduğunu vicdanlarıyla kabul ettiler. Fakat nefsânî
duyguların bastırması sonucunda, Allah’ın iradesinde yanlışlık bulacak kadar
bir alçaklığa düştüler. Cenâb-ı Hak buna ne güzel cevap vermiştir:
“Ne o, Rabbinin rahmetini yoksa onlar mı bölüştürüyorlar da,
dilediklerine peygamberlik veriyor, istediklerini ondan mahrum ediyorlar?” (Zuhruf 43/32)
Böylesine
kötü ve tehlikeli duygular taşıyan insanların, müslümanların iyiliğini istemesi
mümkün değildir. Dolayısıyla dikkatli olmak îcâb eder.
Gerek
peygamberlik ve kitap gibi mânevî nimetler olsun, gerek dünya mülk ve saltanatı
gibi maddî nimetler olsun, hepsi Allah’a âittir. Dilediğine dilediği gibi
lûtfeder. İnsanların elindeki nimetlere haset etmek yerine akıllı kişi,
Allah’ın fazlından istemelidir. Çünkü insan, Allah’a lâyık ihlaslı bir kul
olmaya gayret ettiğinde, O’nun sayısız lûtfuna mazhar olacağı muhakkaktır.
Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) bu ilâhî lutfa nâil olanların başında
gelmektedir:
106. Şayet biz herhangi bir âyeti nesheder veya unutturursak, ya ondan daha hayırlısını veya onun bir dengini getiririz. Bilmez misin ki, Allah’ın gücü her şeye yeter.
Bu
âyet-i kerîme, Allah Teâlâ’nın kullarını tedricî olarak terbiye etmek, onların
dünya ve âhiret işlerini düzene koymak için gönderdiği ilâhî dinlerdeki temel
bir kaideyi dile getirmektedir. O da “nesih” gerçeğidir. “Nesih” sözlük olarak
izale etmek, iptal etmek, değiştirmek, bir şeyin yerine başkasını geçirmek mânalarına
gelir. Nitekim Nahl sûresi 101. âyette nesih, tebdil yani birini diğeriyle
değiştirme olarak ifade edilmiştir. نَسَخَ الرّ۪يحُ الْاثْرَ (neseha’r-rîhu’l-isra) “Rüzgar izi neshetti”, yani onu
giderdi, sildi demektir. “Güneş gölgeyi neshetti” ibaresi de, onu izale etti,
yok etti, yerine geçti demektir. Dolayısıyla nesih kelimesinde, izale ve nakil
olmak üzere iki mâna vardır. Her iki mânanın da esası “tebdil” yani birini
kaldırıp diğerini onun yerine koymaktır.
Dinî
bir terim olarak “nesih”, bir ayeti başka bir ayetle, bir dinî hükmü başka bir
dinî hükümle değiştirmek, sonrakini öncekinin yerine koymaktır. Günümüzde yeni
çıkarılan bir kanunla bir önceki kanunu yürürlükten kaldırmak neshi en güzel
şekilde anlatır. Allah Teâlâ’ya göre nesih, önceki hükmün süresinin sonunu beyândır.
Bize göre ise zahiren ebedi görünen o hükmün değiştirilip ortadan
kaldırılmasıdır. Nesih, sadece emir ve yasaklarda geçerlidir. Kur’an’da haber
verilen ve emir ya da yasak özelliği taşımayan hususlarda nesih sözkonusu
değildir.
“Ayetin
unutturulması”, vahyedilmiş, okunmuş ve ezberlenmiş bir kısım ayetlerin
Allah’ın dilemesiyle zihinlerden silinip yok olmasıdır. “Ertelenmesi” ise o
ayetin neshinin ertelenmesi veya değiştirilmeden olduğu gibi bırakılmasıdır.
Buradaki
hüküm, önceki şeriatleri, kitapları, sahifeleri içine aldığı gibi, “ayet”
kelimesi genel mâna ifade ettiğinden Kur’ân âyetlerini de açıkça içine
almaktadır. Şu halde Kur’ân âyetleri için de nâsih, mensûh[1],
unutturma ve erteleme mânaları geçerlidir. Kur’ân-ı Kerîm, önceki ilâhî
kitapların bir kısım hükümlerini neshettiği gibi, Resûlullah (s.a.s.)’ın peygamberlik
süresi içinde sonradan gelen bir kısım ayetler, önceden inmiş olan bazı
ayetleri neshetmiştir. Bir kısım ayetler de unutturulmuştur. Fakat
Peygamberimizin vefatı ile Kur’an vahyi gibi nesih ve unutturma hadisesi de son
bulmuştur.
Şu
an elimizde mevcut bulunan Mushaf-ı Şerîf’te neshedilmiş âyetler bulunup
bulunmadığı hususunda iki görüş vardır. Çoğunluk, bâzı âyetlerin sonradan gelen
başka âyetler veya hadislerle neshedildiğini söyler. Bir kısım âlimler ise
elimizdeki Mushaf-ı Şerîf’te neshedilmiş herhangi bir ayetin olmadığını
savunurlar. İki görüşü şöyle bir izahla bir birbirine yaklaştırmak mümkün
olabilir: Kur’ân-ı Kerîm’de bir konuda iki farklı hüküm içeren iki âyet
olabilir. Bunlardan sonra gelenin öncekinin hükmünü tamamen ortadan
kaldırdığını kabul etmek yerine, her iki âyetin de kendi şartlarında geçerli
ve yürürlükte olduğunu düşünebiliriz. Şöyle ki, zaman ve zemin itibariyle
hangisinin indiği şartlar mevcutsa o ayetin hükmü uygulanır. Çünkü o, mütevatir[2]
olarak bize ulaşmış ve Allah Kelamı olduğunda şüphe olmayan bir ayettir.
Dolayısıyla duruma göre birinin veya ötekinin hükmü uygulanabilir. Eğer
birinin şartları artık sonsuz olarak tekrar doğmazsa pratikte o hükmü
uygulamaya da imkân bulunmaz. Sonraki ayetten, nihâî bir düzenleme getirme
maksadı açıkça anlaşıldığı durumlarda ise neshi kabul etme zarureti ortaya
çıkmaktadır. Bunda da dinen bir sakınca yoktur. Zira tefsir etmekte olduğumuz âyet-i
kerîme bunu açıkça beyân etmektedir.
Cenab-ı
Hak, ayetin devamında, neshettiği veya unutturduğu ayetten daha hayırlısını, en
azından bir benzerini göndereceği müjdesini vermektedir. Çünkü O, istediği her
şeyi yapmaya güç ve kudret sahibidir. Bu böyle bilinmelidir. Bilmeyenler de
öğrenmelidir. Zira Peygamberimize nübüvvetin verilip Kur’an’ın vahyedilmesini
ve böylece kendi dinlerinin neshedilmesini bir türlü hazmedeyen yahudiler,
Allah nesih yapamaz; şu halde böyle yeni yeni hükümler getiren bir kitap
indiremez diyorlardı. Bu, onların kendiliklerinden uydurdukları bir yalandan
başka bir şey değildir. Zira Allah nesih yapabilir ve yapar. Yapmasında da
kendisi için hiçbir noksanlık söz konusu değildir. Varlıklar âleminde bu gün
yarattığını yarın yok ederek diğer bir şeye dönüştürmekle Cenab-ı Hakk’ın
ilmine, kudretine, iradesine hiçbir noksanlık ârız olmadığı gibi, aynı şekilde
kullarını terbiye etmek üzere gönderdiği şeriatlerde de başka başka zamanlarda
başka başka hükümler koymakla, mesela geçmiş zamandaki bir emrin yerine,
şimdiki zamanda yasak koyan bir nehiy indirmekle O’nun ilminde ve iradesinde
bir noksanlık meydana gelmez. Tam aksine her birinde bir hikmetinin tecellisini
ve kemalini göstermiş olur. Zira her şeyi en iyi bilen yüce Rabbimiz,
insanlığın her zaman ve mekana göre maddi mânevî gelişim ve problemlerini dikkate
alarak, onların dertlerine deva, yaralarına merhem olacak şer’i hükümler
göndermiştir. Nasıl ki bedenin hastalıklarıyla uğraşan doktorlar, mizâçların ve
zamânın farklılığına göre ilaçları ve gıdâları değiştiriyorlarsa, nefislerin
ıslah ve tedâvîsi ile uğraşan peygamberler de, nefisler ve ruhlar için bir nevi
ilaç konumunda olan bir kısım dînî hükümleri, Allah’ın emriyle
değiştirmektedirler. Bir ilaç beden için bir dönem devâ olabildiği gibi, bir
süre sonra hastalık getirebilmektedir. Aynı şekilde bâzı ameller de bir dönem
için iyi ve yararlı olabildiği halde zamanla insan için zararlı olabilmektedir.
Dolayısıyla nesih, böyle bir zaruretten doğmakta ve insanların menfaati
açısından büyük hikmetler taşımaktadır.
Âyetteki
“daha hayırlısı” ifadesinden maksat, bir âyetin diğer bir âyetten daha hayırlı
olması mânasında değil, bu âyetlerden kulların elde edecekleri seva yönündendir.
“Bir dengini”, sözünün mânası ise, “sevap ve fayda bakımından onun bir dengi”
demektir. Yeni getirilen hüküm öncekinden daha kolay olabileceği gibi, daha zor
veya aynı seviyede olabilir. Daha kolay olanda, amel bakımından kolaylık
vardır. Ağır bir hüküm kaldırılıp, yerine daha hafîfi getirildiğinde insanlar
için kolaylık sağlanmaktadır. Boşanmış kadınların önceleri “bir yıl” (Bakara 2/240)
olan iddet bekleme süresinin “dört ay on gün”e (Bakara 2/234) indirilmesi buna örnektir.
Öncekinden daha zor olan hükümde ise sevap bakımından fazlalık vardır. Nitekim
savaş yasağının kaldırılıp, “savaşın meşrû kılınması” (Hac 22/39) buna
örnektir. Bazan da sonra gelen hüküm, öncekinin benzeri ve dengi olabilir.
Kıblenin Beyt-i Makdis’den Kâbe’ye çevrilmesi de (Bakara 2/144) buna örnektir.
Şüphesiz Allah, bunları yapacak güç ve kuvvet sahibidir. Zira O’nun kudreti sınırsızdır:
107. Yine bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkiyet ve hâkimiyeti yalnız Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka ne yakın bir dost ne de içten bir yardımcı vardır.
Cenab-ı
Hak, uçsuz bucaksız bu kâinatta her gün, her gece, her saat ve her an son
derece büyük tasarruflarda bulunmakta ve fevkalade büyük işler yapmaktadır.
Yapmaların yanında yıkmalar, icatların yanında imhalar, doğumların yanında
ölümler yer almaktadır. Öne alınanlarla
birlikte sonraya bırakılanlar, hatıra getirilenlerle birlikte izi silinenler ve
unutturulanlar da olmaktadır. Bütün bunlarda ne muazzam ilâhî azamet
tecellileri ve ne müthiş kudret akışları ortaya çıkmaktadır. Görüldüğü üzere
kâinatta cereyan eden değişmez ve bozulmaz ilâhî kanunlar yanında zaman zaman,
yer yer, an be an çeşitli oluşum ve dönüşümleri meydana getiren bir takım kevnî
hükümler ve hadiseler icra edilmektedir. Yıkılanların yerine peyderpey yenileri
gelmektedir. Hatta terbiye, peyderpey olgunluğa eriştirme ve seçme kurallarıyla
daha iyileri ortaya konmaktadır. Bunlar, varlıklar âlemi için nâsih ve mensuh
nevinden sayılabilecek durumlardır. Böyle sonsuz bir kudretin sahibi olan
Allah, şer‘î hükümler alanında da nesih yapar ve neshettiği bir hükmün yerine
daha iyisini, daha hayırlısını, en azından onun dengini getirir. Daha önce
gönderdiği Tevrat ve İncil’in bazı hükümlerini nesheden yeni bir kitap ve yeni
bir din vahyeder. Bu kitapta ve bu şeriatte nâsih ve mensuh hükümler
bulundurur. Zira o sınırsız devletin gidişatına uygun bir kâmil kitap ve bir
mükemmel din ihsan edilmiş olması için her zamanın, her mekanın, her muhitin
durum ve şartlarına uygulanabilen, sebepler ve maslahatlar çerçevesinde
teferruat sayılan meselelerde cereyan etmek üzere nâsihli-mensuhlu,
takdimli-tehirli, hem kalıcılık hem de değişkenlik özelliklerini taşıyan ilâhî
sünnetlere uygun hükümler koymak ilâhî hikmetin bir gereğidir.
Göklerde ve yerde Allah’tan başka bir
hükümran, bir yönetici, başka bir kural koyucu olmadığı gibi, bu yaratılış
âleminde de sizin Allah’tan başka bir koruyucunuz ve yardımcınız da yoktur.
Üzerinizdeki gerçek velâyet ve yardım yalnızca Allah’a aittir. Mülk O’nun,
hüküm koyma yetkisi O’nun, kâinat O’nun ve söz söyleme hakkı sadece O’nundur. اَلْوَلِيُّ (velî) dost ve
koruyucu, اَلنَّص۪يرُ (nasîr)
ise yardımcı demektir. İkisi arasında şöyle bir fark vardır: Velî bâzan
yardımdan geri kalabilir veya yardım edemeyebilir. Nasîr ise bazan yardım
ettiğine yabancı olabilir. Burada ikisinin birlikte zikredilmesinden maksat,
Allah’ın mü’minlere hem dost hem de yardımcı olduğunu belirtmek, böylece
onların kalbine tesellî vermektir. Mü’minlerin dostu ve yardımcısı Sadece
Allah’tır; dolayısıyla O’ndan başkasına dayanıp ilticâ etmeleri doğru değildir.
Ayetten
şu işârî mânayı anlamak da mümkündür: “Allah Teâlâ’nın kâinatta devamlı c3ari
olan şöyle bir adeti vardır: O, dostlarının elinden tutarak mülkünü seyretmekten
milkini yani bunun arkasındaki saltanatını
görmeye, saltanatını görmekten de zatının gerçek varlığını görmeye götürür.
Böylece onları ayetlerini görmekten sıfatlarını görmeye, sıfatlarını görmekten
de zatını görmeye ulaştırır.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 61)
Dolayısıyla
mü’minler, nasıl gerekiyorsa öylece Allah’ı tanımalı, O’na dayanmalı, emsalsiz
örnek şahsiyet olarak gönderdiği Peygamberine de edeple itaat etmelidirler. Edebe
aykırı sayılacak her husustan, özellikle mânasız sorular sormaktan uzak
durmalıdırlar:
108. Yoksa daha önce Mûsâ’dan istendiği gibi, siz de Peygamberinizi sorguya çekip ondan olmayacak şeyler mi istiyorsunuz? Kim imanı inkârla değişirse, yolun doğrusunu kaybetmiş olur.
Bu
âyet-i kerîme, Kureyş müşriklerinden bir grubun, “Ya Muhammed! Bizim için şu
Safâ tepesini altın yap. Mekke arazisini biraz genişlet, etrafında da pınarlar
fışkırt ki sana iman edelim” demeleri üzerine inmiştir. Yine rivayetlere göre yahudiler
ve bir takım müşrikler Allah Resûlü (s.a.s.)’den bir takım isteklerde
bulundular. Bazısı: “Mûsâ’nın Tevrat’ı getirdiği gibi sen de bize gökten toplu
halde bir kitap getir” dedi. Bunlardan biri olan Abdullah b. Ebî Ümeyye: “Bana
gökten bir kitap getir. Onda, Âlemlerin Rabbinden İbn Ebî Ümeyye’ye hitaben,
«Şunu bil ki ben Muhammed’i bütün insanlara peygamber olarak gönderdim» diye
yazsın” dedi. Bir kısmı da: “Allah’ı ve melekleri kefil olarak getirmedikçe
sana iman etmeyeceğiz” dediler. Bu hadise üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 37-38)
Nitekim
yahudiler de Hz. Mûsâ’ya eziyet etmişler (Ahzâb 33/69), ondan olur olmaz şeyler
istemişler, inek kıssasında olduğu gibi onu uzun uzadıya sorguya çekmişler
(Bakara 2/67-72) hatta kendilerine bir ilâh yapmasını (A‘râf 7/138) ve Allah’ı açıkça göstermesini (Nisâ
4/153) talep etmişlerdi.
Bu tür sorular, samimiyetten ve gerçeği
öğrenme gayretinden doğan sorular değildir. Bilakis küfür ve isyândan
kaynaklanan sorulardır. Onlar inkârlarına sözde bir gerekçe bulma temâyülüyle
böyle bir yol tutmuşlardır. Dolayısıyla ayette onların, olur olmaz isteklerle
Peygamberi zor durumda bırakma teşebbüsleri, “imanı küfürle değişmek” olarak beyân
edilmiştir. Gerçekten de bu karakterdeki insanlar, iradelerini iman değil,
küfürde inat etme yönünde kullanmaktadırlar. Böylece doğru yolda yürümek
yerine, onu kaybetmeyi ve yoldan sapmayı tercih etmektedirler. Allah Teâlâ da
onların bu gizli niyetlerini ortaya çıkarmaktadır.
Peygambere
gereksiz ve anlamsız soru sormanın doğru olmadığı ve sıkıntılara sebep olacağı konusunda
Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Size açıkladığım hususlarla yetinin. Beni sorguya çekmeyin, kendi
halime bırakın. Sizden öncekiler, ancak fazla soru sormaları ve peygamberlerine
karşı görüş ayrılığına düşmeleri yüzünden helak olmuşlardır. O halde size bir
şeyi emredersem onu gücünüz nispetinde yerine getirin. Sizi bir şeyden
menettiğim zaman ondan sakınıp uzaklaşın.”
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.)’in bu hadisi, haccın farz kılındığını haber verdiğinde,
oradakilerden birinin: “Her sene mi ya Resûlallah?” diye sormasına karşılık
sustuğu ve o adamın bu soruyu üç defa tekrar etmesine de: “Hayır, her sene
değil! Eğer «evet» deseydim size her sene farz olurdu. Farz olunca da buna güç
yetiremezdiniz” şeklindeki açıklaması üzerine varid olmuştur. (Müslim, Hac
412)
Ehl-i
kitabın, peygamberlerine karşı sergiledikleri edebe uygun olmayan tavırları
bilinen bir gerçektir ve savunulacak tarafı yoktur. Hatta peygamberlerini
öldürecek derecede bir cehalet ve zulüm içinde olmuşlardır. Bu bakımdan İslâm
ümmetinin daha dikkatli olmaları ve öncekilerin halinden ibret almaları
gerekmektedir. Bu noktada dost ve düşmanlarının kimler olduğunu iyice bilmelidirler.
Gelen âyetler bu hususta bizlere ışık tutmaktadır:
109. Ehl-i kitaptan birçoğu, sizi imanınızdan vazgeçirip yeniden küfre döndürmeyi isterler. Onlar, Hz. Muhammed’in peygamberliği ile ilgili gerçeği apaçık gördükten sonra, sırf içlerindeki kıskançlık yüzünden böyle yaparlar. Artık Allah’ın emri gelinceye kadar onları kendi halinde bırakın ve serzenişte bulunmayın. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.
110. Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin. Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, mükâfatını Allah’ın yanında bulacaksınız. Çünkü Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir.
Yahudiler,
insanların Allah Resûlü’ne inanmaları, onun etrafında kenetlenmeleri ve böylece
İslâm toplumunun güçlenmesini çekemiyorlardı. Bu sebeple müslümanları, imandan
vazgeçirip tekrar küfre döndürmeye çalışıyorlardı. Âyet-i kerîmenin iniş sebebi
olarak şöyle bir hâdise nakledilmektedir:
Uhud
savaşından hemen sonra bir grup yahudi, Huzeyfe b. Yemân ve Ammar b. Yâsir’in
önüne geçerek: “Başınıza geleni görmüyor musunuz? Eğer doğru yol üzere
olsaydınız, hezîmete uğramazdınız. Siz, en iyisi bizim dînimize dönün, bu sizin
için daha hayırlı ve daha faziletlidir. Gittiğimiz yol da doğruya sizinkinden
daha yakındır” dediler. Ammar: “Sizce verilen sözü bozmak nasıl bir şeydir?”
diye sordu. Onlar da: “Çok kötüdür” dediler. Bunun üzerine Ammar: “Ben,
yaşadığım sürece Hz. Muhammed’i yalanlamayacağıma dâir söz verdim” dedi. Yahudiler:
“Ammar, ebediyen dönmeyecek şekilde dinimizden çıktı. Peki sen ne dersin ey
Huzeyfe, bize uymaz mısın?” dediler. Huzeyfe de: “Ben Rabb olarak Allah’ı, peygamber
olarak Muhammed’i, rehber olarak Kur’ân’ı, kıble olarak Kâbe’yi ve kardeşler
olarak da mü’minleri seçtim” dedi. Bunun üzerine yahudiler: “Mûsâ’nın ilâhına
yemin olsun ki, kalplerinize Muhammed’in sevgisi sindirilmiş” dediler. Ammar ve
Huzeyfe daha sonra Resûlullah’a gelip durumu haber verdiler. Bunun üzerine Allah
Resûlü: “En güzel olanı yapmış ve kurtuluşa ermişsiniz” buyurdu. (İbn
Hacer, Kâfî, I, 176)
Dolayısıyla
müslümanlar, Ehl-i kitabın sözlerine kulak asmamalı, onların hile ve
desiselerine karşı uyanık davranmalıdırlar. Çünkü onların pek çoğu, mü’minlerin
imandan sonra küfre dönüp dinden çıkmalarını cân-u gönülden isterler. Bunun
için her hileye başvururlar. Bu ise hayırseverlik ve dindarlıklarından değil,
aksine nefsaniyetlerinden kaynaklanan hasetten ve kıskançlıktan ileri
gelmektedir. Halbuki onlar, İslâm dininin gerçek din, Peygamberimizin de gerçek
peygamber olduğunu bilmektedirler. Bu gerçeği bizzat ellerinde bulunan Tevrat bildirmektedir.
Buna rağmen kıskançlık belasından kendilerini kurtarıp gerçeği kabule
yanaşmamakta, üstelik insanları imandan caydırmaya çalışmaktadırlar.
Ayette,
“Artık Allah’ın emri gelinceye kadar onları affedin ve serzenişte bulunmayın”
(Bakara 2/109) buyruğuyla,
en sinsi düşmanları karşısında bile müslümanların kendi ahlâkî değerlerinden
vazgeçmemeleri ve müsamahalı olmaları emredilir. اَلْعَفْوُ
(af), “kasıtlı ya da kasıtsız kötülük ve haksızlık eden, suç işleyen birini
bağışlamak, cezalandırmaktan vazgeçmek” demektir. Bu, suçluya karşı dille
yapılacak kınamayı ve serzenişi içine almaz. İnsan bazan affeder fakat
serzenişten geri duramaz. Bu sebeple ayette aftan sonra bir de “serzenişte
bulunmayın” buyrulmaktadır. Bu mânada kullanılan اَلصَّفْحُ
(safh), “bir kimsenin kendine kötülük edene aldırmaması, ondan yüz çevirmesi,
onu hoş görüp bağışlaması” anlamına gelmektedir. İşte Kur’an, mü’minlerden
böyle seviyeli bir gönül, yüksek bir ruh ve üstün bir ahlâk sahibi olmalarını
istemektedir. Âyette “Allah’ın emri gelinceye kadar” (Bakara 2/109) ifadesi,
“Allah hükmünü verinceye kadar” mânasına gelir. Bu hüküm ise, onlarla
savaşmaya, üzerlerine cizye konulmasına veya Benî Kurayza ile Benî Nadîr’in
ileri gelenlerinin öldürülmesine izin verilmesidir. Yahut kıyamet günü büyük
bir azaba düçar olmalarıdır. Bunda şüphe yoktur. Çünkü Allah’ın her şeye, va‘dettiği
her şeyi yerine getirmeye elbette gücü yeter.
Dolayısıyla
siz şimdiki halde bağışlayıcı ve hoşgörülü olun; sabır, teenni ve sükûnetle
hareket edin. Güzel güzel namazınızı kılmaya, zekâtınızı vermeye devam edin.
Zira bunlar dinin temel esaslarındandır. Gerek kıldığınız namaz ve verdiğiniz zekâtı,
gerek kendiniz için yaptığınız daha başka her türlü iyilikleri; karşılığını
peşin olarak hemen istemeyip de ilerisi için amel defterinize kaydolmak üzere iyilik
cinsinden yaptığınız her şeyi Allah’ın yanında bulursunuz. Hesap görüldüğü gün
onların ecir ve mükâfatını eksiksiz olarak alırsınız. Zira Allah Teâlâ, iyi ve
kötü ne yaparsanız muhakkak hepsini görür, bilir ve hepsinden haberdar olur.
Resûlullah
(s.a.s.) ashâbına: “Hanginizin, mirasçısına ait malı öz malından kendisine
daha sevimlidir?” diye sordu. Onlar: “Ya Resûlallah! Bizden hiç birimizin mirasçısnın
malı öz malından daha sevimli değildir” dediler. Bunun üzerine Sevgili
Peygamberimiz: “Hayır, hayır. Hepinizin de mirasçısnın malı, öz malından
kendisine daha sevimlidir. Çünkü senin malın ancak önden Allah için gönderdiğindir.
Mirasçının malı ise geriye bıraktığındır” buyurdu. (Buhârî, Rikâk 12)
Rivayete
göre Hz. Ömer (r.a.), bir gün Bakî kabristanının yanından geçerken: “Allah’ın
selâmı üzerinize olsun ey kabir ehli! Buraları soracak olursanız, hanımlarınız
evlendi, evlerinize başkaları oturdu, mallarınız mirasçılara dağıtıldı” dedi.
Hâtiften bir ses “Ya Ömer! sen de buraları soracak olursan, önden ne
göndermişsek burada onu bulduk, Allah yolunda harcadığınız şeylerin karşılığını
fazlasıyla aldık, elimizden geldiği halde yapmadığımız şeyler konusunda da
hüsrâna uğradık” diye seslendi. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 73)
Ehl-i
kitabın asılsız iddialarından biri de şudur:
111. Ehl-i kitap: “Yahudi veya Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek” dediler. Bu, onların boş kuruntularıdır. Onlara de ki: “Eğer doğru söylüyorsanız, delilinizi getirin.”
Âyetin,
şöyle bir hâdise üzerine indiği rivayet edilmektedir: Hıristiyan Necran heyeti,
Resûlullah’ın meclisinde yahudilerle bir araya gelmişler ve cennete girip
girmeme konusunda birbirleriyle tartışmışlardı. Yahudiler Necranlılar’a:
“Cennete ancak yahudiler girecek” derken, Necranlılar da: “Cennete ancak hıristiyanlar
girecek” demişlerdi. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, I, 206)
Ayetteki
هُودًا (hûden) اَلهَائِدُ(hâid)
kelimesinin çoğulu olup, “tevbe edenler” demektir. Bu isim, yahudilerden
buzağıya ibâdeti terkedenler için kullanılmıştır. Şerîatleri neshedildikten
sonra da kendileri için özel isim olarak kalmıştır. اَلنَّصَارٰي
(nasârâ), yardımcı anlamına gelen اَلنَّصْرَانُ
(nasrân)ın çoğuludur.
اَلأمَان۪ي (emânî), ümniye kelimesinin çoğuludur. اَلأمْنِيَةُ (ümniyetü) ise, arzu edilen şey, delile dayanmayan söz,
aldanma ve sapıklık mânalarına gelir. Çoğul gelmesinin hikmeti şudur: Ehl-i kitabın asılsız arzuları tek değildir.
Önceki ayetlerde de geçtiği üzere mü’minlere Rablerinden bir iyilik
gelmeyeceğini ve mü’minleri tekrar küfre döndürebileceklerini sanmışlar; burada
da belirtildiği üzere kendilerinden başka hiç kimsenin cennete giremeyeceğini
söylemişlerdir. Onlar, sadece bir temenni ve kuruntudan ibaret olan bu
düşüncelerini gerçek sanmışlardır. Bunlar, ispatlanması gereken asılsız bir iddiadan
ibarettir. Şu bir gerçek ki, yalnızca boş bir düşünce, mesnetsiz bir temenni ve
hayalle bir yere varılamaz. Delilsiz, ispatsız, belgesiz ve kuru laflarla, sırf
gönülleri öyle arzu ediyor diye bir iddia kabule şayan olamaz. Böyle bir
kuruntuyla iman ve ihsânın feyzine nâil olunamayacağı gibi, Allah katında bir
mükâfata da erişilemez.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.), akıllı ile ahmağı tarif buyururken bu hususa şöyle dikkat çeker:
“Asıl zeki ve anlayışlı, kendini kontrol eden ve ölümden sonrası için
çalışan kimsedir. Aciz ve ahmak ise, kendini kötü arzularının peşinde
sürükleyen ve buna rağmen Allah’tan boş temennilerde bulunandır.” (Tirmizî,
Kıyamet 25)
Bu
sebeple, Allah Teâlâ onlardan kendilerinin haklı olduğunu gösterecek kesin bir
delil getirmelerini istemektedir. Peşinden de cennete girmeye hak kazanacak
kişilerin nasıl bir keyfiyette ve hangi vasıfta olmaları gerektiğini haber
vermektedir:
112. Hayır, gerçek böyle değildir! Kim, söz ve davranışlarında Allah’ı görüyormuşcasına, en azından Allah’ın kendisini sürekli gördüğünün şuuru içinde iyiliği şiar edinerek bütün varlığıyla Allah’a yönelip O’na teslim olursa, onun mükâfatı Rabbinin yanındadır. Böylelerine hiçbir korku olmayacak, asla bir üzüntü de duymayacaklardır.
Cennet
ne sadece yahudilere ne de hıristiyanlara aittir. İşin gerçeği şudur: Cennete
varmak isteyen, Allah için kendini günah kirlerinden temiz tutmalı, nefsini her
türlü şirk emârelerinden temizleyerek ihlas ve samimiyetle Allah’a
yönelmelidir. Allah’ın birliğini gerçek mânada tanımalı ve bilmelidir. Bu
halinde de Allah’ı görüyormuş gibi kendini sürekli Allah’ın huzurunda
hissetmeli, yaptığı her ibâdeti de temiz bir kalp ile ve her yönüyle güzel bir
şekilde yapmaya gayret göstermelidir. Çünkü Peygamber Efendimiz ihsanı: “İhsan,
Allah’ı görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan
da O seni elbete görüyor.” (Buhârî, İman 37; Müslim, İman 57) şeklinde
tarif etmiştir.
İşte
bu şekilde davrananlar için Rableri yanında büyük bir mükafat hazırlanmıştır.
Allah’ın cennetini lütfedeceği kullar, işte bunlardır. Onlara hiçbir korku
yoktur, mahzun da olmayacaklardır. Onlar korktuklarından emin, umduklarına nâil
olan kimselerdir. Bu kişiler müslüman, bunların tabi olduğu din de İslâm’dır.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in tebliğ ettiği din ve o dinin esası budur. Bu ise mahza
hakikatten ibaret olup, aslâ boş bir kuruntu değildir. Zira iman, ihlas ve
ihsan boyutları ile İslâm, gönüllerin kuru bir arzusu değil, o heva ve
hevesleri silip temizlemekle, emredilenleri yapıp yasaklardan kaçınmakla
ulaşılacak bir gayedir. Bu sebeple İslâm, kulun Allah’a karşı yüzünün ak,
alnının temiz olmasını hedefler. Bu ise kulun iç ve dış âleminin her türlü
niyet, düşünce, hareket ve davranışının temizliğini ifade eder.
Ehl-i
kitap, sadece müslümanlara karşı hırçınlık yapmamaktadır. Aynı zamanda kendi
aralarında da pek çok problem bulunmaktadır. Gelen âyet-i kerîme, o
problemlerden sadece birine temas etmektedir:
113. Yahudiler: “Hristiyanların sağlam ve tutarlı bir dini yok” dediler. Hristiyanlar da: “Yahudilerin sağlam ve tutarlı bir dini yok” dediler. Halbuki hepsi de kendilerine inen kitabı okuyup duruyorlar. Dinî hiçbir bilgisi olmayanlar da onların sözlerine benzer şeyler söylediler. Gerçeği tam olarak bilen Allah, kıyâmet gününde, onların anlaşamadıkları konularda hükmünü verecektir.
Âyet-i
kerîme şöyle bir hâdise üzerine inmiştir: Necran hıristiyanlarından bir heyet
Peygamber Efendimiz’in huzuruna geldikleri zaman, Medine’deki yahudi bilginleri
de orada idiler. İki taraf birbirleriyle önce tartışmaya, sonra münakaşaya
başladılar. Yahudiler, hıristiyanlara “Siz hiçbir sağlam ve tuttarlı bir din üzerinde
değilsiniz!” dediler. Hz. İsa’ya ve İncil’e küfrettiler. Buna karşılık
Necranlılar da yahudilere “Asıl sizin sağlam ve tutarlı bir din üzerinde
değilsiniz!” dediler. Hz. Mûsâ’nın peygamberliğini yalanlayıp Tevrat’a
küfrettiler. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 39)
Kur’an,
yahudi ve hıristiyanlar arasındaki bu problemi gündemine almakla bunun ferdî
bir mesele olmayıp, aralarında umûmen cereyan eden yaygın bir anlaşmazlık
olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Demek ki onlardan her biri diğerinin dinini
temelden inkâr edip geçersiz saymaktadır. Halbuki iki grup da aynı kitabı,
Tevrat ve İncil’i okuyup durmaktadırlar. Ayette “bilmeyenler” olarak
nitelendirilen müşrik Araplar, puta tapanlar, doğru bir bilgi ve itikada sahip
olmayanlar da din sahibi kimseler için benzer şekilde, “hiçbiri doğru ve
önemsemeye değer bir yolda değildir” derler. Buna göre, okuyarak gerçeği
öğrenme imkânı olanlarla böyle olmayanlar arasında bir fark kalmamaktadır.
Ancak şu fark olabilir: O cahil kimseler bilmedikleri ve akıl erdiremedikleri için;
Ehl-i kitap ise bilerek ve fakat sırf nefsanî arzularına uyduklarından böyle
söylemektedirler. Dolayısıyla burada kitap sahibi olan, okuma ve yazma bilen yahudi
ve hıristiyanlar kınanıp azarlanmaktadır. Diğer taraftan müslümanlar da
dikkatli olmaya, akıllı davranmaya ve dinlerinde ihlas ve samimiyeti elden
bırakmamaya davet edilmektedir. Yahudi ve hıristiyanlar gibi olmamaya, hepsi
aynı kitabı, Kur’an’ı okuyup dururken, ona en güzel şekilde uymayı bir yana
bırakarak, böyle fena bir anlaşmazlığa düşmemeleri öğütlenmektedir. Şayet
düşerlerse, Yüce Allah’ın kıyamet günü aralarındaki anlaşmazlıkları çözmede en
doğru kararı vereceği vurgulanmaktadır.
Dinlerinde
anlaşmazlığa düşenler, kendileri doğru yoldan ayrıldıkları gibi, başkalarının
da sapmasına sebep olmaktadırlar. Dolayısıyla hem kendi günahlarını hem de
saptırdıkları insanların günahını üstlenmiş oluyorlar. Bu günahların en
büyüklerinden biri de insanları Allah’ın mescitlerinde zikir ve ibâdetten
alıkoymaktır. Gelen ayetler, bu hususla alakalı açıklamalar yapmaktadır:
114. Allah’ın mescitlerinde O’nun isminin anılmasını engelleyen ve ibâdet yerlerinin harap olmasına çalışandan daha zâlim kim olabilir! Böylelerinin, oralara korku içinde girmekten başka bir hakkı olamaz. Onlara dünyada bir rezillik, âhirette de büyük bir azap vardır.
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebiyle alakalı iki farklı rivayet vardır. Bunlardan birine
göre âyet Romalı Titos ve onunla birlikte olan hıristiyanlar hakkında inmiştir.
Bu hükümdar ve beraberindekiler İsrâiloğullarına hücum etmiş, savaşanlarını
öldürmüş, kadın ve çocuklarını esir almış, Tevrat’ı tahkir etmiş,
Beytü’l-Makdisi yıkmış ve oraya leş atmışlardır. İkinci rivayete göre âyet-i
kerîme, Mekke müşriklerinin müslümanları Mescid-i Haram’da ibâdet edip Yüce
Allah’ın ismini zikretmekten engellemeleri üzerine nâzil olmuştur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 696-697)
اَلْمَسْجِدُ (mescid)in çoğulu olan اَلْمَسَاجِدُ (mesâcid), secde
edilen mübârek mekanların adıdır. Allah’a ibâdet edilen, özellikle namaz
kılınıp secde edilen her yer mescittir. Allah’a kulluğa tahsis edilmiş bu
mukaddes yerlerde ibâdeti engellemek, Allah’ın zikredilmesine mani olmak, bunun
da ötesinde onları tahrip edip yıkmaya çalışmak en büyük zulümlerden biridir.
Çünkü böyle bir davranış, Allah’a karşı bir başkaldırı ve isyandır. Dinin saygı
duyulmasını istediği sınırları hiçe saymak ve çiğnemektir. Cenâb-ı Hakk’ın
zikrinin hatıralardan silinmesine, böylece insanlar arasında çeşitli
kötülüklerin yayılmasına zemin hazırlamaktır. Bu ise, pek büyük bir zulüm ve
günahtır.
Âyet-i
kerîme öncesi ve sonrası itibariyle hem yahudi, hem hıristiyan, hem de
müşriklere temas ederek, mescitlere hürmet gösterilmesi gerektiği prensibini
genelleştirmiştir. Hangi dinden olursa olsun, hatta isterse dinsiz ve putperest
olsun, Allah’ın adı anılan mescitlere ve mabetlere herkesin saygılı olması
gerektiği vurgulanmıştır. Böylece Mekke müşriklerinin Peygamber Efendimiz’i ve
müslümanları Kâbe’de ibâdet etmekten engellemeleri, baştan sona bütün mescitler
hakkında yapılmış ve yapılacak olan her türlü engelleme ve yıkımların da içine dâhil
olacağı büyük bir zulümdür.
Mescitlere
böyle düşmanca bir tavır içinde olanların; o güvenli, huzurlu ve güzel
mekanlara korka korka girmekten başka bir giriş hakları yoktur. Onlar yıkmaya
çalıştıkları o mescitlere yanaşamamalı, el sürememeli, şayet girerlerse can
korkusuyla titreye titreye girebilmelidirler. Onların hakkı budur. Dolayısıyla
müslümanlar güçlü, kuvvetli olmalı; mescit ve mabetlerini, kötü niyetli
kimselerin oraları tahribe ve ibâdet edilmesini engellemeye cesaret edemeyecekleri
şekilde güvence altında tutmalıdırlar. Nitekim Kur’ân’ın bu mûcizevî haberi
zuhur etmiş, Kudüs Bizanslılar’ın elinden çıkmış, müslümanların eline geçmiş,
Beytü’l-Makdis yeniden imar edilip mescit haline getirilmiş, o zalimler de
oraya korka korka girebilir olmuşlardır. (Elmalılı, Hak Dini, I, 476)
Bu
tür zulümleri işleyenler, dünya hayatında rezil ve zelil olacaklardır. Onları
büyük bir felaket, bir perişanlık, bir mahrumiyet beklemektedir. Bir gün
gelecek devletleri parçalanacak, saltanatları son bulacaktır. Çok aşağı ve
bayağı bir derekeye sürükleneceklerdir. Âhirette ise bunları çetin ve ağır bir
azap beklemektedir. Roma imparatorluğunun bu sebeple paramparça olduğu tarihi
bir gerçektir. Nitekim Müfessir Süddî, dünyadaki bu sefalet ve perişanlıktan
maksadın, Romalıların elinden İstanbul’un çıkması ve müslümanlar tarafından
fethedilmesi olduğunu söylemektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 699) Bu
bilgi, Taberî ve Keşşâf gibi kadim tefsirlerde yer almaktadır. Bu tefsirler
İstanbul’un fethinden asırlarca önce yazılmış olduğuna ve hele ilk
müfessirlerden sayılan Süddî'nin fetihten beş-altı asır önce yaşamış
bulunduğuna göre, bu şekildeki tefsirin kaynağının Peygamberimiz (s.a.s) ve
bunun da bir mûcize olduğunda asla şüphe etmemek gerekir.
İmam Kuşeyrî âyet-i kerîmeye şöyle bir işârî mâna
verir: “Âbidlerin ibâdet yuvası demek olan nefislerini şehvetlerle, âriflerin
mârifet yurdu demek olan kalplerini dünyevî beklentilerle, vecd ehlinin
muhabbet yurdu demek olan ruhlarını haz ve sükûna konmakla, tevhîd ehlinin
müşâhede yurdu olan gönüllerini yakınlık duygusuna takılıp aldanmakla tahrîb
etmelerinden daha büyük hangi zulüm olabilir?” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât,
I, 63) O halde her türlü zulümden uzak durup Allah’a yönelmek gerekir. Çünkü:
115. Doğu da Allah’ındır, batı da. O halde nereye dönerseniz dönün, Allah’a yönelmiş olur, O’nu karşınızda bulursunuz. Elbette Allah lutf u keremi çok geniş olan ve her şeyi hakkıyla bilendir.
Doğusuyla
batısıyla yeryüzünün tamamı Allah’ındır. Orada bir yönün diğer yöne üstünlüğü
yoktur. İbadet esnasında belli bir yöne dönmenin ise sembolik bir anlamı
vardır. Nitekim müslümanlar önceleri Beytü’l-Makdis’e yönelerek ibâdet
etmişler, daha sonra Bakara suresi 144. ayetin emriyle Kâbe’ye yönelerek namaz
kılmaya başlamışlardır. Bu ayetin verdiği en önemli mesaj şudur: Eğer bir
şekilde mescitlerde ibâdet etmek engellenirse bilinmelidir ki müslüman
yeryüzünün temiz olan her yerinde namazını kılabilir. Namaz kılarken nereye
yönelirse, Yüce Allah’a yönelmiş olur. Allah onun namazını kabul eder. Ayet
aynı zamanda kıblenin hangi tarafta olduğu bilinmemesi, bilinse bile yolculuk,
hastalık, savaş gibi hususi durumlar sebebiyle o yöne dönmenin zor, tehlikeli
veya imkânsız olması halinde bir ruhsat tanımaktadır. Normal durumlarda Kâbe’ye
yönelerek namaz kılmak farz, zaruri durumlar da ise istenilen yere yönelmek
ruhsattır. Şüphesiz Allah’ın ilmi, rahmeti
ve lütfu çok geniştir. O her şeyi, özellikle kullarının menfaatine olan
durumları en iyi bilir.
Fakat
insanlar, yüce yaratıcıları ve rableri olan Allah’ın değerini takdir edemiyor,
O’na gerektiği gibi kulluk yapamıyor ve hatta O’na asla yakışmayacak sözler
söyleyebiliyorlar. Halbuki O, sonsuz kudret ve kuvvet sahibi olan, varlığı
yoktan en iyi şekilde yaratan Ulu Allah’tır:
116. “Allah çocuk edindi” dediler. Hâşa O, böyle şeylerden pak ve uzaktır. Doğrusu göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun’dur. Hepsi de O’na saygıyla boyun eğmiştir.
Kur’an’ın
öğrettiği Allah inancı ve tevhid anlayışından mahrum olan talihsiz grupların
doğru bir inanca sahip olmaları zordur. Bu bakımdan yahudi, hıristiyan ve
müşrik Arapların Cenab-ı Hak hakkında yanlış düşüncelere saplandıkları
görülmektedir. Yahudiler Hz. Uzeyr’in, hıristiyanlar Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu
olduğunu (Tevbe 9/30), müşrik Araplar ise meleklerin Allah’ın kızları olduğunu
(Nahl 16/57) söylemişlerdir. Ayet, onların bu yanlış düşüncelerini tashih etmek
üzere inmiştir. Çünkü Yüce Mevlâmız, yaratıklara mahsus olan bu nevi benzetme,
bir ihtiyaç ve fânilik şaibelerinden uzaktır. O, yücelerin en yücesi, ötelerin
en ötesidir. O, çocuk edinmekten uzak ve temizdir. Buna ihtiyacı da yoktur.
Zira göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun mülkü ve yaratığıdır. Allah ile
yarattığı varlıklar arasında, babalık-evlâtlık gibi biyolojik bir ilişki
değil, hâlık-mahlûk[1]
ilişkisi, daha açık bir ifadeyle yaratma-itaat etme ilişkisi bulunmaktadır.
Dolayısıyla bütün varlıklar Allah tarafından yaratılmış olup, hepsi de O’na
saygıyla boyun eğmişlerdir. Hiçbiri O’nun iradesinin ve yaratmasının dışına
çıkamaz. Bu bakımdan her varlık, sürekli bir biçimde O’nun kanunlarına itaat
etmekte ve kendine ait hal diliyle O’na kulluk etmektedir.
Allah’a
hâşa çocuk isnat etmenin ne kadar büyük bir cürüm olduğu ile alakalı olarak bir
kudsî hadiste Hak Teâlâ şöyle buyurur: “Âdem oğlu beni yalanladı; halbuki bu
onun hakkı değildir. O bana sövüp saydı; buna da hakkı yoktur. Beni
yalanlamasına gelince: Onu daha önce yarattığım gibi öldükten sonra yeniden diriltmeye
güç yetiremezmişim! Bana sövüp saymasına gelince: Benim çocuğum olduğunu iddia
etmesidir. Ben, bir eş ve çocuk edinmekten pak ve uzağım.” (Buhârî, Tefsir
2/8)
Allah’a böyle noksan sıfatlar ve ortaklar izafe etmek nasıl mümkün olabilir ki:
[1] Hālık: Her şeyi
yoktan yaratan Allah. Mahluk: Allah tarafından yaratılan şeyler.
117. O, gökleri ve yeri yoktan, önünde hiçbir örnek olmadan ve benzersiz bir biçimde yaratandır. Bir şeyi yaratmak isteğince, sadece “ol!” der, o da hemen oluverir.
Fakat
işin hakikatini bilmeyenler, doğruyu araştırıp ona tabi olacakları yerde, dinin
temel değerleri hakkında ileri geri konuşmaya devam etmektedirler. Allah’ın
kendileri ile açıktan açığa konuşmasını; Hz. Muhammed’in gerçek peygamber,
Kur’an’ın da Allah kelamı olduğunu alenen bildirmesini istemektedirler. Hiç
değilse, bunu ispat edecek açık bir mûcizenin gelmesini beklemektedirler.
Buradaki “bilmeyenler”den maksat, ilâhî kitap bilgisinden mahrum müşrik Araplar
olabileceği gibi, bildikleriyle amel etmeyen Ehl-i kitap da bunlara dâhildir.
Çünkü Kur’an’ın beyânına göre müşrikler gibi onlar da Peygamber Efendimiz’den
bu tür isteklerde bulunmuşlardır. (bk. Nisâ 4/153) Önceki peygamberlerin
kavimleri de aynı şeyleri tekrarlayıp durmuşlardı. Bu sözleri, samimiyetten
mahrumdu. Niyetleri iman etmek değil, bilakis küfürlerinde inat ve ısrar
etmekti. Dolayısıyla önceki ve sonraki münkirlerin kalpleri bir noktada
buluşuyordu. Mânevî körlük, kasvet, hastalık ve inatta birbirine benziyordu.
Sözlerinin birbirine benzemesi, kalplerinin de birbirine benzemesine sebep
olmuştu. Zira diller, kalplerin tercümanıdır. Kalp kabında ne varsa dil
musluğundan akacak olan odur.
Allah
Teâlâ indirdiği kitaplar, gönderdiği peygamberler vasıtasıyla ve kâinatta
sergilediği ilâhî azamet tecellileriyle varlığının delillerini beyân
etmektedir. Ancak bu delillerden, yakinî bir bilgi, doğru bir iman ve mârifete
ermek isteyenler istifade edebilirler. Bu yönde samimi bir irade ortaya
koyamayanlar için, bu deliller bir mâna ifade etmez. Bu sebeple Cenab-ı Hak,
peygamberini rahmetiyle müjdelemek, azabıyla korkutmak üzere göndermiştir. Onun
yegane görevi, dinin esaslarını açıkça tebliğ etmek, örnek hayatıyla göstermek,
yapılan iyilik ya da kötülüklere Allah’ın nasıl bir mukabelede bulunacağını
haber vermektir. Bunun ötesinde yapacağı bir şey yoktur. Dolayısıyla davetini
kabul etmeyip cehennemlik olanlardan dolayı ona bir sorumluluk sözkonusu
değildir. Herkes yaptığı işlerden kendisi sorumludur. Bu bakımdan ey Resûlüm,
sen görevini tam olarak yerine getirerek Rabbinin rızâsını kazanmaya çalış;
insanların rızâsını değil:
118. Dinî bilgiden nasibi olmayan bir kısım câhiller: “Ya Allah bizimle konuşsa veya bize apaçık bir işaret, bir mûcize gelse” dediler. Kendilerinden öncekiler de aynen böyle söylemişlerdi. Bunların kalpleri birbirine ne kadar da benziyor! Biz, gerçeği tam mânasıyla kavrayıp, ona şüphe duymadan inanacak bir topluluk için işaret ve delilleri apaçık ortaya koymuşuzdur.
119. Rasûlüm! Biz seni, insanları hem müjdelemen hem de uyarman için hak din ile gönderdik. Sen vazîfeni hakkıyle yapıyorsun; dolayısıyla cehennemlik olanlardan sorumlu tutulacak değilsin!
Fakat işin hakikatini bilmeyenler, doğruyu araştırıp ona tabi olacakları yerde, dinin temel değerleri hakkında ileri geri konuşmaya devam etmektedirler. Allah’ın kendileri ile açıktan açığa konuşmasını; Hz. Muhammed’in gerçek peygamber, Kur’an’ın da Allah kelamı olduğunu alenen bildirmesini istemektedirler. Hiç değilse, bunu ispat edecek açık bir mûcizenin gelmesini beklemektedirler. Buradaki “bilmeyenler”den maksat, ilâhî kitap bilgisinden mahrum müşrik Araplar olabileceği gibi, bildikleriyle amel etmeyen Ehl-i kitap da bunlara dâhildir. Çünkü Kur’an’ın beyânına göre müşrikler gibi onlar da Peygamber Efendimiz’den bu tür isteklerde bulunmuşlardır. (bk. Nisâ 4/153) Önceki peygamberlerin kavimleri de aynı şeyleri tekrarlayıp durmuşlardı. Bu sözleri, samimiyetten mahrumdu. Niyetleri iman etmek değil, bilakis küfürlerinde inat ve ısrar etmekti. Dolayısıyla önceki ve sonraki münkirlerin kalpleri bir noktada buluşuyordu. Mânevî körlük, kasvet, hastalık ve inatta birbirine benziyordu. Sözlerinin birbirine benzemesi, kalplerinin de birbirine benzemesine sebep olmuştu. Zira diller, kalplerin tercümanıdır. Kalp kabında ne varsa dil musluğundan akacak olan odur.
Allah Teâlâ indirdiği kitaplar, gönderdiği peygamberler vasıtasıyla ve kâinatta sergilediği ilâhî azamet tecellileriyle varlığının delillerini beyân etmektedir. Ancak bu delillerden, yakinî bir bilgi, doğru bir iman ve mârifete ermek isteyenler istifade edebilirler. Bu yönde samimi bir irade ortaya koyamayanlar için, bu deliller bir mâna ifade etmez. Bu sebeple Cenab-ı Hak, peygamberini rahmetiyle müjdelemek, azabıyla korkutmak üzere göndermiştir. Onun yegane görevi, dinin esaslarını açıkça tebliğ etmek, örnek hayatıyla göstermek, yapılan iyilik ya da kötülüklere Allah’ın nasıl bir mukabelede bulunacağını haber vermektir. Bunun ötesinde yapacağı bir şey yoktur. Dolayısıyla davetini kabul etmeyip cehennemlik olanlardan dolayı ona bir sorumluluk sözkonusu değildir. Herkes yaptığı işlerden kendisi sorumludur. Bu bakımdan ey Resûlüm, sen görevini tam olarak yerine getirerek Rabbinin rızâsını kazanmaya çalış; insanların rızâsını değil:
120. Onların dinlerine tâbi oluncaya kadar ne yahudiler ne de Hristiyanlar senden asla râzı olmayacaklardır. De ki: “Dosdoğru yol, Allah’ın gösterdiği İslâm yoludur.” Eğer sana gelen ilimden sonra, onların hevâ ve heveslerine uyacak olursan, bilesin ki seni Allah’ın gazabından koruyacak ne bir dostun olur ne de bir yardımcın.
Ehl-i
kitap, Resûlullah (s.a.s.)’a: “Gel bizimle bir müddet hoş geçin, bizi memnun et
de sana tabi olalım” diye bir teklifte bulunmuşlardı. Bu teklifteki kötü
niyetlerini ve samimiyetsizliklerini ortaya koymak için bu âyet inmiştir. (Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 43)
Yahudiler
ve hıristiyanlar, kendi dinlerine uymadıkça, Peygamber Efendimiz başta olmak
üzere müslümanlardan aslâ hoşnut olmayacaklardır. Onları memnun etmenin tek
yolu, dinlerine girmektir. Halbuki iki grubun da dinine aynı anda tabi olmak
mümkün değildir. Çünkü, önceki ayetlerde geçtiği üzere birbirlerine “hiçbir
şey değil” (bk. Bakara 2/113) diyen bu iki fırka, aslında birbirlerine
zıttır. İki zıddın birleşmesi mümkün olmadığına göre, ikisine birden tabi olmak
ve ikisini birden razı etmek de mümkün değildir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 721)
Ayette
geçen اَلْمِلَّةُ (millet) kelimesi,
“tutulup gidilen yol” demektir. Bu mânadan hareketle din ve şeriat mânasında
kullanılmıştır. Fakat “millet”te ictimai yön daha ağır basmaktadır. Dolayısıyla
“millet”, toplum fertlerinin etrafında toplandığı, üzerinde yürüdüğü, diğer bir
ifadeyle, içtimaî duygu ve anlayışların bağlı bulunduğu temel kaideler ve takip
edilen yoldur. Bu yolun doğru olanı olduğu gibi eğri olanı da vardır. Nitekim
âyette bu kelime, ikisi de tahrife uğrayarak gerçekliğini kaybetmiş olan yahudilik
ve hıristiyanlık için kullanılmıştır. Bu halleriyle onlar, tabi olunacak bir mâhiyete
sahip değildir. Dolayısıyla onlara, uyulmaya layık en doğru yolu göstermek
gerekmektedir. O da şudur:
Tabi
olunacak gerçek yol, Allah’ın dosdoğru yoludur. “Hidâyet”, başka şeye değil
ancak ona denilir. Peşinden yürünecek gerçek rehber, Allah Teâlâ’nın rehber
olarak tayin ettikleridir. Bu ise Allah’ın Resûlü, Allah’ın kitabı ve bunların öğrettiği
şekilde Allah’ın dini olan İslâm’dır. Bu yoldan başkasına tabi olmak
sapıklıktır. O halde bütün insanlık, kurtuluşa erebilmek için Peygamber
Efendimiz’e ve onun açıkladığı yola uymak zorundadır. Onun bildirdiği iman
esaslarını, ibâdet ve hayat tarzını benimseyip yaşamak gerekmektedir. Allah
Teâlâ Resulü’ne vahiy yoluyla hak dini, doğru yolu ve onun esaslarını
bildirdikten sonra artık yahudilerin veya hıristiyanlann arzularına uymak,
İslâm’la bağdaşmayan inanç, ibâdet ve hayat tarzlarını benimsemek mümkün
değildir. Böyle davranan bir kimse, Peygamber bile olsa, Allah’ın dostluğu ve
yardımından tamamen mahrum kalmış olur. Ona Allah adına sahip çıkacak ne bir
dost, ne de bir yardımcı bulunur. Ancak bu ikaz ve sakındırma, Resûl-i Ekrem’den
ziyade onun ümmetine yönlendirilmiştir. Bunun için Allah’ın doğru yol rehberi
olarak indirdiği Kur’an’ı hakkını vererek okumak gerekir:
121. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler bu kitabı, tilavetinin hakkını vererek okurlar. İşte ona gerçekten iman edenler, bunlardır. Kim de onu inkâr ederse, en büyük zarara uğrayanlar işte onlardır.
“Kendilerine
kitap verilenler”in kimler olduğuyla alakalı iki görüş vardır. Birincisine göre
kitaptan maksat Kur’ân-ı Kerîm, kitap verilenler ise Hz. Muhammed ümmetidir.
Diğerine göre kitap Tevrat, kitap verilenler de Tevrat’ı hakkıyla okuyarak
onunla amel eden, özellikle Peygamberimizin geleceğine dair Tevrat’ta geçen
bilgileri dikkate alarak onun peygamberliğini tasdik eden yahudilerdir. (Taberî,
Câmi‘u’l-beyân, I, 723) Kur’ân-ı Kerîm, bu vasıfları sebebiyle onları
methetmektedir. Bunlar, kendilerine bir ihsan-ı ilâhî olarak lütfedilen kitabı
hakkını vererek tilavet ederler.
اَلتِّلَاوَةُ (tilâvet) sözlükte “birine, bir şeye
uymak, onu yakından takip etmek” demektir. Terim olarak ise “hem ağır ağır
okumak hem de emir ve yasaklarını, teşvik ve uyarılarını hayata geçirmek suretiyle
Allah’ın kitabına tabi olmak” mânasına gelir. “Kıraat” ise sadece “okumak”
anlamı taşır. Bu sebeple tilâvet genellikle yalnızca ilâhî kitabın okunması
için kullanılır. (Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “telâ” md.) Onlar,
Allah’ın kitabını dikkatle, tane tane ve devamlı okurlar. Hakkıyle tilavet
ederek ve tilavetinin hakkını vererek okurlar. Onu tahriften, karıştırmaktan
koruyarak, heva ve heveslerden uzak kalarak, kelimelerinin telaffuzunu, mânasını
ve hükümlerini gözeterek, dikkatlice, saygılı ve devamlı bir şekilde;
bilmediklerini ve anlamadıklarını ehlinden sora sora, iyi niyetle, temiz bir
kalp ve temiz bir ağızla okurlar. Gelişi güzel ve bir eğlence gibi okumazlar.
Onu şarkı, gazel, türkü, mânî, roman, hikaye yerine koymazlar. Kemal-i hürmet,
ta’zîm ve edeple okurlar. (Elmalılı, Hak Dini, I, 485)
Bir
defasında Zünnûn-ı Mısrî’ye Kur’an âlimlerinin durumu soruldu. Şöyle anlattı:
“Onlar
bu yolda diz çürüttü. Yıllarını bu yolda harcadılar. Bedenlerini erittiler.
İşte bu şekilde Kur’an ilmine sahip oldular. Onların Kur’an ilmini öğrenmek
için sarf ettikleri emek sadece bu kadar değil. Dudaklarında kan kalmadı;
inceldi. Göz yaşları sel olup aktı. Âh çektikçe ciğerleri kebap oldu. Kur’an
ilmini onlar böyle buldu. Hidâyete erenler de onlar oldu. İmanlarını emniyet
altına bunlar aldı.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 233)
İşte
Kur’ân-ı Kerîm’i böyle okuyanlar, ona kamil mânada iman ederler. Aynı zamanda
imanlarının gereğini yaparlar. Gerçekten kitap sahibi olanlar da bu
kimselerdir. Fakat o kitaba inanmayan, onu inkâr eden, Allah’ın bu büyük
nimetine nankörlükte bulunan; onu hakkiyle okumayıp kendi arzusuna göre bozan
ve değiştirenler ise pek büyük bir zarara uğrayacaklardır.
Şimdi
İsrâiloğulları’na, bir taraftan yukarıdan beri sürüp gelen hitapları
tamamlamak, diğer taraftan da az sonra gelecek olan Hz. İbrâhim kıssasına
geçişe hazırlık mâhiyetinde yeni bir hitap daha yöneltilmektedir:
122. Ey İsrâiloğulları! Size ihsân ettiğim nimetlerimi ve bir zamanlar sizi bütün kavimlere üstün kıldığımı hatırlayın!
Bu
âyet-i kerîmeler, aynı sûrenin 47-48. ayetlerinde, ikinci ayetteki küçük bir
farkla, tekrar edildiğinden ilgili açıklamalar orada yapılmıştır. Burada
Cenâb-ı Hak, İsrâiloğulları’na verdiği nimetleri yeniden hatırlatmaktadır. Bu
hatırlatma; onların gayretlerini tazelemek, kalplerinde imana doğru bir
canlanış sağlamak ve kendilerine en büyük bir nimet olarak gönderilen Peygamber
Efendimiz’e tabi olmaya teşvik etmek maksadıyla yapılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in
beyânlarına göre bu nimetlerden bazıları şunlardır: Allah Teâlâ’nın onları
Firavun’un elinden kurtarması, üzerlerine zahmet çekmeden karınlarını
doyuracakları bıldırcın eti ve kudret helvası indirmesi, zillet ve baskıdan
kurtarıp ülkelerinde iktidar vermesi, içlerinden peygamberler göndermesi,
Tevrat’ı indirmesi, peygamberlerine itaat ettikleri dönemlerde onları diğer
bütün kavimlere üstün kılmasıdır.
Bu
kadar büyük ve muazzam nimetlerin kıymetini bilememek ve şükrünü ifâ etmemek,
şüphesiz azâb-ı ilâhîyi celbeder. Bu sebeple hemen akabinden şiddetli bir uyarı
gelmektedir. Yüce Rabbimiz onları ve onlar vesilesiyle bütün kullarını şiddetli
ve belalı bir gün olan kıyamet gününden sakındırmaktadır. Gerçekten o günden
korkulmalıdır. Çünkü hiç kimse başkası adına bir şey yapamayacak, ne başkasına
günahını verebilecek ne de başkasının günahını alabilecektir. Günahlarının affı
ve cehennemden kurtulması için kimseden fidye kabul edilmeyecektir. Allah’ın
müsaadesi hariç hiçbir şefaat fayda vermeyecektir. Günahkârlara hiçbir taraftan
herhangi bir yardım da gelmeyecektir. İşte o gün, böyle sıkıntı ve
çaresizliklerin had safhada olduğu bir gündür. Dolayısıyla dünyada iken o günün
azabından korunmak için gereken her türlü hazırlığı yapma zarureti vardır.
Bu hazırlığı yaparken mahşer aydınlığında bir hayat
sürmüş, örnek alınacak model şahsiyetlere ve onların sergiledikleri örnek davranışlara
ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun en güzel misallerinden biri şüphesiz Hz. İbrâhim’dir.
Şimdi sıra onun dikkat çekici hallerinin beyân edildiği kıssaya gelmektedir:
123. Hem öyle bir günden sakının ki, o gün kimse kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden bir kurtuluş bedeli alınmaz, kimseye şefaat fayda vermez ve hiç kimseye yardım da edilmez.
Bu âyet-i kerîmeler, aynı sûrenin 47-48. ayetlerinde, ikinci ayetteki küçük bir farkla, tekrar edildiğinden ilgili açıklamalar orada yapılmıştır. Burada Cenâb-ı Hak, İsrâiloğulları’na verdiği nimetleri yeniden hatırlatmaktadır. Bu hatırlatma; onların gayretlerini tazelemek, kalplerinde imana doğru bir canlanış sağlamak ve kendilerine en büyük bir nimet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz’e tabi olmaya teşvik etmek maksadıyla yapılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in beyânlarına göre bu nimetlerden bazıları şunlardır: Allah Teâlâ’nın onları Firavun’un elinden kurtarması, üzerlerine zahmet çekmeden karınlarını doyuracakları bıldırcın eti ve kudret helvası indirmesi, zillet ve baskıdan kurtarıp ülkelerinde iktidar vermesi, içlerinden peygamberler göndermesi, Tevrat’ı indirmesi, peygamberlerine itaat ettikleri dönemlerde onları diğer bütün kavimlere üstün kılmasıdır.
Bu kadar büyük ve muazzam nimetlerin kıymetini bilememek ve şükrünü ifâ etmemek, şüphesiz azâb-ı ilâhîyi celbeder. Bu sebeple hemen akabinden şiddetli bir uyarı gelmektedir. Yüce Rabbimiz onları ve onlar vesilesiyle bütün kullarını şiddetli ve belalı bir gün olan kıyamet gününden sakındırmaktadır. Gerçekten o günden korkulmalıdır. Çünkü hiç kimse başkası adına bir şey yapamayacak, ne başkasına günahını verebilecek ne de başkasının günahını alabilecektir. Günahlarının affı ve cehennemden kurtulması için kimseden fidye kabul edilmeyecektir. Allah’ın müsaadesi hariç hiçbir şefaat fayda vermeyecektir. Günahkârlara hiçbir taraftan herhangi bir yardım da gelmeyecektir. İşte o gün, böyle sıkıntı ve çaresizliklerin had safhada olduğu bir gündür. Dolayısıyla dünyada iken o günün azabından korunmak için gereken her türlü hazırlığı yapma zarureti vardır.
Bu hazırlığı yaparken mahşer aydınlığında bir hayat sürmüş, örnek alınacak model şahsiyetlere ve onların sergiledikleri örnek davranışlara ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun en güzel misallerinden biri şüphesiz Hz. İbrâhim’dir. Şimdi sıra onun dikkat çekici hallerinin beyân edildiği kıssaya gelmektedir:
124. Vaktiyle Rabbi İbrâhim’i, birtakım emirlerle imtihan etmiş, o da bunları harfiyyen yerine getirmişti. Bunun üzerine Rabbi ona: “Seni insanlara önder yapacağım” buyurdu. İbrâhim: “Zürriyetimden de önderler çıkar!” diye dua edince: “Benim verdiğim söz, zâlimler için geçerli değildir!” buyurdu.
Hz.
İbrâhim, önde gelen peygamberlerden biridir. Peygamberler babasıdır. “İbrâhim”
ismi Süryânice olup, bunun Arapça karşılığı أَبٌ رَح۪يمٌ
(Ebun Rahîmun) “Merhametli baba” demektir. O, yaşadığı emsalsiz bir kullukla
Allah’ın dostluğuna nâil olmuş ve “Halîlullâh” ünvanını almıştır. “Allah, İbrâhim’i
dost edindi” (Nisâ 4/125) ayeti, onun bu rütbesini ebedileştirmiştir.
İbrâhim
(a.s.); müslüman, yahudi ve hıristiyan bütün inanç gruplarının kendine saygı
duyduğu bir şahsiyettir. Bu sebeple Cenab-ı Hak onu örnek vermektedir. Eğer
gerçekten onu seviyor ve ona saygı duyuyorlarsa onu iyi tanımaları gerekir. O,
tevhid akidesini nasıl canlandırdı, Allah’ın emir ve yasaklarına nasıl sarıldı
ve kulluk imtihanını nasıl başardıysa onların da aynı şekilde davranmalarını
istemektedir.
Allah
Teâlâ’nın İbrâhim’i imtihana tabi tuttuğu “kelimeler”, ona vahyettiği şeriat ve
onu sorumlu tuttuğu bütün emir ve yasaklardır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 730) Bununla birlikte bu “kelimeler”le alakalı bazı tahsis edici izahlar da
yapılmıştır. İbn Abbas (r.a.), bu kelimelerin İbrâhim (a.s.)’ın şerîatında
farz, bizde ise sünnet olan on özellik olduğunu söyler. Bunların beş tanesi başla
ilgilidir: Bunlar; ağzı su ile çalkalamak, burnu iyice yıkamak, saçları ortadan
ayırmak, bıyıkları kısaltmak ve misvak kullanmaktır. Beş tanesi ise bedenle
ilgilidir: Bunlar da; sünnet olmak, etek ve koltuk altını temizlemek, tırnakları
kesmek, büyük ve küçük abdestten sonra suyla istincâ yapmak yani necâsetten
temizlenmektir. Yine İbn Abbas’tan gelen bir açıklama şöyledir: “Hz. İbrâhim’in
denendiği kelimelerden maksat şunlardır:
Allah emrettiği vakit kavminden ayrılıp vatanından hicret etmesi, Allah Teâlâ
hakkında Nemrud’a karşı kesin deliller ortaya koyması, kavminin kendini ateşe
atmalarına sabredip katlanması ve oğlunu kurban etmekle imtihana tabi
kılınmasıdır.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 731, 734)
Hz.
İbrâhim, Cenab-ı Hakk’ın her emrini, her yasağını, özel olarak da imtihana tabi
tuttuğu bütün hususları olması gereken en iyi şekilde yerine getirdi. Böylece
imtihanı geçip Hakk’ın rızâsını kazandı. “Çok vefakâr İbrâhim’in” (Necm
53/37) medhine erişti. Bu sebeple Hak Teâlâ, kendisini bütün insanlar için
uyulması gereken bir imam ve büyük bir önder kılacağına söz verdi. İhsan ettiği
nübüvvet, vahyettiği sahifeler ve emrettiği şeriatle onu insanlara müstakim bir
rehber yapacağını bildirdi. İbrâhim’in kendi soyundan da önderler yetişmesi
yönünde dilekte bulunması üzerine ise “Benim verdiğim söz, zâlimler için
geçerli değildir!” (Bakara 2/124)
buyurdu. Dolayısıyla üstünlüğün, nesep ve kan bağına değil, dinî ve
ahlâkî liyakate bağlı olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. Buna göre zalimler İbrâhim’in
soyundan da olsalar, Allah’ın vaadettiği önderlik, liderlik, üstünlük gibi
ayrıcalıklara sahip olamazlar. Çünkü zalimler dinî ve ahlâkî konularda
Allah’ın belirlemiş olduğu sınırları aşar; özellikle şirk ve inkâra sapar; adâlet,
hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine aykırı davranır; kör bir inatçılıkla hakikate
karşı direnip savaşırlar. Bu sebeple Allah’ın bu husustaki şarta bağlı va‘di
onlar için geçerli değildir. Halbuki önderler, zulmü ortadan kaldırmak için
vardır. Kendileri zalim olurlarsa, insanların halinin nasıl olacağı
düşünülmelidir. Belki çobanı kurt olan bir koyun sürüsünün haline benzerler.
Ayette
aynı zamanda Medine yahudilerine, Peygamber Efendimiz ve müslümanlara karşı
haksız yere bir üstünlük ve seçkinlik taslamalarının boş bir hayalden ibaret
olduğu hatırlatılmaktadır. Sûrenin başından beri İsrâiloğulları’nın tarih
boyunca işlemiş oldukları suçların sayılıp dökülmesindeki esas maksat ve hikmet
de, onlara bu zulümlerini ispat etmektir. Onlar, o altın buzağıya tapma
hadisesinden itibaren zulme başladılar, git gide bütün hareketlerinde bu zulüm
nihayet onların genel karakteri haline geldi. Zalimlerden ise imam ve peygamber
olmaz. Böylece onlardan imamet kesilmiş ve İbrâhim zürriyetinin öbür koluna
yani İsmâil (a.s.) nesline geçmiş oldu. Neticede Tevrat’ta geleceği va‘dedilen
ahir zaman peygamberi de İsrâiloğulları’ndan değil, İsrâil’in amcası olan Hz. İsmâil
evladından geldi. Onun neş’et ettiği yer Mekke ve Beytullah’ın yanı oldu:
125. Biz Kâbe’yi, insanlar için toplanıp sevap kazanma yeri ve emniyetli bir mekân kıldık. Öyleyse siz de İbrâhim’in makâmını namazgâh edinin. Zâten İbrâhim’le İsmâil’e de: “Tavaf edenler, ibâdet kastıyla orada kalanlar, rükû ve secde edenler için evimi tertemiz tutun!” diye emretmiştik.
Cenab-ı
Hak, Beytullah olan Kâbe’yi insanların uzak diyarlardan gelerek toplandıkları, ibâdet
edip sevap kazandıkları, kendilerini emniyette hissettikleri bir hac mahalli,
kutsal bir mekan yapmıştır. İnsanlar gelip orayı ziyaret ederler, gidip tekrar
döner gelirler. Asırlardır bu böylece artarak devam etmektedir. Kâbe, aynı
zamanda en emniyetli bölgedir. Çünkü müşrikler bile: “Ev Allah’ın evidir, oraya
ziyarete gelip oturanlar da Allah evinin sakinleridir” derler ve harem
sınırları içinde bulunan kişilere saldırmazlardı. Gerçekten de Kâbe, Hz. İbrâhim’den
itibaren tarih boyunca bir hac ve ziyaret mahallî olarak devam etmiş, bu durum
başta Mekkeliler olmak üzere Araplar için maddî ve manevî faydalar sağlamış, bu
sebeple orada bulunan insanların, hatta bütün canlıların güvenliğine de özel
bir itina gösterilmiştir.
Kâbe,
Allah’ın taştan yaptırdığı, fakat zâtına
izafe ettiği evdir. Onun zahirine bakan Hak’tan uzaklaşır; Allah’a izafe edilen
cihetine bakan Hakk’a vasıl olur. Bu Beyt’e günahlardan tevbe ederek hürmet ve tâzim
hisleriyle sığınanlar, âhiret azabından emniyette olurlar. (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât,
I, 67)
Beytullah’a
giren kişinin nasıl bir düşünce içinde olması gerektiği hususunda Ebû Vâsıl
Şakîk b. Seleme’nin şu hâli pek ibretlidir:
Arkadaşları
arasında konuşurken şöyle derdi:
“-
Ben şu hâlimle Kâbe’nin dışında dahi dolaşmaktan utanıyorum. Çünkü o ayaklarla
günah işlemişim. Nice helâl olmayan şeye yürüdüler. Buna rağmen ben
Beytullah’ın yanına nasıl varayım ve Hicr’e kadar nasıl gideyim.” (Velîler
Ansiklopedisi, I, 130-131)
Âyette
bahsi geçen مَقَامُ اِبْرٰه۪يمَ (Makam-ı İbrâhim), Hz. İbrâhim’in Kabe’yi inşa
ederken veya insanları hacca davet ederken üstüne bastığı, üzerine ayak
izlerinin çıktığına inanıldığı taş veya bu taşın bulunduğu yerdir. Günümüzde
de burası, “Makam-ı İbrâhim” adıyla bilinmektedir. Kabe’ye yaklaşık
“Siz de İbrâhim’in makâmını namazgâh edinin” (Bakara
2/125) emrinin muhatabı hem ümmet-i Muhammed (s.a.s.) hem de İbrâhim (a.s.)’ın
ümmeti olabilir. müslümanlar, orada namaz kılmaya ve dua etmeye teşvik
edilmektedir. Zira, makamın faziletinden dolayı orada yapılacak ibâdetler daha
çok kabule şayan olacaktır.
Kâbe,
Beytullah’tır, Allah’ın evidir. Cenab-ı Hak, Hz. İbrâhim ve İsmâil’e evinin
temiz tutulmasını emretmiştir. Çünkü bu kutsal mekan, insanların ibâdet
ettikleri, Allah’a yöneldikleri, ruku ve secdeyle namaz kıldıkları yerdir. Bu
haliyle temiz tutulmaya en layık mekandır. Dolayısıyla bu kutsal mekânın namazın
sıhhatine engel olan maddî pisliklerden; insanın imanını, ihlâsını ve
kulluğunu Allah’a arzettiği yer olduğu için putperestliği çağrıştıran her türlü
tutum ve davranışlardan; bütün milletlerden müslümanların bir araya gelerek
tanışıp kaynaşmaları, sevgi ve şefkatin en güzel örneklerini vermeleri gereken
yer olduğu için de insanları incitici söz ve hareketlerden, hatta hayvanlara,
bitkilere zarar veren, mekânın kudsiyetiyle bağdaşmayan her türlü ahlâk dışı
tutum ve davranışlardan arındırılması istenmektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 749; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IV, 47-48) Kâbe’nin birer
şubesi mevkiindeki bütün cami ve mescitler de aynı şekilde temiz tutulmalıdır.
Ayette, Allah’ı zikir ve O’na muhabbet merkezi olan kalplerin her türlü masiva
ve günah düşüncesinden temiz tutulmasına da işaret vardır. Ayetteki “tavaf
edenler”den maksat, hac ve umre niyetiyle Kabe’yi ziyarete gelip Beytullah’ın
etrafını usulüne uygun dolaşanlar; الْعَاكِف۪ينَ (âkifîn)den maksat, ibâdet etmek gayesiyle
Harem-i şerifte bulunanlar, “rükû ve secde edenler”den maksat da orada özellikle
namaz kılanlardır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IV, 48)
Hz. İbrâhim, duaları Kur’ân-ı Kerîm’de en çok
zikredilen bir peygamberdir. O, her vesileyle Allah’a yönelir ve içli içli dua
eder. Gelen âyet-i kerîmede yer alan duayı da Mekke’ye ilk geldiğinde yapmıştı:
126. Bir de İbrâhim: “Rabbim! Burayı emniyetli bir belde kıl; halkından Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri de çeşit çeşit ürünlerle rızıklandır!” diye yalvarmıştı. Allah da: “Ben inkâr edeni de kısa bir süre rızıklandırır, sonra onu ateş azabına uğratırım. Orası varılacak ne kötü bir yerdir!” buyurmuştu.
Hz. İbrâhi, İsmâil ve Hacer’i Mekke’ye yerleştirdi.
Halbuki bu bölge ne ziraata ne de başka bir şeye müsaitti. Açlıktan ve
susuzluktan helak olmamaları için Allah’a sığındı ve korkulacak şeylerden de
onları emniyette kılmasını istedi. Dolayısıyla “beldenin emin kılınması”ndan
murâd; halkının, kuraklık, kıtlık, tufan, zelzele, düşman saldırısı, delilik,
cüzzam gibi maddî ve mânevî âfetlerden emin olmasıdır. “Ürünler”den maksat ise,
topraktan ve ağaçlardan elde edilen meyve ve sebze cinsinden her türlü
yiyeceklerdir. İbrâhim (a.s.)’ın bu duası bereketiyle o zamandan beri dünyanın
her bir tarafından Mekke’ye birçok meyve ve sebze gelmektedir. Öyle ki, burada
bir günde hem yaz, hem güz, hem de ilkbahar meyvesini bir arada bulmak
mümkündür.
Hz. İbrâhim, rızık meselesini de imamet gibi bir nimet
kabul ederek, teeddüben Rabbinden sadece mü’minleri rızıklandırmasını istemişti.
Rızkı, iman şartına bağlamıştı. Allah Teâlâ ise “inkâr edeni” de ilave ederek
dünyada mü’mine de kâfire de rızık vereceğini beyân buyurdu. Fakat bu dünyada kâfire
sağlanan fayda sınırlı, geçici ve az bir faydadır. Âhirette o, ebediyen ateş
azabına atılacak ve belasını bulacaktır. Cehenneme girmeye mecbur tutulacaktır.
Çünkü başka alternatifi yoktur. Zira ayette kullanılan اَلإضْطِرَارُ
(ıztırâr), zorunluluk ifade etmekte olup özgür olarak seçmenin zıddıdır. Buna
göre insanların dünya hayatında iman veya inkârı seçip ona göre bir hayat yaşamaları
kendi iradelerine bağlı olmakla birlikte, bu tercihlerinin sonucunda hak
ettikleri akıbeti kabul edip etmemek hususunda özgür değil, zorunludurlar. Buna
göre Allah’ı ve âhîret gününü inkâr edenleri, inkârlarının kaçınılmaz sonucu
olarak Allah cehenneme sürecektir. Bu, yaptığından mesul olmayan Allah için
değil, kul için kaçınılmaz bir sonuçtur. Yani insan, “Ben imanı veya inkârı
tercih ediyorum” diyebilir; fakat kâfir olmayı seçmiş biri artık, “Ben cehenneme
gitmeyi tercih etmiyorum” diyemez. İşte bu husus âyette “ıztırar” kelimesiyle
ifade edilmiştir. (Kur’an Yolu, I, 210)
Kâfirlerin kaçınılmaz sonu olan o azap ne fena bir son ve ona gidiş ne
fena bir gidiştir. Orası, varılacak çok kötü bir yer, berbat bir duraktır.
Allah Teâlâ, önceki ayetlerde Beytullah, Mekke ve
onların bir kısım hususiyetlerini beyân ettikten sonra, Kâbe’yi inşa eden Hz. İbrâhim
ve oğlu İsmâil’in örnek hallerine dikkat çekmektedir:
127. İbrâhim, İsmâil’le birlikte Beytullah’ın temelleri üzerine duvarlarını yükseltirken şöyle dua ediyorlardı: “Rabbimiz, bizden bunu kabul buyur. Şüphesiz sen işiten ve bilensin.”
Kaynaklarımızın verdiği bilgilere göre Kâbe, ilk
olarak Allah’ın emri ve meleklerin yardımıyla Hz. Âdem tarafından inşa
edilmiştir. Tarih boyunca zaman zaman yıkıldığı ve yeniden yapıldığı olmuştur.
Aynı şekilde Nûh tufanı ve buna benzer hadiselerle tahrip olan ve temelleri
kapanan Beytullah’ı, Hz. İbrâhim oğlu İsmâil’le birlikte eski temelleri üzerine
yeniden yapmıştır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I,
760-763; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 94) Şu âyet-i kerîmeler Kâbe’nin, Hz. İbrâhim’den
çok önceleri mevcut olduğuna işaret eder:
“Yeryüzünde insanlar için yapılan
ilk mâbed, bütün insanlık için bir bereket kaynağı, bir hidâyet rehberi ve bir
yönelme merkezi olan Mekke’deki Kâbe’dir.” (Âl-i İmrân 3/96)
“Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir
kısmını senin her türlü hürmete lâyık Mukaddes Evinin yanında ekin bitmeyen bir
vâdiye yerleştirdim…” (İbrâhim
14/37)
“Bir vakit İbrâhim’e Kâbe’nin
yerini hazırlayıp göstermiştik…” (Hac
22/26)
Hz. İbrâhim ve oğlu İsmâil, bir taraftan Kâbe’nin
temellerini yükseltiyor, diğer taraftan da Cenâb-ı Hakk’tan, yaptıkları bu işi
kabul buyurmasını istiyorlardı. “Rabbimiz, bunu bizden kabul et!” diyorlardı.
Çünkü yegâne işiten ve bilen O’ydu. Yapılan duaları işitiyor ve her şeyi, hatta
gönüllerden geçen niyetleri bile biliyordu. Onlar âdeta, “Ya Rab! Bu mübârek
beyti, nasıl bir duygu ve düşünceyle yapmaya çalıştığımızı sen biliyorsun.
Dilimizden dökülen niyazlarımızı duyuyorsun. Bize ona göre rahmet ve
bereketinle muamele et!” diyorlardı. Sonra dualarına şöyle devam ediyorlardı:
“Rabbimiz! İkimizi sana kâmil mânasıyla teslim olan,
bütün varlığıyla emrine boyun eğen, takdir buyurduğun her şeye rızâ gösteren ve
bildirdiğin itikadî, amelî hükümleri tartışmasız kabul ederek uygulayan
kimselerden eyle! Öyle ki bizim bir damarımız bile senin arzunun hilafına
atmasın ve bir kılımız bile senin hükmünün aksine kıpırdamasın! Bu lütfunu
sadece ikimizle sınırlı tutma. Zürriyetimizden de sana hakkiyle teslim olacak
ve emrine kayıtsız şartsız itaat edecek bir ümmet, bir topluluk var et! Bizden
sonra onlar senin hukukunu yerine getirsin ve emrine râm olsunlar. Bize nasıl ibâdet
edeceğimizi öğret. Hac ve kurbanla alakalı vazifelerimizi ve onları ifa
edeceğimiz yerleri bize göster. Bizlere tevbe etmeyi, her an sana yönelmeyi
nasip et. Sen de tevbelerimizi ve yönelişlerimizi kabul buyur. Çünkü sen
tevbeleri çokça kabul eden ve kullarına sonsuz merhamet edensin!”
Hz. İbrâhim ve İsmâil, kendilerinden sonra kıyamete
kadar devam edecek nesillerinin iyiliğine son olarak şöyle dua ettiler:
“Rabbimiz! Sana teslim olacak zürriyetimiz içinden bir de Peygamber gönder! O
Peygamber, kendine inanıp tabi olanlara senin âyetlerini okusun, onlara Kitab’ı
ve hikmeti öğretsin ve onları günah kirlerinden tertemiz kılsın. Çünkü sen
Azîz’sin; hiçbir zaman mağlup olamayacak bir izzet ve kuvvet sahibisin.
Hakîm’sin; her işi hikmetle yapan, her hükmü hikmetin ta kendisi olan ve
yaptığını en sağlam ve en mükemmel yapan sadece sensin!”
Bu duada bahsedilen Peygamber, Peygamberimiz Hz.
Muhammed (s.a.s.)’dir. Dolayısıyla İbrâhim (a.s.)’ın duası kabul edilmiş ve son
Peygamber onun soyundan gelmiştir. Bununla ilgili olarak Resûlullah (s.a.s.)
şöyle buyurur: “Âdem daha çamur hâlinde iken ben; Allah katında «Hâtemü’n-nebiyyîn»[1]
diye yazılmıştım. Size bunun ilk işaretlerini haber vereceğim: Bunlar, babam İbrâhim’in
duası (Bakara 2/129), Îsa’nın müjdesi (Saf 61/6) ve annemin gördüğü rüyâdır. Bütün
peygamberlerin anneleri bu şekilde rüya görmüşlerdir. O rüyâda annem kendinden
bir nûr çıktığını ve Şam saraylarını aydınlattığını görmüştü.” (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, IV, 127)
Hz. İbrâhim’in
duasında gelecek Peygamberin ifa edeceği önemli vazifeler; “Allah’ın âyetlerini
okumak, kitabı ve hikmeti öğretmek ve insanları tezkiye etmek” şeklinde hülasa
edilmektedir. Bunlar, bir peygamberin pek çok vazifesi yanında özellikle dinin
tebliği ve insanların terbiyesi açısından büyük önem arzetmektedir. Buradaki
“âyetler”den “vahyedilen bilgiler, Allah’ın birliğini ve peygamberlerin
doğruluğunu gösteren deliller”; “kitap”tan “Kur’ân-ı Kerîm”, “hikmet”ten “Peygamberimizin
sünneti, din ve dinî hükümlerle ilgili bilgiler, söz ve yaşayışta doğruluk”;
“tezkiye”den de “temizleme yani inkâr, şirk, kötü huylar ve günah kirlerinden
arındırma” mânaları anlaşılabilir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I,
774-776; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 94)
O Peygamber’in tebliğ ettiği din, tevhid inancını temsil eden Hz. İbrâhim’in dinidir. O dinin kıymetini bilip ona tabi olmak gerekir. Bundan gâfil olanlar ise, büyük bir hazineden mahrum kalmaktadırlar:
[1] Hâtemü’n-nebiyyîn:
Peygamberlerin sonuncusu, son peygamber, peygamberlerin isimlerinin yazılı
bulunduğu sayfanın mührü.
128. “Rabbimiz! İkimizi yalnız sana teslim olanlardan eyle. Neslimizden de sana teslim olacak bir ümmet getir. Bize hac ve kurban gibi kulluk usullerimizi göster ve tevbelerimizi kabul buyur. Şüphesiz tevbeleri kabul eden ve çok merhametli olan ancak sensin!”
129. “Rabbimiz! Onlara içlerinden bir peygamber gönder de, onlara senin âyetlerini okusun, kitap ve hikmeti öğretsin ve onları günahlardan arındırıp tertemiz yapsın. Muhakkak ki, kudretine karşı gelinmeyen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan ancak sensin.”
Kaynaklarımızın verdiği bilgilere göre Kâbe, ilk olarak Allah’ın emri ve meleklerin yardımıyla Hz. Âdem tarafından inşa edilmiştir. Tarih boyunca zaman zaman yıkıldığı ve yeniden yapıldığı olmuştur. Aynı şekilde Nûh tufanı ve buna benzer hadiselerle tahrip olan ve temelleri kapanan Beytullah’ı, Hz. İbrâhim oğlu İsmâil’le birlikte eski temelleri üzerine yeniden yapmıştır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 760-763; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 94) Şu âyet-i kerîmeler Kâbe’nin, Hz. İbrâhim’den çok önceleri mevcut olduğuna işaret eder:
“Yeryüzünde insanlar için yapılan ilk mâbed, bütün insanlık için bir bereket kaynağı, bir hidâyet rehberi ve bir yönelme merkezi olan Mekke’deki Kâbe’dir.” (Âl-i İmrân 3/96)
“Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını senin her türlü hürmete lâyık Mukaddes Evinin yanında ekin bitmeyen bir vâdiye yerleştirdim…” (İbrâhim 14/37)
“Bir vakit İbrâhim’e Kâbe’nin yerini hazırlayıp göstermiştik…” (Hac 22/26)
Hz. İbrâhim ve oğlu İsmâil, bir taraftan Kâbe’nin temellerini yükseltiyor, diğer taraftan da Cenâb-ı Hakk’tan, yaptıkları bu işi kabul buyurmasını istiyorlardı. “Rabbimiz, bunu bizden kabul et!” diyorlardı. Çünkü yegâne işiten ve bilen O’ydu. Yapılan duaları işitiyor ve her şeyi, hatta gönüllerden geçen niyetleri bile biliyordu. Onlar âdeta, “Ya Rab! Bu mübârek beyti, nasıl bir duygu ve düşünceyle yapmaya çalıştığımızı sen biliyorsun. Dilimizden dökülen niyazlarımızı duyuyorsun. Bize ona göre rahmet ve bereketinle muamele et!” diyorlardı. Sonra dualarına şöyle devam ediyorlardı:
“Rabbimiz! İkimizi sana kâmil mânasıyla teslim olan, bütün varlığıyla emrine boyun eğen, takdir buyurduğun her şeye rızâ gösteren ve bildirdiğin itikadî, amelî hükümleri tartışmasız kabul ederek uygulayan kimselerden eyle! Öyle ki bizim bir damarımız bile senin arzunun hilafına atmasın ve bir kılımız bile senin hükmünün aksine kıpırdamasın! Bu lütfunu sadece ikimizle sınırlı tutma. Zürriyetimizden de sana hakkiyle teslim olacak ve emrine kayıtsız şartsız itaat edecek bir ümmet, bir topluluk var et! Bizden sonra onlar senin hukukunu yerine getirsin ve emrine râm olsunlar. Bize nasıl ibâdet edeceğimizi öğret. Hac ve kurbanla alakalı vazifelerimizi ve onları ifa edeceğimiz yerleri bize göster. Bizlere tevbe etmeyi, her an sana yönelmeyi nasip et. Sen de tevbelerimizi ve yönelişlerimizi kabul buyur. Çünkü sen tevbeleri çokça kabul eden ve kullarına sonsuz merhamet edensin!”
Hz. İbrâhim ve İsmâil, kendilerinden sonra kıyamete kadar devam edecek nesillerinin iyiliğine son olarak şöyle dua ettiler: “Rabbimiz! Sana teslim olacak zürriyetimiz içinden bir de Peygamber gönder! O Peygamber, kendine inanıp tabi olanlara senin âyetlerini okusun, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretsin ve onları günah kirlerinden tertemiz kılsın. Çünkü sen Azîz’sin; hiçbir zaman mağlup olamayacak bir izzet ve kuvvet sahibisin. Hakîm’sin; her işi hikmetle yapan, her hükmü hikmetin ta kendisi olan ve yaptığını en sağlam ve en mükemmel yapan sadece sensin!”
Bu duada bahsedilen Peygamber, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Dolayısıyla İbrâhim (a.s.)’ın duası kabul edilmiş ve son Peygamber onun soyundan gelmiştir. Bununla ilgili olarak Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Âdem daha çamur hâlinde iken ben; Allah katında «Hâtemü’n-nebiyyîn»[1] diye yazılmıştım. Size bunun ilk işaretlerini haber vereceğim: Bunlar, babam İbrâhim’in duası (Bakara 2/129), Îsa’nın müjdesi (Saf 61/6) ve annemin gördüğü rüyâdır. Bütün peygamberlerin anneleri bu şekilde rüya görmüşlerdir. O rüyâda annem kendinden bir nûr çıktığını ve Şam saraylarını aydınlattığını görmüştü.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127)
Hz. İbrâhim’in duasında gelecek Peygamberin ifa edeceği önemli vazifeler; “Allah’ın âyetlerini okumak, kitabı ve hikmeti öğretmek ve insanları tezkiye etmek” şeklinde hülasa edilmektedir. Bunlar, bir peygamberin pek çok vazifesi yanında özellikle dinin tebliği ve insanların terbiyesi açısından büyük önem arzetmektedir. Buradaki “âyetler”den “vahyedilen bilgiler, Allah’ın birliğini ve peygamberlerin doğruluğunu gösteren deliller”; “kitap”tan “Kur’ân-ı Kerîm”, “hikmet”ten “Peygamberimizin sünneti, din ve dinî hükümlerle ilgili bilgiler, söz ve yaşayışta doğruluk”; “tezkiye”den de “temizleme yani inkâr, şirk, kötü huylar ve günah kirlerinden arındırma” mânaları anlaşılabilir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 774-776; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 94)
O Peygamber’in tebliğ ettiği din, tevhid inancını temsil eden Hz. İbrâhim’in dinidir. O dinin kıymetini bilip ona tabi olmak gerekir. Bundan gâfil olanlar ise, büyük bir hazineden mahrum kalmaktadırlar:
[1] Hâtemü’n-nebiyyîn: Peygamberlerin sonuncusu, son peygamber, peygamberlerin isimlerinin yazılı bulunduğu sayfanın mührü.
130. Kendini bilmez beyinsizlerden başka, kim İbrâhim’in dininden yüz çevirir? Elbette biz onu dünyada seçip peygamber yaptık. Âhirette de o mutlaka sâlihler arasında olacaktır.
131. Rabbi ona: “Teslim ol!” buyurmuş, o da: “Âlemlerin Rabbine teslim oldum” demişti.
132. İbrâhim Allah’a teslimiyeti oğullarına da vasiyet etti. Yâkub da: “Oğullarım! Bakın, Allah sizin için bu dinî seçti. O halde siz de başka değil ancak müslümanlar olarak can verin!” dedi.
130. âyetin iniş sebebi olarak şöyle bir hadise
nakledilir: Abdullah b. Selâm, amcaoğulları olan Seleme ile Muhâcir’i İslâm’a davet
eder. Onlara Allah Teâlâ’nın Tevrât’taki: “Muhakkak ki, İsmâil’in soyundan adı
Ahmed olan bir peygamber göndereceğim. Ona iman eden doğru yolu bulur. Ona
inanmayanlar ise lânete uğrar” buyruğunu hatırlatır. Bunun üzerine Seleme
müslüman olur, Muhâcir ise imana yanaşmaz. Bahsedilen hadise üzerine bu ayet
nâzil olur. (Suyûtî, Lübâbu’n-nukûl, s. 24)
مِلَّةُ
اِبْرٰه۪يمَ (Milletu İbrâhim)den maksat, Hz. İbrâhim’in getirdiği din ve tebliğ
ettiği inanç sistemidir. O da Allah’ın birliğini tanımak, O’na yönelip teslim
olmak, sadece O’na kulluk etmek, Beytullah’ı maddi mânevî bütün kirlerden
temizlemek ve emredilen ibâdet ve muâmelâtı tatbik etmektir. İşte son Peygamber
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirdiği din de bu dinin devamıdır. Aynı esaslar
üzerine kurulmuştur. Cenab-ı Hak bütün insanlara “Tek Allah’a inanan ve
hiçbir zaman müşriklerden olmayan İbrâhim’in dinine” uymalarını istediği ayetiyle
(bk. Bakara 2/135) bu gerçeğe işaret etmektedir. Bu öyle yüce, öyle şerefli ve
öyle mübârek bir dindir ki, bundan ancak aşağılık, cahil, kendini bilmez, ahmak
ve beyinsiz kişiler yüz çevirir. Onlar cehâlete maruz kalmak, tefekkür ve
teemmülden yüz çevirmek suretiyle nefsini zelîl ve hakîr duruma düşürmüş
kimselerdir. Halbuki zerre kadar ilmi, irfanı, aklı ve iz’anı olan, var gücüyle
bu dine sarılır ve onun sınırsız bereketinden istifade etmeye çalışır. Bu
yönüyle ayet, Peygamber Efendimiz’e inanmayan bütün yahudi, hıristiyan ve
müşriklere hitap etmektedir.
Cenab-ı Hak, İbrâhim’i dünyada seçkin bir kul yapmış,
insanlar arasında temizlik ve sâfiyetle mümtaz kılmış, terbiye edip güzel
huylarla donatmış ve onu kendine dost edinmiştir. Ona peygamberlik ve hikmet
verip, yüce derecelere eriştirmiştir. Şüphe yok ki o, âhirette de, elbette
Allah’ın sâlih kullarından olacaktır. Doğruluğu, dürüstlüğü ve hayır
severliğiyle maruf olan makbul kullar arasına girecektir. Dünya ve âhirette bu
kadar nimete nâil olmuş böyle bir zâtın dininden yüz çevirmemek, tam aksine ona
canla başla sarılmak icab eder. Akl-ı selîmin gereği budur.
Hz. İbrâhim,
gerçekten seçkin ve şerefli bir kuldur. Bu yüceliği, bütün varlığıyla Allah’a
teslimiyetle elde etmiştir. Rabbi ondan kendi emrine iman, ihlas ve en samimi
duygularla teslim olmasını istemiş, o da hiçbir fütûr göstermeksizin kayıtsız
şartsız teslimiyetini arzetmiştir. Canı, malı ve evladı ile imtihan olmuş ve
hepsini başarıyla tamamlamıştır. Büyük bir ihlasla Allah’a kulluğa devam
etmiştir. O’nun “Şunu bilin ki ben, dupduru bir iman ve teslimiyetle yüzümü gökleri
ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim. Ben müşriklerden değilim” (En‘âm 6/79) sözü de, bu teslimiyetini beyân
etmektedir.
Allah’a teslimiyet, dinin esasını teşkil eder. Bu
sebeple peygamberler öncelikle kendileri Allah’a teslim olmuşlar, sonra
yakınlarını ve ümmetlerini buna davet etmişlerdir. Hz. İbrâhim ve torunu Hz.
Yakup’ta da bu durumu görmekteyiz. Her ikisi de çocuklarına Allah’a teslimiyeti
vasiyet ve tavsiye etmişlerdir. Onlara, Allah’ın kendileri için seçtiği hak
dine tabi olmalarını, imanlı ve ihlaslı bir hayat yaşamalarını ve ancak müslüman
olarak can vermelerini, bunun için de İslâm’dan kıl payı ayrılmamalarını
öğütlemişlerdir. Bu, Allah Teâlâ’nın dinin tebliği ile alakalı olarak, “Önce
en yakın akrabanı uyar” (Şuarâ 26/214) ilâhî buyruğuna uygun bir
davranıştır. Çünkü ilgi, sevgi ve şefkate en layık olanlar; diğer taraftan
söyleneni dinleyip kabul etmeye en müsait olanlar, akrabalardır. Peygambere
yakın olanların kabul ettikleri bir mesajı, diğer insanlar daha kolaylıkla
kabul edeceklerdir. Onların hallerinin düzgün olması, diğer insanların da
hallerinin düzgün olmasına sebep teşkil edecektir. Nitekim Peygamber Efendimiz,
açıktan ilk tebliği, evvela akrabalarını toplayarak onlara yapmıştır. (bk.
Müslim, İman 348) Sonra peyderpey diğer insanlara tebliğ etmiştir.
Gelen âyet-i kerîmeler, Hz. İbrâhim’in tevhid dîninden
yüz çeviren Ehl-i kitaba, özellikle yahudilere hitap etmektedir:
133. Yâkub son nefesini verirken yoksa siz de orada mıydınız? O sırada Yâkub oğullarına: “Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?” diye sormuş, onlar da: “Sadece senin ilâhına; ataların İbrâhim, İsmâil ve İshâk’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz. Biz sadece O’na teslim olmuşuz” demişlerdi.
134. Onlar bir ümmetti, gelip geçtiler. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorgulanacak değilsiniz.
Bu âyetler, yahudilerin Allah Resûlü’ne: “Bilmiyor
musun? Yakup öldüğü gün oğullarına yahudiliği tavsiye etmişti” demeleri üzerine
inmiştir. (Vâhidî, Esbâbu’n-nuzûl, s. 44) Dolayısıyla böyle bir soru,
olayı reddetmek için olup şu mânayı ifade eder: “Hayır, orada değildiniz. O
halde Yakub’un ne söylediğini nereden bileceksiniz. Onun ne dediğini en iyi biz
biliyoruz. Yakup ölmek üzereyken oğullarına: «Benden sonra kime kulluk
edeceksiniz?” diye sordu Oğulları da: «Sadece senin ilâhına; ataların İbrâhim,
İsmâil ve İshâk’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz. Biz sadece O’na
teslim olmuşuz» dediler”.
Hz. Yakup, bu sualiyle oğullarından tevhîd ve İslâm
inancı üzerinde kalacaklarına dâir söz almak istemişti. Zira Mısır’a geldiğinde
halkın türlü türlü putlara taptıklarını görmüş, onların arasında yaşayacak olan
evlatları hakkında endişeye kapılmış ve kendisinden sonra da dinin elden
bırakılmamasını hatırlatmak gereğini duymuştu. O, gerçekten Allah’a bağlı bir
kul olduğunu ve İslâm üzere ölmenin önemini kendi şahsında örnek olarak
göstermiştir. Oğulları da verdikleri cevapla bu uğurda kararlı ve azimli
olduklarını ortaya koymuşlardır. Allah Teâlâ, bu ibretli hadise ile Ehl-i kitabı
ve diğer inanmayanları, İslâm dinini kabule davet etmektedir.
Devam eden âyet-i kerîmede ise sorumluluğun
ferdiliğine dikkat çekilerek, herkesin kendini kurtaracak bir amel ve gayret
peşinde olması gerektiği vurgulanmaktadır: Kıssaları anlatılan ve tevhid innacına
mensup olan Hz. İbrâhim, Hz. Yakup ve onların vasiyetini tutarak Allah’ın
birliğine inanan oğulları bir ümmet idiler. Çeşitli insan gruplarının birliği
için, onların önüne geçmiş, uyulmaya ve itaat edilmeye layık bir cemaat
mevkiinde bulunuyorlardı. İşledikleri bütün ameller ve yaptıkları iyilikler
kendi sevap defterlerine yazıldı. Bunların mükafatı onlara verilecektir. Peki
siz ne durumdasınız ve neler yapmaktasınız? Şunu bilin ki, sizin yaptığınız ve
kazandığınız şeyler de sizin amel defterinize kaydedilmektedir. Bunların iyi
veya kötü karşılığı da size verilecektir. Üstelik, öncekilerin yaptıklarından
size herhangi bir şey sorulmayacaktır. Siz, sadece kendinizden ve kendi yaptıklarınızdan
mesul tutulacaksınız. Bu âyet-i kerîmede, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yâkub gibi
peygamberlerin soyundan gelen, bu sebeple seçilmiş ve imtiyazlı bir ümmet
olduklarını zanneden, dolayısıyla Allah huzurunda da özel bir muameleye tâbi tutulup
mükâfat göreceklerini savunan yahudilere ciddi bir uyarı bulunmaktadır. Zira
böyle bir düşünce, boş bir hayal ve asılsız bir kuruntudan başka bir şey
değildir. Dolayısıyla ayet, “üstün ırk”, “imtiyazlı ümmet” gibi mesnetsiz
iddiaları reddettiği gibi, dolaylı olarak Âdem ve eşinin işlediği hata yüzünden
bütün insanların günahkâr olduğu şeklindeki hıristiyanlık anlayışını da ortadan
kaldırmaktadır.
Bundan sonra gelen ayetlerde de yine Ehl-i kitabın
kendiliklerinden ileri sürdükleri bir takım delilsiz düşünceleri ortaya konup düzeltilmekte
ve İslâm’ın dosdoğru hakikatleri beyân buyrulmaktadır:
135. Yahudiler “yahudi olun”, Hristiyanlar da “Hristiyan olun ki doğru yolu bulasınız” derler. De ki: “Hayır! Biz, tek Allah’a inanan ve hiçbir zaman müşriklerden olmayan İbrâhim’in dinine uyarız.”
136. Ey mü’minler siz de şöyle deyin: “Biz Allah’a, bize indirilene; İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yâkub ve torunlarına indirilene; yine Mûsâ’ya ve İsa’ya verilene, hülâsa Rableri tarafından bütün peygamberlere gönderilene iman ettik. Biz o peygamberler arasında hiçbir ayrım yapmayız. Biz, sadece Allah’a boyun eğen müslümanlarız.”
137. Eğer onlar, sizin iman ettiğiniz gibi inanırlarsa mutlaka doğru yolu bulurlar. Yok, yüz çevirirlerse, büyük bir anlaşmazlık ve derin bir çıkmaza saplanmış olurlar. Onlara karşı Allah sana kafi gelecektir. O, işiten ve bilendir.
138. Yine şöyle deyin: “Biz Allah’ın boyadığı renge boyandık. Kimin boyası Allah’ın boyadığı renkten daha güzeldir? Biz, yalnızca O’na kulluk ederiz.”
Sûrenin 135. âyet-i kerîmesi, Medine’deki yahudi ileri
gelenleriyle Necran hıristiyanları hakkında nâzil olmuştur. Bunlar din hususunda
müslümanlarla münakaşa etmiş ve en üstün dinin kendi dinleri olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Yahudiler: “Yahudi olun, çünkü bizim peygamberimiz Mûsâ,
peygamberlerin en üstünüdür. Kitabımız Tevrât kitapların en iyisidir, dînimiz
ise dinlerin en mükemmelidir” deyip Hz. İsa’nın peygamberliğini ve İncil’i,
yine Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini ve Kur’ân’ı inkâr ettiler. Hıristiyanlar
ise: “Hıristiyan olunuz. Çünkü peygamberimiz İsa, peygamberlerin en üstünüdür,
kitabımız İncil kitapların en iyisidir, dînimiz de dinlerin en mükemmelidir”
diyerek, Hz. Mûsâ’yı ve Tevrât’ı, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i ve Kur’ân’ı inkâr
ettiler. (Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 44; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 743)
Allah Teâlâ, bu âyet-i kerîmede gerçek dinin hangi din
olduğunu haber vermektedir. Bu din, Hz. İbrâhim’in şirk ve küfür gibi her türlü
bâtıl inançlardan uzak, dosdoğru tevhid dinidir. Buna Kur’an, “hanif dini”
demektedir. İbrâhim, hiçbir zaman müşriklerden de olmamıştır. Dolayısıyla bütün
bâtıl ve muharref dinleri bir kenara bırakarak işte bu dine tabi olmak gerekir.
Doğru yolu bulabilmek için yahudilerin de, hıristiyanların da müşriklerin de bu
dini kabul etmeleri lazımdır.
Hz. İbrâhim’in getirdiği tevhid dininin mensubu
olabilmek, onun gereklerini yerine getirebilmek, hatta onu ihya edip
yenileyerek yepyeni bir müslüman ümmet oluşturabilmek için öncelikle şöyle
külli bir inanç sisteminin kabulüne ihtiyaç vardır: Allah’a iman ilk sırada yer
almaktadır. Çünkü o, inanç esaslarının en temel umdesidir. Sonra insanlık
tarihi boyunca Allah’ın gönderdiği peygamberler ve onlara indirdiği vahiylere
iman sözkonusu edilmektedir. Bir müslüman, Allah’a ve Kur’an’a inandığı gibi
daha önce gönderilmiş bulunan bütün peygamberlere ve onlara gelen kitaplara,
suhuflara ve diğer vahiylere inanır. Hepsinin Allah’ın gönderdiği peygamber ve
Allah’ın indirdiği vahiy olması açısından, bunlar arasında bir ayırım yapmaz.
Bunlardan bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek gibi dinin tabiatına
aykırı bir davranış içine giremez. Ancak o, bütün benliği ile Allah’a ve O’nun
emirlerine teslim olur.
Allah’ın rızâsına uygun müslüman ve mü’min olabilmenin
gereği budur. Bu bakımdan diğer insanlar; yahudi, hıristiyan ve müşrikler, müslümanların
inandıkları gibi inandıkları takdirde hidâyete erecek, doğru yolu bulacaklardır.
Dolayısıyla onlara, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ve Kur’an’a iman
etmeleri şart koşulmaktadır. Böyle bir imanı kabul etmediklerinde ise tevhitten
kopacak ve ihtilaf, anlaşmazlık, tefrika ve münakaşanın içine
yuvarlanacaklardır. İslâm’la dostluk ve ülfet yolunu terk edecek, ona ve
taraftarlarına düşmanlık yolunu seçmiş olacaklardır. Bu noktada Cenab-ı Hak
Peygamber Efendimizi teselli etmektedir. Özellikle yahudi ve hıristiyanların
menfi düşünce ve davranışları karşısında üzülmemesini, zira Allah’ın yardımının
onun için yeterli olacağını haber vermektedir. O, her şeyi işitmekte ve
görmektedir. Nitekim Allah Teâlâ, bu yüce va‘dini, Benî Kurayza yahudilerinin
öldürülmesi ve esir edilmesiyle, Benî Nadir yahudilerinin
Medine dışına çıkarılıp Şam ve diğer yerlere sürülmesiyle ve Necrân hıristiyanlarının
da zelîl bir şekilde cizye vermeyi kabul etmeleriyle yerine getirmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 792)
138. ayette “Allah’ın boyası” şeklinde tercüme edilen صِبْغَةُ
اللّٰهِ (sıbğatullah) ifadesine müfessirler: “İslâm, İslâm boyası, Allah’ın
ezelî-ebedî değişmez dini, Allah’ın insan tabiatına lütfetmiş olduğu temiz
fıtrat, sünnetullah dediğimiz ilâhî kanunlar, Allah’ın hücceti” gibi mânalar
vermişlerdir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 792; Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IV, 78-79) Dolayısıyla bu ifade ile inanç, ibâdet,
ahlâk ve muâmelâtıyla Allah yanında yegane din olan İslâm dini kastedildiği
anlaşılmaktadır. Aynı zamanda bu hak dine uyma ve onu yaşama sayesinde elde
edilen ruhî ve ahlâkî kemal de sözkonusu edilmektedir.
Diğer taraftan ayette dolaylı olarak hıristiyanların
vaftiz uygulamalarının yanlışlığı ortaya konmaktadır. Zira onlar, yeni doğan
çocukları sarımtırak boyalı bir suya batırarak gerçek hıristiyanlığa
soktuklarına, onunla boyadıklarına inanırlardı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 792) Kur’an’a göre, böyle göstermelik işler ve sembolik
uygulamalarla gerçek dindarlığa ulaşılamaz. Gerçek iman, sadece boyalı suya
girip çıkmakla kazanılamaz. Hakiki iman ancak Allah’ın boyasıyla boyanmak ve
insanın temiz fıtratının gereği olan hak dinle bezenmekle elde edilir. Böyle
bir dinin muhtevasında yaşayarak öğrettiği güzel ahlâk ile ahlâklanmak, onun mânevî
zinetleriyle süslenmek ve örnek bir müslüman şahsiyet seviyesine
yükselebilmekten daha güzel bir şey düşünülemez. Hele vaftiz gibi sunî
uygulamalar böyle bir dinin ve inancın yerini asla tutamaz. Maddi âlemde;
bitkilerde, ağaçlarda, çiçeklerde, insanların yüzlerinde seyredilen Allah’ın
fıtrî boyasından daha güzel boya olamayacağı gibi, mânevî âlemde de iman, İslâm,
ihsan, ihlas, takvâ, ilâhî aşk ve muhabbet boyası, boyaların en güzelidir.
Dolayısıyla müslüman, kendisine ve genel olarak insanlığa bu güzellikleri
bahşetmiş olan Allah’a lâyık olduğu şekilde kulluk etmelidir. Bu kulluğunu “Biz, yalnızca
O’na kulluk ederiz” (Bakara 2/138) şeklinde bir şükran ifadesi olarak da dile getirmelidir.
Ehl-i kitap böyle bir kulluk anlayışını benimseyecek
yerde Allah ve peygamber gibi en temel dinî esasları tartışma konusu
yapmışlardır:
139. De ki: “Bizimle Allah hakkında tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Halbuki O, bizim de Rabbimiz sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Biz O’na gönülden bağlıyız.”
140. Yoksa siz İbrâhim, İsmâil, İshak, Yâkub ve torunların yahudi veya hristiyan olduğunu mu söylüyorsunuz? De ki: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?” Allah’ın kendisine bildirdiği bir gerçeği söylemeyip gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.
141. Onlar bir ümmetti, gelip geçtiler. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorgulanacak değilsiniz.
Ehl-i kitap, daha önce peygamberlerin pek çoğu
onlardan gelmesi sebebiyle, nübüvvetin kendilerine daha lâyık olduğunu söylüyor
ve İsrâiloğulları dışından peygamber gelmesini reddediyorlardı. Din ve imana,
putlara tapan Araplardan daha müstehak olduklarını iddia ediyorlardı. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IV, 80) Kendilerinin Allah’ın oğulları ve
dostları olduklarını zannediyor (Mâide 5/18); cennete ancak, yahudi veya hıristiyan
olanların girebileceğini sanıyor (Bakara, 2/111) ve insanlara hidâyete
erebilmeleri için yahudi veya hıristiyan olmalarını (Bakara 2/135)
öneriyorlardı.
Hâsılı onlar, son Peygamberin Araplardan gelmesini bir
türlü hazmedemiyor ve Allah’ın bu takdiri hususunda sürekli bir münakaşa ve
mücadele içine giriyorlardı. Halbuki buna hakları olmadığı gibi, gerek de
yoktur. Çünkü Allah, herhangi bir ırkın değil, bütün insanların Rabbidir. O,
dilediğini yaratmada, seçmede ve istediğine istediğini vermede mutlak tasarruf
sahibidir. O’nun iradesini sınırlandıracak hiçbir kuvvet yoktur. Diğer taraftan
herkesin ameli kendine aittir. Hiç kimse bir diğerinin ne günahını
yüklenebilecek, ne de yaptığı iyilikten fayda görebilecektir. Yaratılmışların
Allah ile bir nesep bağı yoktur. Herkes ancak O’nun emirlerine riayeti
nispetinde bir şeref ve üstünlük elde edebilecektir. O halde faydasız
tartışmaları bir tarafa bırakarak, son derece lüzumlu olan hususlara ehemmiyet
vermek gerekir. Allah’a ihlasla kulluk etmek, O’na gönülden bağlanmak ve O’nun rızâsına
ermek için çaba ve gayret gösterilmelidir. Zira ihlâs; ameli şirk ve
gösterişten temizlemek, daha açık bir ifadeyle onu kulların mülâhazasından
arındırmaktır. İşte Hz. Peygamber ve ona inanan müslümanlar bu yolda
yürümektedirler. Dolayısıyla ey Ehl-i kitap ve diğer insanlar siz de bu yola
girmelisiniz!
Böyle davranacak yerde, sağa sola kıvranıyor ve
kendinize bir çıkış yolu aramaya çalışıyorsunuz: İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yakup
ve torunlarının yahudi veya hıristiyan olduğunu söylüyorsunuz. Halbuki bunların
yahudi veya hıristiyan olmaları imkân dışıdır. Zira Tevrat ve İncil Hz. İbrâhim’den
sonra indirilmiş (Âl-i İmrân 3/65), yahudilik
ve hıristiyanlık isimleri de bu peygamberlerden asırlarca sonra ortaya
çıkmıştır. Nitekim “yahudi” kelimesi, Hz. Ya’kub’un oğullarından Yahuda’nın
ismine nispetle türetilen ve başlangıçta Yahuda nesline mensup olanları ifade
eden bir kabile ismidir. Ancak Hz. Mûsâ’dan en az yedi yüzyıl sonra İsrâil
soyuna aynı zamanda yahudi, bunların dini inançlarına da yahudilik denilmiştir.
“Hıristiyan” kelimesi ise ilk defa Hz. İsa’dan sonra Antakya’daki İsâ (a.s.)’a
inananlar için ve sadece onlarla sınırlı olarak kullanılmıştır. Bu sebeple
âyette anılan peygamberlere ne dinî ne de ırkî anlamda yahudi veya hıristiyan demek mümkün değildir. (Karaman
ve diğerleri, Kur’an Yolu, I, 223-224)
Bu gerçekleri en iyi bilen şüphesiz Allah’tır. O
peygamberlerin dinleri, aynen Hz. İbrâhim’de olduğu gibi, yahudilik ve hıristiyanlık
değil, hanîfliktir. (bk. Âl-i İmrân 3/67) Allah’ın, başlangıçtan itibaren
insanlara bildirdiği ve insanın tabiatına en uygun olan tevhid dinidir. Allah
Resûlü’nün getirdiği ve tebliğ ettiği de aynı dininin devamıdır. Yahudi ve hıristiyan
din âlimleri de bu gerçeği bilmekte, fakat bunu kendi toplumlarından gizlemekte
idiler. Şu bir gerçek ki, böyle ilâhî hakikatlere ait bilgileri ve delilleri
gizlemek, büyük bir haksızlıktır. Böyle davranandan daha büyük zalim yoktur.
Ayetin sonundaki “Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara
2/140) ikazı da, işlenen bu günahın ağırlığına ve büyüklüğüne dikkat
çekmektedir.
İsmi geçen bu peygamberler ve tabileri bir ümmet
idiler. Tarihin bir bölümünde vazife ve hizmetlerini ifa edip dünyadan göçtüler.
Yaptıkları iyilikler ve kazandıkları mükâfatlar onlara aittir. Şimdi sıra
sizdedir. Şu an bir hayat imtihanı vermektesiniz. O peygamberler ve sâlih
insanlarla kurmaya çalıştığınız ırkî veya dinî irtibatlar size bir fayda
sağlamayacaktır. Size esas fayda verecek olan, kendi hür iradenizle karar verip
yaptığınız hayırlı işler olacaktır. Bu sebeple, boş ve faydasız sözlerden
uzaklaşarak güzel ameller yapmaya çalışın. Sizi ilgilendirmeyen şeyleri
bırakıp, ilgilendiren şeylere önem verin. Şunu bilin ki siz, sadece kendi
yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz; öncekilerin yaptıklarından sorumlu
tutulmayacaksınız!
Buraya kadar âyet-i kerîmeler, Allah’tan gelen dinin
birliğini ve peygamberlerin toplumlarına hep aynı mesajı getirdiklerini beyân
ederek inanç ve amel itibariyle kalplerde ve ruhlarda bir birlik oluşturmaya
çalıştı. Şimdi ise mü’minlerin hem ruhen hem de bedenen birliğini temin edecek
önemli bir ilâhî hüküm olan kıble mes’elesine geçilmektedir:
142. İnsanlardan bir takım beyinsizler: “Müslümanları, şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden vazgeçiren sebep nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da Allah’ındır, batı da. O, dilediğini doğru yola kavuşturur.”
143. Böylece sizi, bütün insanlara şâhit ve örnek olasınız, Peygamber de size şâhit ve örnek olsun diye dengeli mutedil bir ümmet kıldık. Senin daha önce de yöneldiğin Kâbe’yi yeniden kıble yapmamızın sebebi, Peygamber’e uyanları, ökçesi üzerinde tekrar eski dinlerine dönecek olanlardan ayırmak içindir. Kıblenin değiştirilmesi, Allah’ın doğru yola ilettiklerinden başkalarına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı, önceden Beyt-i Makdis’e yönelerek kıldığınız namazları zâyi etmeyecektir. Çünkü Allah, insanlara çok şefkatli, çok merhametlidir.
Sözlükte
“yön” mânasına gelen “kıble”, dini terim
olarak “namaz kılarken döndüğümüz istikâmetin” adı olmuştur.
Müslümanlar,
hicretten önce Mekke’de Kâbe’ye yönelerek namaz kılıyorlardı. Allah Resûlü (s.a.s.),
Medine’ye hicret edince Allah’ın emriyle yahudilerin kalplerini İslâm’a
ısındırmak için ve daha başka hikmetlerle on altı veya on yedi ay süreyle
Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kıldı. Fakat Efendimiz, kıblenin Kâbe tarafına
çevrilmesini çok istiyordu. Bu âyet-i kerîmelerin nüzûlüyle Kâbe, kıyamete
kadar müslümanların kıblesi oldu. (Buhârî, Salât 31; Müslim, Mesâcid 13)
Allah Teâlâ, henüz kıblenin değiştirilmesi ile
alakalı emir gelmeden önce bu hususta Peygamberimiz ve müslümanları
hazırlamaktadır. Akıl ve izandan mahrum bir kısım beyinsizlerin böyle bir durum
karşısında takınacakları tavra dikkat çekmektedir. Onlar, ilâhî emri kabule
yanaşmayacak ve itiraz edeceklerdir. Dolayısıyla Peygamber ve mü’minler, buna
hazır olmalı ve böyle huzursuz edici sözlerin söylenmesi halinde sıkıntıya
düşmemelidirler. Diğer yönden âyet, kâfirlerin itirazlarına nasıl cevap
verileceğini öğretmektedir: Doğu da batı da bütün yönler Allah’a aittir. O,
bunlardan istediğini dilediği vakit kıble olarak tayin edebilir. Dilediği
kullarını sırât-ı müstakîme, en doğru olana ve en güzel yöne yönlendirir.
Mutlak irade, hüküm ve icrâ yetkisi O’nundur. O halde sefihlerin ileri geri
konuşmalarının bir mânası yoktur. Bunları dikkate almamalı ve gereken ne ise o
yapılmalıdır.
Cenab-ı
Hak, ümmet-i Muhammed’i en doğru yola iletmek suretiyle onları vasat bir ümmet
yapmıştır. “Vasat ümmet”, her bakımdan aşırılıklardan uzak, adâletli, dengeli
ve hayırlı; her türlü inanç, amel, hal ve davranışlarında insaflı, ölçülü ve
uyumlu olan örnek bir toplum demektir. Onlar, dünya ile âhiret, madde ile mâna
arasındaki dengeyi en iyi bir şekilde tesis ederek âhenkli ve mutedil bir hayat
sürerler. Allah, din, insan, dünya ve âhiret telakkileri mükemmeldir. Bu
halleriyle onlar, bütün insanlara, bütün toplumlara örnek teşkil ederler.
Bu
ümmet merkez ümmettir. Bütün ümmetleri görebilen bir mevkidedir. Mesela وَسَطُ الْمَد۪ينَةِ (vasatu’l-medine)
şehir merkezi demektir. Muhammed ümmeti hiçbir peygamberi dışlamamakta, hepsini
kabul etmekte, hepsine gelen vahiyleri kabul edip değerlendirmektedir. Dolayısıyla
bütün ümmetlerin merkezinde olmayı hak etmektedir. Şâhit vasfının bir gereği
olarak hepsini görmektedir, peygamberi de onu görmektedir.
Şâhit
kelimesinin “gözetim altında tutma” anlamı da vardır. Buna göre bütün insanları
gözetim altında tutma görevini Allah müslümana vermektedir. Buna göre demek ki
Allah Teâlâ, müslümanların bütün insanları kontrol etme gücünde olmasını murat
etmektedir. Bunun için müslümanların da Resûlullah (s.a.s.)’in gözetimi ve
kontrolü altında bulunması gerekmektedir. Hâsılı müslüman Peygamberi’nin, gerek
yahudi, gerek hıristiyan bütün insanlar da müslümanın kontrolünde olmalıdır.
Şâhit,
davacıyla davalı arasında ortada, tarafsız, adil, yalnızca gerçeği söyleyen,
sözü dinlenir ve sözüne itibar edilir kimse mânasına da gelir. Bu açıdan bakıldığında
hal, hareket ve davranışları bakımından örnek alınabilecek kimselere de şâhit
denilir. Bu mânada Cenab-ı Hak, Muhammed ümmetini insanlar arasında hakşinas,
doğru sözlü, adil, dürüst, iyi ahlâk sahibi, ilim ve irfanla seçkin, şâhitlik etmeye
layık, önder bir cemaat kılmak ve böylece tam mânasıyla adil ve hakim bir ümmet
teşkil etmek için, Resûlullah (s.a.s)’in izinde insanları yeni bir sırât-ı
müstakîme yönlendirmiştir. Dolayısıyla çeşitli toplumlar arasında İslâm ümmeti,
bu mesuliyetinin şuurunda olması ve bu vazifesini unutmaması gerekir. Bu sayede
müslümanlar diğer insanlara şâhit ve örnek olacak; Peygamber de onlar üzerine şâhit
ve onlar için uyulacak, ardına düşülecek bir önder olacaktır. “Allah Resûlü’nde
sizin için; Allah’a ve âhirete kavuşmayı uman ve Allah’ı çok çok zikreden
kimseler için her bakımdan uyulması gereken mükemmel bir örnek vardır”
(Ahzab 33/21) âyetinin işaretiyle, Muhammed ümmeti Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’i her
türlü söz, fiil ve davranışlarında kendilerine şâhit tutar, imam ve önder kabul
eder; bir örnek, bir nümûne-i imtisal edinirler, onun getirdiği sırat-ı
müstakim üzerinde giderlerse bütün insanlar onların arkasından yürür ve onları
kendisine imam tanır, hakkın açığa çıkması için onların söz ve görüşlerine başvururlar.
Hâsılı ümmetin diğer toplumlar nezdinde delil ve örnek olması, her şeyden önce
onların Kur’an’a ve sünnete uygun yaşamasına bağlıdır. (Elmalılı, Hak Dini, I,
525)
Bu
hususta Kur’an ve sünnetin talimatlarına uygun hareket etmek gerektiği gibi, namaz
kılarken nereye yönelmemiz gerektiği hususunda da aynı dikkati göstermelidir.
Nitekim kıble ilk zamanlar Beytullah iken sonra Beyt-i Makdise sonunda da
tekrar Beytullah’a çevrildi. Şüphesiz kıblenin Beyt-i Makdis’ten Kâbe’ye
çevrilmesinde pek çok hikmet vardır. Bunlardan biri, Allah Resûlü’ne gerçekten
inanıp tabi olan samimi mü’minlerle, böyle olmayanları birbirinden ayırmaktır.
Allah’tan gelen her emre kayıtsız şartsız tabi olacaklarla, bahaneler ileri
sürerek itaatten yüz çevirecekleri ortaya çıkarmaktır. Gerçekten de kıble değişikliği,
müslümanları sevindirirken diğerleri için bir fitne sebebi olmuştur. Özellikle
yahudiler ve münafıklar bunu bir dedikodu vesilesi yapıp Allah Resûlü’ne dil
uzatmaya kalkışmışlardır. Kıble değişikliği, Allah’ın hidâyet ettiği kimseler
dışında kalanlara çok ağır gelmiştir. Zira alışılmış şeyleri terk etmek zordur.
Fakat Allah’ın emrettiği hükümlerin belli bir hikmete bağlı olduğunu bilenler,
O’na itâat edenlerin kurtulup mutlu olacaklarını, O’na isyan edenlerin ise şakîlerden
olup hüsrâna uğrayacaklarını yakînen kabul edenler için bir sıkıntı ve zorluk
sözkonusu değildir. Fakat yahudi ve münafıkların menfi konuşmaları sebebiyle
bir kısım müslümanlar, kıble değiştirilmeden önce Beyt-i Makdis’e doğru namaz
kılan ve bu hal üzere ölen mü’minler hakkında endişeye kapıldılar. Ayetin, “Allah
sizin imanınızı, önceden Beyt-i Makdis’e yönelerek kıldığınız namazları zayi
etmeyecektir” (Bakara 2/143) kısmı,
onların bu endişe ve üzüntülerini gidermek üzere gelmiştir. (Buhârî, Tefsir 2/12)
Çünkü Allah, insanlara çok şefkatli, çok merhametlidir. Şefkat ve merhamet
adına ne varsa hepsinin kaynağı O’dur. Dolayısıyla Allah, kendisine iman ve
itaatin gereği olarak yapılan amelleri kabul eder. Onların mükafatlarını zayi
etmez. Hatta imanları sebebiyle kullarının günahlarını affeder ve onları
durmadan rızıklandırır. Dolayısıyla bu hususta bir endişeye kapılmaya gerek
yoktur.
Kıblenin
değiştirileceği hususunda yapılan ilmi, fikrî ve siyasî bir hazırlıktan sonra
şimdi de namazda Kâbe’ye dönülmesiyle alakalı kesin hüküm gelmektedir:
144. Rasûlüm! Biz, kıbleyle alakalı vahiy ümidiyle yüzünü sık sık göğe doğru çevirip durduğunu elbette görüyoruz. Şimdi seni râzı olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Bundan böyle namazda yüzünü Mescid-i Harâm’a doğru çevir. Ey mü’minler! Siz de nerede olursanız olun, namaz kılarken yüzünüzü o yöne çevirin. Kendilerine kitap verilenler, bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah, onların yaptıklarından habersiz değildir.
145. Kendilerine kitap verilenlere her türlü delil ve mûcizeyi getirsen, yine de senin kıblene dönmezler. Sen de hiçbir zaman onların kıblesine dönecek değilsin! Zâten onlar birbirlerinin kıblesine de dönmezler. Şâyet sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyarsan, o vakit sen mutlaka zâlimlerden olursun!
Resûl-i
Ekrem Efendimiz, Kâbe’nin kıble olmasını gönülden istiyordu. Bu ümit içerisinde
zaman zaman yüzünü edeple göğe doğru çeviriyordu. Artık kıblenin değiştiğini
haber veren vahyin gelmesini bekleyip duruyordu. Adeta gökten Cibrîl’in yolunu
gözlüyor ve bir an önce yahudilerin kıblesinden ayrılıp atası Hz. İbrâhim’in
kıblesi olan Kâbe’ye yönelmeyi arzu ediyordu. İşte yukarıdaki ayetler bu sebeple
nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 46)
Bu
ayetlerle eski kıble olan Beyt-i Makdis’e yönelmek kaldırılmış ve namazda
Kâbe’ye dönmek farz kılınmıştır. Yanında bulunanlar bizzat Kâbe’ye, uzağında
olanlar ise çoğunluğun görüşüne göre Kâbe tarafına yönelirler. Ayette bizzat
“Kâbe”ye denilmeyip, “Mescid-i Haram tarafına” buyrulması buna işaret kabul
edilmiştir. Zira Mescid-i Haram, Kâbe’nin kendisi değil, çevresindeki Harem-i
şeriftir. Burada savaş, kavga ve her türlü saldırı yasaklandığı ve tam bir emniyet
hedeflendiği için oraya “harem” bölgesi denilmiştir.
Allah
Teâlâ, Hz. Peygamber’e Mescid-i Haram’a yönelmeyi emrettikten sonra aynı emri
mü’minler için de tekrarlamaktadır. Bundan maksat, Kâbe’nin bütün mü’minlerin
kıblesi olduğunu beyân ve ümmeti ona uymaya teşvik etmektir. Kıyamete kadar
bütün zamanlar ve bütün mekanlarda, nerede olursak olalım namaz kıldığımızda
Kâbe tarafına dönmemiz lazımdır. Zaruri durumlar bunun dışındadır.
Ehl-i
kitap, kıblenin Allah tarafından Kâbe’ye çevrildiğini ve bunun Peygamber’in
kendiliğinden ihdas ettiği bir şey olmadığını çok iyi biliyorlardı. Çünkü
kitaplarında Rasulüllah (s.a.s.)’in Beyt-i Makdis’ten sonra Kâbe’ye doğru namaz
kılacağı haber verilmekteydi. Ancak onlar, inat ve hasetleri sebebiyle bu
tahvil işinin Hz. Peygamber tarafından uygulandığını iddiâ ediyorlardı. Bu
sebeple onlara hangi delil, hangi mûcize getirilse getirilsin, bu inatlarından
vazgeçmeleri ve İslâm’ın kıblesine dönmeleri mümkün değildir. Bu hüküm, kâfir
olarak ölecekler için geçerlidir. Sonradan hidâyete erecek kimseler için geçerli
değildir. Peygamber ve müslümanların da onların kıblesine yönelmesi mümkün
değildir. Çünkü bu hüküm, imanı ve dinin aslını ilgilendiren bir hükümdür.
İşin
ilginç yanı, ikisi de aynı kitabın taraftarları olan yahudi ve hıristiyanlar da
birbirlerinin kıblesine itibar etmezler. Bilakis her biri kendi kıblesinde
ısrar ederler. Bu, kesin bir bilgiye dayandıklarından dolayı değil, sadece
nefislerinin bir arzusudur. Bu sebeple ayetin sonunda Allah Resûlü ikaz
edilmektedir: Kendisine dini mevzularla alakalı herhangi bir vahiy ve bilgi
geldikten sonra Ehl-i kitap veya diğer insanların arzularına uymanın büyük bir
yanlışlık, haksızlık ve zulüm olacağı vurgulanmaktadır. İnsanların arzularını
bırakıp sadece vahye tabi olma hususunda öncelikle Peygamberimiz, onun şahsında
da bütün müslümanlar uyarılmaktadır.
Devam
eden ayette Ehl-i kitabın bir diğer yönüne temas edilmektedir:
146. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, o Peygamber’i öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir gürûh, gerçeği bile bile gizlerler.
147. Rasûlüm! Bu konuda gerçek sana Rabbinden gelmiştir. O halde sakın şüphe edenlerden olma!
Ehl-i
kitap, özellikle de yahudi ve hıristiyan din adamları, kutsal kitaplarında yer
alan bilgilerden hareketle Peygamber Efendimizi, ona yeni bir kitap, yeni bir
din verileceğini ve tabii olarak bir kısım yeni düzenlemelerin yapılacağını
biliyorlardı. Ki, kıblenin değiştirilmesi de bunlardan biridir. Hal böyle iken
onlar, bile bile gerçekleri gizliyorlardı. Çünkü onlar da bir peygamber bekliyorlar
ve fakat bunun kendi kavimleri arasından çıkması gerektiğini düşünüyorlardı. Bu
sebeple Araplar arasından fakir bir aile çocuğunun, yetim bir yavrunun büyüyüp
peygamber olmasını hazmedemiyorlardı. Dolayısıyla onun peygamberliğini,
tebliğini ve getirdiği hükümleri reddediyorlardı. Böylece kendi kutsal
kitaplarının verdiği gerçekleri de gizlemiş oluyorlardı. Onların gerçekleri
gizlemelerinin bir anlamı ve değeri yoktur. Çünkü Allah Teâlâ, gerekli bütün
hükümleri Peygamberine vahyetmektedir. Kıble ile ilgili hüküm de bunlardan
sadece biridir. O halde herhangi bir zihni karışıklığa ve şüpheye düşmeye gerek
yoktur. Her şey ayan beyân ortadadır.
O
halde siz şüphe, kuruntu ve hayalleri bir tarafa bırakarak Allah’ın emrine
sarılmaya ve hayırda yarışmaya çalışın:
148. Her milletin yöneldiği bir kıblesi vardır. Siz hep hayırlı işler yapmada birbirinizle yarışın! Nerede olursanız olun, Allah hepinizi huzurunda bir araya getirecektir. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.
149. Her nereden yolculuğa çıkarsan çık, namaz kılarken yüzünü Mescid-i Harâm’a doğru çevir. Bu emir, Rabbinden gelen gerçek bir emirdir. Allah, yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.
150. Her nereden yolculuğa çıkarsan çık, namaz kılarken yüzünü Mescid-i Harâm’a doğru çevir. Ey mü’minler! Siz de nerede bulunursanız yüzünüzü o yöne çevirin. Öyle ki, insanlardan zulmedenler dışında hiç kimse sizin aleyhinizde bir delil bulamasın. Artık siz de onlardan korkmayın, benden korkun! Böylece hem size olan nimetimi tamamlayayım, hem de siz doğru yolu bulasınız.
Herkesin;
her bir millet ve ümmetin değişik maksatlarla yöneldiği bir takım yönler
vardır. Yahudiler ve hıristiyanlar gibi farklı din mensupları, ibâdet ve
ayinlerini, kendi adetleri gereği belli bir yöne yönelerek yerine
getirirler. Bunlardan herhangi birinin,
mesela yahudilerin yöneldiği Beyt-i Makdis’in mutlaka kıble olarak sonsuza
kadar devam ettirilmesi şart değildir. Bundan böyle İslâm ümmetinin kıblesi,
Kâbe’dir. Bütün müslümanlar, namaz kılarken buraya yönelmelidirler. Yeryüzünün
çeşitli bölgelerinde bulunan müslüman halkların Kâbe’ye yönelecek bir yönleri
vardır. Kuzey halkı, Kâ’be’nin kuzey tarafına, güney halkı güney tarafına, doğu
halkı doğu tarafına, batı halkı batısına, aradakiler de aradan bir yöne
yönelirler. Hepsinin yönleri farklı olmakla beraber tamamı, bir Kâbe etrafında
toplanmış olmaktadır. Böylece ona yönelen yeryüzündeki bütün müslümanlar, adeta
Kâbe’nin etrafında sıra sıra yuvarlak saflar yaparak, düzenli, intizamlı ve tek
hedefe yönelmiş büyük bir cemaat teşkil etmektedirler.
O
halde bundan böyle en mühim düstur, hayır yollarına koşmak ve hayırda
yarışmaktır. “Hayır”, Allah ve Rasûlü’nün emir ve tavsiye buyurdukları her
husustur. Mü’minler, Allah’ın emrine uygun olarak hayırlarda yarışmalıdırlar.
Kıbleden maksat da böyle düzenli bir beraberlikle hayır yarışına girişmektir. müslümanlar,
diğer din mensuplarından daha fazla hayır yapmalı, onları geçmeli, çeşitli
yönlerde, başka başka beldelerde bulunduklarından dolayı aralarında ictimai bir
birlik olmadığını düşünmemelidirler. Çünkü her nerede olurlarsa olsunlar, Allah
hepsini bir araya getirir. Aynı kıbleye yönelmek suretiyle, yön farklılığına
rağmen hepsi bir cemaat olur, hepsi Mescid-i Haram içinde namaz kılıyor gibi
düzenli bir sosyal cemaat hali elde eder ve mükâfatlarını da o şekilde alırlar.
Yine Allah, bütün insanları öldürecek, tekrar diriltecek ve hepsini hiçbir
eksik olmadan mahşer yerinde toplayacaktır. Dünyada tek kıbleye yönelip orada
toplandığınız gibi âhirette de sadece Allah’ın huzurunda toplanacaksınız.
Dolayısıyla kalbinizin kâbesi şimdiden Cenâb-ı Hak olsun. Bunların hepsini
gerçekleştirmek mümkündür; çünkü, Allah her şeye güç yetirendir.
Namaz
kılarken Kâbe’ye yönelmek sadece mukim olanlar için değil, aynı zamanda sefere
çıkanlar için de farzdır. Ayetler bu hususu önemle vurgulamaktadır. Hem
Peygamberimiz hem de mü’minlere, sefere çıktıkları zaman karada, havada, denizde
nerede olurlarsa olsunlar mutlaka namazda kıbleye dönmelerini tekrar tekrar
emretmektedir. Zira bu, Allah’ın kesin bir buyruğudur. Yüce Allah, böyle irade
buyurmaktadır. Allah, kimsenin yaptığından gafil değildir. Emre uyanlarla
uymayanları, hayırda yarışanlarla tembel davrananları çok iyi bilmektedir.
Onlara gerektiği şekilde muamele edecektir.
Hem
mü’minler nerede olurlarsa olsunlar Kâbe’ye yönelmelidirler ki, içlerinden
zulmedenleri hariç, insanların kendi aleyhlerine ileri sürecekleri ve
tutunacakları bir delilleri olmasın. Bu davranışları, hem “Tevrat’ta vasfı
geçen peygamberin kıblesi Kâbe’dir. Halbuki Muhammed, Beyt-i Makdis’e
yöneliyor” diyen yahudilerin, hem de: “Muhammed kendisinin İbrâhim milletinden
olduğunu söylediği halde onun kıblesine muhalefet ediyor” diyen Arapların haklı
sayılabilecek delillerini ortadan kaldıracak ve onları hüccetsiz bırakacaktır.
İçlerinden zulmedenler ise, hiçbir delil ve mesnet tanımadan ağızlarına geleni
söyleyeceklerdir. Onların bu şekildeki belgesiz, delilsiz ve haksız sözlerini
asla dikkate almamak gerekir. Dolayısıyla Kâbe’ye yönelmek konusunda onlardan
korkmayın, size düşman olup saldırmalarından veya sizi kınamalarından
çekinmeyin. Çünkü bunlar size hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Ancak Allah’tan
korkun ve onun emrine uyun. Sizin dünya ve âhiret faydanıza olan emirlerine
itaat edin. Böylece Allah, size olan nimetlerini tamamlasın da hidâyet üzere
yolunuza devam edesiniz. Allah’ın bütün emirlerinde olduğu gibi, kıblenin Kâbe
olması da büyük bir nimettir. İslâm ümmetinin teşekkülü, büyümesi ve yükselmesi
açısından onun sağlayacağı faydalar pek çoktur. Cenab-ı Hakk’ın bu ümmete
lutfettiği en büyük nimetlerden biri de hiç şüphesiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’i
onlara peygamber olarak göndermesidir:
151. Nitekim size içinizden bir peygamber gönderdik. O, size âyetlerimizi okuyor, sizi günahlardan temizliyor, size kitap ve hikmeti öğretiyor; yine size daha önce bilmediklerinizi öğretiyor.
152. O halde siz beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin ve sakın nimetlerime nankörlük etmeyin.
Peygamberimiz
(a.s.), her hususta insanlara model olabilecek beşer bir elçidir. Örnek
alabilmemiz açısından insan olması son derece önemlidir. O, sistemini bütünüyle
ilim, irfan ve ahlâk üzerine kurmuştur. Âyet-i kerîme onun asıl vazifelerini
sayarken bu noktaya dikkat çekmektedir: O Peygamber, ümmetine her biri bir ilim
ve irfan kaynağı olan Allah’ın âyetlerini okuyor, onları her türlü günah ve ahlâksızlık
kirlerinden arındırıp tertemiz yapıyor, onlara Kur’an’ı ve hikmeti öğretiyor ve
yine onlara bilmedikleri ve akıllarıyla asla bilemeyecekleri imanî esasları,
uhrevî bilgileri, yaratan ve yaratılana ait varlığın sırlarını öğretiyor.
Bundan daha büyük nimet olabilir mi?
Dolayısıyla
Allah’ın nimet, rahmet ve yardımına nâil olabilmek için Hz. Peygamber’in
getirdiği davete kulak verip bize okuduğu ayetleri anlamak, nefsimizi tezkiye
ve ruhumuzu tasfiye ederek ahlâkımızı güzelleştirmek, onun öğrettiği şekilde
Kur’an’ı ve sünneti özümseyip kavramak, bilmediğimiz fakat öğrenmemiz lazım
gelen şeyleri de öğrenerek ilim ve irfanda gelişmek mecburiyeti vardır. Cehalet
karanlıklarından kurtulup ilim, irfan ve medeniyetin aydınlığına kavuşmak,
böylece insanlığa örnek ve önder bir seviyeye yükselmek ancak bu yolla mümkün
olabilecektir.
Bütün
güç, kuvvet ve kudret Allah’a ait olduğundan, öncelikle O’na tam olarak
bağlanmak ve O’nun yardımını celbetmek esastır. Bütün başarıların temelinde bu
gerçek yatmaktadır. Bu bakımdan Allah Teâlâ bize üç mühim vazife vermektedir:
Zikretmek, şükretmek ve nankörlük etmemek.
Biz
Allah’ı zikredince, Allah da bizi şanına uygun bir tarzda zikretmekte; rahmet
ve yardımda bulunmaktadır. Kulluğumuzu kabul buyurmakta, tevbe ve
istiğfarlarımızı işitmekte ve dualarımıza icâbet etmektedir. Hadis-i kudside
şöyle buyrulur: “Kulum beni zikrettiğinde ben onunla beraberim. O beni kendi
içinde zikrederse ben de onu zâtımda zikrederim. O beni bir topluluk içinde
zikrederse, ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde
zikrederim.” (Buhârî, Tevhid, 15)
Allah’ı
zikir dille, kalple ve bedenle olur. Dille zikir, Allah
Teâlâ’yı en güzel isimleriyle anmak, O’na hamd etmek, O’nu tüm noksanlıklaran
pak ve uzak tutmak, kitabını okumak ve dua etmektir. Kalb ile zikir, Allah’ı
gönülden anmak, O’nun varlığının delilleri, isim ve sıfatları üzerinde
düşünmektir. Bedenle zikir ise vücudun azalarından her birinin görevli
bulundukları vazifeyle meşgul ve dopdolu olması, kendilerine yasaklanan
şeylerden uzak bulunmasıdır.
Büyük
velilerden Ubeydullâh Ahrâr (k.s.), Allah Teâlâ’nın zikriyle eriyebilmek için
şöyle bir yol tavsiye eder:
“Hayal
et ki, dünya yeşil bir kubbedir. Onun içinde de Allah’tan başkası yoktur; bir
de sen varsın. Bu hâlinle Allah’ı anmaya devam et ki, ezilip eriyip gitme
tecellisi seni sara… Bundan sonra sana ihtiyaç kalmaya, ancak O (c.c.) kala…” (el-Hadâiku’l-Verdiyye,
s. 474)
Şükür,
verdiği nimetlerden dolayı kulun Allah’a teşekkür etmesi, minnettarlık duyması,
bunu söz ve amelleriyle göstermesidir. Dolayısıyla şükür de yine bu üç yolla
yani dil, kalp ve bedenle yerine getirilir. Kul, şânına layık bir şekilde
Allah’ı zikredecek, Allah da kulunu şanına layık bir şekilde anıp
hatırlayacaktır. Yine kul, verdiği nimetlerden dolayı Rabbine teşekkür edecek
ve fakat O’na asla nankörlük etmeyecek, nimetlerini görmezden gelmeyecektir.
Şükür nimetin artmasına, nankörlük ise nimetin elden gidip ilâhî azabın
inmesine sebeptir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Şâyet şükrederseniz size olan
nimetlerimi artırır da artırırım. Yok eğer nankörlük ederseniz, şunu bilin ki
benim azabım çok şiddetlidir.” (İbrâhim 14/7)
Şu
kadar var ki müminler, “Beni zikrediniz!” emri karşısında acizliğini
hissederek, önce “Rabbimiz! Sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım
isteriz” (Fâtiha 1/4) sözünü hatırlayarak Rabbini zikretmek ve O’na
şükretmek için yine Allah’tan yardım isteyecektir. Bu sebeple devam eden ayette
iman edenlere hitaben şöyle buyrulmaktadır:
153. Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım isteyin! Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir.
Allah’ın
yardımını kazanabilmek için gösterilen birinci yol sabırdır. Sabır, ahlâkî
güzelliklerin temelidir. Kalbî amellerin en zorudur. Nefsin arzularını
frenleyebilmenin, günahlardan uzak durabilmenin, her türlü bela ve musibetlere
göğüs gerebilmenin yegane ilacıdır. İmandan sonra takip edilecek yolun başı
sabır, ahlâkın başı sabır, ilmin başı sabır, amelin başı sabır, kısaca bütün
başarıların başı sabırdır. İnsan hem ruhen hem de bedenen nefsini terbiye
edecek; sabır ve tahammüle, kararlı ve metin olmaya alışacak, böylece Allah’ın
yardımının ilk sebeplerinden birini elde etmiş olacaktır. Aksi halde en ufak
bir sıkıntı ve acı karşısında korkmak, sızlanmak, ümitsizliğe ve gevşekliğe
düşmek gibi ahlâki zafiyetler baş gösterir. Sabır iki yönlüdür. Birincisi hoşa
gitmeyecek durumların acısına tahammül göstererek onların güzel neticelerini
beklemektir. Bu, acı ilaçlarla tedavi olmaya benzer. Hoşumuza gitmese de onları
kullanırız. İkincisi ise çabucak gelecek olan lezzet ve şehvetlerden uzak durarak
onların hazin sonuçlarından sakınmaktır. Bu ise zehirli tatlılardan sakınmak
gibidir.
Görüldüğü
üzere sabır kalbî amellerin, namaz ise yapılması emredilen zahiri amellerin en
önemlisi ve aynı zamanda en zorudur. Namaz, mü’minin miracıdır. İlâhî yardımın celbi
için en mühim vasıtalardan biridir. Bu sebeple yüce Rabbimiz bütün
inananlardan, bu iki yolla sonsuz kudretinden yardım talep etmelerini emir
buyurmaktadır. Allah Rasulü (s.a.s.), bir durum kendisine ağır geldiğinde hemen
namaza durur ve bu âyet-i kerîmeyi okuyarak Hak Teâlâ’dan yardım dilerdi. (Bursevî,
Ruhu’l-Beyân, I, 257)
Şüphesiz
Allah, sabır ve namazla kendisinden yardım dileyenlerin dualarına icâbet etmek
ve yardımını göndermek suretiyle, bu hususta sabır gösterenlerle beraberdir. Bu
beraberlik, sabır ve namaza bağlı daimi bir murakabe ve gözetimdir. Namazın
ehemmiyetine ve faziletine dair başka ayetlerde pek çok açıklama yer alması
sebebiyle burada sabra vurgu yapılmıştır. Ayrıca namaza devam da bir sabır işi
olduğundan dolayı, sabredenlerle beraber olan Allah Teâlâ’nın, namaz kılanlarla
daha çok beraber olduğunda şüphe yoktur. Şunu da belirtmek gerekir ki, burada
sabra vurgu yapılması, bu âyetin gelecek âyetlerle irtibatını sağlamaktadır. Bu
âyetlerde ifade buyrulacak imtihan şekillerinde başarılı olabilmek için de daha
baştan sabra davet etmektedir. Nitekim en faziletli sabrın, canı Allah yolunda
kurban edip şehitlik mertebesine ulaşmak için gösterilen sabır olduğuna işaret
etmek üzere buyruluyor ki:
154. Allah yolunda öldürülenlere sakın “ölüler” demeyin. Çünkü onlar diridir, fakat siz farkında değilsiniz.
Bu
âyet müslümanları, nefisle mücâhedenin ötesinde İslâmı yok etmeye azmetmiş din düşmanlarıyla
mücadeleye ve onların vereceği sıkıntılara karşı sabır ve metânetli olmaya
hazırlamaktadır. Hatta Allah yolunda seve seve can verip şehit olmaya teşvik
etmektedir.[1] Zira
Allah yolunda şehit olmak sıradan bir ölüm gibi değildir. O bakımdan âyet-i kerîme,
Allah yolunda öldürülenlere “ölü” denmesini yasaklamaktadır. Onlar, mâhiyetini
bizim bilemeyeceğimiz ve tam olarak hissedemeyeceğimiz bir hayatla diridirler.
Allah onları rızıklandırmakta ve onlara huzur dolu bir hayat yaşatmaktadır.
Bedir savaşında Ensâr’dan sekiz, muhacirlerden de altı sahâbe şehit oldu.
İnsanlar, Allah yolunda öldürülmüş olanlar için: “Falan öldü; dünya
nimetlerinden ve lezzetlerinden mahrum kaldı” diyorlardı. Bu hâdise üzerine bu âyet-i
kerîme nâzil oldu. Şu âyet-i kerîmeler ise, şehitlerin içinde bulundukları o
yüksek hayatı ve güzel hali daha derinlemesine izah etmektedir:
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Aksine onlar
diridirler ve Rableri yanında rızıklanmaktadırlar. O
şehitler, Allah’ın kendilerine bağışladığı nimetlerle sonsuz bir mutluluk
duyarlar. Arkalarından gelecek olup, henüz kendilerine katılmamış olan mücâhid
kardeşleri adına da: «Onlara hiçbir korku yok, onlar asla üzülmeyecekler»
müjdesiyle sevinirler. Yine onlar, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine olan büyük lütfu
ve ihsânıyla sevindikleri gibi, ayrıca Allah’ın, mü’minlerin mükâfatını zâyi
etmeyeceği yolundaki va’dinden dolayı da büyük bir sevinç duyarlar.” (Âl-i
İmrân 3/169-171)
Şehitlik gibi en güzel bir ölümle Allah’a kavuşmanın faziletinden
bahseden bu âyetlerin derin mânasını ruhuna sindirmiş olan ünlü sahâbî Selmân-ı
Fârisî (r.a.)’a bir gün:
“- Bize bir tavsiyede bulun” dediler. Şu tavsiyede bulundu:
“- Öleceğin zaman şu hallerin biri içinde öl:
›
Hac yolunda,
›
Allah için savaşta,
›
Allah Teâlâ’nın bir mescidini tamir ederken…
Gücün yeterse bunları yap!” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 409)
Zira dünya ızdırap, çile ve mihnetler diyarıdır. Zor bir imtihan
yeridir. Bu hayatı, böyle telakki etmek ve ona göre hazır bulunmak zarureti
vardır:
[1] Allah
Resûlü (s.a.s.) Efendimiz’e bir sahâbî gelerek: “Ya Rasûlallah! Birisi
kahramanlık göstermek için, birisi aile ve yakınlarını koruma gayreti için,
birisi de gösteriş için savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolundadır?” diye
sordu. Rasul-i Ekrem (s.a.s.): “Ancak Allah’ın kelimesi daha yüce olsun diye
savaşan kimse Allah yolundadır” buyurdu. (Buhârî,
İlim 45; Müslim, İmâre 150-151)
155. Sizi mutlaka biraz korku ve açlık ile; biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden noksanlaştırmak sûretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!
156. Onlar ki, kendilerine bir musibet dokunduğu zaman: “Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz” derler.
157. İşte bunlar, Rablerinin bol mağfiret ve rahmetine ulaşanlardır. Doğru yolu bulanlar da ancak onlardır.
Her insanın imtihana tabi tutulacağı hâdiseler olacaktır. Açlık ve korku; mal, can ve mahsullerin noksanlaşması gibi hususlar bunların başında gelmektedir. Rabbimiz bu yolla, belâya sabredip kadere rızâ gösterenlerle göstermeyenleri birbirinden ayırmaktadır. Çünkü belâlar, iyilerle kötüleri ayırmada ve insanların kıymetlerini belirlemede önemli bir ölçüdür. Bunlara sabredenler imtihanı kazanacak, sabredemeyenler ise kaybedeceklerdir. Bu sebeple ayetin sonunda “Sabredenleri müjdele!” buyurmaktadır. Onlar, Allah’tan geldiklerinin, yine Allah’a döneceklerinin şuurunda olan ve bütün varlıklarının Allah’a ait olduğunu bilen akl-i selim sahibi kimselerdir. Onlara büyük müjdeler vardır. Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
“Mü’mine herhangi bir yorgunluk, çaresiz bir hastalık, bir keder, bir eziyet veya gam isabet etse hatta bir diken batsa mutlaka bu sebeple Allah onun hatalarını bağışlar.” (Buhârî, Merdâ 1)
Musîbete uğrayan kişinin, “Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz” (Bakara 2/156) demesinde pek çok fayda ve hikmet bulunmaktadır: Bu sözü söylemekle meşgul olmak o anda insanın ağzından uygunsuz birtakım sözlerin çıkmasını engeller. Belâya uğrayan kişinin kalbi tesellî bulur ve üzüntüsü azalır. Şeytanın o kişiye uygunsuz söz söyletme arzusu kesilir. Bu sözü duyanlar, aynı şeyi tekrar ederek ona uyarlar. Diliyle bunu söyleyenin kalbine güzel düşünceler ve Allah’ın kazâ ve kaderine teslimiyet arzûsu gelir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
“Belâya uğrayan bir kul:
اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنّاَۤ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ. اَللّٰهُمَّ أَجِرْن۪ي ف۪ي مُص۪يبَت۪ي وَأَخْلِفْ لي۪ خَيراً منها
«Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz. Ya Rabbi bu musîbet sebebiyle bana ecir ver ve bana aldığından daha hayırlısını bağışla» derse, Allah onu bu vesileyle mükâfâtlandırır ve ona daha hayırlısını verir.” (Müslim, Cenâiz 4)
Bu sebeple Allah dostlarından Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri şöyle der:
“Alan sensin veren sensin kılan sen
Ne verdinse odur dahi nemiz var!”
Son olarak 157. âyet-i kerîme ise sabredenlere müjdelenen ilâhî ihsanları, bağış, rahmet ve bereketi haber vermektedir. Onlara Rableri katından bol bol mağfiretler, bağışlanmalar, övgü ve senâlar vardır. “Salavât” kelimesinin çoğul gelmesi bu mânaları ifade eder. Yine onlara Rableri katından büyük ve kesintisiz bir rahmet vardır. Allah onlara dünya ve âhirette faydalı ve sevindirici nimetler ihsan edecek ve hususiyle âhirette onları her türlü zarardan koruyacaktır. Hidâyete erenler de ancak onlardır. Onlar, Allah’a teslimiyet ve kadere rızâ göstermek suretiyle en doğru yolu bulmuşlardır.
Şâir ne güzel söyler:
“Iztırâb-ı hâl bâdî-î sükûnet olduğu
Tıfl iken mâlûmum oldu cünbüş-î gehvâreden.” (Ârif)
“İnsanoğlu her ıstırap verici durumdan hemen şikâyet etmemelidir. Çünkü bu haller bazan insana kalp huzuru verecek imkanlar sağlayabilir. Ben bunu, daha küçücük çocukken ve beşikte sallanırken anladım. Önce beşiğin sallanması biraz başımı döndürür gibi oldu ama, sonra rahat ve sâkin uykulara daldığımı da inkâr edemem.”
Önceki ayetlerde insanı kemale erdirecek ve ilâhî yardımı celbedip kâfirlerle mücadele azmini kuvvetlendirecek “sabır” ve “namaz” gibi iki mühim mânevî silaha sarılmanın lüzumundan bahsedildi. Aşağıdaki ayette ise insanın bu yüksek değerlerden uzaklaşmaması için iç âleminde nefis denilen düşman ile de mücadelenin ihmal edilmemesine işaret buyrulmakta; bunun için sabır ve namazın yanında hac, umre, tavaf ve sa’y gibi nefis tezkiyesine matuf ibâdetlere de önem verilmesi gerektiği hatırlatılmaktadır. Bu ayetle aynı zamanda yakın bir tarihte Mekke’nin fethedilip Kâbe’nin putlardan temizleneceği ve İslâm fetihlerinin genişleyeceği müjdesi verilmektedir:
158. Safâ ile Merve Allah’ın hac ve umre için belirlediği işaretlerdendir. O halde hacceden veya umre yapan bir kimsenin, bu iki tepe arasında sa‘yetmesinde bir mahzur yoktur. Kim gönlünden gelerek bir hayır işlerse, mutlaka mükâfatını görür. Çünkü Allah, iyiliğin karşılığını fazlasıyla veren ve her şeyi bilendir.
Safâ
ile Merve, Kâbe’nin yakınında bulunan iki tepeciğin ismidir. Hz. Hacer, oğlu İsmâil’e
su ararken bu iki tepe arasında koşup durmuştur. Câhiliye döneminde Safâ
tepesinde İsâf, Merve tepesinde ise Nâile isimli iki put bulunuyordu. Putperest
Araplar da bu iki tepe arasında gidip geliyor ve adı geçen putların yanında
kurban kesiyorlardı. Müşriklerin devam ettirdikleri bu çirkin adet sebebiyle müslümanlar,
bu iki tepe arasında sa’y etmenin günah olabileceğini düşündüler ve bundan
çekindiler. Bu hâdise üzerine âyet-i kerîme nâzil olup, böyle davranmada bir sakınca
bulunmadığını haber verdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 62) Çünkü Allah
bu iki tepeyi, kullarının ibâdet etmesi için kutsal birer işaret kılmıştır.
Zira “şeâir”, “şâira”nın çoğulu olup insana ibâdet etme duygusu telkin eden,
hissettiren alametler, yerler demektir. Bir mânada bunlar Allah’a ibâdet etmeye
vesile olan işaretlerdir. Mü’minler, bu iki tepeyi ziyaret etmek, aralarında
sa’yetmek ve bu sırada Allah’ı zikretmek suretiyle O’na kulluk yapacaklardır.
Müşriklerin sa’yi ile müslümanların sa’yi bir değildir. Onlar kâfir olarak
böyle hareket ederken, müslümanlar, Allah Resûlü’nü tasdik ve Allah’ın emrine
itaat niyetiyle bu vazifeyi ifa ederler. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
“Safâ ile Merve arasında sa’yedin. Çünkü Allah burada sa’yetmenizi
sizden istemektedir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 422)
اَلْحَجُّ (hac), sözlükte kasdetmek, اَلْعُمْرَةُ (umre) ise ziyâret etmek mânasınadır. Meşrû
olan hac ve umrede hem kasd yâni niyet, hem de ziyâret vardır. “Tatavvû”,
herhangi bir işi zorla değil de, gönül hoşnutluğu ile yapmak demektir. Her kim,
Allah’a yaklaşılabilmek niyetiyle herhangi bir işi gönül hoşnutluğu ile yaparsa
Allah onu mutlaka kabul buyurur. Çünkü Allah Şâkir’dir; kulundan razı olur ve
yapılan taatlerin karşılığını kat kat fazlasıyla verir. Alîm’dir; kulun yaptığı
ameli de o ameli hangi niyetle yaptığını da bilir. Âyet-i kerîme, bizleri farz
ibâdetlere olduğu gibi nâfile ibâdetlere de teşvik etmektedir. Zira farzlarla
beraber nafile ibâdetler, kulun Allah’a yaklaşması ve ilâhî muhabbete nâil
olması için çok büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Bu gerçek, hadîs-i kudside
şöyle beyân buyrulur:
“Her kim benim velî bir kuluma düşmanlık ederse, ben ona karşı savaş
ilân ederim. Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan daha sevimli
herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana farzlara
ilâveten işlediği nâfile ibâdetlerle de durmadan yaklaşır; nihâyet
ben onu severim. Kulumu sevince de ben onun işiten kulağı, gören gözü,
tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse mutlaka veririm,
bana sığınırsa onu korurum.” (Buhârî,
Rikâk 38)
Kulun bu seviyeye ulaşabilmesi için, dini
bütün hakikatiyle öğrenip yaşaması, sahip olduğu imkânlar nispetinde
sorumluluğunu yerine getirmesi ve “bildiği gerçekleri gizlemek” gibi ilâhî
lânete uğramasına sebep olacak yanlış davranışlardan uzak kalması gereklidir:
159. İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti biz kitapta insanlara açıkladıktan sonra gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah lânet eder hem de lânet edebilecek herkes lânet eder.
160. Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler ve gizledikleri gerçekleri açıklayanlar başka; ben onların tevbesini kabul ederim. Çünkü ben, tevbeleri çokça kabul eden ve merhameti bol olanımdır.
161. Dinî gerçekleri inkâr eden ve kâfir olarak ölenlere gelince, işte Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerinedir.
162. Onlar, lânete uğramış olarak cehennemde ebediyen kalacaklardır. Azapları asla hafifletilmeyecek, geciktirilmeyecek ve kendilerine özür dilemeleri için mühlet de verilmeyecektir.
Peygamberimiz
(s.a.s.)’in nübüvveti, gönderileceği yer ve bir kısım sıfatları hem Tevrat’ta
hem de İncil’de yazılı bulunmaktaydı. Yahudi ve hıristiyan din adamları bunları
okuyup durmakta ve pekiyi bilmekte idiler. (bk. A‘râf 7/157) Fakat onlar, bu gerçekleri insanlardan
gizliyorlar ve insanları ona tabi olmaktan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Rivayete
göre Ensâr’dan bir grup, yahudi âlimlerinden bazılarına Peygamberimiz’in
Tevrat’taki vasıflarını ve ahkamla ilgili bazı âyetleri sormuşlardı. Yahudiler
bunu gizlediler ve söylemekten çekindiler. Bu hâdise üzerine âyet-i kerîme
nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 72-73) Fakat sebebin hususi
oluşu, hükmün umumi olmasını engellemeyeceğinden dolayı âyetin hükmü, dini
hükümler ve bilgilerle alakalı olarak bildiği herhangi bir gerçeği gizleyip
söylemeyen herkesi içine almaktadır.
Allah
Resûlü (s.a.s.) bu hususta şöyle ikazda bulunur: “Bildiği bir ilimden
sorulup da onu gizleyen kimseye, Allah kıyamet günü ateşten bir gem vurur.”
(Ebû Dâvûd, İlim 9; Tirmizî, İlim 3)
Bu
sebple meşhur muhaddis sahâbe Ebu Hüreyre (r.a.): “İnsanlar Ebu Hureyre’nin çok
hadis rivayet ettiğini söylüyorlar. Eğer Kur’ân’da şu iki âyet-i kerîme
olmasaydı, hiçbir hadis rivayet etmezdim” demiş, sonra da bu âyeti okumuştur. (Buhârî,
İlim, 42) Diğeri ise Âl-i İmrân sûresi
178. âyet-i kerîmedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 74)
Dolayısıyla
Allah Teâlâ’nın, gerek Tevrat ve İncil, gerekse Kur’ân gibi ilâhî kitaplarda
haber verdiği apaçık delilleri; Allah’ın emirlerine, hükümlerine, bunlara iman
edip tabi olmanın lüzumuna işaret eden ve hidâyetin ta kendisi olan âyetleri
gizlemek haramdır ve büyük bir günahtır. Bunları gizleyen, ihtiyaç anında
söylemeyen, yaymayan ya da yayılmasına engel olan, yahut onu tamamen veya
kısmen değiştirip karıştırmak gibi yollarla gizleyenler büyük bir yanlışlık
içinde bulunmaktadırlar. Bu âyetler onlara va‘dedilen dehşet verici azap ve
tehlikeleri haber vermektedir.
Gelen
âyetler ise, ebedi saadet yolunu göstermek üzere bütün insanları böyle küfür, inkâr
ve anlaşmazlık uçurumlarından vazgeçip tevhid inancının aydınlık dünyasına çağırır:
163. Hepinizin ilâhı, tek ilâh olan Allah’tır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, Rahmân ve Rahîm’dir.
Din
adına kulun yapacağı ilk iş, tevhidin bir gereği olarak Allah’ın tek ilâh
olduğunu doğrulamak ve kabul etmektir. Peki “ilâh” nedir? الإله (ilâh), kendisine kulluk edilen, gönülden bağlanılıp
sığınılan ve yüceliğinin karşısında hayrete düşülen varlık demektir. الواحد (vâhid) ise eşi, ortağı, dengi ve benzeri
olmayan, her bakımdan bir ve eşsiz olan mânasına gelir. Bütün insanların ve
bütün varlıkların ilâhı, tek ve ilâhlığa yegâne hak sahibi olan Allah’tır.
O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun dışında ilâh ve ma’bud olarak telakki
edilen hiçbir varlık ulûhiyete asla layık değildir. Bu açıdan hepsi boş,
anlamsız ve bâtıldır. O halde tevhid hususunda yanlış yollara sapmış inanç
grupları ve bütün insanlık, Allah’tan başka varlıkları ilâh edinmekten vazgeçip
bir tek ilâh olan Allah’a inanmak ve sadece O’na kulluk etmek
mecburiyetindedir. Zira Allah’ın rahmet ve merhametine erişmenin tek yolu
budur. Gerçekten de Allah, yaratıklarına karşı sonsuz merhamet sahibi olan ve
onlara bol bol nimetler verendir.
Kâbe’nin etrafında üçyüz altmış tane putları bulunan müşriklerin Allah’ın tek ilâh olduğunu haber veren bu âyeti duyunca şaşırıp: “Bu kadar insanı tek bir ilâh nasıl idâre edecek? Eğer Hz. Muhammed (s.a.s.) sadece bir ilâhın varlığı iddiâsında doğru ise bize bunu ispatlayacak delil getirsin” demeleri üzerine 164. ayet inmiştir: [1] (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 84; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 51)
[1] Rivayet edilen diğer bir
iniş sebebi de şöyledir: Kureyş müşrikleri yahudilere: “Mûsâ’nın getirdiği mûcizeler
nelerdi?” diye sordular. Onlar da asâsının yılan haline gelişini ve elinin
bembeyaz parıldamasını anlattılar. Hıristiyanlara da Hz. İsa’nın mûcizelerini
sordular. Onlar da doğuştan kör olanı, alaca hastalığına tutulanı
iyileştirmesini ve ölüleri diriltmesini haber verdiler. Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz’e: “Allah’a dua et, bize şu Safâ tepesini altın yapıversin de
imanımız ve düşmanlarımıza karşı kuvvetimiz artsın” dediler. Allah Resûlü bunu
Rabbinden niyaz etti. Allah Teâlâ: “Bunu yaparım, fakat bundan sonra yine
yalanlamaya devam ederlerse, onlara dünyada hiç kimseye yapmadığım şekilde azab
ederim” buyurdu. Buna cevâben Peygamber Efendimiz’in: “Rabbim! Kavmimi ve beni
kendi hâlimize bırak, ben onları günden güne davet edeyim” niyâzı üzerine bu
âyet-i kerîme indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 85) Bu
ayetle, göklerin ve yerin yaratılması ve buna bağlı yaratılış olaylarının, Safâ
tepesinin “altın”a dönüştürülmesi gibi istenen mûcizelerden daha büyük, daha
faydalı ve daha etkileyici olduğu beyân edilmiştir.
164. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara faydalı şeyler taşıyarak denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de kendisiyle ölümünden sonra yeryüzünü dirilttiği ve üzerinde dolaşan her türlü canlıyı yaydığı yağmurda, gökle yer arasında emre hazır bekleyen rüzgarları ve bulutları farklı yönlerde evirip çevirmesinde aklını kullanan bir topluluk için elbette Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren deliller vardır.
Bu
ayete göre, varlık âleminde Yüce Allah’ın tek ilâh olduğunu ve O’ndan başka hiçbir
ilâhın bulunmadığını gösteren pek büyük, kesin ve açık deliller
sergilenmektedir. Bunlar her gün karşılaştığımız, âşina olduğumuz ve fakat
ülfetimiz sebebiyle hakikatleri üzerinde derinlemesine tefekkür edemediğimiz
kevnî bir takım hâdiselerdir. Âyet-i kerîmede şu birkaç tanesi örnek olarak
verilmiştir:
❂ Göklerin ve
yerin yaratılışı,
❂ Geceyle
gündüzün uzayıp kısalarak birbiri ardınca gelişi,
❂ İnsanlara
fayda sağlayacak şeylerle denizde akıp giden gemiler,
❂ Gökten inen
yağmur ve bununla ölümünden sonra yeryüzünün diriltilmesi ve üzerinde dolaşan
her türlü hayvanın, canlıların var edilmesi,
❂ Gökle yer
arasında emre hazır bekleyen rüzgârların ve bulutların farklı yönlerde evrilip
çevrilmesi.
Bu
ibretli hâdiselerin meydana gelmesi sonsuz bir kudreti gerekli kıldığı gibi
aynı zamanda bunlar arasında son derece mükemmel ve ince bir nizam, bir âhenk
bulunmaktadır. Bu muntazam işleyiş, sadece Allah’ın varlığını değil, O’nun
birliğini, ortaksızlığını; ilminin, iradesinin ve kudretinin mükemmelliğini,
devamlılığını ve varlıklar üzerindeki sınırsız tasarrufunu ortaya koymaktadır.
Eğer Cenab-ı Hakk’ın kâinatla alakası bir an kesilecek olsa her şey o anda yok
olur. Dolayısıyla bunlarda akl-ı selim sahibi olanlar ve aklını çalıştıranlar
için Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren kesin deliller bulunmaktadır.
Şâir,
bu muazzam kudret tecellilerinden hisse almanın yolunu şöyle gösterir:
“Olanlar feyzyâb-ı intibâh âsâr-ı kudretten
Alırlar hisse-i ibret temâşây-ı tabîattan.” (Recâîzâde
Ekrem)
“Cenâb-ı
Hakk’ın kâinatta tecellî eden kudret eserleri karşısında kalbî bir uyanıklığa
erişenler, tabiatta bulunan varlıkları temâşâ etmekten gereken ibreti alırlar.”
Şâir
Fuzûlî ise şu tesbitte bulunur:
“Olsa isti’dâd-ı ârif kabil-i idrâk-i vahy
Emr-i Hak irsâline her zerredir bir Cebrâil.”
“Ârif
insanın kabiliyeti, Allah Teâlâ’nın vahiylerini anlayıp kavrıyabilecek kudrette
olsa, kâinatta mevcut varlıkların her zerresi, ilâhî emirleri kendisine getirip
tebliğ edecek birer Cebrâil demektir. Her zerre, Allah’ın varlığını anlatmakta,
fakat biz onu idrak edememekteyiz.”
Hz.
Mevlânâ ne güzel söyler:
“Şunu
iyi bil ki, kâinatta var olan her şey, sevgilinin tecellîsinden ibârettir,
onun yarattıklarıdır. Onun kudretini, yaratma gücünü göstermektedir. Aslında,
âşık bir perdedir. Var olan, diri olan ancak sevgilidir. Âşık ise bir ölüdür.
Var gibi görünen bir yoktur. Bu hakîkati sezemeyen, ilâhî aşka meyli, isteği
olmayan kimse, kanatsız bir kuş gibidir. Vay onun haline, yazıklar olsun
ona...” (Mevlânâ, Mesnevî, 30-31. beyt)
Gerçeğin
bu kadar açık ve berrak olmasına rağmen, insanların her biri iman ve hidâyet
güneşine ulaşabilme başarısını gösterememektedir:
165. Buna rağmen öyle insanlar var ki, Allah’tan başka varlıkları O’na denk tutar da, Allah’ı sever gibi onları severler. Gerçek mü’minlerin Allah’a olan sevgileri ise, her şeyden daha sağlam ve daha kuvvetlidir. Keşke o zulmedenler, azabı gördüklerinde anlayacakları gibi, şimdiden bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın, azabı gerçekten çok şiddetli bir zat olduğunu anlasalardı!
166. İşte o zaman dünyada kendilerine uyulanlar, uyanları tanımazlıktan gelecekler ve azabı gördüklerinde aralarındaki bütün bağlar paramparça olacaktır.
167. Kötülerin arkasından gidenler: “Keşke dünyaya bir daha dönebilsek de, onların şimdi bizi tanımazlıktan geldiği gibi, biz de onları görmezlikten gelsek” diyecekler. Böylece Allah onlara, dünyada yaptıklarını üzerlerine yığılmış acı pişmanlıklar halinde gösterecektir. Artık onlar cehennemden asla çıkamayacaklardır.
İnsanlardan
bir kısmı dosdoğru yolun, tevhid caddesinin dışında kalmaktadır. Sonsuz
merhamet, sınırsız kudret, sayısız nimet sahibi olan Allah’ı bir tarafa
bırakıp, O’nun dışında bir kısım eşler, ortaklar ve önderler edinmekte, üstelik
Allah’ı sever gibi onları sevmektedirler. Allah’ı ve emirlerini unutacak
derecede onlarla hemhâl olmaktadırlar. Allah’a isyanı göze alarak onların
yanlış yollarından gitmektedirler. Bu ne büyük bir gaflet ve ne büyük bir
dalâlettir.
Abdullah
b. Mesud (r.a.), Peygamber Efendimiz’e, “Hangi günah daha büyüktür?” diye
sorduğunda Allah Rasulü (s.a.s.): “Seni yaratan yalnızca Allah olduğu
halde, O’na başkasını ortak tutmandır”
buyurmuştur. (Buhârî, Edeb 20; Müslim, İman 141-142)
İmrân b. Husayn şöyle anlatıyor: Resûlullah (s.a.s.)
babam Husayn’a: “Kaç tane ilâha tapıyorsun?”
diye sorunca babam: “Altısı yerde ve biri gökte olmak üzere yedi ilâha
tapıyorum” dedi. Peygamberimiz: “Azâbından
korkarak ve faydasını umarak hangisine ibâdet ediyorsun?” diye sordu. O da:
“Göktekine” şeklinde cevap verince Resûlullah (s.a.s.): “Sana gökteki ilâh yeter” buyurarak onu tevhid inancına çağırdı.
Sonra: “Ey Husayn! Eğer müslüman olursan
sana faydalı iki söz öğreteceğim” dedi. Husayn müslüman oldu ve: “Ya Rasûlallah,
bana o iki sözü öğret” diye talepte bulundu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.)
ona: “Allahım! Bana doğruyu ilham et ve
beni nefsimin şerrinden koru, de!” buyurdu. (Tirmizî, Da‘avat 69)
Dolayısıyla
bu hususta iman edenlerin tuttuğu yol, en güzel yoldur. Zira onlar, şirkin her türünden
uzak durarak zâtı, sıfatları ve fiilleriyle Allah’ı tanır ve O’nu her şeyden
çok severler. Gerçekten mü’minlerin Allah’a olan sevgileri, bütün sevgilerin
üstünde, son derece sağlam ve kuvvetlidir. Onlar mal, evlat, akraba, dost ve
arkadaş gibi Allah’ın dışındaki varlıkları ise durumlarına göre ve yine Allah
için severler. Dolayısıyla muhabbet açısından bir hata içine düşmezler.
Dostlarından
biri, Mârûf-i Kerhî Hazretleri’ne:
“–Ey
Mârûf! Seni bu derece ibâdete sevk eden nedir?” diye sormuştu. Hazret sükût
etti. Arkadaşı ısrâr ederek:
“–Ölümü
hatırlamak mı?” dedi. Mârûf-i Kerhî cevap verdi:
“–Ölüm
dediğin nedir ki?”
“–Kabir
ve âlem-i berzahı düşünmek mi?”
“–Kabir
dediğin nedir ki?” Arkadaşı yine ısrâr ederek:
“–Cehennem
korkusu veya cennet ümîdi mi?” diye sordu. Bunun üzerine Mârûf-i Kerhî
Hazretleri şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Bunlar
da nedir ki?!. Bu saydığın şeylerin hepsini elinde tutan Zât-ı Kibriyâ öyle
yüce bir Rab’dır ki, eğer O’na karşı derin bir muhabbet ve iştiyâka sahip
olabilirsen, bu dediklerinin hepsini sana unutturur. Allah ile aranda bir
mârifet, bir muhabbet meydana gelir ve bu sâyede O, saydıklarının hepsinden
seni kurtarır!” (Topbaş, Faziletler Medeniyeti-1, 217-218)
Hz.
Mevlânâ, Hak âşıklarının ilâhî muhabbet bağı içinde yaşadıkları müstesnâ hâli
ne güzel anlatır:
“Hak
âşıkları, ilâhî muhabbet deryâsının balıklarıdır. Onlar vuslat suyuna
kanmazlar, bu sebeple balıktan başka herkes suya kandı, nasibi olmayanın da
günü uzadıkça uzadı.” (Mevlânâ, Mesnevî, 17. beyt)
Fakat
Allah’a karşı başkalarını eş ve ortak tutan, onları Allah’ı sever gibi seven ve
Allah’a karşılık onları bizzat kendilerine uyulacak varlıklar edinerek
emirlerine itaat eden, özellikle Allah Teâlâ’nın hakkı olan ilâhlık sıfatına ve
mabudluğuna başkalarını da ortak kılanlar büyük bir zulüm ve haksızlık
içindedirler. İşte “Şüphe yok ki şirk, gerçekten çok büyük bir zulümdür!”
(Lokmân 31/13) ayeti bu gerçeği beyân etmektedir. Böyle yapan zâlimler, birgün
gelecek, mutlaka Allah’ın azabını göreceklerdir. İşte o zaman ne kadar kuvvet
ve kudret varsa hepsinin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının ne kadar
şiddetli bulunduğunu da elbette anlayacaklardır. Fakat bu durum, onlara bir
fayda sağlamayacaktır. Çünkü artık dünya sayfası kapanmış, iman ve amel etme
fırsatları tükenmiş, imtihan bitmiş ve sonuçların açıklanması beklenmektedir.
Geriye dönüş yolları bütünüyle kapatılmış ve hesap vermek üzere ilâhî divan
huzurunda durulmuştur. Bu sebeple Yüce Rabbimiz, yanlış yolda yürüyen
insanların, dönüşü mümkün olmayan bu noktaya gelmeden ve çaresiz bir pişmanlık
içine düşmeden önce akıllarını başlarına almalarını, Allah’ın kudret ve
kuvvetini tanımalarını ve O’nun şiddetli azabından korunmaya çalışmalarını
öğütlemektedir.
Zira
kıyâmet günü, çok dehşetli bir gündür. O günün durumu, dünya hayatına benzemez.
O gün kişi anasından, babasından, kardeşinden, eşinden ve evladından, yani en
sevdiklerinden kaçacaktır. (Abese 80/34-36)
Dolayısıyla o gün gelip de azâbı gördükleri zaman kendilerine uyulan
önderler dünyadayken savundukları dâvânın bâtıl olduğunu itiraf ederek,
kendilerine uyanlardan uzaklaşırlar, onlara lânetle mukabelede bulunurlar ve
böylece aralarındaki bütün bağlar kopup parçalanır. Kötülerin ardından
gidenler, uydukları o meymenetsizlerin kendilerinden uzaklaştıklarını görünce, dünyada
onlara uyduklarına pişman olurlar; “keşke tekrar dünyaya dönebilsek de bunların
şu anda bizden kaçtıkları gibi biz de orada onlardan kaçabilsek ve onlara
uymasak!” derler. Fakat artık bu mümkün değildir. Allah Teâlâ onlara, azâbın
inişini ve birbirlerinden uzaklaşmalarını gösterdiği gibi, şiddetli
pişmanlıklar doğuracak amellerini de gösterecektir. Onlar, küfürleri sebebiyle
iyi amellerinin boşa çıkmasına ve yaptıkları kötülüklere pişman olacaklardır.
“Keşke iyiliklerimiz yok olmasaydı, keşke günah işlemeseydik” diye yakınıp
duracaklardır. Müfessir Süddî’nin nakline göre, kıyâmet günü kâfirlere cennet
gösterilir. Onlar Allah’a itâat etmiş olanlara verilecek köşklere bakarlarken:
“Eğer siz Allah’a itaat etmiş olsaydınız bu köşkler sizin olacaktı” denilir.
Bunlar mü’minler arasında taksim edilince kâfirler son derece pişmanlık
duyarlar. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 102-103) Sonra cehenneme atılırlar
ve oradan asla çıkamazlar.
Bu
değişmez gerçekler ve kaçınılmaz sonuçlar sebebiyle, takip eden ayetlerde
Cenab-ı Hak bütün insanları ikaz etmekte ve şeytana uymaktan sakındırmaktadır:
168. Ey insanlar! Yeryüzündeki helâl ve temiz nimetlerden yiyin. Şeytanın adımları ardınca gitmeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.
169. O, ısrarla size hep kötülüğü, çirkin işleri, yüz kızartıcı fiilleri ve Allah hakkında bilmediğiniz hususları konuşup yaymanızı emreder.
Allah
Teâlâ yeryüzünde kullarına sayısız nimetler; yiyecek ve içecekler ikram
etmiştir. Ancak onların kullanımıyla alakalı bir kısım ilâhî ölçüler
konulmuştur. Bu ölçülerin başında, nimetin “helâl” ve “tayyib” olması
gelmektedir. Helâl; dinin izin verdiği, yapılmasına müsaade ettiği, hakkında
bir yasaklama ve kısıtlama bulunmayan durumlardır. Tayyib ise akıl sahibi ve
temiz tabiatlı insanların hoşlandığı ve lezzet aldığı temiz, güzel ve faydalı
şeylerdir. Bu gibi prensipleri dikkate alarak bu nimetlerden istifade etmek
gerekir. Dinimiz, haram ve pis olan şeyleri yasakladığı gibi, Allah’a daha
fazla ibâdet kastıyla aşırı gidip, mübah olan bu ilâhî ikramlardan kendimizi
mahrum bırakmayı da hoş karşılamaz. Aksine dengeli bir tutum içinde olmamızı
tavsiye eder. Yeme içme konusunda şeytanın adımlarını takip etmekten bizi
sakındırır. Çünkü o, bizim apaçık düşmanımızdır. Gözümüzle göremesek de
gizliden gizliye içimize, kanımıza girer ve kalbimize hep kötü vesveseler
verir. Bize hep günahları, ruhumuzu karartıp kalbimize acı verecek kötülükleri,
çirkin ve fenâ şeyleri emreder. Daha ötesi Allah hakkında bilgimiz olmayan
yanlış sözleri söylememizi de emreder:
·
Allah’ın zâtı ve mâhiyeti,
·
O’nun sıfatları, gayb ve varlık âlemindeki sırları ve hikmetleri,
·
Yine O’nun helâl veya haram saydığı, murdar veya temiz buyurduğu
şeyler hakkında delilsiz olarak zannımıza göre konuşmamızı, akıl ve mantığımıza
göre hüküm vermemizi ister.
Halbuki
yapmamız gereken şeytanın adımlarına uymak değil, Allah ve Rasulü’nün emrini
tutmaktır. Rabbimiz hakkında, dinimiz hakkında, neyin helâl neyin haram olduğu
hususunda kesin bir bilgi ve delile dayanmaksızın konuşmamaktır.
Buna
rağmen:
170. İnkârcılara: “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiği zaman: “Hayır! Biz, atalarımızdan gördüğümüze uyarız” derler. Peki, ya ataları aklını kullanamayan ve doğru yolu bulamayan kimseler ise!
Bu
âyet-i kerîmeler, Peygamberimiz’in yahudileri İslâm’a davet edip Allah’ın
azabından sakındırdığı vakit onlardan bazılarının: “Biz, babalarımızı hangi yol
üzere bulduysak ona uyarız. Çünkü onlar bizden daha âlim ve daha hayırlı
idiler” demeleri üzerine inmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 107-108)
Fakat âyetler, bu şekilde davranan herkesi şumûlüne almaktadır.
Kur’an,
insanların şahsî telakkilerini ve atalarından gördükleri bir kısım İslâm’a
aykırı adet ve gelenekleri bir tarafa bırakıp kayıtsız şartsız Allah’ın
buyruklarına tabi olmalarını ister. Nefsânî bir hayatı terk edip, Rahmânî bir
hayata yönlendirir. Körü körüne taklidi yasaklar ve reddeder. “Biz atalarımızın
yolunu takip eder, onlardan gördüğümüzü uygular, başka bir şey tanımayız”
şeklindeki, hiçbir akıl, mantık ve sağduyunun kabul etmeyeceği, sırf taklit,
inat ve ısrar kokan bâtıl düşünceleri kökünden söküp atar. Böyle bir ön kabulü,
kendisine akıl, zeka, ilim ve irfan verdiği kuluna yakıştıramaz. Ondan aklını,
tefekkür melekelerini ve hür iradesini çalıştırmasını ister. Atalarının akıllı
davranamadıklarını, doğruyu bulamadıklarını ve hidâyete eremediklerini yani
yanlış yolda olabileceklerini sorgulamasını talep eder. Günahıyla sevabıyla
kendinden ve kendi istikbalinden sorumlu olan kişinin yapması gereken en doğru
hareket; hakla bâtılı, hayırla şerri, faydalıyla zararlıyı, iyiyle kötüyü
birbirinden ayırmaktır. Bunun için de ilâhî hükümleri ve doğru delilleri bilmek
lazımdır. Zira bir şeye uymak için, onun eskiliği veya yeniliğine değil,
Allah’ın emrine uygun olup olmadığına bakmak gerekir.
Bu
gerçeği kavrayıp şuurlu bir şekilde hakka kulak vermeyen ve taklit yolunu tutup
inkâr çukurlarında kaybolan kâfirlerin durumunu devam eden âyet-i kerîme bir
hayvan sürüsüne benzetmektedir: Ortada kulakları dikkat çeken bir hayvan sürüsü
bulunuyor. Ama bu kulaklar, çobanın bağırış ve çağırıştan başka bir şey
işitmiyor. O hayvanlar duydukları sözlerin mânasını ise hiç anlamıyorlar. İşte
kâfirlerin hali de böyledir. Hayvanın, kendisine
seslenen çobanın sesini duyduğu halde ne söylediğini anlamadığı gibi, kâfirler
de kendilerine açıklanan ayetleri, tebliğ ve davetleri duyar da bunların ihtiva
ettiği hakikatleri bir türlü anlamaz ve inkârlarından vazgeçemezler. Bir
taraftan sadece kuru gürültülere, mânasız konuşmalara kulak verirler; diğer
taraftan da haykırma kabilinden daha çok faydasız ve boş sözler sarfederler.
Kendileri için son derece faydalı olan Allah’ın buyruklarına kulak vermez, dini
mevzulara alaka duymazlar. Bu bakımdan onlar hayvandan da daha aşağı
seviyededirler. Zira hayvanlar görür, işitir ve bağırırlar. Fakat kâfirler
manen sağır, dilsiz ve kördürler; ilâhî hakikatleri ne dinler, ne konuşur ne de
görürler. Bu sebeple akılları da dumura uğradığından, istenen şekilde
çalışamaz.
Hz.
Mevlânâ, inkâr ve günahlara dalmış bu tip kimselerin, gönül kapılarını İslâm’ın
güzelliklerine nasıl kapadıklarını şu misalle ne güzel dile getirir:
Adamın
biri, büyük bir şehre gelmişti. Çarşıyı gezerken güzel kokular satan attarların
sokağına saptı. Dükkanlardan gül, menekşe kokuları dalga dalga sokağa
dökülüyordu. Adam birkaç adım attı. Güzel kokular başını döndürmüştü. Fazla dayanamadı,
düşüp bayıldı. Halk, bayılan adamın başına üşüşmüştü. Kimi kalbini yokluyor,
bileklerini ovuyor, kimisi de gül suyu ile yüzünü yıkıyordu. Ne yaptılarsa
adamı ayıltamamışlardı. Ferahlatıcı kokular, gülsuları boşuna harcanmış, adam
bir türlü kendine gelememişti. Baygınlığı daha çok artmıştı. Çaresiz kaldılar.
Etrafa haber salarak akrabalarını arattılar. Hiç kimse adama sahip çıkmıyor,
saatler geçtiği halde adam da bir türlü kendine gelemiyordu. Akşama doğru
oradan geçen bir debbağ[1],
adamı tanımıştı. Kalabalığa seslendi:
“-
Sakın ona gülsuyu serpmeyin! Ben onun hastalığının ne olduğunu biliyorum. Siz
ona hiç dokunmayın, ben biraz sonra geleceğim” diyerek uzaklaştı. Bir virâneye
girdi. Avucuna bir parça hayvan pisliği aldı. Attarlar sokağına gelerek,
elindeki hayvan pisliğini gizlice bayılan adamın burnuna tuttu. Hayret!.. Adam
kendine gelmeye başladı. Biraz sonra da ayağa kalktı. Debbağla birlikte
yürüyerek gitti. Çünkü bayılan adam da bir debbağdı. Yıllarca kokmuş deriler
arasında pis kokulara alışmış, attarlar sokağında güzel kokulara dayanamayarak
düşüp bayılmıştı. (bk. Mevlânâ, Mesnevî, 260-300. beyitler)
Hz.
Mevlânâ bu hikayeyi naklettikten sonra şu öğütlerde bulunur:
“Mayıs
böceği dâima pislik taşır durur. Bu yüzden de gül suyundan bayılır. Onun ilâcı
yine pis kokulu şeylerdir. Çünkü ona alışmıştır, onunla hall ü hamur olmuştur.
Nasîhatçiler de, kasvetli kişiyi, kendisine bir kapı açılması, iyileşmesi ve şifa
bulması için hikmetli güzel sözlerle, amberle, gülsuyu ile tedâvî etmek
isterler. Kime öğüdün güzel kokusu fayda vermezse, muhakkak o, kötü kokulara
alışmıştır. Sen de nurdan, öğütten, iyilik ve güzellikten nasîbini al!..
Burnunu pisliğe sokma da, mayıs böceği olma! İnsan ol, insan!”
Sabah
meltemi; gül, karanfil ve nâdîde çiçeklerini açmış bir bahçe üzerinden eserek
geçtiği zaman, nefis, leziz ve gönüllere bahar ferahlığı veren kokularını,
estiği yerlere alır götürür. Gönül erleri, sâlihler ve arifler de,
kalblerindeki muhabbet, aşk ve vecdlerini sohbetlerine taşırlar. Kalblerindeki
esrârın nûru cemâate akseder. İn’ikâs ve insibağ yani boyanma neticesinde
kâbiliyyet ve istidada göre gönüller, feyz ve hakikatin nûru ile dolar. Teaffün
etmiş, kokuşmuş mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir meltem de, onların
mülevves kokularını alarak etrafa yayar, nefesleri tıkar ve ruhları daraltır.
Kulluk lezzetinden mahrum fâsıkların meclislerinde de çevrelerine kasvet
yayılır. Onlar da birbirlerinin kasvetleri ile hem-hâl olurlar. Kasvetlerinin
yârenliği ile lezzetlenirler.
Şunu unutmamak gerekir ki, insanın manen dirilip gönlünün harekete geçmesi ve semâvî gerçeklere kulak verebilmesi için yediği Lokmânın helâl ve temiz olmasının çok büyük bir ehemmiyeti vardır. Gelen ayetler bu gerçeğe temas etmektedir:
[1] Debbağ: Deri işiyle
uğraşan, derilerileri terbiye eden kişi..
171. Allah’ın dâveti karşısındaki tavırları itibariyle kâfirlerin hâli, tıpkı çobanın çağrısını duyduğu halde, bu sözleri mânasız bir ses ve gürültü olarak algılayan sürünün durumuna benzer. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Çünkü akıllarını kullanmazlar.
Bu âyet-i kerîmeler, Peygamberimiz’in yahudileri İslâm’a davet edip Allah’ın azabından sakındırdığı vakit onlardan bazılarının: “Biz, babalarımızı hangi yol üzere bulduysak ona uyarız. Çünkü onlar bizden daha âlim ve daha hayırlı idiler” demeleri üzerine inmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 107-108) Fakat âyetler, bu şekilde davranan herkesi şumûlüne almaktadır.
Kur’an, insanların şahsî telakkilerini ve atalarından gördükleri bir kısım İslâm’a aykırı adet ve gelenekleri bir tarafa bırakıp kayıtsız şartsız Allah’ın buyruklarına tabi olmalarını ister. Nefsânî bir hayatı terk edip, Rahmânî bir hayata yönlendirir. Körü körüne taklidi yasaklar ve reddeder. “Biz atalarımızın yolunu takip eder, onlardan gördüğümüzü uygular, başka bir şey tanımayız” şeklindeki, hiçbir akıl, mantık ve sağduyunun kabul etmeyeceği, sırf taklit, inat ve ısrar kokan bâtıl düşünceleri kökünden söküp atar. Böyle bir ön kabulü, kendisine akıl, zeka, ilim ve irfan verdiği kuluna yakıştıramaz. Ondan aklını, tefekkür melekelerini ve hür iradesini çalıştırmasını ister. Atalarının akıllı davranamadıklarını, doğruyu bulamadıklarını ve hidâyete eremediklerini yani yanlış yolda olabileceklerini sorgulamasını talep eder. Günahıyla sevabıyla kendinden ve kendi istikbalinden sorumlu olan kişinin yapması gereken en doğru hareket; hakla bâtılı, hayırla şerri, faydalıyla zararlıyı, iyiyle kötüyü birbirinden ayırmaktır. Bunun için de ilâhî hükümleri ve doğru delilleri bilmek lazımdır. Zira bir şeye uymak için, onun eskiliği veya yeniliğine değil, Allah’ın emrine uygun olup olmadığına bakmak gerekir.
Bu gerçeği kavrayıp şuurlu bir şekilde hakka kulak vermeyen ve taklit yolunu tutup inkâr çukurlarında kaybolan kâfirlerin durumunu devam eden âyet-i kerîme bir hayvan sürüsüne benzetmektedir: Ortada kulakları dikkat çeken bir hayvan sürüsü bulunuyor. Ama bu kulaklar, çobanın bağırış ve çağırıştan başka bir şey işitmiyor. O hayvanlar duydukları sözlerin mânasını ise hiç anlamıyorlar. İşte kâfirlerin hali de böyledir. Hayvanın, kendisine seslenen çobanın sesini duyduğu halde ne söylediğini anlamadığı gibi, kâfirler de kendilerine açıklanan ayetleri, tebliğ ve davetleri duyar da bunların ihtiva ettiği hakikatleri bir türlü anlamaz ve inkârlarından vazgeçemezler. Bir taraftan sadece kuru gürültülere, mânasız konuşmalara kulak verirler; diğer taraftan da haykırma kabilinden daha çok faydasız ve boş sözler sarfederler. Kendileri için son derece faydalı olan Allah’ın buyruklarına kulak vermez, dini mevzulara alaka duymazlar. Bu bakımdan onlar hayvandan da daha aşağı seviyededirler. Zira hayvanlar görür, işitir ve bağırırlar. Fakat kâfirler manen sağır, dilsiz ve kördürler; ilâhî hakikatleri ne dinler, ne konuşur ne de görürler. Bu sebeple akılları da dumura uğradığından, istenen şekilde çalışamaz.
Hz. Mevlânâ, inkâr ve günahlara dalmış bu tip kimselerin, gönül kapılarını İslâm’ın güzelliklerine nasıl kapadıklarını şu misalle ne güzel dile getirir:
Adamın biri, büyük bir şehre gelmişti. Çarşıyı gezerken güzel kokular satan attarların sokağına saptı. Dükkanlardan gül, menekşe kokuları dalga dalga sokağa dökülüyordu. Adam birkaç adım attı. Güzel kokular başını döndürmüştü. Fazla dayanamadı, düşüp bayıldı. Halk, bayılan adamın başına üşüşmüştü. Kimi kalbini yokluyor, bileklerini ovuyor, kimisi de gül suyu ile yüzünü yıkıyordu. Ne yaptılarsa adamı ayıltamamışlardı. Ferahlatıcı kokular, gülsuları boşuna harcanmış, adam bir türlü kendine gelememişti. Baygınlığı daha çok artmıştı. Çaresiz kaldılar. Etrafa haber salarak akrabalarını arattılar. Hiç kimse adama sahip çıkmıyor, saatler geçtiği halde adam da bir türlü kendine gelemiyordu. Akşama doğru oradan geçen bir debbağ[1], adamı tanımıştı. Kalabalığa seslendi:
“- Sakın ona gülsuyu serpmeyin! Ben onun hastalığının ne olduğunu biliyorum. Siz ona hiç dokunmayın, ben biraz sonra geleceğim” diyerek uzaklaştı. Bir virâneye girdi. Avucuna bir parça hayvan pisliği aldı. Attarlar sokağına gelerek, elindeki hayvan pisliğini gizlice bayılan adamın burnuna tuttu. Hayret!.. Adam kendine gelmeye başladı. Biraz sonra da ayağa kalktı. Debbağla birlikte yürüyerek gitti. Çünkü bayılan adam da bir debbağdı. Yıllarca kokmuş deriler arasında pis kokulara alışmış, attarlar sokağında güzel kokulara dayanamayarak düşüp bayılmıştı. (bk. Mevlânâ, Mesnevî, 260-300. beyitler)
Hz. Mevlânâ bu hikayeyi naklettikten sonra şu öğütlerde bulunur:
“Mayıs böceği dâima pislik taşır durur. Bu yüzden de gül suyundan bayılır. Onun ilâcı yine pis kokulu şeylerdir. Çünkü ona alışmıştır, onunla hall ü hamur olmuştur. Nasîhatçiler de, kasvetli kişiyi, kendisine bir kapı açılması, iyileşmesi ve şifa bulması için hikmetli güzel sözlerle, amberle, gülsuyu ile tedâvî etmek isterler. Kime öğüdün güzel kokusu fayda vermezse, muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır. Sen de nurdan, öğütten, iyilik ve güzellikten nasîbini al!.. Burnunu pisliğe sokma da, mayıs böceği olma! İnsan ol, insan!”
Sabah meltemi; gül, karanfil ve nâdîde çiçeklerini açmış bir bahçe üzerinden eserek geçtiği zaman, nefis, leziz ve gönüllere bahar ferahlığı veren kokularını, estiği yerlere alır götürür. Gönül erleri, sâlihler ve arifler de, kalblerindeki muhabbet, aşk ve vecdlerini sohbetlerine taşırlar. Kalblerindeki esrârın nûru cemâate akseder. İn’ikâs ve insibağ yani boyanma neticesinde kâbiliyyet ve istidada göre gönüller, feyz ve hakikatin nûru ile dolar. Teaffün etmiş, kokuşmuş mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir meltem de, onların mülevves kokularını alarak etrafa yayar, nefesleri tıkar ve ruhları daraltır. Kulluk lezzetinden mahrum fâsıkların meclislerinde de çevrelerine kasvet yayılır. Onlar da birbirlerinin kasvetleri ile hem-hâl olurlar. Kasvetlerinin yârenliği ile lezzetlenirler.
Şunu unutmamak gerekir ki, insanın manen dirilip gönlünün harekete geçmesi ve semâvî gerçeklere kulak verebilmesi için yediği Lokmânın helâl ve temiz olmasının çok büyük bir ehemmiyeti vardır. Gelen ayetler bu gerçeğe temas etmektedir:
[1] Debbağ: Deri işiyle uğraşan, derilerileri terbiye eden kişi..
172. Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâl olanlarından yiyin! Eğer yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız O’na şükredin!
173. Allah size leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etini haram kıldı. Bununla birlikte, kim yemediği takdirde ölecek derecede mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak kaydıyla bunlardan yemesinde bir günah yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
168.
ayette bütün insanlara hitap edilerek yalnızca helâl ve temiz rızıklardan
yemeleri emredilmişti. Bu âyet-i kerîme ise, mü’minlere hitapla başlamakta ve
olardan:
› İhsan edilen
rızıkların temiz ve helâl olanlarından yemelerini; kötü ve haram olanlarından
kaçınmalarını,
› Sadece Allah
Teâlâ’ya kulluk şuuru içinde, yine O’na şükretmelerini istemektedir.
Zira
Cenab-ı Hakk’ın rızık olarak verdiği şeylerin imtihan gerçeği ve hayatın bir
kısım dengeleri açısından helâli olduğu gibi haramı, temizi olduğu gibi temiz
olmayanı da mevcuttur. O halde rızıkların temizlerinden ve kimsenin hakkı
geçmeden, meşrû şekilde kazanılan helâllerinden insana yakışır tarzda
yenmelidir. Yemede ölçülü olmak gerektiği gibi helâl, hoş ve temiz şeyleri de
haram saymamak lazımdır.
Âyet-i
kerîmedeki “yiyiniz” emri genel mânada “mübahlık” ifade etse de, bir kısım
“yeme”lerin vacip olmasını engellemez. Zira yemenin mübah olan kısmı olduğu
gibi, farz olan kısmı da vardır. Mesela bir insanın ölmeyecek kadar yemesi
farzdır. Bir kimse, imkânı olduğu halde yemez de açlıktan ölürse intihar etmiş
sayılır ve günahkâr olur. Sonra zarûret miktarından fazla olarak ibâdete kuvvet
kazanmak için yemek menduptur. Doyacak kadar yemek mübah, ondan fazlası ise
haramdır. İşte “yiyiniz” emri bütün bunları içine almaktadır. (Râzî, V, 9) O
halde mü’min, temiz ve helâl olan rızıklardan geçimini temin edecek, kendisine
bu nimetleri ikram eden Allah Teâlâ’ya şükredecektir. Sahip olduğu her türlü
nimeti, helâl ve temiz rızıklarla beslenen vücudunu, görünen ve görünmeyen
azalarını, yaratılış gayelerine uygun bir şekilde kullanacaktır. Çünkü şükrün
gerçek bir şekilde yerine getirilmesi, nimeti ihsan edene bu suretle karşılık
vererek saygı göstermektir.
Habîb-i
Ekrem Efendimiz, bir insanın duasının kabul edilebilmesi için, harâm ve helâle
dikkat etmesi gerektiğini vurgulayarak şöyle buyurur:
“Allah Teâlâ temizdir, ancak temiz olanları kabul eder. O,
peygamberlerine emrettiği şeyi mü’minlere de emretmiştir. Cenâb-ı Hak
peygamberlere:
«Ey
peygamberler! Temiz ve helâl olan rızıklardan yiyin ve dâima sâlih ameller
işleyin» (Mü’minûn
23/51) buyurmuştur. Mü’minlere de aynı şekilde:
«Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâl
olanlarından yiyin!» (Bakara 2/172) buyurmuştur. Bir kimse Allah yolunda uzun
seferler yapıyor. Saçı başı dağınık, toza toprağa bulanmış vaziyette ellerini
gökyüzüne açarak: «Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!» diye yalvarıyor. Halbuki onun yediği
harâm, içtiği harâm, gıdası da harâmdır. Böyle birinin duası nasıl kabul
edilir!” (Müslim, Zekât 65)
Helâl
lokma yeme bakımından Seyyid Nur Muhammed Bedvânî (k.s.)’un şu gayreti örnek
alınmaya değer bir davranıştır:
“Hazret
midesine haram girmemesi için elinden geleni yapardı. Yiyeceği ekmeğin
buğdayını bulur, ununu öğütür, hamurunu eli ile yoğurur, ekmeğini de kendisi
pişirirdi. Ekmeği kurutur, bir yere bırakır, açlık bastırınca ondan alır yerdi.
Çok da yemezdi, açlığını giderecek kadar bir parça alırdı. Sonra yine murakabe
hâline dalar giderdi. Ekmeği bitince yine kendisi ekmeğini pişirirdi. Önceki
gibi yer, ibâdetine, taatine, murakabesine devam ederdi. Murakabe hâli o kadar
çok idi ki, bu yüzden beli yay gibi olmuştu.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s.
808)
İşte
Yüce Rabbimiz, insanın maddi-mânevî hayatına, onun dünya ve âhiret saadet ve
selametine büyük önem verdiği için neyin helâl neyin haram olduğunu bizzat
kendisi beyân etmektedir. Çünkü akıl ile bunları tam olarak belirleyebilmek
çoğu zaman mümkün olmamaktadır. Âyet-i kerîmede haram olan yiyeceklerin dört
tanesi zikredilmektedir:
Leş: Kendiliğinden ölmüş ya da usulüne uygun kesilmeden öldürülmüş
hayvanın eti haramdır. Hayvanın etinin yenilebilmesi için kesim esnasında
canlı olması, bu kesim sonucunda ölmüş olması gerekir.
Kan: Eti yenen hayvan bile olsa, canlı veya ölü hayvanın
vücudundan akıp ayrılmış olan kan haramdır. En‘âm sûresinin 145. âyetindeki
“akıtılmış kan” ifadesi bunu açıklamaktadır. Buna göre bedende et içinde,
ciğerlerde ve dalakta kalan kan et hükmünde olup, helâldir.
Domuz eti: İslâm’da domuz eti kesin olarak haram kılınmıştır.
Allah’tan başkasının adına kesilmiş hayvanın eti haramdır. Âyetin
bu kısmıyla her şeyden önce, putlar adına kesilen, onlara kurban edilen
hayvanlar kastedilmektedir. Zira müşrikler, putlar için kurban keserken
seslerini yükseltip “Lât’ın ismiyle, Uzzâ’nın ismiyle” derlerdi. Bir müslümanın
veya Ehl-i kitabın unutarak veya unutmadan kasdi olarak besmele çekmeksizin
kestiği hayvanın etinin yenilip yenilmeyeceği hususunda mezhep âlimleri
arasında görüş ayrılığı vardır. Hanefilere göre sadece kasıtlı olarak Allah’ı
anmadan kesilen hayvanın eti haramdır.
Burada
Allah Teâlâ bir istisna yaparak, zaruret hallerinde nasıl davranılması
gerektiğine ışık tutmaktadır. Helâl yiyecek bulamadığı için hayâtî tehlike, bir
kısım uzuvların kaybolmasına etki edecek şiddetli açlık veya zorlama ile
yüzyüze gelenlerin, Allah’ın haram kıldığı şeylerden zarûret miktarı
yemelerinde bir günah yoktur. Ancak iki şarta dikkat edilmelidir: Birincisi
böyle bir durumda kalan kişi, aynı durumdaki bir başkasına haksızlık
yapmamalıdır. Meselâ kendisi gibi zaruret içinde olan bir kimsenin yanında
bulduğu bir leşten kendi açlığını giderecek kadar alıp bunu yalnız başına yer
ve diğeri yiyecek hiçbir şey bulamadığı için açlıktan ölürse bu haramdır.
İkincisi, haram şeyi yemek zorunda kalan kimsenin, sadece açlığını giderecek
miktar yemesi, ondan fazlasını yememesi lazımdır. Allah Gafûrdur; kullarının
her türlü günahlarını, hususiyle böyle durumlarda yenilen haram şeyin günahını
bağışlar. Rahîmdir; merhameti sınırsızdır, özellikle böyle zor durumda
kalanlara bir kısım ruhsatlar vermek sûretiyle merhamet eder.
Ancak
bile bile Allah’ın ayetlerini gizleyen, hükümlerini az bir dünyalık karşılığı
satan ve tercihini sapıklık istikametinde kullananlar ilâhî bağış ve
merhametten istifade edemeyecekler, bilakis cehenneme atılacaklardır:
174. Allah’ın indirdiği kitabın bazı kısımlarını gizleyen ve bunu az bir bedel karşılığı satanlar yok mu! İşte onlar, karınlarına cehennem ateşi dolduruyorlar. Kıyâmet gününde Allah ne onlarla konuşacak, ne de onları temize çıkaracaktır. Onlara elem verici bir azap vardır.
175. Onlar doğru yola karşılık sapıklığı, Allah’ın affı yerine cehennem azabını satın alan kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar da dayanıklı imişler!
176. Bu azabın sebebi, inkâr ettikleri kitabı Allah’ın gerçeği ortaya koymak üzere indirmesidir. Bu kitap hakkında anlaşmazlığa düşenler ise elbette haktan ve sevaptan büsbütün uzaklaşmışlardır.
Bu
âyetler öncelikle Tevrat ve İncil’deki Peygamberimizle alakalı bilgileri
gizleyen ve bir kısım dünya menfaati beklentisi içinde dini metinleri bilinçli
olarak maksadının aksine yorumlayan yahudi din âlimlerini hedef alsa da, umumi mânada
Allah’ın ayetlerini, dini hakikatleri çıkarları doğrultusunda insanlardan
gizleyen, yanlış yorumlayan ve dini bir ticaret vasıtası yapan her kişi ve
toplulukları ikaz etmektedir. Zira insanlığı sapıklıktan kurtarıp doğru yola
erdirmek, onlara iki dünyanın saadet yollarını göstermek üzere gönderilen ilâhî
kitapları ve ayetleri böyle dünyevî ve süflî arzularla gizlemek ve bir menfaat
aracı olarak kullanmak, gerçekten büyük bir günahtır. Onlar, bu cüretlerinin
karşılığında ne kadar yüksek meblağlar elde ederlerse etsinler bu, âhirette
karşılaşacakları azaplar ve kaybedecekleri nimetlerle mukayese edildiğinde “çok
az bir şey” hükmünde olacaktır. Bu şekilde onlar karınlarına, hiç boş yer
kalmayacak biçimde sadece ateş doldurmaktadırlar. Haksız yollarla aldıkları
ücretler ve yedikleri şeyler, içlerinde gerçek bir ateş olacak ve onları
devamlı yakacaktır. Kıyamet gününde Allah, onlara söz söylemeyecek, rahmetle
iltifat etmeyecektir. “Kötülüğün karşılığı, ona denk bir cezadır” (Şûrâ
42/40) kaidesi gereğince, dünyada Allah’ın kelâmını gizleyen bu bahtsızlar, âhirette
Yüce Yaratıcı’nın rahmet sözünden mahrum kalacaklardır. Allah onları tezkiye
etmeyecek, günahlarını affetmeyecek ve onları temize çıkarmayacaktır. Böylece
bütün günah kirleriyle perişan bir halde mahşer yerine geleceklerdir. Neticede
onlar, acı ve ıstırap veren devamlı bir azaba düçâr kalacaklardır.
Çünkü
onlar, hem kendileri hem de hitap ettikleri insanlar için hidâyet kaynağı olan
Allah’ın ayetlerini gizlemek ve onları hedefinden saptırmak suretiyle doğru yol
karşılığında sapıklığı satın almışlardır. Aynı şekilde kıymetini bilenlerin
elde etmek için büyük gayret gösterdikleri ilâhî affı vererek de âhirette
çekecekleri azâbı satın almışlardır. Dolayısıyla kazandıkları en büyük sermaye
sadece sapıklık ve azap olmuştur. Âyet-i kerîme bir taaccüp ifadesiyle son
bulmaktadır: “Onlar, ateşe karşı ne kadar da dayanıklı imişler!” (Bakara
2/175) Burada ateşten maksat, ona sürükleyen sebepler ve günahlardır. Hayırlı
işler ve iyilikler yapmaya, istikamet, doğruluk ve dürüstlüğe, ilâhî
hakikatleri açıklamaya, dünya zevklerinden birini bile fedâ etmeye asla
sabredemeyen bu kişiler, ateşe götürecek ameller yapmakta ne kadar büyük
sabırlar göstermektedirler. Hâsılı ebedî olarak ateşte yanmak için ne kadar zor
işlere katlanmaktadırlar. Fakat görüldüğü üzere bu sabır, övgüye layık ve sonu
selâmet olan bir sabır değil, akıbeti ebedî bir felâket olan çaresizliktir.
Onların
böyle hazin bir akıbet ve büyük bir azaba uğramaları sebepsiz ve haksız
değildir. Şüphesiz Cenâb-ı Hak, bütün ilâhî kitapları gerçekleri açıklamak
üzere indirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm gibi asılları itibariyle Tevrat, İncil ve
Zebur da bu hükme tabidir. Hepsi Allah kelâmıdır ve hepsine iman etmek şarttır.
Dolayısıyla ilâhî kitaplar hakkında anlaşmazlığa düşenler; bunların hepsine
inanmayıp da bir kısmına inananlar, Kur’an’ın bazı ayetlerini kabul edip bazı
ayetlerini reddedenler ve yine Kur’an hakkında şiir, sihir ve kehânet gibi
iddialarda bulunanlar, elbette doğru olandan çok uzak bir ayrılık, anlaşmazlık
ve sapkınlık içine düşmüşlerdir. Bu durumda olan kimselere layık olan ise,
ebedî cehennemdir.
O
halde kişiyi cehennem azabından kurtaracak ve cennete ulaştıracak gerçek
iyilikler nelerdir? Gelen âyet-i kerîme bunu haber vermektedir:
177. Yüzlerinizi doğu ya da batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanan; malını sevdiği halde akrabasına, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, dilenenlere, hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren; namazı dosdoğru kılıp zekâtı ödeyen; antlaşma yaptığında sözünde duran; sıkıntı, darlık, hastalık ve şiddetli savaş zamanlarında sabredenlerin yaptığıdır. Kulluklarında samimi ve dürüst olanlar işte bunlardır; gerçek takvâ sahipleri de yine bunlardır.
Âyet-i
kerîme, bütün insanlara hitap etmektedir. Bu beyânıyla, en faziletli amelin
kendi kıblelerine yönelmek olduğunu düşünen ve Kâbe’nin kıble olmasına şiddetle
karşı çıkan Ehl-i kitab’ın iddialarını çürüttüğü gibi, Kâbe’ye yönelmekle
gayelerine ulaşmış olduklarını zanneden mü’minlere de gerçek iyiliğin yollarını
göstermektedir. Allah Teâlâ’nın muradı ise, sadece kıbleye dönülmesi değil,
sayılan bu iyilikleri yapmak ve bu güzel ahlâkî vasıflara sahip olmaktır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
V, 30-31)
Âyet-i
kerîme özellikle “birr”i tanımlar. اَلْبِرُّ (birr) kelimesi, “hayırlı işlerde bolluk ve
genişlik” mânasındadır. Bundan hareketle bu kelime Kur’ân-ı Kerîm’de iman ve ibâdetten
başlamak üzere her türlü hayır, iyilik, ihsan, itaat, doğruluk ve takvâ mânalarını
içine alacak şekilde kullanılmıştır. Peygamber Efendimiz ise “birr”i, “güzel
ahlâk” olarak tarif etmiştir. (Müslim, Birr 14-15)
Âyette
“birr” tarif edilirken dört hususa dikkat çekilmektedir:
Birincisi,
iman esasları: Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere
iman etmek. Bütün güzelliklerin ve mânevî kemâlâtın başı imandır. İman kalbe
yerleşmeden ve orada kökleşmeden sâlih amellerin yapılması zor olacağı gibi,
bundan hayırlı bir semere beklemek de nâfiledir. Bu bakımdan âyet-i kerîmelerde
öncelikle imana yer verilmektedir. İmanın makbul olması için de inanılması
gereken bütün esaslara, Rabbimizin istediği şekilde iman etmek lüzumu vardır.
Peygamberimiz (s.a.s.):
“Allah’ı rab, İslâm’ı din, Muhammed’i peygamber olarak benimseyip
onlardan razı olan kişi, imanın tadını tadar” (Müslim, Îman 56; Tirmizî, İmân
10/2623) buyurmaktadır.
İkincisi,
ibâdetler: İhtiyaç sahiplerine gönüllü olarak ve seve seve harcamada bulunmak,
namazı kılmak ve zekâtı vermek. İmandan sonra ibâdetler gelmektedir. İman,
adeta İslâm ağacının kökleri, ibâdetler ise onun gövdesi, dal ve budakları
gibidir. Güzel ahlâk ve coşkun manevî duygular ise onun çiçek ve meyveleri
mesâbesindedir. İslâm’da ibâdet hayatının ne kadar önemli olduğunu göstermesi
açısından şu rivayetler oldukça dikkat çekicidir:
Sa‘d
b. Ebî Vakkâs (r.a.) anlatıyor:
“İki
kardeş vardı. Bunlardan biri diğerinden kırk gün evvel vefat etti. Resûlullah (s.a.s.)’in
yanında birinci kardeşin faziletinden bahsedildi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.):
«–Diğeri müslüman değil miydi?» diye sordu.
«–Evet
ey Allah’ın Rasûlü, müslümandı ve fenâ biri de değildi!» dediler. Resûlullah (s.a.s.):
«–Namazının ona ne dereceler kazandırdığını siz nereden
bileceksiniz? Namazın misali, sizden birinin kapısının önünde akan ve her gün
içine beş defâ girip yıkandığı, suyu bol ve tatlı bir nehir gibidir. Ne
dersiniz, bu durum onda hiç kir bırakır mı? Siz namazın onu hangi derecelere
ulaştırdığını bilemezsiniz.»” (Muvatta’,
Kasru’s-Salât 91)
Abdullah
b. Şeddâd şöyle anlatıyor: Benî Uzre kabilesinden üç kişi Resûlullah (s.a.s.)’e
geldiler ve müslüman oldular. Allah Resûlü:
“−Bunların bakımını kim üstlenir?” diye sordu.
Talha (r.a.):
“−
Ben yâ Resûlallah!” dedi.
Onlar
Talha (r.a.)’ın yanında iken Resûlullah (s.a.s.) bir seriye gönderdi. O üç
kişiden biri bu birlik içinde çıktı ve şehîd oldu. Daha sonra bir seriyye daha
gönderdi. Bununla da ikincisi çıktı ve o da şehîd oldu. Üçüncü şahıs ise bir
müddet sonra yatağında vefât etti. Talha (r.a.) bundan sonrasını şöyle anlatır:
“−Yanımda
kalan bu üç şahsı rüyamda cennette gördüm. Yatağında ölen en öndeydi, ikinci
sırada şehîd olan onu takip ediyordu, ilk defa şehîd düşen de en sondaydı.
Şaşırdım ve bu bana ağır geldi. Hemen Nebi (s.a.s.)’e gelerek gördüklerimi
anlattım. Allah Rasulü şöyle buyurdu:
«−Bunda şaşılacak bir şey yok! Allah katında tesbih, tekbir ve
tehlili dilinden düşürmeden İslâm üzere ömür süren mü’minden daha faziletli bir
kimse yoktur»” (Ahmed
b. Hanbel, Müsned, I, 163)
Hadisin
bir başka rivayetinde ise şöyle bir izah yer alır: “O,
şehîd olan kardeşinden sonra Ramazan orucunu tutmadı mı, bir senede altı bin şu
kadar rekât namaz kılmadı mı? O halde ikisi arasında bu kadar fark tabiî ki
olacak!” (Ahmed
b. Hanbel, Müsned, II, 333)
Ayette
malın ihtiyaç sahiplerine seve seve harcanmasına öncelik verilmiştir. Çünkü
din, candan ve maldan fedakârlığı gerektirir. Huzurlu bir ibâdet ortamının
teşekkülünde, zaruri ihtiyaçların karşılanarak İslâm kardeşliğinin tesis
edilmesinin, emniyet ve barışın yayılmasının çok büyük bir ehemmiyeti vardır.
Bunun için de genişlikte olduğu gibi darlıkta ve zorlukta da infaka sarılmak
gerekmektedir. Resûlullah (s.a.s.): “Hangi sadaka daha faziletlidir?” sorusuna
şöyle cevap vermiştir:
“Sağlıklı ve ihtiyaçlı olduğun, geçim sıkıntısı çekip fakirlikten
korktuğun halde verdiğin sadakadır. Sakın can boğaza gelinceye kadar
geciktirme! Sonra o zaman: «Şunu falana, şunu da falana verin. Şu da falanın
hakkıydı» dersin.” (Müslim, Zekât 93; Nesâî, Zekât 60)
Âyetin
istediği yardım ve cömertlik sadece insanlara değil, tüm canlılar için
geçerlidir. Şu misal, malı hak yolunda seve seve harcamanın ve cömert olmanın
derin boyutlarını ne güzel ortaya çıkarır:
Abdullah
b. Câfer (r.a.) bir seyahat esnâsında, bir hurma bahçesine uğradı. Bahçenin
hizmetçisi siyahî bir köle idi. Köleye üç adet ekmek getirmişlerdi. Bu sırada
bir köpek geldi. Köle, ekmeklerden birini ona attı. Köpek, ekmeği yedi. Öbürünü
attı. Onu da yedi. Üçüncüyü de attı. Onu da yedi. Bunun üzerine Abdullah b.
Câfer ile köle arasında şöyle bir konuşma geçti:
“–Senin
ücretin nedir?”
“–İşte
gördüğünüz üç ekmek.”
“–Niçin
hepsini köpeğe verdin?”
“–Buralarda
hiç köpek yoktu. Bu köpek uzaklardan gelmiş olmalı. Aç kalmasına gönlüm râzı
olmadı.”
“–Peki
bugün sen ne yiyeceksin?”
“–Sabredeceğim,
günlük hakkımı Rabbimin bu aç mahlûkuna devrettim.”
Bu
güzel ahlâk karşısında hayran kalan Abdullah (r.a.):
“–Sübhânallah!
Bir de benim çok cömert olduğumu söylerler. Halbuki bu köle benden daha
cömertmiş!” buyurdu. Ardından da o köleyi ve hurma bahçesini satın aldı ve
köleyi âzâd edip, hurmalığı ona bağışladı. (Gazâlî, Kimyâ-yı Saadet, s.
467)
Şâir,
şu beytiyle böyle yüksek ruhlu insanların durumunu dile getirir:
“Ehl-i rif’attır eden cezb-i kulûb-i zuafâ
Zerre-perverlik olur fâide-i mihr-i münîr.” (Sâmî,
Arpaemînizâde)
“Yüksek
ruhlu insanlar, âciz ve muhtaç kişilerin gönüllerini fethederler. Güneşin de en
büyük faydası, kâinatın her zerresine ışık ve sıcaklık vermek değil midir?”
Üçüncüsü;
içtimâi hususlar, muamelât ve beşeri münasebetler: Bunların başında gelen ise
verilen söz ve yapılan anlaşmaların gereğini yerine getirmek, sözden
dönmemektir. Yüce Rabbimiz, kurtuluşa erecek mü’minlerin vasıflarını
açıklarken:
“O mü’minler, kendilerine tevdî edilen her türlü emâneti korur ve
verdikleri sözleri tastamam yerine getirirler” (Mü’minûn
18/8) buyurur.
Allah
Resûlü (s.a.s.) de: “Ben kıyâmet günü şu üç kısım insanın düşmanıyım”
dedikten sonra, ilk olarak “Allah adına yemin ettikten sonra sözünden cayan
kişi”yi zikretmiştir. (Buhârî, Buyû 106) Diğer bir hadisinde, verdiği
sözden dönen kimsenin, bu huyu terk edinceye kadar münafıklıktan bir sıfat
taşıdığını haber verir. (Buhârî, İman 24) Efendimiz, ahdine vefa
göstermeyenlerin kıyâmet gününde karşılaşacakları acı manzarayı ise şöyle
tasvîr eder:
“Kıyâmet günü, sözünde durmayan kimselerin arkasında bir bayrak
bulunacak ve vefâsızlığı ölçüsünde o bayrak yükseltilecektir.” (Müslim,
Cihâd 15)
Habîb-i
Ekrem (s.a.s.)’in ahdine vefâ göstermesi o derece zirveleşmiştir ki düşmanları
bile bu rahmetten istifade etmişlerdir. Huzeyfe (r.a.) şöyle anlatır:
“Babam
Hüseyl ile beraber yola çıkmıştık. Kureyş
kâfirleri bizi tuttular ve:
«-
Siz muhakkak Muhammed’in safına katılmak istiyorsunuz» dediler. Biz de:
«-
Hayır, Medine’ye bu sebeple değil, başka bir iş için gidiyoruz» dedik. Bunun
üzerine bizden, Efendimiz’in safında yer alıp onunla birlikte savaşmayacağımıza
dâir Allah adına söz aldılar. Medine’ye gelip durumu Resulullah’a arzedince
gönüller Sultânı Efendimiz:
«- Haydi gidin. Biz sizin verdiğiniz sözü tutar, onlara karşı da Allah’tan
yardım dileriz!» buyurdular. İşte benim Bedir savaşına iştirâk etmememin sebebi
budur.” (Müslim, Cihâd 98)
Zira
içtimâî nizamın teşekkülünde ve devamında ahde vefânın, verilen sözde durmanın
mühim bir yeri vardır. Fert ve cemiyet hayatının gelişmesi karşılıklı
münâsebetlere, bunlar da çeşitli anlaşma ve sözleşmelere bağlıdır. Bunlar
olmaksızın içtimâî ve iktisâdî hayatın gelişmesi ve devam etmesi mümkün
değildir. Bu sebeple insanların şikâyetlerinin önemli bir kısmı ve işlerin
aksamasının temel sebebi umûmiyetle ahde vefâsızlıktır. Yapılan ahde uymayı
istemek kazanılmış bir hak, onu yerine getirmek de kabul edilmiş bir vazîfedir.
Verdiği sözü tutmayan kimse, karşı tarafın hakkını ödememiş ve kendi vazîfesini
de yerine getirmemiş olur. Allah Teâlâ: “Verdiğiniz sözü de yerine getirin;
çünkü herkes verdiği sözden mutlaka sorguya çekilecektir” (İsrâ 17/34)
buyurarak kullarını bu hususta dikkatli olmaya çağırmaktadır.
Dördüncüsü,
ahlâkî vasıflar: Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyyenin öğrettiği pek çok ahlâkî
güzellik bulunmaktadır. Bunların temeli de sabırdır. Her türlü zorluk
karşısında, darlık ve sıkıntıda, özellikle savaşların sebep olduğu ölüm, açlık
ve perişanlık hallerinde sabırlı davranabilmektir.
Hz.
Mevlânâ şöyle der:
“Senin
işittiğin tesbihlerin rûhu sabretmektir. Sen de başına gelen musibetlere,
belalara sabret ki, en doğru dürüst tesbih budur. Hiç bir tesbih sabır
derecesine varmamıştır. Sabret ki, sabır, ferahlığın neşenin anahtarıdır.
Sabır, sırat köprüsüne benzer; cennetse öbür taraftadır. Her güzelin yanında
çirkin bir lala vardır. Laladan kaçarsan güzeli de göremezsin. Çünkü lala
güzelden hiç ayrılmaz. Ey hafif bir şeyden kırılan sırça gönüllü! Sen sabrın
zevkini, hususiyle Hakk’a kavuşmak için çekilen sabrın, sıkıntının tadını ne
bilirsin?” (Mevlânâ, Mesnevî, 3145-3149. beyitler)
İşte
iman, ibâdet, muamelât ve ahlâk boyutlarıyla bütün vazifelerini tam olarak
yerine getirebilen bu talihli kullar, iman ve amellerinde doğru, samimi ve
dürüst olan kimselerdir. Onların sözleriyle özleri ve işleri birbirine
uygundur. Onlar sadâkat imtihanını başarıyla vermişlerdir. İşte gerçek mânada
müttakî olanlar da bunlardır. Bu iman ve amelleriyle, korunması gereken şeyleri
en güzel şekilde korumuş, Allah’ın rızâsına erişmiş, cehennem azabından
kurtulmuş ve ebedi cenneti kazanmışlardır.
Allah
Teâlâ’nın mü’min kullarından istediği bir diğer husus da insanların hayat
haklarına önem vermek, haksız yere cana kıyılmasını engellemek ve bunu sağlamak
üzere de “kısas” emrinin gereklerini yapmaktır:
178. Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas emredildi. Buna göre hüre hür, köleye köle ve kadına da kadın kısas edilir. Fakat kâtil, öldürdüğü kimsenin yakını tarafından affedilirse kısas düşer. O zaman affeden, uygun görülen diyeti kabul etmeli, affedilen de diyet borcunu güzelce ve tam olarak ödemelidir. Bu, Rabbinizin bir hafifletmesi ve merhametidir. Bütün bunlara rağmen kim Allah’ın koyduğu sınırı aşarsa, pek acı bir azabı haketmiş olur.
İslâm,
insanın her türlü haklarını koruyan, onun can ve mal emniyetini sağlayan bir
dünya düzeni tesis etmekte, bunu gerçekleştirmek için lazım gelen temel
kaideleri bildirmektedir. Bu temel kaidelerden biri, insanın can güvenliğidir.
İslâm, kısas emriyle bu hususta en keskin çareyi ortaya koymuştur.
الْقِصَاصُ
(kısas) kelimesinin türediği الْقَصُّ
(kass) sözlükte bir haberi anlatmak, izini takip etmek, katili öldürmek, saç
veya tırnakları kesmek, takas etmek gibi mânalara gelmektedir. Kâtil,
öldürmekte bir yol izlemekte, daha sonra onun izi takip edilerek, onun izlediği
yoldan gidilerek, takas yapılarak kendisine aynı ceza verilmektedir.
Hukukta
kısas, kasten adam öldüren veya yaralayan kişinin gerekli şartlar çerçevesinde
işlediği fiil cinsinden ve ona denk bir ceza ile cezalandırılmasıdır. Yani
kasten öldürdüğü kişiye karşılık öldürülmesi ya da kasten işlediği yaralama
fiiline karşılık benzeri şekilde cezalandırılmasıdır. (DİA, “Kısas” maddesi,
XXV, 488)
Âyet-i
kerîmenin nüzûl sebebi, Allah Resûlü (s.a.s.) peygamber olarak gönderilmeden
önce bu konuda mevcut olan hükümleri ortadan kaldırarak en âdil hükmü
getirmektir. Zira yahudiler sadece öldürmeyi, hıristiyanlar sadece diyet alıp
affetmeyi benimsemişlerdi. Araplar ve onlarla beraber yahudilerin bir kısmı ise
bazan öldürmenin vacib olduğuna, bazan da diyetin vacib olduğuna
hükmediyorlardı. Fakat bu iki hükümden her birinin uygulamasında da haksızlık
yapıyorlardı. Mesela Arap kabilelerinden Ensar’ın iki kabilesi arasında
cahiliye devrinden kalma kan davaları vardı. Bir taraf, şeref ve kuvvetine
güvenerek diğerine karşı ileri gidip “Bizden bir köle karşılığında sizden bir
hür, bir kadın karşılığında bir erkek öldüreceğiz” diye yemin etmişlerdi. müslüman
olduktan sonra Resulullah (s.a.s.)’e gelip muhakeme olmak istediklerinde bu
âyet indi. (Buhârî, Tefsir 2/23; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 52-53;Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 40-41)
Bu
âyet-i kerîmede ölümle alakalı kısas cezası ve ona dair hükümler zikredilir.
Bunun için öldürme olayının “kasten” gerçekleştirilmiş olması gerekir. Hata ile
meydana gelen öldürme olaylarında geçerli olan hükümleri Nisâ sûresi 92. âyet-i
kerîme[1];
ölüm hâricinde vuku
bulan yaralamalarla alakalı hükümleri ise Mâide sûresi 45. âyet-i kerîme beyân
etmektedir.[2]
İslâm’a
göre herkes kendi işlediği suçtan sorumlu olur. (bk. Tûr 52/21) Suçluya da
işlediği suça denk bir ceza verilmesi istenir. (bk. Nahl 16/126) Kasten adam
öldürenin öldürülmesi ve kasten yaralayıp sakat bırakanın da aynı şekilde
cezalandırılması, bu yüzden mağdur olan kimselerin haklarının korunması esasına
dayanır. Bu gibi suçlar şahsî hakların ihlali olarak değerlendirildiği için bu
hususta mağdur olan tarafa yani öldürülen kimsenin yakınlarına ve yaralanan
şahsa söz hakkı tanınmıştır. Suç kasten işlenmişse, mağdur tarafın kısas isteme
veya kısas yerine diyet talep etme hakları vardır.
Kısas,
insanın hayat hakkını emniyet altına almayı hedefleyen bir cezadır. Zira hayat
hakkı, insan haklarının temelini oluşturur. Diğer hakların kullanılması ise
tümüyle hayat hakkına bağlıdır. Kasten adam öldürme ve yaralamalar kısasla
cezalandırılarak insan hayatına yönelik haksız tecavüzlerin önü kesilir. Ayrıca
suçlu, işlediği suça denk bir ceza görerek adâlet gerçekleşmiş olacaktır.
İslâm,
suçsuz ya da suçlu, mü’min ya da kâfir, zengin ya da fakir herkesin hakkını
savunan adâlet dinidir. Bu sebeple vuku bulan bir suçu cezalandırırken mağdur
taraf kadar, suçlunun haklarını da koruyucu tedbirler alır. Bu esasa
dayanılarak ceza verirken suçun “kasten” mi, yoksa hata ile mi işlendiği
ayrımına dikkat eder. Eğer suçun işlenmesinde kasıt yoksa veya kısasın tatbiki
mümkün değilse yahut kısas düşerse bedenî ceza yerine diyet ödetme yönüne
gidilir. Ayrıca ödenecek diyete suçlunun kan akrabaları veya yakın çevresi
ortak edilir. Böylece bir taraftan suçlunun maddi külfetini hafifleten, bir
taraftan da yaralanması veya bir azasını kaybetmesi halinde mağduru, ölmesi
durumunda da destekten mahrum kalan ailesini koruyan ortak bir tazmin sistemi
oluşturulur. Böylece hem suçluyu hem de mağduru yalnız bırakmayan, bilakis toplumu
bozacak suçlarla birlikte mücadeleyi sağlayacak yardımcı müesseseler ihdas
edilmiş olur.
İslâm
hukukunda kısas için zaruri şart olan mağdurun kısas talebi yeterli görülmez.
Bu cezanın verilebilmesi için suçun işleyende, mağdurda ve suçu oluşturan fiilde
birtakım şartlar aranır. Kısas, ancak ehliyetli mahkemenin kararı ve ilgili
resmî görevlilerinin sorumluluğunda uygulanır. Böylece ferdî hak arama yolu
kapatılıp, kan davalarının önüne geçilmiş olur.
Kısasla
alakalı ayetlerde “affetmek” özellikle tavsiye edilmiştir. “Kim kısas hakkını bağışlarsa
bu, onun günahları için bir keffâret olur” (Mâide 5/45) beyânıyla bunun âhirette günahlara
kefaret olacağı bildirilir. Böylece yüksek ahlâkî duyguların hâkim olduğu ve
İslâm kardeşliğinin yaşandığı bir toplum hayatı hedeflenir. Kısas, aslî bir hak
ve ilk borçtur. Af ise bunun üzerine gerekebilecek bir fazilettir. Bu fazilet,
ya tam olarak kayıtsız ve bedelsiz yahut eksik olarak diyet ya da başka bir
bedel karşılığında yapılır. Bu şekilde kısas, aslî bir vacib olarak meşrû
olmasaydı, af bir fazilet değil, insanları öldürme cinayetini mübah kılacak
olan bir ihmal olurdu. Yani kısas meşrû olmasaydı, affın hiçbir mânası
kalmazdı. İşte Kur’ân, bu gerçekten hareketle kısası, öldürülen kimse için bir
hak, toplum için aslî bir görev, affı da öldürülen kimsenin velisi için bir
fazilet, “iyilik ve ödeme” kelimeleri altında diyet almayı da bir ruhsat olmak
üzere meşrû kılmıştır.
Bununla birlikte “Bütün bunlara
rağmen kim Allah’ın koyduğu sınırı aşarsa, pek acı bir azabı haketmiş olur” (Bakara 2/178) buyrularak
kısas, diyet veya af, bunlardan hangisi olursa olsun karşılıklı anlaşma
gerçekleşip, hüküm karara bağlandıktan ve icra edildikten sonra tarafların
birbirlerinin hukukuna saygılı olmaları istenmekte, buna riayet etmeyenler acı
bir azapla tehdit edilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de
bir insanı haksız yere öldüren kimsenin sanki bütün insanları öldürmüş gibi
büyük bir cinâyet işlediği haber verilmiştir. (Mâide 5/32) Kasten işlenen
cinayetlerde de gerek mağdur tarafın ve toplumun ortak duygularının tatmin
edilmesi, gerekse suçun önlenip insan hayatının ve sağlığının her şeyin üstünde
tutulmasını sağlamak üzere suça denk bir ceza demek olan kısas hükmü
konulmuştur. Ancak İslâm’da hata ile, sebep olarak veya kastını aşarak adam öldürene
kısas cezası uygulanmaz. Buna karşılık bilerek, isteyerek ve tasarlayarak bir
kimseyi öldüren câniyi korumanın, affetmenin veya birkaç sene hapis cezasıyla yetinmenin
savunulacak bir yönü yoktur. Üstelik bu hususta af ve müsamaha olacaksa, bu
konuda öncelikle mağdur tarafa söz hakkı tanımak gerekir. Günümüz batı kökenli
ceza hukuklarında adam öldürme, ırza tecavüz, silahlı gasp gibi ağır suçlarda
suçluya neticede 5-10 yılı aşmayan hapis cezalarını uygulanması hem mağdur
tarafta ve toplumda büyük bir tepki ve hoşnutsuzluğa yol açmakta, hem de suçun
işlenmesinde hiçbir caydırıcı rol oynamamaktadır. Bunu en iyi bilen Rabbimiz
suça denk bir ceza emrederek, insan hayatını ve sağlığını korumanın en
emniyetli yolunun kısas olduğunu şöyle beyân buyurmaktadır:
“Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat vardır. Umulur ki
böylece hem öldürmekten hem de öldürülmekten korunursunuz.” (Bakara 2/179)
Kısas, hayat
hakkının ve canı korumanın gereğidir. Kısasın emredilmesinde insanlık
haysiyetine sahip, insanlığın hayrını isteyen, özü sağlam, temiz akıl sahibi
kimseler için büyük bir hayat vardır. Affın kıymeti de buna bağlıdır. Gerçi
kısasın kendisi, bir hayatı yok etmektir ama, aynı zamanda haksız yere bir
hayatı yok etmeye karşı, hayatın ve yaşama hakkının sağlanmasının en büyük
müeyyidesidir. Şöyle ki:
›
Kısas,
hem katil olmak isteyen kimse, hem de öldürülmesi istenen kimse hakkında hayatı
korumaya sevketmektedir. Çünkü katil olmak isteyen kimse, öldürürse ve
öldürdüğünde kendisinin de öldürülmeyi hak edeceğini bilirse akıl gereği
olarak, öldürmekten vazgeçer. Böylece hem kendisi hem de karşısındaki hayatta
kalır.
›
Kısasta,
cinayet işleyecek ve cinayete kurban gidecek olandan başka bütün toplumun
yaşama hakkını da teminat altına alma vardır. Çünkü bu yolla öldürmenin önüne
geçilmesi, bu ikisinden başka, bunlarla uzaktan yakından ilgisi olan insanların
da hayatlarının devamına ve güvenliğine bir garantidir. Zira bir öldürme olayı,
öldürenle öldürülenin yakınları arasında düşmanlık ve fitneye, bu da büyük kan
davalarına sebep olabilmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
V, 48-49; Elmalılı, Hak Dini, I, 609)
İşte kısasın
emredilmesi, bu kadar önemli bir yaşama sebebi olduğu gibi, bu “Sizin için
kısasta hayat vardır” vecizesi de belağatın en yüksek derecesine ulaşmış, özlü
bir îcâz ve i’câz prensibini teşkil eder. Kısasın meşrû oluşunun güzellikleri
bu prensiple beyân buyrulmuştur. İhtivâ ettiği
hayatî güzellikler ve hedefler itibariyle çok önemli olan kısas, günahlardan
korunabilmemiz, öldürmeden, kısası ihmal veya kötüye kullanmadan sakınıp,
hayatımızı ve yaşama hakkımızı muhafaza edebilmemiz için farz kılınmıştır.
Ancak bu surette dünya hayatında kötülüklerden sakınır, âhiret hayatında da
kurtuluşa erebiliriz.
Önceki ayetlerde bir münasebetle ölümden bahsedilmişken, bu vesileyle ölüm anında yapılması lazım gelen bir kısım dinî vazifeler, bunlar içinde de hususiyle vasiyetten bahsedilerek şöyle buyrulur:
[1] “Bir mü’minin diğer bir mü’mini öldürmesi olacak şey değildir. Fakat yanlışlıkla olabilir. Kim yanlışlıkla bir
mü’mini öldürürse, cezası, mü’min bir köleyi azat etmesi ve ölenin ailesine
diyet ödemesidir. Ancak ölenin ailesi bağışlarsa, diyet ödemesi gerekmez. Şâyet
ölen mü’min olmakla birlikte size düşman olan bir kavimden ise, öldürenin
cezası, sadece mü’min bir köleyi azat etmesidir. Eğer öldürülen kişi, aranızda
anlaşma bulunan kâfir bir kavimdense, o takdirde ceza, ölenin ailesine diyet
ödemesi ve mü’min bir köleyi azat etmesidir. Bunları yerine getirmek için
yeterli imkânlara sahip olamayan, bunun yerine peş peşe iki ay oruç tutmalıdır.
Allah bu cezaları, yanlışlıkla adam öldüren kimsenin tevbesini kabul etmek için
koymuştur. Allah, hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Nisâ
4/92)
[2] “Biz Tevrat’ta onlara şunu farz kılmıştık: “Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır; yaralamalar da böyle kısas yapılacaktır.” Fakat kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahları için bir keffâret olur. Her kim de Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (Mâide 5/45) Tevrat’ta yazılan bu hükümler, Kuran-ı Kerîm bunları alıp doğrulayarak bize takdim ettiği için, İslâm hukukundaki “şer’u men kablenâ: bizden öncekilerin şeriati” gereğince bizim için de aynen geçerlidir.
179. Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat vardır. Umulur ki böylece hem öldürmekten hem de öldürülmekten korunursunuz.
İslâm, insanın her türlü haklarını koruyan, onun can ve mal emniyetini sağlayan bir dünya düzeni tesis etmekte, bunu gerçekleştirmek için lazım gelen temel kaideleri bildirmektedir. Bu temel kaidelerden biri, insanın can güvenliğidir. İslâm, kısas emriyle bu hususta en keskin çareyi ortaya koymuştur.
الْقِصَاصُ (kısas) kelimesinin türediği الْقَصُّ (kass) sözlükte bir haberi anlatmak, izini takip etmek, katili öldürmek, saç veya tırnakları kesmek, takas etmek gibi mânalara gelmektedir. Kâtil, öldürmekte bir yol izlemekte, daha sonra onun izi takip edilerek, onun izlediği yoldan gidilerek, takas yapılarak kendisine aynı ceza verilmektedir.
Hukukta kısas, kasten adam öldüren veya yaralayan kişinin gerekli şartlar çerçevesinde işlediği fiil cinsinden ve ona denk bir ceza ile cezalandırılmasıdır. Yani kasten öldürdüğü kişiye karşılık öldürülmesi ya da kasten işlediği yaralama fiiline karşılık benzeri şekilde cezalandırılmasıdır. (DİA, “Kısas” maddesi, XXV, 488)
Âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi, Allah Resûlü (s.a.s.) peygamber olarak gönderilmeden önce bu konuda mevcut olan hükümleri ortadan kaldırarak en âdil hükmü getirmektir. Zira yahudiler sadece öldürmeyi, hıristiyanlar sadece diyet alıp affetmeyi benimsemişlerdi. Araplar ve onlarla beraber yahudilerin bir kısmı ise bazan öldürmenin vacib olduğuna, bazan da diyetin vacib olduğuna hükmediyorlardı. Fakat bu iki hükümden her birinin uygulamasında da haksızlık yapıyorlardı. Mesela Arap kabilelerinden Ensar’ın iki kabilesi arasında cahiliye devrinden kalma kan davaları vardı. Bir taraf, şeref ve kuvvetine güvenerek diğerine karşı ileri gidip “Bizden bir köle karşılığında sizden bir hür, bir kadın karşılığında bir erkek öldüreceğiz” diye yemin etmişlerdi. müslüman olduktan sonra Resulullah (s.a.s.)’e gelip muhakeme olmak istediklerinde bu âyet indi. (Buhârî, Tefsir 2/23; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 52-53;Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 40-41)
Bu âyet-i kerîmede ölümle alakalı kısas cezası ve ona dair hükümler zikredilir. Bunun için öldürme olayının “kasten” gerçekleştirilmiş olması gerekir. Hata ile meydana gelen öldürme olaylarında geçerli olan hükümleri Nisâ sûresi 92. âyet-i kerîme[1]; ölüm hâricinde vuku bulan yaralamalarla alakalı hükümleri ise Mâide sûresi 45. âyet-i kerîme beyân etmektedir.[2]
İslâm’a göre herkes kendi işlediği suçtan sorumlu olur. (bk. Tûr 52/21) Suçluya da işlediği suça denk bir ceza verilmesi istenir. (bk. Nahl 16/126) Kasten adam öldürenin öldürülmesi ve kasten yaralayıp sakat bırakanın da aynı şekilde cezalandırılması, bu yüzden mağdur olan kimselerin haklarının korunması esasına dayanır. Bu gibi suçlar şahsî hakların ihlali olarak değerlendirildiği için bu hususta mağdur olan tarafa yani öldürülen kimsenin yakınlarına ve yaralanan şahsa söz hakkı tanınmıştır. Suç kasten işlenmişse, mağdur tarafın kısas isteme veya kısas yerine diyet talep etme hakları vardır.
Kısas, insanın hayat hakkını emniyet altına almayı hedefleyen bir cezadır. Zira hayat hakkı, insan haklarının temelini oluşturur. Diğer hakların kullanılması ise tümüyle hayat hakkına bağlıdır. Kasten adam öldürme ve yaralamalar kısasla cezalandırılarak insan hayatına yönelik haksız tecavüzlerin önü kesilir. Ayrıca suçlu, işlediği suça denk bir ceza görerek adâlet gerçekleşmiş olacaktır.
İslâm, suçsuz ya da suçlu, mü’min ya da kâfir, zengin ya da fakir herkesin hakkını savunan adâlet dinidir. Bu sebeple vuku bulan bir suçu cezalandırırken mağdur taraf kadar, suçlunun haklarını da koruyucu tedbirler alır. Bu esasa dayanılarak ceza verirken suçun “kasten” mi, yoksa hata ile mi işlendiği ayrımına dikkat eder. Eğer suçun işlenmesinde kasıt yoksa veya kısasın tatbiki mümkün değilse yahut kısas düşerse bedenî ceza yerine diyet ödetme yönüne gidilir. Ayrıca ödenecek diyete suçlunun kan akrabaları veya yakın çevresi ortak edilir. Böylece bir taraftan suçlunun maddi külfetini hafifleten, bir taraftan da yaralanması veya bir azasını kaybetmesi halinde mağduru, ölmesi durumunda da destekten mahrum kalan ailesini koruyan ortak bir tazmin sistemi oluşturulur. Böylece hem suçluyu hem de mağduru yalnız bırakmayan, bilakis toplumu bozacak suçlarla birlikte mücadeleyi sağlayacak yardımcı müesseseler ihdas edilmiş olur.
İslâm hukukunda kısas için zaruri şart olan mağdurun kısas talebi yeterli görülmez. Bu cezanın verilebilmesi için suçun işleyende, mağdurda ve suçu oluşturan fiilde birtakım şartlar aranır. Kısas, ancak ehliyetli mahkemenin kararı ve ilgili resmî görevlilerinin sorumluluğunda uygulanır. Böylece ferdî hak arama yolu kapatılıp, kan davalarının önüne geçilmiş olur.
Kısasla alakalı ayetlerde “affetmek” özellikle tavsiye edilmiştir. “Kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahları için bir keffâret olur” (Mâide 5/45) beyânıyla bunun âhirette günahlara kefaret olacağı bildirilir. Böylece yüksek ahlâkî duyguların hâkim olduğu ve İslâm kardeşliğinin yaşandığı bir toplum hayatı hedeflenir. Kısas, aslî bir hak ve ilk borçtur. Af ise bunun üzerine gerekebilecek bir fazilettir. Bu fazilet, ya tam olarak kayıtsız ve bedelsiz yahut eksik olarak diyet ya da başka bir bedel karşılığında yapılır. Bu şekilde kısas, aslî bir vacib olarak meşrû olmasaydı, af bir fazilet değil, insanları öldürme cinayetini mübah kılacak olan bir ihmal olurdu. Yani kısas meşrû olmasaydı, affın hiçbir mânası kalmazdı. İşte Kur’ân, bu gerçekten hareketle kısası, öldürülen kimse için bir hak, toplum için aslî bir görev, affı da öldürülen kimsenin velisi için bir fazilet, “iyilik ve ödeme” kelimeleri altında diyet almayı da bir ruhsat olmak üzere meşrû kılmıştır.
Bununla birlikte “Bütün bunlara rağmen kim Allah’ın koyduğu sınırı aşarsa, pek acı bir azabı haketmiş olur” (Bakara 2/178) buyrularak kısas, diyet veya af, bunlardan hangisi olursa olsun karşılıklı anlaşma gerçekleşip, hüküm karara bağlandıktan ve icra edildikten sonra tarafların birbirlerinin hukukuna saygılı olmaları istenmekte, buna riayet etmeyenler acı bir azapla tehdit edilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de bir insanı haksız yere öldüren kimsenin sanki bütün insanları öldürmüş gibi büyük bir cinâyet işlediği haber verilmiştir. (Mâide 5/32) Kasten işlenen cinayetlerde de gerek mağdur tarafın ve toplumun ortak duygularının tatmin edilmesi, gerekse suçun önlenip insan hayatının ve sağlığının her şeyin üstünde tutulmasını sağlamak üzere suça denk bir ceza demek olan kısas hükmü konulmuştur. Ancak İslâm’da hata ile, sebep olarak veya kastını aşarak adam öldürene kısas cezası uygulanmaz. Buna karşılık bilerek, isteyerek ve tasarlayarak bir kimseyi öldüren câniyi korumanın, affetmenin veya birkaç sene hapis cezasıyla yetinmenin savunulacak bir yönü yoktur. Üstelik bu hususta af ve müsamaha olacaksa, bu konuda öncelikle mağdur tarafa söz hakkı tanımak gerekir. Günümüz batı kökenli ceza hukuklarında adam öldürme, ırza tecavüz, silahlı gasp gibi ağır suçlarda suçluya neticede 5-10 yılı aşmayan hapis cezalarını uygulanması hem mağdur tarafta ve toplumda büyük bir tepki ve hoşnutsuzluğa yol açmakta, hem de suçun işlenmesinde hiçbir caydırıcı rol oynamamaktadır. Bunu en iyi bilen Rabbimiz suça denk bir ceza emrederek, insan hayatını ve sağlığını korumanın en emniyetli yolunun kısas olduğunu şöyle beyân buyurmaktadır:
“Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat vardır. Umulur ki böylece hem öldürmekten hem de öldürülmekten korunursunuz.” (Bakara 2/179)
Kısas, hayat hakkının ve canı korumanın gereğidir. Kısasın emredilmesinde insanlık haysiyetine sahip, insanlığın hayrını isteyen, özü sağlam, temiz akıl sahibi kimseler için büyük bir hayat vardır. Affın kıymeti de buna bağlıdır. Gerçi kısasın kendisi, bir hayatı yok etmektir ama, aynı zamanda haksız yere bir hayatı yok etmeye karşı, hayatın ve yaşama hakkının sağlanmasının en büyük müeyyidesidir. Şöyle ki:
› Kısas, hem katil olmak isteyen kimse, hem de öldürülmesi istenen kimse hakkında hayatı korumaya sevketmektedir. Çünkü katil olmak isteyen kimse, öldürürse ve öldürdüğünde kendisinin de öldürülmeyi hak edeceğini bilirse akıl gereği olarak, öldürmekten vazgeçer. Böylece hem kendisi hem de karşısındaki hayatta kalır.
› Kısasta, cinayet işleyecek ve cinayete kurban gidecek olandan başka bütün toplumun yaşama hakkını da teminat altına alma vardır. Çünkü bu yolla öldürmenin önüne geçilmesi, bu ikisinden başka, bunlarla uzaktan yakından ilgisi olan insanların da hayatlarının devamına ve güvenliğine bir garantidir. Zira bir öldürme olayı, öldürenle öldürülenin yakınları arasında düşmanlık ve fitneye, bu da büyük kan davalarına sebep olabilmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 48-49; Elmalılı, Hak Dini, I, 609)
İşte kısasın emredilmesi, bu kadar önemli bir yaşama sebebi olduğu gibi, bu “Sizin için kısasta hayat vardır” vecizesi de belağatın en yüksek derecesine ulaşmış, özlü bir îcâz ve i’câz prensibini teşkil eder. Kısasın meşrû oluşunun güzellikleri bu prensiple beyân buyrulmuştur. İhtivâ ettiği hayatî güzellikler ve hedefler itibariyle çok önemli olan kısas, günahlardan korunabilmemiz, öldürmeden, kısası ihmal veya kötüye kullanmadan sakınıp, hayatımızı ve yaşama hakkımızı muhafaza edebilmemiz için farz kılınmıştır. Ancak bu surette dünya hayatında kötülüklerden sakınır, âhiret hayatında da kurtuluşa erebiliriz.
Önceki ayetlerde bir münasebetle ölümden bahsedilmişken, bu vesileyle ölüm anında yapılması lazım gelen bir kısım dinî vazifeler, bunlar içinde de hususiyle vasiyetten bahsedilerek şöyle buyrulur:
[1] “Bir mü’minin diğer bir mü’mini öldürmesi olacak şey değildir. Fakat yanlışlıkla olabilir. Kim yanlışlıkla bir mü’mini öldürürse, cezası, mü’min bir köleyi azat etmesi ve ölenin ailesine diyet ödemesidir. Ancak ölenin ailesi bağışlarsa, diyet ödemesi gerekmez. Şâyet ölen mü’min olmakla birlikte size düşman olan bir kavimden ise, öldürenin cezası, sadece mü’min bir köleyi azat etmesidir. Eğer öldürülen kişi, aranızda anlaşma bulunan kâfir bir kavimdense, o takdirde ceza, ölenin ailesine diyet ödemesi ve mü’min bir köleyi azat etmesidir. Bunları yerine getirmek için yeterli imkânlara sahip olamayan, bunun yerine peş peşe iki ay oruç tutmalıdır. Allah bu cezaları, yanlışlıkla adam öldüren kimsenin tevbesini kabul etmek için koymuştur. Allah, hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Nisâ 4/92)
[2] “Biz Tevrat’ta onlara şunu farz kılmıştık: “Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır; yaralamalar da böyle kısas yapılacaktır.” Fakat kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahları için bir keffâret olur. Her kim de Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (Mâide 5/45) Tevrat’ta yazılan bu hükümler, Kuran-ı Kerîm bunları alıp doğrulayarak bize takdim ettiği için, İslâm hukukundaki “şer’u men kablenâ: bizden öncekilerin şeriati” gereğince bizim için de aynen geçerlidir.
180. Birinize ölüm yaklaştığı vakit, eğer geride mal bırakıyorsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya meşrû bir biçimde vasiyette bulunmak size farz kılındı. Bu, takvâ sahiplerinin yerine getirmesi gereken bir borçtur.
Miras ayetleri
inmeden önce nâzil olan bu ayetlerde vasiyetin kimlere ve ne şekilde yapılacağı
beyân edilmektedir. Tefsirlerimizde âyetin iniş sebebiyle alakalı olarak şöyle
bir durum tespiti yapılmaktadır:
Câhiliye döneminde
insanlar, gösteriş yapmak, övülmek ve şeref sahibi olarak bilinmek için uzak
kimselere mallarını vasiyet ederler, diğer taraftan fakir olan akrabalarını
ihmâl ederlerdi. Allah Teâlâ bu âyeti indirerek, söz konusu kimseler hakkında
vasiyette bulunmayı vâcib kılmıştır. Böylece insanları daha önce alışkanlık
haline getirdikleri bu durumdan menedip, akraba olmayan insanlara yapılan
yardımları ana, baba ve yakın akrabaya çevirmeyi murad etmiştir. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 52)
İçtimai şartlar,
hikmet ve maslahatların gerektirdiği kadar bu âyetle amel edildikten sonra Nisâ
sûresindeki ana, baba ve diğer akrabaların mirastan alacakları payları net bir
şekilde belirleyen âyetlerle (bk. Nisâ 4/11-12) bu âyetin hükmü sınırlandırılmıştır.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de: “Allah
Teâlâ, her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık bundan sonra vâris lehine
vasiyet yoktur” (Ebû Dâvûd, Vesâyâ 6; Tirmizî, Vesâyâ 5) buyurmuştur.
Vasiyet yoluyla
verilen mallar, vasiyet edenin verdiklerine bir bağışıydı. Miras ayetleriyle,
Allah Teâlâ her hak sahibinin hakkını belirtmiştir. Şüphesiz Allah’ın verdiği,
vasiyet edenin verdiğinden daha üstündür. Durum böyle olunca, varis
olabileceklere vasiyette bulunmaya gerek kalmamıştır. Fakat isteyen, farz veya
vacip olmamakla beraber, vârisleri dışında kalan yakın veya uzak diğer
şahıslara vasiyette bulunabilir. Bu yasaklanmış değildir.
Yapılan vasiyeti
duyanlar ve görenlere büyük bir sorumluluk düşmektedir. Bu bir emanettir ve
emanetin hakkının verilmesi gerekir. Vasiyeti değiştirmeye kalkışmak büyük bir
günahtır. Nelerin vasiyet edildiğini bilen kişi, yazarken veya hakları
paylaştırırken doğrusunu bile bile gerçeğe aykırı davranır; şâhit olan kişi de
yalancı şâhitlik yapmak veya şâhitliği gizlemek sûretiyle diğerine ortaklık
ederse, büyük bir günah kazanmış olurlar. Çünkü emanete hıyânet etmiş ve dinin
emrine aykırı davranmışlardır. Suça ortak olan herkes, aynı zamanda günaha da
ortaktır. Fakat onların hatalı davranışları sebebiyle, vasiyette bulunan
kimseye bir vebâl söz konusu olamaz. Allah’ın her şeyi işittiğini ve bildiğini
dikkate alarak, ilgililer bu hususta dikkatli davranmak zorundadırlar.
Ancak vasiyette
bulunan kişinin de bilerek veya bilmeyerek hata yapma ihtimali vardır. Mesela meşrû
ve helâl olmayan bir mal, menfaat ve fiil vasiyet etmiş olabilir. Vasiyetin
dinî ve hukukî bir kısım kaidelerine uymamış, kasten veya bilmeyerek yanlışlar
yapmış olabilir. Hâsılı hata ile veya bile bile haktan sapıp, adâlet ve
iyilikten ayrılabilir. Bundan haberdar olan herhangi bir kimse mesela veli,
vâli, müftü, kadı veya vâris, samimi olarak bir haksızlık ve kötülüğün vuku
bulmasından korkar da, vasiyetle alakası olan kimselerin aralarını düzeltir, haksızlığın
giderilip adâletin gerçekleşmesini sağlarsa, böyle bir değiştirmede, onun
üzerine günah yoktur. Hatta böyle bir davranış, sakıncalı olmak bir yana,
müminlerin önde gelen vazifelerinden biridir.
Allah Teâlâ’nın bildirdiği
her türlü emir ve yasaklara güzelce riayet edebilmek, ancak iyi bir takvâ eğitimi,
kalp tasfiyesi ve nefis terbiyesine bağlıdır. Bu terbiye ise sabır, nefsin
arzularını bertaraf etmek, etkili bir ibâdet, bedenî ve ruhî bir riyâzatla
gerçekleşebilir. Bunu sağlayacak amellerin başında da oruç geldiğinden devam
eden ayetlerde şöyle buyrulur:
181. Kim bu vasiyeti işittikten sonra değiştirirse, şüphesiz bunun günahı onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.
182. Kim de vasiyet edenin haksızlığa meylinden veya günaha düşmesinden haklı bir endişe duyar da, mirasçılar arasında bir uzlaşma sağlamak üzere vasiyette değişikliğe giderse, bu takdirde ona bir günah yoktur. Doğrusu Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Miras ayetleri inmeden önce nâzil olan bu ayetlerde vasiyetin kimlere ve ne şekilde yapılacağı beyân edilmektedir. Tefsirlerimizde âyetin iniş sebebiyle alakalı olarak şöyle bir durum tespiti yapılmaktadır:
Câhiliye döneminde insanlar, gösteriş yapmak, övülmek ve şeref sahibi olarak bilinmek için uzak kimselere mallarını vasiyet ederler, diğer taraftan fakir olan akrabalarını ihmâl ederlerdi. Allah Teâlâ bu âyeti indirerek, söz konusu kimseler hakkında vasiyette bulunmayı vâcib kılmıştır. Böylece insanları daha önce alışkanlık haline getirdikleri bu durumdan menedip, akraba olmayan insanlara yapılan yardımları ana, baba ve yakın akrabaya çevirmeyi murad etmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 52)
İçtimai şartlar, hikmet ve maslahatların gerektirdiği kadar bu âyetle amel edildikten sonra Nisâ sûresindeki ana, baba ve diğer akrabaların mirastan alacakları payları net bir şekilde belirleyen âyetlerle (bk. Nisâ 4/11-12) bu âyetin hükmü sınırlandırılmıştır. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de: “Allah Teâlâ, her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık bundan sonra vâris lehine vasiyet yoktur” (Ebû Dâvûd, Vesâyâ 6; Tirmizî, Vesâyâ 5) buyurmuştur.
Vasiyet yoluyla verilen mallar, vasiyet edenin verdiklerine bir bağışıydı. Miras ayetleriyle, Allah Teâlâ her hak sahibinin hakkını belirtmiştir. Şüphesiz Allah’ın verdiği, vasiyet edenin verdiğinden daha üstündür. Durum böyle olunca, varis olabileceklere vasiyette bulunmaya gerek kalmamıştır. Fakat isteyen, farz veya vacip olmamakla beraber, vârisleri dışında kalan yakın veya uzak diğer şahıslara vasiyette bulunabilir. Bu yasaklanmış değildir.
Yapılan vasiyeti duyanlar ve görenlere büyük bir sorumluluk düşmektedir. Bu bir emanettir ve emanetin hakkının verilmesi gerekir. Vasiyeti değiştirmeye kalkışmak büyük bir günahtır. Nelerin vasiyet edildiğini bilen kişi, yazarken veya hakları paylaştırırken doğrusunu bile bile gerçeğe aykırı davranır; şâhit olan kişi de yalancı şâhitlik yapmak veya şâhitliği gizlemek sûretiyle diğerine ortaklık ederse, büyük bir günah kazanmış olurlar. Çünkü emanete hıyânet etmiş ve dinin emrine aykırı davranmışlardır. Suça ortak olan herkes, aynı zamanda günaha da ortaktır. Fakat onların hatalı davranışları sebebiyle, vasiyette bulunan kimseye bir vebâl söz konusu olamaz. Allah’ın her şeyi işittiğini ve bildiğini dikkate alarak, ilgililer bu hususta dikkatli davranmak zorundadırlar.
Ancak vasiyette bulunan kişinin de bilerek veya bilmeyerek hata yapma ihtimali vardır. Mesela meşrû ve helâl olmayan bir mal, menfaat ve fiil vasiyet etmiş olabilir. Vasiyetin dinî ve hukukî bir kısım kaidelerine uymamış, kasten veya bilmeyerek yanlışlar yapmış olabilir. Hâsılı hata ile veya bile bile haktan sapıp, adâlet ve iyilikten ayrılabilir. Bundan haberdar olan herhangi bir kimse mesela veli, vâli, müftü, kadı veya vâris, samimi olarak bir haksızlık ve kötülüğün vuku bulmasından korkar da, vasiyetle alakası olan kimselerin aralarını düzeltir, haksızlığın giderilip adâletin gerçekleşmesini sağlarsa, böyle bir değiştirmede, onun üzerine günah yoktur. Hatta böyle bir davranış, sakıncalı olmak bir yana, müminlerin önde gelen vazifelerinden biridir.
Allah Teâlâ’nın bildirdiği her türlü emir ve yasaklara güzelce riayet edebilmek, ancak iyi bir takvâ eğitimi, kalp tasfiyesi ve nefis terbiyesine bağlıdır. Bu terbiye ise sabır, nefsin arzularını bertaraf etmek, etkili bir ibâdet, bedenî ve ruhî bir riyâzatla gerçekleşebilir. Bunu sağlayacak amellerin başında da oruç geldiğinden devam eden ayetlerde şöyle buyrulur:
183. Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç tutmak size de farz kılındı. Umulur ki böylece günah ve fenâlıklardan korunursunuz.
Ancak
insanların mânevî derecelerine göre tuttukları orucun keyfiyeti de
değişmektedir. Mesela oruç tutarken sadece yeme, içme ve cinsî münâsebetten
uzak durma avamın işidir. Havasın orucu bütün haramlardan uzak durmaktır.
Havas-ı havassın orucu ise yine farz olan oruçla birlikte gönlü Allah Teâlâ dışında
her şeyden uzak tutmaktır. Bu bakımdan orucun hakikatine erişmek için sadece
mîdenin değil, bütün uzuvlarla birlikte kalbin de oruç tutması
gereklidir. Kalp, Allah’ın verdiği nimetlerin kıymetini düşünerek, orucun
rûhânî derinliğine nüfuz etmelidir.
Âyet-i
kerîmedeki “Sizden öncekilere farz kılındığı gibi” (Bakara 2/183) ifadesi
şu incelikleri içerir:
›
Oruç ibâdetine ehemmiyet vermek. Allah Teâla onu önceki toplumlara
emrettiği gibi, İslâm ümmetine de emretmiştir. Bu, orucun nefisleri ıslah etmedeki
tesirini ve sevabının bolluğunu gösterir. İnsanlığın, terbiye ve nizam
bakımından bu ibâdete büyük bir ihtiyacı ve tatbikinde hesaba gelmez faydası
olduğunu bildirir.
›
Öncekilerden geri kalmamak için müslümanları bu ibâdeti iştiyakla
yapmaya teşvik etmek. Zira müslümanlar ibâdetlerde yarışıyorlar, özellikle
Ehl-i kitaba üstün gelmeyi seviyorlar ve onların “Biz şeriat ehliyiz” diyerek
kendilerine karşı övünmelerini engellemek istiyorlardı.
›
Belli bir zorluğu olan oruç ibâdetinin sadece bu ümmete
yüklendiğini sanıp da muzdarip olmamalarını temin etmek ve orucun, öteden beri uygulanagelen
ilâhî bir kanun olduğunu bildirmek. Zira bir bir zorluk ve sıkıntı genele
yayıldığı zaman, ona tahammül etmek kolaylaşır.
›
Mü’minlerin azimlerini kamçılamak, bu hususta gevşek
davranmalarını engellemek, önceki ümmetlerden daha üstün bir gayretle bu ibâdeti
ifa etmelerini sağlamak. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, II, 156-157)
Oruç,
İslâm’ın önemli şartlarından biridir. Başlı başına nefisle cihattır; nefsin
terbiye ve tezkiyesinde pek mühim bir yere sahiptir. Günahlara ilgisi olan
nefsanî temayüller bununla sakinleştirilir. Oruç, bir irade ve kalb işidir.
Hayatın lezzetini, iradenin kıymetini tattıracak en güzel bir özelliktir. Fakat
o nefse, ilâhî emirlerin en meşakkatlisi gibi görünür. Bu hikmete binâen önce dinî
emirlerin en hafifi olan namaz, ikinci olarak ortası olan zekât, üçüncü olarak
da en zoru olan oruç emredilmiş, böylece
dinî emirlerin bildirilmesinde tedricî bir yol takip edilerek insanlara
bir alıştırma yapılmıştır. (Elmalılı, Hak Dini, I, 627-628)
Oruç
ibâdetinde, yaratılıştan gelen bir yardım olmadığı gibi aksine insan fıtratının
ona karşı direnmesi sözkonusudur. Bunun için oruç ibâdetinde en açık yön
ihlastır. Ona riyanın karışması mümkün değildir. Nitekim bir hadis-i şerifte
şöyle buyrulur:
“Âdemoğlunun her ameli katlanır.
Hayır ameller, en az on katıyla yazılır. Bu, yedi yüz katına kadar çıkar. Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur: «Oruç, bu kâidenin dışındadır. Çünkü o, sırf benim
içindir. Ben de onu dilediğim gibi mukâfatlandıracağım.
Zira kulum benim için şehvetini, yemesini ve içmesini terketti.” Oruçlu için
iki sevinç vardır: Biri, iftar vaktindeki, diğeri de Rabbine kavuştuğu andaki
sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan koku, Allah yanında misk kokusundan daha
hoştur.”
(Müslim, Sıyâm 164)
İnsan
psikolojisi açısından baktığımız zaman orucun daha farklı hikmetleri gün yüzüne
çıkar. Oruç, psikolojik açıdan insanı destekler, beden ve ruh dengesini sağlar.
İnsan iradesini kuvvetlendirir. Başka zamanlar bir saat tahammülü olmayan
tiryakiler, oruçlu oldukları müddetçe sabredebilmektedirler. Oruç, heyecan ve
korkulara, sinir ve şuur bozukluklarına karşı müspet tesir yapmakta, ağır rûhî
bunalımlara karşı sinirlerin dayanma gücünü artırmaktadır. Böylece insanın ruhî
açıdan tedavisine yardımcı olmaktadır. Oruç şehveti kırar, nefsin heveslerini
mağlub eder. Oruç, aynı zamanda midenin ve bedenin dinlenmesiyle vücuda ait
birtakım sıhhî ve tıbbî faydaları bulunan bir beden terbiyesini de içine alır.
Oruç, on bir ay durmadan çalışan midemizin ve diğer hazım azalarımızın
dinlenmesini ve sıhhat kazanmasını temin eder. Vücudun hastalıklara karşı
mukavemetini artırır. İçtimai açıdan oruç, zengin ile fakir arasındaki
dengesizliği gidererek, bunlar arasında rûhî, iktisâdî ve içtimaî bir âhenk
tesisine yardımcı olur. Oruç zengine açlığın ve imkânsızlığın ne demek olduğunu
hissettirerek, fakirin halini anlamaya ve ona yumuşak davranmaya sevk eder.
Oruç,
insandaki şehevî arzuları dizginleyerek nesli ve cemiyeti bozan gayr-i meşrû
ilişkilere de set çeker. Dünyanın âdi lezzetlerini, makam sevgisini küçük
gösterir, kalbin Allah’a bağlılığını artırır ve ona bir melekiyet safiyeti
bahşeder. Oruç tutanlar, her türlü arzularına hakim olmayı başarır. Nefsin
arzularını ihtiyaca göre ve meşrû yolla kullanmasını bilir. Bunun için Peygamber Efendimiz:
“Ey gençler! Evlenmeye gücü
yeten evlensin. Çünkü evlenmek gözü haramdan engeller ve ırzı korur. Evlenmeye gücü yetmeyen de oruca
devam etsin. Çünkü oruç tutmak, insanın şehvetini kırar” (Buhârî,
Savm 20; Müslim, Nikah 1, 3) buyurur.
Bütün
bu faydalarına rağmen orucun asıl hikmeti, Allah’ın emrine boyun eğerek kulluk
zevkini tatmak; ruhu, riyâ izlerinden temizleyerek ihlâsı artırmak, bizzat
Allah’ın korumasına girerek nefisle cihad etmek ve takvâ derecesine ulaşmaktır.
Bu bakımdan orucun günlerini ve daha başka hikmetlerini haber vermek üzere
buyruluyor ki:
184. Oruç sayılı ve belli günlerde tutulur. Ancak bu günlerde hasta olup veya yolculuğa çıkıp da oruç tutamayanlarınız, tutamadığı oruçları diğer günlerde tutar. Oruca dayanamayanlara ise, tutamadıkları her gün için bir fakiri bir gün doyuracak kadar fidye gerekir. Kim de, gönlünden koparak birden fazla fakiri doyurur veya fidye miktarını artırırsa, kendisi için daha hayırlı olur. Ama her şeye rağmen oruç tutmanız, bir bilseniz, sizin için elbette daha hayırlıdır.
“Sayılı
günler”den maksat, içinde oruç tutmanın farz olduğu Ramazan ayıdır. Bunlar,
senenin bütününe nazaran az ve sınırlıdır. Bu ilâhî emir karşısında korkmaya ve
ürkmeye gerek yoktur. Zira Allah Teâlâ, kullarının özel durumlarını dikkate
alarak, onların sıhhatlerini bozmayacak ve takatlerini tüketmeyecek bir tarzda
bunu meşrû kılmıştır. Oruç günlerinde hasta ve yolcu olanlara oruç tutma mecburiyeti
yoktur. Onlar, durumları normale döndüğünde, yani hasta olanlar iyileştiği,
yolcu olanlar memleketlerine döndüğü zaman tutamadıkları oruçları gününe gün
tutarlar. Yaşlı insanlar, emzikli ve hamile kadınlar gibi oruç tutmakta
zorlananlar; ona ancak zorlanarak güç yetirmeye çalışanlara gelince, bunlar
oruç tutmayacak, her gün için bir fidye verebileceklerdir. Fidye, bir fakirin
bir günlük yiyeceğidir. Bu yiyecek buğday, arpa ve hurmadan olabileceği gibi, çeşitli
zaman ve mekanlara göre ihtiyacı karşılayabilecek başka yiyecek maddelerinden
de olabilir. Fidye verirken cömert davranmak, elden geldiği kadar fazla
verebilmek, kişinin dünya ve âhirette daha büyük mükafatlar elde etmesine
vesile olacaktır. Ancak şu bir gerçek ki, ister hasta ister yolcu olsun,
isterse oruca zor dayanacak bir durumda bulunsun, her halükarda oruç tutabilmek
mü’min için son derece faydalıdır. Onun dünya ve âhiretine büyük faydalar
getirecektir.
İbadetlerin
makbul olabilmesi için iki önemli şarttan biri Allah’a iman, ikincisi ihlâs ve
samimiyettir. Bir işi Allah rızâsını gözeterek, karşılığını sadece Allah’tan
bekleyerek yapmak, riyâ ve gösterişe kaçmamaktır. Ramazan orucunu, onun
farziyetine, faziletine ve faydasına yürekten inanarak ve karşılığını sadece
Allah’tan bekleyerek, tam bir ihlâs ve samimiyetle tutan kimselerin, geçmiş
günahlarından arındırılacaklarını Resûlullah (s.a.s.) şöyle müjdelemektedir:
“Kim, faziletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek
ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî,
Savm 6; Müslim, Sıyâm 203)
İçinde
oruç tuttuğumuz ramazan ayının faziletini ve ondaki bu feyiz ve bereketin
nereden kaynaklandığını haber vermek üzere buyruluyor ki:
185. Orucun farz kılındığı ramazan ayı, insanlara hidâyet rehberi olup onlara doğru yolu gösteren ve hakkı bâtıldan ayırıcı en açık delilleri ihtiva eden Kur’an’ın indirildiği aydır. İşte bu sebeple içinizden ramazan ayına erişen orucunu tutsun. Ancak hasta veya yolcu olup da oruç tutamayan kimse, tutamadığı oruçları başka günlerde tutsun. Allah sizin için kolaylık diler, fakat zorluk dilemez. Bütün bunlar sayıyı tamamlamanız, size doğru yolu gösterdiği için Allah’ın yüceliğini tanımanız ve O’na şükretmeniz içindir.
Oruç
tutmanın farz kılındığı Ramazan ayı[1],
Kur’an’ın indirilmeye başladığı aydır. Kur’ân-ı Kerîm bu ayın Kadir gecesinde
inmeye başlamış ve Peygamberimizin nübüvvet hayatı boyunca yaklaşık yirmi üç
sene peyderpey inmeye devam etmiştir. Efendimizin vefatından kısa bir süre önce
de bu süreç tamamlanmıştır. Kur’an, insanlara bir hidâyet rehberidir. Onlara
doğru yolu gösteren dürüst ve güvenilir bir kılavuzdur. Onda hidâyete davet
eden açık deliller ve küfrün belini kıran mûciz beyânlar yer almaktadır.
Kur’an, aynı zamanda Furkân’dır; hakla bâtılı, doğruyla yanlışı, güzelle
çirkini ve iyiyle kötüyü birbirinden ayırır.
Hakka tabi olmayı ve bâtıldan kaçınmayı öğütler. Bu sebeple Ramazan ayı,
son derece feyizli, bereketli ve şerefli bir zaman dilimidir. Bu aya ulaşan ve
oruç tutma şartlarını taşıyan mü’minler, mutlaka onu tutmalıdırlar. Hasta ve
yolcu olanlar, tutmayabilir ve başka günlerde kaza edebilirler. Kullarına karşı
sonsuz merhamet sahibi olan Allah Teâlâ, ister oruçla ister diğer dinî hükümlerle alakalı olsun hep onlar için kolay
olanı, yapılabilmesi mümkün ve rahat olanı istemektedir. Onların takatlerini
zorlayacak veya aşacak hükümler emretmemektedir. Dolayısıyla dinde “teklîf-i mâ
lâ yutâk”, yani güç yetirilemeyecek hususların emredilmesi sözkonusu değildir.
O halde aklı ve imanı sağlam olan mü’minler, Allah’ın emirlerini doğru anlamalı ve ona gerektiği şekilde itaate koşmalıdırlar. Burada bahsedilen oruç olduğuna göre, onu, günlerinin sayısınca tam olarak tutmalıdırlar. Namazlarda, bayram namazında ve hutbesinde hatta mümkün olan bütün vakitlerde أَللّٰهُ أَكْبَرُ (Allahu Ekber) “Allah en büyüktür!” diyerek, Allah’ın birliğini, tekliğini ve büyüklüğünü tasdik ve ikrar etmelidirler. Çünkü Allah, katından bir ikram olarak onlara hidâyeti nasip etmiş ve onlara kendisine vardıracak en güzel yolları göstermiştir. En mühimi de, verdiği nimetler sebebiyle O’na şükretmelidirler. Şunu bilsinler ki, yaptıkları hiçbir amel boşa gitmeyecek ve mükafatları asla zayi olmayacaktır. Zira Allah Teâlâ, kullarına çok yakındır:
[1] رَمَضَانُ (ramazan) kelimesinin birkaç mânaya
gelmesi muhtemeldir: 1. Bu kelime, sonbahar mevsiminin başında yağan ve
yeryüzünü tozlardan temizleyen yağmur mânasına gelen رَمضٰي (ramdâ)dan alınmıştır. Bu yağmur yeryüzünü yıkayıp temizlediği
gibi, oruç da mü’minlerin günahlarını yıkayıp kalplerini tertemiz kılar. 2. Bu
kelime, güneşin son derece yakıcı hararetinden taşların gayet kızgın hale
gelmesini ifade eden اَلرَّمَضُ (ramaz) kökünden gelir. Oruç, açlık ve susuzluk sebebiyle
mü’minlerin ciğerini yaktığı, böylece günahlarının yanıp yok olmasına vesile
olduğu için bu ismi almıştır. 3. Bu ismin, Allah’ın güzel isimlerinden biri
olduğu da söylenmiştir. (Elmalılı, Hak Dini,
I, 643-644)
186. Rasûlüm! Kullarım sana beni sorarlarsa, şüphesiz ben onlara çok yakınım. Bana dua edenin duasına icâbet ederim. Öyleyse onlar da benim dâvetime uysunlar ve bana iman etsinler. Böyle yaparlarsa, en doğru yolu bulmuş olurlar.
Âyetin
iniş sebebi hakkında şöyle bir rivayet vardır: Bir bedevî Resûlullah (s.a.s.)’e:
“Eğer Rabbimiz bize yakın ise O’na içten sessizce yalvaralım. Yok eğer uzak ise
O’na yüksek sesle nidâ edelim” deyince Allah Teâlâ, kullarına yakın olduğunu ve
onların dualarına çok sür’atli bir şekilde icâbet ettiğini belirtmek üzere bu
âyeti indirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 215)
Hayber’i
fethe giderken ashâb-ı kirâm bulundukları bir vâdîdeلَا
إِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ أَللّٰهُ أَكْبَرُ أَللّٰهُ أَكْبَرُ (Allahu ekber Allahu ekber lâ ilâhe
illallah) “Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah’tan başka ilâh yoktur” şeklinde
yüksek sesle tekbir getirmeye başladılar. Allah Resûlü (s.a.s.) onlara: “Kendinize
acıyın. Siz, sağır olan veya çok uzakta bulunan birine değil bilakis işiten,
yakın olan ve sizinle beraber bulunan birine dua ediyorsunuz” şeklinde
ikazda bulundu. (Buhârî, Megâzî 38; Müslim, Zikir 44)
Diğer
âyet-i kerîmelerde, Allah Teâlâ’nın kullarına olan yakınlığı şöyle haber
verilir:
“Gerçek şu ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona neler
fısıldadığını da çok iyi biliyoruz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kāf 50/16)
“İyi bilin ki Allah kişiyle
kalbinin arasına girer.” (Enfâl 8/24)
Allah’ın
kula yakınlığı, mekan itibariyle değil, ilim ve ihata itibariyledir. O,
yarattığı kullarının her halini en iyi şekilde bilmektedir. Burada en mühim
husus, kulun bu gerçeğin farkında olması, bu yakınlığı şuur halinde yaşaması ve
ruhunun derinliklerinde bunu hissetmesidir. Kulun bu yakınlığı hissetmesinin
önündeki en büyük engel; dünya sevgisi, yeme, içme ve diğer dünyevi meşgalelerdir.
Şartlarına riâyetle tutulan oruçlar, gönülden taşan dualar ve ihlasla yapılan
diğer ibâdetler, bu nevi engellerin aşılmasına ve ilâhî yakınlığın
hissedilmesine vesile olacaktır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, kullarını duaya,
emirlerine uymaya ve kendine inanmaya davet etmektedir. Zira kulun Rabbiyle,
eşyayla ve kendini ilgilendiren her hususla arasındaki ilişkileri düzenlemede
en doğru olanı keşfetmesinin yolu da budur.
Âyet-i
kerîmede Rabbimiz, yapılan dualara hemen icâbet edeceği müjdesini vermektedir.
Bu müjde, samimi olarak yapılan bütün dualar için geçerlidir. Kulun her “Yâ
Rabbi” niyazına Allah “Buyur kulum” diye mukabelede bulunmaktadır. Kulun
istediği şeyi ise, onun hayrına olacak şekilde en münasip vakitte ve durumda
yerine getirir. Dolayısıyla zaman zaman duanın akabinde sabretmek gerekebilir.
Bu hususta Allah Resûlü (s.a.s.) şu uyarıda bulunmaktadır:
“Acele etmedikçe her birinizin duası kabul edilir. Acele etmesi
ise: «Dua ettim, fakat duam kabul olunmadı» demesidir.” (Muvatta’,
Kur’an 29)
“Dua eden bir kimse mutlaka şu üç durumdan biriyle karşılaşır: Ya
istediği hemen verilir, ya lehine olacak şekilde ertelenir ya da günahlarına
kefâret olur.” (Muvatta’, Kur’an 36)
Gelen
âyet-i kerîmede ise oruçla alakalı önemli bazı hususlar açıklığa kavuşturulmaktadır:
187. Oruç gecelerinde eşlerinizle ilişkide bulunmanız size helâl kılındı. Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbise durumundasınız. Allah, nefislerinize karşı koyamayacağını bildiği için tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Bundan böyle eşlerinizle beraber olabilir ve Allah’ın sizin için takdir buyurduğu nesli arzu ve talep edebilirsiniz. Fecrin, beyaz ipliğe benzeyen aydınlığı siyah ipliğe benzeyen gece karanlığından ayrılıncaya kadar bütün gece yiyin için. Sonra güneş batıp akşam namazı vakti girinceye kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde itikâfa çekildiğinizde eşlerinizle geceleri bile ilişkide bulunmayın! Bunlar Allah’ın belirlediği sınırlardır; sakın bu sınırlara yaklaşmayın! İşte Allah insanlara âyetlerini böylece açıklamaktadır ki, günahları terkedip kendisine karşı gelmekten sakınabilsinler.
Ayetin
iniş sebebi ise şöyledir:
Orucun
farz kılındığı ilk zamanlarda müslümanlar, ancak akşam vaktinden yatsı namazını
kılıncaya veya uyuyuncaya kadar yiyip içebiliyor ve eşleriyle beraber
olabiliyorlardı. Yani imsak, yatsı namazından veya uykudan itibaren hemen
başlıyordu. Birgün Hz. Ömer, yatsı namazını kıldıktan sonra eşiyle beraber
oldu. Büyük bir pişmanlık duyarak Allah Resûlü’ne geldi ve durumu arzetti.
Orada bulunan birkaç kişi daha kalkarak aynı hatâyı işlediklerini itiraf edince
bu âyet indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 223-224)
Buna
göre oruç gecelerinde cinsi münasebet helâl kılınmıştır. İftar vaktinin
girmesiyle beraber imsak vaktine kadar yeme, içme ve cinsi münasebet meşrûdur.
Bu, Allah Teâlâ’nın biz müslümanlara bir lütfu ve sağladığı bir kolaylıktır.
Hanımlar erkekler için bir elbise, erkekler de hanımlar için bir elbisedir.
Onlar, bir taraftan elbise gibi biri diğerine sarılır, sarmalaşırlar. Diğer
taraftan elbisenin ayıp yerleri örtmesi, kişiyi sıcak ve soğuktan koruması gibi
biri diğerinin halini örter ve iffetlerini kötülüklerden muhafaza eder. Eşlerin
birbirine böylesine bağlı ve muhtaç olduklarını, dolayısıyla bu hususta
sabretmelerinin çok zor olacağını ve günaha düşebileceklerini en iyi bilen Yüce
Rabbimiz, onlara kolaylık sağlamaktadır. Muhtemel günahları için yaptıkları ve
yapacakları tevbeleri kabul etmekte, günahları bağışlayacağı müjdesini vermekte
ve hayırlı zürriyet talebi gibi güzel niyetlerle Ramazan gecelerinde bile
eşlerin beraber olmalarına müsaade buyurmaktadır.
Yeme,
içme ve cinsi münasebet gibi bu meşrû fiillerin yapılma zamanı, akşam namazı
vaktinin girmesiyle başlayıp, sabahleyin şafak sökünceye, tan yeri beyaz bir
iplik gibi ağarıncaya kadar devam etmektedir. Buna “fecr-i sâdık”
denilmektedir. “Fecirde beyaz ipliğin siyah iplikten ayrılması” ifadesi, bu mânayı
tasvirî bir üslupla açıklamaktadır. Orucun vakti ise, fecr-i sâdıkla başlayan
imsakten akşam namazı vakti girinceye kadardır. Bu vakit içinde şartlarına
riayet ederek oruç tutulmalıdır.
Mescitlerde
itikâfa çekilenler ise bu halde oldukları sürece ne gündüz ne de gece hanımlarına
yaklaşmamalıdırlar. “İtikâf”, Allah’a ibâdet ve taat maksadıyla mescitte durmak
ve def-i hâcet gibi zaruri durumlar dışında mescitten ayrılmamaktır. İbadet
niyetiyle kısa bir müddet bile mescitte kalmak itikâf sayılmıştır. Resûlullah (s.a.s.),
ramazanın son on gününde mescitte itikaf yapmış, bunu hiç aksatmamış hatta
vefatından önceki ramazanda bunu iki katına çıkarmıştır. (bk. Buhârî, İtikâf
1-6; Müslim, İtikâf 1-6) Bu açıdan itikâf, mühim bir sünnettir.
Kur’an,
Allah’ın koyduğu hükümleri ve çizdiği haram ve helâl sınırlarını açıklamakta,
bu sınırları aşmayı değil, onlara yaklaşmamayı emretmektedir. Çünkü bu hükümler
ve bu ilâhî ayetler, kulların yasak ve zararlı olan her türlü kötülükten uzak
durup takvâya ermeleri için beyân edilmektedir. Bu hükümlerden biri de haksız
kazançtan sakınmaktır:
188. Birbirinizin malını haksız yollarla yemeyin. Başkalarına âit bazı malları, günah olduğunu bile bile haksız yolla yemek için mevki ve makam sahiplerine rüşvet vermeyin.
Âyet-i
kerîme, haram ve şüpheli yollarla haksız kazanç elde etmenin her çeşidini kesin
bir dille yasaklamaktadır. Hiç kimse başka birinin malını dinin asla caiz
görmediği hırsızlık, kumar, çapulculuk, eşkiyalık, emanete hainlik gibi
yollarla yiyemez. Yine hiç kimse, hâkimlere rüşvet vererek başkalarının malını
ele geçirmeye çalışamaz ve başkalarının malını ele geçirmek için yalancı şâhitlik,
yalan yemin ve iddialarla mahkemeye başvuramaz. Var olan delillere göre
hâkimin, haksız kimse lehine hüküm vermesi mümkün olabilir. Fakat bu, o malın
haksız kişiye helâl olduğu anlamına gelmez.
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebi olarak şöyle bir rivayet nakledilir:
Abdân
el-Hadramî, İmrü’l-Kays el-Kindî’den bir parça yer dava etmişti ve delili
yoktu. Bundan dolayı Resulullah (s.a.s.) İmriü’l-Kays’a yemin ettirmeye karar
verdi. O da yemin etmek istedi. Bu ayet nâzil oldu. İmrü’l-Kays yeminden çekindi
ve adı geçen araziyi Abdân’a teslim etti. (Kurtubî, el-Câmi‘, II,
338-339)
Peygamber Efendimiz, bu ve benzeri durumlar
hakkında mü’minleri harama düşmekten korumak maksadıyla şu ikazda
bulunmaktadır:“Ben de sizin gibi bir insanım. Siz aranızdaki anlaşmazlığı
çözmek için bana geliyorsunuz. Olabilir ki sizden biriniz delîlini daha güzel
sunar, ben de duyduğuma göre hüküm verebilirim. Bu durumda, kimin lehine
kardeşinin hakkından bir şeyle hükmedersem sakın onu almasın. Çünkü böylece
ona, ateşten bir parça kesip vermiş olurum.” (Buhârî, Hiyel 10; Müslim,
Akdiye 4)
Resûlullah
(s.a.s.), çarşıda bir satıcının yanına vardı. Önündeki buğday yığınının içine
elini daldırdı ve ıslak olduğunu fark etti. Satıcıya:
“–Nedir bu?” diye sordu. Adam:
“–Ey
Allah’ın Rasûlü, yağmur ıslattı” deyince Efendimiz:
“–Bu yaşlığı üstte bırakıp insanların görmesini sağlayamaz mıydın?
Aldatan benden değildir!” buyurdu. (Müslim, İman 164)
Yine
birgün Resûlullah (s.a.s.) ashâbına:
“–Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye
sormuştu. Onlar:
“–Bize
göre müflis, parası va malı olmayan kimsedir” şeklinde cevap verdiler. Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurdu:
“–Şüphesiz ki ümmetimin müflisi şu kimsedir: Kıyâmet günü namaz,
oruç ve zekât sevabıyla gelir. Fakat şuna sövdüğü, buna zinâ isnâd edip
iftirâda bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü
için iyiliklerinin sevabı şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden
sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilir ve neticede
cehenneme atılır.” (Müslim, Birr 59; Tirmizî, Kıyâmet 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
II, 303, 324, 372)
Allah
Resûlü (s.a.s.), rüşvet verene de rüşvet alana da lanet etmiştir. (Tirmizî,
Ahkâm 9; Ebû Dâvûd, Akdiye 4) Bu bakımdan haksızın lehinde, hakkı olanın ise
aleyhinde hüküm verilmesine sebep teşkil edecek şekilde rüşvet vermek ve
almanın, büyük bir günah olduğu anlaşılmaktadır. Rüşvet vermek ve almak haram
olduğu gibi, rüşvet vererek elde edilen menfaat ve kazançlar da haramdır.
İçtimaî düzeni bozan çok kötü bir hastalık olan rüşvetin mutlaka engellenmesi,
bunun için de fertlerin bu konuda ciddi terbiye edilmesi gerekmektedir.
Mü’minlerin
sorularına cevap verilip ikaz edildikleri bir başka husus da şudur:
189. Sana ayın hallerinden soruyorlar. De ki: “Onlar insanlar ve hac için zaman ölçüleridir.” Evlere arkalarından girmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, Allah’a karşı gelmekten sakınan kimsenin iyiliğidir. Evlere kapılarından girin ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.
Bu
âyet-i kerîme, bazı müslümanların Peygamber Efendimiz’e, ayın kimi zaman ip
gibi ince, kimi zaman da güneş gibi dolgun görünecek kadar çok değişik safhalar
geçirmesinin fayda ve hikmetini sormaları üzerine inmiştir. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 103) Ayın hilâl halinden başlayarak bir ay
boyunca şekilden şekle girerek sürekli değişmesi, insanlara vakit tayiniyle ilgili
faydalar sağlamaktadır. Dinimizin emrettiği oruç, zekât, hac ve kurban gibi ibâdetlerin
vakitleri de ayın hallerine göre belirlenmektedir. Burada ibâdetler içinde
ehemmiyetine binâen ve altı ayet sonra genişçe beyân edilecek olan hac
meselelerine bir başlangıç olması için isim olarak sadece hac zikredilmiştir.
Âyet-i
kerîmede ikinci olarak Arapların yanlış bir adetine dikkat çekilmektedir. Bir
kısım Araplar, hac veya umre için ihrama girdiklerinde eve, bağa ve çadıra
kapısından girmezlerdi. İhrâma giren eğer yerleşik bir hayat sürüyor ve binâda
oturuyorsa evin arka tarafından bir delik deler ve ihrâmdan çıkıncaya kadar bu
delikten girip çıkardı. Ya da eve bir merdivenle çıkıp inerdi. Eğer göçebe bir
hayat sürüyor ve kıl çadırlarda oturuyorsa çadırın kapısından girip çıkmaz,
arkasından dolanırdı. Bazıları da ihrama girdikten sonra gölgelenmez, keş yemez
ve yün kırkmazlardı. Bu hareketlerini de iyilik ve sevap sayarlardı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
II, 255-256; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 107)
Halbuki
bütün bunlar, Allah’ın dîninde olmayan, tamamen kendi kafalarından uydurdukları
hareketlerdir. Mânasız bir meşakkat ve şekilcilikten başka bir şey değildir.
Allah Teâlâ bu tür zoraki davranışların bir iyilik ve Allah’a yakınlık vesîlesi
olmadığını bildirdikten sonra, gerçek iyiliğin ne olduğunu açıklamıştır. Gerçek
iyilik; evlere arka tarafından girmek değil, Allah’ın yasakladığı haramlardan,
nefsin arzu ve isteklerinden sakınmaktır. Hakiki iyilik sahibi olanlar,
bunlardır. O halde evlere kapılarından girmeli, emirlerini yapmak ve yasaklarından
kaçınmak suretiyle de Allah’tan hakkiyle korkmalı ki kurtuluşa ermek mümkün
olabilsin.
Ayetteki
“evlere arkalarından girmek” ve “kapılarından girmek” ibareleri, hakiki mâna
yanında mecazi mâna da ifade edebilirler. Buna göre “evlere arkalarından
girmek”, lüzumsuz işlerle meşgul olmak, bir meseleyi uygunsuz bir tarzda ortaya
koymak, bir davayı savunurken doğru usul ve metotlardan sapmak mânalarını
taşır. “Evlere kapılarından girmek” ise işi usulüne uygun yapmak ve her hususta
doğru olan metodu kullanmak anlamına gelir. Dolayısıyla bu âyet, insanları
anlamsız, gereksiz ve faydasız söz ve davranışlardan uzaklaştırarak onlara en
faydalı yolu, takvâ ve kurtuluş yolunu göstermektedir.
Takvâya
erebilmek için yapılması gereken en mühim vazifelerden biri, şüphesiz mal ve
canı feda ederek Allah yolunda savaşmaktır. Bu sebeple devam eden ayetlerde
savaş konusu ele alınarak şöyle buyrulur:
190. Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın. Fakat Allah’ın koyduğu kuralları çiğneyerek haddi aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.
Mekke
döneminde müslümanların müşriklerle savaşmalarına müsaade edilmemiş, daha çok
sabır, af ve müsamaha tavsiye edilmiştir. Zira iki tarafın kuvvetleri arasında
normal karşılanabilir bir denge yoktu. müslümanlar sayı ve silah bakımından
zayıftı. Diğer taraftan insanlığın barış, saadet ve huzuru için gönderilen bir
dinin ilk planda savaştan yana olmadığı hikmetini ortaya koymak gerekiyordu.
Zaten bu hikmet, İslâm’ın ruhunda her zaman mevcuttur. Medine döneminde “Kendilerine
karşı savaş açılan müslümanlara, zulme uğradıkları için savaş izni verilmiştir”
(Hac 22/39) ayetiyle savaşa müsaade edilmiştir. müslümanlar Hudeybiye anlaşmasına
kadar hep müdâfaa savaşı yapmışlardır. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları buna
örnektir. Hudeybiye anlaşmasından sonra inen bu âyetle ise savaş emredilmiştir.
Bu âyetin, hem düşman saldırısına karşı müdâfa harbini, hem de gerekli
görüldüğünde karşı taraftan bir saldırı olmaksızın taarruz harbini emrettiği,
dolayısıyla sonraki bir kısım savaş ayetleriyle (bk. Tevbe 9/36) neshedilmediği
kabul edilmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 260; Elmalılı, Hak
Dini, II, 689)
İbn
Abbas (r.a.), bu âyetin iniş sebebiyle alakalı olarak şu bilgiyi vermektedir:
Bu âyet, Hudeybiye Anlaşması sırasında nâzil oldu. Peygamber Efendimiz (s.a.s.)
hicretin altıncı yılı Zilkâde ayında umre yapmak maksadıyla ashâbıyla birlikte
yola koyuldu. Mekke yakınlarındaki Hudeybiye’ye geldiklerinde müşrikler,
müslümanların Kâbe’ye gitmesine engel oldular. Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.)
Hudeybiye’de bir ay kaldı. Sonra Peygamberimiz’e gelecek yıl Mekke’ye gelerek
umre yapmak üzere bir anlaşma teklif ettiler. Resûlullah (s.a.s.), o yıl,
müslümanların Kâbe ziyâretini engellemelerine rağmen, müşriklerin şartlarını kabul
etti. Ashâb-ı kirâm, ertesi yıl kazâ umresi için ânîden geldiklerinde, müşrikler
verdikleri sözü tutmaz da onlarla savaşmak zorunda kalırız, endişesine
kapıldılar. Haram olan bir ayda ve haram bölgede savaşmak istemediler. Bunun
üzerine “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın” (Bakara
2/190) âyeti nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 347)
Ayetteki
“Allah yolunda savaşmak” ifadesi, “Allah’ın ismini yüceltmek ve O’nun
dinini yaymak ve kuvvetlendirmek için cihad etmek” mânasına gelir. (Keşşâf,
I, 115) Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e: “Kahramanlık için savaşan adam, yurdunu
ve yakınlarını korumak için savaşan adam ve bir de gösteriş için savaşan adam,
bunlardan hangisi Allah yolundadır” diye soruldu. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle
cevap verdi:
“Kim, Allah’ın sözü daha yüce ve
üstün olsun diye savaşırsa, işte o, Allah yolundadır.” (Buhârî,
Tevhid 28; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd 16)
Ayetin
“Fakat Allah’ın koyduğu kuralları çiğneyerek haddi aşmayın. Çünkü Allah,
haddi aşanları sevmez” (Bakara 2/190) kısmı, müslümanları Allah’ın rızâsına
uygun olmayacak tarzda şahsi menfaat, maddi kazanç ve intikam duygularıyla
savaşmaktan men etmektedir. Böylece hem haksız saldırıyı hem de başlanmış bir
savaşta aşırı gitmeyi, gereksiz kan dökmeyi; yaşlıları, çocukları ve
benzerlerini öldürmeyi, müsle yapmayı yani öldürülen kişilerin burun, kulak ve
diğer azalarını kesmeyi, anlaşmalı bir topluluğa saldırılmayı ve çevreye zarar
vermeyi yasaklamaktadır.
Bu
hususla alakalı olarak Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
“Allah yolunda «bismillâh» diyerek savaşın, Allah’ı inkâr
edenlerle vuruşun. Savaşın, fakat aşırı gitmeyin; ganimet mallarından
aşırmayın, sözünüzden caymayın, acımasızlık etmeyin. Düşmanın el, ayak, kulak,
burun gibi uzuvlarını kesmeyin. Çocukları öldürmeyin.” (Müslim,
Cihâd 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 240)
Efendimiz,
bir savaşta öldürülmüş kadınlar görmüş, bu durum hiç hoşuna gitmemiş ve savaşta
kadınların ve çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. (Muvatta’, Cihâd, 9)
Hz.
Ebûbekir (r.a.), Şam’a gönderdiği orduya komutan tayin ettiği Yezid b. Ebî
Süfyân’a şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Sana şu on hususu tavsiye ediyorum:
Kadın, çocuk ve ihtiyarları öldürme. Meyve veren ağaçları kesme. Mamur bir yeri
tahrip etme. Yemek maksadıyla olanı hariç koyunları ve develeri boğazlama.
Arıları yakma ve onları mekanlarından ayırma. Ganimetten bir şey çalma ve asla
korkaklığa kapılma.” (Muvatta’, Cihâd 10)
Savaşta
dikkat edilmesi gereken bir takım hususları açıklamak üzere buyruluyor ki:
191. Onları yakaladığınız yerde öldürün. Onlar sizi nereden çıkardılarsa siz de onları oradan çıkarın. Bilin ki fitne, adam öldürmekten daha beterdir. Onlar sizinle Mescid-i Harâm civarında savaşmadıkça, siz de onlarla orada savaşmayın. Fakat sizinle orada savaşmaya kalkışırlarsa onları öldürün. Kâfirlerin cezası işte budur.
192. Eğer onlar savaştan vazgeçerlerse şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
Bu
âyetler, Allah’a ve Rasûlü’ne inanmaları sebebiyle Mekke’den zorla çıkarılan ve
Medine’de onlara yardımcı olan bütün mü’minlere hitap etmekte, kendilerine bu
zulmü revâ görenleri yakaladıkları yerde öldürmelerine ve onları Mekke’den
çıkarmalarına imkân tanımaktadır. Bu emrin uygulanması için bölgenin Harem veya
Harem harici olma şartı bulunmadığı gibi, karşı tarafın taarruz etmesini bekleme
şartı da yoktur. Zira düşmana hücum ederek askerlerini yakalayıp öldürmek,
savaşı kazanmanın en mühim esaslarından biridir. Cenab-ı Hakk’ın bu emri ve
geleceğe yönelik bu va‘di Mekke’nin fethi günü gerçekleşmiştir. Peygamberimiz o
gün, İslâm’ı kabul etmeyen müşrikleri Mekke’den çıkarmıştır.
Âyetin
“Bilin ki fitne, adam öldürmekten daha beterdir” (Bakara 2/191) ifadesinde yer alan الْفِتْنَةُ
(fitne) kelimesi sözlükte karışığını almak, işe lazım olacak değerli kısmını
değersiz kısmından ayırmak için altını ateşe koymaktır. Bu mânadan hareketle
burada insanı sıkıntı, ızdırap, azap ve belâya sokmak mânasında kullanılmıştır.
Bununla beraber şirk ve küfrü yaymak, dinden dönmek ve döndürmek, Allah’ın
haramlarını ihlal etmek, yasaklarını çiğnemek, umumî asayiş ve sükûneti bozmak,
şiddete başvurarak bir inancı bastırmaya ve ortadan kaldırmaya çalışmak ve
insanları vatanlarından çıkarmak hep birer fitne örnekleridir.
Ölümü
temennî ettiren ve aratan durumlar, şüphesiz ölümden daha beterdir. Ayetteki
söz geliminde insanı vatanından çıkarmanın ona, ölümü temenni ettirecek fitne
ve sıkıntı cümlesinden olduğuna bir işaret vardır. Müminin imanından döndürülüp
kâfir olması da, mümin olduğu ve dinine sımsıkı sarılı bulunduğu halde
öldürülmesinden daha ağır, daha zararlı bir durumdur. Gerçekten de o dönemde
müminlerden bazı kimseler, Mekke müşrikleri tarafından küfre döndürülmek için
azaba uğratılıyor, onlar da, “Allah yolunda öldürülenlere sakın «ölüler»
demeyin. Çünkü onlar diridir, fakat siz farkında değilsiniz” (Bakara 2/154)
ilâhî emri gereğince ölmeyi göze alıp Allah’ın izniyle tahammül
gösteriyorlardı. Yine savaşmanın örfen haram olduğu bir ayda ashâb-ı kirâmdan
bazılarını müşrikler öldürmüşler, bu da müslümanların gücüne gitmişti.
Bütün
bu gelişmeler, müslümanlara savaşın emredilmesinin sebep ve gerekçelerini
oluşturmuştur. Böylece müslümanlar fitneyi ortadan kaldırmak için Allah yolunda
savaşa, gazi veya şehîd olmaya teşvik edilmişlerdir.
Âyetin
devamında, Mescid-i Harâm civârında, Mekke içinde öncelikle müşrikler savaşa
başlamadıkça, müslümanların onlarla savaşması yasaklanmaktadır. Fakat müşrikler
savaşı başlattıkları ve müslümanları öldürdükleri takdirde, müslümanların da
onları öldürmelerine müsaade edilmektedir. Bu durumda kâfirlere böyle bir
cezanın takdir edilmesi tabii karşılanmalıdır.
Eğer
size savaş açan kâfirler, savaştan ve Allah’ı inkârdan vazgeçer ve tevbe
ederlerse, Allah onların bütün günahlarını bağışlar, onlara merhamet eder ve
onları âhiretin ebedi nimetleriyle rızıklandırır. Bu âyette müslümanlara,
savaştan vazgeçen kâfirlere karşı şiddet kullanmamaları gerektiğine dair bir
ima ve işaret bulunmaktadır. Onlar, Allah Teâlâ’nın bağışlayıcı ve merhamet
edici sıfatlarından hisse almaya çalışıp, durumun nezâketini de dikkate alarak
-kâfir de olsalar- Allah’ın kullarına bu şekilde davranmaya gayret
göstermelidirler. Sadece Allah rızâsı için, Allah yolunda ve Allah’ın yoluna
engel olanlarla savaşmalı; kâfirler düşmanca tutumlarından vazgeçer geçmez müslümanlar
da hemen savaştan vazgeçmelidirler.
Ancak
müslümanın sürekli devam etmesi gereken bir savaşı daha vardır:
193. Zulüm ve baskı tamâmen ortadan kalkıncaya ve hâkimiyet sadece Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer haksızlıklara son verirlerse, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur.
Bu
âyette geçen اَلْفِتْنَةُ (fitne) kelimesinin iki mânası üzerinde durulmuştur.
Birincisi “şirk ve küfür”dür. İkincisi ise “müslümanları dinlerinden döndürme
tehlikesi, bu husustaki baskılar ve düşman tarafından gelecek toplu saldırı
riski”dir. “Din” ise hak olan İslâm dini ve onun davet ettiği yalnızca Allah’a
kulluktur.
Arap
yarımadası sözkonusu edildiğinde “fitne”ye verilen birinci mânayı esas almak
gerekir. Çünkü orada yaşayan müşriklerden cizye ve haraç kabul edilmez. Sadece
müslüman olmaları teklif edilir; kabul etmezlerse öldürülürler. Dolayısıyla bu
âyet müslümanlara, Arap yarımadasında şirk tamamen ortadan kalkıp, putperestliğe
son verilerek İslâm’ın hâkimiyeti gerçekleşinceye ve yalnızca Allah’a kulluk
edilinceye kadar savaşmayı emretmektedir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) bu
gerçeğe işaretle şöyle buyurmuşlardır: “Ben insanlarla لَا إِلهَ إلا اللّٰهُ (lâ ilâhe illallah) «Allah’tan başka ilâh
yoktur» deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Onu dedikleri zaman -İslâm’a
göre bir hak karşılığı alınması veya heder edilmesi hariç- kanlarını ve
mallarını benden kurtarırlar. Hesapları da Allah’a aittir.” (Buhârî, İman
17; Müslim, İman 34-36) Gerçekten de özellikle Mekke’de gayri müslimlerin
ikâmetine müsaade edilmemiştir. Medine’de ise Ehl-i kitap cizye vermek
suretiyle kalabilmişlerdir.
O
halde âyetin devamından anlaşıldığı üzere müşrikler, küfür ve şirkten vazgeçip
İslâm’a girdikleri takdirde savaştan vazgeçilmelidir. Zira zulümden
vazgeçenlere düşmanlık yapılmaz; düşmanlık ancak zulmünde ısrar eden ve zulme
devam edenlere yapılır. Buradaki “düşmanlık”tan maksat da, yapılan zulüm ve
düşmanlıklara gerektiği ölçüde karşılık vermektir. Bu ise zulüm değil, hak ve adâletin
ta kendisidir.
Arap
Yarımadası dışında kalan bölgeler için ise “fitne”ye verilen ikinci mâna esas
alınmalıdır. Buna göre âyetteki savaş emrinin asıl hedefi, küfür ve şirki
büsbütün ortadan kaldırmak ve herkesi müslüman yapmak değildir. Belki bu emrin
hedefi, müslümanları dinlerinden döndürme tehlikesini ve düşman tarafından
gelebilecek toplu saldırı riskini ortadan kaldırmak, herkes için geçerli bir
din ve inanma özgürlüğü ortamı sağlamaktır. Bu ortamı oluşturmaya engel
olanlarla veya mevcut ortamı bozmaya çalışanlarla savaşmak, vazgeçtikleri
takdirde de savaştan vazgeçmektir.
Ayetin
“Eğer haksızlıklara son verirlerse, artık zalimlerden başkasına düşmanlık
yoktur” (Bakara 2/193) kısmından
şu mânayı çıkarmak da mümkündür: müslümanlar fitne ortamını düzeltip hâkimiyeti
elde ettikleri takdirde, Hakk’a karşı çıkma konusunda zulüm işleyenden
başkaları için genel bir af ilân edebilirler. Bu ayet, zafere ulaşıldığında
müminlerin merhamet göstermelerine izin vermekle beraber, İslâm’a düşmanlıkta
tüm sınırları aşan zalimleri cezalandırmalarını da yasaklamaz. Nitekim merhamet
ve affetmekte zirve olan Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bu haktan yararlanmış ve
Bedir’de savaş esiri olarak alınan iki kâfiri ölüm cezasına çarptırmıştır. Yine
Mekke’nin fethinden sonra umûmî bir af ilân edilmesine rağmen, İslâm
düşmanlarından on yedisi bu aftan hariç tutulmuş ve dördü ölüm cezasına
çarptırılmıştır. (Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, I, 155-156)
Haram
aylardaki savaş hukukuna gelince:
194. Harâm aylarda size saldıranlara siz de karşılık verin. Çünkü dokunulmazlıklar karşılıklıdır. Şu halde size kim saldırırsa, siz de ona aynı şekilde cevap verin. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah takvâ sahipleriyle beraberdir.
“Haram
aylar”, ay takvimine göre Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarıdır. İbrâhim
(a.s.) zamanından beri hacıların Kâbe’ye barış ve emniyet içinde gidip
gelebilmeleri için bu aylarda cinayet, saldırı, hırsızlık ve gayr-i
kanunî durumlar yasaklanmıştır. Fakat zamanla Araplar, bir kısım hîle yollarına
başvurarak bu yasağı çiğnemeye başlamışlardır. Bu ayların sırasıyla oynuyor,
işlerine gelecek şekilde ayların yerini değiştiriyor, hırsızlık yapmak veya kan
dökmek suretiyle ihlal ettikleri bir haram ay yerine başka bir haram ay
belirliyorlardı. (bk. Nisâ 4/37) Dolayısıyla müslümanlar haram aylarda
müşriklerden gelebilecek saldırılara karşı emniyetsiz ve savunmasız bir durumda
bulunuyordu. İşte bu âyet-i kerîme müslümanlara, kâfirler haram ayda
saldırdıkları takdirde kendilerini savunma hakkı vermektedir.
Buna
göre haram ayda saldırının karşılığı yine haram ayda saldırıdır.
Dokunulmazlıklar ve saldırmazlık haklarına riâyet karşılıklıdır. Ayette geçen
“hurumât”, korunması ve saygı gösterilmesi gerekli olan ve el uzatılması asla
caiz olmayan bütün hususlardır. İster can, ister mal, ister namus olsun mutlaka
korunması gereken ve çiğnendiği takdirde misliyle mukâbele edilen yani kısas
gereken her şey “hurumât” şumûlüne dâhildir.
Âyet-i
kerîmenin son kısmında yer alan “Şu halde size kim saldırırsa, siz de ona
aynı şekilde cevap verin. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah
takvâ sahipleriyle beraberdir” (Bakara 2/194) beyânı, müslümanlara ancak
kendilerine yapılan saldırı ve tecavüz nispetinde mukâbelede bulunmaya müsaade
etmekte, daha fazlasını yasaklamaktadır. Herhangi bir haksızlık yapma ve
misliyle mukâbelede ölçüyü aşma konusunda onlara Allah’tan korkmalarını
öğütlemekte ve Allah’ın beraberliği lütfuna nâil olabilmek için gayret
göstermek gerektiğine vurgu yapmaktadır.
Allah
yolunda savaşmak, yapılan saldırılara cevap verebilmek, düşmanın gücünü kırıp
zafere ulaşmak ve korunması gereken hususları koruyabilmek ancak maldan ve
candan yapılacak fedakârlıklarla mümkündür. Bu sebeple sonraki âyet, böyle bir
hayatî meseleyi gündeme getirmektedir:
195. Mallarınızı Allah yolunda harcayın ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Bir de iyilik edin ve yaptığınızı güzel yapın. Doğrusu Allah iyilik eden ve işini güzel yapanları sever.
“Allah yolunda harcamak“, sözün
gelişinden anlaşılacağı üzere öncelikle Allah yolunda kâfirlerle savaşmak ve
cihad etmek üzere harcamada bulunmaktır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II,
273) Bununla birlikte Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak maksadıyla Allah’ın
dinini tebliğ ve neşretmek, yüceltmek; O’nun istediği hayat nizamını tesis
etmek ve devam ettirmek; câmi, okul, hastane, köprü, çeşme, huzur evleri gibi
ictimaî hizmet ve hayır müesseselerini kurmak için malî fedakârlıkta bulunmak
da âyetin şumûlüne girer. Bu harcamalar, müslümanların dinî ve manevî
hayatlarını canlı tutma açısından olduğu kadar, toplumun emniyetinin sağlanması
ve geliştirilmesi açısından da pek büyük bir öneme sahiptir. Dolayısıyla müslümanların
bu fedakârlıktan uzak kalmaları, kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmaları
mânasına gelmektedir. Eğer cimrilik yapar ve Allah yolunda harcamada
bulunmazlarsa dünyada mağlup, makhur ve mahkum[1]
olurlar; âhirette de çetin bir hesap ve büyük bir azaba uğrarlar.
Âyet-i
kerîmenin iniş sebeplerinden biri şöyledir:
Emevîler
devrinde, Hâlid b. Velid’in oğlu Abdurrahman’ın komutasındaki İslâm ordusu, Allah
Resûlü’nün İstanbul’un fethiyle ilgili müjde ve iltifâtına nâil olmak ümîdiyle
yola çıkmıştı. Ordunun içinde İstanbulumuzun övünç kaynağı Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.)
da bulunmaktaydı. Rumlar arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken,
Ensâr’dan bir zât, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü. Bunu gören
mü’minler; “Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın!” (Bakara
2/195) âyetini hatırlayarak:
“–Lâ
ilâhe illâllah! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” dediler.
Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri şöyle dedi:
“–Ey
mü’minler! Bu âyet, biz Ensâr hakkında indi. Allah, Peygamberi’ne yardım edip
dînini gâlip kıldığında biz, «Artık mallarımızın başında durup onların ıslâhı
ile meşgul olalım» demiştik. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti vahyetti. Bu
âyet-i kerîmedeki «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak»tan maksat, bağ ve
bahçe gibi dünya malıyla uğraşmaya dalıp, cihâdı terk ve ihmâl etmemizdir.” Bu
sebeple Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.), seksen yaşının üzerinde olmasına rağmen
cihâdı terk etmedi. Şehîd olup İstanbul’a defnedilinceye kadar Allah yolunda savaşmaya
devam etti. (bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 22/2512; Tirmizî, Tefsir 2/2972)
Ayetteki
“Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın” (Bakara 2/195) ibaresine,
“infak ve cihadı terk”ten başka olarak şu mânalar da verilmiştir: Birincisi;
gerekli mal, kuvvet ve silahı tedârik etmeksizin Allah yolunda savaşa çıkarak
kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İkincisi; günah işleyip
Allah’ın rahmetinden ümit kesmek suretiyle kendi ellerinizle kendinizi
tehlikeye atmayın. Bilakis Allah’ın rahmetini umun ve hayırlı ameller yapın. (Taberî,
Câmi‘u’l-beyân, II, 276-277)
Âyet-i
kerîme son olarak verdiği, “Bir de iyilik edin ve yaptığınızı güzel yapın.
Doğrusu Allah iyilik eden ve işini güzel yapanları sever” (Bakara 2/195) mesajıyla,
müslümanlara dâima iyilik yapmalarını, her hususta ihsan seviyesinde
davranmalarını ve yaptıkları işleri en güzel şekilde yapmalarını emir
buyurmaktadır. Buna göre müminler, Allah yolunda cihadın, savaşın ve infakın en
güzelini yapmalı, başka çıkar yol yoksa kötülüğe misliyle mukâbele etmeli,
mümkün oldukça kötülükleri de en güzel şekilde savmalıdırlar. Zira Allah’ın
sevgisine ulaşmanın en mühim vesilelerinden biri budur.
Savaş,
Allah’ın dinini hârici tehlikelerden koruyarak ayakta tutmanın ve İslâm
toplumunu güçlendirerek geliştirmenin önemli bir kaidesi olduğu gibi, hac ve umre
de aynı şekilde bütün dünya müslümanları arasındaki iman kardeşliğini, ictimâî,
iktisâdî, ilmî ve siyâsî bağları kuvvetlendiren, inananları uhrevî bir tefekkür
ikliminde dolaştıran ve hâdiselerin gidişâtına yön vermelerine vesile olan
mühim dinî emirlerdendir. Bu sebeple şimdi hac ve umre konusuna geçilerek şöyle
buyruluyor:
[1] Mağlup: Savaşta
yenilmiş, yenilgiye uğramış. Makhûr: Düşmanların baskın, işkence ve
zulmüne uğramış. Mahkûm: Allah ve peygamber düşmanlarının hâkimiyetine
boyun eğmiş.
196. Başladığınız haccı ve umreyi Allah rızâsı için tamamlayın. Eğer bir engel çıkar da tamamlayamazsanız, o zaman maddî durumunuza uygun bir kurban gönderin. O kurban, yerine varıp kesilinceye kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Aranızdan hastalanan veya başında bir rahatsızlığı bulunduğu için vaktinden önce tıraş olma zorunda kalanlar ise fidye olarak ya oruç tutsun ya sadaka versin veya kurban kessin. Emniyet ve genişlik içinde olduğunuzda, içinizden kim hac zamanına kadar umre yaparsa, maddî durumuna uygun bir kurban kessin. Kurban kesemeyenler ise üçü hacda, yedisi de hacdan döndükten sonra olmak üzere tam on gün oruç tutsunlar. Bu hüküm, Mescid-i Harâm civârında oturmayanlar içindir. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah’ın cezası pek şiddetlidir.
Bu
âyet-i kerîme, hicretin altıncı senesinde gerçekleşen Hudeybiye hâdisesi
üzerine inmiştir. Mekkeliler, umre yapmak niyetiyle Medine’den Mekke’ye doğru
gelen Allah Resûlü ve beraberindeki mü’minlere engel oldular. Bu sebeple o sene
umre yapamadılar. Yanlarında getirdikleri kurbanlıkları kesmekle, sonra tıraş
olup ihramdan çıkmakla emrolundular. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II,
290) Dolayısıyla bu âyet, hac ve umrenin yapılmasını değil, başlanılan ve zorunlu
bir sebeple yapılamayan bu ibâdetlerin, şartların müsaadesiyle, kaza edilip
tamamlanmasını emretmektedir. Bunun da özellikle “lillâh” yani Allah rızâsı
için yapılmasını istemekte; riya gibi ihlâsı yaralayacak kötü temâyüllerden
kaçınılmasını öğütlemektedir. Diğer taraftan bu emir, fıkhî deyimiyle farz ve
vacip bir gereklilik ifade eder. Zira başlanılan bir ibâdet, nâfile bile olsa,
bozulduğu takdirde onu yeniden edâ etmek vaciptir. Bu sebeple Peygamber
Efendimiz ve müslümanlar, bundan bir sene sonra hicretin yedinci senesi Zilkâde
ayında umre yapmışlardır. Buna da “umretu’l-kazâ” denilmiştir.
Müslümanlara
hac ibâdetini farz kılan ilâhî emir, “Hacca gitmeye gücü yeten insanlara,
Beytullâh’ı ziyâret etmek Allah’ın bir emridir” (Âl-i İmrân 3/97) âyetiyle
gelmiştir. Buna göre gücü yeten ve şartlarını taşıyan her müslümana ömründe bir
defa Beytullâh’ı haccetmesi farzdır. Umre ise Hanefi mezhebine göre nafile bir ibâdettir.
Bu iki ibâdeti peşpeşe yapmanın çok büyük sevabı vardır. Resûlullah (s.a.s.)
şöyle buyururlar:
“Hac ile umreyi peş peşe yapmak, ömrü ve rızkı artırır, fakirliği
ve günahı, körüğün demirdeki pası giderdiği gibi giderir.” (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, III, 446-447)
İslâm
şeriatine göre ilk hac, Hz. Ebubekir’in riyâsetinde hicretin dokuzuncu
senesinde gerçekleşmiştir. Peygamber Efendimiz ise hicretin onuncu senesinde
ilk ve son haccı olan Vedâ Haccı’nı îfâ etmiştir.
Âyet-i
kerîmede hac ve umreyle alakalı bir kısım husûsi hükümler beyân edilmektedir.
Bunları şu şekilde açıklamak mümkündür:
İhrama
girip hac ve umre niyetiyle yola koyulan bir kişinin, düşman korkusu, hastalık,
sakatlık, yolu kaybetme ve benzeri sebeplerle niyet ettiği bu ibâdetleri yerine
getirmekten alıkonduğunda, deve, sığır veya koyundan kolayına gelen bir kurbanı
kesmesi gerekir. Kurbanlık, kesim mahalline[1]
ulaşıp kesilinceye kadar tıraş olmamalı ve ihramdan çıkmamalıdır. Bununla
beraber, hasta olan veya başında yara, ağrı ve benzeri gibi bir rahatsızlık
bulunan kişi, bir fidye vermek şartıyla önceden tıraş olabilir. Bu fidye; oruç
tutmak, sadaka vermek veya kurban kesmekle yerine getirilir. Üçünden birinin
tercih edilmesi serbesttir. Hadis-i şerifte orucun süresinin üç gün olduğu,
sadakadan maksadın da altı fakiri sabahlı akşamlı doyurmak olduğu haber
verilmiştir. (bk. Müslim, Hac 80-86)
Buraya kadar beyân edilen hükümler, hac ve umreden zorunlu bir sebeple alıkonanlar içindir. Ayetteki “Emniyet ve genişlik içinde olduğunuzda” (Bakara 2/196) ifadesinden sonraki hükümler ise, Harem bölgesi hâricinden gelip normal şartlarda hac ve umre yapanlar içindir. Buna göre hac amellerinin yapılmaya başlandığı vakte kadar, ihrama girip umre yapan, bu ibâdetin sevabından faydalanmak isteyen ve buna ilâveten umreyi tamamladıktan sonra ihramdan çıkıp hac vaktine kadar ihramsızlığın getirdiği haklardan istifade etmek isteyen kişi de kolayına gelen bir kurban kesmelidir[2]. Kurbanlık hayvan bulamayan veya bulup da onu alacak kadar parası olmayan kimse tam on gün oruç tutmalıdır. Bunların üçü hac günlerinde –ki Zilhicce’nin 7, 8 ve 9. günlerinde tutulması daha faziletlidir-, yedisi ise hacdan döndükten sonra olmalıdır. Bu yedi gün yolda da tutulabilir. İbâdetlerinin Hak katında makbûl ve muteber olmasını isteyenler, âhirette onların karşılığını almayı umanlar bu ilâhî ölçülere dikkat etmelidirler. Allah’ın lutuf ve rahmetinden mahrum kalmaktan, hatta azâbına uğramaktan sakınmalıdırlar. Hac ibâdetini şu âyet-i kerimenin bildirdiği ve Allah Resûlü (s.a.s.)’in uyguladığı şekilde yerine getirmelidirler:
[1]
Hanefilere göre bu yer, Mekke-i Mükerreme’nin Haremidir. Şafi ve Mâliki’ye göre
ise engellemenin meydana geldiği yerdir. müslümanların kolayına olması
sebebiyle daha çok ikinci görüş tercih edilmiştir.
[2] Bu şekilde umre ile haccın
birleştirilmesi ve her birinin ayrı ayrı ihrama girilerek yapılmasına “hacc-ı
temettu” denilmektedir. Umre ve haccın tek ihramla yapılmasına “hacc-ı kırân”;
umre yapmaksızın ifâ edilen hacca ise “hacc-ı ifrâd” denilir. Hacc-ı temettu‘
ve hacc-ı kırân, yani umre ile haccı birlikte yapma imkânı, sadece mîkat
mahalli dışından gelenlere tanınmıştır. Bu bir rahmânî lutuf ve ruhsattır Çünkü
onlar uzak bölgelerden gelmekte ve yolculuğun meşakkatlerine katlanmaktadırlar.
Bu ruhsatla Yüce Rabbimiz o kullarına bir anlamda “bir taşla iki kuş yakalama”
imkânı sağlamaktadır. Harem ehli için böyle bir ruhsat yoktur; zira onların
buna ihtiyaçları bulunmamaktadır.
197. Hac vakti, bilinen aylardır. O aylarda ihrama girip hac yapmaya karar veren kişi hac boyunca cinsî münâsebetten, günah işlemekten, kavga ve münâkaşadan tamâmen uzak durmalıdır. İyilik olarak ne yaparsanız, Allah onu elbette bilir. Bir de yolculuk için yanınıza azık alın. Şüphesiz azığın en hayırlısı takvâdır. Öyleyse y akıl sahipleri, bana karşı gelmekten ve azabımdan sakının!
“Hac ayları” olarak bilinen vakit, Şevvâl ve
Zilkâde ayları ile Zilhicce’nin ilk on günüdür. Diğer bir ifadeyle Ramazan’dan
sonraki “iki ay on günlük” süredir. Bu döneme, “hac mevsimi” de denilmektedir.
Âyetin hükmü genel olup haccın menâsikinin yâni hac ibâdetini meydana getiren
fiillerin hangisinin bu süre zarfında nerede, ne zaman ve nasıl yapılacağını beyân
etmemektedir. Bunları bize Allah Resûlü (s.a.s.), kalabalık bir sahâbî topluluğuyla
birlikte yaptığı “Vedâ Haccı”nda uygulamalı olarak öğretmiştir. Hac esnâsında müslümanların
rahatça görüp öğrenebilmeleri için bir çok rüknü deve üzerinde yapmış ve:
“Ey insanlar! Hac amellerinin nasıl yapılacağını benden öğreniniz.
Bilmiyorum, belki de bu seneden sonra bir daha haccedemem” buyurmuştur.
(Müslim, Hac 310; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 318)
Hacla
alakalı her türlü amel, Peygamber Efendimiz’in bu tatbikatıyla vakitleriyle
birlikte tayin ve tespit edilmiş; o günden itibaren günümüze kadar hac ibâdeti
aynı esaslar ve uygulamalar çerçevesinde edâ edilegelmiştir. Herhangi bir gerekçe
ile bu hususlarda bir değişikliğe gidilmesi, Allah Resûlü’nün, sahâbe-i kirâmın
ve onlardan sonra milyonlarca müslümanın tatbikatına aykırı olacağından, mümkün
değildir.
Hanefî,
Malikî ve Hanbelî mezheplerine göre, hac ayları şart olmaksızın senenin herhangi
bir vaktinde hac niyetiyle ihrama girilebilir. Şâfi mezhebine göre ise, hac
için ihrama girmek ancak ayette bahsedilen hac aylarında sahih olur. Bunun
dışında caiz değildir.
Âyet-i
kerîme, bu aylarda hacca niyet edip ihrama giren, telbiye getiren ve hac için
kurbanlığını hazırlayan yani niyet ve fiilleriyle haccı ifâya azmeden kişinin
mutlaka uzak durması gereken yasaklardan bahsetmektedir:
› Hacda ihramlı
iken cinsî münâsebet ve ona götürecek her türlü söz ve davranışlardan
kaçınılmalıdır.
› Allah Teâlâ’ya
itaatten çıkıp O’na isyan sayılacak, özellikle de Harem sınırları içinde günah
kabul edilecek her türlü söz ve davranıştan uzak durulmalıdır. Sövmek ve kötü
lakap takmak da buna dâhildir.
› Hac
günlerinde tartışmak ve münakaşa etmek de yasaklanmıştır. Âyette geçen “cidâl”
kelimesi, her türlü mücâdele, tartışma ve düşmanlığı ifade eder. Çünkü bunlar
mü’minler arasında kin ve nefrete, öfkeye ve böylece aralarındaki sıcaklık ve
dostluğun kaybolmasına sebep olur.
Allah’ın
rızâsına uygun bir hac yapabilmek ve onun hem dünyevî hem de uhrevî
neticelerinden tam olarak istifade edebilmek için yapılması istenenleri
hakkiyle yerine getirmek, yasaklardan ise bütünüyle kaçınmak gerekir. Nitekim Allah
Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
“Kötü söz söylemeden ve günah işlemeden Allah için hacceden kimse,
annesinden doğduğu gün gibi günahsız olarak döner.” (Buhârî, Hac
4)
Hac
ibâdetiyle meşgul olan kişi, günaha götürecek bütün kapılara kilit vurmalı,
gönül pencerelerini bütün hayırlara sonuna kadar açmalıdır. Onda günah ömrünü
tüketmeli, takatinin son sınırıyla yapabileceği her türlü iyiliği yapmaya
çalışmalıdır. Çünkü Allah, iyilik olarak yapılan her şeyi bilmektedir ve
karşılığını mutlaka fazlasıyla verecektir. Bir de hac ve umre yolculuğuna
ihtiyaçlarımızı kendimiz karşılayacak ve başkasına muhtaç olmayacak şekilde
hazırlıklı gidilmelidir. Âyet-i kerîmedeki “Bir de yolculuk için yanınıza
azık alın” (Bakara 2/197) ifadesi
bunu emreder. Rivayetlere göre Yemenli hacılar, hiç azık almadan yola çıkarlar
ve “Biz tevekkül ehliyiz. Biz Allah’ın evini haccederiz de O bizi doyurmaz mı”
derlerdi. Geldiklerinde ise başkalarına yük olurlar ve dilenmek zorunda
kalırlardı. Bunun üzerine “Azık alın” ayeti indi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
II, 380-382) “Azık alın” ifadesine, önceki mânaya ilâveten “hayırlı ameller işleyerek âhiret hazırlığı
yapın” mânası da verilebilir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V,
143-144) Ayetin devamındaki “Şüphesiz azığın en hayırlısı takvâdır” (Bakara
2/197) kısmı, “şüphesiz en hayırlı azık, dilenmekten, yağmalamaktan ve
başkalarına yük olmaktan sakınmaktır” mânasına gelebileceği gibi, daha genel
anlamıyla “Allah’a karşı derin bir saygı içinde O’nun emirlerini yerine getirip
yasaklarından kaçınarak insanın kendini cehennem azabından koruması” mânasına
da gelir. Burada iki mânayı mülahaza etmek de mümkündür. Allah’tan korkmak ise,
selim akıl sahibi olmanın bir gereğidir. O’ndan korkmayanın, âdeta aklı yok
gibidir.
Hac
günlerinde ticaretle uğraşmanın hükmüne gelince:
198. Hac mevsiminde ticâret yaparak Rabbinizden rızık talep etmenizde hiçbir günah yoktur. Arafat’tan seller gibi boşanıp aktığınızda Müzdelife’deki Meş‘ar-i Harâm’da Allah’ı zikredin. O sizi nasıl doğru yola erdirdi ise, siz de O’nu öylece zikredin. Çünkü siz, bundan önce gerçekten sapıklığa düşmüş kimseler idiniz.
Câhiliye
döneminde Ukâz, Mecenne ve Zülmecâz panayırları kurulur; buralarda ticâret
malları alınır satılırdı. Hac mevsimi, aynı zamanda bir ticâret mevsimi idi. İslâm
geldikten sonra müslüman tüccârlar, günah olur korkusuyla özellikle ihrama
girdikten sonra bu aylarda ticâretten çekindiler. Bu hâdise üzerine bu âyet
nâzil oldu ve ister hac yapsın ister yapmasın hac aylarında ticâretle
meşguliyette ve bu yolla Allah’tan rızık talep etmede bir günah olmadığını
bildirdi. (bk. Buhârî, Tefsir 2/24)
Âyette
geçen “Arafât”, Mekke’nin
Şu
âyet-i kerîmeler yine hacla alakalı Kureyşlilerin yanlış bir uygulamasını
düzeltmektedir:
199. Sonra insanların sel gibi boşanıp aktığı yerden siz de akın edin ve Allah’tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayandır, engin merhamet sahibidir.
200. Hac ibâdetlerinizi tamamlayınca, câhiliye döneminde babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha coşkulu bir şekilde Allah’ı anın. Bazı insanlar: “Rabbimiz, bize nasibimizi dünyada ver!” der. Öyle kimselerin âhirette hiçbir nasibi yoktur.
201. Bazı insanlar da: “Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azâbından koru” derler.
202. İşte yaptıkları iyiliklerin âhirette karşılığını alacak olanlar bunlardır. Allah, hesabı pek çabuk görendir.
“Hums” yani kahramanlar, yiğitler diye anılan
Kureyş ve müttefikleri vakfeyi sadece Müzdelife’de yapıyor: “Biz ehlullahız;
Allah’ın has kullarıyız. O’nun Harem’inde oturanlarız. Harem’den dışarı
çıkamayız” diyorlar ve Arafât’ta diğer insanlarla birlikte vakfe yapmayı
kendileri için küçüklük sayıyorlardı. Çünkü Arafât “helâl” bölgeydi; Harem
bölgesinin dışındaydı. Diğer Araplar ise Hz. İbrâhim’in dinine uyarak Arafât’ta
vakfe yapıyorlardı. İnsanlar sel gibi Arafat’tan boşanıp gelince, Kureyş ve
yandaşları Müzdelife’den çıkıyorlardı. Bu âyetle Allah Teâlâ, onlara Arafât
vakfesini emrettiği gibi, Arafât’tan çıkışlarının da diğer insanlarla birlikte
olmasını istemiştir. (Buhârî, Tefsir 2/35)
198
ve 199. âyetler, bir taraftan müslümanların arefe günü Arafat’ta bir bütün
olarak vakfe yapmalarını, oradan bir mahşer topluluğu görünümünde, Allah’ı
zikrederek, O’ndan af ve mağfiret talep ederek Müzdelife’ye doğru akmalarını,
oradan da yine Minâ’ya doğru kitleler halinde hareket etmelerini emretmekte;
diğer taraftan da o büyük kalabalığın bir bölgeden diğerine seller gibi boşanıp
akmasını tasvir etmektedir.
İslâm’dan
önce Araplar, hac amellerini tamamladıktan sonra Minâ’da belli bir yerde
otururlar, atalarını yâd ederler ve onlarla övünme yarışına girerlerdi. 200.
ayetle bu yanlış âdet kaldırılmakta, bunu yerine müslümanlar daha kuvvetli ve
daha coşkulu bir şekilde Allah Teâlâ’yı zikre davet edilmektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
II, 404) Dolayısıyla hac ile elde edilen ahlâkî güzellikler, manevî yücelikler
ve kudsî intibalar hacdan sonra da devam ettirilmelidir. müslümanlar, bu ulvî
ibâdetle elde ettikleri bilgi, irfan ve tecrübe ile, şirkin bütün izlerini
silip tevhidin hakikatine doğru yol almalı, nefsin her türlü şehvet ve gururunu
kırmalı, ruhlarındaki hakikati idrake engel olacak lekeleri temizlemeli ve
zikir, dua, istiğfar ve tazarrû ile daimî bir surette sadece Allah’a
yönelmelidirler.
200.
âyetin devamında Allah’tan sağlık, bolluk, çocuk gibi sadece dünyalık şeyler
isteyen, âhiretle alakalı hiçbir talepleri olmayan kimseler kınanmaktadır.
Böyleleri için âhirette, herhangi bir sevap, nimet veya güzelliğin sözkonusu
olmadığı haber verilir. Nitekim bu mânayı açıklayan diğer âyet-i kerîmelerde
şöyle buyrulur:
“Dünya hayatını, onun göz kamaştırıcı süsünü ve şatafatını
arzulayanlara, bu gayeye yönelik yaptıkları çalışmaların karşılığını dünyada
tastamam veririz. Onlar bu hayatta hiçbir haksızlığa uğratılmazlar. Fakat onlar
öyle kimselerdir ki, kendileri için âhirette ateşten başka bir şey yoktur.
Dünyada yaptıkları şeyler orada tamamen boşa gidecektir. Çünkü, iyilik nâmına
yaptıkları işler, inanç ve iyi niyetten yoksun olduğu için, hiçbir değer taşımamaktadır.”
(Hûd
11/15-16)
“…Kim de âhireti bırakıp sadece dünya kazancını isterse ona da
ondan bir parça veririz; fakat onun âhirette bir nasîbi olmaz.” (Şûrâ 42/20)
201-202.
âyetlerde ise Allah’tan hem dünya hem de âhiret iyiliğini isteyenler ve
cehennem azâbından Allah’a sığınanlar methedilir ve dünyada yaptıkları sâlih
amellerin, dua ve istiğfarların mükafatının âhirette onlara verileceği
müjdelenir.
201.
âyette geçen حَسَنَةٌ (hasene) lügatte “iyilik ve güzellik” mânasına
gelir. Elde edilince insanı sevindiren bütün nimetleri ifade eder. Bununla
birlikte tefsirlerde “hasene”ye şu mânalar verilmiştir: “Dünyadaki hasene;
sâlih insanların Allah’tan istedikleri sıhhat, yeterli maişet ve hayırlı
işlerde muvaffakiyettir. Âhiretteki hasene ise âhiret sevabıdır.” (Zemahşerî, el-Keşşâf,
I, 121) “Dünyadaki hasene; mal, ilim ve Kur’an’ı anlamaktır. Âhiretteki ise
cennettir.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 410)
Allah
Resûlü (s.a.s.) bu duayı çok okur (Buhârî, Deavât 55) ve okunmasını tavsiye
ederdi. (Müslim, Zikir 23) Nitekim Enes (r.a.)’ın anlattığı şu hâdise buna
güzel bir misal teşkil eder:
Resûlullah
(s.a.s.) son derece zayıflamış bir hastayı ziyâret etti ve:
“–Allah’a bir şey için dua ediyor
musun veya O’ndan bir şey istiyor musun?” diye sordu. Hasta:
“–Evet;
«Allahım! Bana âhirette vereceğin cezayı bu dünyada hemen peşin olarak ver!»
diye dua ediyorum” cevâbını verdi. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“–Sübhânallah! Senin buna gücün
yetmez. «Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi
cehennem azâbından koru!» (Bakara 2/201) diye dua etsen olmaz mı?”
Bunun
üzerine adam bu duayı yaptı ve şifa buldu. (Müslim, Zikir 23; Tirmizî, De‘avât
71/3487)
Haccın
amellerinden olan Minâ’da şeytan taşlama ve teşrik tekbirleriyle ilgili olarak
da şöyle buyruluyor:
203. Sayılı günlerde Allah’ı tekbirlerle zikredin. İki gün içinde Minâ’da görevini çabucak tamamlayıp dönmek isteyene bir günah olmadığı gibi, orada daha fazla kalana da bir günah yoktur. Bu durum, günahlardan sakınanlar içindir. Siz de Allah’a karşı gelmekten sakının ve şunu bilin ki, hepiniz O’nun huzurunda toplanacaksınız.
Âyetteki
“sayılı günler”den maksat, Zilhicce’nin 11, 12 ve 13. günleri olan Minâ günleri
veya “teşrik tekbirleri”[1]nin
getirildiği günlerdir. Bu günlerde “Allah’ı zikretmek”ten maksat da, namazların
farzlarının akabinde, şeytanların taşlanması esnâsında ve kurbanlar kesildiği
sırada getirilen tekbir ve tehlillerdir. Hanefîler’e göre teşrik tekbirleri,
Kurban bayramının arefe günü sabah namazının farzından sonra başlar, bayramın
dördüncü günü ikindi namazının farzından sonra okunarak tamamlanır. Toplamı 23
vakittir. Âyetteki “iki gün”den kasıt, bayramın ikinci ve üçüncü günleridir.
Buna göre acele işi olan hacılar isterlerse, kalan cemreleri bu iki güne
sığdırarak üçüncü günün sonunda Minâ’dan Mekke’ye dönebilirler. İşi acil
olmayanlar kalıp dördüncü gün de şeytan taşlayabilirler. Mühim olan her
halükârda Allah’tan korkmak, O’na saygılı olmak ve O’nun rızâsına uygun
davranma gayreti içinde bulunmaktır. Zira nihâyetinde Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda
toplanacak ve bütün yaptıklarımızın hesabını O’na vereceğiz.
Yukarıda
tefsiri yapılan Bakara sûresi 196-203. âyet-i kerîmelerde İslâm’daki hac ibâdetinin
mühim hüküm ve kâideleri beyân edilmektedir. Bunlar ihrâma girmek, ihramla
birlikte helâl olan bazı şeylerin bile haram sayılması, Arafat’ta vakfe yapmak,
her millet ve kültürden müslümanların bir araya gelip kaynaşması ve Kâbe
etrafında tavaftır. Bunların fert ve toplum hayatına sayısız faydaları vardır.
İhram, kişinin mâsivâdan soyunup, dünyadan uzaklaşarak bütün varlığıyla Allah’a
yönelişini temsil eder. Onu giyenler mal, mülk, makam ve rütbe gibi bütün fâni
gölgeleri geride bırakırlar; insanlar arasında yegâne üstünlüğün sadece takvâda
olduğu gerçeği ortaya çıkar. Arafat’ta vakfe, mahşeri andırır; ölüm ve ötesini
tefekküre götürür. Hac ibâdeti, her ırk ve bölgeden bütün dünya müslümanlarını
bir araya getirerek, maddî manevî meselelerini müzakere etme, ilmî alış verişte
bulunma ve problemlerin çözümünü birlikte arama imkânı tanımaktadır. Kâbe
etrafında birlikte tavaf ise İslâm’ın tevhîd telakkisini kuvvetlendirmekte ve müslümanların
surûr ve kederde tek vücut olmaları gerektiği fikrini geliştirmektedir.
Fakat bu büyük ilâhî lutuflardan faydalanma hususunda herkes aynı seviyede değildir:
[1] “Teşrik”, yüksek sesle
tekbir getirmek demektir. “Teşrik tekbiri”, Kurban bayramı günlerinde
namazların farzından sonra اَللّٰهُ أَكْبَرُلَا إِلٰهَ اِلَّا
اللّٰهُ وَ اللّٰهُ أَكْبَرُ اَللّٰهُ أَكْبَرُ وَ لِلّٰهِ الْحَمْدُ اَللّٰهُ أَكْبَرُ (Allahu ekber Allahu ekber lâ ilâhe
illallahu vallahu ekber Allahu ekber ve lillâhilhamd) “Allah en büyüktür. Allah
en büyüktür. Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Bütün hamdler
Allah’a aittir” demektir.
204. Bazı kimseler var ki, dünya hayatına dâir sözleri senin hoşuna gider. Üstelik o, pek azılı bir düşman olduğu halde kalbindekine, sözünün özüne uygunluğuna Allah’ı da şâhit tutar.
205. Arkasını dönüp gidince veya bir işin başına geçince yeryüzünde bozgunculuk yapmak, ürünleri ve nesileri yok etmek için koşturur durur. Oysa Allah, bozgunculuğu asla sevmez.
206. Ona, “Allah’tan kork!” dendiğinde, kibir ve gururu kabarır, onu daha fazla günaha sürükler. Böylesine lâyık olan cehennemdir. Orası gerçekten ne fenâ bir yataktır!
Âyetlerin iniş sebebi hakkında şöyle bir rivayet vardır: Münafıklardan
Ahnes b. Şureyk, Peygamber Efendimiz’e gelerek müslüman olduğunu söylemiş, bu
durum Allah Resûlü (s.a.s.)’in pek hoşuna gitmişti. Ahnes, “Ben, müslüman
olmayı dileyerek geldim ve Allah’a yemin ederim ki bu sözümde samimiyim”
demişti. Sonra Efendimizin yanından çıkmış, yolda giderken müslümanlara ait
birtakım ekinleri yakmış ve merkepleri öldürüp telef etmişti. İşte bunun
üzerine bu âyetler indirildi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II,
428) İniş sebebi bu olmakla beraber, âyetler, bu vasıfları taşıyan bütün münafıkları
ve bozuk şahsiyetli kişileri şümûlüne almakta; münafıklık, riyâkârlık,
düşmanlık, bozgunculuk ve tahripkârlık özelliği olan herkesi uyarmaktadır.
Burada çok tehlikeli bir insan tipi tasvir edilir. Münafıkların
ikiyüzlü karakter özellikleri canlandırılır, bunlar belirgin ve canlı birer
tablo haline getirilir: Karakter yapısı sergilenen bu kişi hoşa giden ve
büyüleyici bir üslupla konuşmakta; kendisini iyiliğin, samimiyetin, dostluğun
ve fedakârlığın bir sembolü olarak tanıtmaktadır. Konuşurken ağzından âdeta bal
akmaktadır. Sözlerinin tesirini ve inandırıcılığını daha da arttırmak için
kalbindeki duyguların doğruluk ve içtenliğine Allah’ı şâhit göstermektedir.
Halbuki o, gönlünde en küçük bir sevgi ve müsamaha olmayan amansız bir
düşmandır. Kalbinde kin, nefret ve düşmanlık kaynamaktadır. Âyette geçen اَلَدُّ الْخِصَامِ (eleddü’l-hısâm) (Bakara 2/204) ifadesine
“düşmanlığı şiddetli; çok münakaşacı ve cidâlci; Allah’a isyanda şiddetli
kasvet sahibi ve bâtıl yolda mücâdele eden; sözü kuvvetli ameli zayıf, hikmetle
konuşan fakat hatalı iş yapan; zorba ve zâlim” gibi mânalar verilmiştir. (Taberî,
Câmi‘u’l-beyân, II, 429-430)
Bu
sebepledir ki yalancılığı ve kandırmacılığı meslek haline getirmiş olan bu tip,
dönüp gidince veya hâkimiyeti ele geçirip sorumlu bir mevkiye gelince,
maharetle gözlerden sakladığı gerçek yüzünü meydana çıkarır; kötülük, azgınlık,
kin ve bozgunculuk saçan özünü gözler önüne serer. O, bütün katılığı,
gaddarlığı ve bozgunculuğuyla bitki, hayvan ve insan bütün canlıların neslini
yok etmeye, köklerini kurutmaya çalışır. Böyle bir tipe, Allah’tan korkması,
O’nun gazabından sakınması söylenince, günahları sebebiyle boyun bükecek yerde
tam aksine, nefsaniyetine dokunan bu söz karşısında kibir ve gurur damarları
kabarır. Yanlış yolda olduğunu kabul edip doğruya yönelmeyi gururuna yediremez.
Bu durum onu, daha fazla günah işlemeye sevkeder. Hatta işlediği günahlarla
üstünlük taslamaya başlar. Daha da kötüsü, hiçbir utanma hissi duymadan
doğrudan Allah’a başkaldırma serkeşliğinde bulunur. İşte bu yapıda ve
karakterde olan kişilere layık olan ceza, cehennemdir. Onların yaptıklarına
ancak o yaraşır. O, çok fenâ bir yatak, çok kötü bir yerdir.
Abdullah
b. Mes‘ûd (r.a.) der ki: “Allah katında büyük günahlardan biri de kişinin,
kendisine «Allah’tan kork» denilince, bunu gururuna yediremeyip “Sen kendine
karış! Bana bunu emredecek sen mi kaldın” demesidir. (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VII, 271)
Önceki
âyetlerde anlatılan “dinini dünyası için satan” insan tipiyle mukâyese
imkânı vermek için gelen âyette Allah rızâsını kazanmada örnek alınacak “dünyasını
dini uğruna satan” güzel bir insan karakteri tasvir edilmektedir:
207. Öyle insanlar da var ki, Allah’ın rızâsına ermek için canını bile verir. Allah ise kullarına çok şefkatlidir.
Bu
insan, Allah’ın rızâsını her şeyden hatta malından ve öz canından daha üstün
tutmaktadır. Zira o, mülkün hakikatte kendisine değil Allah’a ait olduğunu, en
üstün gayenin mal değil Allah rızâsı olduğunu bilir. Bu sebeple o, o yüksek
gâyeye erebilmek için malını, mülkünü ve hatta canını seve seve verir, fedâ
eder. Böylece kendini ebedî olarak satın almış yâni ebedî acılardan, hazin
âkıbetlerden kurtarmış ve en büyük ticarete ermiş olur. Dünya nimetlerinin
tümünü feda ederek varlığını arınmış olarak Allah’a takdim edecek derecede mânevî
bir kemâle ulaşır. Bunlar, din uğrunda sıkıntılara katlanan, savaş
meydanlarında canlarını ortaya atan veya öldürüleceğini de bilse iyiliği
emredip, kötülükten meneden kimselerdir. Bunların, asıl maksatları Allah rızâsıdır.
Âyetin
iniş sebebini teşkil eden hâdiselerden birini, Mekke’deki müşriklerin elinden
kurtulup Medine-i Münevvere’ye gelen Suheyb b. Sinân er-Rûmî (r.a.) şöyle anlatır:
“Mekke’den
Peygamber Efendimiz’in yanına hicret etmek istediğimde müşriklere: «Ben ihtiyar
bir adamım. Burada bulunmam size bir fayda sağlamayacağı gibi, düşmanlarınızın
yanında olmam da size bir zarar vermez. Ben İslâm için bir söz verdim, o sözden
dönmeyi çirkin görüyorum; bırakın Medine’ye gideyim» dedim. Kureyş: «Ey Suheyb,
bize geldiğinde hiçbir şeyin yoktu. Mal olarak ne kazandınsa burada kazandın.
Şimdi bunları alıp gitmene müsaade etmeyiz» dediler. Ben: «Peki, malımı sizlere
versem, malımla nefsimi sizden satın alsam beni gitmekte serbest bırakır
mısınız?» dedim, «olur» dediler. Bunun üzerine malımı onlara verdim ve beni
hicret etmem için serbest bıraktılar. Mekke’den çıkıp Medine’ye geldim.
Durumumdan haberdar olan Peygamberimiz (s.a.s.)’e: «Suheyb kâr etti, Suheyb
kâr etti» buyurdu.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 437; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 247)
Bu
rivayetten anlaşıldığı üzere âyet, her ne kadar ashâb-ı kirâmdan belli
kimselerin, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in yanına hicret etmek için mallarından
ferağat etmeleri üzerine nâzil olmuşsa da, Allah yolunda hicret ve cihad etmek
üzere malından mülkünden vazgeçen herkes hakkında geçerlidir. Dolayısıyla bir
Müslümanın gelen âyetlerin istediği şekilde tüm varlığıyla İslâm’a girebilmesi
ve İslâm dışı tüm inanç ve fiillerden kendini arındırabilmesi için böyle bir
fedakârlığın zaruri olduğu anlaşılmaktadır:
208. Ey iman edenler! Hep birlikte ve bütün varlığınızla İslâm’ın barış ve huzur iklimine girin. Şeytanın adımları ardınca gitmeyin; çünkü o, size apaçık bir düşmandır.
208.
âyette geçen “silm” kelimesi “ teslimiyet, itaat, barış, uzlaşma” gibi mânalara
gelir. Bu sebeple müfessirlerin pek çoğu bunu “İslâm” olarak da
yorumlamışlardır. Zira İslâm, bu mânaların hepsini içine almaktadır. Âyet-i kerîme
ilk olarak sadece dilleriyle iman
ettiklerini söyleyen münafıkları, bütün inanç, amel ve ahlâklarıyla İslâm’a
girmeye ve nifakla ilgili olarak şeytanın adımlarına uymamaya çağırmaktadır.
Aynı şekilde Ehl-i kitaptan müslüman olup da bir taraftan Peygamberimiz (s.a.s.)’e
iman ederken, bir taraftan da “cumartesi gününün kutsiyetine saygı göstermek,
deve etini ve sütünü mekruh görmek” gibi Tevrat’ın hükümlerini dikkate almaya
çalışanlara hitap etmekte; onların İslâm’a bütünüyle girmelerini ve gerek
itikadî gerek amelî bakımından önceki hükümlerden herhangi birine uymamalarını
emretmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 176)
Âyetin
esas hitap ettiği kitle ise müslümanlardır. Onlara, “Ey iman edenler, hepiniz
İslâm’a tam olarak girin; onun emirlerini eksiksiz yerine getirin, kalan ömrünüzde
de müslüman olmaya devam edin, müslümanlıktan ve onun prensiplerinden hiçbir
zaman ayrılmayın. Sapık ve azgın kimselerin size telkin etmeye çalıştıkları
şüphelere iltifat ederek şeytanın adımlarına uymayın” mesajı vermektedir.
السِّلْمُ (silm) lâfzının “sulh, barış, savaşı ve
münakaşayı terk etme” mânaları dikkate alındığı takdirde ise âyet-i kerîme
mü’minlere âdeta şu tâlimatları vermektedir: “Ey müminler! Allah’ın emirlerine
boyun eğmekle öyle mükemmel bir toplumsal görünüm ve öyle düzenli bir İslâm dünyası
meydana getirin ki aranızda isyandan, kavga ve anlaşmazlıktan, birbirinize
eziyetten, eğrilikten, Allah’ın haklarına ve kulların haklarına tecavüzden,
kısaca Allah rızâsına aykırı hareketlerden eser kalmasın. Böylece herkes
emniyet, karşılıklı sevgi ve tam bir huzur içinde vazifeleriyle meşgul olsun ve
âhireti için hazırlık yapsın. Bu güven ve huzur ortamını bozacak terör
eylemleri ve karşıklıklara meydan verilmesin. Dünya hayatı hakkında parlak
sözler söyleyip de kalpleri en merhametsizce düşmanlıklarla dolu olan, şeytanca
hareket edenlerin arkasından gidilmesin.” (bk. Elmalılı, Hak Dini, II,
736)
Şâyet
bu ikazlara kulak vermez, doğruyu ve yanlışı en güzel bir şekilde açıklayan
bunca delilleri dikkate almaz ve sizin apaçık düşmanınız olan şeytana uyarak
İslâm’ın emirlerine itaatten kayarsanız, neticesine katlanırsınız. Bundan böyle
artık ileri süreceğiniz bir mazeretiniz olamaz. Âyette Allah Teâlâ’nın üstün ve
ezici kudretine ve sınırsız hikmetine yer verilmesi, İslâm yolundan kayanlara büyük bir tehdit mânası
taşımakta, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı her işte büyük hikmetler
olduğunu göstermektedir. O, koyduğu ilâhî sisteme karşı gelen, şeytanın
yollarına sapıp tevhidin, sulh ve barışın gereklerini ihlale çalışan âsilerin
haklarından gelir ve belâlarını verir. Hem bu cezalandırma ilâhî hikmete uygun,
yerinde ve adâletli olacaktır, hem de Allah Teâlâ iyileri kötülerden ayıracak
ve onlara yine hikmeti gereği lütuf ve merhametiyle muamele edecektir.
Bilmek gerekir ki, indirilen âyetler ve gönderilen
peygamberler insanlara bütün gerçekleri açık bir dille beyân etmektedir. Onlara
düşen bu gerçeklere teslim olmak, inanç ve amellerini ona göre düzenlemektir. Madem
ki böyle yapmıyorlar, demek ki onlar, artık Allah ve meleklerin bulutların
gölgeleri arasından yanlarına inip işlerinin bitirilmesini beklemektedirler.
210. âyet-i kerîmede geçen “Allah’ın gelmesi”
ifadesiyle alakalı olarak şu yorumlar yapılmıştır:
Selef âlimleri, bu ifadenin müteşâbih[1]
olduğunu, gerçek mânasını Allah’tan başkasının bilemeyeceğini dolayısıyla
te’vil edilmeyip olduğu gibi bırakılması gerektiğini söylemişlerdir. Ehl-i
Sünnet kelam âlimleri ise bu ifadeyi “Allah’ın âyetlerinin, hükmünün,
buyruğunun veya azabının gelmesi” şeklinde açıklamışlardır. (Zemahşerî, el-Keşşâf,
I, 123; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 182) Buna göre:
Birinci olarak “Allah’ın gelmesi”, Allah’ın emir ve
iradesinin zuhûr etmesi, tam bir kudret ve şiddetle ortaya çıkması mânasındadır.
Sözü edilen günahkârların cezalandırılmaları hususunda her türlü sebep ve
vasıtalar tükenmiş ve ancak her şeyi bitirecek olan Allah’ın emir ve iradesinin
ortaya çıkması kalmıştır. İşte o günahkârlar bu neticeyi beklemektedirler.
Aslında buluttan canlılar için bir rahmet olan yağmur beklenir. Şayet rahmet
beklenen buluttan azap yağacak olursa durum daha şiddetli ve korkunç olur. Zira
belâ, umulmadık bir yerden gelirse insanı daha çok gam ve kedere boğar.
İkinci olarak, “Allah’ın gelmesi” imkânsız bir
durumdur. Bunlar, “iman etme”lerini “Allah’ın gelmesine” bağlamakla, Allah
gelmeden veya Allah’ın azabı başlarına inmeden asla inanmayacaklarını söylemiş
olmaktadırlar. Dolayısıyla âyet, onların hiç ihtimal vermedikleri bir anda
belalarını bulacaklarını ifade etmektedir.
“Allah’ın gelmesi” ifadesini hakiki mânasıyla
yorumlamak da mümkündür. Buna göre bahsi geçen günahkârlar, “Bize Allah’ı
açıkça göster!” (Nisâ 4/153) diyen İsrâiloğulları gibi
Allah’ı görmedikçe sadece aklî ve naklî delillerle iman etmez, vukuundan önce
hiçbir uyarıya kulak asmaz, Allah’a ve O’nun ikazlarına inanmak için, Allah’ın
kendisini açıktan göstermesini ve gelecek musibetlerin fiilen başlarına
gelivermesini beklerler. Bu sebeple ilim ve amel, iman ve ibâdet gibi hususlara
önem vermezler. Dinin diriltici beyânlarına kulak vererek felâket
uçurumlarından kurtulmak istemezler. Aksine şeytanlık peşinde koşarlar. Barış,
selamet ve huzur ortamını bozmaya çalışırlar. Böyle olunca durumları öyle
bozulur ve bütün işler öyle kontrolden çıkar ki belalarını bulmaları için
yalnız Allah’ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalır. (Elmalılı, Hak Dini, II, 738)
Zaten bütün işler sonunda Allah’a döndürülür. Kıyamet
günü Allah Teâlâ, dünyadaki durumlarına göre kulları arasında hükmeder.
Zulmeden, Allah’ın sınırlarını çiğneyen ve emrine karşı gelenlere ona göre;
itaat eden ve iyilik yapanlara da ona göre muamele eder. iyilik sahiplerine iyilikle,
günahkârlara da ceza ile mukabelede bulunur.
Nitekim İsrâiloğulları bu hususta güzel bir örnek
teşkil etmektedir:
[1] Müteşâbih: Mânaları tam
olarak bilinemeyen veya herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık
bulunan ya da birden çok mânaya ihtimali olup bu mânalardan birini tercihte
zorluk sözkonusu olan âyet veya kelime.
209. Size bunca açık deliller geldikten sonra yine de yanlış yola saparsanız, Allah’ın karşı konulamaz kudret sahibi olduğunu ve her işini yerli yerince yaptığını aklınızdan çıkarmayın.
210. Yoksa İslâm’a girmeyen bu akılsızlar, Allah’ın meleklerle birlikte bulutların gölgeleri arasından çıkıp yanlarına gelmesini ve böylece defterlerinin dürülmesini mi bekliyorlar? Zâten sonunda bütün işler Allah’a dönecektir.
208. âyette geçen “silm” kelimesi “ teslimiyet, itaat, barış, uzlaşma” gibi mânalara gelir. Bu sebeple müfessirlerin pek çoğu bunu “İslâm” olarak da yorumlamışlardır. Zira İslâm, bu mânaların hepsini içine almaktadır. Âyet-i kerîme ilk olarak sadece dilleriyle iman ettiklerini söyleyen münafıkları, bütün inanç, amel ve ahlâklarıyla İslâm’a girmeye ve nifakla ilgili olarak şeytanın adımlarına uymamaya çağırmaktadır. Aynı şekilde Ehl-i kitaptan müslüman olup da bir taraftan Peygamberimiz (s.a.s.)’e iman ederken, bir taraftan da “cumartesi gününün kutsiyetine saygı göstermek, deve etini ve sütünü mekruh görmek” gibi Tevrat’ın hükümlerini dikkate almaya çalışanlara hitap etmekte; onların İslâm’a bütünüyle girmelerini ve gerek itikadî gerek amelî bakımından önceki hükümlerden herhangi birine uymamalarını emretmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 176)
Âyetin esas hitap ettiği kitle ise müslümanlardır. Onlara, “Ey iman edenler, hepiniz İslâm’a tam olarak girin; onun emirlerini eksiksiz yerine getirin, kalan ömrünüzde de müslüman olmaya devam edin, müslümanlıktan ve onun prensiplerinden hiçbir zaman ayrılmayın. Sapık ve azgın kimselerin size telkin etmeye çalıştıkları şüphelere iltifat ederek şeytanın adımlarına uymayın” mesajı vermektedir.
السِّلْمُ (silm) lâfzının “sulh, barış, savaşı ve münakaşayı terk etme” mânaları dikkate alındığı takdirde ise âyet-i kerîme mü’minlere âdeta şu tâlimatları vermektedir: “Ey müminler! Allah’ın emirlerine boyun eğmekle öyle mükemmel bir toplumsal görünüm ve öyle düzenli bir İslâm dünyası meydana getirin ki aranızda isyandan, kavga ve anlaşmazlıktan, birbirinize eziyetten, eğrilikten, Allah’ın haklarına ve kulların haklarına tecavüzden, kısaca Allah rızâsına aykırı hareketlerden eser kalmasın. Böylece herkes emniyet, karşılıklı sevgi ve tam bir huzur içinde vazifeleriyle meşgul olsun ve âhireti için hazırlık yapsın. Bu güven ve huzur ortamını bozacak terör eylemleri ve karşıklıklara meydan verilmesin. Dünya hayatı hakkında parlak sözler söyleyip de kalpleri en merhametsizce düşmanlıklarla dolu olan, şeytanca hareket edenlerin arkasından gidilmesin.” (bk. Elmalılı, Hak Dini, II, 736)
Şâyet bu ikazlara kulak vermez, doğruyu ve yanlışı en güzel bir şekilde açıklayan bunca delilleri dikkate almaz ve sizin apaçık düşmanınız olan şeytana uyarak İslâm’ın emirlerine itaatten kayarsanız, neticesine katlanırsınız. Bundan böyle artık ileri süreceğiniz bir mazeretiniz olamaz. Âyette Allah Teâlâ’nın üstün ve ezici kudretine ve sınırsız hikmetine yer verilmesi, İslâm yolundan kayanlara büyük bir tehdit mânası taşımakta, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı her işte büyük hikmetler olduğunu göstermektedir. O, koyduğu ilâhî sisteme karşı gelen, şeytanın yollarına sapıp tevhidin, sulh ve barışın gereklerini ihlale çalışan âsilerin haklarından gelir ve belâlarını verir. Hem bu cezalandırma ilâhî hikmete uygun, yerinde ve adâletli olacaktır, hem de Allah Teâlâ iyileri kötülerden ayıracak ve onlara yine hikmeti gereği lütuf ve merhametiyle muamele edecektir.
Bilmek gerekir ki, indirilen âyetler ve gönderilen peygamberler insanlara bütün gerçekleri açık bir dille beyân etmektedir. Onlara düşen bu gerçeklere teslim olmak, inanç ve amellerini ona göre düzenlemektir. Madem ki böyle yapmıyorlar, demek ki onlar, artık Allah ve meleklerin bulutların gölgeleri arasından yanlarına inip işlerinin bitirilmesini beklemektedirler.
210. âyet-i kerîmede geçen “Allah’ın gelmesi” ifadesiyle alakalı olarak şu yorumlar yapılmıştır:
Selef âlimleri, bu ifadenin müteşâbih[1] olduğunu, gerçek mânasını Allah’tan başkasının bilemeyeceğini dolayısıyla te’vil edilmeyip olduğu gibi bırakılması gerektiğini söylemişlerdir. Ehl-i Sünnet kelam âlimleri ise bu ifadeyi “Allah’ın âyetlerinin, hükmünün, buyruğunun veya azabının gelmesi” şeklinde açıklamışlardır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 123; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 182) Buna göre:
Birinci olarak “Allah’ın gelmesi”, Allah’ın emir ve iradesinin zuhûr etmesi, tam bir kudret ve şiddetle ortaya çıkması mânasındadır. Sözü edilen günahkârların cezalandırılmaları hususunda her türlü sebep ve vasıtalar tükenmiş ve ancak her şeyi bitirecek olan Allah’ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalmıştır. İşte o günahkârlar bu neticeyi beklemektedirler. Aslında buluttan canlılar için bir rahmet olan yağmur beklenir. Şayet rahmet beklenen buluttan azap yağacak olursa durum daha şiddetli ve korkunç olur. Zira belâ, umulmadık bir yerden gelirse insanı daha çok gam ve kedere boğar.
İkinci olarak, “Allah’ın gelmesi” imkânsız bir durumdur. Bunlar, “iman etme”lerini “Allah’ın gelmesine” bağlamakla, Allah gelmeden veya Allah’ın azabı başlarına inmeden asla inanmayacaklarını söylemiş olmaktadırlar. Dolayısıyla âyet, onların hiç ihtimal vermedikleri bir anda belalarını bulacaklarını ifade etmektedir.
“Allah’ın gelmesi” ifadesini hakiki mânasıyla yorumlamak da mümkündür. Buna göre bahsi geçen günahkârlar, “Bize Allah’ı açıkça göster!” (Nisâ 4/153) diyen İsrâiloğulları gibi Allah’ı görmedikçe sadece aklî ve naklî delillerle iman etmez, vukuundan önce hiçbir uyarıya kulak asmaz, Allah’a ve O’nun ikazlarına inanmak için, Allah’ın kendisini açıktan göstermesini ve gelecek musibetlerin fiilen başlarına gelivermesini beklerler. Bu sebeple ilim ve amel, iman ve ibâdet gibi hususlara önem vermezler. Dinin diriltici beyânlarına kulak vererek felâket uçurumlarından kurtulmak istemezler. Aksine şeytanlık peşinde koşarlar. Barış, selamet ve huzur ortamını bozmaya çalışırlar. Böyle olunca durumları öyle bozulur ve bütün işler öyle kontrolden çıkar ki belalarını bulmaları için yalnız Allah’ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalır. (Elmalılı, Hak Dini, II, 738)
Zaten bütün işler sonunda Allah’a döndürülür. Kıyamet günü Allah Teâlâ, dünyadaki durumlarına göre kulları arasında hükmeder. Zulmeden, Allah’ın sınırlarını çiğneyen ve emrine karşı gelenlere ona göre; itaat eden ve iyilik yapanlara da ona göre muamele eder. iyilik sahiplerine iyilikle, günahkârlara da ceza ile mukabelede bulunur.
Nitekim İsrâiloğulları bu hususta güzel bir örnek teşkil etmektedir:
[1] Müteşâbih: Mânaları tam olarak bilinemeyen veya herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok mânaya ihtimali olup bu mânalardan birini tercihte zorluk sözkonusu olan âyet veya kelime.
211. Sor İsrâiloğulları’na: Kendilerine gerçeği gün gibi gösteren nice apaçık belgeler verdik de, bunları dikkate aldıklarında ne oldu, onlara aykırı gittikleri zaman ne oldu? Kim Allah’ın nimeti kendisine geldikten sonra onu değiştirirse, şunu bilsin ki, Allah’ın cezası çok şiddetlidir.
İsrâiloğulları’na verilen apaçık belgeler, Hz. Mûsâ’nın
asası, parlayan eli, denizin yarılması, yerden suların fışkırması, dağın
başlarına dikilmesi, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi gibi peygamberleri
eliyle gerçekleşen mûcizelerdir. Veya bundan maksat, önceki ilâhî kitaplarda
bulunup da İslâm dininin doğruluğuna, Efendimiz (s.a.s.)’in peygamberliğine şâhitlik
eden âyetlerdir. Ayette geçen “Allah’ın nimeti”nden maksat ise, O’nun
peygamberleri vasıtasıyla gösterdiği mûcizeler ve indirdiği âyetlerdir.
Gerçekten de bunlar Allah’ın en büyük nimetleridir. Çünkü bunlar, sapıklıktan
kurtulup doğru yolu bulmanın en önemli sebepleridir. İnsanların hidâyeti için
gelen bu nimetleri, maksadının aksine sapıklık sebebi kılmak, o nimetleri
değiştirmek anlamı taşır. İşte İsrâiloğulları, gördükleri bu mûcizeler ve
okuyup öğrendikleri bu ayetlere rağmen, Allah’ın emrine karşı gelmişler, İslâm
dininin doğruluğunu gösteren ayetleri tahrif etmişler, peygamberleri
öldürmüşler ve Allah ile yaptıkları ahitleri değiştirmişlerdir. Aynen
yahudilerin yaptığı gibi, gördükten ve anladıktan sonra alınması gereken
dersleri almamak; nimete nankörlükle karşılık vermek; imanı küfre, hidâyeti
sapıklığa ve nihâyetinde ebedi saadeti ebedi pişmanlığa çevirmek suretiyle
Allah’ın âyetlerini değiştirmeye kalkışanlar, Allah’ın pek şiddetli olan
azabına uğrayacaklardır.
Onları bu yanlışa sürükleyen en önemli etken, dünya
sevgisidir. Gerçekten de dünya hayatı ve dünya nimetleri kâfirlere sevdirilmiş,
gözlerine güzel gösterilmiş; kalplerindeki dünya muhabbeti iliklerine
işlemiştir. Şeytan bu hususta üzerine düşen görevi tam olarak yerine
getirmiştir. Onlar, dünyadan başka hiçbir şeyi istemezler; ellerindeki en mühim
değer ölçüsü dünya ve dünyalık şeylerdir. Bu sebeple iman edenlerle, özellikle
de onların fakir ve garipleriyle alay ederler. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili
şu üç rivayet dikkat çekmektedir:
❂
Ebû Cehil ve diğer ileri gelen müşrikler
İbn Mes‘ûd, Ammâr, Habbâb, Amir b. Füheyre (r.a.) gibi fakir müslümanlarla alay
ediyorlardı. Zira kâfirler rahatlık ve nimetler içinde yüzerken onlar fakr-ü
zaruret içinde kıvranıyor ve çeşitli eziyetlere katlanıyorlardı.
❂
Beni Kurayza, Beni Nadîr ve Beni Kaynuka
yahudilerinin ileri gelenleri, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış
olan fakir müslüman muhacirlerle alay ediyorlardı.
❂
Abdullah b. Ubeyy ve beraberindeki
münafıklar, zayıf müslümanlar ve fakir muhacirler ile alay ediyorlardı. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 5)
Bu sebeplerin hepsi veya bunlardan biri üzerine
yukarıdaki âyetler inmiştir. Bununla birlikte âyet-i kerîmeler, bahsedilen
özellikleri taşıyan herkesi şumûlüne almaktadır. Dünya hayatına aldanmayan,
iman edip takvâ sahibi olan müslümanlar, kıyamet günü bunlardan çok üstün bir
durumda olacaklardır. Zira kâfirler cehennemin en derin çukurlarına atılırken
mü’minler cennetin en yüksek yerlerinde iskân edileceklerdir. Mü’minler sayısız
ilâhî ikram ve lutuflara nâil olurken kâfirler o gün zillet ve alçaklığın son
noktasında bulunacaklardır. Dünyada kâfirler mü’minlere gülüp onlarla alay
ederken, âhirette mü’minler onların hallerine güleceklerdir. (bk. Mutaffifîn
83/29-369) Allah, dilediği kullarına hem dünya hem de âhirette hesaba
gelmeyecek derecede çok rızık verir, büyük lutflarda bulunur. Hakiki mânada
zengin yalnız O olup, hazinelerinin bitmesinden korkmaz. O’nun, istediği
şekilde ve miktarda rızık vermesine de engel olacak hiçbir kudret tasavvur
olunamaz.
Fakat bu sınırsız ilâhî rızıklara ermenin kulluk
planında bir bedeli, bir kısım şartları vardır:
212. Dünya hayatı kâfirlere süslü ve sevimli gösterildi. Bu sebeple iman edenlerle alay edip dururlar. Halbuki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, kıyâmet günü onlardan üstün olacaklardır. Allah dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır.
İsrâiloğulları’na verilen apaçık belgeler, Hz. Mûsâ’nın asası, parlayan eli, denizin yarılması, yerden suların fışkırması, dağın başlarına dikilmesi, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi gibi peygamberleri eliyle gerçekleşen mûcizelerdir. Veya bundan maksat, önceki ilâhî kitaplarda bulunup da İslâm dininin doğruluğuna, Efendimiz (s.a.s.)’in peygamberliğine şâhitlik eden âyetlerdir. Ayette geçen “Allah’ın nimeti”nden maksat ise, O’nun peygamberleri vasıtasıyla gösterdiği mûcizeler ve indirdiği âyetlerdir. Gerçekten de bunlar Allah’ın en büyük nimetleridir. Çünkü bunlar, sapıklıktan kurtulup doğru yolu bulmanın en önemli sebepleridir. İnsanların hidâyeti için gelen bu nimetleri, maksadının aksine sapıklık sebebi kılmak, o nimetleri değiştirmek anlamı taşır. İşte İsrâiloğulları, gördükleri bu mûcizeler ve okuyup öğrendikleri bu ayetlere rağmen, Allah’ın emrine karşı gelmişler, İslâm dininin doğruluğunu gösteren ayetleri tahrif etmişler, peygamberleri öldürmüşler ve Allah ile yaptıkları ahitleri değiştirmişlerdir. Aynen yahudilerin yaptığı gibi, gördükten ve anladıktan sonra alınması gereken dersleri almamak; nimete nankörlükle karşılık vermek; imanı küfre, hidâyeti sapıklığa ve nihâyetinde ebedi saadeti ebedi pişmanlığa çevirmek suretiyle Allah’ın âyetlerini değiştirmeye kalkışanlar, Allah’ın pek şiddetli olan azabına uğrayacaklardır.
Onları bu yanlışa sürükleyen en önemli etken, dünya sevgisidir. Gerçekten de dünya hayatı ve dünya nimetleri kâfirlere sevdirilmiş, gözlerine güzel gösterilmiş; kalplerindeki dünya muhabbeti iliklerine işlemiştir. Şeytan bu hususta üzerine düşen görevi tam olarak yerine getirmiştir. Onlar, dünyadan başka hiçbir şeyi istemezler; ellerindeki en mühim değer ölçüsü dünya ve dünyalık şeylerdir. Bu sebeple iman edenlerle, özellikle de onların fakir ve garipleriyle alay ederler. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili şu üç rivayet dikkat çekmektedir:
❂ Ebû Cehil ve diğer ileri gelen müşrikler İbn Mes‘ûd, Ammâr, Habbâb, Amir b. Füheyre (r.a.) gibi fakir müslümanlarla alay ediyorlardı. Zira kâfirler rahatlık ve nimetler içinde yüzerken onlar fakr-ü zaruret içinde kıvranıyor ve çeşitli eziyetlere katlanıyorlardı.
❂ Beni Kurayza, Beni Nadîr ve Beni Kaynuka yahudilerinin ileri gelenleri, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan fakir müslüman muhacirlerle alay ediyorlardı.
❂ Abdullah b. Ubeyy ve beraberindeki münafıklar, zayıf müslümanlar ve fakir muhacirler ile alay ediyorlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 5)
Bu sebeplerin hepsi veya bunlardan biri üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir. Bununla birlikte âyet-i kerîmeler, bahsedilen özellikleri taşıyan herkesi şumûlüne almaktadır. Dünya hayatına aldanmayan, iman edip takvâ sahibi olan müslümanlar, kıyamet günü bunlardan çok üstün bir durumda olacaklardır. Zira kâfirler cehennemin en derin çukurlarına atılırken mü’minler cennetin en yüksek yerlerinde iskân edileceklerdir. Mü’minler sayısız ilâhî ikram ve lutuflara nâil olurken kâfirler o gün zillet ve alçaklığın son noktasında bulunacaklardır. Dünyada kâfirler mü’minlere gülüp onlarla alay ederken, âhirette mü’minler onların hallerine güleceklerdir. (bk. Mutaffifîn 83/29-369) Allah, dilediği kullarına hem dünya hem de âhirette hesaba gelmeyecek derecede çok rızık verir, büyük lutflarda bulunur. Hakiki mânada zengin yalnız O olup, hazinelerinin bitmesinden korkmaz. O’nun, istediği şekilde ve miktarda rızık vermesine de engel olacak hiçbir kudret tasavvur olunamaz.
Fakat bu sınırsız ilâhî rızıklara ermenin kulluk planında bir bedeli, bir kısım şartları vardır:
213. İnsanlar, başlangıçta aynı dine inanan tek bir ümmetti. Sonra kimi iman kimi inkâr ederek anlaşmazlığa düştüler de Allah onlara, müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdi. Anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hakem olması için o peygamberlere dinî gerçekleri içeren kitaplar indirdi. Ancak Ehl-i kitap, kendilerine apaçık gerçekler geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden o gerçek hakkında anlaşmazlığa düştüler. Sonra Allah, kendi iradesiyle, onların anlaşmazlığa düştükleri konuda, iman edenlere doğru yolu gösterdi. Allah, dilediği kimseyi dosdoğru yola eriştirir.
İnsanlar, başlangıçta Hz. Âdem’e indirilen İslâm dini
etrafında toplanan ve hep birlikte ona uyan bir tek ümmet idi. Aralarında
herhangi bir anlaşmazlık sözkonusu değildi. Fakat sayılarının artması, beşeri
münâsebetlerin çeşitlenmesi ve bir kısım menfaat çekişmeleri üzerine birlik
bozulmaya ve aralarında bir kısım anlaşmazlıklar çıkmaya başladı. Nitekim şu
âyet-i kerîme bu gerçeğe dikkat çeker:
“İnsanlar başlangıçta tevhid dinine
inanan tek bir ümmetti. Sonradan ayrılık ve anlaşmazlığa düştüler.” (Yûnus 10/19)
Bunun üzerine Allah Teâlâ, bir taraftan iman edip
sâlih amel işleyenleri cennetle müjdeleyen, diğer taraftan inkâr ve isyan
yolunu tutanları cehennemle korkutan peygamberler gönderdi. O peygamberlerle
beraber gerçeğin bilgisini taşıyan, en doğru hükümleri içeren kitaplar indirdi.
Bununla, insanların anlaşamadıkları hususları hükme bağlayarak adâlet ve
barışın tesisini istedi. Demek ki ilâhî kitapların indiriliş gâyelerinden biri,
doğru olan ölçüyü ortaya koyarak insanlar arasındaki problemleri çözmektir.
Yoksa o ölçüler üzerinde münâkaşa etmek değildir. Hal böyleyken, bizzat
kendilerine kitap verilmiş olanlar ve onun ne demek istediğini anlayanlar, o
kitabın bildirdiği gerçekler hakkında anlaşmazlığa düştüler. Anlaşmazlığı
kaldırmak için indirilen kitabı, anlaşmazlığın daha da kökleşme vâsıtası
kıldılar. Halbuki Allah’ın açık emrinin bulunduğu hususlarda insanların
akıllarıyla içtihat etmeleri caiz değildir. Bu alanda bir içtihad, Allah’ın
muradının aksine ayrı bir kanun koyma girişimidir. Bu ise, Allah’ın emrine
uyarak anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak yerine, insanlar arasına yepyeni
ihtilaf tohumları ekmek anlamını taşır. Allah’tan gelen apaçık âyetleri, delil
ve bürhanları görmelerine, işin hakîkatine vâkıf olmalarına rağmen, bu
anlaşmazlıklarının sebebi, sırf birbirlerine karşı olan kıskançlık, menfaat
hırsı, zulüm ve haksızlık duygularıdır. Nitekim Hz. Âdem’in iki oğlundan biri
olan Kâbil’in kardeşi Hâbil’i öldürmesine sebep, işte bu kıskançlık hastalığıydı.
Yine İsrâiloğullarının İslâm dini ve Peygamberimize karşı olan düşmanca
tutumları da bu kıskançlığın bir neticesiydi.
Allah Teâlâ, ilâhî gerçekler hakkında daha önce
insanlığın içine düştüğü anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak ve gerçeği bütün
açıklığıyla ortaya koymak üzere Hz. Muhammed (s.a.s.)’i peygamber olarak
gönderdi ve ona Kur’ân-ı Kerîm’i inzal buyurdu. Allah Resûlü (s.a.s.), her
alanda ihtilafa düşmüş, dağılmış ve çözülmüş bir halde bulunan insanlığa doğru
yolu göstermek, onları tevhid inancı etrafında birleştirerek başlangıçta olduğu
gibi yeniden tek ümmet hâline getirebilmek için çok çalışmış ve bu yolda büyük
gayretler göstermiştir. Cenâb-ı Hak, peygamberine ve kitabına inananlara kendi
izin ve iradesiyle hidâyet vermiş; onları dosdoğru yola ulaştırmıştır. Fakat bu
hidâyetten nasip alamayanlar olacak, dolayısıyla insanlar arasındaki
anlaşmazlıklar da devam edecektir.
Eğer insanlar arasında anlaşmazlık olmasaydı ne
hakime, ne onun vereceği hükme, ne de cezaî müeyyidelere ihtiyaç olurdu. Yine şâyet
bu anlaşmazlıklar sebebiyle farklı milletler ve ideolojiler ortaya çıkmasaydı
ne savaşa, ne de devletler ve milletler arası hukuka gerek duyulurdu. Fakat
sünnetullah denilen ilâhî yasalar gereği insanlar ihtilaf etmişlerdir. Bu
sebeple insanlık tarihi boyunca insanlar arası kavgalar, milletler arası
savaşlar hep devam edegelmiştir. Şu âyet-i kerîme bu hususa açıklık
getirmektedir:
“…Eğer Allah dileseydi, o
peygamberlerin hemen ardından gelen insanlar, kendilerine bu kadar açık
deliller ulaştıktan sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Ne var ki, aralarında
anlaşmazlığa düştüler de onlardan iman eden de oldu, inkâr eden de. Şâyet Allah
dileseydi onlar birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat Allah dilediğini yapar.” (Bakara 2/253)
O halde bir tarafta hakkın dostları, diğer tarafta da
hakkın düşmanları bulunacak; hakkı savunanlar düşmanlarıyla her kademede etkin
bir mücadele vereceklerdir. Yeri geldiğinde o uğurda sıkıntılara katlanacak,
canlarıyla ve mallarıyla cihad edecek ve büyük fedakârlıklar göstereceklerdir.
İşte bir sonraki âyet bu hususa dikkat çekmektedir:
214. Yoksa ey mü’minler! Sizden önceki mü’minlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden, onların yaşadıkları sıkıntıları çekmeden cennete girebileceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici fakirlikler, öyle kımıldatmayan sıkıntılar dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda peygamber ve yanındaki mü’minler: “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek hale geldiler. Şunu bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır.
Âyetin iniş sebebi olarak şu rivayetleri zikretmek
mümkündür: Müşriklerin baskıları neticesinde Mekke’den Medine’ye hicret eden
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ve beraberindeki muhacirler çok zarara
uğramışlardı. Zira mallarını ve mülklerini terk ederek çıkmışlar, evlerini
barklarını müşriklerin ellerine bırakmışlardı. Medine’de de yahudiler, Allah
Resulü’ne olan düşmanlıklarını açıkça ortaya koymuşlardı. İşte bunun üzerine
Allah Teâlâ hem peygamberimizi hem de müslümanları teselli etmek ve kalplerini
serinletmek üzere bu âyeti indirmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
VI, 17)
Bir diğer rivayete göre bu âyet, müslümanlara zorluk,
sıkıntı ve meşakkatlerin isabet ettiği Hendek savaşı hakkında nâzil olmuştur.
Bu savaşta sıkıntılar, “O sırada düşman orduları üstünüzden ve altınızdan size saldırmıştı
da, korkudan gözler yerinden kaymış,
yürekler ağızlara gelmişti. Hatta Allah hakkında yakışıksız, olmadık zanlar
besliyordunuz. Mü’minler orada böyle çetin şartlarla denendiler ve sarsıldıkça
sarsılıp, şiddetle silkelendiler” (Ahzâb 33/10-11) âyetlerinde beyân edilen
noktaya ulaşmıştı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 463; Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 17)
İman ve hidâyet, Allah’ın büyük bir nimeti olup
cennete girebilmenin en mühim şartıdır. Fakat bu büyük nimetlerin şükrü zor,
bedeli de ağırdır. İman, mücerred bir iddia ve boş bir temenni değildir. Onun
doğruluğunu veya yalanlığını ortaya çıkaran, amellerdir. Âyet-i kerîme bu
noktaya dikkat çekmekte, mücerred iman sözüyle cennete girilemeyeceğini, imanın
gereğinin mutlaka yerine getirilmesi lazım geldiğini, dolayısıyla bu yolda her
türlü meşakkatlere, sıkıntılara katlanarak ilâhî emirler muhtevasında bir
kulluk hayatının yaşanması zaruretini haber vermektedir. Şu âyet-i kerîmeler de
aynı mevzuya temas eder:
“Yoksa siz, Allah içinizden cihad
edenleri ve dâvası uğrunda sabredip direnenleri ortaya çıkarmadan kolayca
cennete girivereceğinizi mi sandınız?” (Al-i İmrân 3/142)
“Elif. Lâm. Mîm. İnsanlar, hiç
imtihana tâbi tutulmadan, sadece “İnandık!” demekle bırakılıvereceklerini mi
sandılar? Gerçek şu ki biz, onlardan öncekileri de imtihan ettik. Böylece
Allah, doğru söyleyenleri de ortaya çıkaracak,
yalancıları da elbette ortaya çıkaracaktır.” (Ankebût 29/1-3)
Görüldüğü üzere İslâm yolunda bir takım sıkıntılar
karşısında bunalan müslümanları hem teselli etmek hem de uyarmak üzere gelen bu
âyet-i kerîme, ümmet-i Muhammed’in de geçmiş ümmetler gibi ihtilaflar,
sıkıntılar, zorluklar ve meşakkatlere maruz kalacağını; bunlara sabırla
katlananların nihâyetinde başarılı olacaklarını haber vermektedir. Peygamber
Efendimiz’in şu hadis-i şerifi, önceki ümmetlerin başlarına gelen sıkıntılardan
bazılarına işaret etmektedir:
Habbâb b. Eret (r.a.)
anlatıyor: “Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Kâbe’nin gölgesinde hırkasını
yastık yapmış istirahat ederken müşriklerden gördüğümüz ezâ ve cefâlardan
şikâyette bulunduk ve:
«-
Bizim için Allah’tan yardım istemeyecek misin, bizim için Allah’a dua etmeyecek
misin» dedik. Bunun üzerine buyurdular ki:
«Sizden önceki ümmetler içinde bir
adam için yerde bir kuyu kazılır, adam oraya atılır, bir testere getirilip
başına konulur ve ikiye biçilirdi de bu onu dininden döndüremezdi. Yine demir
taraklarla bir adamın etleri kemiklerinden ve kaslarından sıyrılırdı, bu
işkenceler de onu dîninden çeviremezdi. Vallahi, Allah Teâlâ İslâm’ı mutlaka
tamamlayacaktır. Hatta sizden biri süvari olarak San’a’dan Hadramevt’e kadar
yolculuk yapacak da Allah’tan ve sürüsünü kurda kaptırmaktan başka bir şeyden
korkmayacak; fakat siz acele ediyorsunuz»” (Buhârî,
Menâkıb 25; Ebû Dâvûd, Cihâd 97)
Kur’ân-ı Kerîm’de önceki
zamanlarda yaşayan müslümanların karşılaştıkları eziyet ve işkencelerden
bahsedilir. Ateşlerde yakılan Ashâb-ı Uhdûd, el ve ayakları çaprazlama kesilip
hurma dallarına asılarak şehîd edilen sihirbazlar, bir mağaraya sığınıp orada
üçyüz dokuz sene uyutulan Ashâb-ı Kehf ve inanmayan şehir halkı tarafından
hunharca şehîd edilen Habib-i Neccâr’ın hâli dikkat çekici birer misal olarak
zikredilebilir.
Bu âyet-i kerîmede, Allah’a
vâsıl olmak ve Hak katında yüksek derecelere erişebilmek için nefsânî arzuların
terk edilip, terbiye ve tezkiye yolunda bir takım riyâzatlara, sıkıntı ve
zorluklara katlanmak gerektiğine işaret bulunmaktadır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.)
şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet,
nefsin hoşlanmadığı, ona zor gelen şeylerle kuşatılmıştır. Cehennem ise onun
hoşlanıp sevdiği şehevî arzularla çevrilmiştir.” (Müslim, Cennet 1; Tirmizî, Cennet 21)
Bundan sonraki âyet-i kerîmelerde
ibâdet, ahlâk ve muâmelata dair hükümler bildirilmekte; müslümanlara
anlaşmazlıklardan uzak durarak tek bir ümmet olmanın ve ilâhî yardıma ermenin
yolu gösterilmektedir:
215. Rasûlüm! Sana, Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “Sevap kazanmak için harcayacağınız şeyleri öncelikle ananıza, babanıza, akrabanıza, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara verin.” İyilik olarak her ne yaparsanız, Allah onu mutlaka bilir.
Âyetin iniş sebebi
şöyledir: Bir defasında Allah Resûlü (s.a.s.), ashâbını Allah yolunda harcamaya
teşvik etmişti. Bunun üzerine zengin ve oldukça da yaşlı bir sahabî olan Amr b.
Cemûh (r.a.): “Ey Allah’ın Rasûlü! Hangi malımızı nereye harcayacağız” diye
sorunca bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 69)
اَلْخَيْرُ (hayr) kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’in değişik yerlerinde “iyi,
güzel, refah, bolluk, zenginlik, faydalı ve değerli şeyler, maddi manevî
nimetler” gibi mânalarda kullanılmaktadır. Bu âyet-i kerîmede ilk geçtiği yerde
farz veya nafile olarak harcanacak “mal”; ikincisi ise mutlak olarak Allah rızâsı
için yapılan “iyilik” anlamındadır.
Farz olan zekâtın kimlere verileceğini Tevbe sûresinin
60. âyeti açıklamaktadır. Bu âyet-i kerîme ise Allah rızâsı için ana-babaya
iyilik etmeye, yakın akrabayı görüp gözetmeye ve ihtiyaç sahiplerinin
ihtiyacını gönül hoşluğuyla karşılamaya teşvik etmektedir. İster belirtilen
yerlere olsun, ister onun dışındaki iyilik yollarına olsun yapılan küçük büyük
bütün iyilikleri Allah Teâlâ bilmektedir ve mükâfatını bol bol verecektir.
Allah’ın rızâsını ve mükâfatını kazandıracak
amellerden biri de, O’nun yolunda savaşarak malla beraber canı da
verebilmektir:
216. Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı. Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir. Gerçeği Allah bilir, siz bilemezsiniz.
İslâmî bir hayat düzeni tesis edebilmek, tesis edilen
bu hayatı koruyup idâme ettirebilmek, dinin korunmasını zaruri gördüğü canı,
malı, aklı, nesli ve namusu koruyabilmek için mü’minlerin üzerine savaş farz
kılınmıştır. Âlimlerimizin çoğunluğuna göre savaş, farz-ı kifâyedir. müslümanlardan
bir kısmının bunu yerine getirmesiyle diğerleri üzerinden mesuliyet düşer.
Ancak hiç kimse bu farzı yerine getirmezse bütün müslümanlar sorumlu olur.
Savaş, tabiatı itibariyle zor, meşakkatli ve sıkıntılı
bir iştir. Mal ve can için tehlikelerle doludur. Savaşan insanlar hayatlarını
tehlikeye atar, vatanlarından ayrılır, bir takım eziyetlere katlanır ve dünya
zevklerinden mahrum olurlar. Savaşan ülkeler ictimâî, iktisadî, siyasî ve
coğrafî açıdan sarsılmalar, bozulmalar ve krizlere maruz kalırlar. Bu sebeple
kimse ondan hoşlanmaz. Fakat zaruri hale geldiğinde yapılması kaçınılmaz olan
savaşların, bu zorluklar yanında, fert ve toplum hayatında sağladığı pek çok
faydası da bulunmaktadır. Bu açıdan âyet-i kerîmenin devamında, bir mânada
savaşın farz kılınma gerekçesini açıklamak üzere: “Hoşlanmadığınız bir şey
sizin için hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir.
Gerçeği Allah bilir, siz bilemezsiniz” (Bakara 2/216) buyrulur.
Şâir, âdetâ bu âyetin tefsiri sadedinde ne güzel
söyler:
“Çok hayr olur kim çekilirsin geri andan
Her tab‘ına hoş gelmeyeni şer mi
sanırsın.” [1]
(Münîb, Hoca Mustafa)
Meselâ insan nefsi, yapılmasında bir takım zorluklar
bulunan emirlerden, bunlar arasında savaştan ve savaşmaktan hoşlanmaz. Halbuki
bunlar yerine getirildiği takdirde büyük hayırlara vesile olacaktır. Savaşta
iki güzel neticeden birisi mutlaka gerçekleşecektir: Ya Allah’ın rızâsıyla
beraber zafer ve ganimet elde edilecek; ya da şehâdet rütbesine erilerek cennet
kazanılacaktır. Yine nefis yasaklanan şeyleri yapmayı, savaşmayıp rahat içinde
oturmayı, yiyip içip keyfince yaşamayı ister. Halbuki bunlar, neticesi
itibariyle kötü bir durumdur. Çünkü cihada çıkmamak ve savaşmamak, Allah’ın
yardımının kesilmesine, düşmanların İslâm’a ve müslümanlara saldırmasına,
zillet ve aşağılığa mahkum olmaya, büyük bir mükâfatın kaybedilmesine ve ilâhî cezanın
gerçekleşmesine sebeptir. Bunun ise iyi bir şey değil tam aksine çok kötü bir
durum olduğunda şüphe yoktur. Dolayısıyla bizim dinimiz, dünyamız ve âhiretimiz
için neyin hayırlı neyin zararlı olduğunu biz değil, ancak Cenab-ı Hak bilir.
Buna göre bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını emir buyurur. O halde hoşa
gitsin veya gitmesin, sevindirsin veya üzsün kullara düşen Allah’ın emir buyurduğu
her şeyi gönül hoşluğuyla karşılamaktır.
Savaşın farz kılındığını bildiren bu âyette savaş için herhangi bir vakit tayin edilmemişti. Dolayısıyla gelen âyette, haram aylarda savaşmanın hükmü ve ona bağlı bir takım hususlar açıklanmaktadır:
[1] Hayr: İyilik,
güzellik. Tab‘ına: Gönlüne, nefsine. Şer: Kötü, zararlı.
217. Sana haram ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar. De ki: “O ayda savaşmak büyük günahtır.” Fakat insanları Allah yolundan alıkoymak, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Harâm’ı ziyâret etmeyi engellemek ve orada oturanları yerlerinden yurtlarından etmek Allah katında daha büyük günahtır. Çünkü fitne, adam öldürmekten daha beterdir. Güçleri yetse, dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Hanginiz dininden döner de kâfir olarak ölürse, işte onların amelleri dünya ve âhirette boşa gitmiştir. Onlar cehennemliktir ve orada ebedî kalacaklardır.
Âyet-i kerîmenin iniş sebebi hülasa olarak şöyledir:
Resul-i Ekrem (s.a.s.), hicretin ikinci senesi
Cemâziyelâhir ayının son günlerinde Abdullah b. Cahş kumandasında sekiz kişilik
bir askerî birliği, Mekkeli müşriklere ait ticâret kervanını takip etmek üzere
göndermişti. Kervanın başında Amr b. Hadramî bulunuyordu. Birlik kervana hücum
edip Amr’ı öldürdü, iki kişiyi esir aldı ve ganimetlerle beraber Medine’ye
döndü. Bu hâdise haram aylardan olan Receb’in birinci gününe tesadüf etmişti.
Fakat onlar henüz, önceki ayın son gününde olduklarını zannediyorlardı.
Durumdan haberdar olan Kureyş müşrikleri, “Haram aylarda savaş olur mu?”
diyerek Peygamber Efendimiz ve müslümanlar aleyhinde propaganda yapmaya
başladılar. Allah Resulü (s.a.s.), Abdullah ve arkadaşlarına “Ben size haram
ayda savaşmanızı emretmemiştim” buyurdu. Gelen ganimetleri ve esirleri taksim
etmeden öylece bıraktı. Abdullah ve arkadaşları da helak olmaktan korkmaya
başladılar. Böyle bir hâdise üzerine inen bu âyet-i kerîme, mes’eleyi çözüme
kavuşturarak müslümanların rahatlamasına vesile oldu. Efendimiz, ganimetleri
hak sahiplerine taksim ederek beşte birini de kendisi aldı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 472 vd.)
Evet, haram ayda savaşmak ve adam öldürmek büyük
günahtır. Fakat müşriklerin yaptıkları cürümler bundan daha büyüktür. Onlar,
insanları Allah yolundan döndürüyorlar, Allah’ı ve O’nun dinini inkâr
ediyorlar, mü’minlerin Mescid-i Haram’a girmelerine mani oluyorlar ve Beyt-i
Haram’ın gerçek sakinleri ve sahipleri olan Peygamberimiz ve ashâbını oradan
çıkarıyorlar. Bütün bunlar, Allah katında müslümanların haram ayda yaptıkları
savaştan ve diğer kusurlardan daha büyük bir suçtur. Müşriklerin ısrarla devam
ettikleri bu faaliyetlerin her biri aynı zamanda tam bir fitnedir. Fitne ise
bir iki kişinin öldürülmesinden daha beterdir. Dolayısıyla bu suçları pervasızca
işleyen müşriklerin, müslümanları ayıplamalarını makul kabul etmek mümkün
değildir. Olsa olsa bu, hak ölçülerini aşan zalimce ve fasıkça bir tavırdır.
Kâfirler, din konusundaki fitnelerine ve
düşmanlıklarına devam edecekler; bundan asla vazgeçmeyeceklerdir. Eğer güçleri
yeterse müslümanlarla, onları dinlerinden döndürünceye kadar savaşmayı
sürdüreceklerdir. Burada “güçleri yetse” kaydı, mü’minlerin imandaki salâbetine
ve sebatlarının sağlamlığına işaret etmektedir. Bu sebeple müslümanlar
dinlerine sımsıkı sarılmak, kâfirlerle olan mücâdelelerinde ona göre hazırlık
yapıp tedbir almak zorundadırlar. Zorluklar karşısında dinlerinden dönmeyi bir
an bile akıllarına getirmemeleri gerekir. Çünkü müslüman olduktan sonra dinden
dönmek çok büyük bir suçtur. Âyet-i kerîme dinden dönenlerin hazin
akıbetleriyle alakalı olarak şu tespitte bulunmaktadır: “Hanginiz dininden
döner de kâfir olarak ölürse, işte onların amelleri dünya ve âhirette boşa
gitmiştir. Onlar cehennemliktir ve orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara 2/217)
müslüman
olduktan sonra dinden çıkan veya başka bir dine giren kimseye “mürted” denilir.
Böyle durumda olan kişiler, eğer tekrar iman etmeden ölürlerse müslüman iken
yaptıkları hayırlı amellerin hepsi boşa gider; âhirette bunların hiçbir
faydasını göremezler. Eğer ölmeden evvel tevbe edip imana gelirlerse Ebû Hanîfe
ve İmam Mâlik’e göre önceki amelleri boşa gider; bunlar geri dönmez. İmam
Şafii’ye göre imanla beraber ameller de geri döner ve boşa gitmez.
Allah
yolunda hicret ve cihad eden mü’minlere va‘dedilen müjdelere gelince:
218. İman edenler, Allah yolunda hicret edip savaşanlar var ya, işte Allah’ın rahmetini umacaklar onlardır. Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Abdullah
b. Cahş ve arkadaşları, haram ayda savaşmaları sebebiyle gönüllerine gelen gam
ve kederin bir önceki âyetle ferâha tebdîl edilmesinden sonra bu kez
yaptıklarından dolayı sevap ümit etmeye başladılar. Efendimiz’e gelerek: “Ey
Allah’ın Rasûlü, bunun, bize Allah yolunda cihad edenlerin ecrinin verileceği bir
gazâ olmasını umabilir miyiz?” dediler. Onların bu umutlarını tasdik etmek
üzere bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 483-484)
Âyet-i
kerîme, bir kulun Allah’ın rahmetini ve ebedî saadeti umabilmesi için yapması
gerekenleri haber vermektedir. Bunlar, kâmil mânada iman etmek, gerektiğinde
Allah yolunda vatanı, yurdu, malı mülkü terk ederek hicret etmek, Allah’ın
emirlerini tam olarak yerine getirebilmek için cihad etmek yani elden gelen
bütün gayreti sarfetmektir. Bunlar kurtuluşun temel esaslarını teşkil ederler.
Bu esasları yerine getirenler, Allah’ın rahmetine, rızâ ve cennetine nâil
olacaklardır. Onların yaptıkları, mürtedlerin amelleri gibi boşa gitmeyecektir.
Üstelik var olan günahlarını da Cenâb-ı Hak bağışlayacak, onlara merhametiyle
muamele edecek ve âhirette bol bol mükafat verecektir.
Âhiret
saadetini elde edebilmek için dünya hayatında haram ve helâllere titizlikle
dikkat edilmesi gerekir. Bunun için de ashâb-ı kirâm yeri geldikçe kendilerine
lâzım olan hususları Allah Resûlü’ne soruyor, inen âyetler de bu sorulara cevap
veriyordu. Aşağıda gelen âyetlerde onların sordukları bazı hususlar ve verilen
cevaplar yer almaktadır:
219. Rasûlüm! Sana içki ve kumarın hükmünü soruyorlar. Şöyle de: “Onlarda büyük bir günah ve zarar, bununla birlikte insanlar için birtakım faydalar da vardır; fakat günah ve zararları faydalarından daha büyüktür.” Yine sana Allah yolunda neyi harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “İhtiyaç fazlası olup kolayınıza geleni verin.” Allah, etraflıca düşünesiniz diye size âyetleri böylece açıklıyor.
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebi şöyledir: Hz. Ömer, Muâz b. Cebel ve bir grup Ensar, Resûlullah (s.a.s.)’e geldiler ve: “Ey
Allah’ın Rasûlü, bize içki ve kumar hakkında bir fetva ver; birisi aklı
gideriyor, diğeri malı zayi ediyor” dediler. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil
oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 73)
Bu
âyet-i kerîmeyle içki ve kumar kesin olarak yasaklanmamakta, fakat bunların
artık yasaklanacağına dair çok ciddi uyarılar yapılmaktadır. Bu sebepledir ki
bu âyetin inmesinden sonra pek çok müslüman içki içmeyi ve kumar oynamayı terk
etmiştir. İçki ve kumarı kesin olarak ise Mâide sûresi 90-91. âyet-i kerîmeler
yasaklamıştır.
Âyette
geçen الْخَمْرُ (hamr) kelimesi
sözlükte örtmek demektir. Sarhoş edici içkilere, insan aklını örtüp onu iyiyi
kötüden ayıramaz hale getirmesi sebebiyle “hamr” ismi verilmiştir. Peygamber
Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Hamr, üzüm suyundan, kuru üzüm, kuru hurma, buğday, arpa ve
mısırdan olur. Hamr, aklı örten ve sarhoş eden nesnedir.” (Ebû Dâvûd,
Eşribe 1)
“Sarhoş eden her şey hamrdır ve sarhoş eden her şey haramdır.” (Müslim,
Eşribe 73-75; Tirmizî, Eşribe 1-2)
“Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır.” (Ebû Dâvûd,
Eşribe 5; Tirmizî, Eşribe 3)
Bu
hadis-i şeriflerden hareketle muteber İslâm fıkıh mezheplerinin tamamı:
“Sarhoşluk veren nesnelerin azı da çoğu da haramdır; bunlar içilemez ve vücuda
alınamaz” hükmünde birleşmişlerdir.
Âyetteki
الْمَيْسِرُ (meysir), kumar demektir. Kumar ise zar
gibi ne olacağı belli olmayan tehlikeli bir şeye bağlanarak mal vermek veya
almaktır. “Meysir” kelimesinin aslında “kolaylık” ve “soygun” mânaları vardır.
Zira kumar, malı herhangi bir yorgunluk ve güçlük çekmeksizin alma yoludur.
Yine o bir çeşit soygundur. Haksız yollardan ve kolaylıkla mal kazanmaya sebep
olan bütün kumar çeşitleri, hatta çocukların ceviz ve benzeri şeylerle
oynadıkları oyunlara kadar hepsi âyetin muhtevasına dâhildir.
İçki
ve kumarın hem fert hem de toplum hayatına çok büyük zararları vardır. Bu
sebeple onların kullanımında büyük bir günah mevcuttur. Her ikisi de malların
yok ve insanların perişan olmasına sebeptir. İnsanlar arasında kin ve nefretin
oluşmasına yol açarlar. Allah’a kulluğa, O’nu zikretmeye, namazı vaktinde
kılmaya ve vakti en faydalı şeylerle geçirmeye mani olurlar. Genellikle biri
diğerine sürükler; bunun için birlikte zikredilmişlerdir. Özellikle içki, akıl
ve iradenin doğru kullanılmasını engeller, giderek alışkanlık yapar ve insan
sağlığına zarar verir. Kumar ise insanları tembelliğe, çalışıp gayret
göstermeden yiyip içmeye sevkeder.
Bunlarda
dünyevi olarak insanlar için bir takım geçici menfaatler de söz konusudur.
Mesela içki satan kimseler bir takım ticâri faydalar sağlayabilirler. Ayrıca içki, zayıf yapılı olan kişilere
kısmen kuvvet verebilir. Yenen şeylerin hazmını kolaylaştırır. Geçici zevklere,
neşelenmeye ve dertleri unutmaya yarar. Kumar da, dünyevi olarak, herhangi bir risk,
çalışma, güçlük ve yorgunluk olmaksızın mal elde etmeye vesile olur. Fakat içki ve kumarın günah ve zararları,
faydalarıyla ölçülmeyecek derecede çok ve büyüktür. Faydaları az, değersiz ve
geçici; zararları ise büyük ve kalıcıdır. Dünyada ferdin beden, ruh ve ahlâkını,
buna ilaveten toplumun birlik ve düzenini tahrip ettikleri gibi, âhiretteki
vebâlleri de oldukça ağırdır.
Dolayısıyla
içki ve kumarı terk etmek, onlar yüzünden isrâf edilen malları iyilik
yollarında harcamak gerekir. Bu bakımdan âyetin devamında “Allah yolunda
nelerin harcanması gerektiği” sorusuna “afv”ın harcanması emredilmektedir.
Burada الْعَفْوُ (afv), “ihtiyaç fazlası olup kolaylıkla infak
edilebilecek şey” mânasında kullanılmıştır. İnsan öncelikle kendi
ihtiyaçlarını, ailesinin, ana babasının ve geçiminden sorumlu olduğu diğer
kimselerin ihtiyaçlarını karşılayacak, bunlardan arta kalan malından da gönül
hoşluğuyla Allah yolunda harcayacaktır. Kendisinin ve yakınlarının muhtaç
olduğu malları başkalarına vermek zor olduğundan, âyette böyle bir teklifte
bulunulmamıştır. Zaten İslâm’da, iyilik yapacağım diye aile efradını nafakasız
bırakmak caiz görülmemiştir. Fakat şahsî ve ailevî ihtiyaçtan fazla kalan malın
olabildiği kadar yoksullara verilmesine de bir teşvik vardır. Zira fakir ve
yoksulların zaruri ihtiyaçlarını karşılayarak toplumsal adâletin sağlanabilmesi
için, zenginlerin vereceği farz olan zekâtla sınırlı kalınmayıp, nâfile sadaka
ve infaklara da ağırlık verilmelidir.
Yetimlerin haklarını koruma ve onların iyiliğine
olan şeyleri yapmaya gelince:
220. Allah, hem dünyada hem de âhirette faydanıza olan şeyleri düşünesiniz diye âyetlerini size işte böyle açıklamaktadır. Sana yetimleri de soruyorlar. De ki: “Onları ve mallarını koruyup gözetmek onları kendi hallerine bırakmaktan daha hayırlıdır. Şâyet kendileriyle bir arada yaşar, mallarını mallarınıza katarsanız, zâten onlar sizin kardeşlerinizdir; kardeşliğin gereğini yapın.” Kaldı ki Allah, haksızlık yapanla koruyup gözeteni pek iyi bilir. Allah dileseydi, işinizi sarpa sardırır, altından kalkamayacağınız sorumluluklarla sizi zahmete sokardı. Şüphesiz Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Yetimlerle
alâkalı olarak:
“Yetişkinlik çağına erinceye kadar, muhafaza ve yardım maksadıyla
en güzel şekilde olanı dışında, yetimin malına yaklaşmayın” (En‘âm
6/152),
“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınlarına
sadece ateş doldurmuş oluyorlar. Onlar pek yakında çılgın alevli bir ateşe
gireceklerdir” (Nisâ 4/10) gibi âyet-i kerîmeler inince müslümanlar,
yetimlerle beraber oturmayı ve aynı sofrada yiyip içmeyi terk ettiler. Hatta
yanında yetim bulunan kişi, onun için müstakil bir oda ayırıyor ve her öğün
yemeğini özel olarak kendisine ikram ediyordu. müslümanlar, yetimlerin
mallarını kendi mallarından ayırmışlardı. Şayet yetim için hazırlanmış yemekten
arta kalan bir şey olursa ona dokunulmuyor, bozuluncaya kadar öylece
bekletiliyordu. Bu durum, müslümanlara oldukça zor gelmeye başladı. Nihâyet Allah
Resûlü (s.a.s.)’e gelerek: “Yâ Rasûlallah, her birimizin yetimlere ayıracak
özel yerimiz ve onlara ayrı olarak ikrâm edebileceğimiz yiyecek ve içeceğimiz
yok” dediler. Bunun üzerine söz konusu âyet-i kerîme indi ve müslümanlar yiyecek
ve içeceklerini yetimlerinkiyle birleştirdiler. (Ebû Dâvûd, Vesâyâ 7; Nesâî,
Vesâyâ 11)
Kur’ân-ı
Kerîm’de yetim haklarıyla alakalı uyarıcı keskin ifadeler, bu hususta kötü
niyet taşıyan ve koruyup kollamaktan ziyade haksızlığı tercih eden kimseleri
hedef almaktadır. Samimi ve iyi niyetli olanların bundan çekinmelerine gerek
yoktur. Zira yetimlerle ilgilenmek ve haklarını koruyup kollamak, onları
çaresiz bir şekilde kendi hallerine bırakmaktan şüphesiz daha hayırlıdır. Bunda
her iki taraf için de büyük hayırlar vardır. Koruyup kollayanlar böylece çokça
sevap elde etme imkânına sahip olmaktadır. Yetimlerin de bu yolla durumları
düzeltilmekte ve mallarının korunup artırılması söz konusu olmaktadır.
Faydalı
olmak niyetiyle yetimlerle birlikte yaşayan, beraber yiyip içen, malını malına
ortak eden veya evlilik yoluyla akraba olup işlerini uhdelerine alan kimseler,
onların kendilerinin din kardeşleri olduklarını asla unutmamalıdırlar. Din
kardeşliği, neseb kardeşliğinden daha mühim ve daha kuvvetlidir. “Bütün
mü’minler kardeştir; öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin” (Hucurât
49/10) âyet-i kerîmesi, din kardeşliğinin gereğinin, kardeşlerin halini ıslah
etmek ve faydalarına çalışmak olduğunu beyân etmektedir. Kendisine hiçbir şeyin
gizli kalması mümkün olmayan Allah Teâlâ, gönüllerden geçeni bile bilmektedir.
Dolayısıyla kimin yetimlerin hallerini düzeltmek ve onlara samimi olarak
yardımcı olmak niyetiyle, kimin de bozmak, tahrip etmek ve çalıp çırpmak
niyetiyle hareket ettiğini çok iyi bilmektedir. Her birine yaptıklarına uygun
tarzda mukabele edecektir.
Allah
Resûlü (s.a.s.), yetimi koruyup gözetmenin yüksek faziletini haber vermek
üzere, orta parmağı ile işaret parmağını birleştirip aralarını biraz açarak:
“Ben ve yetimi koruyup gözeten
kimse, cennette şöyleyiz” buyurmuştur. (Buhârî, Talâk 25; Müslim,
Zühd 42)
Cenab-ı
Hakk’ın yetimlerle alakalı olarak gücünüz nispetinde vermiş olduğu emirleri
dikkatle ve titizlikle yerine getirin. Yanlış değerlendirmelerde bulunarak
ihmalkârlık göstermeyin. Zira Allah dileseydi sizi zorluklara koşar, ağır
yükümlülüklerle zahmetlere sokar, aciz bırakır ve yetimlere hiç karıştırmazdı.
Kendi derdinize düşer, yetimlerin hâlini ne ıslah edebilir ne de
bozabilirdiniz; hiç bir şey yapmaya gücünüz yetmezdi. Bu sebeple Allah’ın
verdiği güç, kuvvet ve diğer imkânlara bir şükür olmak üzere yetimlere iyi davranın
ve onları koruyup kollayın. Allah’ın çok güçlü olduğunu, her işinde en güzel
hüküm ve hikmet sahibi olduğunu unutmayın.
Cenâb-ı
Hak, gerektiğinde yetimlerle, mü’min köle ve câriyelerle evliliği teşvik etmek
üzere de şöyle buyurur:
221. Müşrik kadınlar iman etmedikçe onlarla evlenmeyin. Şunu bilin ki, müşrik hür bir kadın hoşunuza gitse bile, mü’min bir câriye ondan daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de, iman etmedikleri sürece mü’min kadınlarla evlendirmeyin. Yine bilin ki müşrik bir erkek hoşunuza gitse bile, mü’min bir köle ondan daha hayırlıdır. Çünkü müşrikler, insanı cehenneme çağırırlar. Allah ise, izni ve keremiyle, cennete ve bağışlanmaya çağırır. Allah, insanlar düşünüp ders alsınlar diye âyetlerini böyle açıklar.
Âyetin
iniş sebebiyle ilgili şöyle bir olay nakledilir: Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Mersed
el-Ganevî’yi, müslümanları gizlice oradan çıkarmak üzere Mekke’ye göndermişti.
Bu sırada ona, cahiliye döneminde âşık olduğu Anâk isminde bir kadın gelerek:
“Benimle baş başa kalmak istemez misin” dedi. Mersed, “İslâm, zinâyı haram
kıldı” karşılığını verdi. Kadının, “Peki, öyleyse benimle evlenir misin?”
sualine ise Mersed: “Evet, fakat bu hususta Resûlullah’dan izin almam gerekir”
şeklinde cevap verdi. Mersed, izin almak üzere Peygamber (s.a.s.)’e gidip
durumu izah edince söz konusu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 75)
Bu
âyet-i kerîme, mü’min erkek ve kadınların, imansızlıkta devam ettikleri
müddetçe müşrik erkek ve kadınlarla evlenmelerini kesin olarak yasaklamaktadır.
Ancak Mâide sûresindeki “Sizden önce kitap verilmiş olanların hür ve iffetli
kadınları size helâldir” (Mâide 5/5) âyetiyle, mü’min erkeklerin, dinî
durumları ne olursa olsun Ehl-i kitap kadınlarla evlenmelerine cevaz
verilmiştir. Diğer bir ifadeyle Mâide sûresindeki âyet, tefsirini yaptığımız
âyetin birinci kısmının hükmünü tahsis etmiştir. İkinci kısmın hükmü ise aynen
devam etmektedir. Yani bir mü’min kadının gayri müslim bir erkekle evlenmesi
veya evlendirilmesi hiçbir surette caiz değildir.
Müşriklerle
evliliğin yasaklanmasının hikmeti, onların kötülüklerinden, özellikle de dinî yönden
zararlarından fert, aile ve toplum olarak mü’minleri korumaktır. Çünkü kalpleri
şirk ve küfürle dolu olduğu için onlar sözleri, davranışları ve halleriyle
insanları dâima cehenneme çağırırlar. Bu sebeple onlarla içli dışlı olmak son
derece tehlikeli bir durumdur. Bu tehlike, dünyevî tehlikelerden olmayıp ebedî
bir bedbahtlık tehlikesidir. Halbuki Allah Teâlâ, kullarını cennete ve
bağışlanmaya, iman edip sâlih ameller işleyerek ebedî saadeti kazanmaya davet
etmektedir.
Önceki
âyette evlilikten bahsedilince şimdi söz kadınların özel hallerine gelmektedir:
222. Rasûlüm! Sana kadınların âdet görmesini de soruyorlar. Şöyle de: “O, rahatsızlık veren bir durumdur. Bu sebeple âdet gördüklerinde kadınlardan uzak durun ve onlar temizleninceye kadar kendileriyle cinsî münâsebette bulunmayın. Temizlendikleri zaman Allah’ın izin verdiği yerden onlara yaklaşın.” Şüphesiz Allah çok tevbe edenleri de, çok temizlenenleri de sever.
“Hayız”, sözlükte “suyun akıp taşması, kanın
akması” mânalarına gelir. Dinî olarak ise bu kelime, büluğ çağına gelmiş
sağlıklı bir kadının rahminden düzenli aralıklarla kanın akmasını ifade eder.
Bu hâl, Türkçe’de “aybaşı hâli, âdet görme, âdet kanaması” şeklinde
isimlendirilir. Bu durumdaki kadınlar namaz kılamaz, oruç tutamaz, mescide
giremez, Kur’an okuyamaz ve Mushaf-ı Şerif’e dokunamazlar. Onlarla cinsî
münasebet de yasaktır.
Câhiliye
döneminde insanlar, hayızlı olan kadınları evlerinde tutmazlar, onlarla beraber
bulunmazlar ve birlikte yiyip içmezlerdi. Yahudilerin ve Mecusilerin
uygulamaları da bu şekilde idi. İslâm geldikten sonra da bir müddet durum
böylece devam etti. Nihâyet Ebuddehdah (r.a.) birgün Peygamber Efendimize: “Yâ
Rasûlallah! Hayızlı oldukları zamanlar kadınlara nasıl davranalım?” şeklinde
sorunca sözkonusu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
77; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 517)
Hayız
hali, bir hastalık olup tiksindirici ve eziyet verici bir özelliğe sahiptir. Bu
sebeple âyet-i kerîme hayızlı olan kadınlardan uzak durmayı ve onlara
yaklaşmamayı emretmektedir. Bundan maksat, bedenlerin birbirinden uzak ve ayrı
olması değil, cinsî mün3asebette bulunmamaktır. Bir kısım hadis-i şeriflerden
(bk. Müslim, Hayz 16) ve tatbikattan anlaşıldığı üzere, cinsî münasebette
bulunmamak şartıyla, hayızlı kadınla kocası arasında başka bir sınırlama
bulunmamaktadır. Hayız hâli sona erip guslederek temizlendikten sonra kadınlarla
cinsî münasebet serbesttir. Cenâb-ı Hak, günahlarından ve hatalarından çok çok
tevbe edenleri sever. Yine O, maddî manevî pisliklerden titizlikle
temizlenenleri de sever. Dolayısıyla Allah’ın sevdiklerini siz de sevin ve
O’nun seveceği bir kul olmaya çalışın. Kadınlarla olan özel ilişkilerinizi de
şu ilâhî talimata uygun gerçekleştirin:
223. Kadınlarınız size çocuk yetiştiren bir ekinliktir. O halde ekinliğinize dilediğiniz zamanda dilediğiniz biçimde varın. Ancak mutluluğa ermeniz için önceden hazırlık yapmayı ve kendi geleceğiniz için geliri hiç tükenmeyecek hâsılat göndermeyi ihmal etmeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının ve O’na kavuşacağınızı bilin. Rasûlüm! Erişecekleri ilâhî lutuflarla mü’minleri müjdele!
İslâm
aile ve toplum yapısı içinde kadınların çok önemli bir yeri vardır. Nesillerin
çoğalması, yetiştirilip terbiye edilmesi onlara bağlıdır. Bu sebeple âyet-i kerîme
onları ekinliğe benzetmiştir. Erkeğin nutfesi tohum, kadın tarla, doğacak çocuk
da bitecek ekin mesâbesindedir. Müslüman nesiller, Allah’ın emrine uygun en
temiz yollarla bu şekilde doğup yetişecektir.
Mü’minin
hedefi, Allah ve Rasûlü’nün isteği istikâmetinde dürüst bir hayat yaşayarak her
bir ameliyle âhiret sermayesini artırmak ve ilâhî rızâya nâil olabilmektir.
Âyetin “Ancak mutluluğa ermeniz için önceden hazırlık yapmayı ve kendi
geleceğiniz için geliri hiç tükenmeyecek hâsılat göndermeyi ihmal etmeyin” (Bakara
2/223) kısmı, bizleri bu hedefe yönlendirmektedir. Bu ifade bir yönüyle cinsî
münasebet öncesinde mutluluğu artırıcı bir kısım ön hazırlıkların yapılmasını
imâ ettiği gibi, kadınlarla münâsebetlerde sadece şehveti tatmin düşüncesine
takılıp kalmayıp, daha yüksek niyetlerle hareket edilmesi gerektiğini de
öğütler. Dünyada ve âhirette göz aydınlığı olacak müslüman ve ahlâklı nesiller
yetiştirmek bu ulvî niyetlerden biri olmalıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak,
mü’minlerde şöyle dua etmelerini istemektedir:
“Ey Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve zürriyetimizden gözümüzü
aydınlatacak, gönlümüzü sevindirecek sâlih kimseler ihsan eyle! Bizi takvâ
sahiplerine önder yap!” (Furkân 25/74)
O
halde Allah’tan korkmalı, emir ve yasaklarının gereğini titizlikle yerine
getirmeli, bir gün mutlaka O’nun huzuruna varacağımızı kesinlikle bilmeliyiz.
Bu sebeple orada yüzümüzü güldürecek işler yapmaya, bizi rezil rüsvâ edecek şeylerden
de kaçınmaya gayret göstermeliyiz. Bu ilâhî buyruklara inanan ve o istikamette
yaşayan mü’minlere hep müjdeler, sevindirici haberler vardır.
Niyetleri
dâima Allah’ın rızâsını kazanmaya çalışmak olan mü’minler, O’nun ism-i celîlini
nerede ve nasıl kullanacaklarına da dikkat etmelidirler:
224. Allah’ın adını, olur olmaz ettiğiniz yeminleriniz yüzünden iyilik yapmanızın, kötülüklerden sakınmanızın ve insanların arasını düzeltmenizin önünde bir engel hâline getirmeyin. Allah, her şeyi işiten ve bilendir.
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebiyle ilgili şöyle bir olay rivayet edilmektedir: Beşîr b.
Nûmân el-Ensârî, Abdullah b. Revâha’nın kız kardeşi olan hanımını boşadı. Sonra
onunla yeniden evlenmek istedi. Bu sırada Abdullah, Beşîr’in yanına gitmemeye,
onunla konuşmamaya ve kız kardeşiyle onun arasını düzeltmemeye yemin etmişti.
Kendisine Beşîr’in yeniden evlenme teklifi bildirilince: “Ben şöyle şöyle
yapmamağa Allah adına yemin ettim. Dediğiniz şeyi yapabilmem için yemînimi
bozmam gerekir” dedi. Bu olay üzerine bu âyet nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 80; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 65)
Yemin,
Allah’ın adını zikrederek, “vallahi, billâhi” diyerek bir sözün doğuluğunu
kuvvetlendirmeye çalışmaktır. Bu şekilde yapılan yeminin mânası ise, “doğru
söylediğime ve dediğimi yapacağıma Allah’ı şâhit tutuyorum” demektir. İslâm’a
göre insanlar ancak Allah adına yemin edebilirler; başka varlıklar üzerine
yemin etmeleri caiz değildir.
En
yüce varlık olan Allah adına yapılan yeminin, O’na olan tâzimin bir gereği
olarak tutulması ve bozulmaması lâzımdır. Bunun için de mü’min, hangi şeye ne
maksatla yemin ettiğine ve yemininin Allah’ın rızâsına uygun olup olmadığına
dikkat etmelidir. Eğer yapılan yemin “iyilik yapmak, kötülüklerden sakınmak,
insanların arasını düzeltmek” gibi hayırlı işleri engellemek gayesini
taşıyorsa, bu Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına aykırıdır. Öncelikle böyle bir yemin
yapılmamalıdır; yapıldıysa da mutlaka bozulmalıdır. Bunun Allah’a bir
saygısızlık olacağı zannedilmemelidir. Bu hususu daha da açıklığa kavuşturmak
üzere diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“İçinizden fazilet ve servet sahibi kimseler, bundan böyle
akrabalarına, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere mallarından bir şey
vermeyeceklerine dair yemin etmesinler. Affetsinler, hoş görsünler! Öyle ya,
onları bağışlamanıza karşılık Allah’ın da sizi bağışlamasını istemez misiniz?
Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Nûr 24/22)
Resûlullah
(s.a.s.) de şöyle buyurur:
“Bir şey hakkında yemin edip başkasını daha hayırlı gören kişi
yemîninin kefâretini versin ve daha hayırlı gördüğü şeyi yapsın.” (Müslim,
Eymân 12; Tirmizî, Nüzür 5)
İnsanın
sorumlu tutulacağı yemine gelince:
225. Kasıtsız yaptığınız yeminler yüzünden Allah sizi sorumlu tutmaz; ancak bile bile yaptığınız yalan yeminlerden sorumlu tutar. Allah, çok bağışlayan, ceza vermekte acele davranmayandır.
Bir
insan, ya bilerek, ne dediğinin farkında olarak ve neticesini düşünerek yemin
eder. Veya ne dediğinin farkında olmadan, doğru veya yalan olduğuna dikkat
etmeden alışkanlık gereği ağzından yemin sözleri dökülür. Yahut yalan ve
asılsız olduğu bilinmeyen bir hususta yemin eder.
Birinci
kısım “kasıtlı” yapılan yemindir ve bunun sorumluluğu vardır. Yalan olduğunu bile
bile yemin eden kişinin, kefâretle günahını affettirmesi mümkün değildir.
Âhirette mutlaka cezasını çekecektir. Âyetteki “fakat bile bile yaptığınız
yalan yeminlerden sorumlu tutar” (Bakara 2/225) ifadesi, yeminin bu çeşidinden
bahseder. Geleceğe yönelik “vallahi şöyle yapacağım, böyle yapmayacağım,
şöyle yaparsam şöyle olsun” şeklinde kasıtlı olarak yapılan yeminlerden
dönüldüğü takdirde ödenmesi gereken kefâret ise, Mâide sûresi 89. âyette beyân
edilmektedir.
İkinci
ve üçüncü kısım yemin, âyette اَللَّغْوُ
(lağv) diye ifade buyrulan ve itibar edilmemesi gereken bir yemin çeşididir.
Allah Teâlâ, bu tür yeminlerden sorumlu tutmayacağını ve bunların dünyada bir
kefâret, âhirette de bir ceza gerektirmeyeceğini haber vermektedir.
Kocanın,
hanımından uzaklaşmak için yaptığı yeminle ilgili hükümse şöyledir:
226. Hanımlarıyla cinsî münâsebette bulunmayacaklarına dâir yemin edenlere dört ay bekleme süresi vardır. Şayet bu süre içinde yeminlerinden cayıp eşlerine dönerlerse, şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Bu
vesileyle şimdi de boşanmış kadınları ilgilendiren hükümler açıklanmak üzere
şöyle buyruluyor:
227. Eğer boşanmaya karar verirlerse, boşanabilirler. Şüphe yok ki Allah, her şeyi işiten ve bilendir.
Bu vesileyle şimdi de boşanmış kadınları ilgilendiren hükümler açıklanmak üzere şöyle buyruluyor:
228. Geri dönülebilir talâk ile boşanan kadınlar, üç âdet müddetince bekleyip kendilerini gözetlemelidirler. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa, Allah’ın rahimlerinde yarattığı hayız hâlini veya hamileliği gizlemeleri kendilerine helâl değildir. Eğer barışmak ve aralarını düzeltmek isterlerse kocaları, bu süre içinde onları geri almaya başkalarından daha çok hak sahibidirler. Erkeklerin hanımları üzerinde hakları olduğu gibi, hanımların da kocaları üzerinde meşrû hakları vardır. Ancak erkekler kadınlara göre bir derece daha fazla hak sahibidirler. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Nikah
altında olduğu halde kendileriyle ilişkide bulunulmamış kadınların, boşanmaları
durumunda iddet beklemeleri gerekmez. (bk. Ahzâb 33/49) Herhangi bir sebeple
hayız görmeyen kadınların bekleme süreleri üç ay, hâmile kadınların iddeti ise
rahimlerinde bulunan çocuğu doğuruncaya kadardır. (bk. Talâk 65/4) Câriyenin
iddeti ise iki hayız veya temizlik süresidir. (Ebû Dâvûd, Talâk 6) Dolayısıyla
âyette bahsedilen “boşanmış kadınlar”dan maksat, kendileriyle nikah
sûretiyle cinsî münâsebette bulunulmuş, hayız gören, hür ve geri dönülebilir talâkla
boşanmış kadınlardır. Bunların bekleme süreleri Hanefilere göre üç hayız
müddeti, Şafiilere göre ise üç temizlik müddetidir. Bu ihtilaf, اَلْقُرُوءُ (kurû’) kelimesinin hem “hayız” hem de
“temizlik” mânasına gelmesinden kaynaklanmaktadır.
İddet
beklemenin hikmeti, boşanmış olan hanımda kendisini boşayan kocasından bir
çocuk olup olmadığını tespit ederek nesli korumaktır. Bu sebeple boşanmış
kadınlar, bu bekleme süresi içinde kendilerini gözetlemeli, hayız veya
hamilelik durumlarını yakından takip etmeli ve Allah Teâlâ neyi takdir
buyurmuşsa ondan herhangi bir şeyi kesinlikle gizlememelidirler. Doğru olanı
söylemelidirler. Mü’min olmanın, Allah’a ve âhirete inanmanın gereği budur.
Diğer
taraftan kocalar, pişmanlık duyarlar, hanımlarıyla aralarında bulunan
sürtüşmeyi düzeltmek ve onlara iyilikle muamele etmek niyetiyle yeniden
evliliğe dönmek isterlerse, bekleme müddeti içinde hanımlarına dönüp onları
tekrar nikâhları altına alma hakkına sahiptirler. İddet müddeti içinde bunda
herhangi bir problem yoktur. Fakat boşanmış kadınlar iddetlerini tamamlamış
olurlarsa, eğer üçüncü defa boşanmamış iseler, bu durumda evlilik hayatına
dönebilmek için kadının da bunu istemesi gerekir ve yeniden mehir belirlenerek
nikah kıyılır. Her iki durumda da, aile hayatının devamını sağlamak ve
çocukların haklarını korumak gibi hikmetlere binâen diğerlerine nispetle eski
kocalara öncelik verilmiştir.
İslâm
dinine göre koca ile hanım arasında karşılıklı yerine getirilmesi gereken bir takım
haklar ve sorumluluklar vardır. Bunlar, erkeğin ve hanımın sahip oldukları
istidat ve kabiliyetleri, fizikî ve ruhî durumları, aile ve ictimâî hayat
içindeki konumları dikkate alınarak ehliyet, adâlet ve hakkaniyet ölçüleri
içerisinde dengeli bir şekilde taksim edilmiştir. Evlilik hayatının sıhhatli
yürüyebilmesi, ailenin bir huzur ve saadet mekânı hâline gelebilmesi için bu
sorumlulukların titizlikle ifâ edilmesi zaruridir. Hülasa etmek gerekirse koca
hanımının mehrini verecek, meşrû çerçevede nafaka ve meskenini temin edecek ve
ona en güzel şekilde davranmaya gayret gösterecektir. Haklarını koruyacak,
zulüm ve haksızlık yapmaktan uzak duracaktır. Aynı şekilde hanım da kocasına
itaat edecek, iffetini koruyacak ve çocuklarını İslâm ahlâkı üzere terbiye edecektir.
Erkek ve hanım, evlilikten beklenen hedefleri gerçekleştirmek üzere ortak
hareket etmelerine rağmen, hak itibariyle erkeklerin hanımlar üzerinde bir
derece üstünlükleri bulunmaktadır. Erkeğin fizikî gücünün hanımınkinden üstün
olduğunda şüphe yoktur. Yine erkek ve hanımın kalbî ve ruhî yapıları
birbirinden farklılık arzettiği gibi, biyolojik yapılarında da belirgin farklar
mevcuttur. Buna bağlı olan hak ve sorumluluklar da farklıdır. Meselâ aile
düzeninin tesisi ve evin geçiminin sağlanması hususunda birinci derecede
sorumluluk erkeğe aittir. Buna dayalı olarak erkeğe verilen hak da bir derece
fazla olmuştur. Bu hak Nisâ sûresi 34. âyette açıklanan “kavvâmlık” yani
“koruma ve idâre etme” hakkıdır.
Talâkın
sayısı ve kadına verilen mehrin akıbeti hakkında şöyle buyruluyor:
229. Boşamadan iki defa geri dönülebilir. Bundan sonra erkeğin vazîfesi ya güzelce geçinmek veya tatlılıkla ayrılmaktır. Ey kocalar! Boşanma durumunda, daha önce kadınlarınıza vermiş olduğunuz mehir ve hediyelerden hiçbir şeyi geri almanız size helâl değildir. Ancak karı koca Allah’ın koyduğu ölçülere riâyet edemeyeceklerinden endişe ederek boşanmak isterlerse durum değişir. Ey hakemler, veliler! Karı kocanın Allah’ın koyduğu ölçülere riâyet edemeyeceklerinden endişe ederseniz, bu durumda kadının, kocasından aldığının bir kısmını boşanmak için ona geri vermesinde, erkeğin de bunu almasında ikisine de bir günah yoktur. Bunlar Allah’ın belirlediği sınırlardır, sakın bu sınırları aşmayın. Kim Allah’ın koyduğu sınırları çiğnerse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.
İslâm
boşama hakkını erkeğe vermiştir. Tarafların anlaşmasına bağlı olarak bu hakkın
kadına verilmesi de mümkündür. Yine İslâm, boşama sayısını üçle sınırlandırmak
sûretiyle, câhiliye dönemi zulümlerinden biri olan kadının sınırsız boşanıp
geri alınma hakkını kocanın elinden almıştır. Buna göre kocanın üç boşama hakkı
vardır. Bunlar kadının temizlik hâlinde olacak ve bir temizlik müddeti içinde
ancak bir kez boşama mümkün olabilecektir. (bk. Müslim, Talâk 1 vd.) Geri
dönülebilir talâkla hanımını iki kez boşayan koca, bundan sonra ya onu iyilikle
nikahı altında tutmalı veya iddet müddeti bittiği halde hanıma dönmemek
sûretiyle onu güzellikle serbest bırakmalıdır. Ona malî haklarını tam olarak
ödemeli ve onu kötülükle yâd edip insanları ondan nefret ettirmeye
çalışmamalıdır.
Erkeklerin,
nikah sırasında hanımlarına verdikleri mehirden, daha sonra onlara verdikleri
mal ve hediyelerden az veya çok herhangi bir şeyi geri almaları helâl değildir.
Verdiklerini almaları caiz olmadığına göre, hanımların diğer mallarından
almaları ise asla caiz olamaz. Kocalar buna tenezzül etmemeli, hanımlarına
baskı yaparak boşama bahanesiyle verdiklerini geri almaya ve onlardan istifade
etmeye kalkışmamalıdırlar. Böyle bir teşebbüs, kesinlikle haramdır. Bu hususta
şu âyet-i kerîmeler de dikkat çekicidir:
“Eğer siz bir
eşi boşayıp da yerine bir başka eş almak isterseniz, boşadığınız eşe yüklerle
mehir vermiş olsanız bile, ondan hiçbir şeyi geri almayın. Yoksa siz fuhuş
yaptı diye eşinize iftira ederek ve apaçık bir vebâl yüklenerek mi verdiğinizi
geri alacaksınız?” (Nisâ 4/20)
“Onlar apaçık bir hayâsızlık yapmadıkça, kendilerine verdiğiniz
şeylerin bir kısmını geri almak için onları sıkıştırmayın…” (Nisâ 4/19)
Fakat
tefsirini yaptığımız âyet-i kerîmede bir istisnâ bulunmaktadır. Eğer karı koca,
Allah’ın evlilikle ilgili ölçülerini, emir ve yasaklarını yerine
getirememekten, karşılıklı hakların ihlâlinden endişe ederler ve hatta gayr-i
meşrû yollara düşmekten korkarlarsa bu durumu ayrı değerlendirmek gerekir. Bu
noktada hâkimlere ve yetkili şahıslara söz düşmektedir. Eğer yetkili şahıslar,
erkek ve hanımın Allah’ın ölçülerine riâyet edememelerinden endişe duyar ve
bunun da bir kısım alâmetleri görünmeye başlarsa, bu durumda kadın, nikah
bağından kurtulmak için boşanma karşılığında gerek mehir gerekse başka
mallarından kocasına bir bedel ödeyebilir. Bunda ne verdiği için hanıma ne de
aldığı için kocaya bir günah terettüp etmez. Bu şekilde meydana gelen boşanmaya
fıkıhta اَلْمُخَالَعَةُ (muhala‘a) denilmekte
olup, yeni bir nikah yapmadan eşlerin birbirine dönüşüne imkân vermez. Bununla
alakalı olarak asr-ı saadette şöyle bir hâdise cereyan etmiştir:
Sâbit
b. Kays’ın hanımı Resûlullah (s.a.s.)’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Sâbit b.
Kays’ın ne dinine ne de ahlâkına bir şey diyeceğim var. Fakat müslüman olduktan
sonra tekrar küfre dönmek istemiyorum. Çünkü, artık ona katlanacak tâkatım
kalmadı” dedi. Efendimiz: “Bahçesini geri verecek misin” diye sorunca
kadın “Evet” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Sâbit’e. “Bahçeyi kabul
et ve onu boşa” buyurdu. (Buhârî, Talâk 12)
Nihâî boşanmayı ve ondan sonraki durumu beyân etmek
üzere de şöyle buyruluyor:
230. Şâyet koca eşini üçüncü kez boşarsa, artık o hanım bir başka erkekle bilfiil evlenip boşanmadıkça tekrar eski eşiyle evlenmesi helâl olmaz. Eğer onu ikinci kocası da boşarsa, Allah’ın koyduğu ölçülere riâyet edebileceklerine inandıkları takdirde eski karı kocanın yeniden evlenmelerinde bir günah yoktur. İşte bunlar Allah’ın, önemini bilecek ve gereğince amel edecek bir toplum için açıkladığı ölçülerdir.
Âyete
göre erkeğin, hanımını iki talâkla boşadıktan sonra, üçüncü bir kez daha
boşadığı takdirde, artık ne ric’at yoluyla ne de yeni bir nikah akdiyle ona
dönmesi mümkün olabilir. Ancak bu kadın başka bir erkekle sahih bir nikahla
evlenir, onunla birlikte olur, vardığı ikinci koca da onu boşarsa, bu takdirde
eski karı-kocanın tekrar evlenebilme imkânı doğar. Eğer Allah’ın koyduğu
ölçülere riâyet edebileceklerse bunların tekrar evlenmelerinde ikisine de bir
günah yoktur.
Âyette
“nikah” kelimesi mutlak olarak kullanılmıştır. Bundan pek çok âlim, nikah
akdiyle beraber cinsî münasebetin de vuku bulması gerektiği hükmünü
çıkarmışlardır. Çünkü Allah Resûlü (s.a.s.)’in
bu yönde bir açıklaması vardır. Rivayete göre Rifâa isimli sahâbînin hanımı, Resûlullah
(s.a.s.)’e gelerek: “Yâ Resûlallah! Rifâa beni üç talâkla boşadı. Sonra
Abdurrahman b. Zübeyr benimle evlendi” dedi ve yeni kocasından bir kısım
şikâyetlerde bulundu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.) tebessüm ederek: “Tekrar
Rifâa’ya dönmek istiyor musun?” diye sordu. Kadın, “Evet”, deyince
Peygamberimiz cinsî münasebetiş kastederek: “Fakat, sen ikinci kocanın
balcağızından, o da senin balcağızından tatmadan bu mümkün olmaz” buyurdu.
(Buhâri, Talâk 4)
Gelen
âyetlerde ise boşanma ile alakalı diğer bir kısım hükümler şöyle beyân
edilmektedir:
231. Kadınları boşadığınızda, onlar da bekleme süresini tamamladıklarında ya onları yanınızda güzellikle tutun veya kendilerinden tatlılıkla ayrılın. Sırf kendilerine haksızlık etmek ve zarar vermek için onları nikâh altında tutmayın. Böyle davranan, sadece kendine yazık etmiş olur. Sakın Allah’ın âyetleriyle eğlenmeye kalkmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetlerini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti düşünün. Allah’a karşı gelmekten sakının ve iyi bilin ki Allah, her şeyi hakkıyla bilmektedir.
Bir
kısım erkekler hanımını boşuyor, iddet müddeti bitmeye yaklaşınca onu yanına
alıyor, sonra sırf ona zarar vermek ve baskı uygulayarak verdiği mehri geri
alabilmek kastıyla tekrar boşuyordu. Bu durum böylece tekrar edip duruyordu.
Allah Teâlâ, bu yanlış uygulamayı yasaklamak ve kadınları zarardan korumak
üzere bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 652)
Buna
göre hanımları boşayıp iddetleri bitmeye yaklaşınca ya iyilikle, meşrû ölçüler
içinde onları nikah altında tutmak ve onlarla güzel bir şekilde geçinmek
gerekir. Ya da onları yine iyilik ve güzellikle salıvermek, iddetlerini
tamamlayıp boşanmalarına imkân tanımak gerekir. Bunun dışında onlara zarar
vermek, intikam almak ve haklarına tecâvüzde bulunmak gibi yanlış düşüncelerle
onları nikah altında tutmaya çalışmak haramdır. Böyle davrananlar, günaha
girdiklerinden dolayı sadece hanımlarına değil gerçekte kendilerine zulmetmiş
olacaklardır. Âyetteki “Sakın Allah’ın âyetleriyle eğlenmeye kalkmayın” (Bakara 2/231) ifadesi, ciddi
bir uyarı özelliği taşımaktadır. Allah’ın herhangi bir konudaki emrini veya yasağını
görmezlikten gelmek, hiçe saymak ve ona uygun davranmamak, bir mânada onlarla
alay etmek olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla her konuda olduğu gibi,
evlenme ve boşanma konusunda da ciddi olunmalı, Allah’ın emrine uygun
davranılmalıdır. Bunun için de Allah’ın üzerimizde bulunan nimetlerini, bunlar
içinde de özellikle bize öğüt vermek, gerçekleri öğretmek ve yanlışlardan
sakındırmak üzere indirdiği Kur’ân-ı Kerîm’i, ondaki mâna, hüküm ve hikmetleri,
bununla birlikte Kur’an’ın canlı bir tefsiri olan Allah Resûlü’nün sünnetini
hep hatırda tutmak, onlardan gereği gibi istifade etmek lazımdır.
Şimdi
de boşanmış ve bekleme müddetini tamamlamış kadınların yeniden evlilikleriyle
ilgili önemli bir noktaya dikkat çekmek üzere buyruluyor ki:
232. Kadınları boşadığınız zaman, onlar da bekleme süresini tamamladıklarında ey hâkimler ve veliler, meşrû bir şekilde anlaştıkları takdirde, onların mevcut kocalarıyla veya bir başka erkekle yeniden evlenmelerine engel olmayın. Bu, sizden Allah’a ve âhiret gününe inananlara verilen bir öğüttür. Bu öğütlere uygun davranmak, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Zira işin gerçeğini Allah bilir, siz bilemezsiniz.
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebi şöyledir: Ma‘kıl b. Yesâr’ın kız kardeşini, kocası boşadı
ve iddetini tamamlayıncaya kadar bekledi. İddeti bittikten sonra onu tekrar
nikahlamak üzere müracatta bulundu. Fakat Ma‘kıl bunu kabul etmedi. Bu hâdise
üzerine bu âyet indi. (Buhâri, Tefsir 2/40) Tirmizî rivayetinde şöyle bir detay
bulunmaktadır: Adam ağabeyi Ma‘kıl’den hanımını isteyince o: “Alçak herif, sana
iyilik ettim ve kız kardeşimi seninle evlendirdim. Sen de onu boşadın. Allah’a
yemin olsun ki, sonsuza kadar o bir daha sana dönmeyecektir” dedi. Bu âyet inip
Ma‘kıl onu işitince: “Rabbimin emrini işittim ve ona itaat ettim” dedi. Sonra
adamı çağırıp ona da: “Kardeşimi seninle tekrar evlendiriyorum ve sana ikramda
bulunuyorum” dedi. (Tirmizî, Tefsir 2/28)
Âyet-i
kerîme, boşanmış kadınların yeniden evlenmesinde bir şekilde söz sahibi olan
kocalara ve velilere hitap ederek, onların meşrû çerçeve içinde ve huzurlu bir
evlilik hayatı sürmek niyetiyle istedikleri erkeklere varmalarına engel
olmamalarını istemektedir. Buna göre kocalar, boşadıkları hanımların sahih bir
akitle başka erkeklerle evlenmelerine mani olmamalı, velîler de sorumlulukları
altında bulunan boşanmış kadınların, istedikleri takdirde, önceki eşleriyle
tekrar evlenmelerini engellememelidirler. Zira böyle bir davranış, o hanımlara
bir fayda sağlamayacağı, nefislerinin arınıp ruhlarının temizlenmesine vesile
olamayacağı gibi, aksine fert ve toplum hayatında bir kısım ahlâkî problemlere,
aile şerefini zedeleyecek davranışlara ve rezâletlere yol açabilir. Böyle
tehlikeli durumlara kapı aralamamak için Allah Teâlâ’nın bu hususta koyduğu hükümleri
tatbik etmek, tek çıkar yoldur. Bu hükümler, Allah ve âhirete inananlara öğüt
veren, doğruyu gösterip yanlıştan sakındıran ilâhî yasalardır. Yine bunlar,
insanlık için en feyizli, en bereketli, en temiz olan ve pek ziyâde temizliği
sağlayan hükümlerdir. Şöyle ki: Meşrû şartlar altında kadının rızâsı ile
istediği erkekle nikahlanmasına engel olmamak, zorluk çıkarmamak ve baskı
yapmamak öncelikle ilâhî emre sarılmak olacağından bir hayır ve sevaptır.
İkinci olarak, karı ve kocanın iffetli davranabilmeleri açısından son derece
temiz ve nezih bir durumdur. Çünkü evlenmelerine mâni olunduğu takdirde şüphe
altında kalmalarından korkulur. Özellikle hanımlar ve erkekler arasındaki kalbî
alakâların esrârengiz bir boyutu olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Zira bütün
işlerin hakikatini, gizli ve açık yönlerini en iyi Allah Teâlâ bilir, fakat biz
bilemeyiz.
Şimdi
de ister nikahlı ister boşanmış olsun annelerin yavrularını emzirmeleri ve
onların nafakaları beyân edilmektedir:
233. Anneler, emzirme süresini tamamlatmak isteyen babalar için çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Annelerin yiyecek ve giyeceklerini meşrû çerçeve içinde temin etmek, çocuğun gerçek sahibi olan babaya düşer. Kimse gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutulamaz. Hiçbir anne ve baba çocukları yüzünden zarara uğratılamaz. Baba öldüğünde aynı sorumluluk vârisine düşer. Anne ile baba, birbirine danışıp anlaşarak iki yıl dolmadan çocuğu memeden kesmeye karar verirlerse, bundan dolayı ikisine de bir günah yoktur. Ey babalar! Şâyet çocuklarınızı süt anneye emzirtmek isterseniz, uygun olan ücreti verdikten sonra, bunda da size bir günah yoktur. Allah’a karşı gelmekten sakının ve şunu bilin ki Allah, bütün yaptıklarınız görmektedir.
Cenâb-ı
Hakk’ın, kullarına tavsiye buyurduğu emzirme süresi, tam olarak iki yıldır.
Anne-baba istedikleri takdirde çocuklarını iki yıla kadar emzirebilirler.
Fakat, çocuğun büyümesi ve gelişmesi bakımından bir sıkıntı oluşmayacak tarzda,
aralarında istişâre edip anlaşarak iki seneden önce de çocuğu sütten
ayırabilirler. Buradan, iki sene emzirmenin farz değil, bir tavsiye olduğu
anlaşılmaktadır. Çocuğu öz annesinin emzirmesi önemlidir. Herhangi bir zaruri
durum olmadığı takdirde bu, annenin dinî bir vazifesidir. Fakat şartlar
gerektirdiğinde çocuğu süt anne de emzirebilir. “Çocuk kendisine ait olan”
baba, hem annenin yiyecek ve giyeceğini meşrû ölçüler içinde imkânları
nispetinde karşılamalı, hem de eğer çocuğu süt anneye verirse, onun ücretini en
uygun miktarda ve vaktinde ödemelidir. Öldüğü takdirde bu sorumlulukları vârisi
yerine getirmelidir. Allah Teâlâ, hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle
sorumlu tutmadığından, bu uygulamalar esnasında herkes imkânlarına göre hareket
etmeli, ne ana, ne baba, ne çocuk, ne süt anne ne de bir başkası asla zarar
görmemelidir. Diğer bir ifadeyle şeriat, örf ve aklın güzel gördüğü bir yol
takip edilerek onlara zarar verecek söz ve davranışlardan uzak durulmalıdır.
Zira Allah, bütün yaptıklarımızı tam olarak görmektedir. Dolayısıyla O’ndan,
zât-ı ulûhiyetine yaraşır bir şekilde korkmak, emir ve yasaklarına uygun
hareket etmek ve çocukları da anne sütü ile beslemeye özen göstermek lazımdır.[1]
Peki
kocaları ölen kadınlar ne yapmalılar? Onlar hakkındaki hükümler de şöyle haber
verilir:
[1] Bebek için en tabiî ve en
faydalı beslenme maddesi, anne sütüdür. Anne
sütünde bebeğin büyümesini ve gelişmesini sağlayacak tüm besinler, en ideal
miktar ve nispette yer almaktadır. Anne sütü temizdir ve en uygun sıcaklıktadır.
Bu sebeple hiçbir yiyecek veya içecek anne sütünün yerini tutamaz. Anne
sütünün, beslenmeye ilâveten, aynı zamanda bebeği hastalıklardan koruyucu
özelliği de vardır. Anne sütüyle beslenen
çocuklarda başta enfeksiyon hastalıkları olmak üzere birçok hastalığın ve
allerjilerin görülme sıklığı azalmakta, üstelik beyin ve zeka gelişimi daha iyi
olmaktadır. Emzirme sırasında anne ile bebek arasında aynı zamanda güçlü
bir duygusal bağ oluşmakta ve bu güven bağı, bebeklerin çocukluk dönemlerini
dahi müspet yönde etkilemektedir. Emzirmenin, sadece bebek açısından değil,
anne sağlığı açısından da büyük önemi vardır. Bebeklerini emziren kadınlar,
doğumun menfi etkilerinden daha erken bir zamanda kurtulabilmekte, kanamanın
azalıp rahmin bir an önce toparlanmasına yardımcı olmakta ve ileri yaşlarda
göğüs kanseri görülme riski azalmaktadır.
234. Vefat eden mü’minlerin geride bıraktıkları eşleri, yeniden evlenebilmek için dört ay on gün bekleyeceklerdir. Bekleme süresi dolunca, meşrû çerçevede kendileri için uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
Kocaları
vefat etmiş kadınların, dört ay on gün beklemeleri farzdır. Bu süre içinde hem
hamile olup olmadıkları kesin olarak anlaşılır, hem de eşlerinin ölümüyle
sarsılan ruh hallerinin düzelip hayata intibak sağlamalarına zemin hazırlanmış
olur. Eğer hâmile iseler, çocuklarını doğuruncaya kadar beklemeleri gerekir. (bk.
Talâk 65/4) Bu süre zarfında evlenemezler, kendilerine açıktan evlilik teklifi
yapılamaz ve zaruri bir durum olmadıkça kocalarının evlerinde kalırlar. Bu
hususla alakalı olarak Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a ve âhiret gününe inanan bir kadının, herhangi bir ölü
için üç günden fazla yas tutması caiz değildir. Ancak ölen kişi kocası ise,
onun için dört ay on gün yas tutar.” (Buhârî, Talâk 46; Müslim, Talâk 58) Yas tutan kadın ise renkli
elbiseler giymez, makyaj yapmaz ve koku sürünmez. (bk. Buhârî, Cenâiz 31) Yas
tutmanın sebebi nafaka, mesken ve benzeri ihtiyaçlarının karşılanmasının yegâne
sâikı olan nikah nimetinden mahrum kalmasından dolayı kadının, gönül kırıklığı
ve üzüntüsünü ortaya koymasıdır. Zira ölüm ve bununla gelen nikahtan
mahrumiyet, sevinilecek bir durum değil, iffetli yaşama hassasiyeti taşıyan
ince ruhlu kadınlar için ciddi bir mâtem sebebidir. Fakat bunlar, iddetlerini
tamamladıklarında, bu süre içinde yapmaları yasak olan bazı meşrû şeyleri
yapmalarında bir sakınca yoktur. Mesela makyaj yapıp süslenebilir, koku
sürünebilir ve açıktan evlilik tekliflerine muhatap olabilirler. İçlerindeki
kadınlık duygularını meşrû ölçüler içinde hayâ ve edep dairesinde ortaya
koyabilirler. Onlar üzerinde söz sahibi olan kişiler, buna mâni olmamalıdırlar.
Çünkü bunda kendileri için bir günah söz konusu değildir. Evlenecek olan
erkekler de onlara evlilik tekliflerini adabına uygun yapmalıdırlar. Şöyle ki:
235. Vefat iddeti bekleyen kadınlara evlenme isteğinizi üstü kapalı bir şekilde çıtlatmanızda veya bunu gönlünüzde gizlemenizde size bir günah yoktur. Allah biliyor ki, nikâhlamak üzere siz onları hatırınızdan geçireceksiniz; fakat günah olmayacak bir sözle bunu hissettirmeniz dışında onlarla gizlice sözleşmeyin. Bekleme süresi dolmadan da onları nikâhlamaya kalkışmayın. Şunu iyi bilin ki, evlenme konusunda içinizden geçenleri Allah çok iyi bilmektedir. O halde Allah’a karşı gelmekten sakının. Yine bilin ki Allah, çok bağışlayandır, ceza vermekte hiç acele etmeyendir.
Burada kullanılan اَلتَّعْر۪يضُ
(ta‘rîz), bir şeyi üstü kapalı olarak bildirmek, çıtlatmak, hem o mânaya hem de
başka mânaya ihtimâli olacak şekilde ifade etmeye çalışmaktır. Vefât iddeti
bekleyen kadınlara, “sen çok güzel ve sâliha bir hanımsın”, “senin gibi bir
hanıma istek duyuyorum”, “şöyle şöyle vasıflara sahip bir hanıma muhtacım”,
“sana arzu duyan niceleri var”, “ben ahlâkı güzel, infakı bol, hanımlarla
geçimi güzel biriyim” gibi üstü kapalı sözlerle nikâhlarına tâlip olunduğunu çıtlatmakta
bir sakınca yoktur. Bu tür evlenme arzu ve düşüncelerini açığa vurmayıp
içimizde saklamamızda da bir günah yoktur. Fakat “ben seninle evlenmek
istiyorum”, “ben senin nikâhına tâlibim” gibi açık ifadeler kullanmak caiz
değildir.
Belirtilen
şekilde meşrû sözler söylemek dışında o kadınlarla gizlice anlaşmak, neticesi
gayr-i meşrû ilişkiye varacak şekilde sözleşmek haramdır. Farz olan bekleme
süresi dolmadan önce onlarla nikah akdinde bulunmak ve buna azmetmek de
haramdır. Allah’ın helâl kıldıklarıyla yetinmeli, sabırsızlık göstererek böyle
yasak yollara teşebbüs edilmemelidir. Allah, içimizden geçirdiğimiz düşünce ve
niyetlerimizi de en iyi şekilde bilmektedir. Bu inançla, haramlardan uzak
durarak Allah’ın azabından sakınmak gerekir. Şayet daha önce bir kısım
hatalarımız olduysa, şüphesiz Allah günahları çok bağışlayandır. Günah işliyor,
fakat cezasını hemen görmüyorsak, bu da Rabbimizin Halîm olmasından, yâni
cezalandırmada acele etmemesindendir. Dolayısıyla buna da aldanmamak ve bir an
önce hatalardan dönmek gerekir.
Bundan
sonraki iki âyet-i kerîme, boşanma ve mehirle alakalı bazı özel durumları açıklığa
kavuşturmaktadır:
236. Evlenip de henüz kendileriyle cinsî münâsebette bulunmadığınız veya mehirlerini belirlemediğiniz kadınları boşamanızda size bir günah yoktur. Fakat onlara, mânevî tazminat olarak bir geçimlik verin. Zengin olanlar kendi güçlerine, fakir olanlar da kendi imkânlarına göre, onlara gönüllerini alacak ve örfe uygun düşecek şekilde uygun bir geçimlik versin. İyilik ve ihsân sahiplerine yakışan da budur.
237. Mehirlerini belirlediğiniz halde kendileriyle cinsî münâsebette bulunmadan onları boşarsanız, bu durumda kararlaştırdığınız mehrin yarısını onlara vermeniz gerekir. Ancak kadınlar alacakları mehirden vazgeçebilir veya nikâhı elinde bulunduran erkekler mehrin tamamını bağışlayabilir. Fakat ey erkekler! Sizin cimrilik yapmayıp mehrin tamamını vermeniz takvâya daha uygun bir davranıştır. Birbirinize erdemli ve lutufkâr davranmayı ihmal etmeyin. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir.
Mehri
belirlenmeden ve kendisiyle cinsî münasebette bulunulmadan boşanılan kadına
verilecek şeyin asgarisi, baştan aşağı örtünmeyi sağlayacak bir başörtüsü, bir
elbise ve bir pardesüdür. Bunların bedelini para olarak vermek de mümkündür.
Kur’ân-ı
Kerîm’in tesis etmek istediği fert, aile ve toplum düzeninin ruhunu pek güzel
aksettiren bu âyetler, önce boşanmayla ilgili kaidelerden bir kısmını
belirleyerek karşılıklı hakları tespit etmekte, sonra da insanlara bu
kaidelerin ötesinde pek yüce bir hedef göstermektedir. O da “faziletli
davranmak, insanlar arası ilişkilerde fazileti elden bırakmamak”tır. Özellikle
237. âyetin verdiği bu dersi safhalar halinde şöyle ele alabiliriz:
› Önce her iki
tarafın hak ve sorumlulukları net bir şekilde ortaya konmuştur ki, bu
“kararlaştırılmış mehrin yarısını vermek” şeklindedir.
› Daha sonra
her iki tarafa da, kendilerine verilmiş olan haklarda tasarruf yetkisi tanınmış
ve bu haklardan fedakârlıkta bulunabilecekleri hatırlatılmıştıur. Buna göre,
kadın isterse hakkı olan mehri almayıp karşı tarafa bağışlayabilir. Veya erkek,
mehrin sadece yarısını vermekle yükümlü olduğu halde, gönül alma yolunu seçerek
kadına mehrin tamamını verebilir.
› Kullar “mehri
tamamen ödemek, hiç almamak veya tümünü bağışlamak” şıklarından birini tercih
etme hususunda serbest bırakılmışlardır. Ancak Kur’an, mecbur tutmamakla
birlikte, Allah’ın rızâsını arayanları, üçüncü şıkka yönlendirmektedir.
› Böylece fedakârlığın
kuvvetli tarafa yakıştığını belirtmek suretiyle, Kur’an medeniyetinin en önemli
esası tespit edilmiş bulunmaktadır: “Aranızda fazileti ihmal etmeyin.” Bu,
hakkı kuvvette arayan maddeci anlayışa karşılık, kuvvetini haktan alan bir
muhteşem medeniyet anlayışıdır ki, bu âyetten sonra Bakara sûresinin sonuna
kadar devam eden âyetler, özellikle faiz ve zekâtla ilgili emir, yasak, teşvik
ve sakındırmalar hep bu anlayışı perçinlemekte ve müslümanları tepeden tırnağa
bir fazilet âbidesi hâline getirecek bir terbiyeyi işlemektedir.
› Âyetin en son
cümlesi ise, her şeyi açıklayan ve insanın içindeki bütün iyilik çekirdeklerini
bir nükleer enerji santralı gibi harekete geçiren bir cümledir: “Şüphesiz
Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir.” (Bakara 2/237) Hiçbir hakkın zâyi
olmayacağı, hiçbir iyiliğin de karşılıksız kalmayacağı büyük hesap gününe
inanan bir kimse için bundan başka bir öğüde ihtiyaç var mıdır? (Kandemir ve diğerleri, Kur’ân-ı Kerîm Meâli, I, 133)
Dolayısıyla
müslüman Kur’an’ın bayraklaştırdığı bu fazilet anlayışını iyi anlamalı, kendini
tamamen dünyaya kaptırmamalı, faziletlerle dolu bir hayat yaşamaya çalışmalı,
bunun için de namaza gereken ehemmiyeti vermelidir:
238. Namazları, özellikle orta namazı vaktinde, eksiksiz ve şartlarına uygun olarak kılmaya devam edin. Allah’ın huzurunda derin bir saygıyla el bağlayıp divan durun.
“Namazı
muhafaza”, en kıymetli varlıklarımızı koruduğumuz gibi, namazları da öyle
korumak, onları eksiksiz bir şekilde vakitlerine, rukûn ve şartlarına,
vâciplerine, sünnetlerine ve âdâbına dikkat ederek, huşû içinde devamlı
kılmaktır. “Namazlar”dan maksat, bir günde kılınan beş vakit namazdır. “Orta
namaz”ın hangisi olduğu hakkında ise farklı rivayetler vardır. Bu göre:
1.
Maksat ikindi namazıdır. Çünkü o, geceleyin kılınan akşam ve yatsı namazlarıyla
gündüzün kılınan sabah ve öğle namazları ortasında yer almaktadır. Bu mânaya, Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) Efendimiz’in Hendek gazvesi sırasında buyurduğu şu söz de
delâlet etmektedir:
“Müşrikler bizi orta namaz yâni ikindi namazından alıkoydular.
Allah onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun.” (Müslim,
Mesâcid 205; Buhârî, Cihâd 98)
İkindi
vaktinde insanlar, ticâret, alış veriş ve diğer çalışmalarla yoğun bir şekilde
meşgul olduklarından, bu hengâmede ikindi namazının kaçırılmamasına dikkat
çekilmiştir. Efendimiz de, “İkindi namazını kılmayan kimse ehlini ve malını
kaybetmiş gibidir” ikâzında bulunmuştur. (Buhârî, Mevâkît 14; Müslim,
Mesâcid 200)
2.
Sabah namazıdır. Nitekim Rasûllullah (s.a.s.), bir gün sabah namazını kılıp
rukudan önce kunut yapmış, elini kaldırıp dua etmiş ve sonunda: “İşte bu,
içerisinde boyun büküp dua ederek kılmamız emredilen orta namazıdır”
buyurmuştur. (Beyhaki, Sünenü’l-Kübra, I, 461)
3.
Öğle namazıdır. Zeyd b. Sabit (r.a.) şöyle anlatır: “Peygamber (s.a.s.), öğle
sıcağında namaz kılar, insanlar da kendilerini sıcaktan koruyacak
barınaklarında bulunurlar, cemaate gelmezlerdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, orta
namazdan bahseden âyeti indirdi ki maksat öğle namazıdır.” Rivayete göre o
zaman öğleyin Efendimiz (s.a.s.)’in arkasında ancak bir iki saf cemaat
bulunurdu. Resûlullah (s.a.s.): “Vallahi, gönlümden geçiyor ki şu namaza
gelmeyen kavmin üzerlerine evlerini yakayım” buyurmuş, bunun üzerine bu
âyet inmiştir. (Buhârî, Ezan 29; Nesâî, İmâmet 49) Bir de öğle namazı, Resûlullah’ın
Cebrâil’in imamlığı ile kıldığı ilk namazdır. Bundan başka cuma namazı bu
vakittedir. Bunun fazileti ise bilinmektedir.
4.
Akşam namazıdır.
5.
Yatsı namazı olduğu da söylenmiştir.
6.
Beş vakit namazın tamamıdır. Çünkü namaz, iman ile diğer ameller arasında
ortada bulunan bir ibâdettir.
7.
Orta namaz beş vakit namazdan başka bir namaz olup, mesela gece namazı olması
da mümkündür. Çünkü en özenilen ve insanın en dingin olduğu vakitte kılınan
namaz olması sebebiyle bu mâna da göz ardı edilemez. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
VI, 164-165; Elmalılı, Hak Dini, I, 810-812)
Bu
görüşler içinde orta namazın “ikindi namazı” olması görüşünün delilleri daha
kuvvetli olup müfessirler daha çok bu görüş üzerinde karar kılmışlardır. Fakat
mevsimlere ve iklimlere göre bu vakitlerden birinin önem kazandığı da bir
gerçektir. Mesela Mekke-Medine için orta namaz ikindi iken, Türkiye için sabah
namazı olabilir. Bunun delillerinden biri ay takvimine göre günün ilk namazı
akşam olup buna göre orta namaz sabah namazıdır. Ayrıca Türkiye’de en çok
kaçırılan namaz da sabah namazıdır. “Orta namaz” ifadesinin beş vakti içine
alması ise ayrı bir mâna ve önem taşımaktadır.
Âyetin,
“Allah’ın huzurunda derin bir saygıyla el bağlayıp divan durun” (Bakara
2/238) kısmı, namaz kılarken kulun Allah huzurunda saygıyla duruşunun nasıl
olması gerektiğini haber verir. Burada geçen “kunût” kelimesinde “bir şeye
ısrarla devam edip durmak, itaat etmek, huşû içinde olmak, susmak ve kıyamda durmak”
gibi mânalar vardır. Dolayısıyla âyet bize, Allah’a gönülden itaat ve kulluğa
devam etmemizi, ibâdetlerimizi huşû içinde edâ etmemizi, susarak ve etraftan
alakamızı keserek dikkatimizi namaza teksif etmemizi ve mümkün olduğu ölçüde
kıyam, kıraat, rukû, secde ve dualarımızı uzun yapmamızı emretmektedir.
Âyetin
şöyle bir de iniş sebebi vardır:
Zeyd
b. Erkam (r.a.) der ki: “Biz namaz kılarken konuşurduk. Yine kişi namazda
yanında bulunan arkadaşı ile konuşurdu. Bu âyetle, namazda susmakla emrolunduk
ve konuşmamız yasaklandı.” (Müslim, Mesâcid 35; Buhârî, Amel fi’s-Salât 2)
Namaz
kulu Allah’a bağlayan o kadar mühim bir ibâdettir ki, Yüce Rabbimiz, ne durumda
olunursa olunsun hiçbir şekilde onun terk edilmesine izin vermemektedir:
239. Eğer bir korku ve tehlike söz konusu olursa namazınızı yürürken veya binek üzerinde kılabilirsiniz. Emniyete kavuştuğunuzda ise, bilmediklerinizi size öğrettiği şekilde Allah’ı zikredin; namazı şartlarına uygun olarak kılın.
Bu
âyet-i kerîme, düşmanın saldırması, yırtıcı hayvanın parçalaması, yılan, akrep
gibi haşerâtın sokması gibi tehlikeli ortamlarda bile namazın nasıl
kılınabileceğini öğretmektedir. Bu durumdaki kişi, piyâde veya binitli olarak
nasıl durabilirse, hangi tarafa yönelebilirse, belki imâ ile de olsa öylece
namazını kılabilir. Yâni mevcut şartların tanıdığı imkânlar doğrultusunda imâ
ve işaret dâhil olmak üzere nasıl kılınabilecekse namaz öylece kılınmalıdır.
Namazın vücut hareketleriyle ilgili olarak bir kısım farz, vacip ve sünnetleri bulunsa
da, ondan maksat gönülden Allah’ı zikretmek ve kulluğumuzu O’na arzetmektir. Bu
sebeple, vücut hareketlerini yapmaya bir mâni çıktığında, onlar terk
edilebilir, fakat namaz asla terk edilemez. Zira namazın ruhunu teşkil eden
zikir, her durumda mümkündür. Bu şekilde kılınan namaza “korku namazı” denilir.
Bu namazın savaş esnâsında cemaatle kılınması konusu Nisâ sûresi 101-13.
âyetlerde açıklanmıştır. Şartlar normale döndüğünde ve korku gidip emniyet hâli
geldiğinde ise namazlar, Allah Teâlâ’nın öğrettiği ve Peygamber Efendimiz’in
tatbik ettiği şekilde bütün şartlarına, farz, vâcip, sünnet ve âdâbına dikkat
edilerek kılınacaktır. Ruhsatların ne zaman ve hangi şartlar altında
kullanılacağı bellidir. Bunları normal zamanlara da taşırmamak ve gevşeklik
göstermemek lazımdır.
Yaratılışın
esas gayesi olan kulluğa ve kulluğun da en mühim vasıtası olan namaza temas
edildikten sonra şimdi de kocası ölmüş kadınların kalan bir kısım haklarını da beyân
etmek üzere şöyle buyrulmaktadır:
240. Kendilerine ölüm gelip de geride eşler bırakacak olanlarınız, onların bir yıl süreyle evlerinden çıkarılmadan geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etsinler. Şâyet onlar kendi istekleriyle çıkıp giderlerse, kendileri hakkında meşrû olarak yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Bu
âyet-i kerîme, İslâm’ın ilk yılarında henüz kadınlara miras hakkı verilmeden
önce, kocası vefat etmiş olan hanımların bekleme sürelerini ve nafakalarının
teminini emretmekteydi. Buna göre bu durumdaki kadınlar bir yıl süreyle
kocalarının evlerinde kalacak ve geçimlerini oradan sağlayacaklardı. Kendi
arzularıyla evden çıktıkları takdirde ise, evlenmeden beklemek şartıyla, nafaka
haklarından vazgeçmiş oluyorlardı. Daha sonra kadına duruma göre dörtte veya
sekizde bir miras verilmesini emreden ayetle (bk. Nisâ 4/12) vârise vasiyette
bulunmak neshedilince, buradaki vasiyet hükmü de kaldırılmıştır. Âyetten
anlaşılması mümkün olan bir yıllık bekleme süresi ise, önce geçen ve kocası
ölen hanımlara dört ay on gün bekleme mecburiyeti getiren Bakara sûresi 234.
âyetle kaldırılmıştır.
Boşanmış
kadınların haklarına gelince:
241. Boşanmış kadınlara geçimlerini sağlamak için verilmesi gereken bir nafaka vardır ki, bu da takvâ sahibi olanlar üzerine bir borçtur.
242. Düşünüp anlamanız için Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor.
Boşanmış
kadınlara verilecek şeylerden maksat, kendileriyle ilişkiden sonra boşanan kadınlar
için iddet nafakası, mehirsiz nikahlanan ve kendisiyle ilişkide bulunulmadan
boşanmış kadınlar için de müt‘a olabilir. Müt‘anın hükmü Bakara 236. âyette
açıklandığından, burada bahsedilenin, boşanmış kadının iddet nafakası olduğu anlaşılmaktadır.
Koca boşadığı kadının, meşrû çerçevede ve maddî imkânlarına göre iddet müddeti içinde
nafakasını temin edecektir. Allah’tan korkan ve O’nun azabından emin olmak
isteyenler üzerine bu bir borçtur. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın bizim dünya ve
âhiret saadetimiz için beyân ettiği âyetler, emrettiği hükümlerdir. Bunlar
üzerinde inceden inceye düşünmemiz ve gereğine göre amel etmemiz lazımdır.
Çünkü dünya hayatının sonu ve bütün yaptıklarımızın hesabını vereceğimiz âhiret
hayatının başlangıcı olan ölüm kaçınılmazdır:
243. Sayıları binlerce olduğu halde ölüm korkusuyla yurtlarını terk edip gidenleri görmedin mi? Allah onlara: “Ölün!” buyurdu; öldüler de sonra onları yeniden diriltti. Doğrusu Allah, insanlara karşı çok lutufkârdır, fakat insanların çoğu şükretmez.
244. Allah yolunda savaşın ve iyi bilin ki Allah, her şeyi hakkıyla işiten ve bilendir.
243.
âyette bahsedilen kimselerle ilgili olarak şöyle bir olay anlatılır:
İsrâiloğulları’ndan
Vâsit civarında Dâverdân denilen bölgede oturan bir topluluk vardı. Orada vebâ
salgını çıktı. Zenginler ve önde gelenler kaçıp gitti, fakir ve çaresizler
kaldı. Geride kalanların çoğu helâk oldu. Kaçanlar ise ölümden kurtulup
hastalık ortadan kalkınca sıhhatli olarak geri döndüler. Kasabada kalıp helâk
olmayanlar, “Kaçan arkadaşlarımız bizden daha ihtiyatlı davrandılar. Eğer biz
de onlar gibi yapsaydık, hepimiz hayatta kalırdık. Şayet ikinci bir kez daha
veba salgını olursa biz de buradan, veba olmayan yere çıkıp gideceğiz” dediler.
Bir yıl sonra tekrar vebâ çıktı. Kasabanın tüm halkı kaçıp iki dağ arasında bir
vâdiye indiler. Buraya yerleşip kurtulduklarını sandıkları sırada, vâdinin alt
ve üst tarafından birer melek onlara, “Ölünüz!” diye nidâ etti. Allah’ın emri
ve dilemesiyle herhangi bir hastalık olmaksızın hepsi, tek bir insanın ölümü
gibi, bir anda öldüler. Hayvanları da öldü. Üzerlerinden sekiz gün geçti.
Cesetleri şişip dağıldı ve koktu. Etraftaki insanlar gelip onları defnetmek
istediler, fakat buna güç yetiremediler. Sonunda yırtıcı hayvanların
parçalamasından korumak için etraflarını duvarla çevirdiler. Bir müddet böylece
kaldılar. Cesetleri çürüdü ve kemikleri ortada kaldı. Hazkîl adında bir
peygamber, bu çürümüş cesetlerin yanına uğradı. Gördüğü şeyin çokluğu sebebiyle
durup hayretler içinde tefekkür etmeye başladı. Bu sırada Allah Teâlâ ona, “Sana
bir mûcize göstermemi ister misin?” diye vahyetti. “Evet” deyince Cenâb-ı Hakk
ona: “Ey kemikler! Allah sizin toplanıp bir araya gelmenizi emrediyor” diye
nidâ etmesini söyledi. O da böylece nidâ edince vâdide bulunan bütün kemikler
bir araya toplanıp bir kısmı bir kısmına bitişerek etsiz ve kansız, kemikten
cesetler haline geldiler. Sonra Allah Teâlâ ona tekrar: “Ey ruhlar! Allah size
dirilip ayağa kalkmanızı emrediyor” demesini istedi. O da bu şekilde söyleyince
kalktılar ve: سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ وَ بِحَمْدِكَ لَا
إِلٰهَ اِلَّا أَنْتَ (Sübhânekellahumme ve bihamdike lâ ilâhe
illâ ente) “Ey Allah! Seni tüm noksan sıfatlardan pak ve uzak tutar, seni
tesbih eder ve sana hamd ederiz. Senden başka ilâh yoktur!” diyerek yeniden
hayata döndüler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 794-795)
Bu
kıssa, mü’minleri zarûrî bir son olan ölümden korkmamaya ve Allah yolunda cihad
edip şehîd olmaya teşvik etmektedir. Allah’a teslimiyet ve tevekküle çağırmaktadır.
Korkunun ölüme fayda vermeyeceği gerçeğinden hareketle, ölümden kaçmak yerine
üzerimize terettüp eden vazifeleri yapmaya gayret göstermemiz tavsiye
edilmektedir. Zira nerede olursak olalım ölüm mutlaka gelecek ve ondan kaçış
mümkün olmayacaktır. O halde bunun Allah yolunda gerçekleşmesi en akıllı yoldur.
O
halde mü’minler, hiçbir şeyden korkmadan ve çekinmeden Allah yolunda
savaşmalıdırlar. Onun dinini yüceltmek gayesiyle mücâhede ve mücâdele
etmelidirler. Gerektiğinde mallarını ve canlarını o uğurda cömertçe
harcamalıdırlar. Çünkü böyle yaptıklarında iki güzel neticeden birine mutlaka
kavuşacaklardır. Yâ gâlip gelip zafer elde edecekler veya şehîd olup Allah’ın
rızâsına ve nimetlerine ereceklerdir. Çünkü Allah her şeyi hakkiyle işitmekte
ve bilmektedir. Yapılan amellerin mükâfatını fazlasıyla verecektir ki, bir
sonraki âyette özellikle bu konuya temas edilmektedir:
245. Kim Allah’a güzel bir borç verecek olursa, Allah onu kat kat fazlasıyla kendisine geri ödeyecektir. Allah, geçimliğinizi ve iç dünyanızı bazan olur sıkar daraltır, bazan olur açar genişletir. Zâten siz, eninde sonunda yalnız O’na döndürüleceksiniz.
“Karz-ı hasen”, gönülden koparak, güzel bir niyet ve ihlasla,
dişinden tırnağından kırparak, helâl ve temiz olan şeylerden verilen borçtur.
Şahsi menfaat ve çıkar sebebiyle değil, sadece Allah’ı râzı etmek için verilen
borçtur. Allah’a verilen karz-ı hasen ise, O’nun yolunda yapılan cihad ve
infaklardır. Allah bunlara mükâfat olarak kat kat karşılık verecektir. Bunun
miktarını ancak Allah bilir. Yalnız bir kısım âyetlerde bu miktarın bire
yediyüz ve daha fazla olabileceği haber verilir. (bk. Bakara 2/261)
Bu
âyetin, Ebuddahdâh isimli sahâbe hakkında indiği rivayet edilir. Bir gün: “Ey
Allah’ın Rasûlü, benim iki bahçem var. Birini tasadduk etsem onun bir benzeri
bana cennette verilir mi?” diye sorunca Peygamber Efendimiz: “Evet” buyurdu. O:
“Hanımım Ummuddahdâh da benimle beraber olacak mı?” diye sordu. Efendimiz: “Evet”
buyurdu. “Çocuğum da benimle beraber olacak mı?” sorusuna Efendimiz yine “Evet”
dedi. Bunun üzerine اَلْحَن۪ينَةُ (Hanîne) adındaki en
güzel bahçesini tasadduk etti. Sonra bahçeye varıp kapısında durarak
yaptıklarını hanımına haber verdi. Hanımı: “Yaptığın alış verişi Allah mübârek
kılsın” dedi. Bunun üzerine bahçeden çıkıp orasını Allah Resûlü (s.a.s.)’e
teslim ettiler. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 141-142)
Allah
Teâlâ, fert ve toplumlara bazan darlık verir, bazan genişlik verir. Bazan rızkı
azaltır, bazan bollaştırır. Darlık olunca ümitsizliğe kapılmamalı, bolluk
olunca da şımarmamalıdır. Her iki halde de imkânlar nispetinde dişinden
tırnağından keserek Allah yolunda vermeye gayret gösterilmelidir. Şu hadis-i
kudsî, Allah’a güzel bir borç vermenin mânasını daha muşahhas hâle
getirmektedir:
“Allah Teâlâ kıyâmet gününde şöyle buyurur: «Ey Âdemoğlu!
Hastalandım, beni ziyaret etmedin.» Âdemoğlu: «Sen âlemlerin Rabbi iken ben
seni nasıl ziyaret edebilirdim?» der. Allah Teâlâ: «Falan kulum hastalandı,
ziyaretine gitmedin. Onu ziyaret etseydin, beni onun yanında bulurdun. Bunu
bilmiyor musun? Ey Âdemoğlu! Beni doyurmanı istedim, doyurmadın» buyurur.
Âdemoğlu: «Sen âlemlerin Rabbi iken ben seni nasıl doyurabilirdim?» der. Allah
Teâlâ: «Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Eğer ona yiyecek
verseydin, verdiğini benim katımda mutlaka bulacağını bilmez misin? Ey Âdem
oğlu! Senden su istedim, vermedin» buyurur. Âdemoğlu: «Ey Rabbim! Sen âlemlerin
Rabbi iken ben sana nasıl su verebilirdim?» der. Allah Teâlâ: «Falan kulum
senden su istedi, vermedin. Eğer ona istediğini verseydin, verdiğinin sevabını
katımda bulurdun. Bunu bilmez misin?» buyurur.” (Müslim, Birr 43)
Nihâî
dönüşümüz Allah’a olacağı ve yaptıklarımızın hesabını O’na mutlaka vereceğimiz
için ilâhî tâlimatların sesine kulak vermemiz ve hayatımızı ona göre
düzenlememiz icâb etmektedir. Allah yolunda savaşmayı ve yapacağımız her türlü fedakârlığı
büyük bir kazanç kapısı olarak görmeli ve kaybedenlerden olmamaya çalışmalıyız.
Şimdi bunun kazananlar ve kaybedenleriyle güzel bir misâli verilmektedir:
246. Mûsâ’dan sonra İsrâiloğulları’ndan önde gelenlerin neler yaptığına bir baksana! Hani peygamberlerine: “Başımıza bir hükümdar tâyin et de onun emrinde Allah yolunda savaşalım” diye müracaatta bulunmuşlardı. O da: “Şayet size savaş farz kılınır da ya korkup savaşmazsanız, ne olacak?” diye sorunca, onlar: “Yurdumuzdan sürülmüş, çoluk-çocuğumuzdan edilmişken nasıl olur da Allah yolunda savaşmayız!” dediler. Fakat kendilerine savaş farz kılınınca, pek azı dışında, hepsi sözlerinden döndüler. Allah, o zâlimleri çok iyi bilmektedir.
İçinde
“doldurmak” mânası bulunan الْمَلَأ (mele) ismi, bir topluluk ifade eder.
Toplandıkları zaman göz ve yer dolduran; insanların gözlerini mehâbetle,
meclisleri güzelliklerle dolduran bir topluluk ve cemiyet demektir. Daha ziyâde toplumun ileri gelen, görüşüne müracaat
edilen, şeref ve söz sahibi kimselerini belirtmek için kullanılır. Âyette
zikredilen peygamberin, İşmûyil (a.s.) olduğu söylenir. Fakat Kur’an’ın
anlattığı bu kıssadan maksat, hâdisenin tarihini ve kahramanların isimlerini
bildirmek değil, vuku bulan olayın mânasını idrak edip ondan gerekli ibretleri
alabilmektir. Bu sebeple “peygamberlerden biri” buyrulup isim verilmemiş,
Peygamber Efendimiz’e dahi gizli îmada bulunulmuştur.
İsrâiloğulları’ndan
sözü edilen grup, peygamberlerinden, emrinde savaşmak üzere bir kumandan tayin
etmesini istemişler, o da kavminin hâlet-i ruhiyelerini çok iyi bildiğinden
savaşın emredilmesi durumunda zuhur edebilecek zâfiyetlerle ilgili endişelerini
dile getirmiştir. Onlar, “hangi şartlar altında olursa olsun biz Allah yolunda
savaşa hazırız” diyecekleri yerde, savaşma gerekçeleri olarak, yurtlarından
çıkarılmalarını ve evlatlarından uzak bırakılmalarını ileri sürmüşlerdir.
Himmetlerini ulvî değil, süflî bir gâyeye bağlamışlardır. Dolayısıyla savaş
farz kılınınca da, peygamberin endişesi doğru çıkmış, çok azı müstesnâ hiçbiri
sözünde durmamış, emre riâyet etmemiş ve hepsi dönüvermişlerdir. Bu ise büyük
bir zulüm ve vahim bir hata idi. Allah zâlimleri çok iyi bilmekte ve onlara ona
göre muamele etmektedir.
Olayın
ikinci safhası şöyle:
247. Peygamberleri onlara: “Allah size hükümdar olarak Tâlût’u tâyin etti” dedi. Hemen itiraz edip “O bize nasıl hükümdar olabilir ki? Biz hükümdarlığa ondan daha layığız; kaldı ki kendisine verilmiş öyle fazla bir serveti de yok” dediler. Peygamberleri şöyle cevap verdi: “Allah onu seçip size üstün kıldı. Ona hükümdarlık için gerekli geniş ilimle birlikte, iktidarını yürütebileceği sağlam bir yapı bahşetti. Allah hükümdarlığı kime dilerse ona verir. Allah’ın lutfu çok geniş, ilmi sonsuzdur.”
Peygamberleri
onlara Allah’ın emriyle Tâlût isminde birini hükümdar tâyin etti. Tâlût, ne
peygamberlerin ne de hükümdarların geldiği soydandı. Bu sebeple İsrâiloğulları,
hükümdar tâyin edilen bu kişinin, kral soyundan gelmemesini içlerine
sindiremediler. Zira onlara göre iktidar, büyük servet ve sermâye sahiplerinin
olmalıydı. Halbuki bu fikir, cemiyetin menfaatine ve adâlet prensibine aykırıdır.
Çünkü iktidâra, zenginlerin değil, ehil olan kimselerin geçmesi gerekir. Bu da,
kişinin mânevî gücü, bilgisi ve tecrübesiyle birlikte kuvvet ve cesâretine
bağlıdır. Bundan dolayı Allah Teâlâ onlara, bu düşüncelerinin yersiz olduğunu
ve hükümdar olmaya, Allah’ın bunun için seçtiği kimselerin hak sahibi
olduklarını bildirmiştir. Nitekim, “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah! Sen
dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın” (Âl-i İmrân 3/26) âyetinde de bu ilâhî kanuna işaret
edilir.
Âyet-i
kerîme, Tâlût’un hükümdarlığa ehil olduğunu açıklamakta ve bu ehliyeti de onda
bulunan iki husûsiyete bağlamaktadır: İlim ve kudret. Bu iki vasıf,
hükümdarlığa hak kazanmak için onların ileri sürdüğü ilk iki vasıftan yani mal ve makamdan daha üstündür. Bu gerçeği şu
şekilde izah etmek mümkündür:
› İlim ve
kudret, gerçek olgunluk vasıflarındandır. Mal ve makam böyle değildir.
› İlim ve
kudret, insanın kendi cevherinde bulunan mükemmelliklerdendir. Mal ve makam
ise, insanın zâtından ayrı iki şeydir.
› İlim ve
kudreti insandan koparıp almak mümkün değildir. Mal ve makamı ise insandan
soyup almak mümkündür.
› Devletin ve
milletin menfaatini koruyup düşmanın kötülüklerini yok etmede siyâset ilmini,
harp sanatını iyi bilen ve savaşa son derece dayanıklı olan bir kimseden elde
edilecek fayda, işleri zabt-u rabt altına alabilecek liyâkati ve düşmanı geri
döndürecek gücü olmayan, bununla birlikte asil ve zengin olan bir kimseden elde
edilecek faydadan çok daha fazla ve mükemmeldir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI,
147-148)
Tâlût
hükümdar tayin edildikten sonra İsrâîloğulları bu sefer de peygamberlerinden,
onun hükümdar olduğunu gösteren bir delil getirmesini istediler:
248. Peygamberleri devamla şunu söyledi: “Tâlût’un hükümdar olduğunun alâmeti, size meleklerin taşıdığı sandığın gelmesidir. O sandığın içinde Rabbinizin size bağışladığı bir gönül huzuru ile Mûsâ ve Hârûn ailesinden kalan şeyler bulunmaktadır. Eğer gerçekten mü’min iseniz bunda sizin için kesin bir delil, bir işaret vardır.”
Bu
delil, daha önce ellerinden çıkmasına mâni olamadıkları Tâbût’un geri gelmesi
olacaktır. Tâbût, sandık demektir. Hz. Mûsâ tarafından yaptırılmıştır. Onda bir
sekînet yani gönül huzûru ve yüksek moral veren bir husûsiyet vardı. Yine onun
içinde Tevrât levhaları, Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’dan kalan elbise, asâ ve sancak
gibi bir kısım eşya bulunuyordu. Bu sandık seferde askerlerin önünde götürülür,
böylece askerin morali yükselir, güçleri ve mâneviyâtı takviye olurdu. Nihâyet Allah
Teâlâ, bu sandığı melekler vasıtasıyla Tâlût’un evinin önüne koydurdu. Bunu
gören İsrâîloğulları, Tâlût’un hükümdarlığını kabul ederek itirazlarından
vazgeçtiler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 821)
Sandığı getirtmek suretiyle Cenâb-ı Hak, Tâlût’un
hükümdarlığına dâir İsrâiloğullarının istediği alâmeti göstermişti. Ancak, ilk
anda peygamberin emrine karşı itiraz etmeleri ve teslimiyetteki zafiyetleri
sebebiyle onların îman seviyelerini ortaya çıkaracak bir imtihan da kaçınılmaz
olmuştu:
249. Tâlût ordusuyla birlikte hareket edince askerlerine hitâben şöyle dedi: “Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Ondan içen benden değildir. Ondan hiç tatmayan ise elbette bendendir. Ancak sadece eliyle bir avuç alanlara izin var.” Fakat pek azı dışında hepsi ondan içti. Tâlût ve beraberindeki mü’minler ırmağı geçince geride kalanlar: “Bu gün bizim Câlût ve ordusuyla savaşacak gücümüz kalmadı” dediler. Allah’ın huzuruna çıkacaklarını kesin olarak bilenler ise: “Az sayıdaki nice topluluk, çok sayıdaki nice kalabalığı Allah’ın izniyle yenmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir” dediler.
Tâlût,
hükümdar olduktan sonra ordusunu düzene koydu ve Câlût’un üzerine yürüdü.
Mevsimin çok sıcak olması sebebiyle askerin suya ihtiyacı da fazlaydı. Fakat o
dönemin peygamberine Cenâb-ı Hak’tan bir tâlimât geldi. Tâlût’un askerleri bir
nehirle imtihan edileceklerdi. Bu ilâhî emri öğrenen Tâlût:
“–Allah
sizi su ile imtihan edecek. Kim kanıncaya kadar ondan içerse benim askerîm
değildir!” dedi. Önlerindeki ırmaktan ancak bir avuç içmeye izin verilmişti.
Tâlût ve askerleri, bahsedilen ırmağın kenarına geldiler. Rivayete göre ordu
80.000 kişi idi. Bunun 76.000 kişisi tâlimât dışında kana kana su içtiler.
Sadece 4.000 kişi emre itaat etti. Daha sonra bunların pek çoğu da firâr etti.
Geriye 313 kişi kaldı. Bu sayı, Bedir savaşına katılan mü’min askerlerin
sayısıyla aynıdır. Nitekim Berâ (r.a.)’ten şöyle nakledilmektedir: “Biz, Hz.
Muhammed (s.a.v.)’in ashâbı olarak şöyle derdik: «Bedir’de bulunanların sayısı,
Tâlût’un Filistin nehrini beraber geçtiği mü’min askerlerinin sayısı olan
313’tür.»” (Buhârî, Megâzî 6)
Irmaktan,
bir avuçtan fazla su içenlerin susuzlukları daha da arttı; dudakları kurudu ve
hâlsiz kalıp bîtap düştüler, nihâyetinde perişan oldular. Emri dinleyenlere
ise, aldıkları bir avuç su kâfî geldi. Ayrıca îmanları kuvvetlenip, cesâret ve
güçleri ziyâdeleşti.
Tâlût’un
ordusunda iki farklı insan karakteri görülmektedir. Birisi verdiği sözü
tutamayan, nefsinin arzularına gem vuramayan ciddiyetsiz bir karakterdir.
Bunlar başlarındaki komutanın uyarılarını kısa sürede unuttular ve işin
akıbetinin nereye varacağını düşünmeden kaygısızca ırmağın suyundan bol bol
içtiler. İşin ilginç yanı bu yapıda olanların sayıca oldukça fazla olmalarıdır.
Bunlardan zor da olsa ırmağı geçenler ise yine emre itaatteki ihmalleri
sebebiyle kendilerinde düşman kuvvetlerine karşı savaşacak bir güç
bulamamışlardır. İkincisi ise kararlı ve sabırlı bir karakterdir ki, bunlar
emredileni aynen tatbik etmiş ve başarıya ulaşmışlardır. Fakat bunların kalbi
yapılarının çok metin olduğu görülmektedir. Bunun da sebebi Allah’ın huzuruna
varacaklarına ve O’na hesap vereceklerine yakînen inanmalarıdır. Bu iman ve
güvenin bir neticesi olarak da, kendilerinden kat kat fazla düşman ordusuyla
karşılaşınca, Allah’ın izniyle başarıya erecekleri itminanıyla, “Az sayıdaki
nice topluluk, çok sayıdaki nice kalabalığı Allah’ın izniyle yenmiştir. Allah,
sabredenlerle beraberdir” (Bakara 2/249) diyebilmişlerdir.
Âyet-i
kerîmede askerî disipline dikkat çekilmektedir. Bir ordunun gâlibiyet
sebeblerinden birisi, her şeyden önce kumandanın emirlerine harfiyen riâyet
etmektir. Zafere ulaşmak, sayıya değil, haklı olmaya, doğruluğa, îman ve
mâneviyâta bağlıdır. Zafer, çoğu kez kemiyetten ziyâde keyfiyet sahibi ordulara
lütfedilir. Peygamber Efendimizin yaptığı gazvelerde, bu hâlin en bâriz
tezâhürleri görülmektedir.
Gelen
âyet-i kerîmelerde ise düşman üzerine giden askerlerin sahip olmaları gereken
bir kısım vasıflara işaret edilmektedir:
250. Savaşmak üzere Câlût ve ordusuyla karşı karşıya geldikleri zaman da şöyle yalvardılar: “Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlamlaştır ve kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et!”
Âyet-
kerîmelerden anlaşılacağı üzere Allah yolunda savaşacak asker:
› Korkulu ve
dehşetli manzaraları gördüğünde çok sabırlı olmalıdır. Bu, savaşacak kimseler
için gerekli birinci esastır. Çünkü korkak askerlerden beklenen fayda elde
edilemez.
› Savaş için
gerekli olan silahlar ve aletler olmalı; insanın sebat edip durmasını
sağlayacak ve kaçmaya yeltenmesini engelleyecek güzel bir birlikle beraber
bulunulmalıdır.
› Düşmanı
yenebilmeleri için, düşmandan daha çok yiyecek ve içeceğe sahip olmalıdırlar.
› İlâhî
yardımın geleceğine inanıp Cenâb-ı Hakk’a tazarrû hâlinde bulunmalıdırlar. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 158)
İki
ordu karşılaştığında, Câlût, kendisiyle mübârezeye çıkacak, yâni ordusunu
temsîlen kendisiyle vuruşacak bir er diledi. Karşısına Dâvûd (a.s.) çıktı,
sapanını çıkardı ve taşını yerleştirerek Câlût’a fırlattı. Taş, Câlût’un tam
alnına isâbet etti ve atından düşerek öldü. Bu hâdise, insanların nazarında
kuvvetli görünenin, hakîkatte zayıf, zayıf görünenin de Allah’ın yardımıyla
kuvvetli olabileceğini göstermektedir.
Bu
zaferden sonra Allah Teâlâ, Dâvûd (a.s.)’a hükümdarlık ve hikmet yâni
peygamberlik verdi. “Hikmet”, işleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak, yerli
yerine koymaktır. Bu mânanın kemâli ve zirvesi ise, ancak nübüvvet ile
gerçekleşir. Bu sebeple buradaki “hikmet”ten maksadın nübüvvet olduğu da
söylenmiştir. Yine Allah ona, dilediği şeyleri öğretmiştir. Demiri yumuşatarak
zırh yapması, kuşların dilini bilmesi ve dağlarla beraber zikretmesi buna misal
verilebilir.
Âyet-i
kerîmenin devamında, “Eğer Allah bu şekilde insanların bir kısmı eliyle
diğer bir kısmını bertaraf etmeseydi, hiç şüphesiz yeryüzü fesâda uğrar, dirlik
ve düzen kalmazdı. Fakat Allah, bütün varlıklara çok büyük lutuf ve inâyet sahibidir”
(Bakara 2/251) buyrularak toplum hayatında cârî olan ilâhî nizamın bir ölçüde izahı
yapılmaktadır. Şâyet Allah Teâlâ savaşı meşrû kılarak haksızlık, bozgunculuk ve
saldırganlık taraftarlarını, yeryüzünün ıslahı, düzeni ve imârı için gayret
gösteren mücahitlerle defetmeseydi böylece iyilik yanlılarını, çocukları ve
kadınları korumasaydı, her taraf bozguna uğrar, düzen dağılır, çoluk çocuktan,
ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. İnsanlar devamlı olarak
bozguncuların ve saldırganların hücumuna uğrar, çiğnenir ve mahvolurlardı.
Sosyal adâlet ve eşitlik kaybolur, nihayet fıtrat-ı selîmesi bozulan herkes
saldırganlaşır, karşı koyacak bir güç bulunmayınca da hepsi mahvolurdu.
Diğer
taraftan, Allah Teâlâ insanlar arasında ictimâî dengenin kurulmasını birtakım
sebeplere bağlamıştır. Bu itibarla insanların bir kısmı zengin bir kısmı fakir,
bir kısmı güçlü bir kısmı zayıf, bir kısmı sıhhatli bir kısmı hasta, bir kısmı
mü’min bir kısmı münkir olarak imtihan sahnesinde yerini almıştır. İnsanların
cemiyet hâlinde yaşayabilmeleri, bu gruplar arasında kurulacak sıhhatli
münâsebetlere bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında tıpkı elektrik yüklü artı ve
eksi kutuplar arasında kıvılcım ve enerji meydana gelmesi gibi, ıslah edici ve
ifsat edici insanlar arasında vuku bulan mücâdele ve savaşlarda da pek çok
hikmetler bulunmaktadır. Çünkü Allah, bütün varlıklara ve bu arada özellikle
akıl sahibi olan insanlık âlemine sonsuz bir lutuf ve rahmet sahibidir. O, asla
fesada razı olmayacağı gibi, yeryüzünün imar edilmesini, üzerinde insanların lutuf
ve ikramıyla yaşamasını, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere ulaşmalarını
istemektedir. Bu bakımdan fesadın ortadan kalkıp düzenin tesisi için; salah ve
hayır sahiplerinin, bozgunculuk yapanları defetmesi lazımdır. İşte Allah,
savaşı bu hikmetle meşrû kılmıştır.
Bütün
bunlar, Allah’ın ibret alınacak, üzerinde düşünülüp gereği yapılacak
âyetleridir. Bu âyetleri Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e her türlü şüphe ve
hatadan, bozulup değiştirilmeden uzak bir şekilde sırf hak ve gerçek olarak
vahyetmiştir. Zira Hz. Muhammed (s.a.s.), şüphesiz ilâhî vahye muhatap olan
peygamberlerden biridir. O halde peygamber olarak vazife ve sorumluluğunu
harfiyen yerine getirmelidir.
Fakat
Allah’ın seçkin kulları olan peygamberlerin de fazilet ve makam itibariyle
birbirinden fark eden yönleri vardır. Gelen âyet bu hakikati beyân etmektedir:
251. Nihâyet Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd da Câlût’u öldürdü. Allah Dâvûd’a hükümdarlık ve hikmet verdi; ayrıca ona dilediği pek çok şey öğretti. Eğer Allah bu şekilde insanların bir kısmı eliyle diğer bir kısmını bertaraf etmeseydi, hiç şüphesiz yeryüzü fesâda uğrar, dirlik ve düzen kalmazdı. Fakat Allah, bütün varlıklara çok büyük lutuf ve inâyet sahibidir.
Âyet- kerîmelerden anlaşılacağı üzere Allah yolunda savaşacak asker:
› Korkulu ve dehşetli manzaraları gördüğünde çok sabırlı olmalıdır. Bu, savaşacak kimseler için gerekli birinci esastır. Çünkü korkak askerlerden beklenen fayda elde edilemez.
› Savaş için gerekli olan silahlar ve aletler olmalı; insanın sebat edip durmasını sağlayacak ve kaçmaya yeltenmesini engelleyecek güzel bir birlikle beraber bulunulmalıdır.
› Düşmanı yenebilmeleri için, düşmandan daha çok yiyecek ve içeceğe sahip olmalıdırlar.
› İlâhî yardımın geleceğine inanıp Cenâb-ı Hakk’a tazarrû hâlinde bulunmalıdırlar. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 158)
İki ordu karşılaştığında, Câlût, kendisiyle mübârezeye çıkacak, yâni ordusunu temsîlen kendisiyle vuruşacak bir er diledi. Karşısına Dâvûd (a.s.) çıktı, sapanını çıkardı ve taşını yerleştirerek Câlût’a fırlattı. Taş, Câlût’un tam alnına isâbet etti ve atından düşerek öldü. Bu hâdise, insanların nazarında kuvvetli görünenin, hakîkatte zayıf, zayıf görünenin de Allah’ın yardımıyla kuvvetli olabileceğini göstermektedir.
Bu zaferden sonra Allah Teâlâ, Dâvûd (a.s.)’a hükümdarlık ve hikmet yâni peygamberlik verdi. “Hikmet”, işleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak, yerli yerine koymaktır. Bu mânanın kemâli ve zirvesi ise, ancak nübüvvet ile gerçekleşir. Bu sebeple buradaki “hikmet”ten maksadın nübüvvet olduğu da söylenmiştir. Yine Allah ona, dilediği şeyleri öğretmiştir. Demiri yumuşatarak zırh yapması, kuşların dilini bilmesi ve dağlarla beraber zikretmesi buna misal verilebilir.
Âyet-i kerîmenin devamında, “Eğer Allah bu şekilde insanların bir kısmı eliyle diğer bir kısmını bertaraf etmeseydi, hiç şüphesiz yeryüzü fesâda uğrar, dirlik ve düzen kalmazdı. Fakat Allah, bütün varlıklara çok büyük lutuf ve inâyet sahibidir” (Bakara 2/251) buyrularak toplum hayatında cârî olan ilâhî nizamın bir ölçüde izahı yapılmaktadır. Şâyet Allah Teâlâ savaşı meşrû kılarak haksızlık, bozgunculuk ve saldırganlık taraftarlarını, yeryüzünün ıslahı, düzeni ve imârı için gayret gösteren mücahitlerle defetmeseydi böylece iyilik yanlılarını, çocukları ve kadınları korumasaydı, her taraf bozguna uğrar, düzen dağılır, çoluk çocuktan, ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. İnsanlar devamlı olarak bozguncuların ve saldırganların hücumuna uğrar, çiğnenir ve mahvolurlardı. Sosyal adâlet ve eşitlik kaybolur, nihayet fıtrat-ı selîmesi bozulan herkes saldırganlaşır, karşı koyacak bir güç bulunmayınca da hepsi mahvolurdu.
Diğer taraftan, Allah Teâlâ insanlar arasında ictimâî dengenin kurulmasını birtakım sebeplere bağlamıştır. Bu itibarla insanların bir kısmı zengin bir kısmı fakir, bir kısmı güçlü bir kısmı zayıf, bir kısmı sıhhatli bir kısmı hasta, bir kısmı mü’min bir kısmı münkir olarak imtihan sahnesinde yerini almıştır. İnsanların cemiyet hâlinde yaşayabilmeleri, bu gruplar arasında kurulacak sıhhatli münâsebetlere bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında tıpkı elektrik yüklü artı ve eksi kutuplar arasında kıvılcım ve enerji meydana gelmesi gibi, ıslah edici ve ifsat edici insanlar arasında vuku bulan mücâdele ve savaşlarda da pek çok hikmetler bulunmaktadır. Çünkü Allah, bütün varlıklara ve bu arada özellikle akıl sahibi olan insanlık âlemine sonsuz bir lutuf ve rahmet sahibidir. O, asla fesada razı olmayacağı gibi, yeryüzünün imar edilmesini, üzerinde insanların lutuf ve ikramıyla yaşamasını, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere ulaşmalarını istemektedir. Bu bakımdan fesadın ortadan kalkıp düzenin tesisi için; salah ve hayır sahiplerinin, bozgunculuk yapanları defetmesi lazımdır. İşte Allah, savaşı bu hikmetle meşrû kılmıştır.
Bütün bunlar, Allah’ın ibret alınacak, üzerinde düşünülüp gereği yapılacak âyetleridir. Bu âyetleri Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e her türlü şüphe ve hatadan, bozulup değiştirilmeden uzak bir şekilde sırf hak ve gerçek olarak vahyetmiştir. Zira Hz. Muhammed (s.a.s.), şüphesiz ilâhî vahye muhatap olan peygamberlerden biridir. O halde peygamber olarak vazife ve sorumluluğunu harfiyen yerine getirmelidir.
Fakat Allah’ın seçkin kulları olan peygamberlerin de fazilet ve makam itibariyle birbirinden fark eden yönleri vardır. Gelen âyet bu hakikati beyân etmektedir:
252. İşte bunlar Allah’ın âyetleridir ki, Rasûlüm, onları sana dosdoğru bir şekilde okuyoruz. Çünkü sen de, hiç şüphesiz o peygamberlerden birisin.
Âyet- kerîmelerden anlaşılacağı üzere Allah yolunda savaşacak asker:
› Korkulu ve dehşetli manzaraları gördüğünde çok sabırlı olmalıdır. Bu, savaşacak kimseler için gerekli birinci esastır. Çünkü korkak askerlerden beklenen fayda elde edilemez.
› Savaş için gerekli olan silahlar ve aletler olmalı; insanın sebat edip durmasını sağlayacak ve kaçmaya yeltenmesini engelleyecek güzel bir birlikle beraber bulunulmalıdır.
› Düşmanı yenebilmeleri için, düşmandan daha çok yiyecek ve içeceğe sahip olmalıdırlar.
› İlâhî yardımın geleceğine inanıp Cenâb-ı Hakk’a tazarrû hâlinde bulunmalıdırlar. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 158)
İki ordu karşılaştığında, Câlût, kendisiyle mübârezeye çıkacak, yâni ordusunu temsîlen kendisiyle vuruşacak bir er diledi. Karşısına Dâvûd (a.s.) çıktı, sapanını çıkardı ve taşını yerleştirerek Câlût’a fırlattı. Taş, Câlût’un tam alnına isâbet etti ve atından düşerek öldü. Bu hâdise, insanların nazarında kuvvetli görünenin, hakîkatte zayıf, zayıf görünenin de Allah’ın yardımıyla kuvvetli olabileceğini göstermektedir.
Bu zaferden sonra Allah Teâlâ, Dâvûd (a.s.)’a hükümdarlık ve hikmet yâni peygamberlik verdi. “Hikmet”, işleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak, yerli yerine koymaktır. Bu mânanın kemâli ve zirvesi ise, ancak nübüvvet ile gerçekleşir. Bu sebeple buradaki “hikmet”ten maksadın nübüvvet olduğu da söylenmiştir. Yine Allah ona, dilediği şeyleri öğretmiştir. Demiri yumuşatarak zırh yapması, kuşların dilini bilmesi ve dağlarla beraber zikretmesi buna misal verilebilir.
Âyet-i kerîmenin devamında, “Eğer Allah bu şekilde insanların bir kısmı eliyle diğer bir kısmını bertaraf etmeseydi, hiç şüphesiz yeryüzü fesâda uğrar, dirlik ve düzen kalmazdı. Fakat Allah, bütün varlıklara çok büyük lutuf ve inâyet sahibidir” (Bakara 2/251) buyrularak toplum hayatında cârî olan ilâhî nizamın bir ölçüde izahı yapılmaktadır. Şâyet Allah Teâlâ savaşı meşrû kılarak haksızlık, bozgunculuk ve saldırganlık taraftarlarını, yeryüzünün ıslahı, düzeni ve imârı için gayret gösteren mücahitlerle defetmeseydi böylece iyilik yanlılarını, çocukları ve kadınları korumasaydı, her taraf bozguna uğrar, düzen dağılır, çoluk çocuktan, ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. İnsanlar devamlı olarak bozguncuların ve saldırganların hücumuna uğrar, çiğnenir ve mahvolurlardı. Sosyal adâlet ve eşitlik kaybolur, nihayet fıtrat-ı selîmesi bozulan herkes saldırganlaşır, karşı koyacak bir güç bulunmayınca da hepsi mahvolurdu.
Diğer taraftan, Allah Teâlâ insanlar arasında ictimâî dengenin kurulmasını birtakım sebeplere bağlamıştır. Bu itibarla insanların bir kısmı zengin bir kısmı fakir, bir kısmı güçlü bir kısmı zayıf, bir kısmı sıhhatli bir kısmı hasta, bir kısmı mü’min bir kısmı münkir olarak imtihan sahnesinde yerini almıştır. İnsanların cemiyet hâlinde yaşayabilmeleri, bu gruplar arasında kurulacak sıhhatli münâsebetlere bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında tıpkı elektrik yüklü artı ve eksi kutuplar arasında kıvılcım ve enerji meydana gelmesi gibi, ıslah edici ve ifsat edici insanlar arasında vuku bulan mücâdele ve savaşlarda da pek çok hikmetler bulunmaktadır. Çünkü Allah, bütün varlıklara ve bu arada özellikle akıl sahibi olan insanlık âlemine sonsuz bir lutuf ve rahmet sahibidir. O, asla fesada razı olmayacağı gibi, yeryüzünün imar edilmesini, üzerinde insanların lutuf ve ikramıyla yaşamasını, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere ulaşmalarını istemektedir. Bu bakımdan fesadın ortadan kalkıp düzenin tesisi için; salah ve hayır sahiplerinin, bozgunculuk yapanları defetmesi lazımdır. İşte Allah, savaşı bu hikmetle meşrû kılmıştır.
Bütün bunlar, Allah’ın ibret alınacak, üzerinde düşünülüp gereği yapılacak âyetleridir. Bu âyetleri Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e her türlü şüphe ve hatadan, bozulup değiştirilmeden uzak bir şekilde sırf hak ve gerçek olarak vahyetmiştir. Zira Hz. Muhammed (s.a.s.), şüphesiz ilâhî vahye muhatap olan peygamberlerden biridir. O halde peygamber olarak vazife ve sorumluluğunu harfiyen yerine getirmelidir.
Fakat Allah’ın seçkin kulları olan peygamberlerin de fazilet ve makam itibariyle birbirinden fark eden yönleri vardır. Gelen âyet bu hakikati beyân etmektedir:
253. İşte şu peygamberler ki, biz onların bazısını bazısına üstün kıldık. İçlerinden biriyle Allah doğrudan konuşmuş, birini ise derecelerle yükseltmiştir. Biz, Meryem oğlu İsa’ya apaçık mûcizeler verdik ve onu Rûhu’l-Kudüs’le destekleyip güçlendirdik. Eğer Allah dileseydi, o peygamberlerin hemen ardından gelen insanlar, kendilerine bu kadar açık deliller ulaştıktan sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Ne var ki, aralarında anlaşmazlığa düştüler de onlardan iman eden de oldu, inkâr eden de. Şâyet Allah dileseydi onlar birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat Allah dilediğini yapar.
Peygamberlik Allah Teâlâ’nın, seçtiği bir kısım kullarına katından bir lutuf olarak ihsan ettiği yüksek bir makamdır. Bir insanın, sadece kendi gayretleriyle bu makama ermesi mümkün değildir. Cenâb-ı Hak, insanların yollarını aydınlatmak üzere kutsal kitaplarda isimlerini zikrettiği veya etmediği pek çok peygamber göndermiştir. Bunlar “doğruluk, güvenilirlik, akıllılık, günahsızlık ve tebliğ” gibi peygamberliğin asgari şartlarını taşımada müşterektirler. Dolayısıyla onların peygamber olduğuna inanır ve bu açıdan onlar arasında bir ayırım yapmayız. (bk. Bakara 2/285) Ancak ilâhî kanunun bir tecellisi olarak bütün alanlarda görülen derece ve fazilet farkı, peygamberler arasında da görülür. Onlar, âyet-i kerîmenin de beyân buyurduğu üzere manevî faziletler, ruhî meziyetler, gösterdikleri mûcizeler, kendilerine indirilen semavî kitaplar ve icra ettikleri fonksiyonlar yönünden farklılık arzetmektedirler.
Âyet-i kerîmedeki, “İçlerinden biriyle Allah doğrudan konuşmuş” (Bakara 2/253) ifadesiyle Tûr-i Sînâ’da ve belirlenmiş gecelerde Allah Te’âlâ’nın sözünü aracısız ve elçisiz dinleyen Hz. Mûsâ kastedilmiştir. “Birini ise derecelerle yükseltmiştir” (Bakara 2/253) ifadesi ile Mîrac gecesi Sidre-i Müntehâ’dan geçirilip “ yayın iki ucu arası kadar veya daha az” (Necm 53/9) sırrı ile mutlak yakınlık makamında âlemlere rahmet olarak gönderilen, kendisine Makam-ı Mahmûd lütfedilen, Allah’ın sevgilisi ve en son peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) kastedilmiştir. Meryem oğlu İsa ise açık olarak ismen zikredilmiştir. Allah Teâlâ ona ölüleri diriltme, hastaları şifaya kavuşturma, körü ve ala tenliyi iyileştirme, çamurdan kuş yaratma, gaybî şeylerden haber verme gibi büyük mûcizeler ve peygamberliğini kanıtlayan apaçık deliller vermiştir. (bk. Âl-i İmrân 3/49-50; Mâide 5/110) Ayrıca onu, anne rahmine üflenmesinde, doğumunda, hayatı boyunca ve göğe kaldırılırken Rûhu’l-Kudüs yâni mukaddes, tertemiz rûh olan Cebrâil ile desteklemiştir. Âyetin ifade üslûbundan da kolayca anlaşılacağı üzere bütün bu üstünlükler, peygamberlerin kendi kespleriyle değil, mahza ilâhî bir ikramdır.
Resûlullah (s.a.s.), zaman zaman peygamberler arasındaki fazilet üstünlüğünün gündeme getirilip tartışılmasını edeben uygun görmemiş ise de (bk. Buhârî, Enbiyâ 35; Müslim, Fedâil 159), yeri geldiğinde bizzat kendi faziletlerini dile getirdiği de olmuştur:
“Altı şeyle diğer peygamberlerden üstün kılındım: Bana cevâmi‚u’l-kelim yani az sözle çok mâna ifade etme özelliği verildi. Düşmanın gönlüne korku salmakla yardım olundum. Bana ganimet helâl kılındı. Yeryüzü benim için temiz kılınıp mescid sayıldı. Bütün insanlara peygamber olarak gönderildim ve peygamberlik benimle sona erdi.” (Buhârî, Teyemmüm 1; Müslim, Mesâcid 3, 5)
“Ben Allah’ın habîbiyim[1], fakat övünme yok. Kıyamet günü Hamd sancağını taşıyacağım, fakat övünme yok. Kıyamet günü ilk şefaat edecek ve ilk şefaat edilecek benim, fakat övünme yok. Cennet kapılarının halkalarını ilk hareket ettirecek ben olacağım, Allah benimle cennet kapılarını açacak, benimle birlikte fakir mü’minler cennete girecek, fakat övünme yok. Ben öncekiler ve sonrakiler arasında en kerîm[2] insanım, fakat övünme yok.” (Tirmizî, Menâkıb 1/3616)
Hasılı Allah Te’âlâ, beşeriyet tarihi boyunca her dönemde, o dönemde yaşayan insanların istidat ve ihtiyaçlarına göre peygamberler göndermiş, şeriatler indirmiş ve teklifler koymuştur. İlk peygamber Hz. Âdem’e ancak o zamanki insanların istidatlarına uygun olarak on sahifeden ibaret ilâhî hükümler indirilmiştir. İnsanlığın istidat, kabiliyet ve ihtiyaçları peyderpey geliştikçe, gönderilecek peygamber ve indirilecek kitap ona göre seçilmiştir. Peygamberler, gönderildikleri ümmetlerin birer öğretmeni olmuşlardır. Onlara Allah’ın âyetlerini okuyup tebliğ etmişler, iman kardeşi olmanın, dünya ve âhirette mutlu olmanın yollarını göstermişlerdir. Onların vazîfesi, sadece tebliğdir; kimseyi zorla imana getirmek ve itaate sevketmek değildir. Dünyanın insan için bir imtihan alanı olmasının hikmeti de budur. Bu sebeple onların davetine herkes aynı ciddiyet ve samimiyetle kulak vermemiştir. İnsanlar ihtilâf etmişler; aynı inanca sahip olma ve aynı istikâmete yönelmede anlaşmazlığa düşmüşlerdir. İçlerinden inananlar olduğu gibi belki onlardan daha fazla inkâr edenler olmuştur. Bunun tabiî bir neticesi olarak insanlık tarihi boyunca inananlarla inanmayanlar arasında sürekli bir savaş hali devam edegelmiştir. Âyet-i kerîme bunun Allah’ın dilemesine bağlı olarak vuku bulduğunu, eğer Allah dilemeseydi savaşların ve insanların birbirlerini öldürmelerinin mümkün olmayacağını haber vermektedir. Fakat ilâhî irade, savaşın ve öldürmenin olması yönünde tecelli etmiştir. Dünyevî, uhrevî ve ictimâî dengeler açısından bu kaçınılmaz olmuştur. Şairin ifaedsiyle:
“Nedir murâdı bilinmez, fakat Hakîm-i ezel
Cihânı ma‘reke halk eylemiş, hayatı cedel.” (Mehmet Akif Bey)
“Rabbimizin muradını tam olarak bilemesek de, insanlık tarihi boyunca yaşanan olaylar şunu göstermektedir ki, Allah Teâlâ dünyayı bir savaş alanı kılmıştır, hayatı da baştan sona hararetli bir mücâdele.”
Önemli olan bu savaş alanında mücadelemizi düzgün yapıp, hiçbir ticaret ve dostluğun bulunmadığı o büyük güne hazırlanmaktır:
254. Ey iman edenler! İçinde hiçbir alışverişin, dostluğun ve şefaatin geçerli olmayacağı bir gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zâlimlerin ta kendileridir.
Dünya imtihan, âhiret sonuçların açıklandığı
yerdir. Dünya çalışma, âhiret çalışmaların karşılığının alındığı yerdir. Dünya
ekim, âhiret ise biçim yani ürünleri toplama yeridir. Bu sebeple âyet-i kerîme,
dünya hayatının en güzel şekilde değerlendirilmesini, bunun için de Allah’ın
verdiği rızıkların yine O’nun yolunda cömertçe harcanmasını istemektedir. İster
farz, ister nâfile olsun her türlü iyilik yollarında harcamaya teşvik
etmektedir. Çünkü bu, büyük bir fırsattır, bu fırsatın kaçırılmaması bizim
lehimizedir. Öldükten sonra artık böyle bir fırsatın tekrar ele geçmesi imkânsızdır.
Cenâb-ı Hakk’ın, son nefesteki halini haber verdiği şu kimselerin durumu ne
kadar hazîndir:
“Sizden birine ölüm gelip de: «Rabbim! Ne olurdu ecelimi biraz daha
erteleseydin de sadaka verip iyi kullardan olsaydım!» diye yalvarmadan önce
size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. İyi bilin ki Allah, eceli
geldiğinde hiç kimsenin ölümünü bir an geri bırakmaz. Allah, bütün
yaptıklarınızdan hakkiyle haberdardır.” (Münafikûn
63/10-11)
Zira ölüm ve kıyametten sonra çok dehşetli
bir gün gelecektir. O günde alış veriş yapmak mümkün değildir ki eksiklerimizi
tamamlayabilelim; dostluk yoktur ki dostlarımızdan yardım talep edebilelim;
Allah’ın izni hâricinde şefaat yoktur ki günahlarımızın affı için şefaatçilere
güvenebilelim.[1] O
halde böyle dehşetli bir güne hazırlık yapmak, malı ve canı Allah yolunda harcamak
ve orada pişmanlık acıları içinde mahrum kalmamaya çalışmak gerekir. Allah’ın
âyetlerini ve âhiret gününü inkâr edip, orası için bir endişe taşımayan veya
bir şekilde yakasını kurtarabileceğini düşünen, bu sebeple de malını sadece
nefsânî arzularını tatmin yolunda İsrâf eden ve böylece ebedi azabı hakeden
kâfirler, zalimlerin ta kendileridir. Onlar gibi davranmamalı, hatta onları da
bu yanlış yoldan kurtaramaya çalışmalıdır.
Hidâyete erip kemâl yolunda terakki
edebilmek, Allah Teâlâ’yı tanımaya bağlıdır. İşte şimdi, Cenâb-ı Hakk’ın zât ve
sıfatlarını tanıtan en büyük âyet-i kerîme gelmektedir:
[1] Ancak Allah izin verdiği takdirde, peygamberler, melekler, şehîdler, Kur’an
ve bir kısım mü’minler bazı kimseler için şefaat edebileceklerdir. (bk. Tâhâ
20/109; Enbiyâ 21/28; Buhârî, Tevhid 24; Müslim, İman 302; Ebû Dâvûd, Cihâd 28;
Dârimî, Fezâilu’l-Kur’ân 1)
255. Allah ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, ebedî diridir. Varlığı kendinden olup bütün kâinatı yönetendir. O’nu ne bir uyuklama ne de bir uyku yakalayabilir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmadan O’nun huzurunda kim kalkıp da şefaat edebilir? O, kullarının geleceğini de bilir, geçmişini de. Kullar ise, dilediği dışında O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kuşatmıştır. Dolayısıyla her ikisini de koruyup gözetmek O’na asla ağır gelmez. En yüce ve en büyük yalnız O’dur.
İçinde
“kürsî” kelimesi geçtiği için bu âyet-i kerîmeye “Âyetü’l-Kürsî” denilmiştir. Fazilet
itibariyle Kur’an’ın en büyük âyetidir.
Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), Übey b. Ka‘b’a “Allah’ın kitâbında en
büyük âyet hangisidir?” diye sorup “Âyetü’l-Kürsî’dir” cevâbını alınca onu
tebrik etmiştir. (Müslim, Müsâfirîn 258; Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 14)
Peygamber
Efendimiz ayrıca, “yatağına girerken Âyetü’l-Kürsî’yi okuyanı Allah
Teâlâ’nın koruyacağını ve şeytanın ona yaklaşamayacağını” (Buhârî, Vekâlet
10), “bu âyetin içinde Allah’ın en yüce isminin bulunduğunu” (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, VI, 461) ve “bunun Kur’an âyetlerinin efendisi
olduğunu” (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân 2) haber vermektedir. Abdullah b.
Mesud (r.a.) de şöyle der: “Kim Bakara sûresinin ilk dört âyetini,
Âyetü’l-Kürsî’yi ve peşinden gelen iki âyeti, bir de Bakara sûresinin son üç
âyetini okursa ona ve âilesine o gün şeytan yaklaşamaz ve hoşuna gitmeyecek bir
durumla karşılaşmaz…” (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 14)
Görüldüğü
üzere Âyetü’l-Kürsî, ifade ettiği mânalar itibariyle en büyük âyet ünvânını
almıştır. Zira o, Allah’ın isimleri ve sıfatları hususunda, hiçbir âyette
bulunmayan bilgiler içermektedir. Onda açık ve kapalı olarak tam on yedi yerde
“Allah” ismi geçmektedir.
Allah
Teâlâ, öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka ilâhlığa layık hiçbir varlık yoktur.
Kulluk edilmeye hak sahibi tek ilâh, yalnızca O’dur. Çünkü O Hayy’dir; diridir,
ezelî ve ebedî bir hayata sahiptir. Dolayısıyla ölmesi ve fenâ bulması mümkün
değildir. Bu vasfıyla Allah, bilinmesi gereken her şeyi idraki altında toplayan
ve bütün varlığı kendi fiili altında bulundurandır. Yine O Kayyûm’dur; bütün
varlıkları ayakta tutan, görüp gözeten, yöneten, onları bir an bile ilmi ve
ilgisi dışında bırakmayandır. O’nun varlığı kendiliğinden olduğu gibi, diğer
bütün varlıkların var oluşları ve varlıklarını devam ettirebilmeleri de O’na
bağlıdır. Allah öyle Hayy ve öyle Kayyûm’dur ki O’nu asla ne bir uyuklama ne de
bir uyku tutabilir. Çünkü uyukluyan veya fiilen uyuyan birinin o kadar çok ve
muazzam varlıkları koruması, yönetmesi, kollayıp gözetmesi mümkün olamaz.[1]
Yerde
ve gökte olan her şey, bütün mahlûkât yalnızca O’nundur. Başka hiçbir kimsenin
onda bir ortaklığı, söz ve tasarruf sahibi olması düşünülemez. Şefaat meselesi
de, kendilerine putlarının şefaat edeceğine inanan müşriklerin zannettiği kadar
kolay bir durum değildir. Allah izin vermedikçe, O’nun yanında hiç kimse en
küçük bir şefaatte bulunamaz. Ancak başta Peygamber Efendimiz olmak üzere,
Allah’ın izin verdiği bazı kimseler, yine Allah’ın dilediği kişilere dilediği
ölçüde şefaat edebileceklerdir. (bk. Müslim, İman 327; Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme
13)
Âyetin, “O, kullarının geleceğini de bilir, geçmişini de” (Bakara 2/255) kısmına şu
şekilde mâna vermek mümkündür: Allah, onların gelmiş ve geçmiş, gizli ve açık
bütün hallerinden haberdardır. Allah onların önlerinde olan dünya işlerini ve
arkalarındaki âhıret hâllerini bilir. Veya önlerinde bulunan ve varacak
oldukları âhıreti ve arkalarında bıraktıkları dünyayı bilir. Yahut gökten yere kadar
önlerinde olan her şeyi ve bunların ötesindeki semâlarda bulunanları bilir.
Öldükten sonra karşılaşacakları her şeyi ve yaratılmalarından önceki
durumlarını veya hayır ve şerden yapıp gönderdikleri ile bundan sonra
yapacaklarını hakkıyla bilir. Bu ifade, aynı zamanda Allah Teâlâ’nın, sevap
veya ceza gerektiren bir durumda, şefâatçinin ve şefâat edilen kimsenin
ahvalini çok iyi bildiğini de açıklamaktadır. Her şeyi bilen sadece Allah’tır.
O’ndan başkası, ancak O’nun dilediği kadar bilgi sahibi olabilir. Yaratıkların
herhangi birinin bilgisiyle ilâhî bilginin kıyaslanması mümkün değildir.
Âyetin,
“O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kuşatmıştır. Dolayısıyla her ikisini de koruyup
gözetmek O’na asla ağır gelmez” (Bakara
2/255) kısmına gelince; Arapçada اَلْكُرْسِيُّ
(kürsî) kelimesi, üzerine oturmak için tahtadan yapılan ve Türkçede sandalye,
koltuk veya taht olarak ifade edilen bir ev eşyasıdır. Mecazi olarak saltanat,
iktidar ve hükümranlık mânasında da kullanılır. Burada Allah Teâlâ’nın
yüceliğini, azamet ve kibriyâsını anlatmak için kullanılmıştır. Allah’ın azamet
ve yüceliği, saltanat ve hükümranlığı gökleri, yeri ve bütün varlıkları
kuşatmıştır. O’nun ihatası dışında bir varlık tasavvur etmek imkânsızdır.
Şâir
der ki:
“Kürsî-i celâlin ki semâlarla zemînler,
Bir nokta kadar sahn-ı muhîtinde tutar yer.” (Mehmet Âkif
Bey)
“Allahım!
Senin Kürsün yani iktidar ve saltanatın o kadar büyük, o kadar muazzamdır ki,
bütün gökler ve yerler o geniş saha içinde ancak bir nokta kadar yer
tutabilir.”
Bu
bakımdan gökleri ve yeri ayakta tutması, gözetmesi, koruyup kollaması Allah Teâlâ’ya
asla ağır gelmez. Bunu son derece kolay bir şekilde yapar. Çünkü O Aliyy’dir;
yücedir, benzeri ve ortağı olmaktan münezzehtir. Yine O Azîm’dir; büyüktür,
O’na nispetle her şey küçücük kalır. Buradaki “yücelik” Allah’ın kadrinin,
şerefinin ve kudretinin yüceliğini; “büyüklük” de yine Allah’ın mehâbet, kahır
ve kibriyâsının büyüklüğünü ifade eder. Zira Allah, cisimlere ait sıfatlardan pak
ve uzaktır.
Yüce
Rabbimiz, bu şekilde kendini tanıtmakta ve insanlardan özgür iradeleriyle
kendisini tanıyıp varlığını, birliğini ve tek ilâh oluşunu kabullenmelerini
istemektedir. Ancak bu konuda insanlar üzerinde herhangi bir zor kullanmanın
asla doğru olmadığını şöyle ferman buyurmaktadır:
[1] Anlatıldığına göre, Mûsâ (a.s.) rüyâsında
meleklere: “Rabbimiz uyur mu?” diye sordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ, meleklere
onu uyku bastırınca üç kez uyandırmalarını ve uyumaya bırakmamalarını emretti. Sonra
Mûsâ’ya: “Eline iki dolu bardak almasını” emir buyurdu. O da aldı. Hemen
Mûsâ’yı uyku tuttu ve bardakların ikisi de elinden yere düşüp kırıldı. Sonra
Allah Teâlâ, Mûsâ’ya: “Ben, kudretimle gökleri ve yeri ayakta tutmaktayım.
Şayet bana uyku veya uyuklama arız olsa yer ve göklerin hali nice olurdu” diye
vahyetti. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 146)
256. Dinde zorlama yoktur. Gerçekten doğru eğriden ayrılıp iyice belli olmuştur. Artık kim şeytânî güçleri inkâr edip Allah’a inanırsa, muhakkak kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa sarılmış olur. Allah, işitendir, bilendir.
İslâm,
hem insanların bir dini benimsemelerinde hem de dinin hâricinde herhangi bir
konuda “zorlama”yı yasaklamıştır. Sadece dîne değil, her neye olursa olsun İslâm’a
göre “zorlama” sayılabilecek bütün fiiller haram kılınmıştır. Dinin hedefi,
zorlamak değil, hak ve özgürlüklerine karşı girişilen bu tecâvüz ve baskıdan
insanları korumaktır. Dolayısıyla İslâm dininin hâkim olduğu yerlerde zorlama
bulunmaz veya bulunmamalıdır. müslümanların böyle bir hedefi gerçekleştirme
vazifeleri vardır.
Din;
iman ve amelden oluşur. Kişinin, gönüllü olarak bir dine girmesi, onun iman
esaslarını kabul etmesi ve emirlerini yerine getirmesi gerekir. Karşılığını
alabilmek için dinin emir ve yasakalrının güzel bir niyet ve gönül hoşluğuyla
ifâ edilme şartı vardır. İman gönül işidir. Dolayısıyla bir insanın sözle
“inandım” dese bile zorla inanması mümkün değildir. Zorla kılınan namazdan,
tutulan oruçtan ve yapılan herhangi bir işten de istenen neticenin
alınamayacağı açıktır. O halde İslâm’a göre herkes vazifesini kendi özgür irade
ve ihtiyarıyla yapmalı ve herhangi bir zorlama olmadan yaşamalıdır. Cihadın
hikmeti de budur. İnsanları zorlama ve baskılardan korumak, Allah’ın kelimesini
yüceltmek, hiç kimseyi sahip olduğu inançtan zorla çıkarmaya çalışmayıp,
bilakis hakkın gönüllü olarak kabul edilmesini ve yayılmasını sağlamak, buna
engel olmak isteyenleri ve onların zorlamalarını da bertaraf etmektir. Yoksa
insanları bir dini kabule veya din değiştirmeye zorlamak değildir. Bu hususa
ışık tutan bir âyet-i kerîme meâli şöyledir:
“Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunan herkes elbette topluca
iman ederdi. Hal böyleyken sen şimdi iman edinceye kadar insanları zorlayıp
duracak mısın? Oysa Allah’ın izni olmadan hiçbir kişinin iman etmesi mümkün
değildir. Allah, akıllarını kullanmayanların kalpleri üzerine manevî pislikler
yağdırır.” (Yûnus 10/99-100)
İslâm’ın
ilk yıllarında müşriklerin baskı, zulüm ve işkencelerine karşı müslümanlara
fiilî müdâhele yasaklanarak sadece sabretmeleri tavsiye edilmiş, Mekke dönemi
bu şekilde bitmiştir. Medine’ye hicret edip bir devlet kurularak belli bir
kuvvet elde edildikten sonra, önce zulme uğramaları sebebiyle savaşmalarına
izin verilmiş (Hac 22/39), sonra haddi aşmamak şartıyla kendileriyle
savaşanlarla Allah yolunda savaşmaları emredilmiş (Bakara 2/190), bunu
müteakiben ise fitne kalmayıncaya ve hâkimiyet sadece Allah’ın oluncaya kadar kâfirlerle
savaşmaları (Bakara 2/193) istenmiştir. Hudeybiye anlaşması ve Mekke’nin
fethiyle bu hedefe de ulaşılmış, sonra bu âyet-i kerîme gelerek dinde zorlamayı
tamamen ortadan kaldırmıştır. Ancak savaş durumları, müslüman toplum düzenini
yıkmaya çalışanlara müdâhele, zorlamalara mukabele ve işlenen suçlara ceza bu
hükmün dışındadır. Zorlamanın olmaması için İslâm toplumunda fitne kalmayacak,
diğer din mensupları cizyelerini vererek kanunlara uygun yaşayacak ve toplum
düzenini bozup başkalarının hak ve özgürlüklerine zarar verecek durumlar
bulunmayacaktır. Zira bu tür durumlara ait hükümlerin ayrı olarak
değerlendirilmesi ve uygulanması gerekir.
İslâm’ın
hükümlerinin açıklanması, ferdî ve ictimâî hayatta yaşanıp yerleşmesiyle hakla bâtıl,
hayırla şer, doğruyla eğri olan, imanla küfür tam olarak birbirinden ayrılmış
ve gerçek açıkça ortaya çıkmıştır. İsteyen hür iradesiyle doğruyu da eğriyi de
seçebilir: “De ki: «Gerçek, Rabbinizden gelmiştir. Artık dileyen iman etsin, dileyen
inkâr etsin.»” (Kehf 18/29) âyeti de bu hususa işaret eder. Fakat kim hür
iradesini imandan yana kullanır, önce şeytânî güçleri reddeder, لَا إِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ (lâ ilâhe illallah) “Allah’tan
başka ilâh yoktur” diyerek bütün putları kalbinden siler, akabinde Allah’a ve
O’nun istediği hususlara iman ederse kopması asla mümkün olmayan en sağlam
kulpa sarılmış olur. Bu sağlam kulp, Allah’ın kullarını cennete ulaştırmak için
indirdiği Kur’an kulpudur. Kur’an’ın öğrettiği İslâm, iman ve ihsan kulpudur.
Âyette geçen الطَّاغُوتُ (tâğût) kelimesi,
“azgın, azman, azdıran, sınırları aşan, tuğyân eden” mânalarına gelir. Kur’an
dilinde bu kelime insan, şeytan, put, nefis, hevâ ve heves gibi Allah’ın
dışında kendisine tapılan her şeyi ifade eder. O halde tâğûtların çürük,
asılsız, kırılıp dökülecek ve kendilerini tutunanı düşürüp parçalayacak
kulplarına değil, ezelden ebede şaşmaz, yanılmaz, uyumaz, uyuklamaz, hayy ve
kayyûm, bütün yer ve göklerin yegâne sahibi, sonsuz ilim, hikmet, güç ve kudret
sahibi Allah’ın kopmaz, yıpranmaz, kırılmaz sapasağlam kulpuna bütün
varlığımızla sarılmak aklın bir gereğidir. Bu hayatî imtihanı başarabilenin
dostu ve yardımcısı Allah olacaktır:
257. Allah, iman edenlerin dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise şeytânî güçler olup onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. Onlar cehennemin yoldaşlarıdır ve orada ebedî kalacaklardır.
Velî;
dost, yakın, sevgili, işleri üzerine alan kimse demektir. Bu bakımdan velî,
velâyeti altındakini sahiplenir, sever, korur, yardımcısı olur ve menfaatini
gözetir. Allah, iman edenlerin dostudur. Onları sever, işlerini yoluna koyar ve
onların faydasına olacak şeyleri yapar. En faydalı iş, küfürden kurtulup doğru
yola erişmektir. İşte Allah, dostluğun en büyük ikramı olarak mü’minleri küfür,
şirk, günah, şek ve şüphe karanlıklarından kurtarıp iman, İslâm, ihsân
aydınlığına ulaştırır. Kâfirlerin dostları ise, Allah’ı bırakıp peşinden
gittikleri tâğûtlar yani putları, şeytanları, nefisleri, her türlü hevâ ve
hevesleridir. Zira Allah’ı inkâr eden kimse, sadece bir değil yüzlerce tâğûtun
kölesi olur. Bunlar ise velâyeti altında bulunanları bin bir türlü hîle, desîse
ve vesveseyle hidâyet, iman, Kur’an nûrundan uzaklaştırıarak küfür, şirk, türlü
türlü günahlar, sayısız şek ve şüphe karanlıklarına sürüklerler. Böylece içinde
sonsuza dek kalmak üzere cehennem yoldaşı olmalarına neden olurlar.
Şimdi ise son derece dikkat çekici olaylarla
birlikte şeytânî güçleri inkâr edip Allah’a inanmanın gerekliliğini ortaya
koyan delilleri göstermek üzere buyruluyor ki:
258. Allah’ın kendisine verdiği mülk ve saltanatla şımarıp İbrâhim ile Rabbi hakkında tartışmaya girişeni görmedin mi? İbrâhim: “Benim Rabbim dirilten ve öldürendir” dediği zaman o: “Ben de diriltir ve öldürürüm” demişti. İbrâhim: “Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu batıdan getir bakalım” deyince o kâfir ne diyeceğini bilemez halde donup kaldı. Allah, böylesi zâlimler gürûhuna doğru yolu göstermez.
Hz.
İbrâhim’le Allah Teâla hakkında tartışmaya giren bedbahtın Nemrûd b. Ken’ân
olduğu rivayet edilir. İnsanlık tarihinde kibirlenerek ilk kez rablik
iddiâsında bulunan kimse odur. Allah kendisine büyük bir saltanat ve
hükümranlık vermişti. Onu bolluk ve zenginlikle imtihan etmişti. Buna karşılık
o, Rabbine çokça şükretmesi lâzım gelirken, aksine baş kaldırmış ve azgınlardan
olmuştur.
Hz.
İbrâhim yıldızlara, aya ve güneşe tapan putperest bir kavmi Allah’ın birliğine
davet eden bir peygamberdir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu yönüyle daha çok öne
çıkmaktadır. Bu sırada dönemin zalim hükümdarı Nemrud’u da tevhide davet
etmiştir. Nemrud, “Bizi kendine inanmaya çağırdığın Rabbin kimdir?” diye
sorunca Hz. İbrâhim, Cenâb-ı Hakk’ın en bilinen ve görünen iki sıfatını öne
çıkararak “Benim Rabbim, canlıları dirilten, yoktan var edip onlara can veren,
sonra ecelleri geldiği zaman da onları öldürendir” diye cevap vermiştir.
Nemrud, bu apaçık gerçeği hemen kabul edip imana geleceği yerde, nefs-i
emmâresinin gölgesinde kalarak ve gurura kapılarak: “Ben de diriltir ve
öldürürüm” demiştir. Rivayete göre Nemrûd iki adam çağırtıp bunları hapsetmiş,
sonra birini öldürüp diğerini serbest bırakmış ve “İşte ben bunu öldürdüm, şunu
da dirilttim” demişti. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 36) Bu cevabı
üzerine onun kör bir inat içinde olduğunu anlayan Hz. İbrâhim, bu hususta
tartışmayı daha fazla uzatmadan Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren ikinci
bir delil getirmiş: “Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu
batıdan getir bakalım” (Bakara 2/258) demiştir. “Eğer kendini bu kadar
güçlü hissediyorsan, Allah’ın yaptığı işleri yapmağa muktedir isen bu senin
için gayet kolaydır ve hemen yapabilmen gerekir” demek istemiştir. Bu,
Nemrud’un bir önceki gibi karışıklık ve göz boyayıcılık yapabileceği bir durum değildi.
Dolayısıyla şaşırıp kaldı, söyleyecek söz bulamadı, dili tutuldu. İddiasının
asılsızlığı açıkça ortaya çıkarak tartışmada yenilen ve kaybeden taraf oldu.
Çünkü Allah zâlimleri; akıllarını Allah’ı tanıyıp, varlığının delilleri
üzerinde düşünerek O’na kulluk etme yolunda değil, tam aksine O’nu tanımama ve
baş kaldırma yolunda kullanmak suretiyle kendilerine zulmedenleri doğru yola
erdirmez.
Allah’ın
kudretini gösterip, ölüleri yeniden diriltmesine hiçbir engelin olmadığını
kanıtlama bakımından şu örnek de pek dikkat çekicidir:
259. Veya şu kimsenin hâline bakmaz mısın ki o, altı üstüne gelip harap olmuş ıpıssız bir şehirden geçerken: “Allah, harabeye dönmüş bu yeri acaba nasıl diriltecek?” demişti. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz yıl sonra diriltti. Sonra da kendisine “Burada ne kadar kaldın?” diye sordu. O da: “Ya bir gün, yahut daha az” dedi. Allah şöyle buyurdu: “Hayır, yüz sene kaldın. Şimdi yiyeceğine ve içeceğine bak, hiç bozulmamış! Bir de eşeğine bak, kemikleri nasıl çürümüş! Biz seni insanlara yeniden dirilmenin gerçekliğine dâir bir delil kılalım diye böyle öldürüp dirilttik. Şimdi de şu kemiklere bak, onları nasıl da birleştirip yerli yerine koyuyor, sonra da onlara et giydiriyoruz!” O kişi, gerçek bu şekilde kendisine apaçık belli olunca: “Artık çok iyi biliyorum ki Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir” dedi.
Âyet-i
kerîme açıkça isim zikretmediğinden dolayı, hâdisenin kahramanının kim ve
geçtiği yerin neresi olduğu pek fazla mühim değildir. Maksat, anlatılan kıssadan
gerekli ibret ve hikmetleri çıkarabilmektir. O da, Allah Teâlâ’nın kudretini,
dirilten ve öldürenin O olduğunu, dolayısıyla âhiret kesinlikle gerçekleşip
ölüleri tekrar dirilteceğini ortaya koymaktır. Bununla beraber meşhur olan
görüşe göre burada sözkonusu edilen kişi Üzeyr b. Serhıya, yer ise Beyt-i
Makdis’tir.
Rivayete
göre İsrâîloğulları günah, şer ve bozgunculukta ileri gidince Allah onların
başına Bâbilli Buhtunnasr’ı musallat etti. Buhtunnasr Şam’ı ele geçirip Beyt-i
Makdis’i yerle bir eder. İsrâîloğulları’nı üç gruba ayırıp bir grubu öldürür,
bir grubu Şam’da bırakır, üçüncü grubu ise esir alır. Buhtunnasr bu esirleri,
beraberinde bulunan meliklere taksîm eder. Hz. Üzeyr de esir edilenler
arasındadır. Daha sonra Allah Teâlâ, bir yolla Üzeyr’i onların ellerinden
kurtarır. Üzeyr, azığını almış, merkebine binmiş giderken evleri yıkılmış,
harabe hâline gelmiş, orada oturanlardan kimse kalmamış bir kasaba veya köy
kalıntılarının yanına gelir. Buranın Beyt-i Makdis olduğu söylenir. Orada bir
müddet durur, kederli ve mahzun gözlerle etrafına bakar. Âh çekerek, iç
geçirerek kendi kendine, “Allah, böyle yıkılmış, harap olmuş bir beldeyi
yeniden nereden ve nasıl diriltir, eski görkemli hâline nasıl getirir” der.
Yalnız o bu sözü, Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretinden şüphe ettiği için değil, o
zamanın âdetine uygun olarak, böyle bir imâr ve ihyâyı uzak görmesi sebebiyle
söyler. O anda uykusu gelir, yatar. Allah onu öldürür, yüz sene oracıkta öylece
ölü olarak kalır, sonra diriltir. Yiyecekleri hiç bozulmamış, ancak merkebi
çürümüş ve sadece kemikleri kalmıştır. O harap olmuş kasaba da imar edilmiştir.
Uyandığı ilk anda bir gün veya daha az bir süre uyuduğunu zanneder.
Yiyeceklerine bakınca gerçekten böyle olduğunu sanır. Fakat merkebine bakınca o
zaman gerçeği anlar. Allah, Üzeyr’in gözü önünde merkebini yeniden diriltir.
Böylece Cenâb-ı Hakk’ın kudret, kuvvet ve azametini gözleriyle müşahede eder.
Allah’ın her şeye gücü yettiğini yakînen bilir ve anlar. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
III, 46 vd.)
Yüce
Allah, akıl nimetiyle donattığı kullarını üç yolla hidâyet yollarına
yöneltmekte ve gerçeği bulmalarını kolaylaştırmaktadır. Birincisi aklî
deliller getirmektir. Nitekim bir önceki âyet-i kerîmede beyân edildiği gibi
Hz. İbrâhim’in Nemrud’la tartışırken getirdiği deliller bunun güzel bir
misâlini teşkil eder. İkincisi hakikatin ve haber verilen hâdisenin nereden ve
nasıl gerçekleştiğini göstermektir. Nitekim bu âyette anlatılan Hz. Üzeyr
kıssası da bunun misâlidir. Üçüncüsü ise bizzat yaptırarak, yaşatarak, sebep ve
sonucu tecrübe halinde göstermektir. İşte gelecek âyette Hz. İbrâhim’le ilgili
olarak bunun dikkat çekici bir misâli verilmekte ve canlı bir tatbikatı
yapılmaktadır:
260. İbrâhim de bir zaman: “Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. Rabbi ise: “Yoksa inanmıyor musun?” buyurdu. İbrâhim: “Elbette inanıyorum, fakat kalbim iyice kanaat getirip yatışsın diye bunu istiyorum” dedi. Bunun üzerine Allah şöyle buyurdu: “Öyleyse dört kuş yakala, onları kendine meylettir, alıştır, iyice tanı; sonra onları kesip hamur yaparak her bir dağın tepesine ondan bir parça bırak. Sonra onları çağır, bak nasıl koşarak sana gelecekler. Şunu iyi bil ki, Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Hz.
İbrâhim, önde gelen peygamberlerden biridir. Allah’a olan iman, teslimiyet ve
yakarışı dillere destandır. Nemrud’a Allah Teâlâ’yı ilk olarak, “Benim Rabbim
dirilten ve öldürendir” diye tanıtmaya başlamıştır. Dolayısıyla Allah’ın, bütün
canlılara hayat veren, onları öldürüp tekrar diriltmeye gücü yeten bir zât
olduğunda en küçük bir şüphesinin bulunması mümkün değildir. Sadece o, kalbinin
iyice mutmain olması, gerçeği yakînen görerek gönlünün sükûnete ermesi, bu
husustaki bilgi ve tecrübesinin “hakka’l-yakîn”[1]
derecesine ulaşması için Rabbinden ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine
göstermesini talep etmiştir. Cenâb-ı Hak, “Yoksa iman etmedin mi?” sorup
ondan “hayır, iman ettim, ben mü’minim, imanımda şüphe yok” cevabını alarak,
böyle bir sual sebebiyle Hz. İbrâhim’in imanı hususunda kıyamete kadar gelecek
insanların gönlünde oluşabilecek en küçük tereddütleri bile ortadan
kaldırmıştır.
Rivayete
göre, Allah Teâlâ İbrâhim (a.s.)’a yakaladığı bu dört kuşu kesmesini, tüylerini
yolmasını ve etlerini sıyırıp parçalara bölmesini emretti. Sonra başlarını
yanında saklamak suretiyle, her dağın başına onlardan birer parça koymasını
istedi. İbrâhim, her bir kuşu dört parçaya ayırdı, hamur yapıp birbiriyle
karıştırdı ve dağların tepesine bundan birer parça koydu. Sonra onları
“Allah’ın izniyle bana gelin” diyerek çağırdı. Her bir parçanın bir diğerine
doğru uçup, bir cüsse teşkil ettiğini ve gelip kendine âit başla birleşerek
eski hâlini aldığını gördü. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 81-82)
Şüphesiz Allah Azîz’dir; kudreti dâima üstün olandır, emrini yerine getirtir ve
yapmak istediği şeye kimse engel olamaz. Hakîm’dir; her bir işinde ve hükmünde
çok ince hikmetleri vardır.
Âyetin
işârî tefsiriyle alakalı şu izah yapılabilir: Hz. İbrâhim, bu sualiyle
Allah’tan kalbinin ihyasını istemiştir. Allah Teâlâ da ona, gönlünün başka
şeylerle olan bağlantılarını kesmesi gerektiğini haber vermiştir. Buna göre
dört kuş ile nefiste bulunan dört kötü sıfata işaret edilmiştir. Tavus zineti,
karga uzun emeli, horoz şehveti ve kartal da
hırsı temsil etmektedir. Dolayısıyla mücâhedeyle ve riyazatla nefsinin bu
mezmûm sıfatlarını boğazlayamayanlar, müşâhedeyle kalbini diriltme imkânı
bulamazlar. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 121)
Nefsin her türlü kötü sıfatlarını temizleyerek kalb-i selîm ve iman-ı kâmile ulaşabilmek, böylece Allah’ın yaratmak, diriltmek, öldürmek gibi kâinattaki ilâhî kudret akışlarını seyredebilmek için en güzel çâre Allah yolunda cömertçe infakta bulunmaktır. Nitekim gelen âyetler bu hususu pek etkili ve dikkat çekici örneklerle anlatır:
[1] Hakka’l-yakîn: Bir şeyin
doğruluğunu bizzat yaşayıp tecrübe ederek bilmektir. Mesela balın tadını
yiyerek ve ateşin yakıcılığını bizzat içinde yaşayıp tercüme ederek bilmek
gibi.
261. Mallarını Allah yolunda harcayanların misâli, yedi başak bitiren ve her başakta yüz dâne bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allah, dilediğine kat kat fazlasını da verir. Çünkü Allah, lutfu pek geniş olan ve her şeyi hakkıyla bilendir.
Âyet-i
kerîme, mü’minin Allah yolunda yaptığı harcamaların durumunu anlatmak üzere,
duyguları coşturan ve duyarlı bir vicdanı derinden etkileyen şöyle canlı bir
tabiat tablosu çizmektedir: Ekime hazır tarlasının başında bir adam ve elinde
sadece bir buğday dânesi var. Onu toprağa ekiyor. Topraktan bir kök bitiyor. Bu
kökten çatallanarak yedi başak çıkıyor. Her bir başağın içinde gizlenmiş yüz
dâne bulunmaktadır. Hatta bir dânenin Allah’ın izniyle bundan daha fazla
vermesi de mümkündür. Çünkü Allah vâsi‘dir; kullarına olan ikram ve ihsanı asla
daralmaz, bitmez, tükenmez. Alîm’dir; kalplerin derinliklerine gizlenen niyet
ve düşünceleri bilir, ona göre kat kat ve daha fazla verir. İşte mü’minin Allah
yolunda verdiği sadakanın durumu da bunun gibidir. Yahut mallarını Allah
yolunda harcayanların durumu, böyle bir dâneyi toprağa eken karşılığında yedi
yüz veya daha fazla dâne elde eden çiftçinin durumu gibidir.
Allah
yolunda verilen sadakanın kat kat artırılmasını Peygamber Efendimiz de şöyle
bir benzetmeyle izah etmektedir: “Her kim temiz ve helâl olan kazancından
bir tek hurmaya denk olabilecek bir şey bile tasadduk ederse Allah onu kabul
buyurur. Çünkü Allah ancak temiz olanı kabul eder. Sonra onu, sizden birinizin
tayını terbiye edip büyüttüğü gibi, artırıp çoğaltır. Nihayet o sadaka dağ
kadar olur.” (Buhârî, Zekât 8; Müslim, Zekât 63)
Bu
örneklerle Allah yolunda koşacak ve O’nun yolunda infakta bulunacak kimselerin,
Allah için sarfedilen ve ekilen dânelerin ne kadar feyizli, bereketli ve
sevaplı olacağını anlamaları istenmektedir. Dolayısıyla mü’minler bir dâneyi
bile küçük görmemeli, zayi etmemeli ve Allah’tan hiçbir şey kıskanmamalıdırlar.
Ellerinde ne varsa, bir buğday dânesi bile olsa, Allah yolunda harcamalı ve
bundan çekinmemelidirler. Allah’ın hikmet nizamı ve yeniden diriltiş sırrı ile
toprağa atılan bir dâne, toprakta bitip filizlenerek yedi yüz veya daha fazla
dâne verdiği gibi; insanlar da öldükten sonra dirilecekler ve dünyada Allah
için yaptıkları fiiller böyle son derece bereketli bir şekilde artarak,
temessül ederek terazi kefelerine konacaktır. Ayrıca bu örnekte, zıraat ilminde
terakki edilip gerekli uygulamalar yapıldığı takdirde bir dâneye karşılık en az
yedi yüz dâne alınabileceğine dair bir müjde de vardır. Bugün zıraat alanında
kaydedilen teknik ilerlemeler sayesinde, bir buğday dânesinden çıkan çimleri
çatallandıktan sonra ayırarak fide hâlinde dikmek sûretiyle bir dâneden 2000
dâneyi aşkın hâsılat alınabildiği tecrübe edilmiştir.
Cenâb-ı
Hak, kendi yolunda ihlasla ve âdâbına uygun yapılan harcamalara büyük
mükafatlar va‘dederek şöyle buyurur.
262. Mallarını Allah yolunda harcayıp da bunun ardından herhangi bir başa kakmada ve gönül incitici bir harekette bulunmayanlar yok mu, onlar için Rableri yanında özel mükâfatlar vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.
Allah
yolunda ve Allah için yapılan harcamaların bir önceki âyette müjdelenen kat kat
mükâfatını alabilmek için, onları, sevaplarını yok edip faydasız hâle getirecek
âfetlerden korumak gerekir. Bu âfetlerin başında “başa kakma” ve “eziyet etme”
gelmektedir.
Âyette
geçen اَلْمَنُّ (menn), bir kimsenin
iyilik yaptığı şahsa “sana şöyle şöyle iyilik yaptım” demek suretiyle o kimseye
karşı iyiliğini bir şey sayması, az çok yaptığı iyiliğe gururlanması ve onun
verecekli durumunda olduğunu hissettirmesidir. Bu tavır, gönül bulandırır,
yapılan iyiliğin kıymetini eksiltir, hatta kesip yok eder. الْاَذٰى (ezâ) ise tiksindirmek mânasına gelir. İyilik
yaptığı kişinin bir kusuru sebebiyle şikayette bulunmak, dil uzatmak ve iyiliği
yüze vurmak birer ezâdır. İyilik ettiği kimseye: “Ben sana iyilik ettim, sen
bana teşekkür bile etmedin”, “Kaç kez gelip bana eziyet veriyorsun”, “Kaç
defadır isteyip duruyorsun, utanmıyor musun” veya “Devamlı sıkıntılarla
geliyorsun, Allah beni senden kurtarsın, seni benden uzak etsin” gibi sözler de
ezâya örnek verilebilir. Allah için infakta bulunanlar eğer bu yanlış
davranışlardan uzak durur, sadakalarını göz bebekleri gibi korur ve mükâfâtını
sadece Allah’tan beklerlerse, Cenâb-ı Hak onlara ecirlerini en güzel şekilde
verir. Âhirette onlara hiçbir korku olmaz, sevapların yok olması gibi herhangi
bir sebeple de üzüntü duymazlar.
Rivayete
göre bu âyet-i kerîme Hz. Osman ve Hz. Abdurrahman b. Avf hakkında inmiştir.
Abdurrahman b. Avf (r.a.) malının yarısı olan dört bin dirhemi tasadduk etti
ve: “Yanımda sekiz bin dirhem var. Bunun dörtbin dirhemini kendim ve çocuklarım
için sakladım. Dört bin dirhemini de Rabbime güzel bir borç olarak verdim”
dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Sakladığını da verdiğini
de Allah mübârek eylesin” buyurdu. Hz. Osman ise Tebük seferinde bin deve
ve bin dinar yardımda bulundu. Rûme kuyusunu satın alıp müslümanlara vakfetti. Resûlullah
(s.a.s.) ellerini kaldırarak: “Ya Rabbi ben ondan razı oldum. Sen de razı
ol!” diye dua etti. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 89)
Verdiklerini
Allah için vermeyip başa kakanlar şunu unutmasınlar ki:
263. Güzel bir söz ve kusurları bağışlama, ardından eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah’ın kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. O, ceza vermekte hiç acele etmeyendir.
Allah
için verdikten sonra başa kakmaya ve eziyet etmeye gerek de yoktur. Çünkü bu
zoraki ve mecbûrî değil, isteyerek, gönüllü olarak yapılan bir iştir. Kul bunu
ancak sevap elde edebilmek ve ilâhî rızâya erebilmek için yapar. İstese
yapmayabilir. Çünkü yardım isteyen veya yardım edilmesi gereken insanlara karşı
tatlı dilli olmak, gönül alıcı güzel bir söz söylemek, herhangi bir kusur varsa
onu da bağışlamak, başa kakarak ve eziyet ederek verilen sadakadan daha
hayırlıdır. Boşa zahmet çekmeye gerek yoktur. Bu hususla ilgili olarak Yüce
Rabbimiz, bir diğer âyet-i kerîmede şu tavsiyede bulunmaktadır:
“Rasûlüm! Muhtaçlara vermek üzere Rabbinden bir nimet beklerken, elinde
vereceğin bir şey bulunmadığı için isteyenlerden yüz çevirmek mecburiyetinde
kalırsan, o zaman hiç olmazsa onlara gönül alıcı bir söz söyle!” (İsrâ 17/28)
Aziz
Mahmûd Hüdâyî (k.s.) şöyle der: “Dilenciyi güzel bir şekilde geri çevirmek,
başa kakan ve eziyet eden kimsenin sadakasından daha hayırlıdır. Zira güzel
söz, geri çevirmek için bile olsa dilencinin gönlünü ferahlatır, rûhunu
şenlendirir. Sadaka, hem insanın maddî varlığına fayda vermek hem de kalbi
mesrûr etmek sûretiyle kişiye menfaat sağlar. Cesede fayda veren şeyle, rûha
eziyet verecek bir şey birleşince tam fayda temin edilmiş olmaz. Şüphesiz ki
rûhu ferahlandıracak şey, cesede menfaat verenden daha hayırlıdır. Çünkü
insanda rûhâniyet, çamurdan yapılmış bedene göre çok daha yüce ve şerefli bir
mevkiye sahiptir.”
Nitekim
Abdullah b. Zübeyr’in oğlu Âmir, fakir ve âbidlere yardım edeceği zaman, onları
incitmemek için şu yolu tercih ederdi:
Yardım
edeceği kimseler secdede iken para keselerini ayakkabılarının yanına
hissedecekleri şekilde bırakır ve görünmeden uzaklaşırdı. Kendisine:
“–Neden
yardımını, birisini göndererek yapmıyorsun?” diye sorulunca da şöyle cevap
verirdi:
“–Onlardan
birinin, gönderdiğim kişiyle veya benimle karşılaştığında yere bakmasını
istemem, onun için böyle yapıyorum.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II,
411)
Şu
kıssa da pek ibretlidir:
Hintli
bir derviş Nişabur’lu bir tâcirin yol arkadaşı idi. Bu derviş tam bir feragatle
yalınayak gidiyor, ayağını taştan ve dikenden sakınmıyordu. Tâcir ona acıdı,
ayakkabısını verdi. Hintli ona dualar edip gayretle yola devam etti. Nişabur’lu
her an:
“-
Böyle git, şöyle git; ayağını taşlara yavaş bas, dikenin batmasından sakın!”
diye tahakkümde bulundu. Hintli onun bu emirlerinden bıktı, ayakkabıyı çıkarıp tâcirin
önüne koydu ve:
“-
Al, bana kayıtlı bir iyilik lazım değildir. Hiçbir kayda tabi olmadan otuz
senedir yalınayak dolaşıyorum. Şimdi bir ayakkabı için birinin kayıt ve hükmü
altına giremem ve minnetini çekemem!” dedi. (Ahmet Eflâkî, Âriflerin
Menkıbeleri, I, 414)
Şüphesiz
Allah ganîdir; kullarının verecekleri sadaka ve yapacakları iyiliklere ihtiyacı
yoktur. O sadakaya muhtaç fakirleri ve garipleri bol bol rızıklandırmaya,
zengin olanları da fakir ve başkalarına el açar duruma düşürmeye kadirdir. Yine
Allah halîmdir; her günah işleyeni anında cezalandırmaz. Başa kakan ve ezîyet
edenlere de, tevbe edip yanlışlarından dönmeleri için mühlet verir.
Allah
Teâla, kendi yolunda yapılan harcamaların başa kakma ve ezâdan arındırılması ve
kulların yaptıkları iyiliklerin mükâfâtından mahrum kalmamaları için bu hususu
ayrıca dikkat çekici bir örnekle şöylece açıklığa kavuşturmaktadır:
264. Ey iman edenler! Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı halde sırf insanlara gösteriş olsun diye mallarını harcayanlar gibi, başa kakıp eziyet etmek sûretiyle sadakalarınızı boşa çıkarmayın. Bu şekilde hayır yapan kimsenin misâli, üzerinde biraz toprak bulunan kaygan bir kayanın hâli gibidir ki, ona şiddetli bir sağanak vurmuş da onu çıplak bir halde bırakmıştır. Böyleleri, yaptıkları hiçbir iyiliğin faydasını göremezler. Allah, kâfirler gürûhunu doğru yola ulaştırmaz.
Burada
öncelikle başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle sadaka veren, Allah’a ve âhirete
inanmadığı halde insanlara gösteriş için sadaka verene; başa kakmak ve eziyet
etmek suretiyle verilen sadaka da Allah’a ve âhirete inanmayan bir kimsenin
insanlara gösteriş için verdiği kabule şayan olmayan sadakaya benzetilmektedir.
Böylece nifâk ve riyânın sadakaları boşa çıkarması gibi, başa kakma ve eziyetin
de sadakaları boşa çıkaracağı bildirilmektedir. Zira her iki tür sadaka da
Allah için verilmiş bir sadaka değildir.
Daha
sonra da kendi rızâsı için olmayıp riya için verilen, karşılığında âhirette
Allah’tan bir sevap beklenmeyen sadakanın ve bu sadaka sahibinin durumunu şu örnekle
açıklıyor:
Ortada
pürüzsüz bir taş, taşın üstünde de azıcık bir toprak var. Bu toprağa kuvvetli
bir yağmur yağıyor ve taşın üstünde topraktan hiçbir iz kalmıyor. Taş da,
üzerinde topraktan hiçbir nişane olmaksızın kaskatı bir halde kalıyor.
Bu
misâl, Allah’a ve âhiret gününe inanmayıp insanlara gösteriş için malını
harcayan kimsenin, imanın bahşettiği huzur ve saadetten habersiz olan, onu
anlamayan kaskatı kalbini tasvir etmektedir. Ancak bu katılığı riyadan örtülmüş
bir kabukla kapatmak istemektedir. Bu riya örtüsüne bürünmüş kaskatı kalbi,
üzerinde biraz toprak bulunan pürüzsüz kaya temsil eder. Bu, yumuşaklıktan ve
bitkiden eser bulunmayan bir taş parçasıdır. Katılığını gizlemek için üzeri
hafif bir toprakla örtülmüştür. Tıpkı iman nurundan mahrum kalplerin katılığını
riyanın örtüp kapattığı gibi. Şiddetli yağan yağmur o kaskatı kayanın
üzerindeki toprağı silip götürdüğü ve onu üzerinde hiçbir bitkiden ve meyveden
eser bulunmayan cascavlak bir kaya halinde bıraktığı gibi; insanlara gösteriş
için malını infak eden kalpler de ne hayırlı bir meyve verir, ne de âhirette
bir sevaba erişir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, I, 309)
Örneği şu şekilde izah etmek de mümkündür:
Başa kakan ve inciten kimseyle münafık katı kaya gibi, bunların verdikleri
sadakalar kaya üstündeki toprak gibi, kıyamet günü de şiddetli yağmur gibidir.
Kıyamet günü geldiği zaman, bütün bu sadakalar, şiddetli yağmurun pürüzsüz bir
taş üzerindeki toprağı giderdiği gibi kaybolur ve boşa çıkar. Çünkü o günde bu
amellerin Allah’ın rızâsı için yapılmadıkları belli olur. İnanmadığı halde
infak edenler; riya olsun diye, başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle sadaka
verenler, yaptıkları bu amellerden o gün hiçbir fayda göremezler. Çünkü Allah kâfirler
gürûhunu, âhirette kendilerine yarayacak iyilikler yapmaya muvaffak kılmaz. Bu
bakımdan mü’minler de sadaka verirken dikkatli olmalı, sevaplarının boşa
gitmesinden korkmalıdırlar.
Üçüncü
olarak şu mâna verilebilir: Üzerinde az bir toprak bulunan çıplak düz kayaya
tohum ekilip, üzerine bol yağmur yağdığı zaman, o tohum topraksız tek başına
kalır. Hatta tohum da kalmaz o da oradan kaybolur gider. O kişi, ekinine
ihtiyaç duyduğu zaman orada hiçbir şey bulamaz.
Kâfirlerin,
münafıkların ve yaptığı amelleri sadece Allah rızâsı için yapmayanların, âhirette
karşılaşacakları hüsranla alakalı olarak şu ilâhî beyânlar ne kadar ikâz
edicidir:
“De ki: «Yaptıkları ameller yüzünden en çok zarara uğrayacakları size
haber verelim mi? Onlar, güzel şeyler yaptıklarını zannetmelerine rağmen, dünya
hayatında gerçekleştirdikleri çalışmalar boşa giden kimselerdir.»” (Kehf
18/103-104)
“Biz o gün onların yaptıkları bütün amellerin üzerine varıp,
hepsini toz duman edeceğiz.” (Furkân 25/23)
Resûlullah
(s.a.s.) de şöyle buyurur: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey gizli
şirktir.” Ashâb-ı kirâm: “Ya Rasûlallah! Gizli şirk nedir?” diye sorunca Allah
Resûlü: “Riyadır” buyurmuş, devamla: “Allah Teâlâ kullarına,
amellerinin karşılığını vereceği gün: «Amellerinizi göstermek için yaptığınız
kimselere gidin ve bakın onlardan bir karşılık görebilecek misiniz?»
diyecektir” buyurarak riyanın ne kadar tehlikeli olduğunu ifade
etmişlerdir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 428-429)
Yine
Peygamber Efendimiz’in, kıyâmet günü ilk olarak hesap için çağrılan ve
yaptıklarını Allah için değil de gösteriş için yapan Kur’an hâfızı, Allah
yolunda öldürülen adam ve çok malı olan kimsenin hesabı kaybedip cehenneme
atılmalarıyla ilgili verdiği bilgiler, gerçekten çok uyarıcı ve bizleri uyanık
olmaya davet edicidir. (bk. Tirmizî, Zühd 48)
Peki
mallarını Allah yolunda ihlasla harcayanların durumu nasıldır:
265. Mallarını Allah’ın rızâsını kazanmak ve gönüllerindeki imanı kökleştirip sağlamlaştırmak için harcayanların durumu, bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir bahçeye benzer ki, bol yağmur yağdığında ürününü iki kat verir. Hatta yağmur yağmasa bile az bir çisileme ona yeter. Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir.
Burada,
mallarını Allah rızâsı için, imanın kalbine iyice kökleşmesini sağlamak ve mükemmel
bir İslâm toplumu oluşturmak üzere cömertçe harcayanların hâli yine dikkat
çekici bir bahçe örneğiyle anlatılıyor: Hem yağmuru hem rüzgarı hem de güneşi,
içindeki bitkilerin yetişmesine en faydalı bir şekilde alan bir muhitte güzel
bir bahçe bulunmaktadır. İçerisinde her türlü sebze ve meyve bitkileri
mevcuttur. Bu bahçeye kuvvetli bir yağmur düşüyor, rüzgar müsait yönlerden en
faydalı bir şekilde esiyor, güneş ışınlarını yararlı bir tarzda aksettiriyor.
Bu sayede bahçe meyve ve sebzelerini iki kat veriyor. Normal durumlarda mesela
bin veren bu bahçe, bu yağmur sayesinde iki bin veriyor. Alelâde hallerde bir
dâneye yediyüz dâne veren bu bostan, bu yağmur sebebiyle bir dâneye bin dört
yüz dâne veriyor. Bu bahçe öyle bir bahçe ki, ona kuvvetli bir yağmur düşmese
bile hafif bir yağmur, az bir nem, bir çisinti dahi yetiyor ve vereceği ürünü
yine veriyor.
Bu
örnek, mallarını Allah yolunda ve hayırlı işler gerçekleştirmek için
harcayanların halini açıklamaktadır. Mallarını Allah’ın rızâsını kazanmak için
ve bu sayede kendilerini, mallarını, amellerini, müslüman kardeşlerini bozucu
temayüllerden ve her türlü sarsıntıdan koruyarak Allah yolunda sâbit kılmak;
iyilik yapmayı ve hayr ü hasenatta bulunmayı kendilerinin ayrılmaz bir melekesi
haline getirmek ve ondan sonra her türlü fazilet ve ibâdetleri kolaylıkla
yapmak; hülasa ekecekleri tohumu tutturmak için ihtiyaç sahibi kimselere ve
ihtiyaç bulunan yerlere adab ve erkanına uygun olarak can ü gönülden harcamada
bulunanların durumları işte böyle bir bahçenin durumu gibidir. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 55; Elmalılı, Hak Dini, II, 902)
Bir
başka yoruma göre bu örnek mü’min bir kalbi anlatmaktadır: İmanla mâmur olmuş
bir kalb, tebessümle güzelleşmiş bir gönül, sırf Allah’ın rızâsını kazanmak
için harcıyor. Ve harcadığı şeyi de hayırlı olduğuna can ü gönülden inanarak
veriyor. Harcadığı şey imanından coşup gelmekte, kökleri tâ vicdanın
derinliklerine inmektedir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, I, 309) İşte böyle
inanmış bir kalbi, üzerinde yığınlarla toprak bulunan, yağan kuvvetli bir
yağmurla kabarıp canlanarak yemyeşil bir hal alan; bitkileri birbirine sarmaş
dolaş olmuş verimli bir bahçe temsil etmektedir. Bu yağmur o toprağı
canlandırıp yeşerttiği ve orada bol bol mahsulün yetişmesine vesile olduğu
gibi, mü’minin Allah için verdiği sadakalar da onun gönlünü temizleyip arıtarak
Yüce Allah ile olan alakalarını geliştirir; malını da temizleyip Allah Teâlâ’nın
dilediği kadar artırır. Ayrıca bu sadakalar, yağmur sayesinde o bahçenin bütün ürünleriyle
bir bütün olarak gelişmesi gibi, bir bütün olarak İslâm toplumunun hayatını
ıslah eder, düzeltir ve geliştirir.
Toprağı
bol o güzel bahçeye kuvvetli yağmur yağmayıp bir çisinti vursa dahi o yine
vereceği ürünü verir. Aynı şekilde Allah için harcamaya hazır bir gönül, vereceği
fazla bir şeyi olmayıp az bir şey verse bile o ona yeter. O gönlü cûş u hurûşa
getirmeye, kendisini bütün mü’minlerle kardeş bilme, bütün bir İslâm toplumunun
dertleriyle dertlenip sevinciyle sevinerek onların ayrılmaz bir parçası olma
şuuruna götürmeye yeter. Çünkü Allah’a ulaşacak olan, ne etlerdir ne
de kanlardır, ne de başka şeydir. Allah’a ulaşacak olan, kalplerin
derinliklerinden kopup gelen “takvâ” duyguları, niyet temizliği ve ihlastır.
Böylesine güzel ve ulvî duygulardan mahrum
olarak yapılan harcamaların hazin akıbeti de şu örnekle gözler önüne
serilir :
266. Hiç biriniz ister mi ki, ağaçlarının arasından ırmaklar akan, içinde her çeşit mahsul bulunan, hurma ve üzümlerle dolu bir bahçesi olsun; sonra kendisine tam ihtiyarlığın gelip çattığı, bakıma muhtaç çocuklarının da bulunduğu bir sırada âniden ateşli bir kasırga gelip o bahçeyi yakıp kül etsin? Elbette istemez. İşte Allah, düşünesiniz diye size âyetleri böyle açıklıyor.
Bu örnekte bir adamdan bahsedilir. Bu adamın
hurma ve üzüm bağlarından oluşan bahçesi vardır. Bu, altından ırmaklar akan,
ağaçlarının arasından sular çağlayan son derece güzel, mükemmel ve muhteşem bir
bahçedir. Mevsim hasat mevsimi olup ağaçlar, bağlar meyveye durmuştur. O
bahçede de her türlü meyve ve sebze mevcuttur, olmayan bir şey yoktur. Her taraf
refah, sevinç ve neşe dolu; her yanda ruhâniyet, parlaklık ve güzellik kendini
göstermektedir. Fakat ne yazık ki durum böyle devam etmiyor; iş tersine dönmeye
başlıyor. Önce adam ihtiyarlıyor, son derece ihtiyaç sahibi olduğu halde
çalışıp çabalayamayacak kadar aciz bir duruma düşüyor. Aynı zamanda onun elleri
ermez, güçleri yetmez, zayıf, zavallı ve aciz yavruları da vardır. Onların
bakımları ve geçimleri de kendisine düşmektedir. Dolayısıyla o, son derece
sıkıntılı, muhtaç ve perişan bir durumdadır. Vaziyet bu noktada iken adamın o
güzelim bahçesine ateşli bir kasırga isabet ediyor ve onu bir lahzada yakıp
mahvediyor. Bu adamın yerinde olmayı kim ister? Bu durum karşısında adamın
kalbindeki keder ve sıkıntının ne kadar büyük olacağını düşünmek gerekir. Bu
bela ve sıkıntı, evvela şu güzelim bahçenin ve içindeki ürünlerin bir daha geri
gelmeyecek şekilde heder olmasıyla ortaya çıkar. Ayrıca o kimse, çalışamayacak
kadar aciz olup, başkalarının kendisine yardım etmelerinden ümitsiz oluşunun
yanı sıra ihtiyaç içinde kalmıştır. Bir de başka insanların, yani çoluk
çocuğunun, onun bakımına muhtaç bir durumda bulunmaları ve ondan yiyecek içecek
istemeleri gibi sebeplerle ihtiyacı, dolayısıyla da sıkıntısı daha da
artmaktadır.
Tıpkı
burada bahsedilen adan gibi, malını Allah rızâsı için veren kimse, âhiretteki
cenneti ümit etmesi bakımından, bütün ihtiyaçlarını karşılama hususunda tek
dayanağı o bahçe olan adam gibidir. Fakat bu kimse, yaptığı iyiliğin peşinden
başa kakıp fakiri incittiği zaman, bu durum, o bahçeyi yakıp kavuran kasırga
gibi olur. Aslında iyilik olmayıp zâhiren iyilik gibi gözüken bu infâkı da
pişmanlık, şaşkınlık ve keder takip eder. Bu kimse o iyiliğin sevabına son
derece muhtaç olduğu kıyamet gününde ondan hiçbir fayda göremez. Böylece, üzüntü
ve kederlerin en büyüğü ve ah vah etmelerin en şiddetlisi içinde kalır. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 58)
Hasılı
iman ile yapılan iyiliklerin mükâfatı böyle cennetler; bunların Allah için yapılmasına
engel olan imansızlık, riya, minnet ve eza gibi kötülükler de o ateşli kasırga
gibidir. Bu kasırga, yapılan iyilikleri yakar ve en muhtaç bir durumdayken
onlardan istifade imkânını tamamen ortadan kaldırır. Bu bakımdan doğru tercihte
bulunup çabuk davranmalı; meyveli, verimli, gölgelerle dolu bahçeye ateşle dolu
kasırga gelip onu helak etmeden dikkatli olunmalıdır.
Allah
yolunda yapılan harcamalarda gözetilmesi gereken diğer âdâb hususunda ilâhî uyarılar
şöyle devam ediyor:
267. Ey iman edenler! Çalışıp ürettiğiniz malların ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin iyi, temiz ve helâl olanından Allah yolunda harcayın. Size verildiğinde gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü şeyleri, iyilik yapacağım diye başkasına vermeye kalkışmayın. Şunu bilin ki, Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur; O her türlü övgüye lâyıktır.
Allah
yolunda verilecek şeyler hem kazanılarak elde edilen ticaret malları, hayvanlar
ve paralar hem de yerden çıkan meyveler, sebzeler ve madenler gibi şeylerdir.
Allah yolunda vermek önemli olduğu gibi, verilecek malın durumu, kaliteli veya
kalitesiz oluşu da o kadar önemlidir. Bu âyet-i kerîme, malın kötüsünden değil,
iyi, güzel ve hoşa gidenlerinden verilmesini emretmektedir. Kendimize
verildiğinde hoşlanmayacağımız, tiksineceğimiz ve gözümüzü kapamadan almaya
cesaret edemeyeceğimiz değersiz âdi şeylerin Allah’ın rızâsını umarak sadaka
verilmemesini istemektedir. Buna göre eğer verilen zekât ise, malın kötüsünden
vermek haram; sadaka ise kötüsünü vermek harama yakın mekruhtur.
Berâ
b. Âzib (r.a.)’ın anlattığına göre Ensâr, hasat mevsiminde hurma salkımlarından
getirerek Mescid-i Nebevî’deki iki direk arasına bağlanan bir ipe asar, fakir
Muhâcirler de onlardan yerdi. Bazıları, oraya konan hurma hevenklerinin
çokluğuna bakarak bir beis olmayacağı düşüncesiyle iyilerin arasına kötü
hurmaları da koydular. Allah Tealâ böyle yapanlar hakkında bu âyet-i kerîmeyi
indirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 90)
Bir
diğer âyet-i kerîmede iyiliğin kemâline erişebilmemiz için sevdiğimiz şeylerden
vermemiz şöyle tavsiye edilir:
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça gerçek iyiliğe
erişemezsiniz. Küçük büyük her ne verirseniz, Allah onu kesinlikle bilir.” (Âl-i İmrân
3/92)
Avf
b. Mâlik (r.a.)’ın anlattığına göre, Resûlullah (s.a.s.) elinde bir asâ ile yanımıza
mescide geldi. Bir adam mescide sadaka olarak âdî bir kuru hurma salkımı
asmıştı. Efendimiz (s.a.s.) asâ ile bu hurma salkımına dürttü ve şöyle buyurdu:
“Bu sadakanın sahibi dileseydi, bundan daha iyisini verebilirdi. Bu sadakanın
sahibi kıyamet günü âdi kuru hurma yiyecektir.” (Ebû Dâvûd, Zekât 17/1608)
Hz. Âişe, Allah
Resûlü’nün hoşlanmadığı bir yiyecek hakkında: “Ey Allah’ın Rasûlü, onu
yoksullara verelim mi?” diye sormuştu. Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.): “Kendi
yemediğiniz şeyleri başkalarına vermeyiniz!” buyurdular. (Ahmed b. Hanbel, Müsned,
VI, 105, 123; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, III, 113; IV, 37)
Bu ve bundan önceki
âyet-i kerîmelerin de işaret ettiği gibi, Allah yolunda mal harcayan, sadaka
veren kimse, bir çiftçiye benzer. Sahip olduğu arâzîden fevkalâde iyi ürün elde
edeceğine inanan çiftçi, zirâata gereken önemi verir ve tohumun da en iyisini
eker. Çünkü o, mahsûlün iyi ve bol olması için tohumun ne kadar mühim olduğunu
pekâla bilir. Aynı şekilde, tasaddukta bulunan kişi de, Allah’a ve âhıret
gününe imanı arttıkça, uhrevî sermâyesini artırmak üzere malın iyisinden bolca
sadaka verir. Çünkü, “Şu kesindir
ki, Allah zerre kadar bile olsa kimseye zulmetmez. Ama zerre kadar bir iyilik
yapılsa, onun sevabını kat kat artırır ve ayrıca kendi yüce katından pek büyük
bir mükâfat verir.” (Nisâ 4/40) Eğer kul Allah’a yanındaki
en güzel şeyi verirse Allah Teâlâ da onu en güzel şekilde mükâfâtlandırır.
Nitekim âyet-i kerîmede, “İyiliğin mükâfatı iyilikten başka ne olabilir ki?” (Rahmân 55/60) buyrulur.
Gerçek böyle
olmakla birlikte, şeytan bunu engellenek için var gücüyle uğraşır:
268. Şeytan sizi fakirlikle korkutur; sizi her türlü hayasızlığı ve ahlâksızlığı yapmaya teşvik eder. Allah ise size bağışlamayı ve bol nimet vermeyi va‘deder. Allah, lutfu pek geniş olan, her şeyi hakkıyla bilendir.
Şeytan insanın en
büyük ve en açık düşmanıdır. Gâfil yakaladığı zaman ona her türlü vesvese ve
kötü düşünceleri pompalar. Bir an olsun onun şerrinden emin olmak doğru
değildir. Bu sebeple pek çok âyet-i kerîme, bizi şeytanın düşmanlığına karşı
dikkatli ve uyanık olmaya çağırır. Burada da görüldüğü üzere şeytan insanı
sürekli fakirlikle korkutur, “eğer malını ona buna harcarsan eli boş, muhtaç ve
perişan kalırsın” der. Onun gözüne ihtiyacı olmayan şeyleri bile çok mühim
ihtiyaçlarmış gibi gösterir. Kulu var gücüyle Allah yolunda vermekten
engellemeye çalışır. Ona cimriliği, hasisliği, kötü ve çirkin fiilleri emreder.
Malın nefsin hevâ ve hevesini tatmin için fenâ ve çirkef yollarda harcanmasını
teşvik eder. Buna mukâbil Rabbimiz, kendi yolunda güzel niyetlerle harcamada bulunanların
bu vesileyle önceki günahlarını bağışlayacağını ve onlara bol bol mükâfat
vereceğini müjdelemektedir. Şüphesiz Allah, istediğini yapabilme ve dilediğini
verebilme kudretine sahiptir. Bu bakımdan kulun, gönlüne doğan düşüncenin
rahmânî mi, şeytânî mi olduğuna bakıp ona göre hareket tarzını belirleme
mecburiyeti vardır. Bu hususta Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
“Âdemoğluna
biri şeytandan diğeri melekten olmak üzere iki kanaldan düşünce gelir.
Şeytandan gelen düşünce, kötülüğe yönlendirmek ve gerçeği yalanlamak
istikâmetindedir. Melekten gelen düşünce ise iyiliğe yönlendirmek ve gerçeği
doğrulamak yönündedir. İçinde melekten gelen düşünceyi hisseden kişi, onun
Allah’tan olduğunu bilsin ve Allah’a hamdetsin. İçinde şeytandan gelen düşünceyi
hisseden kimse de, şeytandan Allah’a sığınsın.” (Tirmizî, Tefsir 2/36)
Ancak kalbin bu
inceliği yakalayabilmesi, bu ferâset ve basireti gösterebilmesi için “hikmet”le
buluşması gerekir:
269. Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, ona gerçekten pek çok iyilik ve güzellik verilmiştir. Fakat bu hakikatleri ancak gerçek akıl sahipleri anlar, üzerinde düşünüp ibret alır.
“Menetmek, engellemek” mânasını taşıyan bir
kökten gelen الْحِكْمَة
(hikmet) sözlükte “sahibini yanılmaktan ve yanlış yollara sapmaktan koruyan
şey” demektir. İnsanı yanlış yollardan koruyarak doğru yola eriştiren en mühim
kaynak, dindir. Özellikle dînî bilginin temelini teşkil eden Kur’an ve
sünnettir. Bu sebeple müfessirlerimiz âyette geçen hikmete şu mânaları
vermişlerdir:
İbn Abbâs (r.a.) der ki: “Hikmet, Kur’an
bilgisidir, onu iyice anlamaktır. O’nun nâsihini mensûhunu, muhkemini müteşâbihini[1],
önce inenini, sonra inenini, helâl ve haramını ve mesellerini bilmektir.”
Mücâhid
şöyle der: “Söz ve fiilde isâbet etmek, en doğru olanı söylemek ve yapmaktır.”
Mâlik
ise şöyle demektedir: “Hikmet dini bilmek, onun hükümlerini en güzel şekilde
anlamak ve ona tabi olmaktır.”
Süddî’ye
göre ise hikmetten maksat, peygamberliktir.
(bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 124-125)
Buna
göre Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye gibi sağlam temel kaynaklarından
hareketle dini öğrenmek, anlamak ve yaşamak hikmetin ta kendisidir. Çünkü böyle
davranan her türlü yanlıştan kendini korumuş, yapılacak en doğru işleri yapmış,
sözünde ve fiilinde tam isâbet etmiş olacaktır. Allah, bu nimetini dilediği
kullarına ihsan eder. Şüphesiz Allah’ın bu lütfuna erişmek için de kulların
gayret göstermesi ve bunun yollarına girmesi gerekir. Dini anlayıp yaşama
nimetine nâil olanlara pek çok hayır, iyilik ve güzellik verilmiştir. Fakat
bunu kavrayarak gerekli ibret ve öğüdü alabilmek için bozulmamış, temiz bir
akıl sahibi olmak gerekir. Bu akıl, vahyin terbiyesinde ve imanın gölgesinde
olgunlaşmış akıldır.
Böyle
akıl sahipleri, Allah’ın yaptıkları her işten haberdar olduğunu bilerek hareket
ederler:
[1] Nâsih: Sonradan
gelip önceki bir âyetin hükmünü kaldıran âyet. Mensûh: Hükmü kaldırılan
âyet. Müteşâbih: Mânası kapalı olan ve tam olarak anlaşılamayan âyet. Muhkem:
Mânası açık seçik anlaşılan âyet.
270. Allah, yaptığınız her harcamayı ve adadığınız her adağı kesinlikle bilmektedir. Buna göre davranın da haksızlıktan kaçının. Unutmayın ki, zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur.
Allah,
açıkta olan şeyleri bildiği gibi gizliyi de bilen, kalplerde saklanan sırlara
âşina olan yüce Yaratıcı’dır. Göklerin derinliğinde, yeryüzünün en tenha
yerinde, okyanusların dibinde ve dağların içinde bile olsa küçük büyük ne varsa
hepsi O’na malumdur, hiçbiri gizli kalamaz. Bu sebeple rızâsı için yapılan
iyilikleri, adanan adakları ve bunların ne tür niyetlerle yapıldığını elbette
Rabbimiz bilmektedir. Ona göre karşılık verecektir. Özellikle burada Allah’ın
vermeye dair emirlerini tutmamak sûretiyle kendilerine zulmedenlere, âhirette
ihtiyaç içinde kıvranırken yardım edebilecek hiçbir yardımcı olmayacaktır.
Yapılan
iyiliklerin gizli ya da açık olmasının mükafat bakımından bir farkı var mıdır:
271. Eğer sadakaları açıktan verirseniz bu da iyidir. Ama onları gizler ve fakirlere gizlice verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Bu sayede Allah sizin bir kısım günahlarınızı bağışlar. Zira Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır.
Farz
olan zekâtı ve nafile olan sadakaları insanların göreceği şekilde açıktan
vermek caizdir. Nitekim aşağıda gelecek olan 274. âyette geçen övgü sadedindeki
“açıktan da verirler” ifadesi,
buna temas etmektedir. Böyle davranmak, belli bir noktaya kadar güzel de
karşılanabilir. Hatta farz olan zekâtı açıktan vermek, kişiyi “acaba verdi mi,
vermedi mi” şeklindeki bir töhmet altında bulunmaktan kurtaracağı gibi,
başkaları için de bir teşvik unsuru olacaktır. Fakat iyiliği, gösteriş
korkusundan uzak bir şekilde gizli yapmak, onu fakirin eline hiçbir şekilde
rencide olmayacağı bir tarzda gizlice ulaştırmak şüphesiz sevap bakımından daha
hayırlıdır. Şartlarına ve âdâbına riâyet edilerek yapılan harcamalar şüphesiz
daha büyük faydalar sağlayacaktır. Allah Teâlâ bunları en güzel şekilde kabul
buyuracak, bol bol karşılık verecek ve bu vesileyle sahiplerinin diğer
günahlarını da bağışlayacaktır. Zira Allah yolunda vermenin, günahlardan
arınarak nefsi tezkiye etmede çok büyük bir rolü vardır. Nitekim âyet-i kerîmede
şöyle buyrulur:
“Onların mallarından bir miktar zekât ve sadaka al ki, böylece
kendilerini günahlarından arındırıp tertemiz kılasın.” (Tevbe 9/103)
İyiliklerin
gizli yapılmasının faziletiyle alakalı olarak Resûlullah (s.a.s.)’in pek mühim
tavsiyeleri bulunmaktadır. Efendimiz, “sağ eliyle verdiği sadakayı sol eli
duymayan kimsenin kıyâmet günü Allah’ın gölgesi altında gölgeleneceklerden biri
olacağını” haber vermiştir. (Buhâri, Hudûd 19; Müslim, Zekât 91)
Ebû Zerr (r.a.), Peygamber Efendimiz’e:
“–Yâ
Nebiyyallah! Hangi sadaka daha faziletlidir?” diye sorunca Allah Resûlü (s.a.s.):
“–Fakire gizlice verilen ve malı az olan kimsenin zorlanarak
verdiği sadakadır” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 265, 178-179;
Ebû Dâvûd, Zekât 40/1677)[1]
Zira
gizli verilen sadaka, gösterişten ve duyulsun arzusundan daha uzaktır. Bu yolla
kişi, “başkaları görsün, duysun ve beni takdir etsin; ne kadar cömert insan
olduğumu bilsin” şeklindeki yanlış ve zararlı düşüncelerden gönlünü koruma imkânı
bulur. Şöhrete giden yolu kapayarak, nefsini kontrol edip daha çok sevap
kazanabilir.
Rabbimizin
âyetlerini gönül kulağıyla dinleyip gereğini yapmak isteyenlerin yollarını
aydınlatacak güzel bir örnek olması bakımından İslâm tarihinin parlak
sîmâlarından Zeynelâbidîn (k.s.) Hazretleri’nin şu halini ibretle temâşâ etmek
lâzımdır:
Hulefâ-i
râşidîni takip eden yıllarda Medine-i Münevvere’de bâzı fakirlerin kapılarına
meçhûl bir kimse her sabah bir çuval erzak bırakmaktaydı. Bir sabah o fakirler
uyandıklarında baktılar ki, kapılarına erzak konmamış. Sebebini merak
ederlerken, o esnâda içli bir salâ sesi duyuldu ve Medine-i Münevvere, Hz. Ali (r.a.)’ın
torunu Zeynelâbidîn (k.s.)’un vefâtı haberiyle çalkalandı. Herkes derin bir
mâteme büründü. Peygamberimiz (s.a.s.) bu kıymetli torununa karşı son vazîfeler
îtinâ ile yapılmaya başlandı. Sıra mübârek nâşının yıkanmasına geldiğinde, bu
şerefli vazîfeyi yapacak olan zât, mevtânın sırtında içi su toplamış büyükçe yaralar
görünce şaşırdı. Sebebini anlayamadı. Yakınlarına sorduğunda ise, Ehl-i
Beyt’ten orada bulunup bu sırra âşinâ olan bir kimse, şunları söyledi:
“–Zeynelâbidîn
Hazretleri her sabah hazırladığı erzak çuvallarını sırtında taşıyarak erkenden
fakirlerin kapısına götürür ve kimseye görünmeden geri dönerdi. Halk da bu
çuvalları kimin bıraktığını bilmezdi. Sırtında gördüğünüz yaralar, işte o
çuvalları taşımaktan ötürü oluşmuş yaralardır.” (bk. İbn Kesîr, el-Bidâye,
IX, 112, 122; Ebû Nuaym, Hilye, III, 136)
Sadakayı
gizlice vermenin bir örneği de Şâh Abdullah Dihlevî (k.s.)’dan:
Hazret
verdiği sadakayı çok gizli tutardı. Kendisine bir yerden bir şey geldiğinde, o
gelen şey para ise, talebelerine dağıtırdı. Ama bu işi onlar murakabe hâlinde
iken yapardı. Tâ ki, onlara kimin ne verdiğini, kime ne kadar verildiğini ve ne
verildiğini bilmeyeler…” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 849)
Bütün
bunlar, İslâm’ı en derin yönleriyle ruhuna sindirmiş gönül ehli insanların
güzel hallerinden yansımalardır. Şüphesiz bu güzel hallerin zirvedeki
temsilcisi Peygamberimiz (s.a.s.)’dir. O, sözüyle ve haliyle bize örnek
olmakta, güneş gibi ylumuzu aydınlatmaktadır. Ama hidayeti verecek olan da
yalnız Allah’tır:
[1] Enes b. Mâlik (r.a.)’in
nakline göre ise Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ yeri yarattığı vakit, yer sarsılmaya başladı.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak dağları yaratarak yeryüzüne yerleştirdi ve onu
istikrâra kavuşturdu. Melekler dağların kuvvetine hayran kaldılar. «Ey
Rabbimiz, dağlardan daha kuvvetli bir varlık yarattın mı?» diye sordular. «Evet,
demiri yarattım» buyurdu. «Ey Rabbimiz, demirden daha kuvvetli bir şey yarattın
mı?» dediler. Hak Teâlâ: «Evet, ateşi yarattım» buyurdu. «Ey Rabbimiz, ateşten
daha kuvvetli bir şey yarattın mı?» diye yine sordular. Hak Teâlâ: «Evet, suyu
yarattım!» buyurdu. «Ey Rabbimiz, sudan daha kuvvetli bir şey yarattın mı?»
dediler. Hak Teâlâ: «Evet, rüzgârı yarattım» cevâbını verdi. «Ey Rabbimiz,
rüzgârdan daha kuvvetli bir şey yarattın mı?» diye yine sordular. Bu sefer Hak
Teâlâ: «Evet insanoğlunu yarattım. Eğer o, sağ eliyle sadaka verir ve bunu da
sol eli bilmeyecek kadar gizlerse hepsinden daha kuvvetli olur» buyurdu.”
(Tirmizî,
Tefsir 113-114/3369; Beyhakî,
Şuab, III, 244)
272. İnsanları doğru yola eriştirmek senin vazîfen değildir. Ancak Allah dilediğini doğru yola ulaştırır. Hayır olarak her ne harcarsanız, faydası kendiniz içindir. Bu sebeple siz, sadece Allah rızâsını kazanmak için vermelisiniz. İyilik olarak her ne harcarsanız, mükâfatı size tam olarak ödenir ve hiçbir şekilde haksızlığa uğramazsınız.
Peygamber
Efendimiz’in vazifesi, Kur’an’ın âyetlerini tebliğ ederek insanlara doğru yolu
göstermektir. “Sen de hiç şüphesiz insanlığı dosdoğru bir yola çağırmaktasın”
(Şûrâ 42/52) gibi âyetler bu gerçeği teyid eder. Yoksa onun vazifesi, insanları
doğru yola eriştirmek ve onların iman etmelerini sağlamak değildir. Bu mânada
hidâyet, Sadece Allah Teâlâ’ya mahsustur. Nitekim bu hakikati açıklayan diğer
bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Rasûlüm! Sen sevdiğini doğru yola erdiremezsin, lâkin Allah
dilediğini doğru yola eriştirir. Çünkü, doğru yola girecek olanları en iyi O
bilir.” (Kasas
28/56)
Rivayete
göre fakîr müslümanlar çoğalınca Resûlullah (s.a.s.), müslümanların müşriklere
yardım etmesini yasakladı. Böylece onların, sadakaya olan ihtiyaçları sebebiyle
İslâm’a girmelerini istedi. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
III, 130) İslâm’a girmeleri için onlara sadaka verilmesini yasaklamanın doğru
olmadığını bildirdi. Çünkü hidâyet, paraya bağlı bir durum değil, tamâmen
Allah’ın takdirine bağlı bir sırdır.
İbn
Abbâs’tan gelen bir rivayete göre ise, Ensar’dan bazılarının Kurayza ve Nadîr
oğullarından akrabaları vardı ve onlara sadaka vermek istemezlerdi. Onlara
sadaka vermek için müslüman olmalarını talep ederlerdi. Böyle durumlar üzerine
bu âyet nâzil olmuştur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 130-131)
Dolayısıyla
bu âyet-i kerîmenin, ister müşrik, ister Ehl-i kitaptan olsun aralarında din
ayrılığı olan akrabalara ve diğer insanlara, ihtiyaç içinde olmaları halinde,
müslüman ve fakir yakınlar ihmal edilmeksizin sadaka vermekte bir sakınca
olmadığı hakkında genel bir hüküm getirdiği anlaşılmaktadır. Mü’minler, imkânları
ölçüsünde yakından uzağa herkese yardım ellerini uzatacaklar ve iman edenler
öncelikli olmak üzere başka dinden olan muhtaçlara da Allah için yardım
edeceklerdir. Zira yapılan bütün iyilikler ve her türlü yardımlar, sadece
yapanın sevap hânesine yazılmaktadır. İyilik yapan, zâhiren başkasına olsa bile
aslında ancak kendisi için iyilik yapmaktadır. O halde sırf Allah rızâsını
kazanma niyetiyle iyilik ve infaka devam etmek gerekir. Zira çok cömert ve
sonsuz kerem sahibi olan Yüce Mevlâmız, bunların karşılığını tam olarak
ödeyecek ve kimseye zerre kadar haksızlık yapılmayacaktır.
Bununla
birlikte verirken, gelen âyetin de açıkladığı gibi öncelik sırasına dikkat
gösterilmelidir:
273. Vereceğiniz sadakalar, öncelikle kendilerini Allah yoluna adayan, bu sebeple yeryüzünde maişet için dolaşma imkânı bulamayan fakirler içindir. İffet ve hayaları sebebiyle halktan bir talepte bulunmadıklarından câhiller onları zengin zanneder. Sen ise onları sîmâlarından tanırsın. Hele yüzsüzlük edip de insanlardan ısrarla bir şey istemezler. İyilik olarak her ne verirseniz, Allah onu elbette bilir.
Farz
olan zekâtın kimlere verileceği Tevbe sûresinin 60. âyet-i kerîmesinde bildirilmektedir.
Nâfile olan sadakalar ise en yakından başlamak üzere ihtiyaçlı olan herkese
verilebilir. Bu âyet-i kerîme harcamada önceliğin ilim, hicret ve cihad gibi
sebeplerle kendilerini Allah yoluna adamış, bu yüzden gezip dolaşmaya,
ticaretle uğraşmaya imkân ve vakit bulamayan, aynı zamanda iffet ve hayâları
sebebiyle dilencilik yapmayan kimselere verilmesini tavsiye etmektedir.
Rivayete
göre bahsedilen bu fakirler, Peygamberimiz zamanında “Ashâb-ı Suffe” olarak bilinen
kimselerdi. Bunların sayısının dört yüze kadar ulaştığı zamanlar olmuştur.
Medine’de ne kalacak yerleri, ne akrabaları, ne de kazanç getirecek bir
meslekleri vardı. Sürekli Mescid-i Nebevî’ye devam ederler, Mescid’in sofasında
oturur, orada yatar kalkarlardı. Kur’ân öğrenirler, Allah Resûlü’nün sohbetlerini
dinlerler, genellikle oruç tutarlar, vakitlerini ibâdetle ve İslâm’ın
hükümlerini öğrenmekle geçirirlerdi. Bunlar Peygamber dersânesinin, kendilerini
Allah yoluna adamış dâimî talebeleriydi.
Resûlullah
(s.a.s.) bir gün Ashâb-ı Suffe’nin yanına gelip onların fakirlikleri, gayretli
oluşları ve kalplerinin temizliğine bakarak şöyle buyurmuştur: “Ey Suffe
Ashâbı, size müjdeler olsun! Ümmetimden her kim sizin gibi içinde bulunduğu
halden gönül hoşnutluğu duyarak Allah’a kavuşursa cennette benim arkadaşlarım
olur.” (Ali el-Müttaki, Kenzu’l-Ummâl, VI, 467)
Âyet-i
kerîme bunlar dolayısıyla inmiş olsa da, hükmü umûma aittir. Allah rızâsı için
düşmana karşı nöbet bekleyen, cihada çıkan, ilim tahsil eden, halka hizmet
uğruna kendini vakfeden ve bu sebeple malı, mülkü olmayan, geçimini kazanmaya
vakit bulamayan veya vakit bulduğu halde gücü yetmeyen, yoksul ve fakir
müslümanlar, nerede ve ne zaman yaşamış olurlarsa olsunlar bu âyetin şumûlüne
girerler. Bu vasıftaki kimselerin her zaman ve zeminde yardım edilme bakımından
öncelik hakları vardır.
Cenâb-ı
Hak, buradaki fakirleri üç önemli vasıfları sebebiyle övmektedir:
Birincisi, iffet ve hayâları sebebiyle
nefislerini başkalarından dilenmekten menettikleri için, gerçek durumlarını
bilmeyen kimse onları zengin sanır. Onlar, sağlam karakterli, onurlu
insanlardır. Fakirlikleri, izzet ve şereflerini ayaklar altına sermelerine
sebep teşkil edemez.
İkincisi,
“sen onları sîmâlarından tanırsın” ibaresinin belirttiği gibi, fakirin,
yoksulun ve çâresizin hâlinden anlayan kimseler onları gördüğü zaman, hiçbir
şey söylemeye gerek olmaksızın, Sadece yüzlerine bakmak sûretiyle hâllerine
âgâh olur, ihtiyaç sahibi olduklarını bilir. Şâir Örfî ne güzel söyler:
“Dil derdini gamınla dil-fikâr olan bilir,
Bîmâr hâlini yine bîmâr olan bilir.”
“Senin
gönül derdini, senin gamınla ve kederinle gönlü yaralı olan bilir. Çünkü hasta
olanın hâlini ancak hasta olan bilir.”
Şu
misâl de, fakirin hâlini dilenmeye ihtiyaç bırakmadan anlamanın önemine dikkat
çeker:
Hak
dostlarından Muhammed Sevkâ Hazretleri’nin yeğeni kendisinden bir şey
istemişti. Bunun üzerine Hazret ağlamaya başladı. Yeğeni:
“–Amcacığım,
ağlayacağını bilseydim istemezdim.” deyince amcası şöyle cevap verdi:
“–Ben
neden sen istemeden önce vermedim diye ağlıyorum.” (Ebû Nuaym, Hilye, V,
6-7)
Üçüncüsü
ise onlar yüzsüzlük edip insanlardan ısrarla bir şey istemezler. Bu hususta Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Birinizin, ipini alarak arkasıyla dağdan odun getirip satmak
suretiyle ihtiyâcını karşılaması, ister versinler ister vermesinler,
insanlardan istemekten daha hayırlıdır.” (Buhârî, Zekât 50; İbn Mâce, Zekât
25)
“Allah Teâlâ hayâ sahibi, akıllı ve iffetli kimseleri sever. Kötü
sözlü, yüzsüz ve isteyici kimselere buğzeder.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VIII, 169)
Bunların
ötesinde Yüce Rabbimiz, gece gündüz, gizli ve açık devamlı infâk halinde
bulunan kullarını ise şöyle övüp müjdelemektedir:
274. Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar yok mu, işte onlar Rableri yanında hakettikleri mükâfatı göreceklerdir. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.
Rivayete
göre Ali b. Ebî Tâlib (r.a.)’ın bir defasında yanında sadece dört dirhemi
vardı. Bunun birini gece, birini gündüz, birisini gizli ve birisini de açıktan
verdi. Âyet-i kerîme bunun üzerine indi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 95)
Diğer bir rivayet bunun, Allah yolunda cihad için hazırlanan atların bakımını
yapan; yem veren, su veren ve onları besleyenler hakkında nâzil olduğunu
bildirmektedir. (Suyûtî, Lubâbu’n-Nukûl, s. 48) Buna göre Allah’a ve âhirete
inanan, rızây-ı Bârî ve ebedi sermâyeye gönül bağlayan mü’minler, gece gündüz,
gizli açık bütün vakitlerini hayırlı işler yaparak, bol bol iyilik ve
ihsanlarda bulunarak geçirirler. Bir kuruş, bir lokma ve bir nefeslerini bile
gafletle boş yere harcamazlar. Hele hele Allah’ın haram kıldığı faiz gibi
haksız kazanç yollarına hiç teşebbüs etmezler:
275. Faiz yiyenler, kıyâmet günü kabirlerinden, başka türlü değil, ancak şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkacaklardır. Bunun sebebi, “Alış-veriş de tıpkı faiz gibidir” demeleridir. Halbuki Allah, alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır. Her kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizcilikten vazgeçerse, önceden aldıkları kendisine aittir. Artık onun hakkındaki kararı Allah verecektir. Kim de yeniden faizciliğe dönerse, işte onlar cehennemin yoldaşlarıdır ve orada ebedî kalacaklardır.
Önceki
âyet-i kerîmelerde Allah yolunda harcamanın, sadaka vermenin ehemmiyeti açıklandı.
Fakir ve gariplere yardım elini uzatmanın, çâresizlere derman olmanın önemine
vurgu yapıldı. Mü’minler, insanlardan bir karşılık beklemeden sırf Allah rızâsı
için mallarını harcamaya teşvik edildi. Şimdi ise bunun tam tersi bir durum
olarak haram kazancın başında gelen faiz musîbetinden bahsedilmekte ve bu
haksız kazanç kesin bir dille haram kılınmaktadır.
Âyette
geçen الرِّبٰوا (ribâ) kelimesi
sözlükte “fazlalık, nemâ, artma, çoğalma, yükseğe çıkma, serpilip gelişme” gibi
mânalara gelir. Dinî bir ıstılah olarak ribâ “borç verilen bir parayı veya malı
belli bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla, yahut borç ilişkisinden doğan ve
süresinde ödenmeyen bir alacağa ek vâde tanıyıp bu süreye karşılık onu
fazlalıkla geri almak veya bu şekilde alınan fazlalık” demektir. (DİA, Faiz md,
XII, 110) Belli malların, belli şekillerde yapılan satım akdi ile değişiminde
şart koşulan veya hâsıl olan fazlalık da ribâdır. Faiz kelimesi de Arapça olup
ribâ ile aynı mânada kullanılmaktadır.
İslâm’dan
önce faiz, Araplar arasında son derece yaygındı. Mekke’de, Tâif’de, Medine’de
faizcilik yaparak çalışmadan kazanan, halkın sırtından geçinen bankerler vardı.
Bunlar, belirli süre sonunda verdikleri anaparaya ilâve olarak belli bir fazlalığı
da almak üzere ihtiyaç sahiplerine borç verirlerdi. Borçlu o belirli süre
sonunda borcunu ödeyemezse vâde uzatılır, buna karşılık faiz miktarı da
artırılırdı. Böylece borçlu çoğu zaman aldığının kat kat fazlasını ödemek
zorunda kalırdı. Bu uygulama o derece yerleşmiş ve kökleşmişti ki, Kur’an’ın da
ifade buyurduğu gibi, “alış-veriş de faiz gibidir” deniliyor; faiz de
tıpkı alış-veriş gibi meşrû sayılıyordu.
İnsanları
uzun yıllar alıştıkları ve hayatlarında iyice kökleşmiş inanç, adet ve
alışkanlıklarından vazgeçirmek oldukça zor olduğundan dolayı İslâm’da içki,
kumar, faiz gibi haramlar birden yasaklanmamış; bunların haram kılınmasında
tedricî bir yol takip edilmiştir. İçkinin yasaklanması dört safhada
gerçekleştiği gibi, faizin haram kılınması da dört safhada gerçekleşmiştir:
Birincisi;
bu konuda ilk inen hüküm Rûm sûresi'nin 39. âyetidir ve Mekke devrinde nâzil
olmuştur:
“İnsanların malları içinde
artacağını düşünerek faize verdiğiniz para, zâhiren artar gibi gözükse de,
Allah katında artmaz. Oysa Allah’ın rızâsını isteyerek karşılıksız verdiğiniz
zekât cinsinden şeylere gelince, işte böyle yapanlar, mal ve sevaplarını kat
kat artıranların tâ kendileridir.”
Bu
âyet-i kerîmeyle faiz yasaklanmamış, fakat faiz kazancında bereket olmayacağı belirtilmiştir.
Mekke döneminde faizle alakalı bundan başka âyet-i kerîme inmemiştir.
İkincisi;
Medine devrinde nâzil olan Nisâ sûresi'nin 160-161. âyetlerinde şöyle buyrulur:
“Yahudilerin yaptıkları
zulümler, pek çok kimseyi Allah yolundan alıkoymaları, men edildikleri faizi
almaları ve insanların mallarını haksız yollarla yemeleri yüzünden daha önce
kendilerine helâl kılınmış olan bir kısım temiz ve hoş yiyecekleri onlara haram
kıldık. Onlardan kâfir olanlar için can yakıcı bir azap hazırladık.”
Bu âyetlerde faizin müslümanlara
yasaklandığına dair açık bir hüküm olmamakla beraber, yahudilerin kendilerine
haram kılındığı halde faiz aldıkları, böylece ilâhî azâbı hak ettikleri haber
verilmiştir. Bu ifadeyle, faiz almanın son derece kötü ve uzak kalınması
gereken bir iş olduğuna işaret olunmuştur.
Üçüncüsü;
faizin müslümanlara ilk olarak haram kılınışı Medine döneminin ilk senelerinde
inen Âl-i İmrân sûresinin 130. âyetiyle olmuştur:
“Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin. Allah’a karşı gelmekten
sakının ki kurtuluşa eresiniz.”
Bu âyetle, o devirde yaygın bir şekilde
uygulanan ve fakiri en çok ezen fahiş ribâ, yani mürekkep faiz yasaklanmıştır.
Basit faizin haram olduğu hakkında henüz kesin bir hüküm inmemiştir. Bu, tıpkı
içkinin, içilmesinin haram kılınmayıp sarhoş halde namaza yaklaşılmasının
yasaklanması safhasına benzemektedir.
Dördüncüsü;
daha sonra nâzil olan ve şimdi tefsiri yapılmakta olan Bakara sûresinin
275-279. âyetleriyle her türlü faiz kesinlikle haram kılınmıştır. Faizle ilgili
son inen âyetler bunlardır. Hz. Ömer (r.a.): “Bakara sûresindeki faiz âyetleri
en son inen âyetlerdendir. Resûlullah (s.a.s.) bunu yeterince açıklamadan vefat
etti. Bu sebeble faizi ve faiz şüphesi olan şeyleri bırakınız” (İbn Mâce, Ticârât 56) demiştir.
Ayetler,
borca karşılık veya borcun vadesinin uzatılmasına karşılık istenen câhiliye faizini
yasaklamıştır. Buna ilâveten Peygamber Efendimiz (s.a.s.):
“Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık
buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza karşılık tuz cinsi
cinsine birbirine eşit ve peşin olarak satılır. Malların sınıfları değişirse
peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın” (Müslim, Müsâkât 81; Tirmizî,
Buyû 23) buyurarak alışveriş faizini de yasaklamıştır. Buna göre aynı cins para
veya malların birbiriyle peşin mübâdelesinde bedellerden birindeki fazlalık
faizdir. Buna “fazlalık faizi” denir. Bedellerden birinin parayla alınıp
satıldığı durumlar hariç bu malların birbiriyle vâdeli olarak mübâdelesinde de,
ister tek bedel ister iki bedel vâdeli olsun yine faiz cereyan eder. Cinslerin
aynı veya ayrı, miktarların eşit veya farklı olması durumu değiştirmez. Bu faiz
çeşidine de “veresiye faizi” denir. İslâm hukukçularının çoğuna göre hadiste
sayılan mallar sadece örnek olmak üzere zikredilmiştir. Maksat, “bunlar ve
bunlar gibi olanlar” demektir. Buna göre insanların ihtiyaç duyduğu, bu sebeple
değer verdiği ve herhangi bir sûrette mübâdele ettiği mallar, cinsi cinsine
mübâdele edildiği zaman fazlalık bulunursa veya birbiriyle vâdeli olarak
mübâdele edilirse faiz gerçekleşir, demek en uygun olandır. (Karaman, Mukayeseli
İslâm Hukuku, II, 214)
Faiz
yiyenlerin hem dünya hem de âhirette durumları çok hazîn ve perişandır. Bu
kimseler faiz yoluyla emek ve iş sahiplerinin çalışmalarının hâsılatını alıp,
onunla geçindiklerinden tembellik içinde yatarlar, rahat ve huzurlu bir şekilde
uyanamazlar, hemen kalkamazlar; pek çoğu yataklarında şeytan çarpmış gibi
saatlerce gerneşerek, ağzını, yüzünü buruşturarak, sendeleye sendeleye
kalkarlar. Bütün hayatları faiz düşüncesiyle ve onun dedikodusuyla geçer,
düştükleri zaman da bellerini doğrultamazlar. Bunlar karınlarını faiz ile
doldurduklarından dolayı, kabirlerinden kalkarken de genellikle saralı veya
deli halinde kalkacaklar ve bu hal onların belirgin özellikleri olacaktır.
Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.), faiz yiyenlerin âhiretteki hallerini
şöyle haber vermektedir:
“Mirac gecesi, bir kısım insanlara uğradım ki, karınları evler
gibi iri idi. Bu karınların içi yılanlarla dolu idi ve bunlar dışardan
görünüyordu. Ben:
«–Ey Cibrîl bunlar kimlerdir?» diye sordum.
«–Bunlar faiz yiyenlerdir!» cevâbını Verdi.” (İbn Mâce,
Ticârât 58)
Hz.
Câbir (r.a.)’ın nakline göre, “Resûlullah (s.a.s.) faiz yiyene, yedirene, bu
muameleyi yazan kâtibe ve şâhitlerine lânet etmiş ve: «Onlar müsâvîdir...»
buyurmuştur.” (Müslim, Müsâkât 105-106)
Diğer bir hadîs-i şerîfte Allah Resûlü (s.a.s.),
insanı helâke sürükleyen yedi şeyden birinin faiz olduğunu haber vermiştir. (Buhârî, Vasâyâ 23; Tıb 48; Hudûd 44; Müslim, İman 145)
Faiz almakla zekât ve sadaka vermenin
neticesini mukayeseli bir şekilde öğrenmek isterseniz:
276. Allah, malı artırdığı sanılan faize bereket vermez ve onu eksilte eksilte sonunda mahveder. Buna karşılık malı eksilttiği sanılan zekât ve sadakaları bereketlendirir. Allah, nankörlükte ve günahta ısrarlı olanların hiçbirini sevmez.
“Faiz yoluyla malını artıran her kişinin âkıbeti, malının azalarak
fakîrliğe dûçâr olmasıdır.” (İbn Mâce, Ticârât 58; Hâkim, IV, 353/7892)
Buna
mukabil Cenâb-ı Hak, sadakaların bereketini artırır. Sadakası verilen malın
temizlenerek çoğalmasına yardım eder. Peygamberimiz şöyle buyurur:
“Sizden biriniz yeni doğan tayını terbiye edip büyüttüğü gibi
Allah verilen sadakayı kabul edip büyütür.” (Buhârî, Zekât 8; Müslim, Zekât
63)
“Zekât maldan hiçbir şey eksiltmez.” (Müslim,
Birr 69)
Zekât
gibi Allah için yapılan bütün ibâdetler mahza hayır ve berekettir. Bunların
insana yararı çok olacaktır:
277. İman edip sâlih ameller işleyen, namazı dosdoğru kılıp zekâtı verenler yok mu, işte onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.
Namaz
ve zekât, sâlih amellerin başında yer alır. Ancak ehemmiyetine binâen “sâlih
ameller”den sonra ayrıca bir kez daha zikredilmişlerdir. Hayatını her türlü
sâlih amel, namaz ve zekâtla geçiren samimi mü’minler faiz ve benzeri gibi
Allah’ın haram kıldığı şeylere asla yanaşmazlar. Akıllarından bile geçirmezler.
Ebû Hanîfe Hazretlerinin hali buna ne güzel bir misâldir:
Ebû
Hanîfe’nin birisinde bin siyah dirhem alacağı vardı. Adam bin beyaz dirhem
vermek istedi. Ebû Hanîfe bunu kabul etmedi. Bunun faiz olabileceğinden
korktuğunu söyleyip kendisine siyah dirhem verilmesini arzu buyurdu.
Yine
nakledildiğine göre Ebû Hanîfe bir adamın kapısında beklerken görüldü. Kapıyı
çalıyor sonra güneşin altına çekiliyordu. Sebebini soranlara şöyle dedi: “Benim
bu adamda alacağım var. Borçlunun herhangi bir şeyinden istifade etmek ise caiz
değildir. Bu sebeple onun duvarının gölgesinde gölgelenmekten kaçınıyorum.”
İslâm
terbiyesiyle yetişmiş böylesine olgun müslümanlardan oluşan bir topluluk için
dünyada korku ve üzüntü sebeplerinin asgariye ineceğinde şüphe yoktur. Çünkü
böyle bir toplumda zengin fakire merhamet eder, onu korur, derdiyle dertlenir;
fakir de zengine şükran duyar, onu ve servetini canı ve malı gibi korumaya
çalışır. Güçlü bir toplumsal düzen, birlik ve beraberlik tesis edilerek huzurlu
bir hayat imkânı sağlanmış olur. İşte faiz, böyle huzurlu bir toplum hayatını
baltaladığı için gelen âyetlerde olduğu gibi fevkalade keskin ifadelerle
yasaklanmaktadır.
278. Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının. Eğer Allah’a gerçekten inanıyorsanız, faizden doğan, ancak henüz tahsil etmediğiniz kazançları almaktan vazgeçin.
Faizi
kesin olarak yasaklayan âyetler geldikten sonra, mü’min olmanın gereği onu
tamâmen terk etmektir. Çünkü imanın şartı, “işittik ve itaat ettik” demektir.
Artık ilâhî emir tebliğ edilip anlaşıldığına göre, faizden mevcut alınacakların
peşine düşmek, onları almaya çalışmak doğru bir davranış olmaz. Bilakis bu çok
yanlış, Allah’ın rızâsına uygun olmayan ve O’nun gazabını celbeden çirkin bir
teşebbüstür. Bu sebeple, Allah’ın emrini bile bile faizcilikten vazgeçmeyenlere
Allah ve Rasûlü harp ilan etmiş, onlar da Allah ve Rasûlü’ne karşı savaşa
girişmişler demektir. İnsanların böyle bir savaşa güç yetirmeleri ve başarılı
olmaları ise mümkün değildir. Faizcilikle meşgul olmak, faiz almak ve vermek bu
kadar büyük bir cinâyettir. Allah’ın açacağı savaştan maksat, emrine
uymayanları cehenneme atmasıdır. Resûlullah’ın savaşı ise bizzat bildiğimiz mânada
savaşmasıdır. Faizciliği terk etmeyenler
gerek “faiz helâldir” inancında olan mürted veya kâfir, gerekse faizin haramlığına
iman etmekle beraber imanının gereğiyle amel etmeyen fâsık mü’min olsun
ikisiyle de savaşılması emredilmektedir. Çünkü bunlar zekâtı inkâr eden veya
vermekten kaçınanlar gibi mürted veya bâğîdirler.
Bu
âyetlerin iniş sebebiyle ilgili şöyle bir rivayet nakledilir:
Tâif’te
oturan Sakîf kabilesi faizcilik yapardı. Birçok kimse üzerinde faiz alacakları
vardı. Mekke’nin fethinden sonra Tâif kuşatılmış, bu arada faiz yasağı da konmuş
bulunduğu için bu konuda bir anlaşma yapılarak İslâm’a girmişlerdi. Anlaşmaya
göre kendilerinin faiz borçları düşecek, yasaktan önce tahakkuk etmiş faiz
alacaklarını ise tahsile devam edeceklerdi. Mekke Valisi Attâb b. Üseyd’e
başvuran faiz borçlusu bazı Mekkeliler, Sakîf’e olan faiz borçlarını
ödemeyeceklerini bildirdiler. Sakîfliler ise anlaşma gereği talepte ısrar
ettiler. Durum Resûlullah (s.a.s.)’e bildirilince bu âyet nâzil oldu.
Peygamberimiz de Attâb’a bir mektup yazıp “râzı olurlarsa mes’ele yok, râzı
olmazlarsa onlara savaş ilan et” diye emretti. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
III, 146-147)
Peygamber Efendimiz,
Vedâ Hutbesi’nde faizin haram kılındığını herkese îlân etmiş ve şöyle
buyurmuştur:
“Câhiliye faizi kaldırılmıştır. Lâkin «Tevbe ederseniz anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş
ne de haksızlığa uğramış olursunuz.» (Bakara 2/279) Kaldırdığım ilk
faiz, amcam Abbâs b. Abdulmuttalib’in faizidir. Onunki tamâmen kaldırılmıştır.”
(Bk. Müslim, Hac 147-8; Ebû Dâvud, Büyû‘ 5/3334; Tirmizî, Tefsir 9/3087)
Cenâb-ı Hak, günahlarından, burada özellikle de faizcilikten
tevbe edeceklere af ve rahmet kapısını açık tutmaktadır. Tevbe ettikleri
takdirde anaparaları kendilerine aittir. Onu, faiz pisliğinden arınmış olarak
almaları en tabiî haklarıdır. Böylece hem fazlasını almak sûretiyle borçluya
haksızlık yapılmamış, hem de anaparanın eksilmemesi sebebiyle borç veren de
haksızlığa uğramamış olacaktır. Bununla birlikte borçluya kolaylık ve müsamaha
gösterilmesini tavsiye sadedinde buyruluyor ki:
279. Eğer faizcilikten vazgeçmezseniz, artık Allah ve Rasûlü’ne karşı savaş açtığınızı, onların da size savaş açtığını bilin. Eğer tevbe ederseniz anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
Faizi kesin olarak yasaklayan âyetler geldikten sonra, mü’min olmanın gereği onu tamâmen terk etmektir. Çünkü imanın şartı, “işittik ve itaat ettik” demektir. Artık ilâhî emir tebliğ edilip anlaşıldığına göre, faizden mevcut alınacakların peşine düşmek, onları almaya çalışmak doğru bir davranış olmaz. Bilakis bu çok yanlış, Allah’ın rızâsına uygun olmayan ve O’nun gazabını celbeden çirkin bir teşebbüstür. Bu sebeple, Allah’ın emrini bile bile faizcilikten vazgeçmeyenlere Allah ve Rasûlü harp ilan etmiş, onlar da Allah ve Rasûlü’ne karşı savaşa girişmişler demektir. İnsanların böyle bir savaşa güç yetirmeleri ve başarılı olmaları ise mümkün değildir. Faizcilikle meşgul olmak, faiz almak ve vermek bu kadar büyük bir cinâyettir. Allah’ın açacağı savaştan maksat, emrine uymayanları cehenneme atmasıdır. Resûlullah’ın savaşı ise bizzat bildiğimiz mânada savaşmasıdır. Faizciliği terk etmeyenler gerek “faiz helâldir” inancında olan mürted veya kâfir, gerekse faizin haramlığına iman etmekle beraber imanının gereğiyle amel etmeyen fâsık mü’min olsun ikisiyle de savaşılması emredilmektedir. Çünkü bunlar zekâtı inkâr eden veya vermekten kaçınanlar gibi mürted veya bâğîdirler.
Bu âyetlerin iniş sebebiyle ilgili şöyle bir rivayet nakledilir:
Tâif’te oturan Sakîf kabilesi faizcilik yapardı. Birçok kimse üzerinde faiz alacakları vardı. Mekke’nin fethinden sonra Tâif kuşatılmış, bu arada faiz yasağı da konmuş bulunduğu için bu konuda bir anlaşma yapılarak İslâm’a girmişlerdi. Anlaşmaya göre kendilerinin faiz borçları düşecek, yasaktan önce tahakkuk etmiş faiz alacaklarını ise tahsile devam edeceklerdi. Mekke Valisi Attâb b. Üseyd’e başvuran faiz borçlusu bazı Mekkeliler, Sakîf’e olan faiz borçlarını ödemeyeceklerini bildirdiler. Sakîfliler ise anlaşma gereği talepte ısrar ettiler. Durum Resûlullah (s.a.s.)’e bildirilince bu âyet nâzil oldu. Peygamberimiz de Attâb’a bir mektup yazıp “râzı olurlarsa mes’ele yok, râzı olmazlarsa onlara savaş ilan et” diye emretti. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 146-147)
Peygamber Efendimiz, Vedâ Hutbesi’nde faizin haram kılındığını herkese îlân etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Câhiliye faizi kaldırılmıştır. Lâkin «Tevbe ederseniz anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.» (Bakara 2/279) Kaldırdığım ilk faiz, amcam Abbâs b. Abdulmuttalib’in faizidir. Onunki tamâmen kaldırılmıştır.” (Bk. Müslim, Hac 147-8; Ebû Dâvud, Büyû‘ 5/3334; Tirmizî, Tefsir 9/3087)
Cenâb-ı Hak, günahlarından, burada özellikle de faizcilikten tevbe edeceklere af ve rahmet kapısını açık tutmaktadır. Tevbe ettikleri takdirde anaparaları kendilerine aittir. Onu, faiz pisliğinden arınmış olarak almaları en tabiî haklarıdır. Böylece hem fazlasını almak sûretiyle borçluya haksızlık yapılmamış, hem de anaparanın eksilmemesi sebebiyle borç veren de haksızlığa uğramamış olacaktır. Bununla birlikte borçluya kolaylık ve müsamaha gösterilmesini tavsiye sadedinde buyruluyor ki:
280. Eğer borçlu zor durumdaysa genişliğe çıkıncaya kadar ona mühlet verin. Darda olan borçluya alacağınızı bütünüyle bağışlamanız ise, bir bilseniz, sizin için daha hayırlıdır.
281. Öyle bir günden sakının ki, onda hepiniz Allah’a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığının karşılığı tam olarak ödenecek ve kimseye haksızlık yapılmayacaktır.
İslâm,
bir taraftan borçludan bir an önce borcunu ödemesini isterken, diğer taraftan
da alacaklıya borçluya karşı müsamahalı davranmasını tavsiye eder. İmkanı varsa
alacağını bağışlamanın kendisi için daha hayırlı olacağını müjdeler. Böylece
hem müslümanlar arasındaki kardeşlik bağlarını kuvvetlendirir hem de
problemlerin en güzel bir yolla çözülmesini sağlar.
Allah
Resûlü (s.a.s.) Efendimiz’in borçluya gösterilecek kolaylığın mükâfâtıyla
alakalı olarak birkaç beyânı şöyledir:
“Alacağını
erteleyen müslüman kişi için her gün bir sadaka sevabı vardır.” (İbn Mâce, Sadakât 14)
“Zor durumda olan borçlusuna
mühlet veren veya borcunu ona bağışlayan kimseyi Allah kıyamet günü kendi
gölgesinde gölgelendirir.” (Müslim, Zühd 74)
“Üç şey vardır ki kıyâmet günü bunlara sahip olan mü’min, dilediği kapıdan cennete girer ve istediği hûri ile evlenir.
Bunlar: Katili affetmek , borç isteyene gizlice borç vermek ve her farz
namazdan sonra İhlas sûresini on kez okumaktır.” (Ali el-Mütteki, Kenzü’l-Ummâl, XV, 810)
Hz.
Âişe şöyle anlatıyor:
“Resûlullah
(s.a.s.), birbiriyle kavga eden iki kişinin kapı önünde bağırıp çağırdıklarını
duydu. Borçlu adam, alacaklı olandan, alacağının bir kısmını bağışlamasını ve
kendisine anlayışlı davranmasını istiyordu. Alacaklı olan ise:
«–Vallahi
yapmayacağım!» diyordu. Onların yanına çıkan Allah Resûlü (s.a.s.):
«–Nerede o iyilik yapmayacağım diye yemin eden?» diye sordu.
Alacaklı olan:
«–Buradayım
ey Allah’ın Rasûlü! Nasıl istiyorsa öyle olsun!» dedi.” (Buhârî, Sulh 10;
Müslim, Müsâkât 19)
Âyetlerin
ve hadis-i şeriflerin istediği bütün dinî vecibeleri büyük bir dikkat, aşk ve
ihlasla yerine getirmek, yasaklardan da sakınmak zarureti vardır. Zira önümüzde
pek dehşetli ve belâlı bir gün olan kıyâmet günü bulunmaktadır. Şuurlu ve
ihlâslı bir dinî hayatla o günün şerrinden korunmak gerekir. O günde herkes
Allah’a dönecek, hayır veya şer yaptıklarının karşılığı tam olarak ödenecek ve
kimseye zerre kadar bir haksızlık yapılmayacaktır.
İbn
Abbâs (r.a.), Bakara sûresi 281. âyetin Kur’an’ın en son inen âyeti olduğunu
söylemiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 156)
Şimdi
de yapılan alış verişlerin düzgün ve kazancın helâl olmasını sağlamak, insanlar
arasındaki ticâret ve borçlanma ilişkileri sebebiyle yaşanabilecek problemleri
asgariye indirmek için ayrıntı sayılabilecek hususların bile yazılması tavsiye
edilerek şöyle buyrulmaktadır:
282. Ey iman edenler! Belli bir vâde ile birbirinizden borç alıp verdiğiniz zaman onu hemen yazın. İçinizden biri onu doğru bir şekilde yazsın. Yazmayı bilenler, kendisine Allah’ın öğrettiği şekilde yazmaktan çekinmesin de yazsın. Borçlanan kimse de, borcunu söyleyip yazdırsın. Rabbi olan Allah’tan korksun da ondan en küçük bir şey eksiltmesin. Eğer borçlu yarım akıllı veya küçükse yahut bizzat yazdırmaya güç yetiremiyorsa, o takdirde velîsi doğru bir şekilde yazdırsın. İçinizden iki erkeği de bu anlaşmaya şâhit tutun. İki erkek bulunmazsa o takdirde şâhitliğini kabul edeceğiniz kimselerden bir erkekle, biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatabilmesi için iki kadın şâhit olsun. Şâhitler, çağrıldıkları zaman şâhitlik yapmaktan kaçınmasınlar. Az olsun, çok olsun borçları vâdesiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin. Böyle yapmanız, Allah katında adâlete daha uygun, borcu ispat etmeniz için daha sağlam ve şüpheye düşmemeniz için daha elverişli bir yoldur. Ancak aranızda hemen o anda hazır mallar üzerinde yapacağınız peşin alışveriş olursa, bu takdirde yazmamanızda size bir günah yoktur. Fakat yine de alışverişlerinizi şâhit huzurunda yapmanız daha iyidir. Ancak ne yazana ne de şâhitlik yapana bir zarar verilmemelidir. Şâyet onlara bir zarar verirseniz, şüphesiz bu sizin için günah olur. Allah’a karşı gelmekten sakının! Allah size ihtiyaç duyduğunuz bütün hükümleri ve her işte uymanız gereken yolu öğretmektedir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.
Bu
âyet-i kerîme, Kur’ân-ı Kerîm’deki en uzun âyettir. İnsanlar arasındaki belirli
bir süreye kadar olan karşılıklı borçlanmaların yazılmasını, şâhit tutulmasını,
böylece kul haklarının emniyet altına alınmasını tavsiye etmektedir. Şâhitlere
şâhitlik etmelerini, vazife düştüğü zaman bundan kaçınmamalarını; kâtiplere de
Allah’ın emrettiği şekilde adâletle yazmalarını emretmektedir. Yüce Rabbimiz,
sonsuz merhameti sebebiyle insanların özellikle de mü’minlerin karşılıklı muamelelerinin
nasıl olacağını bildirmekte; böylece onları birbirleriyle münakaşa etmekten,
sürtüşmekten ve birbirlerine kin gütmekten kurtarmak istemektedir.
Borç
alıp vermede en önemli husus, onun zamanında ve eksiksiz olarak ödenmesidir.
Bunu sağlayabilmek için hem unutmayı hem de borcu inkârı önleyecek tedbirlere
ihtiyaç vardır. Yazma, şâhit tutma, teminat alma, insanlarda emanet ve
mesuliyet şuurunu geliştirme gibi hususlar bu tedbirlerin başta gelenleridir.
İşte âyet-i kerîme, bunları detaylı bir şekilde açıklamaktadır. Âyette borcu
teminat altına almakla ilgili emirler, dört mezhep imamının da içinde bulunduğu
pek çok fakihe göre tavsiye niteliğindedir; menduptur. Bunlar, yapıldığında her
bakımdan daha güzel beşeri münasebetler ve daha sıhhatli bir toplum hayatı
gerçekleşmiş olur.
Ancak
borcun yazılması için kendine müracaat edilen kâtibin onu yazması farzdır.
Kendinden başka yazabilecek birileri varsa farz-ı kifâye, yoksa farz-ı ayn
olur. Bu sebeple idârî âmirlerin belgeleri yazacak bir güvenilir kâtip tâyin
etmeleri, mühim sorumluluklarından biridir. (Elmalılı, Hak Dini, II,
980)
Âyet-i
kerîmede şâhit tutulacak kişilerle alakalı olarak “sizin erkeklerinizden”
kaydının konması, şâhitlerin şu vasıfları taşıması gerektiğini açıklar:
-
Şâhitler çocuk olmayacak, ergenlik çağına gelmiş kimselerden olacaktır.
-
Şâhitler mü’minlerden olacaktır. Zira gayr-i Müslimlerin, mü’minler hakkında şâhitlik
yapmaları câiz değildir. Sadece yolculuk esnasında ölmek üzere olan müslümanın
yapacağı vasiyete şâhitlik yapmalarına cevaz verilmiştir. (bk. Mâide 5/106)
Bir
borcun belirlenmesi için öncelikle iki erkek şâhit gereklidir. İki erkek şâhit
bulunamadığı takdirde, bir erkek iki kadın şâhit yeterlidir. Bunlar râzı
olduğunuz ve adâletle şâhitlik yapacak (bk. Talâk 65/2) kimselerden olmalıdır.
Görüldüğü üzere âyet-i kerîmede “bir erkek şâhid”e karşılık olarak “iki kadın
şâhit” talep edilmiştir. Gerekçe olarak da “biri yanıldığı takdirde
diğerinin ona hatırlatması” (Bakara 2/282) şeklinde bir açıklama
yapılmıştır. Zira şâhitliğe ehliyet ve liyakatin şartlarından biri de gerektiği
şekilde hıfzedebilmek, akılda iyi tutmak ve unutmamaktır. Ancak şâhidin, şâhitlik
yapması için hâdiseyi başından sonuna kadar her an hafızasında tutması ve
aklından çıkarmaması şart değildir. Şâhitlik yapacağı sırada hakkiyle
hatırlaması ve aklına getirmesi yeterlidir.
Kadının
şâhitliğinin erkeğe göre yarım olması, onlar için bir eksiklik veya bir zâfiyet
değildir. Bu onların fizikî ve ruhî yapılarının taşıdığı özelliklerin bir
gereğidir. Allah Teâlâ, hanımlara duygu derinliği, incelik, şefkat, merhamet,
hayâ, fedâkârlık, çocuk bakımı ve neslin muhâfazası gibi meziyetler ihsân
etmiştir. Onların bünyesi nârin, hisleri fevkalâde kuvvetli ve merhamet
duyguları yüksek olduğundan hayâtın çeşitli safhalarında birtakım süprizlerle
karşılaştıklarında bazan bedenî ve rûhî zaaflara düşerler. İşte onların şâhitliğinin erkeğe göre yarım
olmasının sebeplerinden biri budur. Bu İslâm’ın; erkek ve kadına ait fıtrî ve
değişmez olan husûsiyetleri dikkate almasından doğan mükemmel bir hükümdür.
Cenâb-ı
Hak, erkeği, hayat mücâdelesi ve evin geçimiyle mükellef kılmış, bu vazîfeyi
lâyıkıyla îfâ edebilmesi için, bedenen daha kuvvetli, rûhen de daha metin
yapmıştır. Kadın ise nesli korumaya, evlât yetiştirmeye ve onu en zayıf ve
âciz zamânında bakıp gözetmeye, himâye etmeye memur kılınmıştır. Bu sebeple
onun vazîfesi, bedeninin değil, rûhunun daha derin duygu ve hassâsiyetlerle techîz
edilmesini gerektirmiştir. Bunun içindir ki, çocuğun ilk acziyet devresinde onu
derin bir merhamet ve muhabbetle kucaklayıp büyütmek için kadına ilâhî bir
mevhibe olarak aşırı bir hissîlik verilmiştir.
Bu
hissî yapısıyla bir merhamet mecrâı olan anneye, yaratılış maksadının ve
gücünün dışında bir vazîfe yüklenirse, menfî bir netîce ortaya çıkar.
Dolayısıyla bir kadının suçluya acıyıp merhamet ederek adâleti yanıltma
ihtimâli yüksektir. Bu da onun şâhitliğinin yarım olması husûsunda vârid olan
ilâhî hükmün hikmetlerinden biri olmuştur. Diğer taraftan İslâm, şâhitliği
insanın psikolojik yapısına göre tanzîm eder. Yerine göre erkeğin şâhitliği
nazar-ı îtibâra alınmazken yerine göre de kadının şâhitliği tam olarak kabul
edilir. Meselâ erkeklerin muttalî olma ihtimali bulunmayan yerlerde sadece
kadınların şâhitliği yeterli sayılır. (Mecelle, md. 1685)
Belli
bir süreye kadar borçlanmalarda kendine müracaat edilen kâtip yazmaktan, şâhit
de şâhitlik yapmaktan kaçınmamalıdır. Yazarken ve şâhitlik yaparken de kimseye
bir zarar vermemelidirler. Çağrıldıklarında gitmemek, yazarken veya şâhitlik
yaparken doğru olanı değiştirmeye çalışmak gibi zarar verici davranışlardan
uzak durmalıdırlar. Aynı şekilde onlara da yazdıktan ve şâhitlik yaptıktan
sonra kimse tarafından bir zarar verilmemelidir. Onları mühim olan işlerinden
alıkoymak, belirli ölçüler dışında fazladan tekliflerde bulunmak veya kâtibe
ücretini vermemek gibi yanlış bir tutum içinde de olunmamalıdır. Böyle şeylere
teşebbüs etmek, büyük bir günahtır.
Ayetin
sonunda yer alan, “Allah’a karşı gelmekten sakının! Allah size ihtiyaç
duyduğunuz bütün hükümleri ve her işte uymanız gereken yolu öğretmektedir”
kısmına: “Allah’a karşı gelmekten sakının ki Allah size öğretsin” (Bakara 2/282) şeklinde meâl
vermek de mümkündür. Dolayısıyla bu âyette, Allah’tan hakkiyle korkanlara Cenâb-ı
Hakk’ın ilim öğreteceği vâdi vardır. Yâni takvâ sahibi kulun kalbine Yüce Allah,
kendisiyle gerçekleri kavrayabileceği ve hakla bâtılı ayırabileceği bir nûr
ihsan eder. (Kurtubî, el-Câmi‘, III, 406) Nitekim, “Ey iman edenler!
Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız size hakkı bâtıldan, doğruyu
yanlıştan ayıracak şaşmaz bir ölçü verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar.
Çünkü Allah, pek büyük lutuf ve ihsan sahibidir” (Enfâl 8/29) âyeti de bu mânaya
işaret etmektedir. Hadîs-i şerîfte ise bu mânayı teyiden şöyle buyrulur:
“Öğrendikleriyle amel edene Allah Teâlâ bilmediklerini öğretir.” (Ebû Nuaym, Hilye,
X, 15)
Yolculuk
halindeyken borçları yazma ve borca karşılık rehin alma konusuna gelince:
283. Seferde olur da yazacak birini bulamazsanız, borç karşılığında rehin alırsınız. Birbirinize güvenir de rehin almazsanız, kendine güvenilen kişi borcunu ödesin ve Rabbi olan Allah’tan korksun. Şâhitliği de gizlemeyin. Kim onu gizlerse, şüphesiz o, kalbi günaha batmış bir kimsedir. Allah, yaptığınız her şeyi hakkıyla bilendir.
Verilecek
borca karşılık rehin almak, sadece yolculukla alakalı bir durum değildir.
Normal şartlarda da rehin alınıp verilebilir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.),
Medine’de bir yahudiden aldığı bir miktar arpa karşılığında zırhını ona rehin
olarak vermiştir. (Buhârî, Buyû‘ 33; Müslim, Müsâkât 124) Âyette özellikle
yolculukla alakalı olarak zikredilmesi, yolculukta borcu yazacak bir kâtip ve
kalem, kağıt ve mürekkep gibi yazı malzemelerini bulmanın zorluğu sebebiyledir.
Alınan rehin, borcun ödenmesini teminat altına alacak bir vesika yerine geçer.
282
ve 283. âyetlerde karşılıklı borçlanmalarda borcun tam olarak ve zamanında
ödenmesini garanti altına almak için üç çeşit uygulamadan bahsedildi. Bunlar
yazmak, şâhit tutmak ve rehin almaktır. Her hak sahibine hakkını verebilmek ve
kimsenin en küçük bir zarar görmemesini sağlayabilmek için bunların tatbikatına
itina gösterilmesi icab eder. Ancak borç veren ve alan birbirlerine
güvendikleri takdirde, bu üç uygulamadan herhangi birine başvurmadan da
borçlaşmaları caizdir. Dinde mühim olan kalplerde bu emniyet hissini
geliştirmek, güvene karşı hıyânet etmemeyi, sırf Allah korkusuyla emâneti
yerine getirebilmeyi bütün borç ilişkilerine yaymaktır. Zira teminat alınsa
bile, kişilerde emânet şuuru ve mesûliyet duygusu kökleşmediği takdirde, borcun
taraflarının birbirine haksızlık yapmalarına mâni olmak çoğu kez mümkün
olmayabilir.
Hiçbir
kimseye bildiği bir hususta şâhitliği gizlemesi caiz değildir. Dolayısıyla
hakkın yerini bulması için şâhitlikten kaçınmamak hem de görüp bildiğimiz
doğruyu gizlememek gerekir. Borç alanlar da borçları ne ise onu olduğu şekilde
söylemeli, inkâr etmeye kalkışmamalıdırlar. Çünkü bunları gizlemek büyük bir
günahtır. Bunlar esasta kalbi ilgilendiren işler olduğu için kalbe isnad
edilmiş ve böyle yapanların kalplerinin günahkâr olduğu beyân buyrulmuştur.
Hangi
şartlar altında olursa olsun şâhitliğin ifâ edilmesi lâzım geldiği hakkında
âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Kendinizin, ana-babanızın ve yakın akrabanızın
aleyhinde bile olsa, Allah için doğru dürüst şâhidlik yaparak, adâleti titizlikle
ayakta tutan kimseler olun! Hakkında şâhidlik yaptığınız kimse zengin de olsa
fakir de olsa böyle davranın. Çünkü Allah, ikisine de sizden daha yakındır,
hâllerini daha iyi bilir. Şu hâlde, sakın âdil davranmaktan yüz çevirip nefsin
arzularına uymayın. Eğer dilinizi eğip büker, gerçeği olduğu gibi söylemekten
çekinir veya büsbütün ondan yüz çevirirseniz, başınıza geleceği siz düşünün! Zira
Allah, yaptığınız her şeyden hakkıyla haberdardır.” ((Nisâ 4/135;
Ayrıca bk. Mâide 5/8)
İbn
Abbas (r.a.)’den nakledilen bir rivayete göre şu üç şey büyük günahlardan olup,
bunlardan uzak durulmalıdır:
› Allah’a şirk
koşmak. Bu konuda, “Şunu bilin ki, kim Allah’a şirk koşarsa, Allah ona
cenneti haram kılmıştır ve onun varacağı yer ateştir” (Mâide 5/72)
buyrulmuştur.
› Yalancı şâhitlik
yapmak.
› Şahidliği
gizlemek. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 191)
Zira
Allah her şeyi, içimizden geçen en ince duygu ve düşünceleri bile tam olarak çok
iyi bilmektedir. Nitekim gelen âyet bu hususa ışık tutmaktadır:
284. Göklerde ne var ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. İçinizden geçeni açığa vursanız da, gizleseniz de Allah onun hesabını sizden sorar. Sonra O, dilediğini bağışlar, dilediğine de azab eder. Allah’ın her şeye gücü yeter.
Bu
âyet-i kerîme şâhitliği gizlemek ve doğruyu olduğu gibi söylememek hakkında
inmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 192) Âyet-i kerîmedeki
“içinizden geçen” ifadesi mutlak olduğu için, nefsin her türlü hallerini ve
hareketlerini şumûlüne almaktadır. Buna göre duygu, düşünce, irade, yönelme,
hayal etme, her çeşit hâtıra ile vesveseler, şüpheler, inançlar, ister ihtiyarî
ve isterse gayri ihtiyarî, sürekli veya gelip geçici, iyi ve kötü insanın iç
dünyasında olup biten her şey buna dâhildir. Fakat âyetin üslûbu, sibak ve
siyâkı bu mutlak mânayı daraltan bir husûsiyet taşımaktadır. Şöyle ki:
› Âyetteki
sözün gelişi, şâhitliği gizlemek ve bildiğini söylememek gibi çirkin durumlara
ait olduğundan, hesap da daha ziyâde kötülükler hakkında maruf olduğundan iyi
ve güzel olanlar hesaba çekilmenin dışında kalır.
› Âyetteki ف۪يۤ اَنْفُسِكُمْ (fî
enfüsiküm) “içinizde bulunanlar” ibâresi, “içinizde iyice yer etmiş, karar
haline gelmiş olan duygu, düşünce ve niyetler” için açık bir mâna taşıdığından,
bir var, bir yok olan gelip geçici ve kararsız duygular bunun dışında
kalmaktadır.
› “Gizli tutmak
ve açığa vurmak”, insanların iradeleriyle yaptıkları işlere ve
davranışlara ait olduğundan, irade dışı olanlar bunun dışında kalır. Zira
hesaba çekilmek, düşüncelerin mutlaka açığa çıkması veya gizli kalmasına bağlı
değildir. Çünkü niyetlerinin açığa çıkması da, gizli kalması da tamâmen
insanların kendi takdirlerine kalmış bir durumdur. Bu ise ancak kesinlikle
kasıt ve niyetle olur. O halde iradeli olarak yapılan bütün işler ve ruhî
haller hesaba çekilmeyi gerektirir. Böyle olmayanların gizli kalması da açığa
çıkması da Allah Teâlâ’nın isteğine bağlıdır. (Elmalılı, Hak Dini, II,
991)
Bu
açıklamadan sonra bu âyet-i kerîmeyle “Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği
şeyle sorumlu tutmaz” (Bakara 2/286) gibi âyetlerin ve Allah Resûlü (s.a.s.)
Efendimiz’in bu konuya açıklık getiren beyânlarının arasını telif etmek daha
kolay olacaktır. Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Allah ümmetimden, işlemedikleri
ve konuşmadıkları sürece gönle doğan düşüncelerin günahını bağışlamıştır.” (Buhârî, Eymân 15; Müslim, İman 201)
“…Kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa, Cenâb-ı Hak bunu
yapılmış mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet bir kimse iyilik yapmak
ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o iyiliği on mislinden başlayıp yedi
yüz misliyle, hatta kat kat fazlasıyla yazar. Kim bir kötülük yapmak ister de
vazgeçerse, Cenâb-ı Hak bunu mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet insan
bir kötülük yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o fenalığı sadece
bir günah olarak yazar.” (Buhârî, Rikâk 31; Müslim, İman
207, 259)
Ashâb-ı
Kirâm, zaman zaman Peygamber Efendimiz’e gelerek imanî mevzularla alakâlı
olarak zihinlerinden açıklamaları mümkün olmayan bazı kötü düşüncelerin gelip
geçtiğini söylediklerinde Efendimiz onlara:
“İşte o, imanın ta kendisidir” şeklinde cevap vermiştir.
(Müslim, İman 209)
Hâsılı
Allah Teâlâ’dan hiçbir şeyin gizli kalması mümkün değildir. Bu sebeple
insanların gönüllerine yerleştirdikleri bir şeyi açığa vurmaları veya gizli
tutmalarının fazla bir önemi yoktur. Kendi hür irade ve tercihleriyle isteyerek
yaptıkları işlerin hepsi hesaba dâhildir. Bunların hepsinin hesabını Allah
sorar da sorumluluk kesinleştikten sonra dilediğini bağışlar, dilediğine de
azap eder. O’nun azabı bile katıksız adâlet; bağışlaması ise zaten katıksız lutuf,
ihsan ve inayettir.
İşte
o katıksız lütuf, ihsan ve inayete nâil olabilmek için gerekli iman, itaat,
teslimiyet ve niyazı öğretmek üzere miraç gecesinin paha biçilmez hediyesi olan
âyetler gelmektedir:
285. Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti ve mü’minler de iman ettiler. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar da; “O’nun peygamberleri arasında hiçbir ayırım yapmayız” dediler. Sonra da: “İşittik, itaat ettik, ey Rabbimiz bizi bağışlamanı isteriz, dönüşümüz ancak sanadır” diye niyazda bulundular.
Bu
âyetlerin iniş sebebi olarak şöyle bir rivayet nakledilir:
Bir
önceki “İçinizden geçeni açığa vursanız da, gizleseniz de Allah onun
hesabını sizden sorar” (Bakara 2/284) âyeti inince, burada işaret edilen
ince mânalar, ilâhî vahyin karşısında gerçekten çok hassas bir gönle sahip olan
ashâb-ı kirâma pek ağır geldi. Toplanıp Resûlullah’ın huzuruna vardılar, diz
çöktüler: “Ey Allah’ın Resûlü! Namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün
yeteceği amellerle sorumlu olduk. Şimdiyse sana bu âyet indirildi. Halbuki
bizim buna gücümüz yetmeyecek” dediler. Peygamberimiz (s.a.s.) onlara: “Siz
de sizden önceki kitap ehli gibi, «İşittik ve isyan ettik» mi demek
istiyorsunuz? Bilakis «İşittik, itaat ettik, ey Rabbimiz bizi bağışlamanı
isteriz, dönüş ancak sanadır» deyin” buyurdu. Bunu hep birlikte söylemeye
başladılar. Söyledikçe dilleri alıştı ve gönülleri yatıştı. O zaman Bakara 285.
âyet nâzil oldu. Böylece Allah’a tazarrû ve niyaz ile yalvarıp yakardılar,
istiğfar edip Allah’a sığındılar. Bu sebeple bir süre sonra da 286. âyet
indirilerek güçlerinin yetmeyeceği ve ellerinde olmayan şeylerden hesaba
çekilmeyecekleri bildirilmiş ve endişeleri giderilmiş oldu. (Müslim, İman 199)
Bakara
sûresinin ilk beş âyetinde iman esaslarına yer verilmiş, müttaki olmak ve
kurtuluşa erebilmek için bunlara inanmanın ve gereğince amel etmenin önemine
dikkat çekilmişti. Burada sûre sona erdirilirken tekrar İslâm’ın temelini oluşturan
Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman, mü’minlerin ayrılmaz
bir vasfı olarak dile getirilir. Bizim inanç sistemimizde, özellikle yahudi ve hıristiyanların
yaptığı gibi peygamberler arasında bir ayrım yapmak söz konusu değildir. Hiçbir
ayırım yapmaksızın hepsine inanmak farzdır. Mü’min olmanın, ayrılmaz
şartlarından biri de Allah’ın ve peygamberin emirleri karşısında son derece
duyarlı bir gönle sahip olmak, en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün tekliflere
“işittik ve itaat ettik” diyerek mukabele etmektir. Onlar için isyan ve
itaatsizlik olacak şey değildir. İşitme ve itaatte eksik kalan kısımlar için de
Allah Teâlâ’dan af ve bağışlanma talep edilecektir. Zira insanlar sonunda O’na
dönecek ve yaptıklarının hesabını vereceklerdir. Bundan kaçış ve kurtuluş imkanı
yoktur.
Ancak Allah Teâlâ’nın size sonsuz merhamet sahibi
olduğunu unutmayın ve ilâhî rahmete erebilmek için âdâbına uygun tarzda
Rabbinize şöyle yalvarın:
286. Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz. Herkesin yaptığı iyilik kendi yararına, işlediği günahlar da kendi zararınadır. O mü’minler, niyazlarına şöyle devam etiler: “Rabbimiz! Unutur veya hata edersek bizi cezalandırma! Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme! Rabbimiz! Kaldıramayacağımız şeyleri de bize yükleme! Günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın. Kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle!”
Burada
yer alan “Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz” (Bakara 2/286) ifadesi, Allah
Teâlâ’nın kullarını sorumlu tuttuğu dini emirlerdeki ölçüyü haber vermektedir.
Dolayısıyla insanlara güç yetirebilecekleri şeyleri teklif etmek, Allah’ın
değişmez bir kanunudur. Bu da Rabbimizin kullara olana rahmet, merhamet ve
ihsanının bir göstergesidir. “Allah
sizin için kolaylık diler, fakat zorluk dilemez” (Bakara
2/185) ayeti de bu gerçeğe ışık tutmaktadır. Ancak kul, yine de Rabbine niyaz
halinde olmalıdır.
Nitekim
Kur’ân-ı Kerîm, zaman zaman mü’minlerin Allah Teâlâ’ya nasıl dua edeceklerini
bildirir. Burada da çok mühim dua ve niyaz örnekleri yer almaktadır. Bunlardan
birincisi:
“Rabbimiz! Unutur veya hata edersek bizi cezalandırma!” (Bakara 2/286) duasıdır. Gerçekten de Cenâb-ı Hak, mü’minlerin bu duasını kabul
buyurmuş, onlardan unutma ve hata yollu vuku bulan günahları affedeceğini
müjdelemiştir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ
hatâ, unutma ve zorlama sûretiyle işlenen günahlardan dolayı ümmetimi hesaba
çekmeyecek, onları bağışlayacaktır.” (İbn
Mâce, Talâk 16/2043, 2045)
İkincisi:
“Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme!” (Bakara 2/286) duasıdır. Önceki
ümmetlere bir kısım ağır sorumluluklar yüklenmişti. Meselâ yahudiler günde elli
vakit namaz kılmak, mallarının dörtte birini vergi vermek, pislik bulaşan
elbiseyi kesmek, vatanlarından sürülüp çıkarılmak, birçok konuda hemen idam
cezası uygulanmak, tevbe etmek için intiharla yükümlü olmak, bir isyan üzerine
hemen ceza verilmek, herhangi bir hata meydana gelirse helâl olan yiyeceklerden
bazıları yasak kılınmak gibi hükümlerle sorumlu tutulmuşlardı. (bk. Zemahşerî, el-Keşşâf,
I, 159) İşledikleri günahlar sebebiyle de maymun ve hınzıra çevrilmişlerdi.
(bk. Bakara 2/65; Mâide 5/60) İşte müminler bu gibi sıkıntılardan, zorluklardan
korunmalarını niyaz ettiler, Allah Teâlâ da Peygamber Efendimiz’i göndererek
fazl u keremiyle bu ağır sorumlulukları ümmet-i Muhammed’den kaldırdı. (bk. A‘râf
7/157)
Üçüncüsü:
“Rabbimiz! Kaldıramayacağımız şeyleri de bize yükleme!” (Bakara 2/286) duasıdır. Yani
“Dinî sorumluluk olarak güç yetmez, hiç çekilmez, takat getirilmez, yüklenecek
olursa yerine getirilemeyecek, isyan ve itaatsizliğe sevkedecek tekliflerde
bulunma! Dünya hayatında ceza olarak gelen, bizi mahv ve helak eden, takat
yetişmez musibetler, belalar ve sevdâlar altında bizi inletme!” demektir. Bir
tevcihe göre, bir önceki dua ile yerine getirilmesi zor olan sorumluluklardan
Allah’a sığınılırken, bu dua ile de güç yetirmek zor olan cezalardan Allah’a
sığınılmak istenmiştir. Çünkü güç yetmeyecek zor işlerle mükellef tutulan
kişilerin, kusur işlemekten tamamen uzak durmaları ve cezaya uğramamaları
oldukça zordur.
Dördüncüsü
ise: “Günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim
sahibimiz ve yardımcımızsın. Kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle!” (Bakara 2/286) duasıdır.
“Affet” niyazı, günahların silinmesini, yok edilmesini ve bunlarla sorguya
çekilmemeyi istemektir. Her ne kadar işlenen günahlar, Allah’ın ilminde belli
ve sâbit olsa da, Cenâb-ı Hak isterse onların kullara yönelik sonuçlarını silebilir
ve onları bu günahlar sebebiyle cezalandırmayabilir. “Mağfiret” niyazı ise
günahların açığa vurulmamasını talep etmektir. Allah Teâlâ yapılan bir günahın
cezasından vazgeçebilir ama, onu açıklamaktan ve ortaya dökmekten
vazgeçmeyebilir. İşte mü’minler Allah’tan hem günahlarının affını, hem de
bunların gizlenmesini istemekle emrolunmuşlardır. Ancak bu şekilde halleri
gizli kalabilir ve rezil olmaktan kurtulabilirler.
Bu
iki âyet, toplumumuzda daha ziyâde “Âmene’r-Resûlü” ismiyle meşhur olmuştur.
Peygamberimize Mirac gecesi vahyedilmiştir. (Müslim, İman 279) Bunların
faziletiyle alâkalı olarak Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Bakara sûresinin sonunda iki âyet vardır ki, bir gecede okuyana
onlar yeter; onu her türlü kötülüklerden korur.” (Buhârî,
Fezâilü’l-Kur’an 10; Müslim, Müsâfirin 255)
“Allah Teâlâ, Bakara sûresini iki âyetle sona erdirdi ki, bunları
bana arşın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz, kadınlarınıza,
çocuklarınıza belletiniz, öğretiniz. Çünkü bunlar hem rahmettir, hem duadır,
hem Kur’ân’dır." (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 14)
Şimdi, Bakara sûresinde özetle işaret edilen bir
kısım mevzuları derinlemesine izah etmek ve sûrenin sonunda yer alan
mü’minlerin yardım ve zafer niyazlarına bir cevap olmak üzere Âl-i İmrân sûresi
başlıyor:
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...
Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...
"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...
Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...
Enbiya suresinin 37. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 37. Ayet Arapça: خُلِقَ الْاِنْسَانُ مِنْ عَجَلٍۜ سَاُر۪يكُمْ اٰيَات۪ي فَلَا تَسْتَعْجِ ...
Saff sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 14 âyettir. İsmini, 4. ayetinde geçen صَفًّا (saffen) kelimesinden alır. Sûrenin “İsa” ve اَلْحَوَارِيُّونَ (Hav ...