Bakara sûresi 286 ayettir. Medine’de on senelik bir müddet içinde peyderpey nâzil olmuştur. Mushaf tertîbine göre 2, nüzûl sırasına göre 87. sûredir. İsmini, 67 ile 71. âyetler arasında bahsedilen, İsrâiloğulları’nın sığır kurban etmeleri kıssasından almıştır. Sûreye, içinde Âyetü’l-Kürsî bulunduğundan اَلْكُرْسِيُّ (Kürsî), Kur’ân’ın zirvesi olduğu için سَنَامُ الْقُرْاٰنِ (Senâmu’l-Kur’ân), hidâyet nûrunun parlaklığı sebebiyle de اَلزَّهْرٰي (Zehrâ) ismi verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in en uzun sûresidir. Bu hâliyle sûre, Kur’ân’ın geniş bir özeti mâhiyetindedir.
Resûlullah (s.a.s.):
“Bu sûre, neredeyse dînin tamamını ihtivâ eder” buyurmuştur. (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân 2/2876
Sûrede bahsedilen temel konulardan bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
Kur’an’ın Allah tarafından gönderilen hak bir kitap olduğu,
Tevhîd, nübüvvet ve âhiret gibi îman esaslarının delillerle beyân edilmesi,
Mü’min, kâfir ve münafıkların vasıfları,
Hz. Âdem’in diğer yaratıklar arasındaki konumunun belirlenmesi, şeytanla imtihanı ve cennetten indirilmesi,
İsrâiloğulları’nın tarih içindeki durumları, Kur’an’a ve Peygamberimize karşı tavırları, hidâyete davet edilmeleri, yanlış itikad ve davranışlarının tashihi,
Ka’be’nin inşâsı ve kıblenin Mescid-i Aksâ’dan Mescid-i Harâm’a çevrilmesi,
Müslüman şahsiyetin inşası ve İslâm toplumunun teşekkülü için: Namaz, oruç, zekât, hac ve cihad gibi ibâdetlerle ilgili hükümlerin; adâlet, ahde vefâ ve infak gibi ictimâî hayata dair esaslar ile âile hukûku, devletler arası ilişkiler, iktisadî ve siyâsî düzenlemelerin getirilmesi,
Ferd ve cemiyeti bozulup dağılmaktan korumak için sihir, içki, kumar ve faiz gibi yasaklara dikkat çekilmesi,
Allah’ın birliğini, her şeye kâdir olduğunu ve ölüleri diriltip hesap soracağını çeşitli misallerle ortaya koyarak insanları îman ve itaate çağırması,
Kulluğun özü olan ve mü’mini Rabbine bağlayan bazı duaların öğretilmesi.
Hâsılı dikkatle incelendiğinde Bakara sûresinin, ihtiva ettiği hükümler, konular ve maksatlar itibariyle muazzam bir insicama, belirli ve düzenli bir plana sahip olduğu görülür. İlk âyetlerde sûrede incelenecek olan konuların ana hatları verilmekte, daha sonraki bölümlerde ise her konu sûre bütünlüğü içinde en uygun yerini almaktadır. Sûre, hidâyeti kabul eden kulun, emredilen hükümleri yerine getirme hususunda Rabbinden kolaylık talebiyle sona ermektedir. Muhtelif konular ele alınmakla birlikte sûrenin esas hedefi, Kur’an’ın hidâyetini gerçekleştirmek ve bundan âzamî istifadeyi sağlamaktır. Sûre boyunca devamlı bu hedef gözetilmiş ve sûrenin başı ile sonu o hedefte birleşmiştir.[1]
[1] Sûrenin bu açıdan büyük bir vukûfiyetle ele alınmasına örnek olarak bk. Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 163-211; En Mühim Mesaj: Kur’ân, s. 195-299.
Mushafta ikinci, nüzûl sıralamasında 87. sûredir, Medine’de nâzil olmuştur. Kur’an’ın en uzun sûresidir. Tamamının bir nüzûl sebebi olmamakla birlikte birçok âyeti için özel iniş sebepleri vardır. O âyetler açıklanırken nüzûl sebepleri hakkında da bilgi verilecektir.
Ele aldığı mevzulara bakıldığında Bakara sûresinin çok önemli, faziletli ve büyük bir sûre olduğu görülür. Peygamber Efendimiz’in “Kur’an âyetlerinin efendisi ve en büyüğü” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 142, 178) olarak beyân ettiği Âyetü’l-Kürsî de bu sûrede yer almaktadır. Sûrenin faziletini beyân eden pek çok rivayet nakledilir. Bunların birkaçı şöyledir:
› “Kur’an’dan uzak kalarak evlerinizi kabirlere çevirmeyin. Şunu bilin ki şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden ürküp kaçar.” (Müslim, Müsâfirîn 212)
› “Kur’an’ı okuyun; çünkü o, kıyamet gününde kendisiyle hemhâl olanlara şefaatçi olarak gelecektir. Zehrâvân’ı yani Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okuyun;[1] çünkü onlar, kıyamet gününde iki büyük bulut veya iki gölgelik ya da iki kuş sürüsü hâlinde gelerek kendilerini okuyanları savunacak ve koruyacaklardır. Bakara sûresini okuyun; çünkü ona sarılmak bereket, terketmek ise hasret ve pişmanlıktır; ona sihirbazların gücü yetmez.” (Müslim, Müsâfirîn 252)
› “Bakara sûresinin sonundaki iki âyeti her kim gece vakti okursa bu iki âyet o gece ona yeter.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 10)
› Sahâbeden Üseyd b. Hudayr bir gece Bakara sûresini okuyordu. Atı da yanında bağlı bulunuyordu. Derken at ürküp hırçınlaşmaya başladı. Üseyd okumayı kesince at da sâkinleşti. Tekrar okumaya başlayınca at yine tedirgin bir şekilde ileri geri gitmeye başladı. Üseyd susunca at da sâkinleşti. Bu durum iki kez daha tekerrür etti. Oğlu Yahyâ ata yakın bir yerde bulunuyordu. Atın çocuğa bir zarar vermesinden korktu ve onu bulunduğu yerden yanına çekti. Bu sırada başını kaldırıp gökyüzüne baktığında buluta benzer bir şey içinde kandiller misali ışıklar gördü. Bunlar yavaş yavaş yükselerek nihayet gözden kayboldu. Sabah olunca durumu Resûlullah (s.a.s.)’e anlattı… Efendimiz şöyle buyurdu:
› “Onlar seni dinlemeye gelen meleklerdi. Eğer okumaya devam etseydin sabah olunca onları herkes görecekti, kendilerini halktan gizlemeyeceklerdi.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 15; Müslim, Müsafirin 242)
Bu ve benzeri rivayetlerden de anlaşılacağı üzere Bakara sûresi, hem evlerimizi hem de gönüllerimizi mânen îmâr edecek, okuyanı âdeta maddî mânevî şerlerden muhâfaza ederek onu meleklerle beraberliğe yükseltecek bir fazilet ve şerefi hâizdir.
Şimdi, bütün mâna, hikmet ve sırlarından kalbe yansıyan miktarıyla o sûrenin tefsiri başlamaktadır:
[1] Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerine, hidâyet nûrlarının parlaklığı ve okuyanlara verilecek ecrin büyüklüğü sebebiyle, اَلزَّهْرَاوَانِ (Zehrâvân) ismi verilmiştir.
1. Elif. Lâm. Mîm.
“Elif.
Lâm. Mîm.”, tefsir ilminde “hurûf-i mukattaa” diye bilinen ve “ayrı ayrı okunan
harfler”dir. Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi dokuz sûresine bu harflerle başlanır.
Bazıları sûre başlarında müstakil bir ayet iken, bazıları da âyetin bir
bölümüdür. Buradakiler ise müstakil bir ayettir. Bu harfler, Kur’an’ın
müteşâbih âyetlerindendir. Müteşâbih, birden çok mâna ifade etmesi sebebiyle
hangisinin kastedildiği okuyanların çoğu tarafından tam olarak anlaşılamayan
âyetlere denir. Bu harflerin mâhiyeti ve hangi mânaya geldiği hususunda pek çok
görüş bulunmaktadır. Bunlar arasında tercih edilen görüşler şunlardır:
› Bu harfler,
Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olduğuna inanmayanlara meydan okumak için bazı
sûrelerin başına getirilmiş ve âdetâ şu mâna kastedilmiştir: “Kur’an-ı Kerîm, şu
gördüğünüz ve işittiğiniz harflerden oluşan kelime ve cümlelerden meydana gelmektedir.
Siz bu harfleri biliyorsunuz. O hâlde gücünüz yetiyorsa haydi siz de bu
harfleri kullanarak Kur’an’a benzer bir kitap ortaya koyun!”
› Hurûf-i
mukattaa, Allah ve Rasûlü arasında hususi şifrelerdir. Mânasını ancak Allah ve
Rasûlü bilir. Bu görüşte olan âlimler, “Onlar Kur’ân’ın sırrıdır. Biz zâhirine
inanır, mânasını Allah’a bırakırız” derler.
› Cenab-ı Hak,
tek tek okunan bu harflerle muhatapların dikkatlerini çekerek, bir an için her
işi bırakıp vahyedilen muazzam ilâhî hakikatleri can kulağıyla dinlemelerini
temin etmektedir. Zira insan fıtratında, görmediği ve duymadığı garib şeylere
karşı ilgi duyma özelliği vardır. İnsanlar, bu harflerin mânasını anlamaya
çalışırken, onlardan sonra gelen bölümleri de dinlerler ve böylece maksad hâsıl
olur.
› Başında bulundukları
sûrelerin muhtevalarına dikkat çekmek üzere Allah Teâlâ bu harflerle yemin etmektedir.
Bu
sırlı harflerin kapleri derinden sarsan uyarıcı ve uyandırıcı sadasının
peşinden insanlığın kurtuluş muştusu olacak yüce bir kitaba işaret edilerek şöyle
buyruluyor:
2. Kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan şu yüce kitap, müttakîler için bir yol göstericidir.
“Kitap”tan maksat, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Arapçada “yazılı belge” anlamında da
kullanılan kitap ismi, Kur’an’ın Allah Resûlü (s.a.s.) zamanında yazıldığını
gösterir. Kur’an elimizde olmasına rağmen, ona uzağı gösteren ذٰلِكَ edatı ile işaret edilmesi, onun yüceliğine ve anlamlarının
derinliğine dikkat çekmek içindir. Gerçekten
Kur’an’ın şanı pek yücedir. Beşerî gücün muttali olamayacağı birçok ilim ve hikmetleri
de ihtiva ettiğinden, her ne kadar kitap olarak elimizde ise de, taşıdığı
sırlar ve hakikatler itibariyle bizim idrakimizden yüce bir ufuktadır, her
şeyiyle kolayca keşfedilir bir mâhiyette değildir. Bu sebeple ona, uzakta olan
bir şeyi gösterir gibi işaret edilmiştir. (Râzî, Mefâtîh, II, 12)
Şüphe
diye tercüme ettiğimiz اَلرَّيْبُ (rayb) kelimesi,
“yakîn”in yani kesin bilgi ve kanaatin zıddıdır. Kişinin bir konu hakkında
kararsız ve tereddüd içinde olmasını ifade eder.
Bu
kadar izzet ve şerefe sahip olan Kur’an’da hiçbir şüphe yoktur. Yani akl-ı
selîm ile ve ön yargılardan arınmış bir şekilde incelendiğinde onun:
·
Allah Teâlâ’dan geldiğinde,
·
Vermiş olduğu bilgilerde,
·
En doğru yola götüren bir kılavuz ve rehber olduğunda hiçbir
şüpheye yer yoktur. Bu bakımdan Kur’an hakkında asla şüpheye düşmeyiniz.
Âyette,
şüphenin insanlarda değil, kitapta olmadığı bildirilmiştir. İnanmayanlar onun
hakkında şüphe içinde olabilirler ama o, haktır ve doğrudur. Nasıl güneşin
varlığından şüphe etmek ona bir zarar veremez ise, Kur’an’ın doğruluğundan
şüphe etmek de onun doğruluğuna bir eksiklik getirmez.
Hidâyetin
iki temel mânası vardır. Birincisi delalet etmek, rehberlik yapmak ve yol göstermektir.
Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamberlerin ve İslâm davetçilerinin hidâyet etmeleri bu anlamdadır.
Âyet-i kerîmede: “Sen de hiç şüphesiz insanlığı dosdoğru bir yola
çağırmaktasın” (Şûrâ 42/52) buyrulur. İkincisi, tevfîk, yâni dosdoğru yola
eriştirip hedefe ulaştırmaktır. Bu mânada hidâyet yalnızca yüce Allah’a
mahsustur. Nitekim Resûlullah’a hitaben: “Rasûlüm! Sen sevdiğini doğru yola
erdiremezsin, lâkin Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Çünkü, doğru yola
girecek olanları en iyi O bilir” (Kasas 28/56) buyrulmuştur.
Kur’ân-ı
Kerîm, “bütün insanlar için hidâyet” olarak indirilmiştir. (Bakara 2/185) Böyle olmakla birlikte onun hidâyetinden
gerçekte müttakîler istifade eder. Bu sebeple Kur’an’ın müttakilere hidâyet
rehberi olduğu özellikle vurgulanmıştır. Kur’an insanları, dünya ve âhirette
kendilerine faydalı olacak, Allah’ın rızâsını kazandıracak ve nihâyet cennet ve
cemâl-i ilâhîye eriştirecek dosdoğru yolu gösterir.
Bir
kısım insanların Kur’an’la buluştuğu hâlde hidâyetten uzak kalması, onu bütün insanlar
için hidâyet vesîlesi olmaktan çıkarmaz. Belli bir hastalığı olan kişinin balın
tadını alamaması onun tatlı olmadığını göstermediği gibi. Bu bakımdan Kur’an’ın
hidâyeti kendisine samimi bir şekilde yönelen gönüllere Cenâb-ı Hak’ın bir
lutfudur.
Kur’an’ın
hidâyeti, inkârdan îmana, sonra da imandan ihsan ve takvâya doğru bir hidâyettir.
İmandan sonraki hidâyetin gerçekleşmesi, ancak ona uymakla ortaya çıkar.
Kur’an’ın Hak kelamı olduğunu kalben kabul etmeyen kâfir ve münafıklar ise onu
gereği gibi tefekkür ve tedebbür etmediklerinden, hidâyetten mahrum kalırlar.
Kur’an, her bir gruba, inanç, düşünce ve amellerine göre bir âkıbet belirler. Âyet-i
kerîmede buyrulur:
“Hiç şüphesiz bu Kur’an, insanları her hususta en doğru yola, en
sağlam ve en isabetli tutuma iletir. Sâlih ameller yapan mü’minlere,
kendilerini çok büyük bir mükâfatın beklediğini müjdeler. Âhirete inanmayanlar
için ise, can yakıcı bir azap hazırladığımızı haber verir.” (İsrâ
17/9-10)
Âyette
Kur’an’ın müttakîler için rehber olduğu haber verilmektedir. Müttakî, takvâ sahibi
olan kimsedir. Takvâ; sakınmak, korunmak, hoşa gitmeyen şeylerden uzak durmak
demektir. Arapça’da bu kelime, canlı bir varlığın kendini her türlü tehlikeden
korumasını ifade eder. Dolayısıyla müttakî:
› Kalbini
küfür, şirk, nifak gibi îtikâdî hastalıklardan,
› Uzuvlarını
büyük ve küçük günahlardan,
› Nihâyet
gönlünü Cenab-ı Hakk’ın râzı olmayacağı her türlü menfi düşünceden koruyan,
diğer taraftan:
› Farz ve
nâfilelerle ilâhî muhabbeti elde etme gayretinde olan, böylece âhirette
cehennem azabından kurtulup cennetle mükâfatlandırılan mü’min kimsedir.
Mânevî
dünyamızın en önemli azığı takvâdır. (bk. Bakara 2/197) Takvânın alt sınırı
küfür ve şirkten korunmak ise de, üst sınırı yoktur. Her müttakînin önünde
devamlı olarak terfi edebileceği daha yüksek bir takvâ mertebesi her zaman var
olacaktır. Bu mânevî yolculuk ölüme kadar devam eder. Allah katında kulun şeref
ve mertebesini belirleyen yegâne ölçü de takvâdır. Rabbimizin:
“Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve
O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır” (Hucurât
49/13) beyânı bu gerçeği bildirir. Bu îtibarla takvâ, kulun mânevî yücelikler
kazanmasına ve nihayetinde Allah’ın dostluğuna ermesine en büyük vesiledir. Bir
âyet-i kerîmede:
“Allah ise, gönülleri O’nun saygısıyla
dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanların dostu ve yardımcısıdır” buyrulmuştur. (Câsiye 45/19)
Allah
Rasulü (s.a.s.), gerçek takvâya ermenin yolunu şöyle gösterir:
“Kul, harama düşerim korkusuyla yapılması sakıncalı olmayan, fakat vicdanını rahatsız eden bazı şeylerden bile uzak durmadıkça gerçek takvâ sahibi olamaz.” (Tirmizî,
Kıyâmet 19. Ayrıca bk. Buhârî, İman, 1; İbn Mâce, Zühd 24)
Âyet-i
kerîme ve hadis-i şeriflerin beyân buyurduğu takvâ gerçeğini şu örnek ne güzel
izah etmektedir: Hz. Ömer, Übey b. Ka’b’a takvânın mâhiyetini sorunca, o:
“–Dikenli
bir yolda hiç yürüdün mü?” diye sordu. Hz. Ömer: “Evet” deyince bu sefer Übey (r.a.):
“–Peki
böyle bir yolda yürürken ne yaptın?” diye sordu. Hz. Ömer:
“–Paçalarımı
sıvadım ve mümkün olduğu kadar kendimi korumaya çalıştım” dedi. Bunun üzerine Übey:
“–İşte
takvâ da böyledir” cevabını verdi. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 40)
Kur’an
hidâyetinden gerçek mânada istifade edebilecek müttakîlerin sahip olduğu belli
başlı vasıflar, devam eden âyet-i kerîmelerde şöyle haber verilmektedir:
3. Ki onlar gaybe iman eder, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden harcarlar.
Müttakîlerin
birinci vasfı gaybe iman etmeleridir. İman, kalp ile tasdik yani bir şeyin
doğruluğunu kalben kabul etmek ve bunu dil ile ikrâr etmektir. Tasdik olmazsa
iman olmaz. Tasdik bulunur, fakat kişinin tutum ve davranışları buna aykırı ve
tutarsız olursa bu, imanın zayıflığına bir işaret sayılır. Böyle bir imanla, İslâm
gerçek mânasıyla yaşanamayacağı gibi, dinin vadettiği ebedi mutluluğa erişmek
de zor olur. Dine göre îman esaslarını kalp ve diliyle tasdîk etmeyen kâfir; kalbiyle
tasdik etmediği hâlde diliyle kabul ettiğini söyleyen münafık; kalp ve diliyle
tasdik ettiği hâlde ameli olmayan ise mü’min fakat fâsık sayılır. Gerçek iman, âhirette
cehennemden kurtularak cennete girmenin yegâne şartıdır. Kur’an, pek çok
âyetinde bu hususa vurgu yapmaktadır.
الْغَيْبُ (gayb) sözlükte, gerçekte var olup da görme,
işitme, dokunma ve tatma gibi duyularımızın algı sahasına girmeyen, bunların
ötesinde kalan şeylerdir. Âyetteki “gayb”den maksat ise, Allah’ın ve Resûlü’nün
var olduğunu veya meydana geleceğini haber verdiği, insanın duyularıyla
algılayamadığı fakat inanılması lazım gelen varlıklar ve olaylardır. Bunlar
Allah, melekler, kader, kıyamet, âhiret, cennet ve cehennem gibi hususlardır. Allah
Resûlü (s.a.s.) îmanı tarif ederken: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir”
(Müslim, İman 1, 5) buyurmuştur ki bunların hepsi gayb âlemindendir.
Âyetin,
“gaybe îman ederler” şeklinde meâli verilen kısmı, “gaybde de iman ederler”
diye de anlaşılmıştır. Yani, mü’minler, insanlar arasında olduğu gibi kimsenin
bulunmadığı tenha yerlerde de imanlarını ikrâra ve gereğini yapmaya devam
ederler. Zira îmanda devamlılık esastır. Münafıklar ise böyle değildir. Çünkü
onlar: “İman edenlerle karşılaştıklarında «inandık»
derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise: «Emin olun! Biz sizinle
beraberiz, onlarla sadece alay ediyoruz» derler.” (Bakara
2/14)
Esasen
gayb âlemine bir sınır çizmek mümkün değildir. Bununla beraber genel mânada iki
türlü gaybden söz edilebilir. Birincisi, Allah Teâlâ’nın hiçbir varlığa
bildirmediği, ancak zâtına mahsus kıldığı mutlak gaybdir: “Gaybın
anahtarları Allah’ın yanındadır; başkası onları bilemez.” (En‘âm 6/59)
Diğeri ise izâfî gaybdir ki, Allah Teâlâ’nın yarattıklarından dilediğini
dilediği kadar bilgilendirdiği ve diğerlerinden gizli tuttuğu gaybdir. Buna
göre her bir varlığa göre gayb alanı farklıdır. Ancak Kur’an ve sünnette
varlığı bildirilen fakat insanın duyularıyla tam idrak edemediği hususlara
îman, mü’min olmanın şartıdır. Üzerinde durduğumuz âyette de bu nevi gaybe işaret
edilmiştir.
Allah
Teâlâ’nın her türlü tecellî ve tasarruflarıyla zâhir ve âşikâr olmasına (Hadîd
57/3), kullarına şah damarından daha yakın olmasına (Kâf 50/16), onların
kendileri ile kalpleri arasına girmesine (Enfâl 8/24), hülâsa onları her yönden
kuşatmasına (İsrâ 17/60) rağmen gayb kabul edilmesi, idraklerin O’nu
kuşatamaması (En‘âm 6/103) sebebiyledir. Nitekim ehl-i irfân demiştir ki,
“Cenâb-ı Hak o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gâiptir.”
Görülemeyen
ve hissedilemeyen varlıklar, görüp hissettiklerimize nispetle kıyas edilemeyecek
derecede fazladır. Bu gerçeği kabul eden kişi, Allah’a imana ve böylece hayatın
derin bir mânası ve gayesi olduğu inancına erişir. Gözü maddeden başka bir şey görmeyen
ve tüm varlığı görüp hissettiklerinden ibaret zanneden düşünce ve sistemler,
insan muhayyile ve tefekkürünü âdetâ dondurarak onu geniş ufuklardan mahrum
bırakmaktadırlar. Bu mânada gaybe îman, insan tefekkürünün ve muhayyilesinin
önündeki izâfî engelleri kaldıran bir hürriyet iksîridir. Îman esaslarının
“gayb” alanında olması, mü’mindeki îman derinliğine sonsuz bir boyut
kazandırmaktadır. Bu sebeple Kur’an, inanılması gerekli hususlar içinden
özellikle gaybı zikretmiştir. Çünkü gaybe iman, kulun Peygamberin davetine
kulak vererek Allah’ın buyruklarına itaat etmesinde kuvvetli bir tesire
sahiptir. Maddi âlemin ötesinde başka bir âlemin olduğunu kabul etmeyenler ise
Allah’a ve âhirete iman davetinden yüz çevirirler.
Müttakîlerin
ikinci vasfı, namazı dosdoğru kılmalarıdır. Âyet-i kerîmede “ikâme-i salât”
ifadesi geçmektedir. الصَّلٰوةُ (salât), Kur’an’da namaz ibâdetinin yanı sıra
dua, övgü, kıraat ve rahmet mânalarında kullanılmıştır. Namaz ibâdeti bu mânaların
hemen hepsini ihtiva eder. Nitekim namazın kıyâmında kıraat, ka’desinde senâ ve
dua nihâyetinde ise namaz kılan kimseye rahmet vardır.
“İkâme”,
bir şeyi ayakta tutmak, ayakta durur hale getirmek demektir. “İkâme-i salât”
ise namazı dosdoğru edâ etmektir. Yani namazı, Allah Resûlü (s.a.s.)’in öğrettiği
şekilde âdâb ve erkânına riâyetle, vaktinde, aksatmadan, ona gerekli rağbeti
göstererek, hem şeklî şartlarını hem de huşu ve tâzim gibi kalbî ve ruhî
yönlerini gözeterek kılmaktır. “İkâme-i salât” tabiri, ayrıca, namazı cemaatle
kılmanın önemine ve onu îfa için lazım gelen şartların hazırlanmasının gereğine
de işaret etmektedir.
Namaz, İslâm’ın başlangıcından itibaren meşrû olmakla birlikte beş vakit
halinde, Peygamberimizin yaşadığı en faziletli zaman
olan Mi’râc gecesinde farz kılınmıştır. (bk. Müslim, İman 259)
Namaz
ibâdeti, dini hayatın omurgasını teşkil eder. Ferdin zihnî, kalbî ve fiilî
hayatının Allah ve Rasûlü’nün iradesi çerçevesinde ihyası için vazgeçilmez bir
esas olan namaz, toplum hayatının inşa ve ıslahı için de aynı derecede bir
öneme sahiptir. Namazın bu yönüne işaretle Peygamber Efendimiz: “Dinî
hayatın ana direği, namazdır” buyurmuştur. (Tirmizî, İman 8)
Müttakîlerin üçüncü vasfı, Allah’ın kendilerine verdiği
rızıklardan infak etmeleridir. Onlar, Allah’ın ikram ettiği her türlü rızıktan,
O’nun muradına uygun olarak başkalarının faydasına harcamada bulunurlar.
“Rızık”, bütün canlıların maddî mânevî her türlü ihtiyaçlarını karşıladıkları nimetlerdir. Yiyecek, içecek, giyecek, mal ve benzeri her
türlü maddî nimet ve imkânlar rızık olarak adlandırıldığı gibi ilim, îman ve
ahlâk gibi mânevî ihsanlar da rızık kapsamında değerlendirilmiştir.
“İnfak”, kulun, Allah’ın rızâsına nâil olma niyetiyle O’nun
kendisine verdiği rızıklardan ailesine, akrabasına, diğer insanlara ve hatta
tüm canlılara fayda sağlamak üzere sarfetmesidir. Kur’ân’da infak kavramının
kullanıldığı yerlerden biri de “fî sebîlillah” yâni Allah’ın dînini korumak,
yaymak ve yüceltmek adına yapılan her türlü harcamalardır.
Âyetteki infaktan hem farz hem de nafile harcamalar kastedilmiştir.
Farz olanlar zekât ve ailesi için yaptığı zaruri masraflardır. Bunların haricinde
hayır niyetiyle yapılan tüm harcamalar ise nafile kısmına girer.
Mânevî
rızıklar açısından “infak”, kişinin sahip olduğu ilim, irfan ve güzel ahlâk
gibi ilâhî ikramlardan başkalarını da istifade ettirmesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “İstifadeye sunulmayan
ilim, Allah yolunda infak edilmeyen hazîne gibidir” buyurur. (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, II, 499; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 184) Bu mânadan
hareketle sûfîler, âyet-i kerîmede, müttakîlerin kendilerine lutfedilen mânevî
hâl, ilim ve mârifet nûrlarından başkalarına da infak etmeleri gerektiğine
işaret bulunduğunu söylemişlerdir.
Esasen Kur’ân âyetleri, kısa cümlelerde çok geniş ve
zengin mânalar ihtivâ eder. Meselâ üzerinde durduğumuz âyetin, وَممَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (Kendilerine rızık
olarak verdiğimiz şeylerden harcama yaparlar) kısmında bulunan bir takım
nüktelere şöyle işaret edilmiştir:
› İnsan,
kazancının tümünü değil, ihtiyâç fazlasını infâk etmelidir. Ba‘ziyet yani
kısmîlik anlamı ifade eden مِنْ (min) edatıyla
bu inceliğe işaret edilmiştir.
› İnfak,
başkalarının malından değil kendine ait maldan yapılmalıdır. Bu şartı رَزَقْنَاهُمْ (Kendilerine
rızık olarak verdiğimiz) lafzı ifade eder. Burada, yapılan infakı Allah adına
yapmak ve başa kakmamak gerektiğine de bir işaret vardır. Âdetâ şöyle
denilmektedir: “Size rızkı biz veriyoruz. Hakîkatte siz bize vekâlet
etmektesiniz. Öyleyse bizim ihsân ettiğimiz rızıklardan kullarımıza verirken
başa kakmanız doğru olamaz.”
› يُنْفِقُونَ (harcarlar)
fiilinin geniş zamanda kullanılması, sürekli bir infak duygusunun kulda
yerleşerek alışkanlık hâline gelmesini ifade eder. Bu ibare aynı zamanda
infakın, ehline, zarurî ihtiyaçlarını karşılaması
için yapılması gerektiğine işaret eder. Yoksa gereksiz ya da meşrû olmayan
yerlere harcayacak kimselere infakta bulunulmaz. Zira “infak” kelimesi, yerinde
ve aslî ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan harcamalar anlamında
kullanılmıştır. (Bedîuzzaman, İşârâtü’l-i‘câz, s. 47)
Görüldüğü üzere âyet-i kerîmenin emir ve tavsiye buyurduğu infakın
şumûlü oldukça geniştir. Bu sebeple tasavvuf âlimleri, farklı
mertebelerde bulunan insanların infakları hususunda bir kısım izahlar
yapmışlardır. Onlardan bazıları şöyledir:
Zenginlerin
infâkı mallarından olup onu ihtiyaç sahiplerinden
kıskanmazlar. Âbidlerin infâkı nefislerinden olup kendilerini hizmetten
esirgemezler. Âriflerin infâkı gönüllerinden olup hiçbir zaman kendilerine
bahşedilen ilâhî feyizlerden Hak taliplerini mahrum bırakmazlar. Hak
aşıklarının infakı ise daha farklıdır. Nitekim Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (k.s.) bunu
şu beytiyle dile getirir:
Sehâvet ehli olan kimseye
yakışan, fakîre ihsândır
Âşıklara yakışan da Cânân yolunda fedâ-yı cândır[1]
İnfâkın belli başlı derecelerini ifade etmek üzere Arapça’da
farklı kavramlar kullanılmıştır. Birinci mertebe “sehâ”dır. Malın birazını
verip geriye kalanı kendine ayırana sehâvet sahibi denir. İkinci mertebe “cûd”
seviyesidir. Malının çoğunu dağıtıp azını kendine ayıran kimseye cûd ehli
denir. İnfakta nihai mertebe ise “îsâr”dır. Zarûret miktarı mal ile hayatını
idâme ettirip kendi ihtiyacı olan şeyi bile başkasına verebilme fedakârlığını
gösteren kimse ise îsâr sahibi, diğergâm, yani başkasını kendinden fazla
düşünen kişi olarak vasfedilir.
Kur’an’ın infak emri, ferd ve cemiyet açısından pek büyük bir
öneme sahiptir. İctimaî hayatın intizamlı olması ve toplumda sosyal adâletin
sağlanabilmesi için, maddi imkânlar ve refah itibariyle insan tabakaları
arasında boşluk kalmamalıdır. Zenginlerin fakirlerden, aradaki irtibat kopacak
derecede uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında irtibatı sağlayan
yegane vasıta, zekât başta olmak üzere her türlü infak ve yardımlaşmadır.
Cemiyet içinde zekâtın farz, faizin ise haram kılınışının hikmetleri dikkate alınmaz
ve bu ilâhî emirlere harfiyen uyulmazsa, tabakalar arası bağlar kopar. Aşağı
tabakadan yukarı tabakaya hürmet, itaat, muhabbet yerine ihtilal sadâları,
haset alevleri, kin ve nefret feryatları yükselir. Aynı şekilde yüksek
tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, baskılar
ve şimşek gibi hakaretler yağar. Hülasa toplumdaki insan tabakaları arasında
barış ve huzurun temini, ancak İslâm’ın temel şartlarından biri olan zekât,
sadaka ve diğer yardımların herkes tarafından en güzel şekilde edâ edilmesine
bağlıdır.
Müttakîlerin dördüncü önemli özelliklerini açıklamak
üzere buyruluyor ki:
[1] Sehâvet ehli:
Cömert olanlar; Cânân: Sevgili, kula en sevgili olan Allah Teâlâ; Fedâ-yı
cân: can vermek
4. Yine onlar, hem sana indirilene hem de senden önce indirilenlere iman ederler. Âhiret gününe ise yakînen inanırlar.
Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)
Efendimiz’e kadar bütün peygamberler insanlara aynı dini tebliğ etmiş, sahife veya
kitap halinde onlara gelen vahiyler de aynı dinin esaslarını haber
vermişlerdir. İlâhî risâlet ve vahiy, tarihî akış içerisinde birbirinden kopuk bir vaziyette değil,
birbirini tasdik ve tasvip ederek gelmiştir. İnsan hayatı, kültür ve
medeniyeti geliştikçe Allah Teâlâ yeni peygamberler ve yeni dinler göndermiş, önceki
ümmetlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik amelî hükümlerden bazılarını
yenilemiştir. Nihayetinde yegane din olan İslâm, Peygamberimiz ve Kur’an ile
son şeklini alarak tamamlanmıştır. Bu bakımdan biz, “Allah’ın peygamberleri
arasında hiçbir ayırım yapmayız” (Bakara 2/285) düstûrunca hepsine
inanırız.
“Sana indirilen”den maksad, bu ayetin indiği zamana
kadar gelen ve daha sonra gelecek olan kısımlarıyla birlikte Kur’ân’ın tamamı
ve Peygamberimizin Kur’an’ın beyânı sadedinde ortaya çıkan sünnetidir.
Mü’minlerin buna tafsilatlı olarak inanması, emir ve nehiylerini öğrenerek
gereğince amel etmesi gerekir. “Senden önce indirilen”den maksad ise, önceki
peygamberlere indirilen ilâhî vahiyler ve kitaplardır. Bu kitaplara da icmâlî
yani bir bütün halinde iman etmek farzdır. Allah Teâlâ, bizi önceki kitaplarda bulunan hükümlerle mes’ûl tutmadığından
onları tafsilatlı olarak bilmemiz gerekli değildir.
Ayetin dikkat çektiği önemli hususlardan biri de
şudur: İnsanlığın doğru hayat tarzını öğrenip yaşamaları için vahye dayanan bilgi bir zarurettir. Bu bilgi herkese tek tek değil,
sadece Allah’ın insanlar arasından seçtiği peygamberlere indirilmiştir.
Dolayısıyla istikamet üzere bir hayat sürmenin yolu, ancak o peygamberlere
indirilen kitaplardan öğrenilebilir. Bugüne kadar tahrif edilmeden gelmiş
Kur’an’dan başka ilâhî kitap bulunmadığından, böyle bir hayatın yegâne müracaat
kaynağı odur. O halde doğru yolu bulmak isteyenler, Kur’an’a inanmak ve ona
tabi olmak mecburiyetindedirler.
Müttakilerin beşinci vasfı, âhiret gününe yakînen,
yani şeksiz, tereddütsüz inanmalarıdır. Onlar, bir gün bu fanî dünyanın sona
ereceğine, insanların hesap vermek üzere yeniden diriltileceğine, insanların
amellerine göre cennet veya cehenneme gideceğine hiç şüpheye yer bırakmayacak
şekilde kesin bir imanla inanırlar.
الْاٰخِرَةُ (âhiret), “birinciden sonra gelen” mânasındadır. Birinci hayat dünya olup,
âhiret ondan sonra gelmektedir. “Âhiret yurduna
gelince, işte gerçek hayat odur” (Ankebût 29/64) ayetinde “âhiret”, ebedi kalınacak diyarın bir sıfatı olarak kullanılmıştır. Onun,
yarını olmayan “son gün” mânası da vardır.
“Yakîn ve
îykan”, bir şeyi kesin ve sağlam bilmek demektir. Araştırma ve gerekli delillerden
hareketle her türlü şüphe, ihtimal ve tereddütten uzak olarak bir şeye tam
inanmaktır. Yakînin; bilme, görme ve hakikatine erme şeklinde üç derecesi
vardır. Cennete girileceğini bilmemiz “ilme’l-yakîn”, cenneti görmemiz
“ayne’l-yakîn”, Allah’ın izniyle cennete girip nimetlerinden istifade etmemiz
ise “hakka’l-yakîn”dir. (Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “yakîn” md.)
Âhirete iman, ona hazırlanmayı gerektirir. Hesabın,
sevap ve cezanın varlığına yakînî iman, kişiyi azaptan ve hazin akıbetten
korunmaya ve nimetlere erdirecek hayırlı ameller yapmaya sevkeder. Kısacık
ömrünü lüzumsuz uğraşlardan arındırarak, onu en anlamlı ve en kazançlı bir
şekilde değerlendirmeye yönlendirir. Âhirete iman, insanların dindarca yaşamalarının
ve sıhhatli bir dünya düzeni kurmalarının temel unsurlarından biridir. Dünya
gelip geçici, âhiret ise ebedîdir. Dünyada kesintisiz bir saadet ve
mutluluk aramak boşunadır. Esas saadet nihayetsiz olan âhiret saadetidir. Kul,
o saadete erişmenin yollarını bulmalıdır. Fani dünyaya ve boş hayallere aldanmamalıdır:
5. İşte Rablerinin gösterdiği yolda yürüyenler onlardır, kurtuluşa erecek olanlar da yalnızca onlardır.
Kur’ân-ı Kerîm’in ve sünnet-i seniyyenin beyân
buyurduğu tarzda iman, ibâdet, muamelât ve ahlâk yolunu tutan müttakî kullar,
bu vasıflarıyla Rablerinden gelen bir hidâyet üzere bulunmaktadırlar. Bu onlara
Allah Teâlâ’nın büyük bir tevfikı, ikrâmı ve ihsânıdır.
Hidâyete erenler ancak müttakîler olduğu gibi, felâha,
yani gerçek kurtuluşa erecek olanlar da sadece onlardır. Hidâyet, felâhın
anahtarıdır. Önce hidâyet olacak, peşinden felâh gelecektir. İslâm, her gün beş
kere ezanla “haydin felâha!” davetinde bulunarak insanları kurtuluşa, iki cihan
saadetine çağırmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’i rehber edinenlerin buna erişecekleri
müjdesini ise birçok ayet gibi bu âyet de en güçlü bir üslûpla haber vermektedir.
اَلْفَلَاحُ (felâh), sözlükte “arzu
edilen şeyleri elde etme, istenmeyen şeylerden kurtulma, zafer ve başarı” gibi mânalara
gelir. İnsanın, önündeki engelleri bir bir aşarak kendini kurtarması, arzu
ettiği gayeye ulaşması ve zafer elde etmesidir. Felâhın dünyevi ve uhrevi olmak
üzere iki boyutu vardır. Dünyada felâh; zenginlik, izzet ve şeref gibi hayatı
güzelleştirecek ve mutluluğa vesile olacak hususları elde etmektir. Âhirette felâh
ise yokluğu olmayan bir bekâ, fakirliği olmayan bir zenginlik, zilleti olmayan
bir izzet ve cehâleti olmayan bir ilim elde etmektir. (Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât,
“felâh” md.)
“Felâh” kelimesinde yarılma, açılma ve kesilme mânası
da vardır. Toprağı yarıp açması ve kazması sebebiyle çiftçiye “fellâh”
denilmektedir. Buna göre âyetin mânası şöyle olur: “Onlar, dünyada büyük bir
sabır, cehd ve gayret gösterip, inkâr ve zulmet perdelerini açarak imanın
gereğini îfa etmiş ve böylece kıyâmet günü hesabın şiddetinden ve cehennemden
kurtulmuş ve cennete kavuşmuş kimselerdir. Tüm dünya ve âhiret hayırları onlar
için ayrılmıştır.” Zaten dini bir terim olarak “felâh”, “âhirette cehennem
azabından kurtulma başarısını kazanabilmek” demektir. (İbn Âşûr, et-Tahrîr
ve’t-tenvîr, I, 247)
Bakara sûresinin ilk beş ayetinde Kur’an’ın hidâyetinden
faydalanan müttakîlerin vasıfları açıklandıktan sonra şimdi de Kur’an
hidâyetine karşı âdeta kör ve sağır davranan kâfirlerin bir kısım temel
özelliklerine dikkat çekilmektedir:
6. Şu bir gerçek ki, inkârlarında ısrar eden kâfirleri başlarına gelecek elim bir azâb ile uyarsan da uyarmasan da hiç farketmez; onlar iman etmezler.
اَلْكُفْرُ (küfür), sözlükte “örtmek”,
“kâfir” ise “örten” mânasına gelir. Nitekim Arapça’da varlıkları örtüp görünmez
hale getirdiği için geceye, tohumu toprağa gömdüğü için çiftçiye “kâfir”,
içindeki çekirdeği gizlediği için meyve tomurcuğuna da “kâfur” denilir. (Ragıb,
Müfredât, “küfr” md.) En büyük ve en açık bir gerçek olan Allah’ı ve
âyetlerini, körü körüne saplandığı ön kabulleri sebebiyle âdeta örtüp yok
farzeden inkârcılara da bu sebeple “kâfir” denilmiştir. Dilimizde kullanılan
“nankörlük” ifadesi de, kendisine verilen nimetleri görmezlikten gelerek onları
yok saymak ve şükrünü edayı terk etmek anlamında kullanılagelmiştir.
Dini bir terim olarak “küfür”, imansızlık demektir.
Yani Peygamber Efendimiz’in getirdiği ve inanılması zaruri olan şeylerin
hepsini veya herhangi birisini kabul ve tasdik etmemektir. Bu bakımdan Allah’ın
varlığı, birliği ve sıfatlarını, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in nübüvvetini, Kur’ân-ı
Kerîm ve onun hükümlerini inkâr eden kimse kâfir olur.
İmanda olduğu gibi, küfürde de yalanlama ve kabul
etmeme kalp, söz ve fiil ile olur. Kalp ile yalanlama kesinlikle küfürdür.
Zorlama olmaksızın sözlü veya fiili yalanlama da aynen öyledir. İman edilmesi
lazım gelen mukaddes şeylere sözle veya fiille hakaret etmek, alay etmek, küçümsemek
ve hafife almak, bunları bozmaya çalışmak gibi yanlış davranışların da küfür
olduğunda şüphe yoktur. Fakat zaruri bir zorlama neticesinde vuku bulan ve
küfrü gerektiren söz veya fiil küfür sayılmaz. Zira âyet-i kerîmede şöyle
buyrulmaktadır:
“Kalbi imanla dopdolu ve doygun
olduğu halde baskı altında kalarak inkâra zorlanıp da bunu ancak diliyle yapan
hâriç; onlar kâfir olmazlar…” (Nahl 16/106)
اَلْإنْذَارُ (inzâr), sözlük olarak
“korkutucu bir haber vermek” demektir. Sakındırmak niyetiyle bir işin sonundaki
tehlikeyi açıkça anlatmak ve o tehlikeye dikkat çekmektir. “Gittiğin yolun
sonunda seni şöyle şöyle bir fenalık beklemektedir, dikkatli ol ve ondan
sakın!” irşadında bulunmaktır. Ayetteki inzârdan maksad, kâfirleri Allah’ın
azâbı, cehennemi ve isyânkârlara vereceği cezası ile korkutmaktır. Böyle kimselere
müjdeli haber değil korkutucu haber lâyıktır. Çünkü korkutucu haber, nefisleri
kuvvetle sarsar ve kalplere daha çok tesir eder.
İnsan, ne derece derin bir küfür ve şirk içinde
bulunsa, ne kadar büyük günahlar işlemiş olsa da, ölüm vakti gelinceye kadar
iman ve tevbe etme imkânı vardır. Hatta kâfirler, iman ettiklerinde önceki
bütün günahları affedilecektir. (bk. Enfâl 8/38) Dolayısıyla ayette bahsedilenler;
Allah’ı, Peygamber’i ve onun getirdiği hak dini inkâr edip küfürlerinde ısrar
edenler; kalplerini, göz ve kulaklarını ilâhî irşada kapatanlardır. Bunlar,
netice itibariyle iman edip hidâyete erişmeleri mümkün olmayanlardır. Böyle
durumda olanlara, nebevî uyarı hiçbir fayda sağlamayacaktır.
Allah Resûlü (s.a.s.), âlemlere rahmettir. Bütün
insanlara karşı son derece şefkat ve merhamet sahibidir. Onun yufka yüreği,
hiçbir kulun ebedi nimetlerden mahrum kalmasına, üstelik nihayetsiz bir azaba
düçar olmasına razı değildi. Bu sebeple Efendimiz, insanları hidâyete erdirmek
için büyük bir aşkla gece gündüz çalışmıştır. Hatta bu hususta gösterdiği
fevkalade arzu sebebiyle zaman zaman uyarıldığı olmuştur. Şu âyet-i kerîme ne
kadar dikkat çekicidir:
“Rasûlüm! Onlar bu Kur’an’a
inanmıyorlar diye arkalarından üzülerek neredeyse kendini helak edeceksin!
Hayır böyle yapma!” (Kehf 18/6)
Bu sebeple, ayette küfürde ısrar edenlerin iman
etmeyeceklerinin beyânı, bütün gücüyle tebliğe devam eden Peygamberimizi
teselli etmektedir. Çünkü böyle bir neticenin ortaya çıkmasında, suç Peygambere
değil, kâfirlere aittir. O halde tebliğde de itidalli olmalı ve Allah’ın takdir
ettiği neticeye teslimiyet göstermelidir.
Allah Teâlâ peygamberlerini, ister inansınlar ister
inanmasınlar bütün insanları dine davetle vazifeli kılmıştır. Çünkü kimin iman
edeceğini, kimin etmeyeceğini bilen sadece O’dur. Bu kader sırrı bize gizlidir.
Tebliğ ve uyarının umûmi olarak yapılması, hiç kimsenin Allah’a karşı bir
mâzeret ve delilinin kalmaması içindir. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“Müjdeleyici ve korkutucu böyle
nice peygamberler gönderdik; tâ ki peygamberlerden sonra insanların Allah’a
karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri kalmasın!” (Nisâ 4/165)
“Şayet biz, kitap ve peygamber
göndermeden önce kendilerini aslında hak ettikleri bir felâketle helâk edecek
olsaydık, bu takdirde: «Rabbimiz, ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de,
böyle rezil ve perişan olmadan önce senin âyetlerine uysaydık!» diyeceklerdi.” (Tâhâ 20/134)
Bahsedilen kâfirlerin bir daha inanamayacak
olmalarının sebebine gelince:
7. Allah, küfürdeki inatları yüzünden onların kalplerine ve kulaklarına mühür vurmuştur. Gözleri üzerine de kalın bir perde gerilmiştir. İşte böyle kimseler için pek büyük bir azap vardır.
Bu âyette, kullarına engin merhametinin tabii bir
neticesi olarak onlara gönderdiği peygamberlerine karşı inkârcıların hakikati
görme, ona kulak verme ve mesajın keyfiyetini idrak etme adına herhangi bir gayrette
bulunmamak suretiyle adeta kendilerini kilitleyerek kalplerini mühürlenmeye
hazır hale getirmeleri beyân edilmektedir.
Ayette geçen اَلْخَتْمُ
(hatm) kelimesi, lügat olarak “mühürlemek” ve “mühür” mânasına gelir. Mektup
mühürlemek, kapı ya da oda mühürlemek gibi giriş ve çıkışa engel olmak
suretiyle bir şeyi emniyete almak da “hatm” kelimesiyle ifade edilir. “Kalp”
ise, Kur’ân-ı Kerîm’de iki mânada kullanılmıştır. Bedenin orta bölgesinde yer
alması ve maddi varlığımızın hayatiyetini sürdürmesinde çok önemli bir öz
olması itibariyle bir et parçası olan yüreğe kalp denildiği gibi, mânevî
varlığımızın özü ve insanî hakikatin merkezi olması yönüyle de nuranî ve rabbânî
latifeye kalp ismi verilmiştir. Çam kozalağı şeklindeki zahirî kalple, insanın
bütün duygularının hayat kaynağı olan manevî kalp, bir hakikatin iki yüzü
denebilecek şekilde iç içedir.
Kalbin ve kulağın mühürlenmesi ise, mânevî
istidatlarının sona ermesi ve içine imanın giremeyeceği bir hale gelip,
üzerlerine “bu kalbin inanması ve bu kulağın hakikat sözünü duyması mümkün
değildir” damgasının vurulmasıdır. Bu haliyle kalp ve kulağın, ilâhî hakikatler
karşısında tamamen duyarsız, idraksiz ve anlayışsız bir hâle gelmesidir. Böyle
kimselerin gözleri üzerinde de, hakikati görmelerine engel olan kalın bir mânevî
perde vardır; Hakk’ın varlığını gösteren âfâkî ve enfüsî delilleri göremezler.
Yüce Rabbimiz, hakka davet için peygamberler göndermiş
ve kitaplar indirmiştir. “De ki: «Gerçek, Rabbinizden gelmiştir. Artık dileyen iman etsin, dileyen
inkâr etsin!»” (Kehf
18/29) âyet-i kerîmesi gereğince insanları tercihte serbest bırakmıştır. Onları
zorla imandan alıkoymadığı gibi, küfre de zorla yönlendirmemiştir. “Allah’a
ve Rasûlü’ne iman edin” (Nisâ 4/136) âyeti bütün insanların imana muhâtap olduğunu
gösterir. “Onlara ne oluyor ki inanmıyorlar?” (İnşikak 84/20) kınaması ise, imandan men’, küfre de
zorlama olmadığının açık delîlidir.
Âyet-i kerîmede “mühürleme” fiili, Cenâb-ı Hakk’a
nispet edilmektedir. Zira vuku bulan bütün hadiseler Allah’a dayanmakta ve
O’nun kudreti ile meydana gelmektedir. Bir davranış ve amelin ortaya çıkması,
isteme ve girişimde bulunma cihetiyle kula, yaratma yönüyle de Allah’a nispet
edilmiştir. Bu bakımdan amellerin neticesinden kul sorumludur. Nitekim inkârda
ısrar edenlerin kalplerinin mühürlenmesi, yaptıklarının bir sonucu olarak
gerçekleştiğini âyet-i kerîmeler şöyle haber vermektedir:
“Aslında Allah, onların kalplerini
inkârları yüzünden mühürlemiştir.” (Nisâ 4/155)
“Önce dilleriyle inandıklarını
söyleyip, sonra kalpleriyle inkâr ettiklerinden dolayı kalpleri mühürlenmiştir.” (Münafıkun 63/3)
Allah Resûlü (s.a.s.), büyük küçük her türlü günahın,
nihayetinde kalbin mühürlenmesine olan tesirini şöyle izah eder:
“Günah ilk defa yapıldığı zaman, kalpte
kara bir leke olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfâr ederse kalp yine
parlar. Etmez de günah tekrarlanırsa, o leke de artar. Sonra arta arta bir
dereceye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar. İşte «Aslında onların işledikleri günahlar, kalplerini bütün bütün paslandırmıştır» (Mütaffifîn 83/14) âyetinin mânası
budur.” (İbn Mâce, Zühd 29; Tirmizî, Tefsir 83)
İnkarcıların kalplerinin mühürlenme sürecini
psikolojik bir tahlille şu şekilde açıklamak mümkündür: Bu kimseler, inkâr ve
günah yolunu tutmak suretiyle kalplerinin temizliğini süflî ve nefsânî
amellerle yok ederler. Kendilerine lütfedilen temiz fıtratlarını hayvânî ve
şeytânî sıfatlarla değiştirip bozarlar. Böylece onların temiz ruhları, beş
duyunun şiddetli arzusuna râm olarak çirkin sûret âlemine yönelir ve ulvî
muhabbetlere perdelenir. Sonra da nefsin yoldaşlığına ünsiyet peydâ etmeye
başlar. Rûh, nefisle beraberliği sebebiyle kötü özellikler kazanır. Artık
nefsin güzel gördüğünü güzel görmeye, onun haz aldığı şeylerden haz almaya ve
hayvânî meralardan nemâlanmaya başlar. Nihâyet rûhânî gıdâlardan kesilir, üns
bahçelerinde Hakk ile komşu olmayı ve yüce mekânları unutur. Nefsin esîri olan
insan, hüsran vâdîlerinde şaşkına döner ve şeytanın oyuncağı haline gelir.
Nankörlük edip nimetleri görmezden gelenler, ilâhî yardımdan mahrum kalır ve
hevâlarına yenik düşerler. Tehlikeli uçurumlardan yuvarlanarak nefisleri
dipdiri, kalpleri ise ölü bir hâle gelirler. Bunlara hiçbir uyarı fayda vermez.
Onların kalpleri, dünyevî lezzetlerin verdiği kasvet sebebiyle gayb âlemine
kapalıdır. Böyle kalpler, dünya muhabbetiyle örtülü ve nefse tâbi olmaları
sebebiyle iyice kilitlidir. Bu durumda olanlar için âyet-i kerîmede: “Onlar
Kur’an’ı inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde üst üste
kilitleri mi var?” (Muhammed 47/24) buyrulur. Bunlar kuds
bahçelerinden üns kokusu koklayamazlar. Ancak üzerlerine şekâvet ve bedbahtlık
rüzgârı eser. Neticede kalplerindeki kilitler üzerine bir de mühür vurulur. (Bursevî,
Rûhu’l-Beyân, I, 47)
Şunu da ifade etmek gerekir ki, hiçbir insan bir
diğeri hakkında kalbinin mühürlü olduğu bilgisine sahip olamayacağından, bu
yönde bir hüküm vermesi doğru değildir. Yine bilinmelidir ki, mühürlenen bir
kalbe sahip olan kişinin, Allah’ın dilemesi hariç, imana gelmesi imkânsızdır.
İman etmeden ve kalpleri mühürlü olarak âhirete
göçenlere ağır bir ceza, büyük bir azap hazırlanmıştır. “Azap”; tatlılığın yok
olması, acı, elem ve ızdırap demektir. Çünkü azap, hayatın tatlılığını, lezzet
ve halâvetini yok eder. Azabı tavsif eden “azîm” kelimesinde “büyüklük, çokluk
ve devamlılık” mânaları vardır. Dolayısıyla bu, cehennemde dâimî olarak azâba
uğramak; dehşeti, korkusu büyük; ateşten halkaları, susuzluğu, acı ve ızdırabı
çok olan azâba mahkum olmaktır. Bu, hem tehdit mânası ifade etmekte hem de âhirette
vaki olacak cezayı haber vermektedir. Ayrıca “azâp” ve “azîm” kelimelerinin
nekre olması, gerçek mâhiyetini Allah’tan başkasının bilmeyeceği pek çok ve pek
büyük azap çeşitlerinin bulunduğunu haber vermektedir.
Sûrenin başında önce şeref ve faziletleri sebebiyle
müttakîlerden, sonra onların tam zıddı olan kâfirlerden bahsedildi. Kur’ân
hidâyetine karşı kör ve sağır davranan bu grup hakkında söz fazla uzatılmadan
önemli vasıfları Sadece iki âyette bildirildi. Şimdi de bu iki grup arasında
gidip gelen ve hastalıklı bir şahsiyet sergileyen münafıkların durumuna dikkat
çekilmektedir. Onların hâl ve tavırlarından gelen on üç âyette tafsîlâtlı bir
şekilde bahsedilmiştir. Bu grup üzerinde uzunca durulması, hem tehlikelerinin
daha gizli ve daha büyük olması hem de imana gelme ihtimallerinin bulunması
sebebiyledir. Çünkü düşünce, niyet, hâl ve davranışlarının kötülüğünü ortaya
koymak; tâkîb ettikleri yolun yanlışlığını misâllerle anlatmak sûretiyle münafıklara
tesir etmek mümkündür. Bu vesileyle, kalplerinin yumuşaması ve içinde bulundukları
durumun doğru olmadığını anlayıp bundan vazgeçmeleri umulur. Böylece hastalıkları
iyileşir, manen temizlenir, İslâm’ın emirlerine boyun eğerek şu âyetle istisnâ
edilen kullardan olabilirler:
“Şüphesiz münafıklar cehennemin en
alt tabakasındadırlar. Onları oradan kurtaracak hiçbir yardımcı da bulamazsın.
Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini
tam bir ihlasla yaşayıp bütün samimiyuetleriyle Allah’a yönelenler başka. İşte
onlar gerçek mü’minlerle beraberdirler. Allah mü’minlere pek büyük bir mükâfat
verecektir.” (Nisâ 4/145-146).
Yüce Allah, İslâm toplumu için son derece tehlikeli
olan bu zümre hakkında mü’minleri uyanık tutmak, münafıkları da ihtar etmek
üzere onları ele verecek belli başlı vasıfları şöyle beyân buyuruyor:
8. İnsanlardan bir grup da vardır ki, gerçekte mü’min olmadıkları halde “Allah’a ve âhiret gününe iman ettik” derler.
Münafıklar, inanmadıkları halde başkalarını kandırmak
ve alay etmek gayesiyle sadece dilleriyle inandıklarını söyleyen iki yüzlü
kimselerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de münafıkların îtikâdî, amelî ve ahlâkî bakımdan
pek çok vasıfları yeri geldikçe açıklanmıştır. Bu âyetlerde onların daha çok
îtikâdî yönden hastalıklarına dikkat çekilmiştir.
Münafıkların burada zikredilen birinci vasfı, kalben
îman etmedikleri hâlde dilleriyle Allah’a ve âhiret gününe îman ettiklerini
söylemeleridir. Münafık denildiğinde anlaşılması gereken esas mâna da budur.
Bu âyet, nifaklarında ısrar eden ve müslümanları
kandırmaya çalışan münafıkların üzerindeki gizlilik örtüsünü parçalamış ve iman
konusundaki aldatıcı beyânlarının arka planını deşifre etmiştir.
Mü’min olmak için sadece söz kâfi değildir. Îmanın
aslı ve kökleri kalptedir. Önce kalp tasdik etmeli, dil ikrârda bulunmalı,
ameller de bunu desteklemelidir.
Îman etmediği hâlde münâfığı mü’min olduğunu söylemeye
sevkeden iki temel sâikten bahsedilebilir:
Birincisi; İslâm toplumuna daha büyük zarar verebilmek
için kendini gizlemesi,
İkincisi; korkaklık ve menfaatperestlik gibi
zaaflarından dolayı safını netleştirmeyip nereyi güvenli ve menfaatli görürse
kendini oraya nisbet etmesidir.
Münafıkların ikinci vasfı, “inandık” şeklindeki yalan
beyânlarıyla Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışmalarıdır:
9. Bu halleriyle güyâ Allah’a ve iman edenlere oyun ediyorlar. Halbuki onlar, sadece kendilerini aldatırlar da, bunun farkına varmazlar.
Bir insan aldatma işine, genelde, zarar verebilecek
şeylerden korunarak kendini garanti altına almak veya yapmak istediği bir
kötülüğü gizlemek ya da belli bir fayda elde etmek maksadıyla teşebbüs eder.
Başkalarını aldatmak dinî, insanî ve ahlâkî yönlerden karaktersizliğin ve
olgunlaşmamış bir kişiliğin göstergesi sayılmıştır. Buna inançta münafıklık ve
amelde gösteriş misal verilebilir.
Münafıkların, bütün gizlilikleri bilen ve her şeyden
haberdar olan Allah’ı aldatmaları asla mümkün değildir. Onlar, Allah’ın zâtını
ve sıfatlarını hakkiyle tanımadıklarından dolayı Allah’ı aldatabileceklerini
düşünmüşlerdir. Ayetteki “Allah’ı aldatma” ifadesiyle, Allah’ın Rasûlünü
aldatma da kastedilmiş olabilir. Çünkü Rasûl, Allah adına söz söyleyen, O’nun
emir ve nehiylerini tebliğ eden kişidir. Dolayısıyla burada Allah lafzının
zikredilip Hz. Peygamber’in kastedilmesi, Peygamberi aldatmaya teşebbüsün
Allah’ı aldatmaya kalkışmak kadar büyük bir cür’et olduğuna işaret etmektedir.
Nitekim Kur’an, Peygambere itaati Allah’a itaat (Nisâ 4/80), Peygamber’e biatı
da Allah’a biat (Fetih 48/10) saymıştır.
Yapılan açıklamalardan anlaşılacağı üzere münafıklar,
görünürde mü’minleri aldatmaya çalışmaktadırlar. Onlar, yanlış düşüncelerine
göre, kendilerini mü’minlerden gelebilecek zarardan korumak, onlara yapacakları
kötülüğü gizlemek ve maddî-manevî bir kısım menfaatler elde etmek üzere aldatma
yoluna baş vurmaktadırlar.
Münafıklar, mü’minleri aldatmaya kalkışmakla gerçekte
kendilerini aldatmaktadırlar. Bu gayr-i ahlâkî tutumlarının zararı nihâyetinde
kendilerine dönecektir. Zira Allah Teâlâ Peygamberine onların gerçek yüzlerini
haber verecek, böylece dünyada rezîl-rüsvâ olacaklardır. Âhirette ise can
yakıcı bir azâba uğrayacak, cehennemin en alt tabakasına gireceklerdir.
Allah’ın rızâsını ve ebedi olan âhiret hayatını kaybetmekten daha büyük bir
ziyân düşünülemez. Onlar bu hakîkati, içinde bulundukları bâtıl duyguları sebebiyle
fark ve hissedemeyecek kadar şuursuzdurlar.
Ayetteki “bunun farkına varmazlar” ifadesi, münafıkların,
nefsânî ve dünyevî hesaplarla his, şuur ve bilinç gibi nitelik ve
kabiliyetlerini perdelemiş olduklarını bildirir. Bu yönleriyle onlar, şu ayette
anlatılan inkârcı kâfirlerle aynı durumdadırlar: “…onların
kalpleri var, fakat bununla gerçeği anlamazlar; gözleri var onunla görmezler;
kulakları var onunla işitmezler. Hâsılı bunlar hayvanlar gibidirler, hatta
onlardan daha şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar da bunlardır.” (A‘râf 7/179)
Münafıkların üçüncü vasfı, kalplerinde hastalık
olmasıdır:
10. Kalplerinde bir hastalık vardır; Allah, hastalıklarını daha da artırmıştır. Yalan söylemeleri sebebiyle onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Bu âyet, münafıklarda bulunan kötü sıfatların
kaynağını açıklamaktadır. Buna göre onların sergiledikleri her türlü kötü tutum
ve davranışların temelinde sahip oldukları söz konusu hastalık
yatmaktadır. Kalplerinde bulunan
hastalıktan maksat, maddî kalplerine arız olan bir hastalık değil, şahsiyetsizlik
ve inkârlarından kaynaklanan yalan başta olmak üzere nifak, cehâlet, şüphe,
haset gibi insanı helâke sürükleyen mânevî kalbin hastalıklarıdır. Cenâb-ı Hak,
benzer bir ifadeyi münafıklardan ayrı olarak henüz iman ile mutmain olmayıp
kalplerinde bir nevi şüphe veya tereddüt kalmış olanlar için de kullanmaktadır.
(Enfâl 8/49; Ahzâb 33/12, 60)
Münafıklar, her insan gibi, fıtraten kalpleri temiz ve
hastalıksız olarak yaratılmışlardır. Sözü edilen hastalık bizzat kendilerinden
kaynaklanmıştır. Yanlış düşünce, tutum ve davranışları sebebiyle kalplerinin
safiyetini kaybetmesine ve hastalanmasına kendileri yol açmışlardır. Aslında bu
hastalığın tedavisi mümkündür. Fakat bunu samimiyetle talep etmek gerekir.
Halbuki münafıklar böyle bir talep ve gayrette bulunmadıkları, gönüllerdeki
hastalıklara şifa olan Kur’an’a sarılmadıkları gibi, tam aksine hastalıklarını
artıracak yollara tevessül etmektedirler. Erken teşhis ve tedavi edilmeyen
maddî hastalıkların zamanla daha da ilerlemesi gibi, mânevî hastalıklar da
vaktinde tedavi edilmedikleri sürece artar ve derinleşir. Cenâb-ı Hakk’ın, insanların
iman-küfür gibi kalbî hallerine ve psikolojik durumlarına yönelik koymuş olduğu
kanun (sünnetullâh) böyle cereyan etmektedir. Bu gerçek, âyet-i kerîmede her
şeyin yaratıcısı olması cihetiyle “Allah Teâlâ, onların hastalıklarını daha da
artırmıştır” şeklinde ifade edilmiştir. Ayetin bu kısmı, “Allah onların
hastalıklarını artırsın!” şeklinde de anlaşılmıştır. Böylelikle münafıklar,
Allah’ın lânetine uğrayan azılı inkârcı gruplardan olmuşlardır.
Münafıkların hastalıklarını artıran sebepler arasında,
İslâm davetinin günden güne yayılıp gelişmesi ve bunun karşısında toplum
içindeki mevkilerini kaybetme endişesi, başta savaş olmak üzere nefse zor gelen
bir takım sıkıntıların ortaya çıkması ve inen her yeni âyetin ilâve
yükümlülükler getirmesi sayılabilir. Daha da önemlisi onların ilâhî lutuf ve
inâyetten mahrum bırakılmış olmalarıdır. Bu durumda olan kimseler, kalbî
sıkıntılardan, ruhî bunalımlardan ve çeşitli keder ve endişelerden bir türlü
yakalarını kurtaramazlar.
Âyetin son kısmı olan “Yalan söylemeleri sebebiyle
onlar için pek elem verici bir azap vardır” ifadesi, münafıkların dünyada
ve özellikle âhirette acı verici, daimî bir azap içerisinde kalacaklarını
bildirir. Kıyâmet günü, onların kalpleri hasret ve pişmanlıktan yanacak,
mü’minlerin nâil oldukları büyük nimetleri gördükçe kaybettiklerinin acısıyla
perişan olacaklardır. Esas acı ve sıkıntıyı ise sonu olmayan cehenneme girmekle
tadacaklardır.
Münafıkları, acı veren azaba sevkeden temel sebep,
onların “inandık” sözlerinde yalancı olmalarıdır. Yani gerçekte inkârcı
olmaları sebebiyle bu duruma düşmüşlerdir. Yalan, mutlak olarak, dinî, insanî
ve ahlâkî yönlerden çirkin bir fiil olarak görülmüştür. Bir hadis-i şerifte,
yalancılık, insanı yoldan çıkarıp günahlara sevkeden ana âmil olarak
gösterilmiştir. (Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105) Bir başka hadis-i
şerifte ise yalancılık, bu ve benzeri âyetlerden mülhem olarak münâfığın üç
alametinden biri olarak zikredilmiştir: “Münafığın alâmeti üçtür:
Konuştutuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez ve kendisine bir
şey emanet edildiğinde hıyânet eder.” (Buhârî, Şehâdât 28; Müslim, İman
107) Hadiste zikredilen üç vasıf, öncelikle itikâdî ve dinî açıdan
değerlendirilmelidir. Günlük hayatta bir mü’minin yalan söyleme, sözünde
durmama ve emanete hıyanet gibi dînen ve ahlâken kötü olan tutum ve
davranışlarda bulunması, onu gerçek münafık grubuna sokmasa da, onu büyük bir günahın
içine düşürdüğü muhakkaktır.
Âyetin sonundaki يَكْذِبُونَ
(yekzibûn) “yalan söylerler” fiili, diğer bir mütevâtir kıraatte يُكَذِبُونَ
(yükezzibûn) şeklinde de okunmuştur. Buna göre âyet, münafıkların çokça ve
devamlı surette yalan söylediklerini veya doğru olanı kabul etmeyip
yalanladıklarını ifade eder. Bu açıklamadan anlaşılır ki, münafıklar yalancı
olmalarının yanı sıra, doğruyu kabule yanaşmama ve onu reddetme hastalığına da
müptelâdırlar. Böyle kimseler eğriyi doğru, doğruyu eğri görür ve gösterirler.
Hak dini benimsemelerine mâni olan temel sebep de işte budur.
Münafıkların kalplerindeki hastalıktan bahseden bu
âyetten, Hakk’a vâsıl olma yoluna girmiş takvâ yolcuları, kendileri için şöyle
bir işârî mâna çıkarmışlardır: Nifak hastalığına yakalanmış bir kimse tedavi
görerek aslî ve fıtrî olan iman haline döndüğü takdirde âhiret azabından emin
olacağı gibi, Allah’a giden mânevî yolculuğunda mürid de, seyr ü sülûküne mâni
olacak inkâr, şüphe, tereddüt hastalıklarından, daha genel bir ifadeyle mâsivaya
meyilden kalbini arındırarak muradını elde etme isteğinde samimi olduğu
takdirde vuslat hakîkatlerine vâsıl ve sıdk bereketlerine nâil olacaktır. Bu
yolculukta mürid, sözü edilenleri yapmaz ve ibâdetleri ihmal ve samimiyetsizlik
türü hastalıklar taşırsa kendisi ile cennet dereceleri arasına engeller konur.
Şayet iradesi hastalıklı olursa bu durumda kendisi ile Allah’a yakınlık ve
münacât makamları arasına engeller konur. Dünyaya yönelen ve hevâsına tabi olan
kimsenin aldanış yurduna bağlanıp kalması, kalbi için büyük bir hastalıktır.
Onun dünya hırsı arttıkça kalbî hastalığı da artar. Nefsânî hevesleri
istikametinde dünyaya dair ne zaman bir şey elde etse, elde edemediği şeylere
karşı hırsı kat kat artar. Hırsla elde ettiği her bir dünyalığın ardından hemen
cezasını da görür. Allah’ın ona verdiği dünyevî cezalardan birisi himmetinin
dağınıklığı, sonra buna bağlı olarak huzursuzluk, kin ve nefret saçan bir
hayattır. Zira o, Mevlâ’sından yüz çevirip bu hayatı tercih etmiştir. Hevâsına
tabi olmayı seçmesi sebebiyle doğru dürüst ne bir fayda ne de rahat yüzü görür.
Mevlâ’sının dostluğundan yüz çevirenin cezası işte budur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât,
I, 23-24)
Münafıkların dördüncü vasfı, bozguncu olmalarıdır:
11. Onlara: “Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!” dendiği zaman, “Hayır! Biz ancak ıslah edicileriz” derler.
12. Dikkat edin! Onlar bozguncuların ta kendileridir; fakat bunun farkına varmazlar.
Türkçe’ye genelde “bozguncu” olarak çevrilen الْمُفْسِدُ
(müfsid) kelimesi “fesâd” kelimesinden gelmektedir. Fesâd, bir şeyin faydalı
olmaktan çıkması, normal hâlinden uzaklaşması ve bozulması mânalarına gelir. Ayrıca
doğru olanı bırakıp, yanlış olana geçmek, gerçeğe teslim olmamak ve bozgunculuk
yapmak anlamları da vardır. Bu kelimenin zıddı “sulh” ise barış, ıslah etmek,
bozulan bir şeyi tamir etmek, bir şeyi iyi ve sağlam yapmak anlamınadır. Buna
göre fesat, her türlü zararı, sulh ise her türlü faydayı içine alır. Âyette
geçtiği şekliyle “müfsid”, bozgunculuk yapan; bir şeyi bozup faydalı olmaktan
çıkaran, daha açık bir ifadeyle işi gücü fesat çıkarmak olan kimsedir.
Münafıkların yaptıkları bozgunculuk, insanlar arasındaki
münâsebetleri bozarak toplumda düzensizliğin meydana gelmesine sebep olmaktır.
Meselâ onlar, müminlerin sırlarını kâfirlere söyleyerek onları mü’minlere karşı
kötülük yapmaya yönlendiriyorlardı. Ayrıca kâfirlerle dostluk kurarak,
insanları hidâyet yollarından uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Böylece münafıklar,
tarih boyunca içinde yaşadıkları toplumlarda fitne unsuru haline gelmişler,
sulh ortamını bozarak insanları birbirine karşı kışkırtmak suretiyle neticesi
savaşlara kadar varan düşmanlıklara sebep olmuşlardır.
Aslında en büyük bozgunculuk, Allah’a isyan etmektir.
Zira dinin emirleri ve nehiyleri hem dünya hem de âhiret hayatını en iyi
şekilde tanzim ve sulh ortamını temin etmek için konulmuştur. Bu itibarla dini
emirler terk edilip, herkes nefsinin arzusuna göre hareket ederse, o takdirde
her tarafı fesat, kargaşa ve anarşi kaplayacağında şüphe yoktur.
Toplumda fesat ve kargaşaya sebep olan münafıklara
bozgunculuk yapmamaları söylenince “Biz Sadece ıslah edicileriz” derler.
Yapılan şiddetli bir uyarıya karşı, vicdanlarına dokunduğundan dolayı
psikolojik olarak o nispette tepki gösterirler. “…Size samimi
olarak nasihatte bulundum. Fakat siz nasihat edenleri sevmiyordunuz” (A‘râf 7/79)
ayeti gereğince nasihat edeni benimsemez; ona kulak verecek yerde tam aksi bir
istikamette cevaba yeltenirler. Esasen gururlarını rencide eden bu nasihatin
muhtevasına uymanın, hastalıklarını tedavide ne kadar önemli olduğunu
bilselerdi, böyle demezlerdi. Yine onlar, kalplerinde bulunan hastalık
sebebiyle, idrakleri köreldiğinden yaptıklarının güzel bir şey olduğuna inanmış
ve ifsadı ıslâh olarak tasavvur etmişlerdir. Yahut böyle söylerken, inkâr etmek
suretiyle yaptıkları fesat ve bozgunculukları örtmeye çalışmışlardır.
Hangi yola girerlerse girsinler, hangi mazeretin
arkasına sığınırlarsa sığınsınlar, kendilerini ne kadar tezkiye ederlerse
etsinler ilâhî fermanın beyânıyla onlar, bozguncuların ta kendileridir. Zira
kalpleri bozuk, itikatleri bozuk, söz ve fiilleri de bozuktur. Bu kadar bozukluktan
nasıl bir ıslah zuhur edebilir? Bu sebeple ayet, oldukça tekitli bir üslupla
onların kanaatlerini ve söylediklerini yalanlamakta; onları kelimenin tam mânasıyla
“müfsit” olarak nitelemektedir. Fakat onlar bu gerçeğin farkında değildirler.
Zira manevî his yolları kapanmış ve bilinçleri kaybolmuştur. Ayet aynı zamanda
mü’minleri de, münafıklar karşısında uyanık olmaya ve onların hakikate aykırı
sözlerine aldanmamaya davet etmektedir.
Münafıkların beşinci vasfı, onların sefih yani aptal
ve beyinsiz kimseler olmalarıdır:
13. Onlara: “Şu mü’minlerin iman ettiği gibi siz de iman edin!” dendiği zaman: “Şu aptal ve akılsızlar gibi mi iman edeceğiz?” derler. Şunu bilin ki, asıl aptal ve akılsız olan kendileridir; fakat bunu da bilmezler.
Onlar bir önceki ayette yeryüzünde fesat çıkarmaktan
nehyedilmişlerdi. Bu ayette ise onlara diğer “insanlar” gibi iman etmeleri
emredilmektedir. Ayetteki “insanlar” dan maksat, Peygamberimiz ve ona inanan
mü’minlerdir. Zira iman, akıl ve idrakleri itibariyle gerçek insanlık şerefine layık
olanlar, onlardır. اَلسَّف۪يهُ (sefîh) kelimesinin aslı olan
“sefeh” sözlük olarak görüş ve gidişatta hafiflik, yufkalık, fikirsizlik ve
temkinsizliktir. Bunlar akıl noksanlığından doğar. Dolayısıyla sefehin zıddı,
ağır başlılık ve akıllı olmaktır. Terim olarak sefeh ise, akıl ve dinin
gereklerinin zıddına hareket etmektir.
Münafıklara, hakiki mü’minler gibi, nifak
şâibelerinden uzak ve ihlâslı bir şekilde iman etmeleri söylenince; kendilerine
yapılan bu güzel tavsiyeye karşı çıkarlar. Ruhen duydukları rahatsızlık
sebebiyle o vakûr ve kâmil mü’minlere hakarete yeltenirler. Onları, sahip
oldukları kamil sıfatların zıddı ile vasfederek, “ne yâni, şimdi kalkıp da şu
beyinsizlerin, akılsızların inandığı gibi mi inanalım?” derler. Onların
“süfehâ” yani akılsız ve beyinsiz olarak niteledikleri kimseler genel anlamda
kâmil insanlar, mü’minler veya iman etmiş belli şahıslardır.
Menfaatlerini her şeyin önünde gören münafıkların
böyle söylemeleri, şu iki sebepten kaynaklanır. Birincisi, Allah’a ve âhirete
imanları olmadığından, kendi akıllarınca böyle bir iman uğruna her türlü fedakârlığa
katlananlar, sefih kimselerdir. İkincisi ise kendilerine örnek gösterilen
mü’minlerden birçoğunun fakir ve çaresiz kimseler olmasıdır. Onlara göre, müslümanların
imanları uğruna inanmayan bütün insanları kendilerine düşman edinmeleri
ahmaklık ve akılsızlıktan başka bir şey değildir. İşte bu sebeple onlar,
İslâm’ı samimiyetle kabul edip, kendilerini her türlü eziyet, zorluk ve
tehlikelere atan kimseleri aptal ve sefih olarak nitelerler.
Münafıklar, bu sözü, mü’minlerin yanında değil,
gizlice ve alay yollu söylüyorlardı. Allah Teâlâ, Peygamberini ve mü’minleri
bundan haberdar etmiştir. Üstelik asıl sefihliğin, hafifliğin ve basîretsizliğin
münafıklar için geçerli olduğunu ve gerçek sefihlerin de onlar olduğunu haber
vermiştir. Zira onlar, içinde bulundukları cehâletin farkında olmadıkları gibi,
fâni menfaatleri uğruna en büyük kazanç olan ebedi âhiret hayatını kaybetmektedirler.[1]
Gerçeği kabule davet edilen münafıkların, müslümanları
sefihlikle suçlamalarından hareketle âyetten şöyle bir işaret
çıkarılmıştır: Kendini zengin görüp
malıyla gururlanan ve bu hâliyle fakir mü’minleri küçük gören kişilerin hali de
aynen böyledir. Onlara kalben dünyayı terk etmeleri söylenince, rüşd ve kemâl
ehlini tembellik ve acizlikle suçlarlar. Fakirlerin hiçbir değeri olmadığını
söylerler. Zira onların ne malı, ne şöhreti, ne rahatı ne de geçinebilecekleri
bir şeyleri vardır. Hakikatte ise gerçek fakirler ve mihnet sahipleri, işte
kendini zengin sanan o mağrurlardır. Zira onlar zillet korkusuyla zillete,
hakirlik korkusuyla da hakirliğe düştüler. Saraylar bina ettiler fakat fazla
geçmeden kabirleri mesken tuttular. Bir beşikten ibaret olan dünyayı tezyin
ettiler, fakat kabre mahkum edildiler. Dünyada gaflet meydanlarında dolaştılar,
fakat neticede hasret vadilerinde perişan oldular. Yakın zamanda gerçeği bilecekler,
fakat o zaman bu bilgileri kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir. Allah muhafaza
eylesin! (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 25)
Münafıkların altıncı vasfı, ikiyüzlü olmalarıdır:
[1] Münafıklar
hakkında 9. ayette geçen مَا يَشْعُرُونَ (mâ yeş‘urûn) “farkında
değillerdir” sözü, onlarda “farketme, hissetme” özelliğinin; 12. ayette
geçen
لَا
يَشْعُرُونَ
(lâ yeş‘urûn) “farkında değillerdir” kaydı ise onlarda
geleceğe yönelik “firâset, zekâ ve anlayışın” olmadığını haber verir. 13.
âyetteki
لَا
يَعْلَمُونَ
(lâ ye‘lemûn) “bilmezler” ifadesi ise onların bu halleriyle
“gerçek bir bilgiye ulaşamayacaklarını ve sürekli zan ve vehimlerine tabi
olacaklarını” belirtir. Burada şöyle ince bir mâna ve tenbîhin varlığı söz
konusudur: Birincisinde münafıkların, Allah ve mü’minleri aldatma
teşebbüslerinde hissiz ve şuursuz davrandıkları, dolayısıyla koyu bir cehâlet
içinde bulundukları açıklanır. İkincisinde “hissi olmayanın firâset ve aklı da
olmaz” gerçeğinden hareketle, yapılan uyarıları kavrayamayacakları; üçüncüsünde
ise “ilim akla tabi olduğu için aklı olmayanın ilmi de olmayacağı”ndan, yapılan
tenbîh ve ikazların mâhiyetini bilemeyecekleri ifade edilir.
14. İman edenlerle karşılaştıklarında “inandık” derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise: “Emin olun! Biz sizinle beraberiz, onlarla sadece alay ediyoruz” derler.
الشَيَاط۪ينُ (şeyâtîn) kelimesi “şeytanlar”
demektir. Şeytan ismi, özelde Allah’a isyan ederek O’nun lânetine uğramış İblîs’e
verilen bir isim olmakla birlikte, ayrıca kibirli, âsi, zarar verici, hak
yoldan saptıran insan ve cinler için de kullanılmıştır. (En‘âm 6/112) Burada
“şeytanlar”dan maksat özellikle münafıkların reisleri ve küfrün elebaşlarıdır.
“İstihzâ” kelimesi ise hafife alma, alay etme, izzet ve haysiyetini kırma ve
karşıdakini câhil sanma gibi mânalara gelir.
Âyette, hastalıklı bir karaktere sahip olan münafıkların,
yaşadıkları toplum içinde menfaatlerini koruyabilmek ve farklı inanç gruplarına
eşit mesafede durabilmek için nasıl bir uğraş içine girdikleri görülmektedir.
“İnandık” sözüyle mü’minlerin gözlerini bağlamak isterler. Mü’minlerden ayrılıp
dostlarıyla baş başa kaldıklarında ise: “Biz sizin dostunuzuz ve sizinle
beraberiz. Hiçbir şekilde sizden ayrılmayız” derler. “Niçin kelime-i şehâdet
getiriyor, mü’minlerle beraber oluyor, onların topluluklarına katılıyor ve
onlarla birlikte hacca gidiyor ve cihad ediyorsunuz?” gibi sorulara da: “Biz
bunu ancak onlarla alay etmek için yapıyoruz. Gerçek mânada iman etmek
gönlümüzden dahi geçmiyor. Onlara hem dışımızın, hem de içimizin dinlerine
uygun olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Gayemiz, müslümanların ganimetlerine
ortak olmak, kızlarını nikâhlamak, sırlarını öğrenmek, malımızı, çocuklarımızı
ve âilemizi onların ellerine düşmekten kurtarmaktır” derler. İşte: “Onlar,
mü’minlerle kâfirlerin arasında bocalayıp duranlardır. Tam olarak ne mü’minlere
ne de kâfirlere bağlanabilirler” (Nisâ 4/143) âyet-i kerîmesi onların bu
perişan ve dağınık hallerini tasvir eder.
Münafıkların, zâhiren inandıklarını beyânla müslümanlarla
alay ettiklerini söylemeleri üzerine, onların bu sözleri şöyle reddediliyor:
15. Asıl Allah, onlarla alay etmekte ve azgınlıkları içinde basîretsiz bir halde dolaşıp durmalarına mühlet vermektedir.
“Allah’ın alay etmesi”nden maksat, münafıkların
mü’minlerle alay edip şeref ve haysiyetleriyle oynamalarının cezasını
vermesidir. Dolayısıyla burada benzer lafızla farklı mâna kastedilmiştir.
Allah Teâlâ’nın, nifak ehlinin alaylarına mukabelesi
şu yollarla olabilir:
Müminlerle alay etmelerinin zararını kendilerine
döndürür. Neticede hor ve hakir olarak alay edilecek perişan bir duruma
düşerler. Müminlere ise ciddi bir zarar veremezler.
Dünyada onlara müslüman muamelesi yapılmasını emreder,
onların azgınlıklarına mühlet verir, mal ve nimetlerini artırır. Pek çok lutuf
ve ihsanda bulunur. Böylece onlar, Allah’ın kendilerinden razı olduğunu
sanırlar. Halbuki Allah, onları derece derece azaba yaklaştırmaktadır. Âhirette
de kesinlikle onlara azap edecektir. Bu mânada Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Aziz ve celil olan Allah’ın bir kula,
isyana devam ettiği halde sevdiği şeyleri verdiğini görürseniz, bilin ki bu
Allah tarafından bir istidrâc yani derece derece azaba yaklaştırmaktır”.
Sonra şu âyet-i kerîmeyi okudu:
“Kendilerine verilen öğüt ve
yapılan uyarıları unutunca, bu defa üzerlerine bütün nimetlerin kapılarını
açtık. Nihayet kendilerine verilen nimetler yüzünden iyice şımardıkları sırada,
onları ansızın yakalayıverdik de birdenbire bütün ümitlerini yitirdiler.” (En‘âm 6/44; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 145)
Âhirette ise münafıklar cehennemin en alt tabakasında
azap görmekte iken cennet nimetleri içinde yaşayan mü’minler de onlara
gülerler. Bu gerçeğe işaret edilmek üzere âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“İşte bu gün de, iman edenler o kâfilere gülerler. Koltuklar
üzerine oturmuş, onların cehennemdeki hallerini seyrederken! Nasıl, buldu mu o
kâfirler yaptıklarının tam karşılığını?” (Mutaffifîn
83/34-36)
Âyette اَلطُّغْيَانُ
(tuğyân) kelimesi, küfre iyice dalmak, azgınlık yapmak ve isyanda haddi aşmak mânalarına
gelir. Bu vasfın münafıklara izâfe edilmesi; tuğyanın onlarda galip bir sıfat
olduğunu gösterir. اَلْعَمَهُ (‘ameh) kelimesi ise,
hangi yöne gideceğini bilememek, şaşkınlık ve tereddüt içinde olmaktır. Basîret
ve fikir körlüğü demektir. Allah Teâlâ, onlara mühlet verir de, alay etmelerine
bir ceza olarak dünyada şaşkınlık, tereddüt ve basîret körlüğü içinde bocalayıp
dururlar. Yahut, Allah onların azgınlıklarını artırır da işe yarar bir duygu ve
düşünceleri olmaksızın basîretsiz bir halde dolaşır dururlar. Küfür içerisinde
şaşkın şaşkın gidip gelirler.
Münafıklar, hür iradeleriyle doğru yolu bırakıp
sapıklığı almışlar, iman yolunu terk edip küfür yolunu tercih etmişlerdir.
İnsan, ancak sevdiği şeyi satın alır. Dolayısıyla onlar, küfrü imandan daha çok
sevmişlerdir:
16. Doğru yola karşılık sapıklığı satın alanlar işte onlardır. Bu sebeple ticâretleri kâr etmemiş ve doğru yolu da bulamamışlardır.
Münafıklar yaptıkları bu alışverişte kazançlı
çıkmamışlar, bilakis tam bir zarara uğramışlardır. Zira onlar, karlı ticâretin
hangi şartlar altında yapılacağını bilememişlerdir. Ticâretten maksat; kâr elde
etmekle beraber, sermâyeyi korumaktır. Onların sermâyeleri selîm fıtrat ve
temiz bir akıldır. Yaratılışta ilâhî bir mevhibe olarak kendilerine bu
bahşedilmişti. Bu sermayeyi kullanarak, yine ilâhî bir ihsan olarak kendilerine
lutfedilen Kur’an ve Peygamber hidâyetini kabul etmiş olsalardı büyük bir
kazanç elde edeceklerdi. Fakat bunlar, yanlış îtikâtlara saplanınca fıtrat-ı
selîmeleri yâni hidâyeti kabul edebilme melekeleri arızâlanmış ve böylece
akılları da bozularak tam bir sefih olmuşlardır. Neticede cennet ve ebedi
nimetleri kazandıracak hidâyeti vererek dünyada zilleti, ukbada ise ebedi azap
mekanı olan cehennemi satın almışlardır.
Âyet-i kerîmede şöyle latîf bir işaret ve ince bir mâna
vardır: Nefsânî hazları ilâhî hakikatlere tercih edenlerin alışverişleri zarar
etmiştir. Âhireti bırakıp dünyaya râzı olanlar da apaçık bir hüsrân
içindedirler. Dünyayı ve ukbâyı Hak Teâlâ’ya tercih edenler ise daha büyük bir
ziyan içindedirler. Nimetleri kaybedenler aldanmış olurlarsa; nimetlerin gerçek
sahibi olan Allah’a münâcâttan uzak düşenler, gönül âleminde O’na yöneliş ve O’nun
tecellilerini müşâhededen mahrum kalanlar, elbette en çok aldananlar olacaktır.
(Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 26)
Buraya kadar münafıkların birtakım ayırıcı vasıfları
anlatıldı. Gelecek ayetlerde ise, muhatapların zihnine iyice yerleşmesi için
onların mânevî durumları misallerle izah edilmektedir:
17. Münafıkların misâli, karanlıkta ateş tutuşturmaya çalışan bir insanın hali gibidir. Ateş o kişinin etrafını aydınlatınca Allah, aydınlıktan faydalanması gerekenlerin nurlarını söndürür, onları karanlıklar içinde ve hiçbir şey göremez halde bırakır.
Misal vermekten maksat, gizli olanı açık olana, görülmeyeni
görülene benzeterek anlatmaktır. Bu, konunun kolayca anlaşılmasını temin
bakımından fevkalâde tesirli ve faydalı bir metottur. Kur’ân-ı Kerîm, pek çok konuyu
daha kolay anlaşılabilmesi için misallerle anlatır.
Bu âyetteki temsille, münafıkların hayret verici
durumları gözler önüne serilmektedir. Burada “ateş yakan bir insan”dan
bahsedilir. Ateşi yakan münafıkların reisi veya bütün münafıklardır. Onlar
sadece dilleri ile müslüman olduklarını söyleyince kanlarını, mallarını ve çocuklarını
emniyet altına almışlar; ganimet mallarından ve müslümanlara tatbik edilen
diğer İslâmî hükümlerden faydalanmışlardır. Bu da iman nurunun dünya hayatında
onlara sağladığı geçici bir faydadır. Fakat bu, öldükten sonra kendilerine bir
fayda vermeyecektir. Dünya hayatının kısalığı ve geçiciliği, âhiretin ise
ebediliği ve kalıcılığı nazara alınarak böyle bir münafığın durumu, ateş yakıp
ondan pek az istifade eden ve hemen ateşi bir daha yanmayacak şekilde kökünden
sönüveren ve böylece ebedî karanlıklar içinde kalan adamın durumuna benzetilmiştir.
Esasen onların iman nurundan dünyadaki istifadeleri de görünüşte bir
istifadedir. Hakikatte ise iç âlemleri itibariyle şüphe ve küfrün
karanlıklarında ızdırap içinde bocalamaktadırlar. Dinî ve itikadî bakımdan
şaşkınlık ve karanlıklar içinde olmak ise dünyevî karanlıklar içinde kalıp yolu
şaşırmaktan daha kötüdür. Nitekim gelen âyet, onların mânevî açıdan içinde
bulundukları hazin durumu daha net bir şekilde aksettirmektedir:
18. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Bu sebeple artık gerçeği kabule dönemezler.
Münafıklar, zâhiren işitiyor, konuşuyor ve görüyor
oldukları için ayeti hakiki mânasına yani maddi cihete hamletmek mümkün
değildir. Burada mecazi mâna vardır: Onlar, Allah’tan gelen gerçeklere karşı
sağırdırlar; ona asla kulak vermezler ve kabul etmezler. Onlar bu hakikatleri
ifade etmek bakımından dilsizlerdir. Onlar, hakikate karşı kördürler. Kendilerini
hidâyete götürecek ve ibret almalarını sağlayacak bakıştan ve basîretten mahrûmdurlar.
Çünkü gönüllerinde, imanın tam zıddı olan nifak yer etmiştir. Hâsılı onlar,
anlatılan özelliklere sahip olduklarından dolayı sapıklıktan kurtulup doğru
yola asla dönemezler.
İnsanı hidâyetten uzaklaştıran basîret körlüğünün üç
sebebi vardır:
Bedeni, Allah Teâlâ’ya isyân sayılabilecek işlerde kullanmak,
Allah’a tâatta samimiyetsiz ve riyakârane davranmak,
Ümitlerini Allah’a bağlayıp ihtiyaçlarını O’na arzetmek yerine,
yaratıkların elindekilere göz dikmektir. İşte bu şekilde basîret körelince kul,
Hak’tan yüz çevirip halka yönelir ve hakikat yollarına dönüş zorlaşır.
İslâm hidâyetinden mahrum kalanların dünyadaki halleri
böyle olduğundan âhirette de benzeri bir azâba uğratılacaklardır. “Kıyamet günü
onları kör, dilsiz, sağır olarak yüzüstü haşrederiz” (İsrâ 17/97) âyet-i kerîmesi bu gerçeği haber verir.
Onlar Cenab-ı Hakk’a: “Rabbim! Beni niçin kör olarak dirilttin? Oysa ben dünyada gözleri
gören biriydim” diye itiraz eder. Yüce
Allah: “Evet, böyle! Âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları nasıl
unutup bir kenara attıysan, bugün de sen işte öylece unutulur, bir kenara
atılırsın!” buyurur. (Tâhâ 20/125-126) Dolayısıyla onlar
kıyâmet günü Allah’ın selâmını işitemez, iltifâtına nâil olamaz ve O’nun
cemâlini seyredemezler. müslümanlar ise, dünyada hak söze kulak verip onu
dillerinden düşürmedikleri ve kâinattaki ilâhî kudret akışlarını basîret
gözüyle müşâhede ettikleri için kıyâmet günü Allah Teâlâ’nın hitâbı, cemâli ve
selâmı ile ikrâm olunacaklardır.
Münafıkların dehşet ve korku dolu iç dünyalarını beyân
eden ikinci misal şöyledir:
19. Yahut onların misâli, semadan boşanan ve içinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek bulunan sağanağa yakalanmış kimselerin hâli gibidir. Yıldırımların saçtığı dehşetle ölüm korkusundan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.
20. Çakan şimşek, neredeyse gözlerini kör edecek! Şimşek önlerini aydınlattıkça ışığında yürürler; üzerlerine karanlık çöktüğünde ise çakılıp kalırlar. Allah dileseydi, onların kulaklarını sağır ve gözlerini kör ederdi. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.
Bu temsili de iki türlü ele almak mümkündür: Onların
hali “şiddetli yağmura” veya “böyle bir yağmura tutulmuş kimselerin durumuna”
benzetilmiştir.
Birincisine göre; İslâm dini hayat sebebi olmakta
kuvvetli bir yağmura, Peygamberimiz’in gönderildiği zamanda dünyanın hali ve
her zaman İslâm’a karşı olan kâfirlerin şüpheleri karanlıklara; dinin müjde ve
uyarıları şimşek ve gök gürültüsüne; kâfirleri ve münafıkları bekleyen
musibetler ve cezalar yıldırımlara benzetilmiştir. Bu tabloda münafıklar, İslâm’ın
kendilerine yönelik uyarı ve tehdit dolu âyetlerine ve içinde öldürülme
tehlikesi bulunan cihad ve benzeri ilâhî emirlere karşı kulaklarını tıkıyorlar.
Yine bir taraftan namaz, zekât ve oruç gibi ibâdetlere, diğer taraftan da
ellerinde bulundurdukları makam, mevki ve bir kısım dünyevî menfaatleri
terkederek her konuda Hz. Peygamber’e ittiba gibi nefislerine zor gelen mükellefiyetlere
karşı da aynı tavrı sergiliyorlar. Bunu yaparken Allah Teâlâ’nın onları her
cihetten kuşattığını, içlerinden geçenleri bile bildiğini ve kendilerinde
istediği tasarrufta bulunabileceği gerçeğini unutuyorlar. Bununla birlikte
canlarının ve mallarının korunması, ganimetlerden kendilerine pay verilmesi ile
ilgili hükümleri görünce de bunlara rağbet ediyorlar. İşte ayette “şimşeğin
ışığında yürümeleri” buna benzetilmiştir. Yine ayetteki “başlarına karanlık
çökünce ise çakılıp kalırlar” sözü ise, bu gibi menfaatlerinin bitip yok olması
halinde eski imansızlıkları ve şaşkınlıklarına dönmelerini ifade eder. Halbuki
Allah dilerse, onların işitme ve görme hislerini tamamen alır da ne İslâm’ın
dünyevî menfaatlerine dair olan hükümlerini işitebilirler; ne de bunları
görebilirler. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, II, 77-78)
İkincisine göre ise münafıkların kendileri, yağmura tutulan
kimseler gibi; küfür ve hile ile karışık imanları, içerisinde karanlıklar, gök
gürültüsü ve şimşek bulunan yağmur gibidir. Yağmur her ne kadar faydalı bir şey
ise de insanı bu halde yakalayan yağmur zararlı olabilir. müslümanların
saldırılarından ve diğer kâfirlere yaptıkları muamelelerden sakınmak ve emin
olabilmek için sergiledikleri nifakları, ölüm korkusuyla yıldırımlara kulak
tıkamaları gibidir. Fakat bu kulak tıkamaları Allah’ın takdirinden hiçbir şeyi
geri çevirmeyecek ve kendilerine erişecek zararı defetmeyecektir. İslâm’ın
emirlerinin şiddeti karşısında hayrette kalmaları ve içinde bulundukları
durumun farkında olmamaları ise, şimşeğin ışığını fırsat bilerek azıcık
yürümeleri ve şimşeğin parıltısı kaybolunca da oldukları yerde çakılıp
kalmaları gibidir. (bk. Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 13)
Görüldüğü üzere bu temsiller, önceki ayetlerde
vasıfları anlatılan münafıkların iç âlemlerini dikkat çekici bir tarzda ortaya
koymaktadır. Böylece onların İslâm dini karşısında takındıkları menfi tavırları
sebebiyle içine düştükleri sıkıntıları ve yaşadıkları zehir dolu hayatı herkesin
anlayabileceği tarzda haber vermektedir.
Sırasıyla mü’min, kâfir ve münafıkların özellikleri beyân
edildikten sonra şimdi de ilâhî hitap bütün insanlara yönelmekte ve hepsini
topluca kulluğa davet etmektedir:
21. Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz ki, takvâya erebilesiniz.
“Ey insanlar! Rabbinize kulluk ediniz!” hıtâbı çeşitli
anlam katmanları bulunan bir emir olarak, kâfir olsun mü’min olsun, âsi olsun münafık
olsun bütün insanları içine almaktadır. Şöyle ki:
›
Kâfirlere, Rablerine iman edip O’nu yegâne
ilâh kabul etmelerini,
›
Münafıklara, Rablerini tanıyarak tevhitte
samîmî olmalarını,
›
Âsilere, Rablerine itâat etmelerini,
›
İtâat ve iman ehline ise Rablerine itâatte
devamlı olmalarını emretmektedir.
Bu ilâhî hitâbı duyan gafiller gaflet uykusundan uyanır,
tembeller ve uyuşuk halde bulunanlar harekete geçer, masivayla meşgul olanlar
kulluğa yönelir, gerçeklerden yüz çevirenler hakka döner. Hak âşıkları ise
gönülleri okşayan bu rabbânî nidayla coşarlar. (Semerkandî, Bahru’l-Ulûm,
I, 101)
İbadet kelimesinde; “tapma, bağlılık, boyun eğme,
itaat, hâkimiyeti altına girme ve kulluk” anlamları vardır. Bununla birlikte
ibâdet; “kul” anlamındaki “abd” kelimesiyle bağlantılı olup esasmânası “kulluk
etmek” demektir. Aynı kökten gelen ubûdiyet, benliğini hiçe sayıp kendini
alçaltmak anlamındadır. İbâdet ise benliğini hiçe saymanın zirve noktasını
teşkil ettiğinden böylesi bir saygıya da üstünlük ve yüceliğin zirvesinde
bulunan Allah Teâlâ dışında hiçbir varlık lâyık değildir. Kulluk, hayatın tüm
safhalarını; itikadî, ahlâkî, hukukî, iktisadî ve siyasî her türlü ilişkileri
kuşatan bir kavramdır. Ancak, dine uygun tutum ve davranışlar “Allah’a kulluk”
kapsamına girerken, aykırı tutum ve davranışlar, “tâğûta, nefse, hevâ ve hevese
kulluk” kapsamına girmektedir.
Sufilere göre ibâdet; kalp ile tevhidin hakikatine
ulaşmayı, sır ile masivâdan uzaklaşıp Allah’a yönelerek sadece O’nun rızâsını
istemeyi, nefs ile de ilâhî hükümlere tam teslimiyet göstermeyi içine
almaktadır. Bu bakımdan, âyet-i kerîme: “Ey insanlar! Her türlü haram ve
mahzurlu şeyden uzaklaşarak, taatlerin edâsına sımsıkı sarılarak, emredilenlere
huşû ve tezellülle boyun eğerek, tembellik ve uyuşukluk edilecek yerlerde
yanlış davranışlardan uzaklaşarak Allah’a kulluk ediniz!” mânasını taşımaktadır.
Burada Allah’ın özellikle rubûbiyet vasfına yer
verilmesi dikkat çekicidir. Bizleri, dünyaya gelişimize sebep olan anne ve
babalarımızı, nine ve dedelerimizi yaratan O’dur. Bizi ta ilk insandan itibaren
varlıkların en şereflisi olarak pek güzel bir biçimde var eden, büyütüp
geliştiren, akıl ve dil gibi muazzam nimetlerle donatan O’dur. Bu hususlarda
hiç kimse O’na yardım etmiş değildir. İşte, ayet bu hakîkate dikkat çekerek
başka şeylere değil, sadece Rabbimize kulluk etmemiz gerektiğini anlatmaktadır.
Ayette, ayrıca Allah Teâlâ’nın ne kadar büyük bir
kuvvet ve kudrete sahip olduğu anlatılarak insanların gaflet uykusundan
uyanması istenmektedir. Önceki nesillerin yaratılmasına temas edilirken,
verilen öğüdün daha etkileyici olması hedeflenmektedir. Yüce Allah niçin bize
öncekileri hatırlatmaktadır? Şüphesiz, bizim sonumuzun da onlar gibi olacağına
dikkatimizi çekmek için… Adeta şöyle demektedir: “Sizden öncekiler de
yeryüzünde yaşıyorlardı, belki sizden çok daha güçlü, müreffeh bir hayat
sürüyorlardı; fakat şu an toprağın altındalar. Demek ki, onları öldüren, sizi
de öldürecek... Bu sebeple, siz de dönüp dolaşıp oraya varacağınızı; O’nun
huzuruna çıkacağınızı unutmayın. O’na karşı kusur işlemekten vazgeçin. Sadece
O’na ibâdet ederek hidâyete, felâh ve kurtuluşa eren muttakîlerin yoluna girin.”
Neticede hâlisane ibâdetin insana sağlayacağı fayda
“umulur ki takvâya erersiniz” ifadesiyle belirtilmektedir. Nitekim burada da görüldüğü
gibi, verdiği emir ve yasakların hikmetini göstermesi Kur’ân’ın önemli hususiyetlerinden
biridir. Demek ki ibâdet, kulu takvâya ulaştırmaktadır. Peki takvâ nedir? “Koruma”
anlamındaki vikâye kökünden gelen takvâ, “korku gereği korunmak” demektir.
Takvânın gerçek anlamı, ilâhî emir ve yasaklara riayet ederek uhrevî azaptan
korunmaktır. Nihaî derecesi ise, Allah dışındaki her şeyden uzak durmak; yani
onlara gönül bağlamamaktır. Bu mânasıyla takvâ, mü’minlerin varabileceği en son
makamdır.
Aşağıdaki ayet, yüce Allah’ın şirkten uzak, hâlisane
bir kulluğu neden hak ettiğini bu kez âfakî nimetlere vurgu yaparak tekrar
açıklamaktadır:
22. O Rabbiniz, sizin için yeryüzünü bir döşek, göğü de bir binâ yaptı. Gökten yağmur indirip onunla size rızık olarak çeşitli meyveler, ürünler çıkardı. O halde, siz de gerçeği bile bile Allah’a ortak koşmayın!
Yüce Rabbimiz, sadece kendisine kulluk etmesi için
yarattığı insanı yeryüzünde başıboş ve çaresiz bırakmamıştır. Kâinatı onun
hizmetine vererek, insanın bedenî ve ruhî bütün ihtiyaçlarını karşılayacak
muazzam bir nizam kurmuştur. Kur’ân-ı Kerîm bu muhteşem nizamın mâhiyetini beyân
eden ilâhî kelamdır. İşte âyet-i kerîmede bu nizamdan bir kesit takdim edilmektedir:
Ayette geçen ilk kelime اَلْاَرْضُ
(arz)dır. Toprak için de kullanılan arz kelimesi, sözlükte “yiyip bitirme”,
“sarsma” ve “çiğneme” anlamlarına gelmektedir. Hz. Ali’nin ifadesine göre, “içinde bulunan her şeyi
yiyip yok ettiği için”; bir başka görüşe göre ise, “ayak ve tırnaklarla
çiğnendiği için” toprağa arz ismi verilmiştir. Üzerinde yaşadığımız gezegene de
yukarıdaki kök anlamlarından hareketle arz denmiştir. Aslında dünyamız, bir “su gezegeni” olmakla birlikte,
kendilerini dört bir yandan karaların kuşatmış olduğunu gören kadim insanlar
Yerküre’yi arz diye adlandırmış ve asırlarca
Yerküre’nin sathının -birtakım su kaynakları dışında- tamamen kaya ve topraktan
oluştuğuna inanmışlardır.
Allah Teâlâ, şu anki Yerküre’yi meydana getirirken,
onu üzerinde rahatça hayat sürdürebileceğimiz bir döşek şeklinde düzenlemiştir.
Aslında kararsız, sebatsız, oynak bir ateş koru olan Yerküre, zamanla suyun
fevkinde ve yumuşaklıkla sertlik arası bir kıvama erişmiş; canlıların, üzerinde
yerleşip yaşamasına, huzur ve karar bulmalarına elverişli hâle gelmiştir.
Yeryüzündeki dağlar, sert kayalıklar ve denizler gibi “döşek” mefhumuna aykırı
gözüken kısımlar ise, yeryüzünün döşek gibi kullanılmasını sağlayan
bölgelerdir. Nitekim “Biz yeryüzünü bir döşek yapmadık mı? Dağları da onu sağlam tutan
birer kazık” (Nebe’ 78/6-7) ayetinde, dağların arz
döşeğini istikrarlı bir şekilde tutan birer “kazık” olduğu belirtilmiştir.
Ayette geçen ikinci kelime اَلسَّمَاۤءُ (semâ)dır. Arapçada, “üstte olan her şeye”
semâ denir. Cenâb-ı Hak, semâ’yı yani başımız üzerindeki müzeyyen gök kubbeyi
de bir “binâ” yapmıştır. Ama ne bina!.. Kelimenin tam mânasıyla “muhteşem” bir
bina… Semâ kelimesinin nekire olması bu mânayı vermektedir. Burada, aynı
zamanda gökyüzü sağlam, süslü bir çatıya benzetilmektedir. İnsan olup da bu kubbe
altında yeryüzü döşeğine kurulmayan hiç kimse yoktur. Büyük küçük, zengin
fakir, yaşlı genç bütün beşeriyet aynı evde oturup aynı döşekte yatan bir aile
gibidir. Dolayısıyla insanlar, kimin binasında kalıp, kimin döşeğinde yattığını
bilirlerse, hangi Rabbin kulu olduklarını veya olmaları lazım geldiğini de bilirler.
Burada dile getirilen üçüncü nimet de şudur: Yüce
Allah, gökyüzünde dolaşan bulutlardan yağmur yağdırarak bununla canlılara rızık
olmak üzere çeşitli ürünler; sebze ve meyveler bitirir. Suda etken, toprakta
ise edilgen bir kuvvet vardır. Aynen erkek ve kadının birleşmesinden neslin
dünyaya gelmesi gibi, su ile toprağın birleşmesinden de bütün mahsulât
neşvünemâ bulmaktadır.
Bütün bunları yoktan yaratan ve yapan Cenâb-ı Hak’tır.
Aklı olan herkes bunu anlar ve bilir. O halde, bütün bunları bilip dururken
Allah’a asla ortak koşmamak; Allah’a ibâdet eder gibi başka şeylere ibâdet
etmemek gerekir. Aklını çalıştırarak kâinattaki kudret akışları üzerinde
tefekkür edenler, ilim, kuvvet ve kudret başta olmak üzere bütün kemal sıfatlarıyla
Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğini kabul edeceklerdir.
Burada aklî deliller kullanılarak, taklidin terk
edilip gerçek bir imana ulaşılması gerektiği hatırlatılır.
Ayette geçen اَنْدَادًا
(endâd) kelimesi, “nidd”in çoğuludur. Nidd ise denk, misil, emsal ve benzer
demektir. Ayrıca “tartışan, münakaşa eden muarız” mânası da vardır. Yukarıda
birkaç fiil ve sıfatı zikredilen Allah Teâlâ karşısında, bunlar hiç
mesabesinde, vehme dayalı varlıklardır. Gerçekten var olan İsa, melekler,
tâğutlar gibi “ilâh”lar da bizzat O’nun tarafından var edilmiş olup müstakil
hiçbir değerleri yoktur. Zaten, yukarıda da ifade edildiği üzere, nihayetsiz
merhamet sahibi olan Rabbimiz, kullarının her türlü ihtiyaçlarını karşılamış,
başkalarına kulluk edişlerini mazur gösterebilecek bütün mazeretlerinin yolunu
baştan kapatmış ve onları zât-ı ulûhiyeti dışındaki, gerçekte olmayan vehim
ürünü ortakların minnetinden kurtarmıştır. Onlara gökyüzü örtü, yeryüzü yaygı,
mübah olan şeyler rızık, taatler meslek, ibâdetler meşguliyet, Allah’ı
zikretmek ünsiyet, vekîl olarak Rabbü’l-âlemîn kâfîdir. O halde, Allah’a
ortaklar koşmayın. İhtiyaç duyduğunuz şeyleri elde etmeye çalışırken
kalplerinizi O’ndan başkasına bağlamayın. Çünkü Hak Teâlâ, yoktan en güzel ve
benzersiz şekilde yaratmada tektir; O’ndan başka var edecek yoktur. Eğer fayda
ve zararın ya da hayır ve şerrin olan biten şeylerden kaynaklandığını sanırsanız
başka bir ifadeyle bütün bunların bir yaratıktan kaynaklandığını düşünürseniz,
işte bu, gerçek mânada şirktir. Biliyorsunuz ki, kendisi muhtaç olana ihtiyaç beyân
edilmez. Muhtacın muhtaca el açması, zayıfın zayıfa itimad etmesi fakirliği gidermez,
bilakis artırır. (bk. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 28)
Bu âyetten şöyle bir ibret ve öğüt çıkarmak mümkündür:
Kıyamet günü Allah Teâlâ: “Ey insanlar! Ben sizin için
şunları şunları yaptım. Peki siz, benim için ne yaptınız?” diye sorarsa, bu
suale nasıl cevap verebiliriz? Rivayete göre Şiblî (k.s.) bir gün halka vaaz
etti. Kıyâmetten, kıyâmetin dehşetinden, hesabın son derece çetin, meşakkatli,
zor bir merhale olduğundan bahsetti. İnsanları ağlattı. O esnâda yanlarına
Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî geldi ve şunları söyledi: “İnsanları bu kadar korkutmana
gerek yok! Çünkü o günün hesâbı bu kadar uzun değildir; iki kelimeden
ibârettir: O gün Allah Teâlâ kullarına sadece: «Men tü-râ bûdem tû ki râ bûdî:
Ben seninle idim, sen kiminle idin?» diye seslenerek buna cevap isteyecektir.”
Dolayısıyla, ibâdette esas olan, ihlastır, yani,
mâsivâ endişesini ve ağyâr beklentisini gönülden çıkararak sadece Allah’a
kulluk etmektir.
Yüce Allah, önceki iki âyet-i kerîmede, kendi birlik
ve kudretine dair delilleri zikrettikten sonra, aşağıdaki âyet-i kerîme ile de
Kur’ân-ı Kerîm’in Peygamberimiz (s.a.s.)’in kendiliğinden söylediği bir söz
olmadığını, yani onun tarafından uydurulmadığını ortaya koymaktadır:
23. Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunda şüpheniz varsa, haydi onun bir sûresinin benzerini de siz getirin! Şayet iddianızda haklıysanız, Allah’tan başka bütün şâhitlerinizi yani dil ustalarını ve âlimleri de çağırın!
Sûrenin hemen başında; ikinci ayette, “İşte bu
Kitap ki, onda asla şüphe yoktur…” buyrularak, Kur’ân-ı Kerîm’in ilâhî
kelâm oluşunda ve onun ortaya koyduğu hakikatlerin doğruluğunda hiçbir şüphenin
bulunmadığı vurgulanmıştı. Gerçek böyle olmakla birlikte, Allah’a kulluğa davet
edilen insanlardan bir kısmı, hidâyetten nasipleri olmadığı için Kur’an
hakkında şüpheye düşmüşlerdir ve hâla da düşebilmektedirler. İşte bu âyet-i kerîme,
kelâm-i mübîn ile alakalı küçük veya büyük herhangi bir şüphesi bulunanlara
hitap etmekte ve onlara meydan okumaktadır:
“Eğer has ve mümtaz kulumuz[1],
doğruluğuna, eminliğine bu ana kadar herkesin inanmış olduğu sevgili Rasulümüz
Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’e verdiğimiz peygamberlikten ve bunun fermanı
olmak üzere parça parça indirmekte olduğumuz Kur’ân’dan en ufak bir şüpheniz
varsa, mesela: «Vahiy nedir, inanılır şey midir?», «Allah kitap gönderecek olsa
böyle parça parça, âyet âyet, sûre sûre mi gönderir?», «Bu bir şiir değil
midir? Bunu insan kendiliğinden yapamaz mı? Muhammed de diğer şairler gibi ara
sıra bazı şeyler hissedip bunları şiirî bir eda ile dile getiriyor, sonra da
‘Allah gönderdi’ diye hem bizi hem de kendini aldatıyor olamaz mı?» gibi
birtakım kuşkular taşıyorsanız, bunun ispatı kolaydır:
Bu hususta derin derin düşüncelere, hayallere
dalmanıza ve ne yapacağız diye telaşlanmanıza gerek yoktur. Sandığınız şekilde Kur’an’ı
bir insan olan Peygamber getirdiğine göre, bunu bir insan yapabiliyorsa, haydi
durmayın “onun denginden” bir sûre getirin.
Sûre, lügat olarak “yüksek bir menzil veya makam”
demektir. Terim olarak ise; “Kur’ân-ı Kerîm’in en az üç ve daha fazla âyetten
oluşan, başı-sonu belli kısımlarına verilen isim”dir. Çünkü Kur’ân okuyan
kimse, her sûreyi okudukça yüksek bir dereceye ulaşır. Kur’ân sûrelerinin
hepsini okumak sûretiyle bütün menzilleri geçer ve en son makama varır.
Ayette geçen مِنْ مِثْلِه۪
kaydı iki şekilde anlaşılabilir:
❂
Üslupta, belagat ve güzellikte Kur’ân
sûrelerinden en az birine denk bir sûre getirin.
❂
Kur’an sûrelerine tam benzemesi ve denk
olması için, Kur’ân’a nazîre yapacak olanlar da aynen o kulumuz gibi olmalıdır;
yani hem okur-yazar olmamalı, şiir ve edebiyatla uğraşmamalı, hem de onun kadar
ahlâklı olmalıdırlar.
Fakat ayetin devamı bu son şartı da kaldırarak şöyle
demektedir: “Haydi, size izin verelim de kimden olursa olsun herhangi bir
şahıstan Kur’ân’dakine denk bir sûre getirin. Hatta, Allah’tan başka bütün şâhitlerinizi;
güvendiğiniz ne kadar yardımcılarınız, tanıdığınız ne kadar mabutlarınız,
iktidarını farz ettiğiniz ne kadar putlarınız, şairleriniz, edipleriniz,
bilginleriniz, filozoflarınız, âmirleriniz, hâsılı size baş, el, ayak olmak
isteyecek ne kadar yardakçılarınız ve önderleriniz varsa, hepsini bu işte
yardıma çağırınız.” (Elmalılı, Hak Dini, I, 269)
Burada şöyle bir işaret bulunmaktadır: Yaratan
dururken yaratılandan yardım dilemek hiçbir fayda vermez. Âcizin âcizden
dilenmesi bir mâna ifade etmez. Bu sebeble, ihtiyaçlarını ancak onları yerine
getirmekte güçlük çekmeyecek birine arz et! Sadece hazîneleri tükenmez
birisinden iste! Sana yalnız başına yardım edecek, seni her yönden muhâfaza edecek,
seni mala-mülke bağlı olmadan da zengin edebilecek birine dayan! O seni himâye
etti mi, çok düşman az olur; O sana yetti mi, az mal çok olur.
Eğer Peygamber’e ve Kur’an’a karşı koyma ve düşman olma dâvanızda sadık iseniz; hiç şüphe edilmeyecek böyle bir hususta şüphe olduğu fikrinde haklıysanız, bunu yapabilmeniz gerekir. Zira, herhangi bir insanın kendiliğinden yapabildiği bir şeyi, hatta ondan daha iyisini başka herhangi bir insan da yapabilir. Hele hele, o işin uzmanı sayılan çok sayıda insan kafa kafaya verip elbirliği yapacak olursa... Fakat aşağıdaki ayetin açıktan meydan okuduğu gibi, kıyamete kadar asla ona benzer bir söz, benzer bir sûre getiremeyecek ve Kur’an’ın, bir insan sözü olmadığını yakînen bileceksiniz:
[1] Cenâb-ı Hakk bu âyet-i celîlede عَبْدِنَا “bizim kulumuz” buyurarak Resûlullah Efendimiz’i kendine
izafetle şereflendirmiş ve onu mutlak anlamda “abd” yâni kul olarak
isimlendirmiştir. Diğer peygamberleri “Güçlü kuvvetli kulumuz Dâvûd’u
hatırla” (Sâd 38/17) ve “Kulumuz Eyyûb’u da hatırla” (Sâd 38/41)
âyetlerinde olduğu gibi adıyla andığı halde Efendimiz için “kulumuz” ifadesinden
sonra, “Muhammed” şeklinde, başka bir isim zikretmemiştir. Bir isim mutlak
olarak zikredildiğinde kemâline hamledilir. Buradan anlaşıldığına göre Hak
Teâlâ Hazretleri, habibi Hz. Muhammed için hazırladığı kemâl derecesindeki
kulluğu dünyada başka hiçbir kimse için hazırlamamıştır. Kullukta kemâl noktaya
ulaşmak ancak, gönlü Allah’tan başka herşeyden tamamen arındırıp, bağımsız hale
getirmekle mümkündür. Bu durum ise sadece ve sadece Peygamberimize mahsûstur.
Nitekim âyet-i celîlede: “Peygamber bunları görürken gözleri ne kaydı, ne de
sınırı aştı” (Necm 53/17) buyurularak onun bu özelliğine dikkat çekilmiştir.
24. Buna rağmen yapamazsanız, ki asla yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış bulunan cehennem ateşinden kendinizi koruyun.
Göklerin meydan okuması karşısında yeryüzünün aciz
yaratıkları olarak bütün gücünüzü harcadığınız halde Kur’ân’ın bir benzerini
getiremez ve ona karşı çıkışınızda başarısız kalırsanız -ki bu hususta
başarısızlığa mahkûmsunuz- o halde, Hz. Muhammed’in Allah’ın peygamberi,
Kur’ân’ın da Allah’ın kitabı olduğu gerçeğine iman etmeniz gerekir. Aksi takdirde,
cehennemliklerden olursunuz. Bu durumda, inkâr inadından vazgeçerek kendinizi
ateşten korumaya bakın.
Ayette yer alan “ki asla yapamayacaksınız” kaydı, açık
bir mûcizedir. Çünkü istikbâlde meydana gelecek ve Sadece Allah’ın bildiği bir
hâdiseyi haber vermektedir. Bu hakikati sadece Allah Teâlâ bilmekte iken, daha
sonraki gelişmeler bu bilgiye uygun olarak vuku bulmuştur. Kur’an’a benzer bir
kitap, Kur’ân’ınkine benzer bir sûre getirilememiştir. Bu ayetin nüzûlünden bu
yana Kur’ân’ın bir sûresine denk bir söz söylenebilmiş veya yazılabilmiş
olsaydı, bu muhakkak nakledilir ve kayıtlara geçerdi. Fakat böyle bir şey
olmamıştır. Kur’ân inkârcıları, bu meydan okuyuşa olumlu cevap vererek Kur’ân
surelerinden herhangi birine denk bir pasaj yazmaktan âciz kalmışlar;
-kendilerince- çok daha basit olan nazîre yapmak yerine, türlü türlü zahmetlere
girerek, onca masrafı tercih ederek ordular donatmış, silah çekip kan akıtmış,
Kur’ân irşadının önüne kaba kuvvetle geçmeye çalışmışlardır.
Bu âyet-i kerîmede son derece iknâ edici, bağlayıcı ve
susturucu bir üslup mevcuttur. Şöyle ki; kesin ilim ve yakîne ulaşmanın en
mühim vasıtaları açıklık, görme, aklî delil getirme, tecrübe ve doğru haberdir.
Ortada apaçık görülen bir gerçek vardır: Kur’ân-ı Kerîm’in nazmındaki
yüksekliği anlayabilenler, Kur’ân’ın mûcizeliğini apaçık, bizzat görmekte,
diğerleri de bunlardan öğrenmektedir. Üstelik, Allah ve Peygamberi Kur’ân’ın bu
hususiyetini açıkça haber vermektedir. Kendi tecrübeleriniz ve başkalarının tecrübeleri
de, bunun aynısının yapılmadığını, yapılamadığını ve yapılamayacağını açıkça göstermektedir.
Bundan büyük yakîn, bundan büyük ilim olmaz. O halde, şüphe etmeye hiçbir
hakkınız kalmamaktadır. Az çok ilmî bir sebebe dayanmayan bir şüphe,
vesveseden, bahane üretmekten veya hoyratlıktan başka bir şey değildir. Bunu
bilmez, hala şüphe davasından vazgeçmez, hala kuşkulanırsanız, buna
inadınızdan, şahsî maksatlarınızdan, ahlâksızlığınızdan başka bir sebep kalmaz.
Böylelikle, hiçbir mazereti bulunmayan kâfirlerden olursunuz. Hakkı kesin
olarak reddedenler kâfir olduğu gibi, haksız yere şüphe edenler de kâfirdir. O
halde, şunu bilmelisiniz ki, sizin gibi kâfirler için hazırlanmış bir ateş, bir
cehennem vardır. O ateş, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateştir, artık
bundan kendinizi koruyun.
Ayette geçen vekûd; ateş yakılan kibrit, ot, çöp,
çıra, paçavra, odun gibi şeylerin hepsinin ortak ismi olup yakıt demektir.
Sakınılması istenilen bu ateş öyle bir ateştir ki yakıtı, âsî insanlar ve
taşlardır. Çünkü bunlar kolay tutuşup alevlenir ve yavaş söner. Ateşi harâretli
ve pis kokulu olduğundan, bedenlere iyice yapışır. Bir başka görüşe göre ise,
taşlardan maksat, müşriklerin taptığı putlardır. Ateşin yakıtı arasında
putların da sayılmasının sebebi müşriklerin, azametlerine inanarak karşısında
boyun eğdikleri bu varlıkların ileride böylesine zelîl ve hakîr bir duruma
düşeceklerini ihtar etmek ve bu sembolik varlıklar yüzünden azâba dûçâr
kaldıklarını müşriklere anlatmaktır.
Cenâb-ı Hak, Kur’an’da tekerrür eden âdeti gereğince,
şüphe girdabında küfre düşenleri ateşle uyardıktan sonra, şimdi de iman ve
amel-i sâlih sahiplerini şöyle müjdeliyor:
25. Rasûlüm! İman edip sâlih ameller işleyenleri şöyle müjdele: Altlarından nehirler akan cennetler onlar içindir. Ne zaman kendilerine cennet meyvelerinden bir şey ikram edilse, her defasında: “Bu, daha önce dünyada yediğimiz şey!” derler. Oysa bu rızıklar, renkte ve şekilde birbirinin benzeri, fakat tatta ve keyfiyette çok yüksek kıymette olmak üzere kendilerine ikram edilecektir. Orada onlara tertemiz eşler verilecek ve orada ebedî kalacaklardır.
Korkutmak ve müjdelemek Kur’an üslubunun iki esas
mihverini teşkil eder. Zira kulları nihâî olarak iki netice beklemektedir:
Cennet ve cehennem. Kur’an, insanları hem cehennemden sakındırmakta, hem de
cennete girmeye teşvik etmektedir.
Tebşîr, “deri” anlamındaki “bişre” ile aynı kökten
gelen bir kelime olup “birisine, derisi üzerinde tesiri görülecek kadar
sevindirici bir haber ulaştırmak; müjde vermek” demektir. Sâlihât kelimesi
“sâliha”nın çoğuludur. Sâlih “aslında iyi, yarayışlı, aklen ve naklen doğru, hayırlı,
maksad ve ihtiyaca en uygun” mânasına gelir. Çoğul ekiyle sâlihât, “sâlih
ameller, hayırlı işler, güzel davranışlar” mânasında kullanılmıştır. Sâlih
amellerin kalbî, bedenî, malî olmak üzere üç çeşidi vardır.
Burada iman ile amelin iki farklı alan olduğu
anlaşılmaktadır. Ayetteki müjde, sadece iman edenler için değil, imana amel-i
sâlihi ekleyenler için söz konusudur. Yani buradaki müjde, sâlih ameli
bulunmayanlar için geçerli değildir. Zira îman temel, sâlih amel de o temel
üzerine inşâ edilen binâ gibidir. Üzerine binâ yapılmayan temel bir işe
yaramaz.Bu yüzden amel yapmadan cennete tâlip olmak akıl kârı değildir. Çünkü
Allah Teâlâ amel-i sâlihi, cennete girme ve orada yüksek derecelere erme
vesîlesi kılmıştır. Her ne kadar Allah, amel-i sâlihe fırsat bulamayan bir
kulunu mücerred imanı ile de cennete sokabilirse de, normal şartlarda amele
dönüşmeyen bir iman düşünülemez. Ameller imanın tabii neticesi olup mü’minin imanını
kuvvetlendirmekte, kalbini nûrlandırmaktadır. Bu bakımdan kul, cennete varabilmek
için sağlam bir imana sahip olmalı, imanını pekiştirebilmek için de sâlih
amellere devam etmelidir.
İşte yüce Rabbimiz, iman edip ihlasla sâlih amel
işleyenleri altlarından ırmaklar akan, içinde meyveli ağaçların bulunduğu
cennetlerle müjdelemektedir. Örtme ve gizleme anlamındaki “cenne” kökünden
gelen cennet kelimesi, “bir kere örtmek” demektir. Bu mânadan hareketle cennet,
“dalları birbirine girmiş, zemini görünmeyecek kadar girift ve gölgeli
ağaçlarla örtülmüş bir bahçe” anlamına gelmiş olmaktadır. Ağaçlarının sıklığı
sebebiyle cennet, üzeri adeta yemyeşil tek bir örtü ile gözlerden korunmuş,
gizli saklı bir yerdir. Burada, hiç kimsenin içine girmeden göremeyeceği,
aklından bile geçiremeyeceği, son derece gönül alıcı nimetler vardır. Ancak
ayette tek bir cennetten değil, “cennetler”den söz edilmektedir ki bunlardan
maksat, âhiretteki ebedî mükafat yurdunun tamamıdır. Aslında tek bir mükâfat
yurdu olup bu yurt, mükafata hak kazanmış olanların manevî makam ve
derecelerine göre tanzim edilmiş çok sayıda cenneti ihtiva etmektedir.
Bu büyük ve geniş cennetlerin alt kısımlarından büyük
ırmaklar akar. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Gönülleri Allah’a saygıyla dopdolu
olup O’na karşı gelmekten sakınanlara va’dedilen cennetin durumu şöyledir:
Orada hiç bozulmayan tertemiz su ırmakları, tadı bozulmayan taptaze süt
ırmakları, içenlere lezzet veren ve dünyadakiler gibi sarhoş etmeyen şarap
ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Onlar için orada ayrıca canlarının
çektiği her çeşit meyve ve Rablerinden bir bağışlanma vardır…” (Muhammed 47/15)
Cennet nehirleri, kendileri için yapılmış özel ark ve
hendekler olmaksızın bahçeler arasında uzunlamasına akıp dururlar. Cennet ehli
su nehrinden içtikleri zaman, ebedî hayatı bulurlar ve bir daha ölmezler. Süt
nehrinden içtikleri zaman, vücutları dengeli bir biçimde beslenir ve bir daha
za’fa uğramazlar. Bal nehrinden içtikleri zaman, şifa ve sıhhat bulurlar; bir
daha hasta olmazlar. Şarap nehrinden içtikleri zaman, neş’e ve sevinç bulurlar;
ondan sonra hiç mahzûn olmazlar.
Cennet ehline, oradaki nimet ve meyvelerden ikram
edildiğinde, bunlar kendilerine, dünyada yiyip içtikleri şeylermiş gibi gelir.
Çünkü cennet meyveleri renk ve şekil olarak dünya meyvelerini andırmaktadır.
Fakat yedikleri zaman, farklı tatta, çok daha güzel meyveler olduğunu görürler.
Bu özellik, insan için ayrı bir ikramdır. Zira insan, önceden tanıdığı ve
bildiği bir şeyi elde edip onun öncekilerden daha kıymetli olduğunu görünce
sevinç ve mutluluğu artar. İkinci hikmet ise, insanların görmediği, bilmediği,
tatmadığı, hayal bile edemediği şeyleri onlara anlatmanın tek yolu, onları
aşina oldukları şeylere benzetmektir. Bu bakımdan, Allah Teâlâ, cennet ve
nimetlerini bildiğimiz kelime ve kavramlarla anlatmıştır. Arada bir benzerlik
vardır, ancak asla biri diğerinin dengi değildir. Nitekim Allah Resûlü
(s.a.v.) cenneti anlatırken, “Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın
işitmediği ve hiçbir kimsenin hayalinden geçmeyen şeyler vardır” buyurmuş,
ardından da:
“Bizim âyetlerimize ancak şu kimseler iman ederler ki, o âyetlerle
kendilerine öğüt verildiği zaman, hiçbir büyüklük duygusuna kapılmadan derhal
yüzleri üzere secdeye kapanır ve Rablerini övgülerle anıp tesbih ederler.
Geceleyin yanları yataklardan uzaklaşır, azâbından korkup rahmetini umarak
Rablerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda
harcarlar. Yaptıkları bütün bu güzel işler karşılığında onlar için göz ve gönül
aydınlığı olacak hangi sürpriz nimetlerin saklı tutulduğunu hiç kimse hayal
bile edemez.” (Secde 32/15-17) meâlindeki ayetleri
okumuştur. (Müslim, Cennet 5)
Önceki
ayetlerde Kur’ân-ı Kerîm’in mûcize olduğu delillerle izah edildikten sonra,
gelecek ayette Kur’an’ın bir üslup özelliğine dikkat çekilmekte ve hakikatleri
açıklamak üzere sivrisinek dâhil, her türlü misali vermenin bir sakıncası
olmadığı haber verilmektedir:
26. Allah, hakikatleri beyân için bir sivrisineği, hatta küçüklük ve kıymetsizlikte ondan daha aşağı bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman edenler, bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu hemen bilirler. Kâfirler ise: “Allah böyle bir misal ile ne demek istiyor, acaba?” derler. Allah onunla bir çok kimseyi sapıklığa düşürür, yine onunla pek çoklarını da doğru yola erdirir. Aslında Allah, onunla ancak fâsıkları sapıklığa düşürür.
Allah
Teâlâ, müşriklerin putlarının acizlik ve değersizliklerini ortaya koymak için
sineği misal verip (Hacc 22/73), putlara ibâdet etmeyi de örümcek ağına tutunmaya
benzetince (Ankebût 29/41) yahudiler güldüler ve: “Sineğin ve örümceğin ne
değeri var ki, Kur’an onları misal getiriyor. Böyle Allah kelâmı olmaz!”
dediler. Bu hâdise üzerine bu âyetler nâzil oldu. (Vâhidi, s. 26-27) Diğer
taraftan Araplar, sivrisinekten daha zayıf bir şey tasavvur edemezlerdi. Kur’ân-ı
Kerîm, sivrisinek ve örümcek misalleri ile putların bunlardan daha aciz
olduğuna işaret etmiştir.
“Hayâ”;
ayıplanma ve zemmedilme korkusu ile bir kimsede beliren değişme, utanma ve
çekingenlik hâlidir. Böyle durumlar Allah için imkânsızdır. Dolayısıyla kelime
burada “terk etmek, vazgeçmek” mânasında kullanılmıştır. Allah Teâlâ, çok küçük
ve basît bir varlık oluşuna bakarak, sivrisineği örnek olarak vermekten
vazgeçmez. Bilâkis tevhid ve şirk gibi temel dinî gerçeklerin kolaylıkla anlaşılmasını
temin maksadıyla sivrisineği, onun bir kanadını, ondan büyük veya daha küçük
varlıkları misâl olarak verir. Bu, o kadar garip karşılanacak bir durum
değildir. Üstelik hiçbir güç, O’nun iradesini bağlayamaz.
Darb-ı
mesel, kelamın, bir durumu en münasip tarzda ifade edip, onun bütün güzellik
veya çirkinliğini ortaya koyacak bir şekilde serdedilmesi demektir. Bu mâna,
dirhemlerin üzerine özel bir işaret vurma anlamına gelen “darb-ı derâhim”
sözünden alınmıştır. Sanki mesel darbeden kişi, dinleyicinin kulak kapısını
çalmakta ve sözünün tesirini onun kalbine ulaştırmaktadır. Bir şeyi mücerret
olarak tahkir etmek veya kötülemekle kalplerde tesir meydana getirmek pek
zordur. Ancak onu, tahkirliği örf haline gelmiş ve kendisinden son derece
nefret edilen bir şeye benzetmekle, istenilen tesir meydana getirilebilir.
(Merâğî, Tefsir, I, 70; Bekir İsmâil, el-Emsâlü’l-Kur’âniyye,
s.17) İşte sinek, sivrisinek ve örümceğin misal verilmesi bu kabildendir.
Rebî’
b. Enes’in ifadesine göre, Cenâb-ı Hak dünya ehline ibret olsun diye
sivrisineği misâl vermiştir. Çünkü sivrisinek aç kaldığı sürece yaşar ve
doyunca ölür. Dünya ehli de böyledir. Karnını tıka basa doyurunca isyâna ve
azgınlığa kalkışır. Evvelâ kalbi ölür, sonra mânen gerilemeye devam eder.
İmam
Kuşeyrî der ki: “Hak Teâlâ’nın kudretine nispetle bütün yaratıklar, havadaki
bir toz zerresinden daha küçüktür. O’nun kudreti karşısında Arş ile
sivrisineğin büyüklük bakımından bir farkı yoktur. Arş’ı yaratmak O’na zor
gelmediği gibi, sivrisineği yaratmak da “kolay” sözüyle anlatılamaz. Çünkü
Allah Teâlâ, kolaylık ve zorluk gibi şeylerden münezzehtir.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 30)
Cenâb-ı
Hak, zaman zaman zayıf varlıklardan bahsederek zayıf kullarının kalplerini
tesellî ve takviye etmiştir. Yerine göre aciz ve küçük gibi görülen o
yaratıkların, kuvvetliler üzerinde ne gibi tesirler icrâ edebileceklerini
göstermiştir. Meselâ sivrisinek, küçüklüğüne rağmen, filde bulunmayan iki
kanada sahiptir. Cenâb-ı Hak takdiri icâbı birine vermediği bir şeyi, diğerine
vermiştir. Biri çok iş yaptığı halde diğeri az iş yapar. Daha garibi bu küçük
yaratık, küçüklüğüne bakmadan diğer büyük yaratıklara eziyet verir. Üstelik
kimse de kendini ondan kurtaramaz. Allah’ın hikmetine bakın ki, aslanı gâyet
kuvvetli, sinek ve sivrisineği gâyet zayıf yarattığı halde sivrisineğe
insanlara karşı bir cür’et ve cesâret, aslana da bir korku vermiştir.
Sivrisinek ne kadar defedilmeye çalışılsa insanın üstüne üstüne gelir. Aslan
ise koğulmadığı, uzaklaştırılmadığı halde yuvasını insanlardan uzak yerlere
yapar. Allah insanlara karşı sinek ve sivrisineğe verdiği cür’et ve cesâreti,
aslana vermiş olsaydı, insanlar helâk olurdu. İşte Allah yerine göre, zayıf
yaratığa karşı insanı âciz kılar, yerine göre de kuvvetli yaratığa karşı güçlü
kılar. Allah’ın böyle gizli hikmetleri pek çoktur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
I, 86)
Yüce
Mevlâmız daha önce indirdiği kitaplarda ve Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok misaller
vermiştir. Sivrisinek de bunlardan biridir. İnsanlar kalbî durumlarına göre
bunlara bir karşılık verirler. İman edenler, Allah ve Rasûlü’ne bağlılıkta
sıkıntısı olmayanlar bu misallerin Rableri tarafından indirildiğini, açık ya da
gizli büyük hikmetler ihtiva ettiklerini ve inkâr edilmelerinin mümkün
olmadığını bilirler. Bu misâller üzerinde derin derin tefekkür ederek
hikmetlerinden faydalanmaya çalışırlar. Kâfirler ise, verilen misâlleri
küçümseyerek: “Allah, bu basît ve değersiz misâlle ne demek istiyor, acaba?”
diye alay ederler. Bunlardan öğüt alacak yerde itirâzda bulunurlar. Allah ise,
indirdiği Kur’an veya orada verdiği misâllerle, sapıklığı seçecekleri bilinen
pek çok kimseyi saptırır. Hidâyete erecekleri ma’lûm olan pek çok kimseyi de
doğru yola erdirir. Görüldüğü üzere Kur’ân bir topluluk için şifa ve rahmet
olurken; bazı insanlar için de bedbahtlık ve azap vesîlesi olmaktadır. Zira o,
Allah’ın lutuf ve kahrını içinde bulundurduğu kelâmıdır. Lütfu ile sâdıkları
doğru yola ulaştırdığı gibi, kahrı ile de fâsıkları sapıklığa düşürmektedir.
Sivrisineğin
bilim ve teknoloji bakımından da önemi büyüktür. Nitekim teknolojinin hayli
ilerlediği asrımızda ilim adamları tabiattan ve yaratıklardaki tasarımdan daha
ciddi istifade etmeğe çalışmışlar, bulunduğu yerden yukarıya dikey olarak
yükselip, inmek istediği noktaya dikey olarak inebilen savaş helikopterlerini
sivrisineğin iniş ve kalkışından ilham alarak tasarlamışlardır.
Âyette
geçen “fısk” kelimesin lügat anlamı “çıkmak” demektir. Araplar taze hurmanın
kabuğundan çıkmasını bu kelime ile ifade ederler. Dinî bir terim olarak,
“Allah’ın emirlerini terk ve O’na isyan etmek suretiyle doğru yoldan çıkmak” mânasına
gelir. Bu fiilleri yapan ve bu vasıflara sahip olanlara da fâsık denilir.
Fıskın üç derecesi vardır:
·
Günahı çirkin saymakla beraber, ara sıra günah işlemek.
·
Üzerine düşerek devamlı yapmak.
·
Çirkinliğini inkâr ederek, yani günahı güzel görerek yapmaktır. Bu
üçüncü kısım küfür derecesidir. Fâsık bu noktaya gelmediği sürece Ehl-i sünnete
göre mü’minlikten çıkmaz.
Şu
halde fâsık vasfı içinde kâfirler bulunabileceği gibi, imanını kaybetmemiş
olanlar da bulunabilir. Fakat bu âyet-i kerîmede bahsedilen fâsıkların
küfürlerinde ve dinden çıktıklarında şüphe yoktur. Çünkü burada üç vasıf
zikredilmiştir: Allah’a verdiği sözden dönüp inancını bozmak, ilâhî emrin
aksini yapmak, yasakları işlemek suretiyle de yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak.
Bu üç husus birleşince de küfür gerçekleşir. İşte Allah bu nevi misâllerle
başkalarını değil, ancak kendisini inkâr eden ve emrinden çıkan böyle fâsıkları
saptırır.
Fâsık
olarak isimlendirilen bu kimselerin küfre girmelerine ve ebedi hüsrana uğramalarına
sebep olan vasıfları şöyle haber verilir:
27. O fâsıklar ki, Allah’a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler, Allah’ın korunup gözetilmesini emrettiği bağları koparırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. En büyük zarara uğrayanlar işte onlardır.
Onlar:
Birinci
olarak, Allah’a kesin söz verdikten
sonra sözlerinden dönerler: Bozmak mânasında kullanılan اَلنَّقْضُ (nakz); sağlam bir şekilde yapılmış bir
binayı yıkmak, yahut bükülen bir ipi çözmek veya verilen bir ahdi yerine getirmemek
gibi anlamlara gelir. اَلْم۪يثَاقُ
(mîsâk) ise yemin ile pekiştirilmiş ahit demektir. Düğümleme ve bağlama işinin
oldukça sağlam yapıldığını ifade eder. Araplar, ahit yapanlar arasında
birleşmeyi sağlaması bakımından ahde “ip” derlerdi. Bu yüzden ayette, yapılan
anlaşmayı bozmak, çözmek mânasına gelen “nakz” kelimesiyle ifade edilmiştir. Sağlamlaştırıldıktan sonra bozulan ahitten
maksat şunlardan biri veya hepsi olabilir:
Âdem’in zürriyetinden aldığı rubûbiyeti ikrâr şeklindeki ahit,
Allah Teâlâ’nın peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla insanlara
yaptığı tavsiyeler, emirler ve yasaklardır. Bunlara uygun amel etmemek, ahdi
bozmak demektir.
Cenab-ı Hakk’ın, gökleri, yeri ve diğer mahlukâtı yaratıp, bunlara
tekliğini gösteren deliller koymuş olması, varlığını ve birliğini kabul etme
hususunda insanlardan ahit alması mânasındadır. Bu ilâhî san’at hârikalarına ve
kudret akışlarına bakıp tefekkür ederek tevhide erememek, ahdi bozmak demektir.
Allah’ın Ehl-i kitaptan Peygamberimizin peygamberliğini gizli
tutmayıp açıklamaları hususunda almış olduğu ahiddir.
Yüce Allah’ın, peygamberlerden ve iman edenlerden son peygamber
Hz. Muhammed (s.a.s.)’e iman ve yardım edeceklerine dair almış olduğu sözdür.
(bk. Âl-i İmrân 3/81)
İkincisi;
Allah’ın korunup gözetilmesini
emrettiği bağları koparırlar: Korunup gözetilmesi emredilen
hususlar şunlar olabilir:
›
Bunlar sıla-i rahim; akrabalık ve dostluk bağlarıdır. Onlar,
akraba ile alâkayı, ziyâretleşmeyi, müslümanlar ile ülfeti ve dostluğu
keserler.
›
Söz ile amelin birbirine uygun olmasıdır. Onlar amel etmedikleri
halde söyleyip durduklarından dolayı bu iki şeyi birbirinden koparırlar.
›
Kesintisiz ve bir bütün olarak peygamberlerin tasdik edilmesidir.
Onlar peygamberlerin bir kısmını tasdik etmek, bir kısmını yalanlamak suretiyle
bitiştirilmesi emredilen şeyi kesmiş olurlar.
›
Burada Allah’ın dinine, O’na ibâdet etmeye, şer’î hükümlerini
uygulamaya ve koyduğu sınırları korumaya işaret edilmektedir. Dolayısıyla bu,
yüce Allah tarafından yapılması emredilen her şey hakkında geçerli olan genel
bir ifadedir.
Üçüncüsü;
yeryüzünde bozgunculuk yaparlar: Allah
Teâlâ’dan başkasına taparlar. İnsanları Allah’a ve Peygamber’e itaatten
alıkorlar. Yaptıkları işlerde haksızlık ve zulüm işlerler. Onların işleri
Allah’ın emrine göre değil, hep şehvet ve arzularına göredir. Fesadın en ileri
derecesi de işte budur.
Terazi
veya başka bir şeydeki eksiklik ve zararın adına “hüsrân” denilir. Kelimenin
sapıklık ve yok olma mânaları da vardır. “Hâsir” ise, kendinin felâh ve
kurtuluştan payını azaltan, helak olan kimsedir. Hüsrana uğrayanlar; kazançtan
mahrum, işi gücü zarar ve ziyan olanlardır. Çünkü böyle bir kişi kıyâmet
gününde hem kendisini hem aile halkını kaybedecek, cennette kendisi için
ayrılmış olan yere gidemeyecek ve helak olacaktır.
İşte fâsıklar, “mîsâk günü” tevhîd ve ubûdiyet
üzere Allah’a verdikleri sözü bozdular. Hakk’a kavuşturacak sebebleri, Allah’ın
kapısına kapanmalarını gerektirecek vesîleleri bıraktılar. Fıtratlarında
bulunan tevhîd tohumunu şirk koşmak ve peygamberlerin davetine sırt çevirmek
gibi engellerle köreltip iman ve sâlih amel suyuyla sulamadılar. Bu sûretle
tohumun bozulmasına zemîn hazırladılar. Böyle olunca kendilerini kâmil insan
yapacak istidattan mahrûm kıldılar. Nitekim toprağa ekilen tohum, su
verilmezse, yerden çıkma özelliğini kaybeder. Bu konuda Hak Teâlâ şöyle
buyurmuştur: “Asra yemîn olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman
edip sâlih ameller yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine
sabretmeyi öğütleyenler müstesnâ!” (Asr 103/1-3)
Ayetteki
şu işârî mâna dikkat çekicidir: “Sırrının bir lahza Hakk’ı şuhuttan yani O’nu
murâkabeden kayması ahdi bozmaktır. Bir nefes vaktini bile Allah’ın hakkını
yerine getirmek için değil, nefsinin hazzı için harcaman, emredileni
yapmamandır. Allah’ı hesaba katmadan geçirdiğin anlar, yeryüzünde çıkardığın
fesatlardır. İşte en açık hüsrân ve en büyük belâ budur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 32)
Böyle
doğru yoldan ayrılmış, küfre saplanmış ve hüsrana dalmış nasipsizleri
uyandırmak, ibret nazarlarını yaratılışlarına çevirerek Allah’ın azametini
düşündürmek üzere gelen ayetlerde şöyle buyrulur:
28. Ey kâfirler! Allah’ı nasıl inkâr edebiliyorsunuz ki, ölü idiniz de sizi O diriltti. Sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecek, sonra da O’na döndürüleceksiniz.
Âyet-i
kerîmede, kullarına olan büyük ikramlarına rağmen Allah’ı inkâr etmenin; O’nun
varlığı, birliği ve azametini görmezden gelmenin nasıl mümkün olabileceği
soruluyor. Kur’an’ın burada hitabını, “Siz!” diyerek aniden bizlere
çevirmesinde son derece parlak ve hayranlık uyandıran bir belagat, yücelik,
ilmîlik ve gerçeklik bulunmaktadır. Bu bakımdan küfür ve nankörlüğü kötülemek
ve insanları ondan uzak tutmak için “Allah’ı nasıl inkâr edebiliyorsunuz”
sualindeki tesirin şiddeti fevkalade büyüktür. Bundan maksat sormak değil,
böylelerini susturmak ve azarlamaktır. Zira nimetin büyüklüğü, bu nimeti verene
isyanın da büyük olmasını gerektirir. Hayır, hayır! Allah’ı asla inkâr
edemezsiniz. Çünkü:
Başlangıçta
hepiniz ölü haldeydiniz, hayatınız yoktu. O zaman şahsınıza ait hiçbir şeyiniz
yoktu. İlk olarak bir toprak ve nihayet babanızın belinde bir nutfe olduğunuzu
hatırlayın. Böyle iken Allah sizi diriltti, size bir hayat verdi. Nefes alıp
verir, gıdalanır, ürer, duyar, düşünür, ister, istediği yere gider, istediği
işi yapar, çevresindeki olaylara fizikî ve ruhî kuvvetleriyle dayanır, karşı
koyar, etli, canlı, akıllı, fikirli birer insan yaptı. Bunları yapan varlık kim
ise, işte Allah odur. O halde bu hayatı size bahşeden Allah Teâlâ’yı asla inkâr
edemezsiniz, etmemelisiniz.
Sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecek. Unutmayın
ki, Allah’ın size ikram ettiği hayat nimeti, ömür ebedi değildir. Geçici ve
kısa bir müddettir. Bahar bulutu ve yaz yağmuru halinde geçip gitmekte, bitip
tükenmektedir. O, sadece imtihan olmak için verilmiş bir süredir. Ona fazla bel
bağlamaya gelmez. Çünkü Allah bundan sonra sizi yine öldürecektir. İlâhî kanun
böyle işlemektedir ve ölümden kurtuluş hiç kimse için mümkün değildir. Fakat iş
bununla da bitmemektedir. Daha ötesinde ciddi safhalar bulunmaktadır. O sizi
öldürdükten sonra tekrar diriltecektir. Öldükten sonra dirilme haktır. Buradaki
“sonra sizi diriltir” ifadesi hem kabir hayatı hem de kıyametten sonra
dirilme ile de tefsir edilebilir.
Nihayet Allah’a döndürüleceksiniz. Âyetin bu
kısmı insanın yol güzergâhındaki son safhayı haber verir. Yaratılan herkes
nihâyetinde Allah’a döndürülecektir. Dünya hayatında ne yaptı ve nasıl yaşadı
ise ona göre tartıdan geçecek, mükâfat veya cezasına kavuşacaktır. “Artık
kim zerre ağırlığınca bir iyilik yapmışsa, onu görür. Kim de zerre kadar bir
kötülük yapmışsa, onu görür” (Zilzâl 99/7-8) sırrı ortaya çıkacaktır.
Cehennemlikler, “Vahlar, yazıklar olsun bize!” (Yâsîn 36/52) diye
pişmanlık çığlıkları atarken, cennet ve rıdvan ehli: “Âlemlerin Rabbi olan
Allah’a hamdolsun!” (Zümer 39/75) diyecektir.
Âyet-i
kerîmede şu işaretler vardır: Siz bizi gereği gibi tanımamanız ve bilmemeniz
sebebiyle mânen ölü idiniz, Allah sizi mârifetiyle ihyâ etti. Sonra sizi
öldürecek yani dünya alakalarından uzaklaştıracak ve rahmetiyle kalbinizi
nefsinizin esaretinden kurtararak sizi tekrar diriltecek. Hakkı icra edip
şeriat ahkâmını korumak sûretiyle de O’na vâsıl olacaksınız. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 32)
Gelen
ayette de, Allah’ın insanlara olan büyük nimetleri sayılmaya devam etmekte ve
şöyle buyrulmaktadır:
29. Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra semâya yönelip onları yedi kat gök olarak tastamam tanzîm eden O’dur. O, her şeyi hakkıyle bilendir.
Allah,
o kadar şanı yücedir ki, mahlukâtın en şereflisi olarak insanı yaratmıştır.
Yeri, gökleri ve bunların içinde bulunan her şeyi insanın emrine ve faydasına
âmade kılmıştır. Bunlarla insanın din, dünya ve âhiretini mamur etmesini
istemiştir. Pek çok âyet-i kerîme bu hususa temas etmektedir. Bunlardan
bazıları şöyledir:
“Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi tarafından bir lutuf
olarak sizin hizmetinize verdi. Bütün bunlarda düşünen bir toplum için elbette
nice dersler ve ibretler vardır..” (Câsiye 45/13)
“Allah ki, gökleri ve yeri yaratan, gökten su indirip onunla size
rızık olmak üzere çeşit çeşit meyveler, ürünler çıkaran O’dur. Koyduğu
kanunlara uyarak denizde yüzüp giden gemileri size boyun eğdiren ve ırmakları
hizmetinize veren de O’dur. Bir düzen içinde kendi yörüngelerinde dönüp
durmakta olan güneşi ve ay’ı hizmetinize veren ve gece ile gündüzü de faydanıza
sunan yine O’dur. Hâsılı O size, kendisinden istediğiniz her şeyi verdi. Öyle
ki, eğer Allah’ın nimetlerini tek tek saymaya kalksanız, imkânı yok, onları
toplu halde bile sayamazsınız. Gerçekten insan çok zâlimdir, çok nankördür.” (İbrâhim
14/32-33)
Dolayısıyla
Cenâb-ı Hak şu altımızdaki yeri ve bu yerde bulunan şeylerin hepsini;
denizleri, karaları, dağları, dereleri, ovaları, çölleri, ormanları, ırmakları,
pınarları, madenleri, otları, ağaçları, çiçekleri, meyveleri, hayvanları, kuşları,
geceleri, gündüzleri hâsılı zikredilen veya edilmeyen unsurların hepsini bizim
için, hayatımız ve ölümümüzde faydalanmamız için yaratmıştır. Bütün bunlar,
insanı yaratmak ve yarattıktan sonra mesut yaşatmak içindir.
İlgili
âyet-i kerîmelerden “Eşyada aslolan mübâhlıktır” kaidesi çıkarılabilir. Fakat
bunun mânası her şeyin mübâh olması değildir. Dinin emirleri ve yasakları
vardır. Dolayısıyla Allah ve Resûlü’nün yasakladıkları haram veya mekruh, bunun
dışındakiler ise mübahtır. Cenâb-ı Hak, her şeyi insan için, insanı da kendine
kulluk için yaratmıştır. Âyet-i kerîmede: “Ben cinleri ve insanları ancak
beni tanıyıp bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât 51/56)
buyrulmuştur.
Yeryüzü
ve içindekiler insan için yaratıldığı gibi, yedi kat gökler ve orada bulunanlar
da yine insana müsahhar kılınmıştır. Bu bakımdan âyet-i kerîmenin devamında
Rabbimizin yaratma iradesinin gökyüzüne yöneldiği, orasını yedi kat gök olarak
yarattığı ve en mükemmel şekilde tanzim ettiği bildirilir. Ayette geçen
“istivâ” lügat olarak “bir şeyin üzerine çıkmak, yükselmek ve kurulmak” mânalarına
gelir. Güneşin tepeye yükselmesi ve kuşun havalanıp yukarı uçması Arap dilinde
bu kelime ile anlatılır. Yine kelimenin “kişinin olgunlaşması, gençliğinin ve
gücünün kemal noktasına ermesi” mânasının yanı sıra “bir şeye yönelmek” mânası
da vardır. Ehl-i sünnet âlimleri, bu ayette istivâya “kasdetme ve yönelme” mânası
vermişlerdir. Yani Allah gökleri yaratmayı murad etmiş ve ona yönelmiştir (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, I, 254-255).
Bunlardan da insanlara sayısız faydalar sağlanmıştır. Bu sayede insanlar, bu
görkemli bina içinde yer, içer, nefes alır, ısınır, aydınlanır ve hayatlarını
devam ettirirler. Allah’ın bu kâinata koyduğu kaideleri keşfederek ilim, fen,
kültür ve medeniyet yolunda ilerleme kaydederler. Şeyh Sadî der ki: “Toprak,
su, bulut, rüzgar, ay, güneş ve felek hepsi durmadan işlerinde çalışıyorlar. Tâ
ki sen eline bir ekmek geçirebilesin ve onu gafletle yemeyesin”.
Burada
ve başka ayetlerde Allah Teâlâ’nın gökleri “yedi sema” olarak yaratıp
düzenlediği beyân edilir. Bu yedi göğü dünyanın gökleri veya uzayın gökleri
olarak kabul eden tefsirciler, eski Aristo ve Batlamyus nazariyesine göre
Ortaçağ’dan sonra da Kopernik, Galile, Kepler, Newton, Einstein, S. Hawkiag
çizgisinde gelişen güneş ve kâinat sistemleriyle ilgili bilgilere göre
açıklamalar yapmışlardır. Ancak bu yedi gökten maksadın ne olduğu konusunda
kesin bir bilgi yoktur. Arap dilindeki kullanıma göre bunun çokluktan kinaye
olarak düşünülüp birçok gök şeklinde anlaşılması da mümkündür. (Kur’an
Yolu, I, 98)
Yine
de bununla alakalı iki farklı yaklaşıma yer vermek faydalı olacaktır:
Birinci yaklaşıma göre yerden Venüs’e kadar
bir; Venüs’ten Merkür’e kadar iki; Merkür’den güneşe üç; güneşten Merih’e yahut
yine yerden Merih’e dört; Merih’ten Jüpiter’e beş; Jüpiter’den Satürn'e altı;
Satürn’den daha ilerisine kadar yedidir ki, sonradan keşfedilmiş olan Üranüs ve
Neptün gezegenleri ve daha keşfedilmesi mümkün olanlar hep bu yedinci hudud
içinde demektir. Çünkü bu takdirde bu “yedi sema” özellikle yerin yaratılması
üzerine tesviyeye dâhil olanlardır. Bu düşünce çoğunlukla, astronomi ilmi
görüşünü takip edenlerindir ki, zamanımızın astronomi görüşüne de aykırı
değildir.
İkinci
yaklaşıma göre ise dünyanın üstünde bütün yıldızların süslediği maddî âlemin
hepsi bir semadır. Yedi semanın birincisidir. Bunun ötesinde bundan başka altı
sema daha vardır. Bunlar arasında son derece bir nizam, insicâm ve uygunluk
bulunmaktadır. Büyük tefsir âlimlerinin kanaatleri bu istikamettedir. Mi’rac
hadisesinde de semaların böyle ruhanî mânalarına işaret vardır. Cenab-ı Hak her
an bunların çeşitli durumlarını tesviye etmektedir (Elmalılı, Hak Dini, I,
292-294).
Şüphesiz
Allah Teâlâ “alîmdir”; her şeyi bilmektedir. “Alîm”, bilgi sahibi, çok bilen
anlamındadır. Allah’ın ilmine sınır yoktur. O, her şeyi bilir. Olmuşları olduğu
gibi, olacakları da, olmuşlar kadar açık-seçik bir şekilde bilir. O’nun ilmi
zamanla ve mekânla kayıtlı değildir. Hiç bir şey, O’nun ilminin dışında
kalamaz. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; başkası onları bilemez.
Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun bilgisi dışında dalından bir
yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıları içindeki bir tek dâneyi, yaş ve kuru
ne varsa her şeyi bilir. Bütün bunlar, gerçeği tüm netliği ile gösteren apaçık
bir kitapta yer almaktadır.” (En‘âm 6/59)
Cenâb-ı
Hak, bütün varlıkların künhünü, mâhiyetini ve ne olduğunu çok iyi bildiği için
de yarattığı her şeyi en güzel ve en faydalı bir şekilde yaratmıştır. Bunun bir
tezâhürü olarak yarattığı şeyler kemâl noktasında tertipli, düzenli ve hayrete
şayandır. O’nun bütün fiilleri ve ahkâmı mükemmelliğin zirvesindedir. Sonsuz
ilim, irade ve kudret sahibi olan Allah, şüphesiz ölüleri tekrar diriltmeye
kadirdir. Mü’minlerin, Allah’ın Alîm olduğunu bilmesi, emirleri gereğince amel
etmeleri içindir. Kul, yaptığı her şeyin Allah tarafından bilindiğinin şuûrunu
her an için hissetmeli ve ona göre davranmalıdır. Zira Allah sadece
yaptıklarımızı değil, içimizden geçenleri dahi bilmektedir. (bk. Bakara 2/235)
Önceki
âyetlerde, insanın Allah yanındaki değerine, bunun bir gereği olarak bütün
mahlukatın ona hediye edilmesine yer verildikten ve Hak Teâlâ’nın ilmine vurgu
yapıldıktan sonra, gelecek ayetlerde insanın halife kılınması ve haiz olduğu ilim
sebebiyle meleklerden bile üstün olması beyân buyruluyor:
30. Hani Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım” dediğinde onlar: “Orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek birini mi yaratacaksın? Halbuki biz, seni övgüyle tesbih ve takdîs ediyoruz” demişlerdi. Allah da onlara “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” buyurmuştu.
İnsanın
en mühim yaratılış maksatlarından biri, onun yeryüzünde “halife” olmasıdır.
Halîfe’den maksat, Hz. Âdem ve onun daha sonra gelecek zürriyetidir. “Halîfe”
hilâfet kelimesinden gelmektedir. Hilâfet, “bir kimsenin diğerinin yerini
alması, onu temsil etmesi, onun yetkilerini kullanması” mânasındadır.
Dolayısıyla halîfe kelimesinde iki mühim mâna vardır. Kur’ân-ı Kerîm, iki mânaya da yer
vermektedir:
Birincisi;
kendinden önce bulunan bir kısım varlıklardan sonra gelen ve onların yerini
alan kişi veya kişiler. Mesela “Sonra onların ardından, nasıl davranacak,
neler yapacaksınız görelim diye sizi yeryüzünde onların yerine geçirdik”
(Yûnus 10/14) ayetinde “halâif” bu mânadadır. Gerçekten Hz. Âdem ve zürriyeti,
yaratılış itibariyle diğer varlıklardan sonradır. Ondan önce yeryüzünde pek çok
canlı bulunmaktadır. İnsan nesli, düzen kurulup sistem tamamlandıktan sonra
yeryüzüne teşrif etmiştir.
İkincisi;
bir yetkili tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişi.
Dolayısıyla bu ayette halîfe, Allah’ın iradesini yeryüzünde temsîl eden, O’nun
adına hareket eden, emir ve yasaklarını tatbîk eden kimse demektir. Bu mânada
âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halîfe yaptık. Öyleyse sen de
insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Nefsinin arzu ve tamayüllerine uyma
ki, bunlar seni Allah’ın yolundan saptırmasın...” (Sād 38/26)
“Allah, sizlerden iman edip sâlih ameller işleyenlere yeminle
şunları va‘detti: Kendilerinden önceki mü’minleri kâfirlerin yerine geçirip
hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacaktır.…” (Nûr 24/55)
Son
olarak zikredilen âyette bu ümmeti yeryüzünde halife kılmak, onlara “hilâfet
yetkisi vermek” mânasındaki “istihlâf” va‘di, iman ve amel-i sâlih şartına
bağlanmıştır. Dolayısıyla bu, Allah adına bir sorumluluk sahibi olma mânası
taşımaktadır.
Meleklerin,
ileride insan neslinin neler yapacağına dair bildiklerini ortaya koyarak buna
rağmen Âdem’in halife olarak yaratılmasının hikmetini sormaları, Allah
Teâlâ’nın da Âdem’in buna lâyık olduğunu onlara anlatmak üzere yaptığı imtihan,
Âdem’e verdiği bilgi ve kabiliyet buradaki hilâfetin Allah ile ilgili olduğunu,
Âdem’in ve zürriyetinin yeryüzünde Allah’ın halifesi olacaklarını
göstermektedir. Gerçekten de insan, ilâhî bir sanat hârikası olup sahip
bulunduğu aklî melekeleri, sıfat, istidat ve kabiliyetleri ile halîfeliğe en
uygun varlıktır. Yaratıklar içinde bu vazifeyi üstlenecek ve yerine
getirebilecek en mükemmel varlık odur. Ancak insanoğlunun bu mânadaki
halifeliği, kendi mâhiyeti ve sıfatlarına uygun olarak kısıtlı ve mahduttur.
Bu halifelik, Allah’ın mülkü bulunan yeryüzünde O’nun iradesine uygun yaşamak
ve talimatı doğrultusunda tasarrufta bulunmaktan ibarettir. İnsanoğlu Allah’a
kul olsun diye yaratılmış, yeryüzündeki çeşitli nimetler de bu maksadı
gerçekleştirsin diye ona tahsis edilmiştir. İnsanoğlu kendisine verilen imkân
ve nimetlerin Allah’ın mülkü olduğunu, bir maksada ve şarta bağlı olarak
kendisine emanet edildiğini, bunlar üzerinde sahibinin irade ve rızâsına uygun
bir şekilde tasarruf etmekle yükümlü bulunduğunu bilecek ve bu şuur içinde
davranacaktır. (bk. Kur’an Yolu, I, 101)
“Melek”
kelimesi, “elçilik” ve “kuvvet” mânasına gelen köklerden türemektedir. Çoğulu
“melâike”dir. Melekler, Allah Teâlâ’nın buyruklarını yerine getirmekle, O’ndan
aldıkları emirleri yerlerine ulaştırmakla görevli oldukları ve bunu ifâ edecek
kuvvete sahip oldukları için bu ismi almışlardır. Kur’ân ayetlerinin işaretine
göre melekler, hem ilmî ve kelâmî bir rûhî tebliğ yapmakta, hem de bir fiil,
ilâhî kudret ve yaratmanın da tebliğcisi olmaktadırlar. Peygamberlere ve hatta
yine meleklere ilâhî emirleri tebliğ eden melekler bulunduğu gibi cihad ve
diğer hususlarda fiilen kuvvet ve yardım getiren melekler de bulunmaktadır.
Hatta kendisine “Rûh” denilen özel bir melekten bile bahsedilir. Şunu bilmek
gerekir ki âlemde vuku bulan her hadise ile ilâhî kudretin özel bir ilişkisi
vardır. Şu halde melekler topluluğunun, ilâhî kudret ve yaratmanın vahdetten
kesrete dağılmasını ve onun pek çok değişik nevilerde şekillenip ortaya
çıkmasını ifade eden “mebâdi-i fâile: yapıcı temel güçler” olarak
değerlendirilmesi gerekir. Dolayısıyla kâinatta böyle bir elçilikle vuku
bulmayan hiçbir olay, hiçbir fiil ve hareket düşünülemez. (bk. Elmalılı, Hak
Dini, I, 303-304)
Resûlullah
(s.a.s.), “Melekler, nûrdan yaratılmışlardır...” (Müslim, Zühd 60)
buyurmuştur. Meleklerin mâhiyet ve hakikatlerinin nasıl olduğu hususunda farklı
değerlendirmeler söz konusudur. Kelamcıların pek çoğunun savunduğu görüşe göre
melekler mekan tutan varlıklardır. Bunlar, gökyüzünde bulunan, çeşitli
şekillere girebilen havâî ve latîf cisimlerdir. Zira peygamberler bunları
şekilleriyle görmüşlerdir. Şekiller ise cismanî olup boyutları vardır. Bunlara
göre cisimden arınmış maddesiz soyut kuvvet, sadece ilâhî kudrete aittir. İslâm
filozoflarının görüşüne göre ise melekler nefisleriyle kaim cevherler olup yer
tutan varlıklar değillerdir. Onlar, insan ruhu gibi soyut cevherlerdir fakat mâhiyetçe
bunlardan farklıdırlar.
Melekler,
sayı bakımından çokturlar. Bunların çokluğunu ifade etmek için Resûlullah (s.a.s.)’in:
“Gök gıcırdamaktadır. Gıcırdamakta da haklıdır. Zira gökte ayak basacak
hiçbir yer yoktur ki orada secde veya rükû eden bir melek bulunmasın” (Tirmizî,
Zühd 9) hadisini zikretmek yeter.
Bu
âyet-i kerîmede, Cenâb-ı Hakk’ın meleklerle bir çeşit istişaresinden
bahsedilir. Allah Teâlâ bir halîfe yaratacağını söylediğinde melekler âdeta
kendilerinin buna daha lâyık olduklarını sezdirmeye çalışarak: “Halbuki biz
seni övgüyle tesbih ve takdîs ediyoruz” (Bakara 2/30) derler. Yâni biz seni
şânına lâyık olmayan şeylerden pak ve uzak tutuyoruz. Bize verdiğin pek çok
nimet sebebiyle sana hamdediyoruz. Tesbih, celâl sıfatlarını açığa çıkarmak, hamd
ise nimet verici sıfatlarını hatırlatmak içindir. “Biz seni takdîs ederiz”
ifadesi, “Seni yücelik, izzet, şeref gibi sana yakışan sıfatlarla vasfeder;
sana lâyık olmayanlardan da seni tenzih ederiz” demektir. Bir başka yoruma göre
tesbih; Allah’a lâyık olmayan şeyleri O’ndan uzak tutmak, takdîs ise O’n şanına
lâyık olan şeylerle anmaktır.
Meleklerin,
Âdem’in hilâfeti hususunda Cenâb-ı Hakk’a suâl sormalarının bir takım
hikmetleri şöyle izah edilebilir:
› Melekler,
insanın yaratılış hikmetinin ne olduğunu öğrenmek istemişlerdir. Yoksa bunu
îtiraz olsun diye veya Âdem’e hasetlerinden dolayı yapmamışlardır. Zira
nasların bildirdiğine göre meleklerde Allah’a isyan ve îtiraz etme özelliği,
haset ve kin gibi kötü huylar bulunmaz.
› Meleklerin,
insanın yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökeceğini levh-i mahfuzdan öğrenmiş
olabilecekleri ihtimâli bulunmaktadır. Bu yüzden böyle bir suâl sormuş
olabilirler. Nitekim bâzı kelâm âlimleri, meleklerin levh-i mahfûzu görüp
okuyabildiklerini söylemişlerdir. (bk.Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
XXXI, 114)
› Hak Teâlâ
daha önce bu durumu onlara bildirdiği için böyle bir suâl sormuş da
olabilirler.
› Bir başka
görüşe göre de melekler, cinlerin bozgunculuk ve fesad çıkardıklarını daha
önceden bildikleri için bu suâli sormuşlardır.
Meleklerin
bu ifadelerine karşılık Cenâb-ı Hak, “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim”
(Bakara 2/30) buyurarak bir bakıma onların bu tesbih ve tenzih özelliklerinin halifelik
için yeterli gelmediğini, kendisinden bir sır yâni rûh üflenmesi keyfiyetinin
ve isimleri öğretmesinin buna vesîle olacağını ifade etmiştir. “Ben sizin
bilmediğiniz şeyleri bilirim” (Bakara 2/30) buyruğunda ayrıca şu
işaretler yer almaktadır:
“Meleklerin
teşbihinde, yaptıkları işlerini ve faziletlerini ortaya koyma vardır. Allah’ın
insanoğlunun günahlarını affetmesinde ise Cenab-ı Hakk’ın ona olan kerem ve
rahmetinin tecellisi vardır. Allah, itaatkârların itaatinden müstağnidir; O’nun
kimsenin itaatine ihtiyacı yoktur. Meleklerin
tesbihinde kendilerinin övgüye hakları olduğu anlaşılırsa, günahları affetmede
yaratıcının kulunu övmesi vardır. Ben, siz bilmediğiniz halde mü’min kullarımın
bana olan sevgilerinde ne kadar temiz bir gönle sahip olduklarını; kulluk
sözlerini yerine getirmede sırlarının ne kadar berrak olduğunu bilirim. Her ne
kadar zaman zaman dış yüzleri isyan kirleriyle kirlense de özleri böyledir.
Benim onlara olan sevgimi ben bilirim, fakat siz bilmezsiniz. Siz halinizi ifşa
etmeye çalışıyorsunuz. Ben ise Âdem ve neslinin taşıdığı sırları gizliyorum.
Günah işledikleri zaman onların kalplerinde oluşan kırıklığı da, tesbih ve
takdisinizi ortaya koyarken sizin kalbinizde oluşan kabarma ve gurur da siz
bilmiyorsunuz fakat ben biliyorum. Siz yaptıklarınızın güzelliği bakımından
-kendinizce- yüksek bir rütbede bulunuyorsunuz. Onlar ise sahip oldukları
duygular itibariyle gönülleri alçak ve kalpleri kırık bir durumdadırlar. Şu bir
gerçek ki kalbi kırık kulların benim katımda çok büyük kıymeti vardır. Benim lutfum
olmasa sizin tesbihinizin ne önemi, affettiğim takdirde kulların günahlarının
ne zararı olabilir? Size taat, insanoğluna rahmet elbisesi giydirdim.
Dolayısıyla siz taat elbisesi, tesbih ve takdis örtüsü içindesiniz. Onlar ise
affımın ve rahmetimin örtüsü içindedirler. Onlara kerem elbisemi giydirdim ve
onları af örtüme sardım.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I,
34)
Gelen
âyetlerde bir bakıma Âdem’in hangi özellikleri sebebiyle halifeliğe layık
görüldüğünü beyân etmek üzere şöyle buyrulur:
31. Allah Âdem’e isimlerin tamamını öğretti, sonra da onları meleklere gösterip: “Haydi, doğru söylüyorsanız bunların isimlerini bana haber verin” buyurdu.
32. Melekler: “Seni tesbih ve her türlü noksanlıktan tenzîh ederiz! Senin öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Elbette her şeyi hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan ancak sensin!” dediler.
33. Allah: “Ey Âdem, bunların isimlerini onlara söyle” dedi. Âdem isimleri onlara bildirince, Hak Teâlâ: “Size, «Göklerin ve yerin gaybını ben bilirim; ayrıca sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim» dememiş miydim?” buyurdu.
Âdem’in[1] yeryüzünde Allah’ın halîfesi olarak seçilmesinin en mühim şartı, sahip olduğu pek çok istidatla beraber onun ilmî yönüdür. Kendine lütfedilen duyu organları, kalp, akıl ve anlama kabiliyetiyle bilmediğini öğrenebilmekte ve varlığın hakikatini keşfedebilmektedir. Bu özellik, yaratıklar içinde sadece insana aittir. Burada Allah Teâlâ, Âdem’in meleklerden daha üstün kabiliyetlere sahip ve bu sebeple hilâfete layık olduğunu açıkça ortaya koymak üzere bir imtihan yapmaktadır. Fakat henüz imtihan başlamadan önce Cenab-ı Hak, bütün isimleri Âdem’e öğretti. Ya o isimleri bizzat kendi koyup Âdem’in ruhuna nakş ve ilham etti. Veya Âdem’e bunları gerektiğinde koyup kullanacak özelliğe sahip bir ruh üflemeyi takdir buyurdu. Birinci mâna açık, ikincisi de ihtimal dâhilindedir.
Âdem’e öğretilen “bütün isimler”den maksadın ne olduğu hakkındaki görüşleri şu şekilde hülasa etmek mümkündür:
› Bu isimler, insanların birbirleriyle tanışma ve anlaşmasına vesile olan bütün isimlerdir. Bunlar; insan, hayvan, bitki, yer, gök, deniz, dağ, nehir, kuş, güvercin, deve, inek, koyun, hatta kamçı ve kapkacağa varıncaya kadar bütün varlıkların isimleridir. Bundan kıyamete kadar olmuş ve olacak bütün şeylerin isimleri mânasını anlamak da mümkündür.
› Bu isimlerden maksat meleklerin veya Âdem’in zürriyetinin isimleridir.
› İsimlerden murat, eşyanın sûretleridir.
› Allah, Âdem’e sadece mahlûkatın isimlerini değil, kendi isimlerini de öğretmiştir. Âdem, mahlûkatın isimlerini bilmekle meleklerin secdesine lâyık olmuştur. Hak Teâlâ’nın isimlerini bilmesiyle ne gibi yüksek derecelere lâyık olacağı buna kıyâs edilerek düşünülmelidir. Mahlukatın ismini bilmede Âdem’le eşit seviyede olmayanların, Hakk’ın isimlerini ve gaybın sırlarını bilmede ona yaklaşmaları nasıl mümkün olabilir?
İşte Yüce Rabbimiz, bütün bu isimleri ve suretleri Âdem’e öğretti. Sonra da bu isimlerin delalet ettikleri zâtları meleklere göstererek, bunları isimleriyle kendisine haber vermelerini istedi. Halbuki Allah, onların bu işe güç yetiremeyeceklerini bilmekteydi. Allah’ın Âdem’e eşyânın isimlerini önceden öğretip, sonra meleklere arzetmesinin hikmeti, Âdem’i taltîf etmek, bilmediği sırları ve gizli ilimleri ona öğretmek; diğer taraftan da meleklerin, sahip oldukları özelliklerle Âdem’e karşı gelmelerini önlemekti. Allah’ın meleklere, “Haydi, doğru söylüyorsanız bunların isimlerini bana haber verin” (Bakara 2/31) şeklindeki hıtâbı, onları azarlamak, acizliklerini göstermek, onların gerçeği görerek işin aslını Hak Teâlâ’ya bırakmalarını sağlamak içindir. “Meleklerin sözün”den murâd ise, Âdemoğullarının yeryüzünde fesat çıkaracaklarını, bu sebeple halîfe olma husûsunda kendilerinin onlardan daha üstün olduklarını iddiâ etmeleridir.
Cenâb-ı Hakk’ın emrine uygun olarak isimleri haber vermekten aciz kalan melekler, Allah’ı her türlü noksanlıktan pak ve uzak tutarak, kendilerine öğrettiklerinden başka hiçbir şeyi bilemeyeceklerini ve cahillerin yaptığı gibi bilmedikleri şeyler hakkında da görüş ileri süremeyeceklerini söylediler. Âyet, aynı zamanda meleklerin önceki sualleriyle Allah’a itiraz maksadı taşımadıklarını, bilakis bilmediklerini öğrenmeye çalıştıklarını gösterir. Zira onlar, kendi âlemlerine ve kabiliyetlerine uygun olmayan ilimlere sahip olmadıklarını, kabiliyetlerine uygun olan ilmi ise zâten Allah’ın kendilerine öğreteceğini söylemektedirler.
Şüphesiz Allah Alîm’dir; herşeyi öylesine bilir ki, ona hiçbir sır gizli kalmaz. Meleklerin, verdikleri cevaplarından Allah’ın “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” (Bakara 2/30) sözünün mânasını kavradıklarını anlıyoruz. Hakîm’dir; herşeyi hikmetle yaratır, hikmeti olmayan hiçbir iş yapmaz. Yaptığını muhkem ve sağlam yapar. Hüküm verenlerin en yücesi de O’dur.
Meleklerin isimleri bilememesi ve Allah karşısında acziyet ve tezellüllerini ortaya koymaları üzerine Cenab-ı Hak Âdem’e hitap ederek, eşyanın isimlerini meleklere haber vermesini istemiştir. O da bu vazifeyi başarıyla yerine getirmiştir. İmtihan tamamlanmış, hikmet tecelli etmiş ve Âdem’in meleklerden üstünlüğü açık bir delille ispat edilmiştir. Meleklerin bilmediği, fakat Allah’ın kesinlikle bildiği gerçeklerden bir kısmı ortaya çıkmıştır. Bu sebeple Rabbimiz: “Size, «Göklerin ve yerin gaybını ben bilirim; ayrıca sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim» dememiş miydim?” (Bakara 2/33) buyurmuştur.
Âyetin işaret ettiği mühim noktalar şunlardır:
İnsan, şerefli bir varlıktır.
İlim, ibâdetten üstündür. Zira meleklerin ibâdeti Âdem’inkinden fazla olmasına rağmen, halîfeliğe lâyık olamamışlardır.
Halîfe olabilmek için aranan temel şartlardan biri, ilim sahibi olmaktır.
Âdem ilmi sebebiyle meleklerden üstündür. Zira Allah “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 39/9) buyurmaktadır. İlim, özü itibariyle daha şerefli olmakla birlikte, ilimle beraber ibâdet de gereklidir. Zira ilim ağaç, ibâdet meyve gibidir. Ağaç asıl olduğu için şerefli olmasına rağmen, faydalanılan kısım daldaki meyvedir.
Mevlânâ Hazretleri’nin anlattığına göre:
“Allah Teâlâ, Âdem (a.s.)’ın temiz olan cismini topraktan yaratıp rûh üfleyince, Cebrâil (a.s.)’a:
«- Benim kudret denizimden üç tane büyük cevher al, nurdan yapılmış bir tabak içerisine koyup onu Âdem (a.s.)’a arzet! O, bu üç cevherden birini seçsin!» diye emretti.
Bunlardan biri akıl, ikincisi iman, üçüncüsü de hayâ cevheri idi. Cebrâil (a.s.) tabağı Âdem (a.s.)’a arzetti ve bu hâli ona anlattı. Âdem (a.s.); «Mü’min Allah’ın nuru ile bakar» (Tirmizî, Tefsir 15) hadîs-i şerifi mûcibince firaset nazarını kullandı ve aklı seçti. Cebrâil (a.s.), iman ve hayâ cevheri bulunan tabağı kaldırıp tekrar kudret denizine götürmek istedi. Fakat Cebrâil bu kadar kudretine rağmen tabağı yerinden kaldıramadı. İman ve hayâ cevherleri ona:
«- Biz Allah’ın sevgilisi olan aklın sohbetinden ayrılamayız, onsuz hiçbir yerde karar ve mânamız kalmaz. Çünkü biz üçümüz ezelden beri Allah’ın şeref mâdeni ve kudret denizinin cevherleriyiz, birbirimizden ayrılamayız» dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Cebrâil’e:
«- Ey Cebrâil! Onları bırak gel!» emri geldi. Bu üç temiz cevher Âdemoğullarına kalmış mirastır.” (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 263)
Âyet-i kerîmede işaret edildiği üzere, burada Cenâb-ı Hakk’ın Âdem’e bir inâyet ve rahmet tecellisi vardır. Zira meleklere, özellikle hakkında bilgileri olmayan bir şeyi talep ederken “Bana haber verin!” buyruğuyla yürekleri sarsacak bir heybet hitabında bulunmuştur. Âdem’e ise, heybet ve korkuya kapılmasını gerektirmeyecek şekilde “Onları meleklere haber ver!” buyurmuştur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 36)
Düzenlenen imtihanla Âdem’in meleklere üstünlüğü ve hilâfete liyakâti tespit edilince, bu kez ilâhî hikmetin ikinci adımı gerçekleştirilmek üzere meleklere Âdem için secde emri gelmektedir:
[1] “Âdem” kelimesi “yeryüzü” anlamındaki “edeme”den gelmektedir. Böylelikle Hz. Âdem’e yaratıldığı asıldan gelen bir isim verilmiştir. Bu kelimenin “esmerlik veya beyazlık” anlamını taşıyan “udme”den geldiği de söylenir ki bu da Âdem’in ve oğullarının rengini gösterir. (Kurtubî, el-Câmi‘, I, 279-280)
34. Meleklere: “Âdem’e secde edin!” dediğimizde İblîs dışındakiler derhal secdeye kapandı. İblîs ise direnerek bundan kaçındı, kibirlendi ve kâfirlerden oldu.
Meleklerin
Hz. Âdem’e yaptıkları secde, ona ibâdet maksadıyla yapılan secde değildir. O,
sadece Allah’ın emrine uygun olarak hareket etmeleridir. Onların secdesi,
Allah’ın emriyle olduğu için, bizâtihi Allah’a ibâdettir. Allah Âdem’in şânını
yüceltmek için onu meleklerin kıblesi yapmıştır. Dolayısıyla buradaki secdeyi,
meleklerin Âdem’e tevâzu ve saygı göstermeleri olarak anlamak gerekir.
Kardeşlerinin Yûsuf’a secde etmelerinde de aynı mâna kastedilmiştir. (bk. Yûsuf
12/100) Selâmlamak için yapılan secde yani ayaklara kapanma önceleri câizdi.
Fakat Peygamberimiz (s.a.s.) Selman-i Fârisi (r.a.) kendisine secde etmek
isteyince: “Hiçbir kulun Allah Teâlâ dışında birine secde etmesi caiz
değildir. Şâyet bir kişinin diğerine secde etmesini emretseydim, hanımın
kocasına secde etmesini emrederdim” (Ebû Dâvûd, Nikah 40; Tirmizî, Rada 10)
buyurarak bunu yasaklamıştır. Dinimizde baş eğerek selâmlama da mekruh
sayılmıştır.
Meleklerin
Âdem’e secde etmesinde bizler için iki mühim ibret ve ders bulunmaktadır:
Birincisi; insan, melekleri örnek alarak onlar gibi Allah’a ibâdet edecek,
onlar gibi edeplenecektir. Şeytanın büyüklenip isyân ederek Allah katından
kovulması gibi, lanetlenmiş bir duruma düşmeyecek, aksine melekler gibi değerli,
övgüye layık ve şerefli bir kul olacaktır. Allah Teâlâ melekleri överek “Onlar,
Allah’ın emirlerine asla karşı gelmez ve kendilerine verilen her emri eksiksiz
yerine getirirler” (Tahrîm 66/6) buyurur. İkincisi; Allah Teâlâ, insana
olan sonsuz rahmet ve ihsânından dolayı itâat, tesbih ve hamd husûsunda
melekleri onun yardımına göndermiştir. Onların insana himmet etmesini sağlamıştır.
Bu mânada âyet-i kerîmede: “Melekler de Rablerini her türlü övgülerle
yücelterek tesbih ediyor ve yeryüzünde bulunanlar için bağışlanma diliyorlar”
(Şûrâ 42/5) buyrulur.
Ayette
geçen اِبْل۪يسُ (İblîs), “iblâs” masdarından Arapça bir
isimdir. “İblâs” iyilik ve hayırdan ümit
kesmek, pişmanlık ve üzülmek mânalarına gelir. Dolayısıyla İblîs, Allah’ın
rahmetinden ve bütün hayırlardan umudunu kesen, uzak olan demektir. Allah
Teâlâ, emrine isyan etmesine karşılık İblîs’i, bütün iyiliklerden ümitsiz, taşlanmış
ve koğulmuş bir şeytan kılmıştır. Kehf sûresinin 50. ayetinde İblîs’in
cinlerden olduğu bildirilmektedir. İbn Abbas (r.a.): “Cinler, meleklerin
ateşten yaratılmış bir koludur. İblîs de onlardandır. Öteki melekler nurdan
yaratılmışlardır” demektedir. (Kurtubî, el-Câmi‘, I, 294) Yine İbn
Abbas’tan rivayete göre İblîs, cennet muhafızı olmaları sebebiyle kendilerine
Cin denen bir melek grubunun başkanı, yakın göğün ve dünyanın sultanı idi.
Bilgisinin çokluğundan dolayı gurura kapıldı. (İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur‘an, I, 77) Buna göre İblîs’in cinlerden
olması, meleklerden olmasına aykırı değildir. Çünkü gözden gizli varlıklara cin
denir. Melekler de görünmez varlıklar grubundan olduğu için cin adı, her türlü
görülmez ruhî varlıkların ortak adıdır. Yalnız cin denen bu ruhî varlıkların
iyileri ve kötüleri vardır. İyilerine melek, kötülerine şeytan, iyiliği galip
olanlarına da sadece cin denilmiştir.
Meleklerle
beraber bulunan İblîs, Allah’ın emrine karşı gelerek Âdem’e secde etmedi. Kalbi
ile imtina etti, çekindi, direndi. Kendisine verilen emri kabul etmedi. Nefsine
mağrur olarak kibirlendi, secde etmeyi gururuna yediremedi. “İstikbâr”, kişinin
kendisini büyük görmesi demektir. O, kendisinin secde edecek olmasını hoş
karşılamamış, Âdem’e secde etmeyi de büyük bir iş olarak görmüştür. Bu sebeple
Allah’ın Âdem’e secde emrini ve bu emirdeki hikmetini mânasız bulmuştur. Allah
Resûlü (s.a.s.)’in: “Kalbinde hardal tanesi ağırlığı kadar kibir bulunan
kimse cennete giremeyecektir” (Müslim, İman 148) hadisinde bu mânada bir
büyüklenme kastedilmiştir. Dolayısıyla İblîs bu tavrıyla kâfirlerden olmuştur.
Peygamberimiz
(s.a.s.), İblîs’in Allah’a karşı isyanına duyduğu pişmanlığı mecâzen şöyle
haber verir: “Âdemoğlu secde âyetini okuyup secde ettiği takdirde şeytan
uzaklaşır, ağlar ve: «Vay benim halime! Âdemoğluna secde etmesi emrolundu, o da
secde etti, buna karşılık ona cennet verilecektir. Ben de secde etmekle
emrolundum, fakat kabul etmedim, dayattım. O bakımdan bana da cehennem var»
der.” (Müslim, İman 133)
İblîs’in
Âdem’e secdeden çekinmesi, Kur’ân-ı Kerîm’de birkaç yerde farklı yönleriyle
tekrar edilmektedir. Şu âyet-i kerîmede İblîs’in hangi sebeple secdeden imtina
ettiği beyân edilir:
“Allah: «Ey İblîs! Emrettiğim zaman seni secde etmekten alıkoyan
nedir?» diye sordu. İblîs: «Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten onu ise
çamurdan yarattın» dedi.” (A‘râf 7/12)
Âdem,
halife seçilip, imtihandan sonra meleklerin secdesine nâil oldu, fakat
karşısına İblîs gibi amansız bir düşman çıktı. Devam eden ayetler, Âdem’in
eşiyle birlikte cennete yerleşmesini ve İblîs’le imtihan olmasını
anlatmaktadır:
35. Âdem’e de: “Ey Âdem, eşinle beraber cennete yerleşin, oradaki nimetlerden istediğinizi bol bol yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zâlimlerden olursunuz” dedik.
36. Fakat şeytan, o ağaç yüzünden ikisinin de ayağını cennetten kaydırdı ve içinde bulundukları nimetten onları ayırdı. Biz de onlara: “Haydi, birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin! Siz orada belli bir zamana kadar kalacak ve ondan faydalanacaksınız” dedik.
37. Sonra Âdem, Rabbinden öğrendiği sözlerle Allah’a yalvardı, tevbe etti, Allah da tevbesini kabul buyurdu. Doğrusu O, tevbeleri çok kabul eden, nihâyetsiz merhamet sahibi olandır.
Âdem ile eşinin yerleştiği cennet, pek çok müfessirin ortak kanaatine göre öldükten sonra mü’minlerin varacağı ebediyet yurdudur. Âhiretteki cennettir. Allah Teâlâ, o ikisini yerde yaratmış, ruh üflemiş, sonra da cennete yerleştirmiştir. Bunlar oraya devamlı kalmak için değil, misafir olarak girmişlerdir. Bu sebeple, bazı yasakların konması, şeytanın oraya girebilmesi, vesvese verebilmesi gibi hususi durumlar söz konusu olmuştur.
Cenab-ı Hak, Âdem ve eşine cennete yerleşmelerini söylemiş ve meyvelerinden istedikleri yerde, istedikleri zaman ve arzu ettikleri kadar bol bol yemelerine müsaade etmiştir. Meyveler bitecek diye sıkıntıya düşmemelerini tavsiye buyurmuştur. Onlara büyük bir hürriyet vermekle beraber, yine de bir sınır tayin etmiş, yasaklanan ağaca yaklaşmamalarını istemiş, aksi takdirde zalimlerden olacakları ihtarında bulunmuştur. Bu gerçek, insana verilen hilafetin mutlak olmadığını göstermektedir. Bunun belli bir sınırı vardır ki, o sınırı aşmak zulümdür.
Ayette “ağaçtan yemeyin” değil de “ona yaklaşmayın” buyrulması, bu yasağa uymanın ne kadar önemli olduğunu gösterir. Yasaklanan ağaçtan maksadın, buğday, üzüm veya incir olduğu nakledilir. Sûfîler bunun, buğday ve buğday başağı olduğunu kabul ederler. Çünkü bunun, insanoğlunun beslenmesinde çok mühim bir yeri vardır. Ancak en güzeli, kesin bir nass olmadığı için bu ağacın ne olduğunu tayin etmemektir. Allah Teâlâ bunu Kur’ân’da bize ismiyle bildirmemiş, ancak cennette belli bir ağaç olduğunu, Âdem’in kurtuluş ve saadetinin bozulmasına sebep olabilecek bir özellik taşıdığını haber vermiştir. Bu ağaç cennete yenilmek için değil, tahdit ve kulluk için konulmuştur. Ona yaklaşmak zulmü gerektiren bir durumdur. Zulüm ise haddini aşıp bir hakkı, olması gereken yerden başka bir yere koymaktır. “Yasak ağaca yaklaşırsanız zâlimlerden olursunuz” (Bakara 2/35) ifadesi, Âdem ve eşinin, bu yasağı çiğnemeleri durumunda işledikleri günahın ve uğrayacakları cezanın büyüklüğünü açıklamaktadır.
Gerçekten de cennetteki huzur ve saadet hayatı uzun sürmedi. Düşmanlığını açıkça ilân eden İblîs, oraya girerek vazifesini yaptı. Âdem ve eşini yanılttı, yasak ağaca yaklaştırarak günah işlemelerine ve ayaklarının kaymasına sebep oldu. Sahip oldukları itaat halinden ayırıp masiyete yönlendirdi. Böylece ikisini de her türlü nimet, bolluk ve refah içinde yaşadıkları cennetten uzaklaştırdı. Zira o zaman kovulmuş bulunuyor olsa da kendisine Âdem’i ve neslini azdırması için imkân ve mühlet tanınmıştı. İnsanın yaratılış hikmeti asıl bununla ortaya çıkacak ve hilafet tasarrufu bizzat bu yolla gerçekleşme imkânı bulabilecekti.
Yasak ağaca yaklaşmakla Âdem ve eşinin fıtratlarında bir değişme ve bir bozulma meydana geldi. Bu halleriyle cennette kalabilmeleri imkânsızlaştı. Sonunda ilâhî hikmet, onların birbirlerine düşman olarak yeryüzüne inmelerini gerektirdi. İnenler; Âdem, Havva, şeytan ve bunların potansiyel olarak içlerinde taşıdıkları zürriyetleridir. Bunlar, yeryüzünde birbirlerine düşmanlık yapacak şekilde indirildiler. “Adüvv”, düşman demektir ve dostun zıddıdır. Zulmetmek ve haksızlık yapmak mânasındaki bir kökten gelmektedir. “Udvân” da, apaçık zulüm, haddi aşmak ve haksızlık mânasındadır. Karşı tarafın hoşuna gitmeyecek işlerde haddi aştığından dolayı düşmana “adüvv” ismi verilmiştir. Kişinin, bizzat kendine düşman olması da mümkündür. Dünya hayatında şeytan insana düşmanlık yapacak, insanları birbirine düşman edecek, müspet ve menfi karakterler ortaya çıkacak, kardeş kardeşi öldürecek ve insanlık tarihi boyunca bu düşmanlık asla bitmeyecektir. Hatta insan, şeytana tabi olup Rabbine isyan etmek suretiyle bizzat kendine düşmanlık yapacaktır.
Dünyaya imtihan için gönderilen Âdem ve nesli, yeryüzünde belli bir zamana, ölüm ve kıyamete kadar kalacak ve buranın nimetlerinden faydalanacaklardır. Dünyada ebedi olarak kalmayacaklardır. Bu hayat fanîdir, ona göre davranmaları gerekecektir. Ayette geçen “metâ”, kendisi ile faydalanılan yiyecek, içecek, giyecek, barınacak ve ünsiyet edilecek dünya nimetlerdir.
Âdem ve eşi, insan neslinin devam etmesi, bunlara çeşitli mükellefiyetler yüklenerek imtihan edilmeleri ve içlerinden kimin daha güzel amel işleyeceğinin belirlenmesi için yeryüzüne indirilmişlerdir. Yine bu sayede Rabbimizin, “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım” (Bakara 2/30) va’di gerçekleşmiş ve Âdem’in halîfe olması mümkün olabilmiştir.
Şeytanın aldatmasıyla büyük bir hata işleyen ve bu sebeple dünyaya inmesi emredilen Âdem, Rabbinin kendine vahyettiği bir kısım dualarla hemen tevbe ve istiğfar etti. Âyetin başındaki ki “fâ” harfi; Âdem’in yeryüzüne inmesinin emredilişinin hemen ardından, hatta daha yeryüzüne inmeden tevbe ettiğini gösterir. Buradan; Âdem’in önce tevbe ettiği daha sonra yeryüzüne indiği mânasını çıkarmak da mümkündür. Zaten bir sonraki âyette ikinci kez tekrar edilen “İnin” (Bakara 2/38) emri buna işaret etmektedir.
Ayette zikredilen اَلتَّلَقّ۪ي (telakki) kelimesi, belleyip almak, farkına varmak ve kabul etmek gibi mânalara gelmektedir. Bu kelime Kur’an’ın vahyedilmesi mânasında da kullanılmıştır. (bk. Neml 27/6)
Âdem’in Rabbinden aldığı kelimelerin neler olduğu ise A‘râf sûresinde haber verilir:
“Rabbimiz! Biz kendi kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen hiç şüphesiz ebedî kaybedenlerden oluruz.” (A‘râf 7/23)
İşte Âdem ve eşi bu ilticâ ve niyâz dolu kelimelerle tevbe edince, Allah da onların tevbesini kabul buyurdu. اَلتَّوْبَةُ (tevbe), lügat olarak dönmek ve yönelmek anlamındadır. Kulun vasfı olarak tevbe, günahtan taata yönelmek; Allah’a izâfe olunduğunda ise O’nun kulu cezalandırmaktan vazgeçip affa yönelmesi mânasına gelir. Şüphesiz Allah, tevbeleri çok kabul eden ve kullarına nihayetsiz merhamet edendir.
Kulun tevbesi şu şartlarla tamam ve makbûl olur. Bunlar; işlediği günaha pişman olmak, hâlihâzırda günahı terketmek, ileride aynı günahı tekrar işlememeye azmetmek ve üzerinde hakkı bulunanların haklarını ödeyerek helâlleşmektir. Tevbe sabun gibidir. Sabun zâhirî kirleri temizlediği gibi, tevbe de bâtınî kirleri ve günahları temizler. Kul, günahtan vazgeçip amellerini düzeltirse Allah da onun hâlini ıslah eder. Elden kaçırdığı nimetleri tekrar ona ihsan eder.
Gelen âyet-i kerîmelerde, yeryüzüne inip orada yerleşen insanoğluna doğru yolu gösterecek rehberlerin gelmesi ve bu rehberlere yapılan muameleye göre birbirine zıt iki farklı neticenin ortaya çıkması ele alınır:
38. Onlara şöyle dedik: “Hepiniz oradan inin! Benden bir doğru yol rehberi gelir de kim benim o doğru yol rehberime uyarsa, onlara hiçbir korku yoktur, onlar asla üzülmeyeceklerdir.”
39. İnkâra saplanıp âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliktir ve orada ebedî kalacaklardır.
“Hepiniz oradan inin!” (Bakara
2/38) emri ikinci kez tekrarlanmaktadır. Halbuki hitap, yine aynı kişilere
yapılmaktadır. Bunda bir takım incelikler ve hikmetler mevcuttur. Şöyle ki:
·
Birisine “Kalk, kalk!” demek gibi burada iniş emri ikinci bir defa
vurgulanmak ve pekiştirilmek üzere tekrar edilmiştir.
·
İkisinde farklı hükümler vardır. Birincide düşmanlıktan, ikincide
ise doğru yolu gösterecek rehberden bahsedilmiştir.
·
Birincisi, “Ebedî olmayan, kavga ve mücâdelelerle dolu olan bir dünyaya
imtihan için inin!” mânasına gelirken ikincisi, “Emir ve yasaklardan sorumlu
olmak için dünyaya inin!” mânasına işaret etmektedir.
Allah’tan
gelen doğru yol rehberinden maksat, Allah’ın emirlerini insanlara getirip
açıklayan peygamberler ve kitaplardır. Bunların tebliğ ettikleri hükümlere tabi
olan ve gösterdikleri yolda gidenlere hiçbir korku yoktur. Bunlar asla
üzülmeyeceklerdir ve pişman olmayacaklardır. اَلْخَوْفُ
(havf), korku demektir ve gelecekle ilgili olur. اَلْحُزْنُ
(hüzün) ise, sevincin zıddı olup, üzülmek ve kederlenmek demektir. Bu ise ancak
geçmişe ait hususlarla ilgili olur. Dolayısıyla ayetin mânası şöyledir: “Allah’tan
gelen doğru yol rehberine uyan kimseler için âhirette karşılaşacakları
hususlarda korkulacak bir şey yoktur. Önceden yaptıkları ve dünyada geri
bıraktıkları şeyler için de kederlenmeyeceklerdir.” Nitekim cennetlikler şöyle
diyeceklerdir:
“Bizden her türlü üzüntüyü ve endişeyi gideren Allah’a hamdolsun.
Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayan, her güzel iş ve davranışın karşılığını bol
bol verendir.” (Fâtır 35/34)
Âdem’in
zürriyetinden doğru yolu bulup ona uyanlara karşılık bir de tam aksine hareket
edenler, böylece küfre saplanıp Allah’ın ayetlerini yalanlayanlar olacaktır.
Bunların akıbeti çok fenâ ve pek hazindir. Onlar, cehennemin arkadaşları,
ateşin dostları olacaklardır. Ayette geçen اَلْأصْحَابُ
(ashâb) kelimesi “sohbet”ten gelir. Sohbet, herhangi bir halde ve herhangi bir
zamanda bir şey ile birlikte olmak anlamındadır. Bunun sürekli ve her şeyiyle
iç içe olunduğu durumlar, arkadaşlığın en yüksek derecesini teşkil eder. İşte
ateş ashâbının cehennemle arkadaşlığı böyle olacaktır. Bu sebeple onlar
hakkında اَصْحَابُ النَّارِ (ashâbu’n-nâr) ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca
sohbet kelimesinde vuslat mânası da vardır. Dolayısıyla kâfirler, cehennemde
toplanacak, orada ebedi kalacak ve âdeta cehennem onların mülkü olacaktır.
Bakara
sûresinin 1-39. âyetleri, bütün insanlara hitap eden, insanlığın başlangıcını
açıklayan, inanç ve amellerine göre farklı insan gruplarını anlatan bir giriş mâhiyetindedir.
Buradan itibaren 123. âyete kadar, özellikle İsrâiloğulları’na hitap eden ve
onların daha önceden devam edegelen bir kısım yanlışlarını ortaya koyup düzelten
bir bölüm yer almaktadır:
40. Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana olan sözünüzü tutun ki, ben de size olan sözümü yerine getireyim. Bir de benden, yalnızca benden korkun!
Öncelikle
onlardan, Allah’ın kendilerine olan nimetini hatırlamaları istenmektedir. Bu
nimet, Allah Teâlâ’nın geçmişte İsrâiloğulları arasından peygamberler
göndermesi, onlara kitaplar indirmesi, onları Firavun ve onun zalim halkından
çektikleri pek çok sıkıntı ve belâlardan kurtararak mukaddes topraklara
yerleştirmesi gibi ilâhî yardımlardır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 356)
Bunlara ilave olarak en büyük ilâhî nimet ise şüphesiz onları doğru yola davet
eden yeni bir Peygamber’in gelmesi ve ona Kur’an gibi bir kitabın inmesidir.
(bk. Elmalılı, Hak Dini, I, 334) Bu nimetleri hatırlamaktan maksat,
onların varlığının farkında olmak, kıymetlerini bilmek ve onlara en iyi şekilde
şükretmeye çalışmaktır.
İkinci
olarak Allah’a olan sözlerini tutmaları talep edilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de
Allah Teâlâ’nın yahudilerden ne tür sözler aldığına dair açıklamalar yer almaktadır.
Buna göre Cenâb-ı Hak onlardan Tevrat’a sımsıkı sarılacaklarına (bk. Bakara
2/63), namazı kılacaklarına, zekâtı vereceklerine, peygamberlere inanacaklarına,
muhtaçlara Allah nzası için borç vereceklerine (bk. Mâide 5/12), kendilerine indirilen
kitabı gizlemeyip insanlara okuyacaklarına (bk. Al-i İmrân 3/187) dair söz almıştır.
Fakat buradaki ahitten maksat daha ziyade, yahudilerden, kutsal kitaplarında
hakkında önemli bilgiler verilmiş olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini
tanıyıp ona inanmaları ve bu hakikati insanlara da açıklamaları hususunda
alınan sözdür. Bir sonraki âyet de buna delâlet etmektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 357; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 65; Elmalılı, Hak Dini, I, 334)
Onlar Allah’a olan sözlerini yerine getirdikleri takdirde Allah da onlara
yardım edecek, yaptıkları amel-i sâlihlere bol bol mükâfat verip onları
cennetine ulaştıracaktır. O halde sadece Allah’tan korkmak, emir ve yasaklarına
dikkat etmek ve verilen sözün gereğini yerine getirmek lazımdır. Nitekim zamanın
vezirlerinden biri, büyük mutasavvıf Zünnûn-ı
Mısrî Hazretleri’yle görüşür ve:
“–Bana
himmet buyur, gece-gündüz pâdişâhın hizmetiyle meşgulüm, iyiliğini umuyorum,
fakat darılıp azarlamasından da korkuyorum” der. Zünnûn Hazretleri ağlar ve şu
ibretli cevabı verir:
“–Eğer
ben, senin pâdişahtan korktuğun kadar Allah’tan korksaydım sıddîklar
zümresinden olurdum.”
Ukayl-i
Menbicî (k.s.), çeşitli mertebedeki insanların Allah’tan korkusunu şöyle izah
eder:
“Korku
her işin başıdır. Ama korku şekli herkeste bir başkadır. Şöyle ki:
Âriflerin
korkusu, ilâhî fiil tecellileri arasında bir rahat arzusu beslemek. İşte bundan
korkarlar. Velîlerin korkusu, bir ilâhî emrin icrâsında nefsânî bir korku
duymak. Onlar, bu yanlış duygudan çok korkarlar. Müttekîlerin korkusu, halka
bakarken nefislerine bir payın çıkmasıdır. Baktıklarına Hak için bakarlar.
Bunun aksi onları çok korkutur.” (Velîler Ansiklopedisi, II, 488)
İmam
Kuşeyrî âyete şöyle bir mâna vermektedir: “… Siz bu perdelerle örtülü ve gizli dünyada
sözünüzü yerine getirin. Ben de yakınlık âlemi olan âhirette sözümü yerine
getireyim. Sevgi ve hoşnutluğuma kavuşma sergisi üzerinde benimle ünsiyet ve cemalimi
görmenin devamını size ikrâm edeyim. Siz her iş ve hâlinizde «Rabbim, Rabbim!»
deyin. Ben de her an size «kulum! kulum!» diyeyim. Aksi hâlde benden korkun.” (Kuşeyrî,
Letâifü’l-işârât, I, 41)
Allah
Teâlâ’nın İsrâiloğulların’dan aldığı sözlerin başında Resûlullah (s.a.v)’e ve
ona indirilen Kur’an’a inanmalarıydı:
41. Elinizdeki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur’an’a inanın. Onu ilk inkâr eden siz olmayın. Âyetlerimi küçük bir dünya menfaati için satıvermeyin. Ve benden, yalnız benden sakının.
Kur’ân-ı
Kerîm, yahudilerin elinde bulunan Tevrât’ı doğrulayıcı olarak indirilmiştir.
Kur’an onun Allah kelâmı olduğunu vurgular; ondaki tevhid akidesi,
peygamberlere ve âhirete iman, Allah’ın emirlerini yapmak, yasaklarından
sakınmak gibi temel esasları tanır ve muhataplarına öğretir. Tevrat gibi Kur’an
da Allah’tan gelen ilâhî bir kitaptır. Bu vesileyle yahudiler Tevrat’a
inandıkları gibi Kur’an’a da inanmaya davet edilmektedirler. Peygamberliğin,
vahyin ve kutsal kitabın ne olduğunu iyi bildiklerinden onların Peygamberimiz’e
ve Kur’an’a inanmalarının, böyle bir alt yapıya sahip olmayan müşriklerden daha
kolay olması gerekir. Bu sebeple “Onu ilk inkâr eden siz olmayın” (Bakara 2/41) buyrularak,
Kur’an âyetleri üzerinde tefekkür etmeleri, onun Tevrât’ın mâhiyetine
uygunluğunu düşünmeleri ve onu herkesten önce acelece inkâr etmemeleri
öğütlenmektedir.
Yahudiler,
Tevrât’ın verdiği bilgilerden hareketle son olarak bir peygamberin geleceğini
ve ona bir kitap indirileceğini bekliyorlar, fakat bunun kendilerinden biri
olacağını zannediyorlardı. Hatta bu vesileyle inkâr edenlere karşı zafer elde
edeceklerini bile düşünüyorlardı. Ancak hakikat istedikleri gibi vuku
bulmayınca inkâr yoluna sapmışlardır. Şu âyet-i kerîme bu gerçeği beyân
etmektedir:
“Allah tarafından onlara ellerindeki Tevrat’ı doğrulayan bir kitap
gelince, onu inkâr ettiler. Halbuki daha önce bu kitabı getirecek peygamberi
bekliyor ve onun hürmetine inkârcılara karşı gâlibiyet ve fetih dileyip
duruyorlardı. İşte Tevrat’tan öğrendikleri o bilgileri muşahhas halde
karşılarında görünce, onu inkâr ettiler. Allah’ın lâneti bu kâfirlerin
üzerinedir.” (Bakara 2/89)
“Âyetlerimi küçük bir dünya menfaati için satıvermeyin” (Bakara
2/41) emri, Allah’ın indirdiği âyetlerin ifade ettiği hakikatlerin hiçbir
şekilde değiştirilmesinin, gizlenmesinin veya eğilip bükülmesinin caiz
olmadığını bildirir. Bu hitap, daha çok âyetleri anlayabilecek, onların
tefsirini yapabilecek ve âyetler hakkında söz söyleyebilecek âlimleri hedef
almaktadır. Onlardan, nimetlerin en büyüğü olan Allah’ın âyetlerini, onların açıkladığı
gerçekleri terk edip âhiret kurtuluşundan mahrum kalma pahasına, bunlarla
mukayese edildiğinde hiçbir değer ve anlam ifade etmeyen dünya malı, dünyevî
mevki ve itibar peşinde koşmamaları istenmektedir. Gerçekten de Allah’ın
âyetleri ve ilâhî hakikatlerin bilinmesi, olduğu gibi dosdoğru bir şekilde
tebliğ edilmesi, yaşanması ve yaşatılması yanında, ne kadar çok olsa da dünya
malının fazla bir değeri yoktur. Bu son derece ulvî gerçeğe göre çok olan az,
büyük olan da küçük ve değersiz hükmündedir. Öyleyse gerçeği olduğu gibi
kabullenmek ve ona göre davranmak gerekmektedir:
42. Hakkı bâtılla örtbas etmeğe kalkışmayın ve bile bile gerçeği gizlemeyin.
43. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rukû edenlerle beraber siz de rukû edin.
“Hak”,
Allah’tan geldiği şekilde Tevrat’ın ve Kur’an’ın verdiği bilgilerdir. “Bâtıl”
ise, bilinçli bir şekilde bu ilâhî bilgilere aykırı olarak ortaya konulan
nefsânî görüşlerdir. Âyet-i kerîme, bunların birbirine karıştırılmasını ve
gerçeğin gizli tutulmasını yasaklamaktadır. Bununla birlikte Allah’ın
âyetlerinin tefsiri, tercümesi ve açıklanmasında, diğer ilmî hususların
incelenip ortaya konmasında tâkip edilmesi gereken en doğru ve güvenilir yolu beyân
etmektedir. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’in tercüme ve tefsirini yaparken, Kur’an’ı
Kur’an, tercümeyi tercüme, tefsirini de tefsir olarak öğrenmek ve öğretmek farz
mesâbesinde mühim bir vazîfedir.
Rivayete
göre bir kısım yahudi âlimleri, şahsî fikir ve kanaatlerini kaleme alır,
bunları Tevrat’ın aslı ile karıştırır ve birbirinden seçilmez hale
getirirlerdi. Böylece doğru ile yanlış birbirine karışır ve doğrunun ne
olduğunu tespit etmek güçleşirdi. Bazan de Peygamber Efendimiz’in vasıflarını
anlatan âyetleri ve dünyevî çıkarları açısından işlerine gelmeyen bir kısım
hususları gizlerlerdi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 363-365) Nitekim
bu hususta bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Yazıklar olsun şu kimselere ki, kitabı kendi elleriyle yazarlar,
sonra da küçük bir dünya menfaati için: “Bu Allah tarafından gönderilmiştir!”
derler. Yazıklar olsun elleriyle yazdıkları yüzünden onlara, yazıklar olsun
kazandıkları yüzünden onlara!” (Bakara 2/79)
Bilinen gerçeklerin gizlenmesinin uhrevî cezasıyla
alakâlı olarak da Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:
“Bir kimseye bildiği bir konu
sorulur da cevap vermezse, kıyamet günü Allah onun ağzına ateşten bir gem
vurur.” (Ebû Dâvûd, İlim 9/3658; Tirmizî, İlim 3/2649)
Bile
bile hak ile bâtılın karıştırılmaması ve hakkın gizlenmemesi talep edildikten
sonra, insanın bu hususta sağlam bir ihlas ve dinî şuura sahip olmasına vesile
olacak ibâdetlere devam istenmektedir. Bunların da başında namazın dosdoğru
kılınması, mümkün mertebe cemaatle edâ edilmesi ve zekâtın tam olarak verilmesi
gelir. Zira bedenî ibâdetlerin en önemlisi namaz, mâlî ibâdetlerin en önemlisi
de zekâttır. Âyetteki “rukû edenlerle beraber siz de rukû edin” (Bakara
2/43) kısmı, söz konusu namazın İslâm’ın emrettiği namaz olduğunu göstermekte,
bununla yahudiler İslâm’a davet edilip, onlardan müslümanlığın şartlarını
yerine getirmeleri istenmektedir.
Cenâb-ı
Hakk’ın şu suali ise gerek Ehl-i kitap âlimlerini gerekse Allah’ın kelamını
okuyup anlayabilen herkesi derinden sarsacak ve içinde bulundukları çelişkili
durumun farkına varmalarını sağlayacak bir keyfiyettedir:
44. Siz insanlara iyilik yapmayı emredip kendinizi unutuyor musunuz? Halbuki ilâhî kitabı da okuyup duruyorsunuz. Hiç aklınızı çalıştırmıyor musunuz?
Âyet-i
kerîmenin nüzûl sebebi ile alakâlı şu rivayetler vardır: Peygamberimiz
zamanında Medine’deki yahudi âlimlerinden bazıları, kendilerine gizlice gelip:
“Muhammed hakkında ne dersin?” diye soranlara: “Doğrudur, haktır” derler,
Resulullah’a uymalarını emrederlerdi. Fakat kendileri, emirleri altında
bulunanlardan ellerine geçmekte olan hediye ve vergilerden mahrum kalmak
endişesiyle ona uyma arzularını açıklamazlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
III, 43) Bazıları da insanlara: “Allah’a itaat edin, O’ndan korkun ve iyilik
yapın” diye öğütler, fakat kendileri buna aykırı davranırlardı. Onların bu
yanlış ve çarpık davranışlarını ayıplamak üzere bu âyet-i kerîme inmiştir. (Taberî,
Câmi‘u’l-beyân, I, 368)
İniş
sebebi bu şekilde olmakla birlikte âyet-i kerîme, kendini unutup ihmal ederek
insanlara iyiliği ve doğruyu emretmeye çalışan herkesi şumûlüne almaktadır.
Âyet-i kerîmede “iyiliği emretmek” değil, başkalarına iyiliği emrederken
kendini ihmal etmek ve söylediklerine ters düşmek yasaklanmakta ve bunun akılla
bağdaşmayacak bir tutum olduğu bildirilmektedir. Çünkü:
-
İyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamaktan maksat, doğru olanı göstermek
suretiyle başkalarını bundan istifade ettirmektir. Halbuki başkasını irşad edip
de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşattan mahrum etmek, başkalarını
selamete çıkarmaya çalışıp kendini ateşe atmak demektir. Bu, selîm aklın kabul
etmeyeceği çelişkili bir durumdur.
-
Bir kimsenin, insanlara ders ve öğüt vererek ilmini ortaya koyup da, kendi
söylediğini bizzat kendisinin dinlememesi, söylediklerini fiilen yalanlamak mânasına
gelir. Bu, çelişkili bir durum olduğundan, insanları bir taraftan aydınlatmak
isterken, diğer taraftan onların sapmasına, mâsiyete düşmesine ve dini
emirlerini hafife almasına sebep teşkil edebilir.
-
Söylenen sözün ve verilen nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin
olması arzu edilir. Boşu boşuna konuşmak, emir vermek ve gevezelik etmek akla
uygun bir iş değildir. Kişinin verdiği emir ve öğüdün tersini yapması, onun
kıymetini azaltmaya ve herkesi ondan nefret ettirmeye sebep teşkil eder. Daha
açıkçası bu, bindiği dalı kesmek ve oturduğu evi yıkmaktır. Bundan daha büyük
akılsızlık ve budalalık olmaz. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, III,
44)
Peygamber
Efendimiz, bu hususta şu ibretli hâdiseyi haber vermektedir:
“Kıyamet günü bir adam getirilir
ve cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı çıkar ve onlarla birlikte
değirmen döndüren merkeb gibi döner durur. Cehennem halkı onun başına toplanır
ve:
«–Yahu sen dünyadayken iyiliği
emredip kötülükten sakındırmaz mıydın?» diye sorarlar. O da:
«–Evet, iyiliği emrederdim, fakat
kendim yapmazdım, kötülüklerden sakındırırdım, fakat kendim yapardım» der.” (Müslim, Zühd 51; Buhârî, Bed’ü’l-halk 10)
Yine
Resûlullah (s.a.s.) Miraç gecesindeki bir müşâhedesini şöyle nakleder: “İsrâ gecesi dudakları ateşten makaslarla
kesilen bir grup insan gördüm. «Ey Cebrâil! Bunlar kimdir» diye sordum. «İlâhî
kitabı okuyup başkalarına iyiliği emrettikleri halde kendilerini unutan dünya ehli
hatiplerdir» buyurdu.” (Ahmed b. Hanbel,
Müsned, III, 120, 231, 239)
Allah Teâlâ’ya verilen kulluk sözünü layıkıyla
yerine getirebilmenin zor bir iş olduğu anlaşılmaktadır. Bunu başarmanın yolunu
göstermek üzere buyruluyor ki:
45. Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Doğrusu namaz çok ağır ve çetin bir iştir. Ancak o, Allah’a duyduğu derin saygıdan kalbi ürperenlere ağır gelmez.
46. Onlar, kendilerinin Rablerine kavuşacaklarını ve günün birinde O’na döneceklerini kesinlikle bilen kimselerdir.
Sabır,
ahlâkî güzelliklerin temelidir. Kalbî amellerin en zorudur. Nefsin arzularını
frenleyebilmenin, günahlardan uzak durabilmenin ve her türlü bela ve
musibetlere göğüs gerebilmenin yegane ilacıdır. İmandan sonra takip edilecek
yolun başı sabır, ahlâkın başı sabır, ilmin başı sabır, amelin başı sabır,
kısaca bütün başarıların başı sabırdır. İnsan hem ruhen hem de bedenen nefsini
terbiye edecek; sabır ve tahammüle, kararlı ve metin olmaya alışacak, böylece
Allah’ın yardımının ilk sebeplerinden birini elde etmiş olacaktır. Aksi halde
en ufak bir sıkıntı ve acı karşısında korkmak, sızlanmak, ümitsizliğe ve
gevşekliğe düşmek gibi ahlâki zafiyetler baş gösterir. Sabır iki yönlüdür.
Birincisi hoşa gitmeyecek durumların acısına tahammül göstererek onların güzel
neticelerini beklemektir. Bu, acı ilaçlarla tedavi olmaya benzer. Hoşumuza
gitmese de onları kullanırız. İkincisi ise çabucak gelecek olan lezzet ve
şehvetlerden uzak durarak onların hazin sonuçlarından sakınmaktır. Bu ise
zehirli tatlılardan sakınmak gibidir. Görüldüğü üzere sabır kalbi amellerin,
namaz ise yapılması emredilen zahiri amellerin en önemlisi ve aynı zamanda en
zorudur. Namaz, mü’minin miracıdır. İlâhî yardımın celbi için en mühim
vasıtalardan biridir. Bu sebeple yüce Rabbimiz, bu iki yolla sonsuz kudretinden
yardım talep edilmesini emir buyurmaktadır. Bu sayede kula ilâhî yardım
ulaşacak, dinin emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak daha kolay
hâle gelecektir. Nitekim namazın bu hususiyeti ile alakalı olarak âyet-i kerîmede:
“Namazı da dosdoğru kıl! Çünkü bütün şartlarına riâyet edilerek
hakkiyle kılınan namaz, insanı her türlü hayasızlıktan, dînin ve aklın kabul
etmediği şeylerden alıkoyar.” (Ankebût 29/45) buyrulur.
Şu
kadar var ki sabır ve namaza devam edebilmek ve bu yolla Allah’tan yardım
isteyebilmek sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Bilakis son derece büyük,
ağır, çetin ve zor bir durumdur. Ancak “huşû” sahiplerine ağır ve zor gelmez.
“Huşû”, “Allah’a gönülden saygı duyup bağlanmak, boyun eğip itaat etmektir.”
“Huşû”, Allah korkusunun ve saygısının kalbe iyice yerleşmesi, vücudun dışına
da aksederek sahibini edepli, mütevâzı ve boynu bükük yapmasıdır. Dolayısıyla
huşû sahibi olanlar, dâimî bir kulluk şuuru içinde ve Rablerine hep niyâz
hâlinde olduklarından, ibâdetlerin yorgunluk ve meşakkatini hissetmezler.
Onlar, bir gün mutlaka Rablerine kavuşacaklarına ve O’nun huzûruna döneceklerine
yakînen inanmaktadırlar. Bütün tutum ve davranışlarının temelinde hep bu köklü
düşünce yer almaktadır. Nitekim Abdullah b. Zübeyr (r.a.), sahâbe-i kirâmın
çokça ibâdet edenleri arasında sayılırdı. Namazda o kadar huzura dalardı ki,
dikilir kalırdı... Secdeye varır, dalar giderdi… Serçe kuşları onu duvar
zanneder, üzerine konardı…” (Velîler Ansiklopedisi, I, 79)
Âyet-i
kerîmede bu gibi mü’minlerin hâlleri şöyle haber verilir:
“Onlar, yaptıkları her iyiliği ve işledikleri her ameli, kalpleri
her an Rablerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek yaparlar. İşte onlardır
hayırlı işlerde koşuşarak yarışanlar ve onlardır bu işlerde hep önde gidenler!” (Mü’minûn
18/60-61)
Onlar
işte bu inanç sayesinde Allah’a kavuşmayı, O’nun rızâsına ermeyi ve böylece
âhiret kurtuluşunu dünyanın bütün nimetlerinden daha ehemmiyetli görerek, bu
uğurda her türlü zorluklara kolaylıkla sabreder ve tahammül gösterebilirler.
Şimdi
de İsrâiloğulları, önceden kendilerine ihsan edilen nimetleri hatırlamaya, bu
nimetlerin ellerinden çıkmasının sebepleri üzerinde düşünmeye ve İslâm’ı seçmek
sûretiyle gelecekte, husûsiyle hiç kimsenin kimseye bir fayda sağlayamayacağı
âhirette daha büyük nimetlere ermeye davet edilmektedirler:
47. Ey İsrâiloğulları! Size ihsân ettiğim nimetlerimi ve bir zamanlar sizi bütün kavimlere üstün kıldığımı hatırlayın!
Allah
Teâlâ, İsrâiloğulları’na bir kısım husûsi nimetler ihsan etmek suretiyle
onları, yaşadıkları dönemlerdeki diğer insanlara üstün kılmıştır. Bu konuyu
açıklayan diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Bir zamanlar Mûsâ kavmine şöyle demişti: «Ey kavmim! Allah’ın
size olan nimetini hatırlayın: O, içinizden peygamberler gönderdi; sizi
hükümdarlar yapıp daha önce köle iken hür insanlar haline getirdi. Dünyada hiç
kimseye vermediği şeyleri size verdi.»” (Mâide 5/20)
“Biz İsrâiloğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik verdik; onları
temiz ve hoş nimetlerle rızıklandırdık ve kendilerini o zamanki diğer
topluluklara üstün kıldık.” (Câsiye 45/16)
Bu
ve benzeri âyet-i kerîmeler, diğer nimetlerin yanında özellikle peygamberlik ve
kitap nimetine dikkat çekmektedir. Dolayısıyla İsrâiloğulları, içlerinden
peygamberlerin çıkması, onlara ilâhî kitapların indirilmesi ve bu vesileyle din
nimetine erişmeleri sebebiyle, kendi dönemlerindeki inkâr ve sapıklık içinde
yaşayan kavimlere üstün tutulmuşlardır. Din emânetine sahip çıktıkları sürece
de bu üstünlükleri devam etmiştir. Bu kutsal emâneti terk edip peygamberlere
karşı geldikten ve tevhid inancından uzaklaşmaya başladıktan sonra sözkonusu
üstünlüklerini kaybettikleri gibi, Kur’an’ın da haber verdiği üzere zillete
düşmüş ve lânete uğramışlardır. (bk. Bakara 2/61; Âl-i İmrân 3/112)
Diğer
taraftan Peygamberimizin bütün peygamberlerden, onun ümmetinin de bütün
ümmetlerden hayırlı olduğunda şüphe yoktur. Çünkü âyet-i kerîmede bu ümmete
hitâben şöyle buyrulmuştur: “Ey mü’minler! Siz, insanların iyiliği için
yeryüzüne çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz usûlünce iyilikleri ve
güzellikleri teşvik edip yayar; kötülük ve çirkinlikleri yasaklayıp önüne geçmeye
çalışırsınız. Bunu da zaten Allah’a inandığınızdan dolayı, onun bir gereği
olarak yaparsınız. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbette kendileri için hayırlı
olurdu. Gerçi içlerinde inananlar da var, fakat onların çoğu dinden çıkmış
fâsıklardır.” (Âl-i İmrân 3/110) Bu âyette de yine dolaylı olarak
müslümanların “en hayırlı ümmet” vasfını korumalarının “Allah’a inanma,
O’na itaat edip emirlerine uyma ve yasaklarından sakınmalarına” bağlı olduğu
anlaşılmaktadır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 378)
Kulun
en çok gündemine alıp üzerine eğilmesi gereken konu ise zorluk ve dehşeti
âşikâr olan kıyamet günü olmalıdır:
48. Hem öyle bir günden sakının ki, o gün kimse kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden bir şefaat kabul edilmez, kimseden bir kurtuluş bedeli alınmaz ve hiç kimseye yardım da edilmez.
Bahsedilen
gün, son derece korkunç, şiddetli ve dehşetli kıyâmet günüdür. Burada,
insanların o günde içine düşecekleri perişanlık, acizlik ve çaresizlikten bir
tablo sunulmaktadır. O gün, hiç kimsenin kimseye zerre kadar fayda
sağlayamayacağı bir gündür. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Rasûlüm! Hesap ve ceza gününün ne olduğunu sen bilir misin? Sonra
bilir misin sen, nedir o hesap ve ceza günü? O, kimsenin kimseye faydası
olmayacağı bir gündür. O gün bütün emir, hüküm ve yetki yalnız Allah’ındır! ” (İnfitâr
82/17-19)
“Şefaat”,
“günahkâr bir mü’minin affedilmesi veya daha yüksek derecelere yükselmesi için
mânevî mertebesi yüksek olan birinin ona dua etmesi ve dilekte bulunması” mânasına
gelir. Bir kısım âyet-i kerîmeler ve hadis-i şerifler kıyâmet günü Allah’ın
izniyle günahkâr mü’minler için şefaatin geçerli olduğunu haber vermektedir.
(bk. Bakara 2/255; Tâhâ 20/109) İlgili âyetlerin tefsirinde bu hususa temas
edilecektir. Dolayısıyla burada şefaatin kabul olunmaması, özellikle kâfirler
hakkında olup âyetin hitâbı onlara mahsustur. (Kurtubî, el-Câmi‘, I,
379; Elmalılı, Hak Dini, I, 345)
Âyetin
nüzul sebebi şöyledir: İsrâiloğulları: “Bizler Allah’ın oğulları, dostları ve
peygamberlerinin çocuklarıyız. Bu sebeple babalarımız bize şefaatçi
olacaklardır” diyorlardı. Allah Tealâ bu âyetle, kıyamet günü onlardan fidyenin
de şefaatlerin de kabul edilmeyeceğini bildirmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘,
I, 381)
Âyette
özellikle “şefaat, fidye ve yardım”ın olmayacağı sözkonusu edilmiştir. Zira
bunlar, insanların dünyada çok önem verdikleri hususlardır. Zor durumda kalan
bir kimse ya şefaat veya fidye yahut da birinin yardım etmesiyle ancak kendini
kurtarma imkânı bulabilir. Bunların hiçbirinin bulunmadığı kıyamet gününde,
kâfirlerin asla kurtulma imkânı olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.
Allah
Teâlâ’nın İsrâiloğulları’na verdiği diğer nimetlere gelince:
49. Hatırlayın o zamanı ki, size azabın en kötüsünü revâ gören; oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı hayâ edilecek işler için sağ bırakan Firavun hânedânından sizi kurtarmıştık. Bunda da Rabbinizden size büyük bir imtihan vardı.
Mısır
krallarına, zorbalıkları ve azgınlıkları sebebiyle “Firavun” lakabı
verilmiştir. “Âl-i Firavun” ise, Firavun’un kavmi, hânedânı, etrafındaki şan ve
şöhret sahibi kimseler ve özellikle onun her dediğini yerine getiren itaatkâr
kimselerdir.
Firavun
ve hânedânı, ülkelerinde yaşamak mecburiyetinde kalan yahudileri, çok kötü ve
ağır şartlar altında köle gibi çalıştırmışlardır. Onları, her türlü işlerini
gördürmek için çeşitli sınıflara ayırmışlardı. Güçlü kuvvetli olanların dağlarda
taş kazımaktan, kazdıklarını taşımaktan boyunları, sırtları ve elleri yara
oluyordu. Bir kısmı, taş ve çamur taşıyor, Firavun’a saraylar yapıyorlardı.
Başka bir grup tuğla yapıp pişiriyordu. Kimine demircilik, kimine marangozluk,
kimine çiftçilik yaptırılıyordu. Bu işleri yapamayacak durumda olanlara ise her
gün ödemek zorunda oldukları bir haraç yani vergi konulmuştu. Güneş batmadan
haracını ödeyemeyenlerin sağ elleri, bir ay boyunca boyunlarına bağlı
kalıyordu. Kadınları da keten eğirip, kumaş dokuyorlardı. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 387)
Bu
kadar işkence ve zorbalık yetmiyormuş gibi, Firavun’un gördüğü bir rüyanın
kâhinler tarafından “İsrâiloğulları’ndan bir çocuk doğacak, seni ve mülkünü yok
edecek” şeklinde tâbir edilmesi üzerine durum ayrı bir boyut kazandı. Firavun, İsrâiloğulları
kabîlelerinde doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti. Bu şekilde
doğan erkek çocuklar hemen öldürülüyor, kız çocuklar sağ bırakılıyordu.
Kızların ve kadınların sağ bırakılması ise hayır için değildi. Erkekleri
öldürülmüş bir milletin kızları ve kadınları yabancıların elinde kalacak ve
kısa bir müddet sonra nesil yok olup gidecekti. Ayrıca âyette “kadınlarınızın
rahimlerini yokluyorlar, çocuk alıyorlardı” ve “kadınlarınıza utandıracak
şeyler yapıyorlardı” mânaları da vardır.
Şüphesiz
Allah Teâlâ, İsrâiloğulları’nı bu şekilde büyük bir imtihana tâbi tutmuştur.
Burada hem azap hem de kurtuluş ile imtihan sözkonusudur. Nitekim başka bir
âyet-i kerîmede: “Biz sizi, gerçek değerinizi ortaya çıkarmak için şerle de
hayırla da imtihan ediyoruz. Sonunda zâten bize döneceksiniz” (Enbiyâ
21/35) buyrulur. Azap ile imtihan, onları, kurtuluş sebeplerini hazırlamak için
denemektir. Kurtuluş ile imtihan ise kendi başlarına bir millet ve devlet
oluşturarak, yeryüzündeki diğer devletlere üstün bir şekilde güzel amel ve
ahlâk ile yaşamalarına imkân tanımaktır.
İşte
İsrâiloğulları’na verilen birinci nimet, onların Firavun’un zulmünden
kurtarılmalarıdır. İkincisi ise denizin yarılıp Firavun ve hânedânının orada
boğulmasıdır:
50. Sizin için denizi ikiye ayırmış, sizi kurtarmış ve gözünüzün önünde Firavun hânedânını boğmuştuk.
Bahsedilen
denizin bugünkü “Kızıl Deniz” olması mümkündür. Mûsâ (a.s.), Allah’ın emri
gereğince bir gece İsrâiloğulları’nı yanına alarak, Sina’ya geçmek üzere
gizlice Kızıl Deniz’e doğru yola çıkar. Sabahleyin durumu öğrenen Firavun da
kuvvet toplayarak peşlerine düşer. Cenâb-ı Hak, bir mûcize olarak denizi yarar, denizin ortasında yollar
açılır. Böylece İsrâiloğulları selâmetle karşıya geçerler. Onların peşinden
karşıya geçmeye çalışan Firavun ve beraberindekiler ise denizin azgın suları
arasında boğulup giderler. (bk. Şuarâ 26/52-68) Âyet yahudilere, gözleri önünde
cereyan eden bu mühim hâdiseyi ve kendilerine olan ilâhî yardımı
hatırlatmaktadır.
Hatırlatılan
bir diğer husus da şudur:
51. Tevrat’ı vermek üzere Mûsâ ile kırk gece sözleşmiştik. Siz de o ayrılıp Tūr’a gittikten sonra buzağıyı ilâh edinip zâlim olmuştunuz.
52. Bütün bunlardan sonra belki şükredersiniz diye yine de sizi bağışlamıştık.
Cenâb-ı
Hak, Hz. Mûsâ’ya Zilkâde ayında “otuz” gün oruç tutmasını emretmiş, sonra bunun
üzerine Zilhicce’den “on” gün daha ilâve etmişti. Nitekim “Tûr Dağı’nda ibâdet
etmesi için Mûsâ ile otuz gece için sözleşmiş, sonra ona on gece daha ilâve
etmiştik. Böylece Rabbinin belirlediği süre kırk geceye tamamlanmış oldu.…”
(A‘râf 7/142) âyeti bunu haber
vermektedir. Âyette “gündüz” yerine “gece” denilmesinin sebebi, Arabî aylara
göre güne gece ile başlanması ve gündüzün geceye tâbi olmasıdır.
Burada
bir incelik daha vardır:
İlâhî
tecelliler fecir gibi daima geceleri takip eder. Kara günler de geceden
sayılır. Tarikat erbâbı kırk günlük sülûkü bu âyetlerden almıştır. Dilimizde
kullanılan ve Farsça kırk mânasına gelen “çile” tabirinin de aslı yine budur.
Hz. Mûsâ kırk günlük bu süreyi oruç ve ibâdetle geçirmiş ve kendisine Tevrat
levhaları inzal buyrulmuştur. Bu mevzu daha geniş bir şekilde başka sûrelerde
gelecektir. (bk. A‘râf 7/142-145) Ne
yazık ki, Hz. Mûsâ Tur’da ilâhî emre uygun olarak çile çıkarırken onlar
Samirî’nin yaptığı buzağıya tapmaya başlamışlardı. (bk. Tâhâ 20/91) Bu, son
derece haksız, zalimce ve nankörce bir davranıştı. Bununla beraber sınırsız
merhamet sahibi olan Allah onları affetti. İşte burada onlara özellikle bu af
nimeti hatırlatılmakta ve Allah’ın ihsanlarına şükretmeleri istenmektedir.
Tevrat,
onlara verilen nimetlerin en büyüğünü teşkil eder:
53. Doğru yolu bulmanız için Mûsâ’ya kitabı ve hakla bâtılı ayıran delilleri vermiştik.
Hz.
Mûsâ’ya verilen kitap, Tevrat’tır. “Furkân” aslında iki şey arasını kesin
olarak ayırmak mânasına gelir. Bu sebeple hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı,
küfür ile imanı, helâl ile haramı birbirinden ayıran her şeye furkân denilir.
Bu yönüyle “Furkân”, Kur’ân-ı Kerîm’in özel lakabı olmuştur. (bk. Furkân 25/1)
Tevrat dahi esasen hak ile bâtılı ayıran ilâhî bir furkandır. Dolayısıyla onun
Tevrat’ın bir sıfatı olması veya Tevrat’taki şer‘î hükümler yahut “yed-i beyzâ”
ve “asâ” gibi mûcizeler ya da bir zafer ve ferah olması da mümkündür. Burada
atıf yapılmış olması sebebiyle furkânın Hz. Mûsâ’ya kitap ile birlikte verilmiş
olan “kudret ve hâkimiyet” lütfu olması daha münasip görünmektedir. (Elmalılı, Hak
Dini, I, 353)
Buzağıyı
ilâh edinen kavime Hz. Mûsâ’nın tepkisine gelince:
54. O vakit Mûsâ kavmine: “Ey kavmim! Buzağıya tapmakla kendinize zulmettiniz. Hemen yaratanınıza yönelip tevbe edin ve nefislerinizi öldürün. Böyle yapmanız, Yaratanınız yanında sizin için daha hayırlıdır” demişti. Bunun üzerine siz tevbe etmiş, Allah da tevbenizi kabul buyurmuştu. Çünkü O, tevbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır.
A‘râf
sûresi 83-98. âyetlerin tefsirinde daha
genişçe açıklanacağı üzere, Hz. Mûsâ, kardeşi Hârûn’u yerine vekil bırakıp
Tûr’a Rabbiyle mülâkata gidince, Sâmirî adında biri, kavmin zînet eşyalarını
ateşte eriterek altın bir buzağı yapmış, bunun hem Mûsâ’nın hem de kavminin
ilâhı olduğunu söylemiş ve orada bulunanları buna ikna etmişti. Hz. Hârûn, onları
bu işten vazgeçirmeye çalışmış ise de muvaffak olamamıştı. Hz. Mûsâ Tur’dan
döndüğünde ise artık iş işten geçmiş, insanlar buzağıya tapmaya başlamışlardı.
Buradaki âyet-i kerîme, işte bu hâdiseye işaret etmektedir.
Gerçekten
de İsrâiloğulları, Sâmirî’nin sözünü dinleyip buzağıyı ilâh edinmekle açıktan
açığa şirk gibi büyük bir günah işlemişler ve bu sebeple nefislerine
zulmetmişlerdi. Toplum içerisinde müthiş bir bozulmaya ve karışıklığa sebep
olmuşlardı. Bu günahtan tevbe etmeleri
ve temizlenmeleri gerekiyordu. Bunun gerçekleşebilmesi için de “kendilerini
öldürmeleri” isteniyordu. Âyetteki “nefislerinizi öldürün” (Bakara 2/54)
ifadesine üç farklı mâna verilmiştir:
Birincisi;
hakikat anlamı ki, herkesin kendi kendini öldürmesi, yani intihar etmesidir.
Fakat böyle olduğu takdirde, emre karşı gelecek olan âsiler hâricinde ortada
hiç kimse kalmazdı. Dolayısıyla bu mânanın kastedilmesi mümkün değildir.
İkincisi;
kavmin fertlerinin birbirlerini öldürmeleridir. Müfessirlerin pek çoğu bu mâna
üzerinde durmuşlardır. Buna göre Hz. Mûsâ hem buzağıya tapanlara, hem de
tapanlara ses çıkarmayıp bekleyenlere, bu günahlarından dolayı hemen tevbe
etmelerini ve tevbe edenlerin, etmeyenleri derhal öldürmelerini emretmiştir.
Böylelikle kavim arasında vuku bulan bu iç savaş Allah’ın izniyle zaferle
sonuçlanmış, İsrâiloğulları da hallerini ıslah edip uslanmışlardır. İşte burada
bu hâdiseye bir hatırlatmada bulunulmuştur. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 408-409)
Üçüncüsü;
işârî mânadır. Buna göre “Nefislerinizi öldürün”, işlediğiniz günahınıza son
derece pişmanlık duyarak üzüntü, gam ve kederinizden canınızı çıkarın; yahut
sıkı bir perhiz ve riyazât ile nefislerinizi şehvevî arzu ve isteklerden men
edin, mânasına gelir. İmam Kuşeyrî nefsi öldürmekle yapılan tevbenin Muhammed ümmeti
için de gerekli olduğunu, ancak İsrâîloğulları kendi canlarına kıyarken, bizim
içimizdeki nefsi mânen öldürmemizle tevbenin gerçekleşeceğini söylemektedir. Bu
hususta ilk adım Allah için insanın nefsinden sıyrılıp Rabbine yönelmesidir.
İsrâîloğulları’nın tevbesi bizimkinden daha zor zannedilebilir. Ancak gerçek
durum böyle değildir. Zira onlar nefislerini bir kez öldürüp kurtuldular. Bu
ümmetin seçkinleri ise nefislerini her an öldürürler. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 47)
Âyet-i
kerîmede Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden özellikle “Bâri” ismi
kullanılmıştır. “Bâri”, eksiklik, noksanlık ve ayıplardan sâlim olarak yaratan,
yarattıklarına değişik sûretler vererek onları birbirinden ayıran zat demektir.
İsrâiloğulları’nın, kendilerini ayıpsız ve noksansız yaratan, alîm ve hakîm
olan Allah’ı bırakıp, ahmaklığın timsali olan ineğe tapınmaya koşmalarından
dolayı, bir taraftan içine düştükleri cehâlet ve aptallığı, diğer taraftan da
yaptıkları işin fecaatini gözler önüne sermek için Allah yerine “Bâri” ismi
kullanılmıştır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 69)
İsrâiloğulları’nın
Hz. Mûsâ’ya karşı sergiledikleri büyük küstahlıklarından biri, Allah’ı açıkça
görme istekleridir:
55. Hani bir de: “Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana inanacak değiliz!” demiştiniz de, gözünüz göre göre sizi yıldırım çarpmıştı.
56. Sonra ölümünüzün ardından belki şükredersiniz diye sizi tekrar diriltmiştik.
Bu
hâdise A‘râf sûresinin 155-156.
âyetlerinde biraz daha teferruatlı olarak anlatılır. Buna göre Hz. Mûsâ,
kavmini temsilen yetmiş kişiyi seçip Tûr dağına götürür. Bunlar orada Allah
Teâlâ ile Hz. Mûsâ arasındaki konuşmayı işitince bununla yetinmez ve bu âyette ifade
buyrulduğu üzere Allah’ı baş gözleriyle ve açıkça görmedikçe Mûsâ’ya asla
inanmayacaklarını söylerler. Bunun üzerine orada şiddetli bir deprem olur. Bu
asi adamları da yıldırım çarpar ve bayılıp düşerler. Ölecek hale gelirler. Hz. Mûsâ’nın
Allah’a yalvarmasıyla bu afet başlarından kalkar ve tekrar ayılıp kendilerine
gelirler. İşte burada bu büyük ilâhî lutfa dikkat çekilmektedir.
Azgınlıklarına
rağmen İsrâioğulları’na olan ilâhî lutuflar kesilmez:
57. Üzerinizi bulutlarla gölgelendirmiş ve size kudret helvası ile bıldırcın eti indirmiştik. “Size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâl olanlarından yeyiniz” demiştik. Onlar bu nimetleri hiçe sayarak bize bir zarar veremediler, fakat böylelikle sadece kendilerine zulmediyorlardı.
İsrâiloğulları,
Mısır’dan göç edip Sina çölüne geldiklerinde çok zor durumda idiler. Değil ev
veya çadır, başlarını sokabilecekleri en basit bir yerleri bile yoktu. Allah
Teâlâ, onları güneşin kavurucu sıcaklarından korumak üzere bulutlar gönderdi.
Bulutlarla onları gölgeledi. Eğer Cenâb-ı Hakk’ın bu yardımı olmasaydı, hepsi
çölün ortasında yakıcı sıcaklar altında yanıp mahvolurlardı. Onların yiyecek
bir şeyleri de yoktu. Allah onlara hem gökten beyaz kar taneleri gibi dökülen
kudret helvası indirdi, hem de etlerini yemeleri için binlerce bıldırcın kuşu
gönderdi. Bu şekilde karınlarını doyurup açlıktan kurtuldular. Ancak
kendilerine bu nimetleri “temiz temiz, taze taze yemeleri” söylendiği halde,
biriktirip yığmaya başladılar. Şükredecek yerde nankörlüğe ve haksızlığa
yöneldiler. Bunun üzerine nimetler kesilmiş ve zaruret içinde kalmışlardır.
Yaptıkları kötülüklerle, Allah’a hiçbir zarar veremezken, sadece kendilerine
zulmetmişler, mahrumiyet ve sıkıntının içine düşmüşlerdir.
İsrâiloğullarının
tabi tutulup da başaramadıkları bir diğer imtihan da şudur:
58. Bir zamanlar size: “Şu şehre girin de oradaki nimetlerden istediğiniz gibi bol bol yeyin; şehrin kapısından eğilerek girin ve «Hıtta: bizi affet!» deyin ki hatalarınızı bağışlayalım. Biz, iyilik yapanların mükâfatını fazlasıyla vereceğiz” demiştik.
59. Fakat o zâlimler, kendilerine söyleneni başka bir sözle değiştirdiler. Biz de, işledikleri günah sebebiyle zulmedenlerin üzerine gökten korkunç bir azap indirdik.
Bu
konuya A‘râf sûresi 161-162. âyetlerde
küçük farklarla tekrar yer verilecektir. Şehirden maksat Beytü’l-Makdis veya
oraya yakın bir yer olan Erîhâ’dır. İsrâiloğulları Tîh sahrasında kırk sene
kaldıktan sonra buraya girmekle emrolunmuşlardır. Zira tarihi bilgilere göre
onlar Hz. Mûsâ hayatta iken Beytü’l-Makdis’e girememişlerdir. “Kapı”, ya o
şehrin kapısı veya kendisine doğru namaz kıldıkları kubbenin kapısıdır. Bu
kapıdan secde ederek, yani “boyun bükerek, tevâzu ile başlarını eğerek”
girmeleri ve girerken de “Hıtta!” yani “Ya Rabbi! Bizi affet, günahlarımızı
bağışla!” demeleri istenmiştir.
Bu
emir karşısında onlar iki gruba ayrılmışlardır. Muhsinler ve zâlimler. Muhsin,
yaptığı işi en doğru ve en güzel şekilde yapmaya çalışan, Allah’ın emir ve
yasaklarına göre davranan ve yine tüm tutum ve davranışlarını Allah’ı
görüyormuşçasına ifâ eden kimsedir. Burada muhsinler, Allah’ın emrettiği
şekilde davrandıklarından âyet, onların mükâfatlarının fazlasıyla verileceğini
müjdelemektedir. Zâlimler ise, ilâhî emirleri istenildiği şekilde yapmayan,
doğruyu eğri, eğriyi doğru yerine koyan ve hep haksız bir tutum içinde
olanlardır. Ayetin ifadesiyle bunlar, kendilerine söylemeleri emredilen sözü
değiştirmişler, rivayete göre bağışlanma mânası ihtivâ eden “hıtta” yerine,
alay etmek üzere “arpa dânesi” mânasında “hınta” demişlerdir. Kapıdan girerken
de emre uygun şekilde başlarını eğerek değil, bir kudret tecellisi olarak kapı
aşağıya doğru daraltıldığından yine emre muhalefet olsun diye butları üzerinde sürünerek girmişlerdir. (bk. Buhârî, Enbiyâ’
28; Müslim, Tefsir 1) Allah Teâlâ, bile bile zulüm ve haksızlık yapan bu
kimselerin üzerine, itaattan uzaklaşıp günaha dalmaları sebebiyle gökten
korkunç, çirkin ve fecî bir azap indirmiştir. Rivayete göre vebâ salgınına
uğramışlar ve on binlerce kişi helak olmuştur. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 436)
Taştan
on iki gözenin fışkırmasına gelince:
60. Hani Mûsâ kavmi için su aramaya çıkmıştı da, biz de kendisine: “Asanı taşa vur!” demiştik. Bunun üzerine oradan on iki pınar fışkırıvermişti. Böylece her kabile su içeceği yeri öğrenmişti. Onlara: “Allah’ın rızkından yeyin, için; fakat fitne fesat çıkarıp da yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” demiştik.
On
iki soydan oluşan İsrâiloğulları, Tîh sahrasında susuz kaldılar. Susuzluktan
neredeyse helak olacaklardı. A‘râf sûresinin 160. âyetinde beyân buyrulduğu üzere
gelip Hz. Mûsâ’dan su istediler. Hz. Mûsâ, onlar için su aramaya koyuldu, tabii
bir imkân bulamayınca, ellerini kaldırıp su göndermesi için Rabbine dua etti. “Asanı
taşa vur!” emrine uyarak asasını taşa vurdu ve oradan Allah’ın izniyle on
iki pınar fışkırdı[1].
Muhtemelen su yüzünden aralarında bir münakaşa olmasın diye Cenab-ı Hak, her
kabile için ayrı bir pınar akıtmış ve âyetin ifadesine göre her birine hangi
pınarın kendisine ait olduğu bildirilmişti. Önceki âyetlerde sayılan nimetlerde
olduğu gibi bu da İsrâiloğulları’na Allah’ın büyük bir yardımı ve ikramı idi.
Bu sebeple onlara: “Allah’ın rızkından yeyin, için; fakat fitne fesat çıkarıp
da yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” (Bakara 2/60) denilmişti.
Âyet-i
kerîme, kuraklık zamanlarında ihtiyaç olduğu takdirde yağmur duasına çıkmanın
mübah olduğunu gösterir. Böyle durumlarda kullar, ibâdetlerini eksiksiz yapmaya
çalışmalı, ihtiyaç, züll ü inkisâr ve tevâzu içinde Allah’dan yağmur
istemelidirler. Peygamber Efendimiz de Allah’dan yağmur istemiş, tazarrû, huşû,
tevâzu içinde musallaya çıkmıştır. Rivayete göre bedevînin birisi Peygamber
Efendimiz’in huzûruna gelerek: “Ya Resûlallah hayvanlarımız helâk oluyor,
toprağımıza kıtlık geliyor. Bize yağmur yağdırması için Allah’a dua et!” dedi.
Bunun üzerine Peygamberimiz ellerini kaldırıp Allah’a dua etti. Hz. Enes’in
dediğine göre, cam gibi pırıl pırıl bulutsuz gökyüzünde hemen bulutlar
toplanmış, ertesi cumaya kadar yağmur yağmıştır. (Buhârî, Cum‘a 34; Ebû Dâvûd,
İstiskâ 2)
Bu
âyet-i kerîme, aynı zamanda yer altında gizli olan rahmet hazinelerinden
çeşitli teknik aletlerle istifade edilebileceğine işaret etmekte ve çalışılıp
uğraşıldığı takdirde bu tür teknik aletlerin icadının mümkün olduğunu
göstermektedir. Bu gün yer altından su çıkaran motorlara ve en nihai şekline
yani külfetsiz masrafsız usullere parmak bastığı gibi aynı metotla madenlerin,
petrolün ve diğer yeraltı kaynakların bulunması hususunda da, özellikle âyetin
indiği dönemdeki teknik şartlar göz önüne alındığında, insanlığın ufkunu son
derece açmaktadır. (Bedîuzzaman, Sözler, s. 237-238)
İsrâiloğulları’na yönelik ikazlar şöyle devam ediyor:
[1] Bu taş, bugün bile Sinâ
dağı yakınlarında üzerindeki on iki deliğiyle görülebilir.
61. Bir zamanlar siz de: “Ey Mûsâ! Tek çeşit yemeğe artık dayanamayacağız. Bizim için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiği şeylerden; sebze, kabak, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın!” demiştiniz. Mûsâ ise: “Ne o! Yoksa siz değerli olan bir nimeti âdî şeylerle değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir şehre inin, istediğiniz şeyler orda vardır” demişti. Böylece onların üzerine alçaklık ve aşağılık damgası vuruldu ve Allah’ın gazabına uğradılar. Çünkü onlar, Allah’ın âyetlerini inkâr ediyor ve peygamberleri haksız yere öldürüyorlardı. Bütün bunlar, onların Allah’a isyan etmeleri ve haddi aşmaları yüzünden oldu.
İsrâiloğulları,
Mısır’da uzun yıllar Firavun’un zulmü altında köleler gibi çalışmışlar, ikinci
sınıf insan muamelesi görmüşler, üstelik putperest bir toplumun kültürüyle iyice
bozulup şahsiyetlerini kaybetmişlerdi. İman, hürriyet, bağımsızlık, kendi inanç
temelleri üzerinde ayakta durabilen müstakil millet ve devlet olabilme gibi
ulvî gâyeler uğruna gayret gösterme ve sıkıntılara katlanabilme melekeleri
zaafa uğramıştı. Günübirlik menfaat ve rahatlarından başka bir şey düşünemeyen
basit, iradesiz ve korkak bir toplum haline gelmişlerdi. Hz. Mûsâ, onları bu
düşük vaziyetten kurtarabilmek ve yepyeni bir heyecan aşılayabilmek için
Allah’ın onlara olan hususi nimetlerini hatırlatıyor, kendilerine vâdedilen
Arz-ı Mukaddes’e girmelerini emrediyor, bu uğurda sabırlı ve dirençli
olmalarını istiyor, önceden sahip oldukları millî değerleri yeniden ihyâ
etmeleri için teşvikte bulunuyordu. (bk. Mâide 5/20-21) Fakat onlar istenilen
metâneti gösteremiyor, Hz. Mûsâ’ya karşı direniyor, hatta “Ey Mûsâ! Onlar
orada bulundukları sürece biz oraya asla girmeyeceğiz. Haydi, sen ve Rabbin
birlikte gidip savaşın; biz işte burada oturuyoruz” (Mâide 5/24) deme
küstahlığını gösteriyorlardı.
Durumları
ve ruh halleri bu şekilde olan İsrâiloğulları, Tîh sahrasında Allah’ın
kendilerine meccânen ikram ettiği nimetlere nankörlük etmeye başlamışlar, Hz. Mûsâ’ya
“Rabbine dua et” (Bakara 2/61) şeklinde imansızlık kokan son derece
edepsiz bir üslupla hitap ederek, ondan eskiden Mısır’da olduğu gibi bir kısım
baklagiller ve sebzeler istemişlerdi. Bu talep, onların Mısır’daki bayağı
hayatı özlediklerini gösteriyordu. Bu sebeple Hz. Mûsâ, onların bu isteklerini
normal karşılamamış ve tepkisini: “Ne o! Yoksa siz değerli olan bir nimeti
âdî şeylerle mi değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir şehre inin, istediğiniz şeyler
orda vardır” (Bakara 2/61) şeklinde
göstermişti.
Bu
tavırların, bu tutum ve davranışların hiçbiri Allah’ın rızâsına uygun değildi.
Zira bunların her biri iman zâfiyetinden, Allah ve Peygamberine itimatsızlık ve
itaatsizlikten kaynaklanıyordu. Bu sebeple âyetin devamında onların üzerine
alçaklık ve aşağılık damgası vurulduğu haber verilir. Onlar çeşitli hakaretler
altında ağır vergilere, fakirlik ve yoksulluğa mahkum edilmişlerdir. Ayrıca
Allah’ın gazabına uğramışlar, devletleri yıkılmış, toplumları perişan olmuştur.
Çünkü onlar, Allah’ın apaçık âyetlerini, delil ve bürhanlarını inkâr ediyor,
insanlığın hidâyet rehberleri olan peygamberleri hunharca öldürüyorlardı.
Mesela Hz. Zekeriya ve Hz. Yahyâ gibi peygamberleri şehîd etmişler, Hz. İsa’yı
da öldürmeye kastetmişlerdi. Yine onlar isyanı adet haline getiriyor ve daimî
olarak haddi aşıyorlardı.
Burada
İsrâiloğulları’nın dönem dönem işledikleri bir kısım günahları, isyanları ve
haddi tecâvüzleri sözkonusu edilerek hem müslümanlara, hem de Resûlullah (s.a.s.)
zamanındaki yahudilere bir hatırlatmada bulunulmakta, bir bakıma onların,
atalarının işlediği bu günahları tekrar etmemeleri, değersiz dünya menfaatleri
uğruna Hz. Muhammed (s.a.s.)’e karşı düşmanlık duyguları besleyip, ona
gönderilen âyetleri inkâr etmekten sakınmaları istenmektedir. (Karaman ve
diğerleri, Kur’an Yolu, I, 130)
Netice
itibariyle:
62. Sözde iman edenlerden, yahudilerden, Hristiyanlardan ve sabiîlerden kim Allah’a ve âhiret gününe inanıp sâlih amel işlerse, işte onların Rableri yanında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.
Âyetin
nüzûl sebebi olarak rivayet edilen hâdise şöyledir: Ashâb-ı kirâmdan Selmân-ı
Fârisî, önce hıristiyan iken Medine’ye geldikten sonra müslüman olmuştur. Bir
defasında Peygamberimiz (s.a.s.)’e, kendileriyle arkadaşlık yaptığı hıristiyanların
amellerinden, hal ve davranışlarından bahsedince Efendimiz: “Onlar İslâm dini
üzere ölmediler” buyurmuştu. Bunu duyan Hz. Selman son derece üzülmüş ve
dünyası kararmıştır. Sonra Efendimiz’e tekrar tanıdığı bir kısım hıristiyanların
dini gayretlerini ifade etmeye çalışmıştı. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.
Ardından Allah Resûlü (s.a.s.) Selmân’ı çağırıp şöyle buyurdu: “Bu âyet
senin arkadaşların hakkında indi. Kim benim peygamber olarak geldiğimi
işitmeden önce İsa’nın dini ve İslâm üzere ölürse o hayırdadır. Fakat bugün kim
beni iştir de bana iman etmezse o da helak olmuştur.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 461)
Kur’ân-ı
Kerîm’in çeşitli açıklamalarına göre ilk peygamber Hz. Âdem’den son peygamber
Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’e kadar bütün insanlar, cennete girebilmek için
-haberleri olmak şartıyla- kendi dönemlerinde gönderilen peygambere inanmak ve
onun getirdiği ilâhî mesaja kulak vermek mecbûriyetindedirler. Varlığından
haberdar olup bile bile inkâr yolunu tercih edenlerin âhirette kurtuluşları
mümkün değildir. Hz. Âdem ve zürriyeti yeryüzüne indirildiğinde kendilerine
hitâben gelen:
“Hepiniz oradan inin! Benden bir doğru yol rehberi gelir de kim
benim o doğru yol rehberime uyarsa, onlara hiçbir korku yoktur, onlar asla
üzülmeyeceklerdir. İnkâra saplanıp âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar
cehennemliktir ve orada ebedî kalacaklardır” (Bakara 2/38-39) buyruğu,
bu hakikati dile getirmektedir.
Dolayısıyla
ister yahudi, ister hıristiyan, ister sabiî[1]
hangi din ve milletten olursa olsun, her bir fert, yaşadığı dönemdeki Peygamber
ve kitaba ve onların öğrettiği iman esaslarına -ki bunların başında Allah’a ve
âhirete iman gelmektedir- inanmalı ve o imanın gerektirdiği çerçevede sâlih
amellerle bir ömür sürmelidir. Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)
gönderildikten ve ona Kur’ân-ı Kerîm indirilmeye başlandıktan sonra ise, önceki
peygamberler ve ilâhî kitaplarla birlikte bunlara da iman kesinlikle şarttır.
Kur’an, kendisinin doğru yol rehberi olduğu ve felâha ereceklerini müjdelediği
müttakîleri: “Onlar, hem sana indirilene hem de senden önce indirilenlere iman ederler.
Âhiret gününe ise yakînen inanırlar” (Bakara 2/4) şeklinde tavsif etmektedir. Yine Kur’an, uzun bir
dinî geleneğin varisleri olan İsrâiloğulları’na seslenirken de kurtuluş için
Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Kur’an’a imanın zaruri olduğunu beyân sadedinde:
“Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana olan
sözünüzü tutun ki, ben de size olan sözümü tutayım. Bir de benden, yalnızca benden korkun! Elinizdeki Tevrat’ı
doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur’an’a inanın. Onu ilk inkâr eden siz olmayın…” (Bakara
2/40-41) buyurur. O halde Peygamber Efendimiz’in bisetinden sonra, neye ne
şekilde inanırlarsa inansınlar, onu inkâr edenlerin makbul bir iman sahibi
olmaları mümkün değildir. Bu hususta Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan Zât’a yemîn ederim ki,
ister yahudi ister hıristiyan olsun bu ümmetten her kim beni işitir, sonra da
bana gönderilene inanmadan ölürse mutlaka cehennem ehlinden
olacaktır.” (Müslim, İman 240)
Yahyâ b. Ca‘de’den rivayete göre ashâb-ı kirâmdan
bazı kimseler, yahudilerden duyarak bir kürek kemiğine yazmış oldukları bazı yazıları
Peygamberimiz (s.a.s.)’e getirmişlerdi. Allah Resûlü (s.a.s.) onlara baktı,
onları yere bıraktı ve:
“Kendi peygamberlerinin getirmiş
olduğundan, başkalarına gelmiş olan peygamberlerin getirmiş olduklarına veya
kitaplarından başka bir kitaba meylederek onlara rağbet etmeleri bir kavmin
sapıklığına ve aptallığına yeter alâmettir”
buyurdu. Bunun üzerine “Hem, kendilerine okunan bu Kitâb’ı sana indiriyor olmamız onlara
mûcize olarak yeterli değil mi? Hiç şüphesiz bunda iman eden bir toplum için
elbette bir rahmet ve öğüt vardır” (Ankebût 29/51) âyet-i kerîmesi nâzil olmuştur. (Dârimî, Mukaddime
42; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXI, 6)
Hâsılı Peygamber Efendimiz’in bisetinden
kıyamete kadar bütün insanlar, Kur’an’ın tâlim ettiği şekilde diğer iman
esaslarıyla birlikte Allah’a ve âhiret gününe gerçek mânada iman eder, sâlih
ameller işler ve ölünceye kadar bunda sebât ederlerse uhrevî mükâfata ererler,
kendilerine korku ve hüzün dokunmayacak bahtiyarlardan olurlar. Bu âyette,
İslâm dininin davet ve hidâyetinin herkese şâmil olduğuna dair açık delil
bulunmaktadır.
Nitekim İsrâioğulları’ndan alınan şu söz de bu çerçevede değerlendirilebilir:
[1]
“Yahudi” kelimesi, Hz. Ya‘kûb’un on iki oğlundan dördüncüsü olan “Yahuda”dan
gelmektedir. İsrâiloğulları zamanla bu isme
izafeten “yahudiler” diye zikredilmeye başlamışlardır. Hıristiyanlar,
Hz. İsa’nın doğduğu yerin ismi olan “Nâsıra”dan dolayı, ona nispetle “Nasrânî”
ve bunun çoğulu olarak “Nasârâ” olarak isimlendirilmişlerdir. “Sâbiî”, “vaftiz
olmak, suya dalıp yıkanmak” mânasından geldiği söylenmektedir. Bu kelime,
Sâbiîlerin en belirgin özelliği olan akarsuya dalıp çıkmak suretiyle vaftiz
olmalarını ifade etmektedir. (bk. Kur’an Yolu, I, 134) Sâbiîlere “ne yahudi ne
hıristiyan hiçbir dini olmayan”, “Lâ ilâhe ilallah sözünden başka hiçbir
amelleri, kitap ve peygamberleri olmayan”, meleklere tapan” grup şeklinde
farklı mânalar da verilmiştir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 455-456)
63. Bir zamanlar Tūr dağını hemen düşüverecek şekilde üzerinize dikerek emre uyacağınıza dâir sizden söz almış ve: “Size verdiğimiz kitaba bütün gücünüzle sarılın ve gereğince amel etmek sûretiyle içinde olanları hatırınızda tutun. Belki böylece Allah’a karşı gelmekten sakınırsınız” demiştik.
64. Bunun ardından siz verdiğiniz sözden yine döndünüz. Eğer üzerinizde Allah’ın lutuf ve merhameti olmasaydı, mutlaka zarara uğrayanlardan olurdunuz.
Cenâb-ı
Hak, İsrâiloğulları’ndan Hz. Mûsâ’ya itaat etmek ve ona verilen Tevrat’ın
emirlerine uymak, yasaklarından da kaçınmak hususunda söz almıştır. Zira
dünyada tehlikelerden korunup, takvâ üzere bir hayat yaşayarak âhirette
cehennemden kurtuluş ancak bu yolla mümkün olabilecektir. Bu sözü ciddiye
almaları için de, bir tehdit unsuru olarak Tûr dağını üzerlerine doğru
kaldırmıştır. Dağ âdeta onların üzerine çökecekmiş gibi bir hal almış ve
korkunç bir manzara oluşmuştur. Nitekim A‘râf sûresi 171. ayette bu manzara daha açık bir
şekilde tasvir edilir. Fakat onlar, bunun ardından sözlerini fazla tutamamış,
iman ve itaat sözlerinden caymış ve hakikatten yüz çevirmişlerdir. Cenâb-ı Hak
ise, kullarına olan sonsuz lütfu ve merhameti gereği onları hemen
cezalandırmamış, bağışlamış, zaman zaman peygamberler göndermiş ve
kurtuluşlarını temin için ilâhî irşâdını devam ettirmiştir. Böyle olmasa idi,
hiçbirinin selâmete erme ihtimali kalmaz ve hepsi ziyan edenlerden olurdu.
Bunun en ibretli misali Ashâb-ı sebt’in başına gelenlerdir:
65. İçinizden Cumartesi günüyle ilgili avlanma yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. Bu yüzden onlara: “Aşağılık maymunlar olun” demiştik.
66. Bu cezayı, hem o devirde yaşayanlara hem de gelecek nesillere uyarıcı bir ibret, kötülükten sakınanlara da tesirli bir öğüt kıldık.
Bu
hâdise A‘râf sûresinin 163-167.
âyetlerinde daha tafsilâtlı olarak anlatılmaktadır. Gerekli açıklama orada
yapılacaktır. Burada sadece sözün akışı içinde yahudilere yapılan ihsanlar ve
onların buna nankörlükleri münâsebetiyle kısa bir hatırlatmada bulunulmuştur.
Âyette geçen “Sebt” kelimesi, Cumartesi günü mânasında bir isimdir. Bu güne
saygı sebebiyle “onu ibâdetle geçirmek ve diğer meşguliyetleri bırakmak” mânasını
da taşır. Burada bu mânada kullanılmıştır. Nitekim yahudiler, Cumartesi günü
bütün işlerini terk edip sadece Allah’a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Fakat
Cumartesi yasağını çiğneyip, o günde sahillerine bol miktarda akın eden
balıkları tutmuşlar ve bu sebeple ilâhî azaba uğramışlardı. Allah Teâlâ onlara:
“Aşağılık maymunlar olun” (Bakara
2/65) buyurmuştu. Müfessirlerimizin çoğuna göre, âyetin ifade buyurduğu
zâhirî mânaya nazaran, onlar sûret değişikliğine uğrayarak tam anlamıyla
maymuna çevrilmişlerdir. Mücahid ve onun izinden giden diğer tefsircilere göre
ise, bu hüküm temsilî olup, onlar akıl, mantık, huy ve ahlâk bakımından
maymunlar gibi olmuşlardır. Gerçekten de bu dikkat çekici hâdise, o zamanda
yaşayanlar ve sonradan gelenler için son derece ibret verici ve Allah’ın emrine
karşı gelmekten sakındırıcı bir keyfiyete sahiptir. Allah’tan korkanlar için de
oldukça tesirli bir öğüttür.
Şimdi
de sûreye ismini veren ve İsrâiloğulları’nın şahsiyetleriyle alakalı bir takım
yönleri aydınlatan ibretli “Bakara Kıssası” geliyor:
67. Bir zamanlar Mûsâ kavmine: “Allah size bir inek kesmenizi emrediyor” demişti. Onlar: “Sen bizimle alay mı ediyorsun?” dediklerinde ise Mûsâ: “Câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım” demişti.
68. Onlar: “Bizim için Rabbine dua et de kesilecek ineğin özelliklerini bize iyice açıklasın” dediler. Mûsâ da: “Allah onun ne çok geçkin ne de çok genç, ikisi arası orta yaşta dinç bir sığır olmasını istiyor” dedi.
69. Bunun üzerine: “Bizim için Rabbine dua et de onun renginin nasıl olacağını bize bildirsin” dediler. Mûsâ da: “Allah onun, bakanlara sürûr verecek parlak renkte sapsarı bir inek olmasını istiyor” dedi.
70. Yine onlar: “Bizim için Rabbine dua et de onun nasıl olacağını bize daha açık seçik bildirsin. Çünkü bize göre bütün inekler birbirine benziyor. İnşallah, istenen ineği buluruz” dediler.
71. Mûsâ: “Allah onun yer sürmek ve ekin sulamak üzere boyunduruğa vurulmamış, her ayıptan temiz, hiçbir lekesi, alacası olmayan bir inek olmasını istiyor” dedi. Onlar: “İşte şimdi doğruyu anlattın” dediler ve hemen onu bulup kestiler. Fakat az kalsın kendilerine emredilen şeyi yapmayacaklardı.
Mısır’da
uzun bir müddet ikamet eden İsrâiloğulları, Hz. Mûsâ’nın zuhuruna kadar geçen
zaman içinde, orada yaygın olan hayvanlara ibâdet ve onları kutsal sayma
inancının tesirinde kalmışlardır. Nitekim Mısır’dan çıkıp denizi geçtikten
sonra, kendilerine ait putlara tapan bir kavme rastladıklarında: “Ey Mûsâ!
Bize de onların ilâhları gibi bir ilâh yapıver!” demişlerdi. (bk. A‘râf 7/138) Sonra Hz. Mûsâ’nın Tûr dağında
bulunduğu sırada Sâmirî’nin yaptığı altın buzağı heykeline tapmaya
başlamışlardı. (bk. A‘râf 7/152; Tâhâ
20/85-96) Zira “inkâr etmeleri yüzünden kalplerindeki buzağı sevgisi
iliklerine işlemişti.” (Bakara 2/93) Bu bakımdan onlar henüz ineği mukaddes
bir hayvan görüyor ve onun kesilmesinin mümkün olabileceğini düşünemiyorlardı.
Aynı gerekçe ile Hz. Mûsâ’nın bir inek kesme teklifine karşı “Sen bizimle alay
mı ediyorsun?” (Bakara 2/67) demişlerdi. Bundan itibaren emre hemen imtisal
etmeyip, kesilecek sığırın mâhiyeti, yaşı, rengi ve diğer özellikleri hakkında
üst üste sualler sormaları da onu kesmek istememelerinden kaynaklanıyordu.
Nitekim 71. ayetin sonundaki “fakat az kaldı kendilerine emredilen şeyi
yapmayacaklardı” beyânı, onu istemeye istemeye kestiklerini göstermektedir.
Bütün bu gerçekler göz önüne alındığında, Allah Teâlâ’nın İsrâiloğullarına,
putperest milletlerden öğrendikleri ineği kutsal sayma ve ona tapma inançlarını
yıkıp temizlemek için bir inek kesmelerini emrettiği anlaşılmaktadır.
İsrâiloğulları,
bu hususta ilâhî emir gelir gelmez ona itaat etseydiler, sıradan herhangi bir
ineği kesmekle mesuliyetten kurtulmuş olacaklardı. Fakat sual sordukça
teferruatın ve istenen özelliklerin artmasına ve yapılacak işin daha da zor
hâle gelmesine sebep olmuşlardır. Bu kıssada, insanların din mevzuunda
kendilerine fayda sağlamayacak şekilde fazla soru sormalarının yararlı ve uygun
olmadığına, soruların teferruatı arttıracağına ve işleri güçleştireceğine de
bir işaret bulunmaktadır. Nitekim âyet-i kerîmede:
“Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde sizi sıkıntıya sokacak
hususlarda soru sormayın” (Mâide 5/101) buyrulmuştur.
Sığırın kesilme talebenin esas hikmetini açıklamak
üzere şöyle buyruluyor:
72. O vakit siz bir insan öldürmüş, bu konuda münâkaşa edip suçu üzerinizden atmaya çalışmıştınız. Halbuki Allah, gizlediğiniz şeyleri mutlaka açığa çıkaracaktı.
73. “Kestiğiniz ineğin bir parçasıyla öldürülen kişiye vurun” dedik. İşte Allah, aklınızı çalıştırmanız için ölüleri böylece diriltir ve size âyetlerini gösterir.
74. Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı da taş kesildi, hatta taştan daha katı oldu. Çünkü öyle taşlar vardır ki bağrından ırmaklar çağlar. Öylesi de vardır ki, çatlar da arasından sular akar. Bazısı da Allah korkusundan yuvarlanıp düşer. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.
Rivayete
göre Hz. Mûsâ zamanında hayli zengin ve yaşlı bir yahudi vardı. Çocuğu da
yoktu. Kardeşinin çocukları ise oldukça fakir ve çaresiz bir durumda idiler.
Amcalarının mirasına ve kan bedeline göz diken bu çocuklar, onu öldürüp bir
tarafa attılar. Cinayeti de bir masumun üstüne yıkmaya çalıştılar. Katilin
bulunamaması yüzünden toplumda neredeyse silahlı mücadeleye kadar varacak bir
gerginlik doğdu. Hâdise Hz. Mûsâ’ya bildirilerek kendisinden bir çözüm bulması
istendi. O da Allah’tan aldığı vahye uygun olarak bir inek kesmelerini ve
bunun bir parçasıyla maktulün cesedine vurmalarını emretti. Denilenin
yapılması üzerine maktul dirildi ve kendisini öldürenin kimliğini açıkladı. (Taberî,
Câmi‘u’l-beyân, I, 507) Bir mûcize eseri olarak ölünün dirilmesiyle bir
yandan adâlet yerini bulup ihtilâf ortadan kalkarken bir yandan da yüce
Allah'ın ölüleri diriltmeye muktedir olduğu gösterilmiş oldu.
Aslında
ineğin kesilmesi ile birlikte İsrâiloğulları’nın kalplerinde bulunan ineği
kutsal sayma düşüncesi ve ona karşı duyulan sevginin de kesilip ortadan
kalkması gerekirdi. Gönüllerin tam mânasıyla Allah’a yöneltilmesi lazım
gelirdi. Ayrıca Allah’ın kudretini ve ölüleri dirilteceğini gösteren bir mûcize
olarak ölünün diriltilmesi de, İsrâiloğulları’nın imanlarını pekiştirmeli ve
kalplerini rakîk bir hale getirmeliydi. Bu gibi hadiselerden sonra onlardan bu
beklenirdi. Fakat böyle olmadı. Tam aksine kalpleri taş gibi katılaştı, hatta
taştan daha katı hâle geldi. Onlar, kalplerinin mukayese edildiği taşı daha
önceden tanıyorlardı. Taştan on iki pınarın fışkırdığını, Allah tecelli edince
dağın lime lime eridiğini ve Mûsâ’nın yere düşüp bayıldığını onlar bizzat
görmüşlerdi. Onların kalpleri ise bu taştan daha katıdır. Bütün olan bitene
rağmen bir türlü yumuşamamakta, ilâhî korku ile titrememekte ve takvâ
hisleriyle harekete geçememektedir. Bunlar, hayat emâreleri azalmış son derece
kuru, çorak ve katı kalplerdir.
İşte
İsrâiloğulları’nda sembolleştiği üzere kâfirlerin kalpleri, katılıkta mesel
hâline gelmiş taştan daha katıdır. Âyet bunun gerekçelerini şöyle
sıralamaktadır: Çünkü öyle taşlar vardır ki ondan tabiî veya teknik usullerle
gürül gürül ırmaklar fışkırır. Kâfir kalpler ise hiçbir şeyden etkilenmez ve
kendilerinden hiçbir mârifet fışkırmaz. Öyle taşlar vardır herhangi bir
etkilenme ile çatlar da aralarından sular akar; akmasa da süzülür, sızar. Kâfir
kalplerde böyle bir çatlama ve sızma da yoktur. Bazı taşlar da vardı ki yağmur,
kasırga, zelzele gibi ilâhî kudretin eseri olan olaylardan etkilenerek, Allah
korkusundan yerinden oynar, düşer, yuvarlanır. Halbuki kâfir kalpler, bu kadar
ayan beyân olan ayetler ve kesin açıklamalar karşısında bile zerre kadar tesir
altında kalmaz, teşvikten ve korkutmadan etkilenmez. Hâsılı taşlar bile Allah Teâlâ’nın
kendileri için koyduğu kanunlara uygun hareket edip bereketli ve faydalı
olabilirken, böyle katı kalplerin sahipleri Allah’ın emirlerine kayıtsız
kalarak ne kendilerine ne de başkalarına faydalı olabilmektedirler. Halbuki
Allah her şeyden haberdardır ve hiçbir şeyden gâfil değildir.
Allah
Resûlü (s.a.s.), kalp katılığına karşı bizleri uyararak şöyle buyurur: “Allah’ı
anmanın dışında çok konuşmayın. Çünkü Allah’ı
anmanın dışınıda sözün çokluğu kalp katılığına sebep olur. İnsanların Allah’tan
en uzak olanı ise, kalbi katı olandır.” (Tirmizî, Zühd 62)
Bu
bakımdan göz yaşarmaması, kalp katılığı, bitmek bilmeyen arzular ve dünyaya karşı
aşırı tamah bedbahtlık alâmeti olarak kabul edilmiştir.
Şu
hâdise, cansız diye bilinen varlıkların uyanıklığı ile inkârda Ebû Cehilleşmiş
kâfirlerin gafletini izah sadedinde çok mühimdir:
Ebû
Cehil, birgün Peygamberimiz (s.a.s.)’i aklınca imtihân etmek istedi. Ellerine
taşlar alarak Resûlullah (s.a.s.)’in yanına geldi ve:
“-
Bil bakalım, avucumda ne var? Gerçekten peygambersen ve sahiden göklerin
ardındaki sırlardan haberdâr isen, bu kadar yakınındaki şeyleri de hemen bilmen
lâzım!..” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.):
“-
Avucunun içindekileri ben mi söyleyeyim, yoksa onlar mı benim hak peygamber
olduğuma şehâdet ederek konuşsunlar? Kudretullâh için senin avucundakileri dile
getirmek çok basittir. Rabbim dilerse, bütün cansızlar canlanıp insan gibi
konuşurlar. Esasen onlar, Allah’ın kudret ve azameti hakkında gönül sahiplerine
nice sırlar ifşâ ederler. Fakat elbette sen ve senin gibi gâfiller, onların
dilinden ve hâlinden anlayamaz!..” dedi.
Peygamberimiz
(s.a.s.) böyle söylerken, taşlar bir bir dile geldiler. Kelime-i şehâdet
getirdiler. Ebû Cehil, bu hâlden korktu, ürktü. Taşlar, elinden düştü. Nasipsiz
bedbaht, iman edip kurtuluşu seçeceği yerde: “Yalan, yalan!” diye haykırdı.
Sonra da:
“–Yeryüzünde
seninle başa çıkabilecek bir sihirbaz olamaz!” dedi. Bu küfür tezâhürleri ile,
kendisine kıyâmete kadar buğz edilecek kâfirlerin en mel’ûnu oldu. İlâhî
rahmetten ebedî olarak uzaklaştırıldı. (bk. Mesnevî, 2154-2161.
beyitler)
İmam
Kuşeyrî (r.a.), âyete bahsedildiği üzere maktûlün diriltilip kâtilinin kim
olduğunu söyleyebilmesi için ineğin kesilmesinin emredilmesinde şöyle bir işârî
mâna olduğunu söyler: “Kalbini mânen ihyâ etmek isteyen kimse, buna ancak
nefsini boğazlamakla erişebilir. Kim mücâhedelerle nefsini boğazlarsa, kalbini
müşâhede nurlarıyla diriltmiş olur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 52)
Bu
bakımdan müslümanların, kalpleri böylesine taşlaşmış kişilerin hemen doğru yola
gelmelerini beklemeleri boşunadır:
75. Ey mü’minler! Şimdi onların size inanacaklarını mı bekliyorsunuz? Halbuki onlardan bir grup var ki, Allah’ın kelâmını işitirler de, düşünüp anladıktan sonra onu bile bile bozup değiştirirler.
Medine’de
müslüman olan bazı kimseler, mevcut tecrübe ve birikimleri ışığında İslâm’ın
getirdiği itikat, ibâdet, muamelât ve ahlâka dair emir ve yasakları daha rahat anlayabilecek
olan yahudilerin hemen İslâm’a girebileceklerini düşünüyorlardı. Âyet-i kerîme
bu düşüncenin yerinde olmadığını ifade buyurmaktadır. Zira onların doğru yola
ermelerine mâni olan başka mânevî hastalıklar ve kalbî marazlar vardı.
Hakîkatleri bilmek, imansızlık düğümünü çözmeye yetmiyordu. Onlardan bir grup,
özellikle âlimleri, Allah’ın kelâmı olan Tevrât’ı okuyor, dinliyor, anlıyor
fakat oradaki gerçekler istikâmetinde hareket edecek yerde, tam aksine o
gerçekleri bile bile tahrife yelteniyorlardı. Hakikatleri tersyüz ediyorlardı.
Bunu ya Tevrat nüshasının bizzat metnini ve lafzını değiştirip bozarak veya
metin aynen kaldığı halde yanlış tefsir ederek yapıyorlardı. Onlar, bilhassa
Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’in peygamberliğiyle alâkalı haberleri ve recim
gibi bir kısım hukûkî hükümler ihtivâ eden âyetleri değiştiriyorlardı. Bu
şekilde hem kendilerini, hem de hitap ettikleri kitleleri doğru yolu gösteren vesilelerden
uzaklaştırıyorlardı. Dolayısıyla kendi kitaplarını bile tahrif edecek kadar
ileri giden yahudilerin, dünyevî menfaatlerine âlet ettikleri dinlerini terk
ederek İslâm’a gelmeleri gerçekten zor bir durumdur.
Zira
onlar:
76. İman edenlerle karşılaştıklarında “İnandık” derler. Birbirleriyle baş başa kaldıklarında ise: “Yarın Rabbinizin katında aleyhinizde kuvvetli bir delil olarak kullansınlar diye mi Hz. Muhammed hakkında Allah’ın size açıkladığı gerçekleri onlara anlatıyorsunuz? Hiç akıl erdirmiyor musunuz?” derler.
77. Yoksa onlar bilmiyorlar mı ki, Allah, gizlediklerini de açığa vurduklarını da elbette bilir.
Rivayete
göre bir kısım yahudiler, aynen münafıklar gibi, müslümanlarla
karşılaştıklarında iman ettiklerini söylerlerdi. Ayrıca Tevrat’ta ifade
edildiği şekilde Peygamberimizin nübüvveti ve vasıfları hakkında, diğer
taraftan atalarının isyanları sebebiyle uğradıkları musibetler ve çektikleri
cezalar hususunda müslümanlara bilgi verirlerdi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 525) Daha sonra bir araya geldiklerinde ise özellikle âlimleri, yapılan bu
işin doğru olmadığını, verilen bu bilgilerin müslümanlar tarafından hem dünya
hem de âhirette yeri geldiğinde aleyhlerinde delil olarak kullanılabileceğini,
dolayısıyla bunun da kendileri hakkında pek hayırlı netice husûle
getirmeyeceğini söylerlerdi. Halbuki Allah, onların gizledikleri ve
açıkladıkları her şeyi bilmektedir. Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)’e
vahyetmek sûretiyle her hususta gerekli olan bütün bilgileri bizzat kendisi
vermektedir. Dolayısıyla onların vereceği bilgiye müslümanların bir ihtiyacı
yoktur. Ayrıca içlerinde gizledikleri nifak ve küfürleri sebebiyle de onlara
hak ettikleri cezayı verecektir.
Ehl-i
kitabın âlimlerinin hali böyledir. Cahillerinin durumuna gelince:
78. Onlardan bir kısmı ümmîdir; kitabı bilmezler. Bütün bildikleri kulaktan dolma şeyler, bir takım kuruntulardır. Onlar sadece yanlış fikirlere kapılmışlardır.
Yahudilerin
şüphesiz hepsi okur yazar ve kitabı bilen kimseler değildi. Onlardan önemli bir
kısmı ümmî idiler; okuma yazma bilmez ve kitabı anlamazlardı. Kendi dinleri ve
kitapları hakkında bile yeteri bilgiye sahip değillerdi. Bütün bildikleri
sağdan soldan duydukları boş saplantılar, kendiliklerinden ürettikleri asılsız
hayal ve kuruntulardan ibaretti. Dolayısıyla bilgiye dayalı olarak doğruyu
yanlıştan ayırıp, şuurlu bir tutum ve davranış içinde olmak yerine sadece
zanlarının peşinden koşar, yanlış fikirlere kapılırlardı. Bütün yaptıkları zan
ve taklitten başka bir şey değildi. Bunların vebâli de, kendilerine gereken
bilgileri doğru bir şekilde öğretmeyen, hata onları yanlış yönlere yönlendiren âlimlere
aittir. Fakat onların yaptıkları yanlarına kar kalmayacaktır. Zira Yüce Allah,
dinî gerçekleri tahrife yeltenenleri şu şekilde uyarmaktadır:
79. Yazıklar olsun şu kimselere ki, kitabı kendi elleriyle yazarlar, sonra da küçük bir dünya menfaati için: “Bu Allah tarafından gönderilmiştir!” derler. Yazıklar olsun elleriyle yazdıkları yüzünden onlara, yazıklar olsun kazandıkları yüzünden onlara!
Yahudi
âlimleri, dinî mevzularda kitaplar yazıyor ve burada serdettikleri şahsi görüşlerinin
Allah’tan gelen dini hakikatler olduğunu söylüyorlardı. Böylece sözlerine
kutsallık kazandırıp bu yolla insanlar üzerindeki tesirlerini artırmaya ve
onları daha kolay sömürmeye çalışıyorlardı. Niyetleri halkı dinî mevzularda
aydınlatmak değil, onları bir sömürü aracı olarak kullanmaktı. Bundan dolayı
âyet-i kerîme onları sert bir dille tehdit etmekte, onlar gibi davranacak diğer
insanları da ciddi mânada uyarmaktadır. Âyetin iniş sebebi ile alakalı şöyle
bir rivayet nakledilir:
Yahudiler,
Resûlullah (s.a.s.)’in kendi kitaplarındaki vasfını değiştirdiler. Kitaplarında
o, orta boylu, esmer olarak zikredilirken onu buğday benizli, düz saçlı ve uzun
boylu yaptılar. Arkadaşlarına ve kendilerine tâbî olanlara da: “Ahir zamanda
gönderildiğini iddia eden şu peygambere bakın; kitabımızda zikredilen vasıflara
uymuyor” dediler. Yahudi âlimlerinin,
diğer yahudiler için sözkonusu olmıyan bir takım menfaatleri vardı. Peygamberimiz
(s.a.s.)’in kitaplarında beyân edilen gerçek vasıflarını açıkladıkları takdirde
bu menfaatlerinin elden gideceğinden korkmuş ve onu değiştirmişlerdir. (Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 29)
Bununla
birlikte yaptıkları kötülüğün kendilerini cehenneme götürecek büyüklükte bir
günah olduğunu bildiklerinden içlerini rahatlatmak üzere şöyle asılsız bir
kuruntunun ardına sığınmaya çalışmışlardır:
80. Bir de: “Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmayacak” dediler. Onlara şöyle de: “Bu konuda Allah’tan bir teminat mı aldınız? Eğer öyleyse ne âlâ, zira Allah verdiği teminattan asla dönmez. Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?
Yahudilerin,
cehenneme girmeyecekleri, girseler de kendilerine ateşin ancak sayılı birkaç
gün dokunabileceği yönünde bir inançları vardı. Âyet-i kerîmeler, onların bu
inançlarının aslı olmadığını ve bunun tamâmen kendiliklerinden uydurdukları bir
kuruntu olduğunu haber vermektedir. Âyette geçen “sayılı günler”le alâkalı
olarak farklı izahlar yapılmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir:
Peygamber
Efendimiz (s.a.s.) Medine-i Münevvere’ye geldiğinde yahudiler: “Bu dünya hayatı
yedi bin senedir. İnsanlar âhirette, dünyadaki her bin sene için âhiret
günleriyle bir gün azâb olunacaklardır. Bu da sadece yedi gün demektir ki bu
yedi günün sonunda azap kesilecek ve sona erecektir” diyorlardı. Bunun üzerine
bu âyet nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 30; Kurtubî, el-Câmi‘,
II, 10) Yahudilerin, âhirette kendilerine dokunacak azâbın ancak buzağıya tapındıkları
gün sayısınca yani sadece 40 gün olacağını iddia ettikleri ve bu âyetin bu
sebeple nâzil olduğu rivayeti de vardır. Yine onlar, Tevrat’ta, “cehennemin 40
yıllık yürüyüş genişliğinde olduğu, yahudilerin bir günde bir yıllık yol
katederek cehennemi kırk günde geçecekleri ve böylece cehennemdeki kalışlarının
sona ereceği” yazılı olduğunu iddia etmişlerdir. (Kurtubî, el-Câmi‘, II,
10)
Halbuki
gerçek şudur:
81. Hayır! Kim bir günah işler, günahı onu çepeçevre kuşatır da kâfir olarak ölürse, işte onlar ateşe arkadaş olmuş kimselerdir, orada onlar ebedî kalacaklardır.
82. İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, onlar cennet yârânıdırlar, onlar da orada ebedî kalacaklardır.
Cehennemden
kurtulup cennete girebilmek, bir kısım hayal ve kuruntuların peşinden
sürüklenmekle değil, Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmek ve
yasaklarından tamâmen kaçınmakla mümkün olabilecektir. Dinin tâlimatlarını
dikkate almayıp, günahlara batan ve günahlardaki ısrarı sebebiyle tevbe imkânı
bulamayıp küfür üzere ölenler, cehenneme girecek ve orada ebedi kalacaklardır.
Zerre kadar imanı olanlar ise, affedilmeyen günahları karşılığında ateşte
yansalar da neticede bir kurtuluş kapısı bulacaklardır. Dinin tâlimatlarına
uygun yaşayanlar ise cennete girecek ve orada ebedi kalacaklardır. Nitekim bu
mevzuya temas eden âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Gerçek, ne sizin boş temennîleriniz ne de Ehl-i kitabın asılsız
kuruntularına bağlıdır. Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını
görecek ve Allah’tan başka da ne bir dost ne de bir yardımcı bulamayacaktır.
İster erkek ister kadın olsun, kim mü’min olarak sâlih ameller işlerse, işte
onlar cennete girecek ve hurma çekirdeğinin küçücük oyuğu kadar bile haksızlığa
uğramayacaklardır.” (Nisâ 4/123-124)
Allah
Teâlâ’nın İsrâioğulları’ndan aldığı bir diğer söz de şudur:
83. Hani biz, İsrâiloğulları’ndan: “Sadece Allah’a kulluk edeceksiniz, ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilikte bulunacaksınız!” diye söz almış ve: “İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı hakkıyla kılın, zekâtı verin!” diye emretmiştik. Sonra sizden pek azı müstesna, sözünüzden döndünüz ve hâlâ yüz çevirmeye devam ediyorsunuz.
Bu âyette hitap, başta olduğu gibi yeniden İsrâiloğulları’na
yöneltilmiş, doğru yoldan sapmalarına yeni örnekler verilmiş ve atalarının
isyânı üzere devam ettiklerine dikkat çekilmiştir. Hâl-i hazırdaki yahudilerin
kötü vasıflarından bahsedilerek, onların çirkin işleri ve sözleri çeşitli vesilelerle
beyân edilmiştir. Öyle ki, artık onların îman edeceğine kimsenin ümîdi
kalmamıştır. Bu sûrede sayılan kötü vasıfların bir kısmı muhatap alınan yahudilere
ait iken, bir kısmı da atalarıyla, hıristiyan ve putperestler arasında ortaktır.
Âyette ifade edilen ve yahudilerden söz
alındığı bildirilen maddeler, aynı zamanda İslâm’ın da esasları ve hükümleri
arasında yer alır. (bk. Nisâ 4/36; En‘âm 6/151-153; İsrâ 17/23-39; Tirmizî, Tefsir
17/3144; Nesâî, Tahrîmü’d-Dem 18/4075)
“Sadece Allah’a kulluk yapılması” emri aslında
bütün insanlara yöneliktir ve onlar bunun için yaratılmışlardır. (bk. Enbiyâ
21/25; Nahl 16/36) Allah’a ait olan bu hak, hakların en üstünü ve en yücesidir.
Sonra diğer varlıkların hakları gelir. Yaratıklar içinde ise en mühim hak, anne-babaya
âittir. Bu sebeple Kur’ân’ın pek çok yerinde ve hadis-i şeriflerde Allah’ın
hakkı olan “şirk koşmamak”tan hemen sonra anne-baba hakkı zikredilir. Cenâb-ı
Hak bizi yaratmış, anne-babamız da dünyaya gelmemize vâsıta olmuş, büyük bir
ihtimamla bizi büyütüp terbiye etmiştir. Dolayısıyla, âlimlerin çoğunluğu,
kâfir bile olsa, şirk koşmayı emretmediği müddetçe, anne-babaya hürmet ve itaat
etmenin zarûrî olduğu hususunda aynı fikirdedirler.
Anne-babadan sonra akrabaya iyilik gelir.
Dinimiz sıla-i rahim denilen akrabayla münâsebetleri devam ettirip onlara
yardımda bulunmayı ısrarla teşvik etmiş ve bu konuda vazgeçilmez haklar ve sorumluluklar
koymuştur. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), “Allah’a ve âhiret gününe inanan
kimse akrabasına iyilik etsin” buyurmuştur. (Müslim, İman 74, 75) “Beni
cehennemden uzaklaştırıp cennete götürecek davranışı haber ver” diyen birine
Efendimiz (s.a.s.): “Allah’a kulluk edip O’ndan başkasına ilâh diye
tapmazsın, namazı gerektiği gibi kılar, zekâtı tam olarak verir ve akrabanı
koruyup gözetirsin” telkininde bulunmuştur. (Buhârî, Edeb 10; Müslim, İman
14) Bir sahâbînin: “Ya Rasûlallah! Benim akrabam var. Ben kendilerini ziyaret
ediyorum, onlar gelip gitmiyorlar. Ben onlara iyilik ediyorum, onlar bana
kötülük ediyorlar. Ben onlara anlayışlı davranıyorum, onlar bana kaba
davranıyorlar” demesi üzerine de Af ve Rahmet Peygamberi (s.a.s.): “Sen
böyle davrandıkça Allah’ın yardımı seninledir” buyurmuştur. (Müslim, Birr
22)
Yetimler, kendilerine bakacak babaları olmayan
küçük çocuklardır. Yetimlere iyilik ve yardımda bulunmak çok önemli bir içtimâî
ibâdettir. Bu sebeple pek çok âyet ve hadiste insanlar yetimlere bakmaya teşvik
edilirler.
Yoksullar ise, kendileri ve âileleri için
harcayacak bir şey bulamayan kişilerdir. Cenâb-ı Hak, yoksullara en güzel
şekilde davranmayı, onlara iyilikte bulunmayı emretmektedir.
Cenâb-ı Hak, daha sonra insanlara güzel ve
istifade edilecek söz söylemeyi, yumuşak ve tatlı bir lisanla konuşmayı, ince,
kibar ve nâzik olmayı, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamayı insanların
kusurlarını affedip olabildiğince müsamahalı davranmayı emretmektedir.
Şâir, Allah’ın sevgili kulu olması gereken
müslümanın ağzına iyi sözden başkasının yakışmayacağını ince bir nükte ile
şöyle dile getirir:
“Düşmez leb-i şîrînine yârin
sühân-i telh
Helvâcı dükânında piyâzın yeri
yoktur.” (Nâbî)
“Sevgilinin tatlı dudaklarına acı söz söylemek
hiç de yakışmaz. Helvacı dükkanında soğanın veya piyazın ne işi var?”
Cenâb-ı Hak, insanlara iyi davranmayı
emrettikten sonra, yine insanlara güzel söz söylemeyi emrederek uygulamalı ve sözlü
iyiliği büyük bir uyum içinde bir araya getirmiştir. Yani insan hem diliyle hem
de uygulamalarıyla iyilik üzere olmalı, devamlı iyilik düşünüp iyilik konuşmalı
ve herkese güzel muamele etmelidir. Daha sonra âyette, Allah’a ibâdetle
insanlara iyilik mevzûları birer misalle müşahhas hâle getirilerek namazın doğru
kılınması ve zekâtın verilmesi emredilmiştir.
Allah Teâlâ, İsrâiloğullarından bu şekilde söz
almış, ancak onlar, pek azı hâriç, verdikleri sözlerinden dönmüşlerdir. Sonradan
gelen yahudiler de atalarının izini tâkip ederek aynı isyan hâlini devam
ettirdikleri için, hitap onlara yöneltilerek; “Sözünüzden döndünüz!” (Bakara
2/83) buyrulmuş ve geçmişlerin yanlış davranışı bunlara da nispet edilmiştir.
En son gelen ve “devamlılığ”a delâlet eden
isim cümlesiyle de yahudilerin, ataları gibi sözlerinden dönmeye devam
ettikleri ve bu kötü davranışı âdet hâline getirdikleri ifade edilmektedir. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 78; Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî,
I, 310)
Hatta yahudiler insanlara verdikleri sözlerden
döndükleri gibi doğrudan doğruya kendi hayatlarıyla alâkalı sözleri husûsunda
da aynı şekilde davranmaktadırlar. Bunu açıklama sadedinde şöyle buyrulur:
84. Yine bir vakit sizden “Haksız yere birbirinizin kanını dökmeyecek; kendinizden olan insanları yurdunuzdan çıkarmayacaksınız!” diye kesin söz almıştık. Bu konuda siz de kesin taahhütte bulunmuş, bunu kabul etmiştiniz. Nitekim bugün de aynı şehâdette bulunursunuz.
“Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz!” ifadesi şu mânaya
gelir: “Kendi milletinizden olan insanları, akrabalarınızı ve din
kardeşlerinizi öldürmeyin! Haksız yere adam öldürüp, buna karşılık kısas
edilerek kendi canınıza kıymayın! Bir de kanınızı mübah kılacak günahlar
işlemeyin!”
İsrâiloğulları,
Tevrat’ta mevcut olan ilâhî ahdi bildikleri için bu konuda Allah’a verdikleri
sözü ikrar etmişlerdir. Bunun kesinlikle kendilerinden alınan bir söz olduğunu
itiraf etmişlerdir. Önceki yahudiler, bu sözü kabul ederken birbirlerine şâhit
olmuşlardı. Bugünküler de o sözün ikrar edildiğine şâhitlik yaparlar.
Bu
ve devam eden âyet-i kerîmelerde geçmişle hâl iç içe sunulmakta, böylece geçmiş
hâdiseler adeta şimdiki hâle getirilmekte ve hâl geçmişe girmekte, böylece
tarih mânasız bir hâdiseler yığını olmaktan çıkıp, devam eden tesirleriyle hâlâ
yaşanan ve ibret veren bir hayat olmaktadır. Ayrıca, burada anlatılan geçmiş olayların
kahramanları ile, âyetlerin indiği anda yaşanan olayların kahramanları aynı
karakterde birleşmekte, dolayısıyla geçmişten hâle bütün olaylar aynı
karakterdeki kişiler etrafında dönmektedir. Böylece kuru tarihî hâdislerden
ziyâde karakterler, niyetler, sıfatlar, tutum ve davranışlar öne çıkarılmakta, olaylar
bu aslî unsurun ortaya çımasına yardımcı olan vasıta mevkiinde tutulmaktadır. Kur’ân-ı
Kerîm, kıssaları ve tarihî olayları anlatırken bu etkileyici üslûbu fevkalâde
başarılı bir şekilde kullanmaktadır. (bk. Ünal, s. 56)
Ancak
yahudiler yine sözlerinde durmamış, Allah’a verdikleri söze uymamış ve
birbirlerini öldürmeye, yurtlarından çıkarıp sürgün etmeye ve kardeşleri
aleyhine başkalarıyla ittifak kurup kötülük üzere yardımlaşmaya davam
etmişlerdir:
85. Siz öyle kimselersiniz ki, bütün bunlardan sonra hâlâ birbirinizi öldürüyor, içinizden bir kısmını yurtlarından çıkarıyor, onlara karşı kötülük yapmada ve düşmanlık etmede birbirinizi destekliyorsunuz. Düşman elinde size esir olarak geldiklerinde ise fidye verip onları kurtarmaya kalkıyorsunuz. Halbuki onları yurtlarından çıkarmak size baştan haram kılınmıştı. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rezillik; kıyâmet gününde ise en şiddetli azaba uğratılmaktır. Allah yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.
Medine’de
Araplardan Evs ve Hazrec kabileleri bulunuyordu.
Bunlar putlara tapıyorlardı. Aralarında son derece şiddetli bir düşmanlık hüküm
sürüyordu. Ayrıca, Medine’de yirmibir yahudi kabilesi bulunuyordu. Bunlardan
bir kısmı Evs’le, diğerleri de Hazrec’le anlaşmıştı. Evs ile Hazrec savaşa
tutuştuğunda, yahudiler de müttefiklerinin yanında yer alır ve birbirleriyle
savaşırlardı. Böylece dindaşlarını öldürür, kendi müttefikleri galip
geldiğinde, karşı taraftaki yahudileri esir alır, yurtlarından sürer, mallarını
da yağma ederlerdi. Halbuki Allah Teâlâ, bütün bunları yasaklamıştı. Savaş
bitince de karşı tarafa esir düşen dindaşları için fidye verip onları kurtarırlardı.
Bu da Allah’ın onlara emri idi.
Yine
bir yahudi kabilesi, diğer yahudi kabilesinden savaş esiri aldığında, onları
ancak fidye karşılığında serbest bırakıyor ve kitapta buna izin verildiğini
söyleyerek kendilerini haklı çıkarmaya çalışıyordu. Fakat onlar, kitaplarının
kendi kardeşleriyle savaşmamaları husûsundaki emrine uymuyorlardı. İşte Cenâb-ı
Hak, yahudilerin bu tür çelişkilerine dikkat çekerek: “Yoksa siz, kitabın
bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara 2/85) buyurmaktadır.
Böyle
Allah’ın emrine itaat etmeyen isyankârların âkıbeti, dünyada rezil rüsvâ olmak,
âhirette de daha şiddetli bir azâba mâruz kalmaktır. Nitekim Medine’deki yahudi
kabileleri, ihânetleri sebebiyle kimi sürülerek, kimi de katledilerek dünyadaki
rezilliği tatmışlardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanların yaptığı her şeyi görüp
bilmektedir. O’nun ilminden hiçbir şey gizli kalmaz. Bütün söz ve fiilleri
kaydeder ve tam bir adâletle karşılığını verir:
86. İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu sebeple ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir.
Yahudilerin
dünya ve âhirette azâba uğratılmalarının en mühim sebebi, âhireti fedâ ederek
dünyevî bir takım menfaatlerin peşine düşmeleridir. Onlar, ölüm ve ötesini
düşünmez, âhiret için hazırlık yapmazlar. Bilâkis üç günlük dünya için her
türlü fenâlığı yapar, beş on kuruş için Allah’ın kitabını bile tahrif ederler.
Bir de kalkar, “Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmayacak” (Bakara
2/80) derler.
Böyle
davrananlardan azabın kaldırılması bir tarafa, hafifletilmez bile. Onlara
hiçbir sûrette yardım da edilmez. Çünkü hiçbir mâzeretleri kalmadığı gibi, işledikleri
cürümler de had safhaya ulaşmıştır:
87. Hiç şüphesiz biz Mûsâ’ya kitabı verdik ve ondan sonra birbiri ardınca peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da apaçık mûcizeler lûtfettik ve onu Rûhu’l-Kudüs ile destekledik. Ama size ne zaman bir peygamber gelip de nefislerinizin hoşlanmayacağı, hevâ ve hevesinize hizmet etmeyecek hükümler getirdiyse, hemen büyüklük taslayarak, kimini yalanlayıp kimini de öldürüyordunuz, öyle değil mi?
Cenâb-ı
Hak, İsrâîloğulları’na bir nimet olarak Mûsâ (a.s.)’ı gönderdi ve ona Tevrat’ı
verdi. Ondan sonra da pek çok peygamberler lutfetti. Bunlar Dâvûd, Süleyman,
Uzeyr, İlyâs, Elyesa‘, Yûnus, Zekeriyya, Yahyâ ve diğerleriydi. Daha sonra da
Îsâ (a.s.)’ı gönderip ona inkâr edilmesi mümkün olmayan apaçık mûcizeler
lûtfetti. Onu Rûhu’l-Kudüs ile destekleyip kuvvetlendirdi.
“Rûhu’l-Kudüs”
kelime olarak fevkalâde temizlik, nezahet, bereket rûhu ve mukaddes ruh mânalarına
gelip, Cebrâil (a.s.)’ın bir ismidir. (bk. Nahl 16/102; Şuarâ 26/193; Meryem
19/17) Bu da gösteriyor ki, Rûhu’l-Kudüs, Hz. İsa’nın şahsiyetinden bir parça değil,
sadece onun destekleyicisidir. Şu hâlde hıristiyanların, Rûhu’l-Kudüs’ü, Îsâ (a.s.)’ın
öz şahsiyetinin bir parçası gibi tasavvur etmeleri, bâtıl bir inançtır.
Cebrâil
(a.s.), diğer peygamberlere de vahiy getirmiş olmakla birlikte Hz. İsa’ya daha
çok destek vermiştir. Hz. Meryem’e onun doğumunu müjdeleyen, Cebrâil (a.s.)’dır.
Hz. İsa, onun üflemesi ile doğmuş, onun terbiye ve desteğiyle büyümüş, her
nereye gittiyse Cebrâil (a.s.)’ı yanında bulmuştur.
Allah’ın
insanlara peygamber gönderme âdeti ve bilhassa bu konuda İsrâiloğullarına
yönelik lutufları hatırlatıldıktan sonra, Allah’a ve peygamberlerine isyanı
âdet hâline getiren yahudilerin inkâr ve zulümleri yüzlerine vurulmaktadır.
Cenâb-ı Hak onları azarlayarak ve yaptıkları çirkinlikleri ayıplayarak şöyle sormaktadır:
“Benim
peygamberlerim, sizin keyfinize uymayan ilâhî emirlerle geldiğinde, onlara tâbî
olmayı kibrinize yediremeyip kafa tutacaksınız, sonunda bir kısmını yalanlayıp
bir kısmını da öldürecek misiniz?”
İsrâiloğulları’nın
tarih boyunca yaptığı bundan ibarettir. Kendilerine gelen peygamberlere tâbî
olmamış, onları yalanlamış, kimine hayat boyu zulmetmiş, kimini de şehîd
etmişlerdir. Son Peygamber Resûlullah (s.a.s.)
gelince yine kibirlenmişler, onu yalanlamakla kalmayıp şehîd etmeyi bile
defalarca planlamışlardır. Zira bu âyet-i kerîmede, Peygamber Efendimiz’i
öldürme azminde olduklarına açık bir işaret vardır.
Yahudiler,
Cenâb-ı Hakk’ın bu tesirli irşâdına, acı tatlı hatırlatmalarına, îkaz ve
azarlamalarına karşı küstahça cevap verdiler:
88. Onlar Peygamber’e: “Bizim kalplerimiz örtülüdür, söylediklerini anlamıyoruz” dediler. Aslında gerçeklerin üzerini bilerek örtmeleri ve inanmamakta direnmeleri sebebiyle Allah onlara lânet etmiştir; bu yüzden pek azı iman eder.
Bu
âyetten 121. âyete kadar, yahudilerin isyankâr tavırları anlatılarak bunlar on
beş madde hâlinde sıralanmaktadır. (Draz, en-Nebe, s. 289-293)
Yahudiler,
tarihte olduğu gibi Peygamber Efendimiz
zamanında da inkâr ve inatlarını sürdürdüler. Kibir, inat ve önyargıyla hareket
ederek, İslâm’ın hakikatini öğrenmeden reddetme yoluna gittiler. Resûlullah (s.a.s.)
Efendimiz’in davetine karşı alaycı bir ifade ile; “Kalplerimiz perdelidir,
kilitlidir, kaşarlanmıştır, söylediklerinden bir şey anlamıyoruz” dediler. Bu
tavırlarıyla; “Kendi dinimize o kadar bağlıyız ki, bizi inancımızdan uzaklaştıracak
hiçbir sözü, üzerinde düşünmeye değer bile görmeyiz, hemen reddederiz” demek
istiyorlardı.
Bir
de böylece kalplerinin ilimle dolu olduğunu, başkalarının bilgisine ihtiyaç
duymadıklarını ve bundan müstağnî olduklarını hissettiriyorlardı. Ehl-i kitap
olmaları sebebiyle her şeyi kendilerinin bildiğini zannediyor ve semâvî
bilgilerin yegâne mercii olduklarına inanıyorlardı. Yani onların ayağını
kaydıran en büyük hastalık, şeytanı itaatten uzaklaştıran “kibir” idi.
Cenâb-ı
Hak, yahudilerin bütün iddiâlarını reddetti. İman etmeyişlerinin, dinlerine
bağlılıkları veya ilimleri sebebiyle değil, küfürde ısrar etmeleri neticesinde
Allah’ın yardım ve rahmetinden mahrum kalmaları yüzünden olduğunu bildirdi. Bu
tabiatları sebebiyle yahudilerden iman eden kimse pek azdır. Cenâb-ı Hak şöyle
buyurur:
“Fakat verdikleri sözden dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr
etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz perdelidir”
demeleri yüzünden biz onları lânetledik. Aslında Allah, onların kalplerini
inkârları yüzünden mühürlemiştir. Artık pek azı dışında onlar iman etmezler.” (Nisâ 4/155)
Kalbin
kilitli olması; taassubu, ön yargıyı ve kendine güvensizliğin bir neticesi
olarak yeniliğe ve farklı fikirlere kapalı olmayı da ifade eder. İlâhî rahmet
ve hidâyetten uzaklaşan insanlar, bu tür hastalıklara müptelâ olurlar.
Yahudiler
son derece akıl ve mantık dışı bir davranışta bulundular. Çünkü:
89. Allah tarafından onlara ellerindeki Tevrat’ı doğrulayan bir kitap gelince, onu inkâr ettiler. Halbuki daha önce bu kitabı getirecek peygamberi bekliyor ve onun hürmetine inkârcılara karşı gâlibiyet ve fetih dileyip duruyorlardı. İşte Tevrat’tan öğrendikleri o bilgileri muşahhas halde karşılarında görünce, onu inkâr ettiler. Allah’ın lâneti bu kâfirlerin üzerinedir.
Aslında
onlar, Âhirzaman Nebîsi’nin geleceğinden bahsediyor, bunu insanlara haber
veriyor ve onunla kuvvetlenip düşmanlarını mağlup edecekleri zamanı
bekliyorlardı. Hatta onun hürmetine Allah’tan, düşmanlarına karşı yardım
istiyor ve onun bir an evvel gelmesi için dua ediyorlardı.
İbn
Abbas (r.a.) şöyle anlatır:
Hayber
yahudileri ile Gatafan kabilesi arasında savaş vardı ve Hayber yahudileri ne
zaman Gatafan’la karşılaşsalar yeniliyorlardı. Sonunda:
“Ey Rabbimiz! Âhir zamanda göndermeyi va‘dettiğin o ümmî Peygamber
hakkı için senden bizi muzaffer kılmanı istiyoruz!” duasına
sığınmayı kararlaştırdılar ve Gatafan’la karşılaşınca bu duayı yaptılar.
Savaşın
netîcesinde Gatafan’ı bozguna uğrattılar. Fakat dualarında vesîle edindikleri
Hz. Muhammed (s.a.s.), peygamber olarak gönderilince onu inkâr ettiler. Bunun
üzerine Allah Teâlâ, Bakara sûresinin 89. âyet-i kerîmesini vahyetti. (Kurtubî,
el-Câmi‘, II, 27; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 31; Hâkim, el-Müstedrek,
II, 289/3042)
Mevlânâ
Hazretleri bu hususta şunları söyler:
“Karamsarlığı bırak, ümitsiz olma! Sayısız ümit kapısı vardır.
Cihan güneşlerle dolu iken karanlıklara gitme!
Eğer kulak verirsen, gönlün seni gönül ehilleri tarafına çeker.
Bedenine sorarsan da seni su ve çamur zindanına hapsetmek ister.
Öyleyse bir gönül dostunun sohbetiyle kalbini gıdâlandır! Vakit
kaybetmeden, makamı yüce bir Allah dostundan seni Allah’a yöneltmesini iste!
Bir gönül ehlinin eteklerine sımsıkı sarıl ki, onun himmeti seni zilletten
kurtarsın, yüceliğe eriştirsin.
İncil’de, Hz. Mustafâ’nın, o peygamberler şâhının, o safâ
denizinin vasfı vardır. Ona salât ü selam olsun! Şemaili, durumu, savaşları,
orucu ve yiyip içmesi yazılıydı. Hıristiyanlardan bir kısmı İncil okurken onun
adı ve sıfatları gelince, sevap kazanmak için o şerefli ismi öperler, o yüce
vasfa yüzlerini sürerlerdi. Roma zulmü koptuğu zaman, bunlar o kargaşalıktan
emin kaldılar, tehlikesiz ve zararsız kurtuldular. Cenab-ı Ahmed’in bu şerefli
isminin himâyesine sığındıkları için, hıristiyan beylerinin ve yahudi vezirin
kötülüklerinden korundular. Sonra onların nesilleri de çoğaldı. Ahmed’in nuru
onların dostu ve yardımcısı oldu.
Hıristiyanlardan bir başka topluluk, Cenâb-ı Ahmed’in şerefli
ismine hürmet etmezlerdi. Hor tutarlardı. Bunlar da, bütün görüşleri ve
davranışları hayırsız olan vezirin fitnesiyle hor ve hakir oldular. Dinlerini
ve yollarını karmakarışık ettiler, fesada uğradılar.
Cenâb-ı Ahmed’in sadece ismi bu sûretle yardım ederse, onun peygamberlik
nûrunun kendisi acaba nasıl yardım eder? O Ahmed ism-i şerifi, bir insana böyle
muhkem bir kale olursa, o Rûhu’l-Emîn’in bizzat kendisi acaba ne olur?” (Mevlânâ, Mesnevî,
c. I, beyt: 750-765)
Hâsılı,
Son Peygamber’in
geleceğinden bahsedip dururken, o kendilerinden çıkmadığı için, bile bile ve
inatla inkâra saplanan yahudiler, Allah’ın lânetine uğradılar ve kendilerini
çok kötü bir şey karşılığında hebâ ettiler:
90. Onlar, Allah’ın dilediği kuluna lutufta bulunarak peygamberlik vermesini kıskandılar da, Kur’an’ı inkâr ederek kendilerini ne kötü bir şeye sattılar. Böylece onlar gazap üstüne gazaba uğradılar. Zâten kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.
Yahudilerin
bu mantık dışı tavrı, Allah’ın taksimine rızâ göstermeyip, îtiraz etme mânası
taşımaktadır. Onları bu alçaklığa iten sebep de içlerinde kaynayan haset
duygusu olmuştur. Târih boyunca pek çok peygamber onların soyundan geldiği için
yine öyle olacağını düşünüyor, hatta buna kesin gözüyle bakıyorlardı. Peygamber Efendimiz, İsrâiloğulları’ndan
değil de İsmâil (a.s.)’ın neslinden gelince, bunu kıskanarak azgınlığa ve
taşkınlığa saptılar. Efendimiz’in peygamberliğine ve getirdiği kitaba iman
etmediler. Bu küfürlerinin karşılığı ise onların ebedî olarak cehennem azâbına
mâruz kalmalarıdır. Haset ve küfürleri sebebiyle düştükleri bu acı âkıbet ne
kötüdür. Zira daha önce uğradıkları ilâhî gazaptan, Peygamberimiz’e iman ederek
kurtulabilecekken, inkârları sebebiyle bir gazaba daha uğradılar ve ebedî
olarak cehennemde kalmaya müstahak oldular. İstikballerini ve âhiretteki ebedî saadetlerini
satarak, karşılığında zillet, meskenet ve gazab-ı ilâhîyi satın aldılar. Ne
kötü bir alışveriş!
Bu sebepledir ki:
91. Onlara: “Allah’ın indirdiği Kur’an’a iman edin!” dendiği zaman, “Biz sadece bize indirilene inanırız!” derler; ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki Kur’an, ellerinde bulunan Tevrat’ı doğrulayan ilâhî bir kitaptır. Onlara şöyle de: “Eğer Tevrat’a inanıyor idiyseniz, bundan önce Allah’ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?”
Yahudilere
nasihat edilerek:
“–Kime
gelmiş olursa olsun, Allah’ın indirdiği kitaplara îman edin! Kur’an da Tevrat
gibi Allah tarafından gönderilmiştir. O hâlde Tevrat’a inandığınız gibi
Kur’an’a da îman edin!” denildiğinde onlar:
“–Bizi
Tevrat’a inanmaya sevk eden sadece onu Allah’ın indirmiş olması değil, bununla
birlikte bize göndermiş olmasıdır. Oysa Kur’an bize indirilmiş değildir”
cevabını verirler.
Tevrat’tan
sonra indirilen İncil’i ve Kur’an’ı inkâr ederler. Tevrat’tan önce
indirilenleri ise kabul ederler. Kur’an, efrâdını câmi ağyârını mâni olan “مَا وَرَاءَهُ: Ondan başkası” (Bakara 2/91) tâbirini
kullanarak İsrâiloğulları’nın suçunu tam olarak sınırlamıştır. Bu da, insafın
ve itham esnasında dürüstlüğün en ileri derecesidir.
Daha
sonra onların iddialarına cevap verilmeye başlanmış, kendi kitaplarına
inanmalarının, hak olan başka bir kitaba imanı engellemeyeceği ve tahrif ettikleri
kitaptan yanlarında kalan doğrulara bakarak Kur’an’ın hak olduğunu anlayabilecekleri
ifade edilmiştir. Tevrat’a iman ettikleri yönündeki iddianın asılsız olduğu,
zira gerçekten iman etmiş olsalardı, onu tasdik eden Kur’an’ı kabul etmeleri
gerektiği anlatılmıştır. Çünkü Tevrat’ta, Âhirzaman Peygamberi’nin geleceği ve
hangi vasıflarda olacağı bildirilmiş ve ona inanma hususunda kendilerinden söz
de alınmıştı. Buna rağmen, Cenâb-ı Hak son kitabını indirip: “Elinizdeki
Tevrât’ı doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur’an’a inanın. Onu ilk inkâr eden siz
olmayın!” (Bakara 2/41) buyurunca “Bizim kalplerimiz örtülüdür,
söylediklerini anlamıyoruz” (Bakara 2/88) dediler. Öyleyse onların; “Biz
sadece bize indirilene inanırız” (Bakara 2/91) sözleri de yalandır. Bunun
delili de, Zekeriyâ ve Yahyâ (a.s.) gibi Allah’ın peygamberlerini öldürmeleridir.
Zira bırakın peygamber öldürmeyi, herhangi bir insanı bile haksız yere öldürmek
Tevrat’ta yasaklanmıştır.
Yahudilerin
bu tür çelişkili halleri ve inkârları çoktur:
92. Andolsun Mûsâ size apaçık mûcizeler getirmişti; fakat o kısa bir süreliğine yanınızdan ayrılır ayrılmaz, tutup buzağıya tapmıştınız. İşte siz o zâlimlersiniz.
İsrâîloğulları,
Mûsâ (a.s.)’ın getirdiği çeşitli mûcizelere şâhit olmalarına rağmen bir müddet
sonra en ağır günahlara bulaştılar. Hz. Mûsâ Allah Teâlâ ile konuşmak için Tûr
dağına çıkınca, hemen altından bir buzağı heykeli yapıp ilâh diye ona tapınmaya
başladılar. Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurur:
“Tevrat’ı vermek üzere Mûsâ ile kırk gece sözleşmiştik. Siz de o
ayrılıp Tûr’a gittikten sonra buzağıyı ilâh edinip zâlim olmuştunuz.” (Bakara
2/51)
Îman
etmek böyle mi olur? Bu, îman değil, zulümdür. Yani gerçeğe aykırı davranmak,
bir şeyi olması gerektiği şekilde yapmamaktır. Siz, itaat etmeniz gerekirken
isyan ettiniz, Allah’a ibâdet etmeniz gerekirken buzağıya taptınız. Hz.
Muhammed (s.a.s.)’i herkesten önce siz kabul etmeniz gerekirken, ilk inkâr eden
siz oldunuz. Dahası Allah’a verdiğiniz en sağlam sözü fazla zaman geçmeden
hemen bozdunuz:
93. Bir zamanlar Tūr dağını üzerinize kaldırarak, Tevrat’a göre yaşayacağınıza dâir sizden söz almış ve: “Size verdiğimiz kitaba bütün gücünüzle sarılın ve ona kulak verin” demiştik. Onlar ise: “Duyduk, ama itaat etmiyoruz” dediler. Çünkü inkâr etmeleri yüzünden kalplerindeki buzağı sevgisi iliklerine işlemişti. Onlara de ki: «Eğer iddia ettiğiniz gibi mü’minseniz, bu inancınız size ne kötü şeyler emrediyor!”
Cenâb-ı
Hak büyük bir mûcize gösterip Tûr Dağı’nı şemsiye gibi üzerlerine kaldırmıştı.
(bk. Bakara 2/63; Nisâ 4/154) İsrâiloğulları bu ilâhî kahır tecellisi
karşısında zorla îman ettiler ve söz verdiler. Bu ilâhî mûcizeler ve tehditler
altında onlara “Tevrat’ta size emredilen şeylere bütün gücünüzle sarılın ve
güzelce dinleyip itaat edin!” denildi. Ancak onlar, “Duyduk, ama itaat
etmiyoruz” (Bakara 2/93) deyip günahkâr tavırlarına devam ettiler. Bu
küfürleri onları öyle kötü bir hâle sürükledi ki, fıtratları, düşünme ve anlama
kabiliyetleri bozuldu. Altından yaptıkları bir buzağıya tapacak kadar aklî ve
mantıkî fesâda uğradılar. (bk. Bakara 2/51, 54; Nisâ 4/153; A‘râf 7/152) Doğru yoldan ayrılınca, kendilerini
altın buzağı sevdâsına kaptırdılar. Bütün düşünce, konuşma, hareket ve
görünüşleri putperestlikle doldu. Boyanın elbiseye içirilmesi gibi, buzağı
şeklinde yaptıkları altın puta tapmanın rengine boyandılar. Nasıl ki su,
topraktan çıkan bitkilerin hayat kaynağıysa, aynen bunun gibi buzağıya tapma
sevgisi de onlardan çıkan davranışların kaynağı oldu. İşte küfür, insanı bu
şekilde durmadan alçaltır ve nihâyetinde aşağıların en aşağısına sürükleyip
perişan eder.
İsrâiloğulları’nın
altından bir buzağı yapıp onu ilâh edinmeleri, onların âhireti terk edip
tamamen dünyalık toplamaya yöneldiklerini göstermektedir. Bir müddet sonra,
âdeta parayı ilâh edindiler. Bu yanlış yolda o kadar ileri gittiler ki, sonunda
altından bir put yapıp ona tapınmaya başladılar ve böylece içlerindeki duyguyu
herkesin göreceği şekilde müşahhaslaştırdılar. Bugün de “altın” denildiğinde yahudilerin
akla gelmesi, herhalde bu anlayışın bir devamıdır.
Burada,
sevgi cevherini yerinde kullanmanın önemi bir kez daha kendini göstermektedir.
İnsan, sevgisini lâyık olan şeye yöneltirse yükselir; lâyık olmayan şeye
yöneltirse zelil olur. Yani sevgi, ilâhî bir sermayedir. Mü’min, sevgisini
nereye sarfedeceğini ve nerede kullanacağını çok iyi bilmelidir. İlâhî iradenin
bu lûtfunu ziyân etmemelidir. Yahudiler Allah’ı ve peygamberlerini sevmeleri gerekirken,
dünyalığı ve putları sevdiler, böylece “duyduk ama itaat etmiyoruz” (Bakara
2/93) diyecek kadar dipsiz bir alçaklığa düştüler. Bile bile isyân etmek,
nesiller boyu devam eden tabiatları hâline geldi. (bk. Nisâ 4/46)
Eğer
bu hâlleriyle hâlâ îman ettiklerini iddia ediyorlarsa, onların îmanı
kendilerine ne kötü şeyler emrediyor! Allah’a ve peygamberlerine karşı
yaptıkları rezillikleri îmanın gereği zannediyorlarsa, bilsinler ki onlar
yanlış ve kötü şeylerdir, kendilerine ebedî zararlar verir. O hâlde, bu hatâlı
davranışların kaynağı olan yanlış îmanlarını derhâl kontrol edip ıslâh yoluna
gitmeleri gerekir.
Aynı
şekilde, yahudilerin sahip olduğu âhiret inancının da düzeltilmesi lazımdır.
Bunu ifade için buyruluyor ki:
94. Onlara şöyle de: “Eğer âhiret yurdunun saâdeti, başkalarına değil de Allah yanında sadece size ait ise ve siz de bu inancınızda da samimi iseniz, haydi ölümü isteyin de görelim!”
Yahudiler
ve hıristiyanlar, dünyada; “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz”
(Mâide 5/18) diye kendilerini diğer insanlardan üstün görmektedirler.
Aynı şekilde âhirette de imtiyazlı olacaklarına inanarak şöyle demektedirler:
“Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmayacak.” (Bakara
2/80)
“Yahudi veya hıristiyanlardan başkası aslâ cennete giremeyecek …” (Bakara
2/111)
Cenâb-ı
Hak ise: “Bu, onların boş kuruntularıdır” (Bakara 2/111) buyurarak, işin
gerçek yüzünü haber vermektedir.
Tefsiri
sadedinde olduğumuz 94. âyet-i kerîme, onların yalan ve yanlışlarını en güzel
şekilde ortaya çıkarmaktadır. Hakikaten, Cenâb-ı Hakk’ın vaad ettiği; hiçbir
gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve akla hayâle gelmeyen âhiret
nimetlerine kavuşacağı kesin olan bir insanın, bu meşakkatler âleminde çile
çekip durması anlamsızdır. Onunla bu muhteşem nimetler arasında sadece bir ölüm
perdesi vardır. O perdeyi aralayıp rahat ve huzûra kavuşması beklenir. Böyle
kimseler en azından ölümden aslâ korkmamalıdırlar. Nitekim Aşere-i Mübeşşere
(cennetle müjdelenen on kişi) başta olmak üzere pek çok sahâbî, ölmekten hiç
korkmamış, âhirete kavuşmayı canlarına minnet bilmişlerdir.[1]
Muhammed bin Münkedir (r.a.)’in şu sözü
ne kadar ibretlidir:
“Câbir bin Abdullah (r.a.) vefat etmek üzereyken
ziyâretine gittim ve:
«–Resûlullah (s.a.s.)’e selâm söyle!” dedim. (İbn
Mâce, Cenâiz 4)
Yani,
ashâb-ı kirâm, cennete girecekleri ve Resûlullah’a kavuşacakları inancıyla,
ölümün zorluklarını unutuyorlardı. Yahudi ve hıristiyanlar böyle değildir:
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 349; Hâkim, IV, 547/8533; Ebû Nuaym, Hilye, I, 142; Zehebî, Siyer,
I, 359; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 81.
95. Fakat onlar, daha önce işledikleri günahlar yüzünden hiç bir zaman ölümü isteyemezler. Allah, o zâlimleri çok iyi bilir.
Onlar,
ölümü kesinlikle istemez, hatırlarına bile getirmezler. Yanlarında ölümden bahseden
biri olsa, “Huzurumuzu kaçırma!” diye onu hemen sustururlar. Çünkü pek çok
günah işlemekte ve yaptıklarından Allah’ın râzı olmadığını bilmektedirler.
Ancak hevâ ve heveslerine uydukları için yanlış davranışlardan vazgeçmeyip
bâtıl îtikatlarla tesellî bulmaya çalışmaktadırlar. Allah Teâlâ, bu zâlimlerin
düşüncelerini ve hâllerini çok iyi bildiği için, onlara “ölümü istemeyi” teklif
etmiş ve böylece sözlerinin hakikatten ne kadar uzak olduğunu herkese
göstermiştir. (bk. Cuma 62/6-7)
Günümüzde
bazı inanç gruplarının büyük nimetlere kavuşma hayâliyle zaman zaman topluca
intihar ettiklerini duyuyoruz. Onların bu davranışı, inançlarının doğruluğunu
göstermez. Sayıları çok az olan bu insanlar, yaşadıkları buhranlar neticesinde,
yanlış bir inanç uğruna ölüp gitmektedirler. Bu intiharları kendilerine fayda
değil zarar verecektir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Yahudiler ölümü temennî etmiş olsalardı, ölür ve cehennemdeki
yerlerini görürlerdi.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 248)
Yahudilerin
ölümü istemesi bir tarafa, aksine onlar dünya hayatına karşı insanların en
düşkünüdürler:
96. Elbette sen onları, insanların yaşamaya en düşkünü olarak bulursun. Hatta onlardaki hırs müşriklerde bile yoktur. Her biri bin yıl yaşamak ister. Oysa ömrünün uzatılması onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Çünkü Allah onların bütün yaptıklarını görmektedir.
Peygamber
ve kitaptan haberdar oldukları için bazı şeyleri bilmesi gereken bu insanlar,
ilâhî hakikatlerden hiç haberi olmayan câhil müşriklerden bile daha çok dünyaya
sarılırlar.
Nitekim
Mâlik b. Dinar, Hasan-ı Basrî’ye sorar:
“−Âlime
verilen ceza nedir?”
“−Kalbinin
ölmesi.”
“−Kalbin
ölümü nedir?”
“−Dünya
sevgisi ve hırsı.” (Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 67)
Aslında
onların bu uzun yaşama isteklerinin ardında, âhirete imanlarının zayıflığı ve
yaptıkları zulümlerin cezasını çekme korkusu yatmaktadır. Diğer insanlara
karşı, “Allah katında imtiyazlı olduklarını” söyleyerek övünürken, kendi içlerinde
Allah’ın azabından kaçmak için çareler ararlar. Ancak, ne kadar dünyaya
sarılsalar, hatta bin yıl da yaşasalar, sonunda yine ilâhî azâba dûçâr
olacaklardır. Asırlarca yaşamalarının, karşılaşacakları şiddetli azabı
hafifletmede en ufak bir tesiri olmayacaktır. Çünkü Allah, onların yaptığı
işlere her yönüyle vâkıftır. İşlerinin zâhirini, bâtınını ve ledünniyâtını tam
olarak bilir.
Yahudiler, Peygamber
Efendimiz’e ve müslümanlara o kadar haset ederler ki, düşmanlıklarını Cebrâil (a.s.)’a
kadar götürürler. Peygamberlik vazifesini bize getirmedi diye ona kin güdecek
kadar saldırganlaşırlar:
97. O Yahudilere söyle: “Cebrâil’e kim düşmansa şunu iyi bilsin ki, daha önce gönderilen kitapları doğrulayan, mü’minlere bir doğru yol rehberi ve müjdeci olan Kur’an’ı Allah’ın izniyle senin kalbine o indirmiştir.”
Bu
âyetler, yahudiler ve onlar gibi çeşitli bahanelerle Âhirzaman Peygamberi’ne iman etmemekte direnenler
hakkında nâzil olmuştur. Yahudiler Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’e gelerek bir
takım sualler sordular. Peygamberden başka hiç kimsenin bilemeyeceği doğru
cevapları alınca, bu sefer de vahyi getiren Cebrâil (a.s.)’a düşman olduklarını
ileri sürdüler. “Vahyi Mikâil (a.s.) getirseydi sana iman ederdik” dediler. Kendilerince,
Cebrâil (a.s.)’ın şiddeti, harbi, zorluğu, ağır mes’ûliyetleri, kıtlığı, azâbı
ve kan dökmeyi getirdiğini; Mikâil (a.s.)’ın da rahmet, yumuşaklık, yağmur,
bolluk ve kolaylaştırma meleği olduğunu söylediler. Hatta düşmanlıklarının asıl
sebebini biraz daha itiraf ederek:
“Cibrîl
bizim düşmanımızdır. Çünkü peygamberliği bizden birine getirmekle
emrolunmuşken, başkasına götürdü” dediler. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
34)
Onlar
aslında Peygamber Efendimiz’in
risâletine hased ediyor, onu kabul etmek istemiyorlardı. Halbuki Cebrâil (a.s.)
sadece bir memur idi. Allah onu kime gönderirse ona giderdi. Kur’an’ı da
Allah’ın emriyle Peygamber Efendimiz’in
kalbine indirmişti. Böylece insanlığa en büyük hayrı getirmişti.
Kur’ân-ı
Kerîm, kendinden önceki kitapları doğrulamaktadır. Yahudiler bunu bildikleri
hâlde inatla direnmişlerdir. Diğer taraftan Kur’an, kendisine îman eden
insanları, en doğru yola sevkeder ve onlara ebedî bir saadet bahşeder. Yahudilerin
Allah Resûlü’ne ve Kur’an’a iman etmeleri için, bu sebeplerden biri bile kâfî
gelir.
Vahiy hâdisesinde normalde Cebrâil (a.s.), vahyi Allah
Resûlü’ne okuyor, işittiği âyetler mânalarıyla birlikte Efendimiz’in kalbine
iyice yerleşiyordu. (bk. Kıyâme 75/16-19; Tâ-hâ 2/114) Burada ise Kur’an’ın Peygamber
Efendimiz’in “kalbine” indirildiği ifade edilerek, vahyin tesirine ve kuvvetine
dikkat çekilmektedir. Vahiy, kalbin üzerine yani şuur ve şuuraltının bütün
bölümlerine inerek oraya sağlam bir şekilde yerleşir. Böylece, kalbi her yönden
tamamen kaplayıp istîlâ ederek büyük bir kesinlik ve karşı konulamaz bir hüküm
ifade eder. Vahiy, diğer bütün his ve idrakleri devre dışı bırakarak kalbe
yerleşince onunla amel etmek ve onu diğer insanlara ulaştırmak bir zarûret
hâline gelir. (bk. Şuarâ 26/193-194)
98. Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil’e ve Mikâil’e düşmansa, Allah da o kâfirlerin düşmanıdır.
Allah’ın
lutfettiği elçilik vazifesini yapan bir meleğe düşmanlık beslemek, hakikatte
onun getirdiği vahye, vahyi gönderen Allah’a, peygamberlere, meleklere ve hatta
yahudilerin çok sevdiklerini söyledikleri Mîkâil (a.s.)’a düşman olmak
demektir. Kim böyle bir düşmanlıkta bulunursa, Allah da o kâfirlere düşman
olur. Onlara bir müddet mühlet verse de sonunda şiddetle yakalar ve cezalandırır.
Âyetteki
ifadeden anlaşıldığına göre Allah Teâlâ, îman etmeyen insanların şahsına değil,
küfürlerine düşmandır. Küfrü bıraktıklarında onlara derhal dost oluverir.
(Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 83)
Yahudilerin
bahaneleri ve mantıksız tavırları bitip tükenmez. Onlardan biri de Resûlullah (s.a.s.)’in
hiçbir mûcize getirmediğini iddia etmeleridir. Nitekim âlimlerinden İbn Sûriyâ,
Allah Resûlü (s.a.s.)’e:
“–Bize bildiğimiz bir şey getirmedin ve sana apaçık
bir mûcize verilmedi ki sana tâbî olalım” demişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak
şöyle buyurdu: (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 34)
99. Rasûlüm! Elbette biz sana apaçık âyetler indirdik; yoldan çıkmış olanlardan başkası onları inkâr etmez.
Yahudiler,
îman etmemek için sonunda bu bahaneyi ileri sürdüler. Ancak Cenâb-ı Hak,
Efendimiz’i tesellî ederek kendisine pek çok mûcizeler lutfettiğini ve bunları
ancak inatçı kâfirlerin inkâr edebileceğini bildirdi.
Yahudilerin
yerilen bir diğer sıfatları da sözleşme ve anlaşmalarına dikkat etmemeleridir:
100. O fasıklar ne zaman bir anlaşma yaptılarsa, içlerinden bir gürûh her defasında onu bozup bir kenara atmadı mı? Aslında, onların çoğu zâten inanmıyor.
Mâlik
b. Sayf:
“–Allah’a
yemin olsun ki kitabımızda bizden ne Muhammed’e iman edeceğimize dâir bir ahid
alınmıştır ne de başka bir söz!” demişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil
oldu. (Suyûtî, Lübâbu’n-nukûl, s. 18)
Resûlullah
(s.a.s.)’in nübüvvetini inkâr eden bütün yahudiler, bu âyetin hükmüne dâhildir.
Zaten onların çoğu îman etmezler. (bk. Âl-i İmrân 3/110)
İsrâiloğulları,
gerek daha önceki hayatlarında, gerekse Resûlullah (s.a.s.) zamanında (bk.
Enfâl 8/55-56; Mâide 5/13) verdikleri sözleri devamlı bozmuş, bu zulmü ve
hâinliği âdet hâline getirmişlerdi. Âyet-i kerîme, soru ile başlayarak onların
bu hâlini yadırgamış ve yaptıklarının ne büyük bir yanlış olduğunu
göstermiştir. Zira bu tür bir ifade, bahsedilen şeyin çirkinliğini ortaya koyma
ve bunu yapanları azarlama hususunda daha daha tesirlidir.
Yahudilerin
peygamber ve kitaba olan düşmanlıkları ise pek sinsi ve derindir:
101. Ne zaman Allah tarafından onlara ellerindeki kitabı doğrulayan bir peygamber geldiyse, kendilerine kitap verilenlerin bir kısmı, sanki gerçeği hiç bilmiyorlarmış gibi, Allah’ın kitabını umursamayıp kulak ardı ettiler.
Kendi
dinlerine ve peygamberlerine karşı bu sadakatsizliği gösterenlerin, Allah
Resûlü’nün peygamberliğini reddetmesinde şaşılacak bir durum yoktur. Resûlullah
(s.a.s.), onların eski kitaplarını tasdik ettiği ve bu kitapları da Son
Peygamber’e inanmalarını emrettiği hâlde, Medine yahudileri bunu bilmezlikten
gelip, bir bakıma kendi kitaplarını da hiçe sayarak Allah Resûlü’nün peygamberliğini
kabul etmediler. Zaten onların âdeti; isyan, inkâr ve iftirâdır. Durmadan şeytana
uyar ve onun peşinden giderler:
102. Onlar, Süleyman’ın saltanatı aleyhinde şeytanların uydurduğu yalanlara uydular. Oysa Süleyman hiçbir zaman kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü onlar, insanlara büyü yapmayı ve Bâbil’de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirilen bilgileri öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek: “Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın öğrettiğimiz bilgileri büyü yapmada kullanıp da kâfir olma!” demeden hiç kimseye bir şey öğretmezlerdi. Onlar ise bu iki melekten, karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Onlar, Allah’ın izni olmadıkça o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler. Fakat onlar kendilerine fayda değil zarar verecek şeyi belliyorlardı. Elbette onlar, büyüyü satın alan kimselerin âhirette hiçbir nasibi olmadığını da çok iyi biliyorlardı. Karşılığında kendilerini sattıkları şey, ne kötüdür! Keşke bunu bilselerdi!
Kitap
ehlinin büyük bir kısmı, Allah’ın kitabını ihmâl ve terk ettikleri için bâtıl
inançlara sahip olur, şeytanların ve şeytanlaşmış insanların uydurduğu yalan
yanlış sözlerin peşinden giderler. Tahrif edilen Tevrat’a bakarak Süleyman (a.s.)’ın
sadece bir kral olduğu, hükümranlığını büyü ile sağladığı, kadınlara düşkünlüğü
sebebiyle âhir ömründe putlara taptığı gibi iftirâlara inanırlar. (Kitab-ı
Mukaddes, 1. Krallar, 11; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 35-36)
Halbuki
Hz. Süleyman bir peygamberdi ve büyü ile alâkası yoktu. Onun ismi, Kur’ân-ı
Kerîm’de on altı defa zikredilir. Keskin zekâsı, engin ilim ve hikmetinden
bahsedilir. Bu meziyetleri sayesinde, girift hukûkî ve içtimâî meseleleri
hallettiği, kendisine kuşların ve diğer hayvanların dilinin öğretildiği;
bitkilere, rüzgâra, hayvanlara ve cinlere hükmettiği; erimiş bakırı kullanarak
muhtelif âlet ve edevât yaptığı bildirilir. (bk. Enbiyâ 21/82; Neml 27/15-44;
Sebe’ 34/12-21; Sād 38/30-40) Onun hakkında: “Biz, Dâvûd’a Süleyman’ı
lütfettik. O ne güzel bir kuldu. Gerçekten o, tam bir teslimiyet ve samimiyetle
sürekli Allah’a yönelir dururdu” buyrulur. (Sād 38/30)
Allah
Resûlü (s.a.s.), Hz. Süleyman’ı peygamberler arasında zikredince bazı yahudi
hahamları:
“–Muhammed,
Dâvud’un oğlunu peygamber sanıyor. Halbuki o sadece bir sihirbazdı” dediler.
Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Kurtubî, el-Câmi‘,
II, 41-42)
Âyet-i
kerîmede; “Süleyman sihir yapmadı” mânası kastedilerek “Süleyman kâfir
olmadı” (Bakara 2/102) buyrulması,
sihrin ne kadar tehlikeli ve büyük bir günah olduğunu göstermektedir. Sihir ve
büyü, âdeta küfürle denk tutulmuş, sihri öğreten şeytanların kâfir olduğu ifade
edilmiştir.
Sihir,
ne olursa olsun, sebebi gizli olan ince şey demektir. Sebebi gizli olduğu için
hakikatin zıddına tahayyül olunan yaldızcılık, şarlatanlık, göz boyama ve
aldatma şeklinde cereyan eden herhangi bir şeye sihir/büyü denir. Sihri iki
kısma ayırmak mümkündür:
1.
Sırf yalan ve aldatmadan ibaret olan söz ve fiillerle bir tesir icra etmek,
2.
Az çok bir hakikati kötüye kullanarak bir tesirde bulunmak ve bir şey
yapmaktır. Bu durumda, sebebi herkes tarafından bilinmeyen herhangi bir
hakikat, insanları kandırıp aldatmak için kullanıldığında sihir olur. İslâm’a
göre ilim değerlidir ve öğrenilmesi yasaklanan hiçbir bilgi yoktur. Hatta
şerrinden korunmak için sihir bile öğrenilebilir. Ancak hiçbir zaman ilmi
kötüye kullanmamak gerekir. Bu sebeple sihir yapmak haram, hatta küfürdür.
Maalesef günümüzde çok yaygın olan bir günah olarak dikkat çekmektedir.
Nebî (s.a.s.) birgün:
“–İnsanı helâke sürükleyen yedi
şeyden sakınınız!” buyurmuştu. Sahâbîler:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, onlar nelerdir?” diye
sordular. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle cevap verdi:
“–Allah’a şirk koşmak, sihir ve büyü
yapmak, -dînî bir ceza ile usûlünce öldürülen müstesna- Allah’ın öldürülmesini
haram kıldığı bir insanı katletmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum
sırasında harpten kaçmak, hiçbir şeyden haberi olmayan iffetli müslüman
kadınlara zina iftirasında bulunmak.” (Buhârî, Vasâyâ 23; Tıb 48; Hudûd
44; Müslim, İman 145)
Yine Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kim bir düğüm atar ve ona
üfürürse sihir yapmış olur. Kim de sihir yaparsa şirke düşer. Kim fayda umarak
hayvan tırnağı, nazarlık gibi câhiliye âdetlerinden bir şeyi herhangi bir yere asarsa, o
astığı şeye havâle edilir. Yani Allah’ın
yardımından mahrûm bırakılır.”[1] (Nesâî, Tahrîmü’d-Dem 19/4076)
Cenâb-ı
Hak, Hârût ve Mârût isminde iki meleği Bâbil’e indirmiş ve onlara bazı ince
ilmî hakikatleri vermişti. Bu iki melek, hayırda kullanarak istifade etmeleri
için ve bir de imtihan maksadıyla bu bilgileri İsrâiloğulları’na öğretmişlerdi.
Hayır için öğrettikleri hakikatler, fesat ehli tarafından kötüye
kullanılabilecek vasıfta olduğundan, melekler herkese kesin bir dille:
“–Biz
imtihan için gönderildik, öğrettiğimiz şeyler fitneye müsaittir ve kötüye
kullanıldığında insanı küfre götürür. Sakın bunlarla sihir yaparak küfre girme!”
diye tavsiyede bulunurlardı. İnsanlardan ve cinlerden olan şeytanlar ise, böyle
hayır telkin edip nasihatte bulunmak bir tarafa, meleklerin öğrettiği
hakikatlerle insanlara sihir yapmasını öğretiyorlardı.
İşte
yahudiler, gerek sihirbazlardan gerekse meleklerin öğrettiği hakîkatlerden,
kişiyle hanımının arasını ayıracak şeyler öğrendiler. Görüldüğü gibi sihir o
kadar büyük bir tehlikedir ki, âile gibi birbirine sıkıca bağlı en sağlam
yapıyı bile bozabilmektedir. Dünyanın en yakın insanlarını birbirinden ayıran
sihir, komşuları, akrabaları, toplumu ve milletleri ne hâle getirir?! Zira
sihir her şeyden evvel ruhlar üzerinde tesir icrâ eder, fikirleri târumâr eder,
kalpleri çeler, ahlâkı bozar ve cemiyetleri perişan eder.
Âilede
koca ile eşinin arası iyi olursa, toplum da sağlam ve kuvvetli olur. Fakat
ikisi arasındaki münâsebetler kötü olursa, bütün toplum bozulur. Bu sebeple yahudiler,
en büyük kötülüğü yapıyor, kişiyle hanımının arasını ayırıyorlardı. Allah
Resûlü (s.a.s.), bu husûsun ehemmiyetini anlatmak için şöyle buyurur:
“İblîs
tahtını suyun üzerine kurar, orayı merkez edinir. Sonra askerlerini dünyanın
her tarafına salar. Ona en yakın ve en sevimli asker, en büyük fitneyi
koparandır. Askerlerinden biri gelip:
«–Bugün
ben şöyle şöyle yaptım!» der. İblîs:
«–Hiç
bir şey yapmamışsın!» karşılığını verir. Bir diğeri gelir:
«–Ben
birinin yakasına yapıştım ve hanımıyla arasını açıncaya kadar peşini
bırakmadım» der. Bunun üzerine İblîs onu kendine yaklaştırır, kucaklayıp
boynuna sarılır ve:
«–Sen
ne iyisin, ne güzelsin!» der.” (Müslim,
Münafıkîn 67)
Ancak,
söylenenlere bakarak sihri gözde büyütüp, sihirbazların her şeye kâdir olduğu
zannına kapılmamalıdır. Hakiki tesir ne sihirde, ne sihirbazda, ne tabiatta, ne
ruhta, ne şeytanda, ne de melektedir. Her şey Allah’ın kudret elindedir. Allah
Teâlâ, imtihan îcâbı korumasını kaldırırsa sihirbazlar zarar verebilir, yoksa
kendiliklerinden hiçbir şey yapamazlar. Bu sebeple, her şeyden evvel Allah’tan
korkmalı, O’na sığınmalı ve O’nun kitabı Kur’ân-ı Kerîm’e sarılmalıdır.
Sihir insanlara hep zarar verir, onlara hiçbir faydası olmaz. Bu sebeple, Allah’ın kitabını ve hayırlı işleri bırakıp da sihir gibi zararı büyük bir günahla meşgul olan insanların, âhirette hiçbir nasibi olmayacağı âşikârdır. Böyle insanlar, şeytana ve nefislerine uyup sihirle meşgul olarak aslında kendilerini helâke sürüklemektedirler. Uğruna, ebedî hayatın fedâ edildiği bir anlık dünya zevki, ne kötü bir kazançtır! İnsanlar yaptıkları yanlışın büyüklüğünü ah bir bilseler:
[1]
Hadis-i şerifte, fayda temin etmesi veya zararları defetmesi umularak boyna
veya herhangi bir yere, câhiliye devrine âit muska, nazarlık, hayvan tırnağı ve
kemiği gibi şeylerin asılması yasaklanmaktadır. Böyle şeyler yapanları Allah, o
güvendikleri şeylere havâle eder, yardım ve rahmetinden mahrum bırakır.
Kur’ân’dan ve ilâhî isimlerden yazıp teberrüken asmak ise, bu hükmün hâricinde
tutulmuş ve câiz görülmüştür. Nitekim Abdullah bin Amr (r.a.) küçük çocuklara
böyle şeyler takardı. Bunların bir fayda celbedip zararı defedeceğine inanmak
ise yine doğru görülmemiştir. Zira şifayı veren ve kötülükleri defeden ancak
Allah Teâlâ’dır. (Hâşiyetü’s-Sindî
ale’n-Nesâî, Haleb, 1986, VII, 112)
103. Eğer onlar iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, Allah’ın onlara vereceği sevap elbette daha hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi!
Bütün
bunlara rağmen, Ehl-i kitap, Allah’a îman edip günahlardan sakınsalardı,
kendileri için daha hayırlı olurdu. Zira rahmeti bol olan Rabbimizin vereceği
küçücük bir ecir bile, onların çeşitli entrikalarla insanlardan sağladığı
menfaatlerden daha büyük ve daha hayırlıdır.
Bu
âyet-i kerîme, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin genişliğini ve tevbe kapısının dâimâ
açık olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda, Allah’a îman etmekle birlikte,
günahlardan sakınmanın da ne kadar mühim olduğu gözler önüne serilmektedir.
Görüldüğü
gibi yahudiler, Allah Resûlü’nün peygamberliğine îman etmemek için bitmez
tükenmez bahaneler uydurmuş ve çeşitli yalanlara başvurmuşlardır. Bununla
birlikte sihrin her çeşidini tatbik ederek insanları aldatmış, Peygamber Efendimiz’e hürmetle hitap
ediyormuş gibi davranıp kendilerince ona hakaret etmeye çalışmışlardır.
Binaenaleyh mü’minler, o hasetçilere uymayıp Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e sahip
çıkmalı ve kıymetini bilmelidirler. Bunu ifade sadedinde Cenâb-ı Hak şöyle
buyurur:
104. Ey iman edenler! Peygamber’e “Bize bakar mısın?” diyeceğiniz zaman “râinâ” demeyin, “unzurnâ” deyin ve söylediklerini dinleyip itaat edin! Kâfirler için pek elem verici bir azap vardır.
Kur’ân-ı
Kerîm’de, 88 yerde “Ey îman edenler” hitâbı geçer. Bu, müslümanlara
şeref veren çok kıymetli bir hitaptır. Bu ilâhî hitâbın gereklerini yerine
getiren mü’minler, dünyada emniyet ve huzur içinde yaşayacak, âhirette de büyük
lutuflara nâil olacaktır.
Abdullah
b. Mes’ud (r.a.), kendisinden nasihat isteyen birine şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın:
«Ey iman edenler!» buyurduğunu işittiğinde hemen kulak ver ve onu
dikkatle dinle! Çünkü Allah Teâlâ, bu hitabın ardından ya bir iyiliği emreder
ya da bir fenâlıktan sakındırır.” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 148;
Ebû Nuaym, Hilye, I, 130)
Burada
da Cenâb-ı Hak, mü’minlere, başta Resûlullah (s.a.s.) olmak üzere büyüklerle
münâsebetlerde dikkat edecekleri bir edebi öğretmektedir. Allah Resûlü (s.a.s.)
bir şey anlatırken, ashâb-ı kirâm zaman zaman:
“–Râinâ:
Bizi gözet, teennî buyur, müsaade et ki anlayalım!” derlerdi. Ancak bu kelime,
Arapça’daki “Bizim çoban” mânasına gelen ve İbrânice veya Süryânicede “Dinle a
dinlemez olası, dinle a sözü dinlenmez herif!” gibi hakâret mânası ihtivâ eden
kelimelere benziyordu. Yahudiler bunu fırsat bilerek ağızlarını eğip bükmeye ve
kendilerince Peygamber Efendimiz’e
hakâret etmeye başladılar. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 36-37)
Diğer
taraftan, “râinâ” sözü genellikle iki kişi veya iki zümre arasındaki karşılıklı
münâsebetleri, tutum ve davranışları ifade eder ve “Bizi kolla, gözet; sen bizi
gözetmezsen biz de seni gözetmeyiz” veya “Bizi can kulağıyla dinle; sen bizi
dinlemezsen biz de seni dinlemeyiz!” mânalarına gelir. Bu ise Peygamber
Efendimiz’e karşı takınılacak bir tavır değildir.
Ayrıca
bu kelime ahmaklık, kabalık, hayvânî bir murâkabe ve güdülme gibi hoş olmayan mânaları
çağrıştırır.
Bu
sebeple Cenâb-ı Hak, mü’minlere, “Râinâ” demeyi yasaklamış ve daha nezih bir
üslupla; “Ünzurnâ: Bize bak, bize ilgi göster, bize tebliğde bulunurken mühlet
ver, durumumuzu gözet ki sözünü daha iyi kavrayıp anlattıklarını öğrenebilelim!”
demelerini emretmiştir. Hatta, dikkatle dinleyip hemen itaat ederek, “Ünzurnâ”
demelerine bile ihtiyaç kalmamasını arzu buyurmuştur.
Cenâb-ı
Hak, diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“Yahudilerden bir kısmı kelimelerin yerlerini değiştirerek tahrif
ederler. Peygamber’e de dillerini eğip bükerek ve din ile alay ederek: «Duyduk
ama itaat etmiyoruz», «Dinle, dinlenmez olası» ve «râinâ: bizim çoban» derler.
Eğer onlar «İşittik ve itaat ettik», «Dinle ve bizi gözet: ünzurnâ» deselerdi
şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı. Fakat küfürleri
sebebiyle Allah onları lânetlemiştir; artık onlardan pek azı inanır.” (Nisâ 4/46)
Demek
ki Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’e karşı saygısızlık bir küfür alâmetidir ve
karşılığı elem verici bir azaptır. O hâlde bugünkü mü’minler, Peygamber Efendimiz’e ve onun Sünnet’ine
karşı son derece hürmetkâr davranmalıdırlar. Onun nazarına lâyık hâle gelmeye
ve onun ruhaniyeti içinde yaşamaya gayret etmelidirler.
Burada,
konuşup yazarken kelimelerin en güzelini ve mânaların en incesini tercih etmeye
de işaret vardır. Anlaşılması zor, yanlış anlamaya müsait târizli sözlerden ve
mahzurlu şeylere götüren mübahlardan uzak durmak gerekir. Ayrıca mü’minler,
konuşma, davranış, giyinme, âdet, ibâdet gibi her hususta kâfirlere benzemekten
şiddetle sakınmalıdırlar. Bunun da ötesinde onların hile ve düşmanlıklarına
karşı uyanık bulunmalıdırlar. Çünkü:
105. Ehl-i kitap olsun, müşrikler olsun, kâfirlerin hiçbiri, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetini dilediğine lutfeder. Allah çok büyük lutuf sahibidir.
Medineli
müslümanlar, anlaşmalı oldukları yahudilere:
“Gelin
Muhammed’e îman edin!” dediklerinde, onlar:
“–Şu
bizi çağırdığınız din, bizim dinimizden daha hayırlı değildir. Aslında biz de
onun hayır olmasını isterdik!” cevâbını verirlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak,
onları yalanlamak ve mü’minleri îkâz etmek üzere Bakara sûresinin bu 105.
âyet-i kerîmesini inzâl buyurdu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 37)
Hem
yahudi ve hıristiyanlar hem de diğer müşrikler, hasetleri sebebiyle Efendimiz’e
peygamberlik vazîfesinin, mü’minlere de Kur’ân-ı Kerîm’in ihsân edilmesini
kabullenemediler. Kendilerinin buna daha lâyık olduğunu düşünerek
büyüklendiler. Bu haset ve kibirleri onların imanına mânî oldu. Ebû Cehil,
“bizim kabileden peygamber çıkmadı” diye inkârında inad etti. (İbn Kesîr, el-Bidâye,
III, 113) Yahudiler, “Peygamber bizim soyumuzdan olmalıydı” diye düşmanlık
ettiler. (bk. Bakara 2/89-90, 109; Nisâ 4/54; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
31)
Müşriklerin
ileri gelenlerinden Velîd b. Muğîre:
“–Kureyş’in
büyüğü ve efendisi olarak ben ve Sakîf’in efendisi Ebû Mes’ûd dururken Muhammed’e
mi vahiy indirilecek?! Halbuki biz bu iki şehrin büyüğüyüz!” diye kibirlendi.
(Zuhruf 43/31; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 385) Yani
onlar, Kur’ân’ın gerçek olduğunu vicdanlarıyla kabul ettiler. Fakat nefsânî
duyguların bastırması sonucunda, Allah’ın iradesinde yanlışlık bulacak kadar
bir alçaklığa düştüler. Cenâb-ı Hak buna ne güzel cevap vermiştir:
“Ne o, Rabbinin rahmetini yoksa onlar mı bölüştürüyorlar da,
dilediklerine peygamberlik veriyor, istediklerini ondan mahrum ediyorlar?” (Zuhruf 43/32)
Böylesine
kötü ve tehlikeli duygular taşıyan insanların, müslümanların iyiliğini istemesi
mümkün değildir. Dolayısıyla dikkatli olmak îcâb eder.
Gerek
peygamberlik ve kitap gibi mânevî nimetler olsun, gerek dünya mülk ve saltanatı
gibi maddî nimetler olsun, hepsi Allah’a âittir. Dilediğine dilediği gibi
lûtfeder. İnsanların elindeki nimetlere haset etmek yerine akıllı kişi,
Allah’ın fazlından istemelidir. Çünkü insan, Allah’a lâyık ihlaslı bir kul
olmaya gayret ettiğinde, O’nun sayısız lûtfuna mazhar olacağı muhakkaktır.
Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) bu ilâhî lutfa nâil olanların başında
gelmektedir:
106. Şayet biz herhangi bir âyeti nesheder veya unutturursak, ya ondan daha hayırlısını veya onun bir dengini getiririz. Bilmez misin ki, Allah’ın gücü her şeye yeter.
Bu
âyet-i kerîme, Allah Teâlâ’nın kullarını tedricî olarak terbiye etmek, onların
dünya ve âhiret işlerini düzene koymak için gönderdiği ilâhî dinlerdeki temel
bir kaideyi dile getirmektedir. O da “nesih” gerçeğidir. “Nesih” sözlük olarak
izale etmek, iptal etmek, değiştirmek, bir şeyin yerine başkasını geçirmek mânalarına
gelir. Nitekim Nahl sûresi 101. âyette nesih, tebdil yani birini diğeriyle
değiştirme olarak ifade edilmiştir. نَسَخَ الرّ۪يحُ الْاثْرَ (neseha’r-rîhu’l-isra) “Rüzgar izi neshetti”, yani onu
giderdi, sildi demektir. “Güneş gölgeyi neshetti” ibaresi de, onu izale etti,
yok etti, yerine geçti demektir. Dolayısıyla nesih kelimesinde, izale ve nakil
olmak üzere iki mâna vardır. Her iki mânanın da esası “tebdil” yani birini
kaldırıp diğerini onun yerine koymaktır.
Dinî
bir terim olarak “nesih”, bir ayeti başka bir ayetle, bir dinî hükmü başka bir
dinî hükümle değiştirmek, sonrakini öncekinin yerine koymaktır. Günümüzde yeni
çıkarılan bir kanunla bir önceki kanunu yürürlükten kaldırmak neshi en güzel
şekilde anlatır. Allah Teâlâ’ya göre nesih, önceki hükmün süresinin sonunu beyândır.
Bize göre ise zahiren ebedi görünen o hükmün değiştirilip ortadan
kaldırılmasıdır. Nesih, sadece emir ve yasaklarda geçerlidir. Kur’an’da haber
verilen ve emir ya da yasak özelliği taşımayan hususlarda nesih sözkonusu
değildir.
“Ayetin
unutturulması”, vahyedilmiş, okunmuş ve ezberlenmiş bir kısım ayetlerin
Allah’ın dilemesiyle zihinlerden silinip yok olmasıdır. “Ertelenmesi” ise o
ayetin neshinin ertelenmesi veya değiştirilmeden olduğu gibi bırakılmasıdır.
Buradaki
hüküm, önceki şeriatleri, kitapları, sahifeleri içine aldığı gibi, “ayet”
kelimesi genel mâna ifade ettiğinden Kur’ân âyetlerini de açıkça içine
almaktadır. Şu halde Kur’ân âyetleri için de nâsih, mensûh[1],
unutturma ve erteleme mânaları geçerlidir. Kur’ân-ı Kerîm, önceki ilâhî
kitapların bir kısım hükümlerini neshettiği gibi, Resûlullah (s.a.s.)’ın peygamberlik
süresi içinde sonradan gelen bir kısım ayetler, önceden inmiş olan bazı
ayetleri neshetmiştir. Bir kısım ayetler de unutturulmuştur. Fakat
Peygamberimizin vefatı ile Kur’an vahyi gibi nesih ve unutturma hadisesi de son
bulmuştur.
Şu
an elimizde mevcut bulunan Mushaf-ı Şerîf’te neshedilmiş âyetler bulunup
bulunmadığı hususunda iki görüş vardır. Çoğunluk, bâzı âyetlerin sonradan gelen
başka âyetler veya hadislerle neshedildiğini söyler. Bir kısım âlimler ise
elimizdeki Mushaf-ı Şerîf’te neshedilmiş herhangi bir ayetin olmadığını
savunurlar. İki görüşü şöyle bir izahla bir birbirine yaklaştırmak mümkün
olabilir: Kur’ân-ı Kerîm’de bir konuda iki farklı hüküm içeren iki âyet
olabilir. Bunlardan sonra gelenin öncekinin hükmünü tamamen ortadan
kaldırdığını kabul etmek yerine, her iki âyetin de kendi şartlarında geçerli
ve yürürlükte olduğunu düşünebiliriz. Şöyle ki, zaman ve zemin itibariyle
hangisinin indiği şartlar mevcutsa o ayetin hükmü uygulanır. Çünkü o, mütevatir[2]
olarak bize ulaşmış ve Allah Kelamı olduğunda şüphe olmayan bir ayettir.
Dolayısıyla duruma göre birinin veya ötekinin hükmü uygulanabilir. Eğer
birinin şartları artık sonsuz olarak tekrar doğmazsa pratikte o hükmü
uygulamaya da imkân bulunmaz. Sonraki ayetten, nihâî bir düzenleme getirme
maksadı açıkça anlaşıldığı durumlarda ise neshi kabul etme zarureti ortaya
çıkmaktadır. Bunda da dinen bir sakınca yoktur. Zira tefsir etmekte olduğumuz âyet-i
kerîme bunu açıkça beyân etmektedir.
Cenab-ı
Hak, ayetin devamında, neshettiği veya unutturduğu ayetten daha hayırlısını, en
azından bir benzerini göndereceği müjdesini vermektedir. Çünkü O, istediği her
şeyi yapmaya güç ve kudret sahibidir. Bu böyle bilinmelidir. Bilmeyenler de
öğrenmelidir. Zira Peygamberimize nübüvvetin verilip Kur’an’ın vahyedilmesini
ve böylece kendi dinlerinin neshedilmesini bir türlü hazmedeyen yahudiler,
Allah nesih yapamaz; şu halde böyle yeni yeni hükümler getiren bir kitap
indiremez diyorlardı. Bu, onların kendiliklerinden uydurdukları bir yalandan
başka bir şey değildir. Zira Allah nesih yapabilir ve yapar. Yapmasında da
kendisi için hiçbir noksanlık söz konusu değildir. Varlıklar âleminde bu gün
yarattığını yarın yok ederek diğer bir şeye dönüştürmekle Cenab-ı Hakk’ın
ilmine, kudretine, iradesine hiçbir noksanlık ârız olmadığı gibi, aynı şekilde
kullarını terbiye etmek üzere gönderdiği şeriatlerde de başka başka zamanlarda
başka başka hükümler koymakla, mesela geçmiş zamandaki bir emrin yerine,
şimdiki zamanda yasak koyan bir nehiy indirmekle O’nun ilminde ve iradesinde
bir noksanlık meydana gelmez. Tam aksine her birinde bir hikmetinin tecellisini
ve kemalini göstermiş olur. Zira her şeyi en iyi bilen yüce Rabbimiz,
insanlığın her zaman ve mekana göre maddi mânevî gelişim ve problemlerini dikkate
alarak, onların dertlerine deva, yaralarına merhem olacak şer’i hükümler
göndermiştir. Nasıl ki bedenin hastalıklarıyla uğraşan doktorlar, mizâçların ve
zamânın farklılığına göre ilaçları ve gıdâları değiştiriyorlarsa, nefislerin
ıslah ve tedâvîsi ile uğraşan peygamberler de, nefisler ve ruhlar için bir nevi
ilaç konumunda olan bir kısım dînî hükümleri, Allah’ın emriyle
değiştirmektedirler. Bir ilaç beden için bir dönem devâ olabildiği gibi, bir
süre sonra hastalık getirebilmektedir. Aynı şekilde bâzı ameller de bir dönem
için iyi ve yararlı olabildiği halde zamanla insan için zararlı olabilmektedir.
Dolayısıyla nesih, böyle bir zaruretten doğmakta ve insanların menfaati
açısından büyük hikmetler taşımaktadır.
Âyetteki
“daha hayırlısı” ifadesinden maksat, bir âyetin diğer bir âyetten daha hayırlı
olması mânasında değil, bu âyetlerden kulların elde edecekleri seva yönündendir.
“Bir dengini”, sözünün mânası ise, “sevap ve fayda bakımından onun bir dengi”
demektir. Yeni getirilen hüküm öncekinden daha kolay olabileceği gibi, daha zor
veya aynı seviyede olabilir. Daha kolay olanda, amel bakımından kolaylık
vardır. Ağır bir hüküm kaldırılıp, yerine daha hafîfi getirildiğinde insanlar
için kolaylık sağlanmaktadır. Boşanmış kadınların önceleri “bir yıl” (Bakara 2/240)
olan iddet bekleme süresinin “dört ay on gün”e (Bakara 2/234) indirilmesi buna örnektir.
Öncekinden daha zor olan hükümde ise sevap bakımından fazlalık vardır. Nitekim
savaş yasağının kaldırılıp, “savaşın meşrû kılınması” (Hac 22/39) buna
örnektir. Bazan da sonra gelen hüküm, öncekinin benzeri ve dengi olabilir.
Kıblenin Beyt-i Makdis’den Kâbe’ye çevrilmesi de (Bakara 2/144) buna örnektir.
Şüphesiz Allah, bunları yapacak güç ve kuvvet sahibidir. Zira O’nun kudreti sınırsızdır:
107. Yine bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkiyet ve hâkimiyeti yalnız Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka ne yakın bir dost ne de içten bir yardımcı vardır.
Cenab-ı
Hak, uçsuz bucaksız bu kâinatta her gün, her gece, her saat ve her an son
derece büyük tasarruflarda bulunmakta ve fevkalade büyük işler yapmaktadır.
Yapmaların yanında yıkmalar, icatların yanında imhalar, doğumların yanında
ölümler yer almaktadır. Öne alınanlarla
birlikte sonraya bırakılanlar, hatıra getirilenlerle birlikte izi silinenler ve
unutturulanlar da olmaktadır. Bütün bunlarda ne muazzam ilâhî azamet
tecellileri ve ne müthiş kudret akışları ortaya çıkmaktadır. Görüldüğü üzere
kâinatta cereyan eden değişmez ve bozulmaz ilâhî kanunlar yanında zaman zaman,
yer yer, an be an çeşitli oluşum ve dönüşümleri meydana getiren bir takım kevnî
hükümler ve hadiseler icra edilmektedir. Yıkılanların yerine peyderpey yenileri
gelmektedir. Hatta terbiye, peyderpey olgunluğa eriştirme ve seçme kurallarıyla
daha iyileri ortaya konmaktadır. Bunlar, varlıklar âlemi için nâsih ve mensuh
nevinden sayılabilecek durumlardır. Böyle sonsuz bir kudretin sahibi olan
Allah, şer‘î hükümler alanında da nesih yapar ve neshettiği bir hükmün yerine
daha iyisini, daha hayırlısını, en azından onun dengini getirir. Daha önce
gönderdiği Tevrat ve İncil’in bazı hükümlerini nesheden yeni bir kitap ve yeni
bir din vahyeder. Bu kitapta ve bu şeriatte nâsih ve mensuh hükümler
bulundurur. Zira o sınırsız devletin gidişatına uygun bir kâmil kitap ve bir
mükemmel din ihsan edilmiş olması için her zamanın, her mekanın, her muhitin
durum ve şartlarına uygulanabilen, sebepler ve maslahatlar çerçevesinde
teferruat sayılan meselelerde cereyan etmek üzere nâsihli-mensuhlu,
takdimli-tehirli, hem kalıcılık hem de değişkenlik özelliklerini taşıyan ilâhî
sünnetlere uygun hükümler koymak ilâhî hikmetin bir gereğidir.
Göklerde ve yerde Allah’tan başka bir
hükümran, bir yönetici, başka bir kural koyucu olmadığı gibi, bu yaratılış
âleminde de sizin Allah’tan başka bir koruyucunuz ve yardımcınız da yoktur.
Üzerinizdeki gerçek velâyet ve yardım yalnızca Allah’a aittir. Mülk O’nun,
hüküm koyma yetkisi O’nun, kâinat O’nun ve söz söyleme hakkı sadece O’nundur. اَلْوَلِيُّ (velî) dost ve
koruyucu, اَلنَّص۪يرُ (nasîr)
ise yardımcı demektir. İkisi arasında şöyle bir fark vardır: Velî bâzan
yardımdan geri kalabilir veya yardım edemeyebilir. Nasîr ise bazan yardım
ettiğine yabancı olabilir. Burada ikisinin birlikte zikredilmesinden maksat,
Allah’ın mü’minlere hem dost hem de yardımcı olduğunu belirtmek, böylece
onların kalbine tesellî vermektir. Mü’minlerin dostu ve yardımcısı Sadece
Allah’tır; dolayısıyla O’ndan başkasına dayanıp ilticâ etmeleri doğru değildir.
Ayetten
şu işârî mânayı anlamak da mümkündür: “Allah Teâlâ’nın kâinatta devamlı c3ari
olan şöyle bir adeti vardır: O, dostlarının elinden tutarak mülkünü seyretmekten
milkini yani bunun arkasındaki saltanatını
görmeye, saltanatını görmekten de zatının gerçek varlığını görmeye götürür.
Böylece onları ayetlerini görmekten sıfatlarını görmeye, sıfatlarını görmekten
de zatını görmeye ulaştırır.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 61)
Dolayısıyla
mü’minler, nasıl gerekiyorsa öylece Allah’ı tanımalı, O’na dayanmalı, emsalsiz
örnek şahsiyet olarak gönderdiği Peygamberine de edeple itaat etmelidirler. Edebe
aykırı sayılacak her husustan, özellikle mânasız sorular sormaktan uzak
durmalıdırlar:
108. Yoksa daha önce Mûsâ’dan istendiği gibi, siz de Peygamberinizi sorguya çekip ondan olmayacak şeyler mi istiyorsunuz? Kim imanı inkârla değişirse, yolun doğrusunu kaybetmiş olur.
Bu
âyet-i kerîme, Kureyş müşriklerinden bir grubun, “Ya Muhammed! Bizim için şu
Safâ tepesini altın yap. Mekke arazisini biraz genişlet, etrafında da pınarlar
fışkırt ki sana iman edelim” demeleri üzerine inmiştir. Yine rivayetlere göre yahudiler
ve bir takım müşrikler Allah Resûlü (s.a.s.)’den bir takım isteklerde
bulundular. Bazısı: “Mûsâ’nın Tevrat’ı getirdiği gibi sen de bize gökten toplu
halde bir kitap getir” dedi. Bunlardan biri olan Abdullah b. Ebî Ümeyye: “Bana
gökten bir kitap getir. Onda, Âlemlerin Rabbinden İbn Ebî Ümeyye’ye hitaben,
«Şunu bil ki ben Muhammed’i bütün insanlara peygamber olarak gönderdim» diye
yazsın” dedi. Bir kısmı da: “Allah’ı ve melekleri kefil olarak getirmedikçe
sana iman etmeyeceğiz” dediler. Bu hadise üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 37-38)
Nitekim
yahudiler de Hz. Mûsâ’ya eziyet etmişler (Ahzâb 33/69), ondan olur olmaz şeyler
istemişler, inek kıssasında olduğu gibi onu uzun uzadıya sorguya çekmişler
(Bakara 2/67-72) hatta kendilerine bir ilâh yapmasını (A‘râf 7/138) ve Allah’ı açıkça göstermesini (Nisâ
4/153) talep etmişlerdi.
Bu tür sorular, samimiyetten ve gerçeği
öğrenme gayretinden doğan sorular değildir. Bilakis küfür ve isyândan
kaynaklanan sorulardır. Onlar inkârlarına sözde bir gerekçe bulma temâyülüyle
böyle bir yol tutmuşlardır. Dolayısıyla ayette onların, olur olmaz isteklerle
Peygamberi zor durumda bırakma teşebbüsleri, “imanı küfürle değişmek” olarak beyân
edilmiştir. Gerçekten de bu karakterdeki insanlar, iradelerini iman değil,
küfürde inat etme yönünde kullanmaktadırlar. Böylece doğru yolda yürümek
yerine, onu kaybetmeyi ve yoldan sapmayı tercih etmektedirler. Allah Teâlâ da
onların bu gizli niyetlerini ortaya çıkarmaktadır.
Peygambere
gereksiz ve anlamsız soru sormanın doğru olmadığı ve sıkıntılara sebep olacağı konusunda
Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Size açıkladığım hususlarla yetinin. Beni sorguya çekmeyin, kendi
halime bırakın. Sizden öncekiler, ancak fazla soru sormaları ve peygamberlerine
karşı görüş ayrılığına düşmeleri yüzünden helak olmuşlardır. O halde size bir
şeyi emredersem onu gücünüz nispetinde yerine getirin. Sizi bir şeyden
menettiğim zaman ondan sakınıp uzaklaşın.”
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.)’in bu hadisi, haccın farz kılındığını haber verdiğinde,
oradakilerden birinin: “Her sene mi ya Resûlallah?” diye sormasına karşılık
sustuğu ve o adamın bu soruyu üç defa tekrar etmesine de: “Hayır, her sene
değil! Eğer «evet» deseydim size her sene farz olurdu. Farz olunca da buna güç
yetiremezdiniz” şeklindeki açıklaması üzerine varid olmuştur. (Müslim, Hac
412)
Ehl-i
kitabın, peygamberlerine karşı sergiledikleri edebe uygun olmayan tavırları
bilinen bir gerçektir ve savunulacak tarafı yoktur. Hatta peygamberlerini
öldürecek derecede bir cehalet ve zulüm içinde olmuşlardır. Bu bakımdan İslâm
ümmetinin daha dikkatli olmaları ve öncekilerin halinden ibret almaları
gerekmektedir. Bu noktada dost ve düşmanlarının kimler olduğunu iyice bilmelidirler.
Gelen âyetler bu hususta bizlere ışık tutmaktadır:
109. Ehl-i kitaptan birçoğu, sizi imanınızdan vazgeçirip yeniden küfre döndürmeyi isterler. Onlar, Hz. Muhammed’in peygamberliği ile ilgili gerçeği apaçık gördükten sonra, sırf içlerindeki kıskançlık yüzünden böyle yaparlar. Artık Allah’ın emri gelinceye kadar onları kendi halinde bırakın ve serzenişte bulunmayın. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.
110. Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin. Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, mükâfatını Allah’ın yanında bulacaksınız. Çünkü Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir.
Yahudiler,
insanların Allah Resûlü’ne inanmaları, onun etrafında kenetlenmeleri ve böylece
İslâm toplumunun güçlenmesini çekemiyorlardı. Bu sebeple müslümanları, imandan
vazgeçirip tekrar küfre döndürmeye çalışıyorlardı. Âyet-i kerîmenin iniş sebebi
olarak şöyle bir hâdise nakledilmektedir:
Uhud
savaşından hemen sonra bir grup yahudi, Huzeyfe b. Yemân ve Ammar b. Yâsir’in
önüne geçerek: “Başınıza geleni görmüyor musunuz? Eğer doğru yol üzere
olsaydınız, hezîmete uğramazdınız. Siz, en iyisi bizim dînimize dönün, bu sizin
için daha hayırlı ve daha faziletlidir. Gittiğimiz yol da doğruya sizinkinden
daha yakındır” dediler. Ammar: “Sizce verilen sözü bozmak nasıl bir şeydir?”
diye sordu. Onlar da: “Çok kötüdür” dediler. Bunun üzerine Ammar: “Ben,
yaşadığım sürece Hz. Muhammed’i yalanlamayacağıma dâir söz verdim” dedi. Yahudiler:
“Ammar, ebediyen dönmeyecek şekilde dinimizden çıktı. Peki sen ne dersin ey
Huzeyfe, bize uymaz mısın?” dediler. Huzeyfe de: “Ben Rabb olarak Allah’ı, peygamber
olarak Muhammed’i, rehber olarak Kur’ân’ı, kıble olarak Kâbe’yi ve kardeşler
olarak da mü’minleri seçtim” dedi. Bunun üzerine yahudiler: “Mûsâ’nın ilâhına
yemin olsun ki, kalplerinize Muhammed’in sevgisi sindirilmiş” dediler. Ammar ve
Huzeyfe daha sonra Resûlullah’a gelip durumu haber verdiler. Bunun üzerine Allah
Resûlü: “En güzel olanı yapmış ve kurtuluşa ermişsiniz” buyurdu. (İbn
Hacer, Kâfî, I, 176)
Dolayısıyla
müslümanlar, Ehl-i kitabın sözlerine kulak asmamalı, onların hile ve
desiselerine karşı uyanık davranmalıdırlar. Çünkü onların pek çoğu, mü’minlerin
imandan sonra küfre dönüp dinden çıkmalarını cân-u gönülden isterler. Bunun
için her hileye başvururlar. Bu ise hayırseverlik ve dindarlıklarından değil,
aksine nefsaniyetlerinden kaynaklanan hasetten ve kıskançlıktan ileri
gelmektedir. Halbuki onlar, İslâm dininin gerçek din, Peygamberimizin de gerçek
peygamber olduğunu bilmektedirler. Bu gerçeği bizzat ellerinde bulunan Tevrat bildirmektedir.
Buna rağmen kıskançlık belasından kendilerini kurtarıp gerçeği kabule
yanaşmamakta, üstelik insanları imandan caydırmaya çalışmaktadırlar.
Ayette,
“Artık Allah’ın emri gelinceye kadar onları affedin ve serzenişte bulunmayın”
(Bakara 2/109) buyruğuyla,
en sinsi düşmanları karşısında bile müslümanların kendi ahlâkî değerlerinden
vazgeçmemeleri ve müsamahalı olmaları emredilir. اَلْعَفْوُ
(af), “kasıtlı ya da kasıtsız kötülük ve haksızlık eden, suç işleyen birini
bağışlamak, cezalandırmaktan vazgeçmek” demektir. Bu, suçluya karşı dille
yapılacak kınamayı ve serzenişi içine almaz. İnsan bazan affeder fakat
serzenişten geri duramaz. Bu sebeple ayette aftan sonra bir de “serzenişte
bulunmayın” buyrulmaktadır. Bu mânada kullanılan اَلصَّفْحُ
(safh), “bir kimsenin kendine kötülük edene aldırmaması, ondan yüz çevirmesi,
onu hoş görüp bağışlaması” anlamına gelmektedir. İşte Kur’an, mü’minlerden
böyle seviyeli bir gönül, yüksek bir ruh ve üstün bir ahlâk sahibi olmalarını
istemektedir. Âyette “Allah’ın emri gelinceye kadar” (Bakara 2/109) ifadesi,
“Allah hükmünü verinceye kadar” mânasına gelir. Bu hüküm ise, onlarla
savaşmaya, üzerlerine cizye konulmasına veya Benî Kurayza ile Benî Nadîr’in
ileri gelenlerinin öldürülmesine izin verilmesidir. Yahut kıyamet günü büyük
bir azaba düçar olmalarıdır. Bunda şüphe yoktur. Çünkü Allah’ın her şeye, va‘dettiği
her şeyi yerine getirmeye elbette gücü yeter.
Dolayısıyla
siz şimdiki halde bağışlayıcı ve hoşgörülü olun; sabır, teenni ve sükûnetle
hareket edin. Güzel güzel namazınızı kılmaya, zekâtınızı vermeye devam edin.
Zira bunlar dinin temel esaslarındandır. Gerek kıldığınız namaz ve verdiğiniz zekâtı,
gerek kendiniz için yaptığınız daha başka her türlü iyilikleri; karşılığını
peşin olarak hemen istemeyip de ilerisi için amel defterinize kaydolmak üzere iyilik
cinsinden yaptığınız her şeyi Allah’ın yanında bulursunuz. Hesap görüldüğü gün
onların ecir ve mükâfatını eksiksiz olarak alırsınız. Zira Allah Teâlâ, iyi ve
kötü ne yaparsanız muhakkak hepsini görür, bilir ve hepsinden haberdar olur.
Resûlullah
(s.a.s.) ashâbına: “Hanginizin, mirasçısına ait malı öz malından kendisine
daha sevimlidir?” diye sordu. Onlar: “Ya Resûlallah! Bizden hiç birimizin mirasçısnın
malı öz malından daha sevimli değildir” dediler. Bunun üzerine Sevgili
Peygamberimiz: “Hayır, hayır. Hepinizin de mirasçısnın malı, öz malından
kendisine daha sevimlidir. Çünkü senin malın ancak önden Allah için gönderdiğindir.
Mirasçının malı ise geriye bıraktığındır” buyurdu. (Buhârî, Rikâk 12)
Rivayete
göre Hz. Ömer (r.a.), bir gün Bakî kabristanının yanından geçerken: “Allah’ın
selâmı üzerinize olsun ey kabir ehli! Buraları soracak olursanız, hanımlarınız
evlendi, evlerinize başkaları oturdu, mallarınız mirasçılara dağıtıldı” dedi.
Hâtiften bir ses “Ya Ömer! sen de buraları soracak olursan, önden ne
göndermişsek burada onu bulduk, Allah yolunda harcadığınız şeylerin karşılığını
fazlasıyla aldık, elimizden geldiği halde yapmadığımız şeyler konusunda da
hüsrâna uğradık” diye seslendi. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 73)
Ehl-i
kitabın asılsız iddialarından biri de şudur:
111. Ehl-i kitap: “Yahudi veya Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek” dediler. Bu, onların boş kuruntularıdır. Onlara de ki: “Eğer doğru söylüyorsanız, delilinizi getirin.”
Âyetin,
şöyle bir hâdise üzerine indiği rivayet edilmektedir: Hıristiyan Necran heyeti,
Resûlullah’ın meclisinde yahudilerle bir araya gelmişler ve cennete girip
girmeme konusunda birbirleriyle tartışmışlardı. Yahudiler Necranlılar’a:
“Cennete ancak yahudiler girecek” derken, Necranlılar da: “Cennete ancak hıristiyanlar
girecek” demişlerdi. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, I, 206)
Ayetteki
هُودًا (hûden) اَلهَائِدُ(hâid)
kelimesinin çoğulu olup, “tevbe edenler” demektir. Bu isim, yahudilerden
buzağıya ibâdeti terkedenler için kullanılmıştır. Şerîatleri neshedildikten
sonra da kendileri için özel isim olarak kalmıştır. اَلنَّصَارٰي
(nasârâ), yardımcı anlamına gelen اَلنَّصْرَانُ
(nasrân)ın çoğuludur.
اَلأمَان۪ي (emânî), ümniye kelimesinin çoğuludur. اَلأمْنِيَةُ (ümniyetü) ise, arzu edilen şey, delile dayanmayan söz,
aldanma ve sapıklık mânalarına gelir. Çoğul gelmesinin hikmeti şudur: Ehl-i kitabın asılsız arzuları tek değildir.
Önceki ayetlerde de geçtiği üzere mü’minlere Rablerinden bir iyilik
gelmeyeceğini ve mü’minleri tekrar küfre döndürebileceklerini sanmışlar; burada
da belirtildiği üzere kendilerinden başka hiç kimsenin cennete giremeyeceğini
söylemişlerdir. Onlar, sadece bir temenni ve kuruntudan ibaret olan bu
düşüncelerini gerçek sanmışlardır. Bunlar, ispatlanması gereken asılsız bir iddiadan
ibarettir. Şu bir gerçek ki, yalnızca boş bir düşünce, mesnetsiz bir temenni ve
hayalle bir yere varılamaz. Delilsiz, ispatsız, belgesiz ve kuru laflarla, sırf
gönülleri öyle arzu ediyor diye bir iddia kabule şayan olamaz. Böyle bir
kuruntuyla iman ve ihsânın feyzine nâil olunamayacağı gibi, Allah katında bir
mükâfata da erişilemez.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.), akıllı ile ahmağı tarif buyururken bu hususa şöyle dikkat çeker:
“Asıl zeki ve anlayışlı, kendini kontrol eden ve ölümden sonrası için
çalışan kimsedir. Aciz ve ahmak ise, kendini kötü arzularının peşinde
sürükleyen ve buna rağmen Allah’tan boş temennilerde bulunandır.” (Tirmizî,
Kıyamet 25)
Bu
sebeple, Allah Teâlâ onlardan kendilerinin haklı olduğunu gösterecek kesin bir
delil getirmelerini istemektedir. Peşinden de cennete girmeye hak kazanacak
kişilerin nasıl bir keyfiyette ve hangi vasıfta olmaları gerektiğini haber
vermektedir:
112. Hayır, gerçek böyle değildir! Kim, söz ve davranışlarında Allah’ı görüyormuşcasına, en azından Allah’ın kendisini sürekli gördüğünün şuuru içinde iyiliği şiar edinerek bütün varlığıyla Allah’a yönelip O’na teslim olursa, onun mükâfatı Rabbinin yanındadır. Böylelerine hiçbir korku olmayacak, asla bir üzüntü de duymayacaklardır.
Cennet
ne sadece yahudilere ne de hıristiyanlara aittir. İşin gerçeği şudur: Cennete
varmak isteyen, Allah için kendini günah kirlerinden temiz tutmalı, nefsini her
türlü şirk emârelerinden temizleyerek ihlas ve samimiyetle Allah’a
yönelmelidir. Allah’ın birliğini gerçek mânada tanımalı ve bilmelidir. Bu
halinde de Allah’ı görüyormuş gibi kendini sürekli Allah’ın huzurunda
hissetmeli, yaptığı her ibâdeti de temiz bir kalp ile ve her yönüyle güzel bir
şekilde yapmaya gayret göstermelidir. Çünkü Peygamber Efendimiz ihsanı: “İhsan,
Allah’ı görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan
da O seni elbete görüyor.” (Buhârî, İman 37; Müslim, İman 57) şeklinde
tarif etmiştir.
İşte
bu şekilde davrananlar için Rableri yanında büyük bir mükafat hazırlanmıştır.
Allah’ın cennetini lütfedeceği kullar, işte bunlardır. Onlara hiçbir korku
yoktur, mahzun da olmayacaklardır. Onlar korktuklarından emin, umduklarına nâil
olan kimselerdir. Bu kişiler müslüman, bunların tabi olduğu din de İslâm’dır.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in tebliğ ettiği din ve o dinin esası budur. Bu ise mahza
hakikatten ibaret olup, aslâ boş bir kuruntu değildir. Zira iman, ihlas ve
ihsan boyutları ile İslâm, gönüllerin kuru bir arzusu değil, o heva ve
hevesleri silip temizlemekle, emredilenleri yapıp yasaklardan kaçınmakla
ulaşılacak bir gayedir. Bu sebeple İslâm, kulun Allah’a karşı yüzünün ak,
alnının temiz olmasını hedefler. Bu ise kulun iç ve dış âleminin her türlü
niyet, düşünce, hareket ve davranışının temizliğini ifade eder.
Ehl-i
kitap, sadece müslümanlara karşı hırçınlık yapmamaktadır. Aynı zamanda kendi
aralarında da pek çok problem bulunmaktadır. Gelen âyet-i kerîme, o
problemlerden sadece birine temas etmektedir:
113. Yahudiler: “Hristiyanların sağlam ve tutarlı bir dini yok” dediler. Hristiyanlar da: “Yahudilerin sağlam ve tutarlı bir dini yok” dediler. Halbuki hepsi de kendilerine inen kitabı okuyup duruyorlar. Dinî hiçbir bilgisi olmayanlar da onların sözlerine benzer şeyler söylediler. Gerçeği tam olarak bilen Allah, kıyâmet gününde, onların anlaşamadıkları konularda hükmünü verecektir.
Âyet-i
kerîme şöyle bir hâdise üzerine inmiştir: Necran hıristiyanlarından bir heyet
Peygamber Efendimiz’in huzuruna geldikleri zaman, Medine’deki yahudi bilginleri
de orada idiler. İki taraf birbirleriyle önce tartışmaya, sonra münakaşaya
başladılar. Yahudiler, hıristiyanlara “Siz hiçbir sağlam ve tuttarlı bir din üzerinde
değilsiniz!” dediler. Hz. İsa’ya ve İncil’e küfrettiler. Buna karşılık
Necranlılar da yahudilere “Asıl sizin sağlam ve tutarlı bir din üzerinde
değilsiniz!” dediler. Hz. Mûsâ’nın peygamberliğini yalanlayıp Tevrat’a
küfrettiler. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 39)
Kur’an,
yahudi ve hıristiyanlar arasındaki bu problemi gündemine almakla bunun ferdî
bir mesele olmayıp, aralarında umûmen cereyan eden yaygın bir anlaşmazlık
olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Demek ki onlardan her biri diğerinin dinini
temelden inkâr edip geçersiz saymaktadır. Halbuki iki grup da aynı kitabı,
Tevrat ve İncil’i okuyup durmaktadırlar. Ayette “bilmeyenler” olarak
nitelendirilen müşrik Araplar, puta tapanlar, doğru bir bilgi ve itikada sahip
olmayanlar da din sahibi kimseler için benzer şekilde, “hiçbiri doğru ve
önemsemeye değer bir yolda değildir” derler. Buna göre, okuyarak gerçeği
öğrenme imkânı olanlarla böyle olmayanlar arasında bir fark kalmamaktadır.
Ancak şu fark olabilir: O cahil kimseler bilmedikleri ve akıl erdiremedikleri için;
Ehl-i kitap ise bilerek ve fakat sırf nefsanî arzularına uyduklarından böyle
söylemektedirler. Dolayısıyla burada kitap sahibi olan, okuma ve yazma bilen yahudi
ve hıristiyanlar kınanıp azarlanmaktadır. Diğer taraftan müslümanlar da
dikkatli olmaya, akıllı davranmaya ve dinlerinde ihlas ve samimiyeti elden
bırakmamaya davet edilmektedir. Yahudi ve hıristiyanlar gibi olmamaya, hepsi
aynı kitabı, Kur’an’ı okuyup dururken, ona en güzel şekilde uymayı bir yana
bırakarak, böyle fena bir anlaşmazlığa düşmemeleri öğütlenmektedir. Şayet
düşerlerse, Yüce Allah’ın kıyamet günü aralarındaki anlaşmazlıkları çözmede en
doğru kararı vereceği vurgulanmaktadır.
Dinlerinde
anlaşmazlığa düşenler, kendileri doğru yoldan ayrıldıkları gibi, başkalarının
da sapmasına sebep olmaktadırlar. Dolayısıyla hem kendi günahlarını hem de
saptırdıkları insanların günahını üstlenmiş oluyorlar. Bu günahların en
büyüklerinden biri de insanları Allah’ın mescitlerinde zikir ve ibâdetten
alıkoymaktır. Gelen ayetler, bu hususla alakalı açıklamalar yapmaktadır:
114. Allah’ın mescitlerinde O’nun isminin anılmasını engelleyen ve ibâdet yerlerinin harap olmasına çalışandan daha zâlim kim olabilir! Böylelerinin, oralara korku içinde girmekten başka bir hakkı olamaz. Onlara dünyada bir rezillik, âhirette de büyük bir azap vardır.
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebiyle alakalı iki farklı rivayet vardır. Bunlardan birine
göre âyet Romalı Titos ve onunla birlikte olan hıristiyanlar hakkında inmiştir.
Bu hükümdar ve beraberindekiler İsrâiloğullarına hücum etmiş, savaşanlarını
öldürmüş, kadın ve çocuklarını esir almış, Tevrat’ı tahkir etmiş,
Beytü’l-Makdisi yıkmış ve oraya leş atmışlardır. İkinci rivayete göre âyet-i
kerîme, Mekke müşriklerinin müslümanları Mescid-i Haram’da ibâdet edip Yüce
Allah’ın ismini zikretmekten engellemeleri üzerine nâzil olmuştur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 696-697)
اَلْمَسْجِدُ (mescid)in çoğulu olan اَلْمَسَاجِدُ (mesâcid), secde
edilen mübârek mekanların adıdır. Allah’a ibâdet edilen, özellikle namaz
kılınıp secde edilen her yer mescittir. Allah’a kulluğa tahsis edilmiş bu
mukaddes yerlerde ibâdeti engellemek, Allah’ın zikredilmesine mani olmak, bunun
da ötesinde onları tahrip edip yıkmaya çalışmak en büyük zulümlerden biridir.
Çünkü böyle bir davranış, Allah’a karşı bir başkaldırı ve isyandır. Dinin saygı
duyulmasını istediği sınırları hiçe saymak ve çiğnemektir. Cenâb-ı Hakk’ın
zikrinin hatıralardan silinmesine, böylece insanlar arasında çeşitli
kötülüklerin yayılmasına zemin hazırlamaktır. Bu ise, pek büyük bir zulüm ve
günahtır.
Âyet-i
kerîme öncesi ve sonrası itibariyle hem yahudi, hem hıristiyan, hem de
müşriklere temas ederek, mescitlere hürmet gösterilmesi gerektiği prensibini
genelleştirmiştir. Hangi dinden olursa olsun, hatta isterse dinsiz ve putperest
olsun, Allah’ın adı anılan mescitlere ve mabetlere herkesin saygılı olması
gerektiği vurgulanmıştır. Böylece Mekke müşriklerinin Peygamber Efendimiz’i ve
müslümanları Kâbe’de ibâdet etmekten engellemeleri, baştan sona bütün mescitler
hakkında yapılmış ve yapılacak olan her türlü engelleme ve yıkımların da içine dâhil
olacağı büyük bir zulümdür.
Mescitlere
böyle düşmanca bir tavır içinde olanların; o güvenli, huzurlu ve güzel
mekanlara korka korka girmekten başka bir giriş hakları yoktur. Onlar yıkmaya
çalıştıkları o mescitlere yanaşamamalı, el sürememeli, şayet girerlerse can
korkusuyla titreye titreye girebilmelidirler. Onların hakkı budur. Dolayısıyla
müslümanlar güçlü, kuvvetli olmalı; mescit ve mabetlerini, kötü niyetli
kimselerin oraları tahribe ve ibâdet edilmesini engellemeye cesaret edemeyecekleri
şekilde güvence altında tutmalıdırlar. Nitekim Kur’ân’ın bu mûcizevî haberi
zuhur etmiş, Kudüs Bizanslılar’ın elinden çıkmış, müslümanların eline geçmiş,
Beytü’l-Makdis yeniden imar edilip mescit haline getirilmiş, o zalimler de
oraya korka korka girebilir olmuşlardır. (Elmalılı, Hak Dini, I, 476)
Bu
tür zulümleri işleyenler, dünya hayatında rezil ve zelil olacaklardır. Onları
büyük bir felaket, bir perişanlık, bir mahrumiyet beklemektedir. Bir gün
gelecek devletleri parçalanacak, saltanatları son bulacaktır. Çok aşağı ve
bayağı bir derekeye sürükleneceklerdir. Âhirette ise bunları çetin ve ağır bir
azap beklemektedir. Roma imparatorluğunun bu sebeple paramparça olduğu tarihi
bir gerçektir. Nitekim Müfessir Süddî, dünyadaki bu sefalet ve perişanlıktan
maksadın, Romalıların elinden İstanbul’un çıkması ve müslümanlar tarafından
fethedilmesi olduğunu söylemektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 699) Bu
bilgi, Taberî ve Keşşâf gibi kadim tefsirlerde yer almaktadır. Bu tefsirler
İstanbul’un fethinden asırlarca önce yazılmış olduğuna ve hele ilk
müfessirlerden sayılan Süddî'nin fetihten beş-altı asır önce yaşamış
bulunduğuna göre, bu şekildeki tefsirin kaynağının Peygamberimiz (s.a.s) ve
bunun da bir mûcize olduğunda asla şüphe etmemek gerekir.
İmam Kuşeyrî âyet-i kerîmeye şöyle bir işârî mâna
verir: “Âbidlerin ibâdet yuvası demek olan nefislerini şehvetlerle, âriflerin
mârifet yurdu demek olan kalplerini dünyevî beklentilerle, vecd ehlinin
muhabbet yurdu demek olan ruhlarını haz ve sükûna konmakla, tevhîd ehlinin
müşâhede yurdu olan gönüllerini yakınlık duygusuna takılıp aldanmakla tahrîb
etmelerinden daha büyük hangi zulüm olabilir?” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât,
I, 63) O halde her türlü zulümden uzak durup Allah’a yönelmek gerekir. Çünkü:
115. Doğu da Allah’ındır, batı da. O halde nereye dönerseniz dönün, Allah’a yönelmiş olur, O’nu karşınızda bulursunuz. Elbette Allah lutf u keremi çok geniş olan ve her şeyi hakkıyla bilendir.
Doğusuyla
batısıyla yeryüzünün tamamı Allah’ındır. Orada bir yönün diğer yöne üstünlüğü
yoktur. İbadet esnasında belli bir yöne dönmenin ise sembolik bir anlamı
vardır. Nitekim müslümanlar önceleri Beytü’l-Makdis’e yönelerek ibâdet
etmişler, daha sonra Bakara suresi 144. ayetin emriyle Kâbe’ye yönelerek namaz
kılmaya başlamışlardır. Bu ayetin verdiği en önemli mesaj şudur: Eğer bir
şekilde mescitlerde ibâdet etmek engellenirse bilinmelidir ki müslüman
yeryüzünün temiz olan her yerinde namazını kılabilir. Namaz kılarken nereye
yönelirse, Yüce Allah’a yönelmiş olur. Allah onun namazını kabul eder. Ayet
aynı zamanda kıblenin hangi tarafta olduğu bilinmemesi, bilinse bile yolculuk,
hastalık, savaş gibi hususi durumlar sebebiyle o yöne dönmenin zor, tehlikeli
veya imkânsız olması halinde bir ruhsat tanımaktadır. Normal durumlarda Kâbe’ye
yönelerek namaz kılmak farz, zaruri durumlar da ise istenilen yere yönelmek
ruhsattır. Şüphesiz Allah’ın ilmi, rahmeti
ve lütfu çok geniştir. O her şeyi, özellikle kullarının menfaatine olan
durumları en iyi bilir.
Fakat
insanlar, yüce yaratıcıları ve rableri olan Allah’ın değerini takdir edemiyor,
O’na gerektiği gibi kulluk yapamıyor ve hatta O’na asla yakışmayacak sözler
söyleyebiliyorlar. Halbuki O, sonsuz kudret ve kuvvet sahibi olan, varlığı
yoktan en iyi şekilde yaratan Ulu Allah’tır:
116. “Allah çocuk edindi” dediler. Hâşa O, böyle şeylerden pak ve uzaktır. Doğrusu göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun’dur. Hepsi de O’na saygıyla boyun eğmiştir.
Kur’an’ın
öğrettiği Allah inancı ve tevhid anlayışından mahrum olan talihsiz grupların
doğru bir inanca sahip olmaları zordur. Bu bakımdan yahudi, hıristiyan ve
müşrik Arapların Cenab-ı Hak hakkında yanlış düşüncelere saplandıkları
görülmektedir. Yahudiler Hz. Uzeyr’in, hıristiyanlar Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu
olduğunu (Tevbe 9/30), müşrik Araplar ise meleklerin Allah’ın kızları olduğunu
(Nahl 16/57) söylemişlerdir. Ayet, onların bu yanlış düşüncelerini tashih etmek
üzere inmiştir. Çünkü Yüce Mevlâmız, yaratıklara mahsus olan bu nevi benzetme,
bir ihtiyaç ve fânilik şaibelerinden uzaktır. O, yücelerin en yücesi, ötelerin
en ötesidir. O, çocuk edinmekten uzak ve temizdir. Buna ihtiyacı da yoktur.
Zira göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun mülkü ve yaratığıdır. Allah ile
yarattığı varlıklar arasında, babalık-evlâtlık gibi biyolojik bir ilişki
değil, hâlık-mahlûk[1]
ilişkisi, daha açık bir ifadeyle yaratma-itaat etme ilişkisi bulunmaktadır.
Dolayısıyla bütün varlıklar Allah tarafından yaratılmış olup, hepsi de O’na
saygıyla boyun eğmişlerdir. Hiçbiri O’nun iradesinin ve yaratmasının dışına
çıkamaz. Bu bakımdan her varlık, sürekli bir biçimde O’nun kanunlarına itaat
etmekte ve kendine ait hal diliyle O’na kulluk etmektedir.
Allah’a
hâşa çocuk isnat etmenin ne kadar büyük bir cürüm olduğu ile alakalı olarak bir
kudsî hadiste Hak Teâlâ şöyle buyurur: “Âdem oğlu beni yalanladı; halbuki bu
onun hakkı değildir. O bana sövüp saydı; buna da hakkı yoktur. Beni
yalanlamasına gelince: Onu daha önce yarattığım gibi öldükten sonra yeniden diriltmeye
güç yetiremezmişim! Bana sövüp saymasına gelince: Benim çocuğum olduğunu iddia
etmesidir. Ben, bir eş ve çocuk edinmekten pak ve uzağım.” (Buhârî, Tefsir
2/8)
Allah’a böyle noksan sıfatlar ve ortaklar izafe etmek nasıl mümkün olabilir ki:
[1] Hālık: Her şeyi
yoktan yaratan Allah. Mahluk: Allah tarafından yaratılan şeyler.
117. O, gökleri ve yeri yoktan, önünde hiçbir örnek olmadan ve benzersiz bir biçimde yaratandır. Bir şeyi yaratmak isteğince, sadece “ol!” der, o da hemen oluverir.
Fakat
işin hakikatini bilmeyenler, doğruyu araştırıp ona tabi olacakları yerde, dinin
temel değerleri hakkında ileri geri konuşmaya devam etmektedirler. Allah’ın
kendileri ile açıktan açığa konuşmasını; Hz. Muhammed’in gerçek peygamber,
Kur’an’ın da Allah kelamı olduğunu alenen bildirmesini istemektedirler. Hiç
değilse, bunu ispat edecek açık bir mûcizenin gelmesini beklemektedirler.
Buradaki “bilmeyenler”den maksat, ilâhî kitap bilgisinden mahrum müşrik Araplar
olabileceği gibi, bildikleriyle amel etmeyen Ehl-i kitap da bunlara dâhildir.
Çünkü Kur’an’ın beyânına göre müşrikler gibi onlar da Peygamber Efendimiz’den
bu tür isteklerde bulunmuşlardır. (bk. Nisâ 4/153) Önceki peygamberlerin
kavimleri de aynı şeyleri tekrarlayıp durmuşlardı. Bu sözleri, samimiyetten
mahrumdu. Niyetleri iman etmek değil, bilakis küfürlerinde inat ve ısrar
etmekti. Dolayısıyla önceki ve sonraki münkirlerin kalpleri bir noktada
buluşuyordu. Mânevî körlük, kasvet, hastalık ve inatta birbirine benziyordu.
Sözlerinin birbirine benzemesi, kalplerinin de birbirine benzemesine sebep
olmuştu. Zira diller, kalplerin tercümanıdır. Kalp kabında ne varsa dil
musluğundan akacak olan odur.
Allah
Teâlâ indirdiği kitaplar, gönderdiği peygamberler vasıtasıyla ve kâinatta
sergilediği ilâhî azamet tecellileriyle varlığının delillerini beyân
etmektedir. Ancak bu delillerden, yakinî bir bilgi, doğru bir iman ve mârifete
ermek isteyenler istifade edebilirler. Bu yönde samimi bir irade ortaya
koyamayanlar için, bu deliller bir mâna ifade etmez. Bu sebeple Cenab-ı Hak,
peygamberini rahmetiyle müjdelemek, azabıyla korkutmak üzere göndermiştir. Onun
yegane görevi, dinin esaslarını açıkça tebliğ etmek, örnek hayatıyla göstermek,
yapılan iyilik ya da kötülüklere Allah’ın nasıl bir mukabelede bulunacağını
haber vermektir. Bunun ötesinde yapacağı bir şey yoktur. Dolayısıyla davetini
kabul etmeyip cehennemlik olanlardan dolayı ona bir sorumluluk sözkonusu
değildir. Herkes yaptığı işlerden kendisi sorumludur. Bu bakımdan ey Resûlüm,
sen görevini tam olarak yerine getirerek Rabbinin rızâsını kazanmaya çalış;
insanların rızâsını değil:
118. Dinî bilgiden nasibi olmayan bir kısım câhiller: “Ya Allah bizimle konuşsa veya bize apaçık bir işaret, bir mûcize gelse” dediler. Kendilerinden öncekiler de aynen böyle söylemişlerdi. Bunların kalpleri birbirine ne kadar da benziyor! Biz, gerçeği tam mânasıyla kavrayıp, ona şüphe duymadan inanacak bir topluluk için işaret ve delilleri apaçık ortaya koymuşuzdur.
119. Rasûlüm! Biz seni, insanları hem müjdelemen hem de uyarman için hak din ile gönderdik. Sen vazîfeni hakkıyle yapıyorsun; dolayısıyla cehennemlik olanlardan sorumlu tutulacak değilsin!
Fakat işin hakikatini bilmeyenler, doğruyu araştırıp ona tabi olacakları yerde, dinin temel değerleri hakkında ileri geri konuşmaya devam etmektedirler. Allah’ın kendileri ile açıktan açığa konuşmasını; Hz. Muhammed’in gerçek peygamber, Kur’an’ın da Allah kelamı olduğunu alenen bildirmesini istemektedirler. Hiç değilse, bunu ispat edecek açık bir mûcizenin gelmesini beklemektedirler. Buradaki “bilmeyenler”den maksat, ilâhî kitap bilgisinden mahrum müşrik Araplar olabileceği gibi, bildikleriyle amel etmeyen Ehl-i kitap da bunlara dâhildir. Çünkü Kur’an’ın beyânına göre müşrikler gibi onlar da Peygamber Efendimiz’den bu tür isteklerde bulunmuşlardır. (bk. Nisâ 4/153) Önceki peygamberlerin kavimleri de aynı şeyleri tekrarlayıp durmuşlardı. Bu sözleri, samimiyetten mahrumdu. Niyetleri iman etmek değil, bilakis küfürlerinde inat ve ısrar etmekti. Dolayısıyla önceki ve sonraki münkirlerin kalpleri bir noktada buluşuyordu. Mânevî körlük, kasvet, hastalık ve inatta birbirine benziyordu. Sözlerinin birbirine benzemesi, kalplerinin de birbirine benzemesine sebep olmuştu. Zira diller, kalplerin tercümanıdır. Kalp kabında ne varsa dil musluğundan akacak olan odur.
Allah Teâlâ indirdiği kitaplar, gönderdiği peygamberler vasıtasıyla ve kâinatta sergilediği ilâhî azamet tecellileriyle varlığının delillerini beyân etmektedir. Ancak bu delillerden, yakinî bir bilgi, doğru bir iman ve mârifete ermek isteyenler istifade edebilirler. Bu yönde samimi bir irade ortaya koyamayanlar için, bu deliller bir mâna ifade etmez. Bu sebeple Cenab-ı Hak, peygamberini rahmetiyle müjdelemek, azabıyla korkutmak üzere göndermiştir. Onun yegane görevi, dinin esaslarını açıkça tebliğ etmek, örnek hayatıyla göstermek, yapılan iyilik ya da kötülüklere Allah’ın nasıl bir mukabelede bulunacağını haber vermektir. Bunun ötesinde yapacağı bir şey yoktur. Dolayısıyla davetini kabul etmeyip cehennemlik olanlardan dolayı ona bir sorumluluk sözkonusu değildir. Herkes yaptığı işlerden kendisi sorumludur. Bu bakımdan ey Resûlüm, sen görevini tam olarak yerine getirerek Rabbinin rızâsını kazanmaya çalış; insanların rızâsını değil:
120. Onların dinlerine tâbi oluncaya kadar ne yahudiler ne de Hristiyanlar senden asla râzı olmayacaklardır. De ki: “Dosdoğru yol, Allah’ın gösterdiği İslâm yoludur.” Eğer sana gelen ilimden sonra, onların hevâ ve heveslerine uyacak olursan, bilesin ki seni Allah’ın gazabından koruyacak ne bir dostun olur ne de bir yardımcın.
Ehl-i
kitap, Resûlullah (s.a.s.)’a: “Gel bizimle bir müddet hoş geçin, bizi memnun et
de sana tabi olalım” diye bir teklifte bulunmuşlardı. Bu teklifteki kötü
niyetlerini ve samimiyetsizliklerini ortaya koymak için bu âyet inmiştir. (Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 43)
Yahudiler
ve hıristiyanlar, kendi dinlerine uymadıkça, Peygamber Efendimiz başta olmak
üzere müslümanlardan aslâ hoşnut olmayacaklardır. Onları memnun etmenin tek
yolu, dinlerine girmektir. Halbuki iki grubun da dinine aynı anda tabi olmak
mümkün değildir. Çünkü, önceki ayetlerde geçtiği üzere birbirlerine “hiçbir
şey değil” (bk. Bakara 2/113) diyen bu iki fırka, aslında birbirlerine
zıttır. İki zıddın birleşmesi mümkün olmadığına göre, ikisine birden tabi olmak
ve ikisini birden razı etmek de mümkün değildir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 721)
Ayette
geçen اَلْمِلَّةُ (millet) kelimesi,
“tutulup gidilen yol” demektir. Bu mânadan hareketle din ve şeriat mânasında
kullanılmıştır. Fakat “millet”te ictimai yön daha ağır basmaktadır. Dolayısıyla
“millet”, toplum fertlerinin etrafında toplandığı, üzerinde yürüdüğü, diğer bir
ifadeyle, içtimaî duygu ve anlayışların bağlı bulunduğu temel kaideler ve takip
edilen yoldur. Bu yolun doğru olanı olduğu gibi eğri olanı da vardır. Nitekim
âyette bu kelime, ikisi de tahrife uğrayarak gerçekliğini kaybetmiş olan yahudilik
ve hıristiyanlık için kullanılmıştır. Bu halleriyle onlar, tabi olunacak bir mâhiyete
sahip değildir. Dolayısıyla onlara, uyulmaya layık en doğru yolu göstermek
gerekmektedir. O da şudur:
Tabi
olunacak gerçek yol, Allah’ın dosdoğru yoludur. “Hidâyet”, başka şeye değil
ancak ona denilir. Peşinden yürünecek gerçek rehber, Allah Teâlâ’nın rehber
olarak tayin ettikleridir. Bu ise Allah’ın Resûlü, Allah’ın kitabı ve bunların öğrettiği
şekilde Allah’ın dini olan İslâm’dır. Bu yoldan başkasına tabi olmak
sapıklıktır. O halde bütün insanlık, kurtuluşa erebilmek için Peygamber
Efendimiz’e ve onun açıkladığı yola uymak zorundadır. Onun bildirdiği iman
esaslarını, ibâdet ve hayat tarzını benimseyip yaşamak gerekmektedir. Allah
Teâlâ Resulü’ne vahiy yoluyla hak dini, doğru yolu ve onun esaslarını
bildirdikten sonra artık yahudilerin veya hıristiyanlann arzularına uymak,
İslâm’la bağdaşmayan inanç, ibâdet ve hayat tarzlarını benimsemek mümkün
değildir. Böyle davranan bir kimse, Peygamber bile olsa, Allah’ın dostluğu ve
yardımından tamamen mahrum kalmış olur. Ona Allah adına sahip çıkacak ne bir
dost, ne de bir yardımcı bulunur. Ancak bu ikaz ve sakındırma, Resûl-i Ekrem’den
ziyade onun ümmetine yönlendirilmiştir. Bunun için Allah’ın doğru yol rehberi
olarak indirdiği Kur’an’ı hakkını vererek okumak gerekir:
121. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler bu kitabı, tilavetinin hakkını vererek okurlar. İşte ona gerçekten iman edenler, bunlardır. Kim de onu inkâr ederse, en büyük zarara uğrayanlar işte onlardır.
“Kendilerine
kitap verilenler”in kimler olduğuyla alakalı iki görüş vardır. Birincisine göre
kitaptan maksat Kur’ân-ı Kerîm, kitap verilenler ise Hz. Muhammed ümmetidir.
Diğerine göre kitap Tevrat, kitap verilenler de Tevrat’ı hakkıyla okuyarak
onunla amel eden, özellikle Peygamberimizin geleceğine dair Tevrat’ta geçen
bilgileri dikkate alarak onun peygamberliğini tasdik eden yahudilerdir. (Taberî,
Câmi‘u’l-beyân, I, 723) Kur’ân-ı Kerîm, bu vasıfları sebebiyle onları
methetmektedir. Bunlar, kendilerine bir ihsan-ı ilâhî olarak lütfedilen kitabı
hakkını vererek tilavet ederler.
اَلتِّلَاوَةُ (tilâvet) sözlükte “birine, bir şeye
uymak, onu yakından takip etmek” demektir. Terim olarak ise “hem ağır ağır
okumak hem de emir ve yasaklarını, teşvik ve uyarılarını hayata geçirmek suretiyle
Allah’ın kitabına tabi olmak” mânasına gelir. “Kıraat” ise sadece “okumak”
anlamı taşır. Bu sebeple tilâvet genellikle yalnızca ilâhî kitabın okunması
için kullanılır. (Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “telâ” md.) Onlar,
Allah’ın kitabını dikkatle, tane tane ve devamlı okurlar. Hakkıyle tilavet
ederek ve tilavetinin hakkını vererek okurlar. Onu tahriften, karıştırmaktan
koruyarak, heva ve heveslerden uzak kalarak, kelimelerinin telaffuzunu, mânasını
ve hükümlerini gözeterek, dikkatlice, saygılı ve devamlı bir şekilde;
bilmediklerini ve anlamadıklarını ehlinden sora sora, iyi niyetle, temiz bir
kalp ve temiz bir ağızla okurlar. Gelişi güzel ve bir eğlence gibi okumazlar.
Onu şarkı, gazel, türkü, mânî, roman, hikaye yerine koymazlar. Kemal-i hürmet,
ta’zîm ve edeple okurlar. (Elmalılı, Hak Dini, I, 485)
Bir
defasında Zünnûn-ı Mısrî’ye Kur’an âlimlerinin durumu soruldu. Şöyle anlattı:
“Onlar
bu yolda diz çürüttü. Yıllarını bu yolda harcadılar. Bedenlerini erittiler.
İşte bu şekilde Kur’an ilmine sahip oldular. Onların Kur’an ilmini öğrenmek
için sarf ettikleri emek sadece bu kadar değil. Dudaklarında kan kalmadı;
inceldi. Göz yaşları sel olup aktı. Âh çektikçe ciğerleri kebap oldu. Kur’an
ilmini onlar böyle buldu. Hidâyete erenler de onlar oldu. İmanlarını emniyet
altına bunlar aldı.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 233)
İşte
Kur’ân-ı Kerîm’i böyle okuyanlar, ona kamil mânada iman ederler. Aynı zamanda
imanlarının gereğini yaparlar. Gerçekten kitap sahibi olanlar da bu
kimselerdir. Fakat o kitaba inanmayan, onu inkâr eden, Allah’ın bu büyük
nimetine nankörlükte bulunan; onu hakkiyle okumayıp kendi arzusuna göre bozan
ve değiştirenler ise pek büyük bir zarara uğrayacaklardır.
Şimdi
İsrâiloğulları’na, bir taraftan yukarıdan beri sürüp gelen hitapları
tamamlamak, diğer taraftan da az sonra gelecek olan Hz. İbrâhim kıssasına
geçişe hazırlık mâhiyetinde yeni bir hitap daha yöneltilmektedir:
122. Ey İsrâiloğulları! Size ihsân ettiğim nimetlerimi ve bir zamanlar sizi bütün kavimlere üstün kıldığımı hatırlayın!
Bu
âyet-i kerîmeler, aynı sûrenin 47-48. ayetlerinde, ikinci ayetteki küçük bir
farkla, tekrar edildiğinden ilgili açıklamalar orada yapılmıştır. Burada
Cenâb-ı Hak, İsrâiloğulları’na verdiği nimetleri yeniden hatırlatmaktadır. Bu
hatırlatma; onların gayretlerini tazelemek, kalplerinde imana doğru bir
canlanış sağlamak ve kendilerine en büyük bir nimet olarak gönderilen Peygamber
Efendimiz’e tabi olmaya teşvik etmek maksadıyla yapılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in
beyânlarına göre bu nimetlerden bazıları şunlardır: Allah Teâlâ’nın onları
Firavun’un elinden kurtarması, üzerlerine zahmet çekmeden karınlarını
doyuracakları bıldırcın eti ve kudret helvası indirmesi, zillet ve baskıdan
kurtarıp ülkelerinde iktidar vermesi, içlerinden peygamberler göndermesi,
Tevrat’ı indirmesi, peygamberlerine itaat ettikleri dönemlerde onları diğer
bütün kavimlere üstün kılmasıdır.
Bu
kadar büyük ve muazzam nimetlerin kıymetini bilememek ve şükrünü ifâ etmemek,
şüphesiz azâb-ı ilâhîyi celbeder. Bu sebeple hemen akabinden şiddetli bir uyarı
gelmektedir. Yüce Rabbimiz onları ve onlar vesilesiyle bütün kullarını şiddetli
ve belalı bir gün olan kıyamet gününden sakındırmaktadır. Gerçekten o günden
korkulmalıdır. Çünkü hiç kimse başkası adına bir şey yapamayacak, ne başkasına
günahını verebilecek ne de başkasının günahını alabilecektir. Günahlarının affı
ve cehennemden kurtulması için kimseden fidye kabul edilmeyecektir. Allah’ın
müsaadesi hariç hiçbir şefaat fayda vermeyecektir. Günahkârlara hiçbir taraftan
herhangi bir yardım da gelmeyecektir. İşte o gün, böyle sıkıntı ve
çaresizliklerin had safhada olduğu bir gündür. Dolayısıyla dünyada iken o günün
azabından korunmak için gereken her türlü hazırlığı yapma zarureti vardır.
Bu hazırlığı yaparken mahşer aydınlığında bir hayat
sürmüş, örnek alınacak model şahsiyetlere ve onların sergiledikleri örnek davranışlara
ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun en güzel misallerinden biri şüphesiz Hz. İbrâhim’dir.
Şimdi sıra onun dikkat çekici hallerinin beyân edildiği kıssaya gelmektedir:
123. Hem öyle bir günden sakının ki, o gün kimse kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden bir kurtuluş bedeli alınmaz, kimseye şefaat fayda vermez ve hiç kimseye yardım da edilmez.
Bu âyet-i kerîmeler, aynı sûrenin 47-48. ayetlerinde, ikinci ayetteki küçük bir farkla, tekrar edildiğinden ilgili açıklamalar orada yapılmıştır. Burada Cenâb-ı Hak, İsrâiloğulları’na verdiği nimetleri yeniden hatırlatmaktadır. Bu hatırlatma; onların gayretlerini tazelemek, kalplerinde imana doğru bir canlanış sağlamak ve kendilerine en büyük bir nimet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz’e tabi olmaya teşvik etmek maksadıyla yapılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in beyânlarına göre bu nimetlerden bazıları şunlardır: Allah Teâlâ’nın onları Firavun’un elinden kurtarması, üzerlerine zahmet çekmeden karınlarını doyuracakları bıldırcın eti ve kudret helvası indirmesi, zillet ve baskıdan kurtarıp ülkelerinde iktidar vermesi, içlerinden peygamberler göndermesi, Tevrat’ı indirmesi, peygamberlerine itaat ettikleri dönemlerde onları diğer bütün kavimlere üstün kılmasıdır.
Bu kadar büyük ve muazzam nimetlerin kıymetini bilememek ve şükrünü ifâ etmemek, şüphesiz azâb-ı ilâhîyi celbeder. Bu sebeple hemen akabinden şiddetli bir uyarı gelmektedir. Yüce Rabbimiz onları ve onlar vesilesiyle bütün kullarını şiddetli ve belalı bir gün olan kıyamet gününden sakındırmaktadır. Gerçekten o günden korkulmalıdır. Çünkü hiç kimse başkası adına bir şey yapamayacak, ne başkasına günahını verebilecek ne de başkasının günahını alabilecektir. Günahlarının affı ve cehennemden kurtulması için kimseden fidye kabul edilmeyecektir. Allah’ın müsaadesi hariç hiçbir şefaat fayda vermeyecektir. Günahkârlara hiçbir taraftan herhangi bir yardım da gelmeyecektir. İşte o gün, böyle sıkıntı ve çaresizliklerin had safhada olduğu bir gündür. Dolayısıyla dünyada iken o günün azabından korunmak için gereken her türlü hazırlığı yapma zarureti vardır.
Bu hazırlığı yaparken mahşer aydınlığında bir hayat sürmüş, örnek alınacak model şahsiyetlere ve onların sergiledikleri örnek davranışlara ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun en güzel misallerinden biri şüphesiz Hz. İbrâhim’dir. Şimdi sıra onun dikkat çekici hallerinin beyân edildiği kıssaya gelmektedir:
124. Vaktiyle Rabbi İbrâhim’i, birtakım emirlerle imtihan etmiş, o da bunları harfiyyen yerine getirmişti. Bunun üzerine Rabbi ona: “Seni insanlara önder yapacağım” buyurdu. İbrâhim: “Zürriyetimden de önderler çıkar!” diye dua edince: “Benim verdiğim söz, zâlimler için geçerli değildir!” buyurdu.
Hz.
İbrâhim, önde gelen peygamberlerden biridir. Peygamberler babasıdır. “İbrâhim”
ismi Süryânice olup, bunun Arapça karşılığı أَبٌ رَح۪يمٌ
(Ebun Rahîmun) “Merhametli baba” demektir. O, yaşadığı emsalsiz bir kullukla
Allah’ın dostluğuna nâil olmuş ve “Halîlullâh” ünvanını almıştır. “Allah, İbrâhim’i
dost edindi” (Nisâ 4/125) ayeti, onun bu rütbesini ebedileştirmiştir.
İbrâhim
(a.s.); müslüman, yahudi ve hıristiyan bütün inanç gruplarının kendine saygı
duyduğu bir şahsiyettir. Bu sebeple Cenab-ı Hak onu örnek vermektedir. Eğer
gerçekten onu seviyor ve ona saygı duyuyorlarsa onu iyi tanımaları gerekir. O,
tevhid akidesini nasıl canlandırdı, Allah’ın emir ve yasaklarına nasıl sarıldı
ve kulluk imtihanını nasıl başardıysa onların da aynı şekilde davranmalarını
istemektedir.
Allah
Teâlâ’nın İbrâhim’i imtihana tabi tuttuğu “kelimeler”, ona vahyettiği şeriat ve
onu sorumlu tuttuğu bütün emir ve yasaklardır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 730) Bununla birlikte bu “kelimeler”le alakalı bazı tahsis edici izahlar da
yapılmıştır. İbn Abbas (r.a.), bu kelimelerin İbrâhim (a.s.)’ın şerîatında
farz, bizde ise sünnet olan on özellik olduğunu söyler. Bunların beş tanesi başla
ilgilidir: Bunlar; ağzı su ile çalkalamak, burnu iyice yıkamak, saçları ortadan
ayırmak, bıyıkları kısaltmak ve misvak kullanmaktır. Beş tanesi ise bedenle
ilgilidir: Bunlar da; sünnet olmak, etek ve koltuk altını temizlemek, tırnakları
kesmek, büyük ve küçük abdestten sonra suyla istincâ yapmak yani necâsetten
temizlenmektir. Yine İbn Abbas’tan gelen bir açıklama şöyledir: “Hz. İbrâhim’in
denendiği kelimelerden maksat şunlardır:
Allah emrettiği vakit kavminden ayrılıp vatanından hicret etmesi, Allah Teâlâ
hakkında Nemrud’a karşı kesin deliller ortaya koyması, kavminin kendini ateşe
atmalarına sabredip katlanması ve oğlunu kurban etmekle imtihana tabi
kılınmasıdır.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 731, 734)
Hz.
İbrâhim, Cenab-ı Hakk’ın her emrini, her yasağını, özel olarak da imtihana tabi
tuttuğu bütün hususları olması gereken en iyi şekilde yerine getirdi. Böylece
imtihanı geçip Hakk’ın rızâsını kazandı. “Çok vefakâr İbrâhim’in” (Necm
53/37) medhine erişti. Bu sebeple Hak Teâlâ, kendisini bütün insanlar için
uyulması gereken bir imam ve büyük bir önder kılacağına söz verdi. İhsan ettiği
nübüvvet, vahyettiği sahifeler ve emrettiği şeriatle onu insanlara müstakim bir
rehber yapacağını bildirdi. İbrâhim’in kendi soyundan da önderler yetişmesi
yönünde dilekte bulunması üzerine ise “Benim verdiğim söz, zâlimler için
geçerli değildir!” (Bakara 2/124)
buyurdu. Dolayısıyla üstünlüğün, nesep ve kan bağına değil, dinî ve
ahlâkî liyakate bağlı olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. Buna göre zalimler İbrâhim’in
soyundan da olsalar, Allah’ın vaadettiği önderlik, liderlik, üstünlük gibi
ayrıcalıklara sahip olamazlar. Çünkü zalimler dinî ve ahlâkî konularda
Allah’ın belirlemiş olduğu sınırları aşar; özellikle şirk ve inkâra sapar; adâlet,
hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine aykırı davranır; kör bir inatçılıkla hakikate
karşı direnip savaşırlar. Bu sebeple Allah’ın bu husustaki şarta bağlı va‘di
onlar için geçerli değildir. Halbuki önderler, zulmü ortadan kaldırmak için
vardır. Kendileri zalim olurlarsa, insanların halinin nasıl olacağı
düşünülmelidir. Belki çobanı kurt olan bir koyun sürüsünün haline benzerler.
Ayette
aynı zamanda Medine yahudilerine, Peygamber Efendimiz ve müslümanlara karşı
haksız yere bir üstünlük ve seçkinlik taslamalarının boş bir hayalden ibaret
olduğu hatırlatılmaktadır. Sûrenin başından beri İsrâiloğulları’nın tarih
boyunca işlemiş oldukları suçların sayılıp dökülmesindeki esas maksat ve hikmet
de, onlara bu zulümlerini ispat etmektir. Onlar, o altın buzağıya tapma
hadisesinden itibaren zulme başladılar, git gide bütün hareketlerinde bu zulüm
nihayet onların genel karakteri haline geldi. Zalimlerden ise imam ve peygamber
olmaz. Böylece onlardan imamet kesilmiş ve İbrâhim zürriyetinin öbür koluna
yani İsmâil (a.s.) nesline geçmiş oldu. Neticede Tevrat’ta geleceği va‘dedilen
ahir zaman peygamberi de İsrâiloğulları’ndan değil, İsrâil’in amcası olan Hz. İsmâil
evladından geldi. Onun neş’et ettiği yer Mekke ve Beytullah’ın yanı oldu:
125. Biz Kâbe’yi, insanlar için toplanıp sevap kazanma yeri ve emniyetli bir mekân kıldık. Öyleyse siz de İbrâhim’in makâmını namazgâh edinin. Zâten İbrâhim’le İsmâil’e de: “Tavaf edenler, ibâdet kastıyla orada kalanlar, rükû ve secde edenler için evimi tertemiz tutun!” diye emretmiştik.
Cenab-ı
Hak, Beytullah olan Kâbe’yi insanların uzak diyarlardan gelerek toplandıkları, ibâdet
edip sevap kazandıkları, kendilerini emniyette hissettikleri bir hac mahalli,
kutsal bir mekan yapmıştır. İnsanlar gelip orayı ziyaret ederler, gidip tekrar
döner gelirler. Asırlardır bu böylece artarak devam etmektedir. Kâbe, aynı
zamanda en emniyetli bölgedir. Çünkü müşrikler bile: “Ev Allah’ın evidir, oraya
ziyarete gelip oturanlar da Allah evinin sakinleridir” derler ve harem
sınırları içinde bulunan kişilere saldırmazlardı. Gerçekten de Kâbe, Hz. İbrâhim’den
itibaren tarih boyunca bir hac ve ziyaret mahallî olarak devam etmiş, bu durum
başta Mekkeliler olmak üzere Araplar için maddî ve manevî faydalar sağlamış, bu
sebeple orada bulunan insanların, hatta bütün canlıların güvenliğine de özel
bir itina gösterilmiştir.
Kâbe,
Allah’ın taştan yaptırdığı, fakat zâtına
izafe ettiği evdir. Onun zahirine bakan Hak’tan uzaklaşır; Allah’a izafe edilen
cihetine bakan Hakk’a vasıl olur. Bu Beyt’e günahlardan tevbe ederek hürmet ve tâzim
hisleriyle sığınanlar, âhiret azabından emniyette olurlar. (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât,
I, 67)
Beytullah’a
giren kişinin nasıl bir düşünce içinde olması gerektiği hususunda Ebû Vâsıl
Şakîk b. Seleme’nin şu hâli pek ibretlidir:
Arkadaşları
arasında konuşurken şöyle derdi:
“-
Ben şu hâlimle Kâbe’nin dışında dahi dolaşmaktan utanıyorum. Çünkü o ayaklarla
günah işlemişim. Nice helâl olmayan şeye yürüdüler. Buna rağmen ben
Beytullah’ın yanına nasıl varayım ve Hicr’e kadar nasıl gideyim.” (Velîler
Ansiklopedisi, I, 130-131)
Âyette
bahsi geçen مَقَامُ اِبْرٰه۪يمَ (Makam-ı İbrâhim), Hz. İbrâhim’in Kabe’yi inşa
ederken veya insanları hacca davet ederken üstüne bastığı, üzerine ayak
izlerinin çıktığına inanıldığı taş veya bu taşın bulunduğu yerdir. Günümüzde
de burası, “Makam-ı İbrâhim” adıyla bilinmektedir. Kabe’ye yaklaşık
“Siz de İbrâhim’in makâmını namazgâh edinin” (Bakara
2/125) emrinin muhatabı hem ümmet-i Muhammed (s.a.s.) hem de İbrâhim (a.s.)’ın
ümmeti olabilir. müslümanlar, orada namaz kılmaya ve dua etmeye teşvik
edilmektedir. Zira, makamın faziletinden dolayı orada yapılacak ibâdetler daha
çok kabule şayan olacaktır.
Kâbe,
Beytullah’tır, Allah’ın evidir. Cenab-ı Hak, Hz. İbrâhim ve İsmâil’e evinin
temiz tutulmasını emretmiştir. Çünkü bu kutsal mekan, insanların ibâdet
ettikleri, Allah’a yöneldikleri, ruku ve secdeyle namaz kıldıkları yerdir. Bu
haliyle temiz tutulmaya en layık mekandır. Dolayısıyla bu kutsal mekânın namazın
sıhhatine engel olan maddî pisliklerden; insanın imanını, ihlâsını ve
kulluğunu Allah’a arzettiği yer olduğu için putperestliği çağrıştıran her türlü
tutum ve davranışlardan; bütün milletlerden müslümanların bir araya gelerek
tanışıp kaynaşmaları, sevgi ve şefkatin en güzel örneklerini vermeleri gereken
yer olduğu için de insanları incitici söz ve hareketlerden, hatta hayvanlara,
bitkilere zarar veren, mekânın kudsiyetiyle bağdaşmayan her türlü ahlâk dışı
tutum ve davranışlardan arındırılması istenmektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 749; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IV, 47-48) Kâbe’nin birer
şubesi mevkiindeki bütün cami ve mescitler de aynı şekilde temiz tutulmalıdır.
Ayette, Allah’ı zikir ve O’na muhabbet merkezi olan kalplerin her türlü masiva
ve günah düşüncesinden temiz tutulmasına da işaret vardır. Ayetteki “tavaf
edenler”den maksat, hac ve umre niyetiyle Kabe’yi ziyarete gelip Beytullah’ın
etrafını usulüne uygun dolaşanlar; الْعَاكِف۪ينَ (âkifîn)den maksat, ibâdet etmek gayesiyle
Harem-i şerifte bulunanlar, “rükû ve secde edenler”den maksat da orada özellikle
namaz kılanlardır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IV, 48)
Hz. İbrâhim, duaları Kur’ân-ı Kerîm’de en çok
zikredilen bir peygamberdir. O, her vesileyle Allah’a yönelir ve içli içli dua
eder. Gelen âyet-i kerîmede yer alan duayı da Mekke’ye ilk geldiğinde yapmıştı:
126. Bir de İbrâhim: “Rabbim! Burayı emniyetli bir belde kıl; halkından Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri de çeşit çeşit ürünlerle rızıklandır!” diye yalvarmıştı. Allah da: “Ben inkâr edeni de kısa bir süre rızıklandırır, sonra onu ateş azabına uğratırım. Orası varılacak ne kötü bir yerdir!” buyurmuştu.
Hz. İbrâhi, İsmâil ve Hacer’i Mekke’ye yerleştirdi.
Halbuki bu bölge ne ziraata ne de başka bir şeye müsaitti. Açlıktan ve
susuzluktan helak olmamaları için Allah’a sığındı ve korkulacak şeylerden de
onları emniyette kılmasını istedi. Dolayısıyla “beldenin emin kılınması”ndan
murâd; halkının, kuraklık, kıtlık, tufan, zelzele, düşman saldırısı, delilik,
cüzzam gibi maddî ve mânevî âfetlerden emin olmasıdır. “Ürünler”den maksat ise,
topraktan ve ağaçlardan elde edilen meyve ve sebze cinsinden her türlü
yiyeceklerdir. İbrâhim (a.s.)’ın bu duası bereketiyle o zamandan beri dünyanın
her bir tarafından Mekke’ye birçok meyve ve sebze gelmektedir. Öyle ki, burada
bir günde hem yaz, hem güz, hem de ilkbahar meyvesini bir arada bulmak
mümkündür.
Hz. İbrâhim, rızık meselesini de imamet gibi bir nimet
kabul ederek, teeddüben Rabbinden sadece mü’minleri rızıklandırmasını istemişti.
Rızkı, iman şartına bağlamıştı. Allah Teâlâ ise “inkâr edeni” de ilave ederek
dünyada mü’mine de kâfire de rızık vereceğini beyân buyurdu. Fakat bu dünyada kâfire
sağlanan fayda sınırlı, geçici ve az bir faydadır. Âhirette o, ebediyen ateş
azabına atılacak ve belasını bulacaktır. Cehenneme girmeye mecbur tutulacaktır.
Çünkü başka alternatifi yoktur. Zira ayette kullanılan اَلإضْطِرَارُ
(ıztırâr), zorunluluk ifade etmekte olup özgür olarak seçmenin zıddıdır. Buna
göre insanların dünya hayatında iman veya inkârı seçip ona göre bir hayat yaşamaları
kendi iradelerine bağlı olmakla birlikte, bu tercihlerinin sonucunda hak
ettikleri akıbeti kabul edip etmemek hususunda özgür değil, zorunludurlar. Buna
göre Allah’ı ve âhîret gününü inkâr edenleri, inkârlarının kaçınılmaz sonucu
olarak Allah cehenneme sürecektir. Bu, yaptığından mesul olmayan Allah için
değil, kul için kaçınılmaz bir sonuçtur. Yani insan, “Ben imanı veya inkârı
tercih ediyorum” diyebilir; fakat kâfir olmayı seçmiş biri artık, “Ben cehenneme
gitmeyi tercih etmiyorum” diyemez. İşte bu husus âyette “ıztırar” kelimesiyle
ifade edilmiştir. (Kur’an Yolu, I, 210)
Kâfirlerin kaçınılmaz sonu olan o azap ne fena bir son ve ona gidiş ne
fena bir gidiştir. Orası, varılacak çok kötü bir yer, berbat bir duraktır.
Allah Teâlâ, önceki ayetlerde Beytullah, Mekke ve
onların bir kısım hususiyetlerini beyân ettikten sonra, Kâbe’yi inşa eden Hz. İbrâhim
ve oğlu İsmâil’in örnek hallerine dikkat çekmektedir:
127. İbrâhim, İsmâil’le birlikte Beytullah’ın temelleri üzerine duvarlarını yükseltirken şöyle dua ediyorlardı: “Rabbimiz, bizden bunu kabul buyur. Şüphesiz sen işiten ve bilensin.”
Kaynaklarımızın verdiği bilgilere göre Kâbe, ilk
olarak Allah’ın emri ve meleklerin yardımıyla Hz. Âdem tarafından inşa
edilmiştir. Tarih boyunca zaman zaman yıkıldığı ve yeniden yapıldığı olmuştur.
Aynı şekilde Nûh tufanı ve buna benzer hadiselerle tahrip olan ve temelleri
kapanan Beytullah’ı, Hz. İbrâhim oğlu İsmâil’le birlikte eski temelleri üzerine
yeniden yapmıştır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I,
760-763; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 94) Şu âyet-i kerîmeler Kâbe’nin, Hz. İbrâhim’den
çok önceleri mevcut olduğuna işaret eder:
“Yeryüzünde insanlar için yapılan
ilk mâbed, bütün insanlık için bir bereket kaynağı, bir hidâyet rehberi ve bir
yönelme merkezi olan Mekke’deki Kâbe’dir.” (Âl-i İmrân 3/96)
“Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir
kısmını senin her türlü hürmete lâyık Mukaddes Evinin yanında ekin bitmeyen bir
vâdiye yerleştirdim…” (İbrâhim
14/37)
“Bir vakit İbrâhim’e Kâbe’nin
yerini hazırlayıp göstermiştik…” (Hac
22/26)
Hz. İbrâhim ve oğlu İsmâil, bir taraftan Kâbe’nin
temellerini yükseltiyor, diğer taraftan da Cenâb-ı Hakk’tan, yaptıkları bu işi
kabul buyurmasını istiyorlardı. “Rabbimiz, bunu bizden kabul et!” diyorlardı.
Çünkü yegâne işiten ve bilen O’ydu. Yapılan duaları işitiyor ve her şeyi, hatta
gönüllerden geçen niyetleri bile biliyordu. Onlar âdeta, “Ya Rab! Bu mübârek
beyti, nasıl bir duygu ve düşünceyle yapmaya çalıştığımızı sen biliyorsun.
Dilimizden dökülen niyazlarımızı duyuyorsun. Bize ona göre rahmet ve
bereketinle muamele et!” diyorlardı. Sonra dualarına şöyle devam ediyorlardı:
“Rabbimiz! İkimizi sana kâmil mânasıyla teslim olan,
bütün varlığıyla emrine boyun eğen, takdir buyurduğun her şeye rızâ gösteren ve
bildirdiğin itikadî, amelî hükümleri tartışmasız kabul ederek uygulayan
kimselerden eyle! Öyle ki bizim bir damarımız bile senin arzunun hilafına
atmasın ve bir kılımız bile senin hükmünün aksine kıpırdamasın! Bu lütfunu
sadece ikimizle sınırlı tutma. Zürriyetimizden de sana hakkiyle teslim olacak
ve emrine kayıtsız şartsız itaat edecek bir ümmet, bir topluluk var et! Bizden
sonra onlar senin hukukunu yerine getirsin ve emrine râm olsunlar. Bize nasıl ibâdet
edeceğimizi öğret. Hac ve kurbanla alakalı vazifelerimizi ve onları ifa
edeceğimiz yerleri bize göster. Bizlere tevbe etmeyi, her an sana yönelmeyi
nasip et. Sen de tevbelerimizi ve yönelişlerimizi kabul buyur. Çünkü sen
tevbeleri çokça kabul eden ve kullarına sonsuz merhamet edensin!”
Hz. İbrâhim ve İsmâil, kendilerinden sonra kıyamete
kadar devam edecek nesillerinin iyiliğine son olarak şöyle dua ettiler:
“Rabbimiz! Sana teslim olacak zürriyetimiz içinden bir de Peygamber gönder! O
Peygamber, kendine inanıp tabi olanlara senin âyetlerini okusun, onlara Kitab’ı
ve hikmeti öğretsin ve onları günah kirlerinden tertemiz kılsın. Çünkü sen
Azîz’sin; hiçbir zaman mağlup olamayacak bir izzet ve kuvvet sahibisin.
Hakîm’sin; her işi hikmetle yapan, her hükmü hikmetin ta kendisi olan ve
yaptığını en sağlam ve en mükemmel yapan sadece sensin!”
Bu duada bahsedilen Peygamber, Peygamberimiz Hz.
Muhammed (s.a.s.)’dir. Dolayısıyla İbrâhim (a.s.)’ın duası kabul edilmiş ve son
Peygamber onun soyundan gelmiştir. Bununla ilgili olarak Resûlullah (s.a.s.)
şöyle buyurur: “Âdem daha çamur hâlinde iken ben; Allah katında «Hâtemü’n-nebiyyîn»[1]
diye yazılmıştım. Size bunun ilk işaretlerini haber vereceğim: Bunlar, babam İbrâhim’in
duası (Bakara 2/129), Îsa’nın müjdesi (Saf 61/6) ve annemin gördüğü rüyâdır. Bütün
peygamberlerin anneleri bu şekilde rüya görmüşlerdir. O rüyâda annem kendinden
bir nûr çıktığını ve Şam saraylarını aydınlattığını görmüştü.” (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, IV, 127)
Hz. İbrâhim’in
duasında gelecek Peygamberin ifa edeceği önemli vazifeler; “Allah’ın âyetlerini
okumak, kitabı ve hikmeti öğretmek ve insanları tezkiye etmek” şeklinde hülasa
edilmektedir. Bunlar, bir peygamberin pek çok vazifesi yanında özellikle dinin
tebliği ve insanların terbiyesi açısından büyük önem arzetmektedir. Buradaki
“âyetler”den “vahyedilen bilgiler, Allah’ın birliğini ve peygamberlerin
doğruluğunu gösteren deliller”; “kitap”tan “Kur’ân-ı Kerîm”, “hikmet”ten “Peygamberimizin
sünneti, din ve dinî hükümlerle ilgili bilgiler, söz ve yaşayışta doğruluk”;
“tezkiye”den de “temizleme yani inkâr, şirk, kötü huylar ve günah kirlerinden
arındırma” mânaları anlaşılabilir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I,
774-776; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 94)
O Peygamber’in tebliğ ettiği din, tevhid inancını temsil eden Hz. İbrâhim’in dinidir. O dinin kıymetini bilip ona tabi olmak gerekir. Bundan gâfil olanlar ise, büyük bir hazineden mahrum kalmaktadırlar:
[1] Hâtemü’n-nebiyyîn:
Peygamberlerin sonuncusu, son peygamber, peygamberlerin isimlerinin yazılı
bulunduğu sayfanın mührü.
128. “Rabbimiz! İkimizi yalnız sana teslim olanlardan eyle. Neslimizden de sana teslim olacak bir ümmet getir. Bize hac ve kurban gibi kulluk usullerimizi göster ve tevbelerimizi kabul buyur. Şüphesiz tevbeleri kabul eden ve çok merhametli olan ancak sensin!”
129. “Rabbimiz! Onlara içlerinden bir peygamber gönder de, onlara senin âyetlerini okusun, kitap ve hikmeti öğretsin ve onları günahlardan arındırıp tertemiz yapsın. Muhakkak ki, kudretine karşı gelinmeyen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan ancak sensin.”
Kaynaklarımızın verdiği bilgilere göre Kâbe, ilk olarak Allah’ın emri ve meleklerin yardımıyla Hz. Âdem tarafından inşa edilmiştir. Tarih boyunca zaman zaman yıkıldığı ve yeniden yapıldığı olmuştur. Aynı şekilde Nûh tufanı ve buna benzer hadiselerle tahrip olan ve temelleri kapanan Beytullah’ı, Hz. İbrâhim oğlu İsmâil’le birlikte eski temelleri üzerine yeniden yapmıştır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 760-763; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 94) Şu âyet-i kerîmeler Kâbe’nin, Hz. İbrâhim’den çok önceleri mevcut olduğuna işaret eder:
“Yeryüzünde insanlar için yapılan ilk mâbed, bütün insanlık için bir bereket kaynağı, bir hidâyet rehberi ve bir yönelme merkezi olan Mekke’deki Kâbe’dir.” (Âl-i İmrân 3/96)
“Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını senin her türlü hürmete lâyık Mukaddes Evinin yanında ekin bitmeyen bir vâdiye yerleştirdim…” (İbrâhim 14/37)
“Bir vakit İbrâhim’e Kâbe’nin yerini hazırlayıp göstermiştik…” (Hac 22/26)
Hz. İbrâhim ve oğlu İsmâil, bir taraftan Kâbe’nin temellerini yükseltiyor, diğer taraftan da Cenâb-ı Hakk’tan, yaptıkları bu işi kabul buyurmasını istiyorlardı. “Rabbimiz, bunu bizden kabul et!” diyorlardı. Çünkü yegâne işiten ve bilen O’ydu. Yapılan duaları işitiyor ve her şeyi, hatta gönüllerden geçen niyetleri bile biliyordu. Onlar âdeta, “Ya Rab! Bu mübârek beyti, nasıl bir duygu ve düşünceyle yapmaya çalıştığımızı sen biliyorsun. Dilimizden dökülen niyazlarımızı duyuyorsun. Bize ona göre rahmet ve bereketinle muamele et!” diyorlardı. Sonra dualarına şöyle devam ediyorlardı:
“Rabbimiz! İkimizi sana kâmil mânasıyla teslim olan, bütün varlığıyla emrine boyun eğen, takdir buyurduğun her şeye rızâ gösteren ve bildirdiğin itikadî, amelî hükümleri tartışmasız kabul ederek uygulayan kimselerden eyle! Öyle ki bizim bir damarımız bile senin arzunun hilafına atmasın ve bir kılımız bile senin hükmünün aksine kıpırdamasın! Bu lütfunu sadece ikimizle sınırlı tutma. Zürriyetimizden de sana hakkiyle teslim olacak ve emrine kayıtsız şartsız itaat edecek bir ümmet, bir topluluk var et! Bizden sonra onlar senin hukukunu yerine getirsin ve emrine râm olsunlar. Bize nasıl ibâdet edeceğimizi öğret. Hac ve kurbanla alakalı vazifelerimizi ve onları ifa edeceğimiz yerleri bize göster. Bizlere tevbe etmeyi, her an sana yönelmeyi nasip et. Sen de tevbelerimizi ve yönelişlerimizi kabul buyur. Çünkü sen tevbeleri çokça kabul eden ve kullarına sonsuz merhamet edensin!”
Hz. İbrâhim ve İsmâil, kendilerinden sonra kıyamete kadar devam edecek nesillerinin iyiliğine son olarak şöyle dua ettiler: “Rabbimiz! Sana teslim olacak zürriyetimiz içinden bir de Peygamber gönder! O Peygamber, kendine inanıp tabi olanlara senin âyetlerini okusun, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretsin ve onları günah kirlerinden tertemiz kılsın. Çünkü sen Azîz’sin; hiçbir zaman mağlup olamayacak bir izzet ve kuvvet sahibisin. Hakîm’sin; her işi hikmetle yapan, her hükmü hikmetin ta kendisi olan ve yaptığını en sağlam ve en mükemmel yapan sadece sensin!”
Bu duada bahsedilen Peygamber, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Dolayısıyla İbrâhim (a.s.)’ın duası kabul edilmiş ve son Peygamber onun soyundan gelmiştir. Bununla ilgili olarak Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Âdem daha çamur hâlinde iken ben; Allah katında «Hâtemü’n-nebiyyîn»[1] diye yazılmıştım. Size bunun ilk işaretlerini haber vereceğim: Bunlar, babam İbrâhim’in duası (Bakara 2/129), Îsa’nın müjdesi (Saf 61/6) ve annemin gördüğü rüyâdır. Bütün peygamberlerin anneleri bu şekilde rüya görmüşlerdir. O rüyâda annem kendinden bir nûr çıktığını ve Şam saraylarını aydınlattığını görmüştü.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127)
Hz. İbrâhim’in duasında gelecek Peygamberin ifa edeceği önemli vazifeler; “Allah’ın âyetlerini okumak, kitabı ve hikmeti öğretmek ve insanları tezkiye etmek” şeklinde hülasa edilmektedir. Bunlar, bir peygamberin pek çok vazifesi yanında özellikle dinin tebliği ve insanların terbiyesi açısından büyük önem arzetmektedir. Buradaki “âyetler”den “vahyedilen bilgiler, Allah’ın birliğini ve peygamberlerin doğruluğunu gösteren deliller”; “kitap”tan “Kur’ân-ı Kerîm”, “hikmet”ten “Peygamberimizin sünneti, din ve dinî hükümlerle ilgili bilgiler, söz ve yaşayışta doğruluk”; “tezkiye”den de “temizleme yani inkâr, şirk, kötü huylar ve günah kirlerinden arındırma” mânaları anlaşılabilir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 774-776; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 94)
O Peygamber’in tebliğ ettiği din, tevhid inancını temsil eden Hz. İbrâhim’in dinidir. O dinin kıymetini bilip ona tabi olmak gerekir. Bundan gâfil olanlar ise, büyük bir hazineden mahrum kalmaktadırlar:
[1] Hâtemü’n-nebiyyîn: Peygamberlerin sonuncusu, son peygamber, peygamberlerin isimlerinin yazılı bulunduğu sayfanın mührü.
130. Kendini bilmez beyinsizlerden başka, kim İbrâhim’in dininden yüz çevirir? Elbette biz onu dünyada seçip peygamber yaptık. Âhirette de o mutlaka sâlihler arasında olacaktır.
131. Rabbi ona: “Teslim ol!” buyurmuş, o da: “Âlemlerin Rabbine teslim oldum” demişti.
132. İbrâhim Allah’a teslimiyeti oğullarına da vasiyet etti. Yâkub da: “Oğullarım! Bakın, Allah sizin için bu dinî seçti. O halde siz de başka değil ancak müslümanlar olarak can verin!” dedi.
130. âyetin iniş sebebi olarak şöyle bir hadise
nakledilir: Abdullah b. Selâm, amcaoğulları olan Seleme ile Muhâcir’i İslâm’a davet
eder. Onlara Allah Teâlâ’nın Tevrât’taki: “Muhakkak ki, İsmâil’in soyundan adı
Ahmed olan bir peygamber göndereceğim. Ona iman eden doğru yolu bulur. Ona
inanmayanlar ise lânete uğrar” buyruğunu hatırlatır. Bunun üzerine Seleme
müslüman olur, Muhâcir ise imana yanaşmaz. Bahsedilen hadise üzerine bu ayet
nâzil olur. (Suyûtî, Lübâbu’n-nukûl, s. 24)
مِلَّةُ
اِبْرٰه۪يمَ (Milletu İbrâhim)den maksat, Hz. İbrâhim’in getirdiği din ve tebliğ
ettiği inanç sistemidir. O da Allah’ın birliğini tanımak, O’na yönelip teslim
olmak, sadece O’na kulluk etmek, Beytullah’ı maddi mânevî bütün kirlerden
temizlemek ve emredilen ibâdet ve muâmelâtı tatbik etmektir. İşte son Peygamber
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirdiği din de bu dinin devamıdır. Aynı esaslar
üzerine kurulmuştur. Cenab-ı Hak bütün insanlara “Tek Allah’a inanan ve
hiçbir zaman müşriklerden olmayan İbrâhim’in dinine” uymalarını istediği ayetiyle
(bk. Bakara 2/135) bu gerçeğe işaret etmektedir. Bu öyle yüce, öyle şerefli ve
öyle mübârek bir dindir ki, bundan ancak aşağılık, cahil, kendini bilmez, ahmak
ve beyinsiz kişiler yüz çevirir. Onlar cehâlete maruz kalmak, tefekkür ve
teemmülden yüz çevirmek suretiyle nefsini zelîl ve hakîr duruma düşürmüş
kimselerdir. Halbuki zerre kadar ilmi, irfanı, aklı ve iz’anı olan, var gücüyle
bu dine sarılır ve onun sınırsız bereketinden istifade etmeye çalışır. Bu
yönüyle ayet, Peygamber Efendimiz’e inanmayan bütün yahudi, hıristiyan ve
müşriklere hitap etmektedir.
Cenab-ı Hak, İbrâhim’i dünyada seçkin bir kul yapmış,
insanlar arasında temizlik ve sâfiyetle mümtaz kılmış, terbiye edip güzel
huylarla donatmış ve onu kendine dost edinmiştir. Ona peygamberlik ve hikmet
verip, yüce derecelere eriştirmiştir. Şüphe yok ki o, âhirette de, elbette
Allah’ın sâlih kullarından olacaktır. Doğruluğu, dürüstlüğü ve hayır
severliğiyle maruf olan makbul kullar arasına girecektir. Dünya ve âhirette bu
kadar nimete nâil olmuş böyle bir zâtın dininden yüz çevirmemek, tam aksine ona
canla başla sarılmak icab eder. Akl-ı selîmin gereği budur.
Hz. İbrâhim,
gerçekten seçkin ve şerefli bir kuldur. Bu yüceliği, bütün varlığıyla Allah’a
teslimiyetle elde etmiştir. Rabbi ondan kendi emrine iman, ihlas ve en samimi
duygularla teslim olmasını istemiş, o da hiçbir fütûr göstermeksizin kayıtsız
şartsız teslimiyetini arzetmiştir. Canı, malı ve evladı ile imtihan olmuş ve
hepsini başarıyla tamamlamıştır. Büyük bir ihlasla Allah’a kulluğa devam
etmiştir. O’nun “Şunu bilin ki ben, dupduru bir iman ve teslimiyetle yüzümü gökleri
ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim. Ben müşriklerden değilim” (En‘âm 6/79) sözü de, bu teslimiyetini beyân
etmektedir.
Allah’a teslimiyet, dinin esasını teşkil eder. Bu
sebeple peygamberler öncelikle kendileri Allah’a teslim olmuşlar, sonra
yakınlarını ve ümmetlerini buna davet etmişlerdir. Hz. İbrâhim ve torunu Hz.
Yakup’ta da bu durumu görmekteyiz. Her ikisi de çocuklarına Allah’a teslimiyeti
vasiyet ve tavsiye etmişlerdir. Onlara, Allah’ın kendileri için seçtiği hak
dine tabi olmalarını, imanlı ve ihlaslı bir hayat yaşamalarını ve ancak müslüman
olarak can vermelerini, bunun için de İslâm’dan kıl payı ayrılmamalarını
öğütlemişlerdir. Bu, Allah Teâlâ’nın dinin tebliği ile alakalı olarak, “Önce
en yakın akrabanı uyar” (Şuarâ 26/214) ilâhî buyruğuna uygun bir
davranıştır. Çünkü ilgi, sevgi ve şefkate en layık olanlar; diğer taraftan
söyleneni dinleyip kabul etmeye en müsait olanlar, akrabalardır. Peygambere
yakın olanların kabul ettikleri bir mesajı, diğer insanlar daha kolaylıkla
kabul edeceklerdir. Onların hallerinin düzgün olması, diğer insanların da
hallerinin düzgün olmasına sebep teşkil edecektir. Nitekim Peygamber Efendimiz,
açıktan ilk tebliği, evvela akrabalarını toplayarak onlara yapmıştır. (bk.
Müslim, İman 348) Sonra peyderpey diğer insanlara tebliğ etmiştir.
Gelen âyet-i kerîmeler, Hz. İbrâhim’in tevhid dîninden
yüz çeviren Ehl-i kitaba, özellikle yahudilere hitap etmektedir:
133. Yâkub son nefesini verirken yoksa siz de orada mıydınız? O sırada Yâkub oğullarına: “Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?” diye sormuş, onlar da: “Sadece senin ilâhına; ataların İbrâhim, İsmâil ve İshâk’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz. Biz sadece O’na teslim olmuşuz” demişlerdi.
134. Onlar bir ümmetti, gelip geçtiler. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorgulanacak değilsiniz.
Bu âyetler, yahudilerin Allah Resûlü’ne: “Bilmiyor
musun? Yakup öldüğü gün oğullarına yahudiliği tavsiye etmişti” demeleri üzerine
inmiştir. (Vâhidî, Esbâbu’n-nuzûl, s. 44) Dolayısıyla böyle bir soru,
olayı reddetmek için olup şu mânayı ifade eder: “Hayır, orada değildiniz. O
halde Yakub’un ne söylediğini nereden bileceksiniz. Onun ne dediğini en iyi biz
biliyoruz. Yakup ölmek üzereyken oğullarına: «Benden sonra kime kulluk
edeceksiniz?” diye sordu Oğulları da: «Sadece senin ilâhına; ataların İbrâhim,
İsmâil ve İshâk’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz. Biz sadece O’na
teslim olmuşuz» dediler”.
Hz. Yakup, bu sualiyle oğullarından tevhîd ve İslâm
inancı üzerinde kalacaklarına dâir söz almak istemişti. Zira Mısır’a geldiğinde
halkın türlü türlü putlara taptıklarını görmüş, onların arasında yaşayacak olan
evlatları hakkında endişeye kapılmış ve kendisinden sonra da dinin elden
bırakılmamasını hatırlatmak gereğini duymuştu. O, gerçekten Allah’a bağlı bir
kul olduğunu ve İslâm üzere ölmenin önemini kendi şahsında örnek olarak
göstermiştir. Oğulları da verdikleri cevapla bu uğurda kararlı ve azimli
olduklarını ortaya koymuşlardır. Allah Teâlâ, bu ibretli hadise ile Ehl-i kitabı
ve diğer inanmayanları, İslâm dinini kabule davet etmektedir.
Devam eden âyet-i kerîmede ise sorumluluğun
ferdiliğine dikkat çekilerek, herkesin kendini kurtaracak bir amel ve gayret
peşinde olması gerektiği vurgulanmaktadır: Kıssaları anlatılan ve tevhid innacına
mensup olan Hz. İbrâhim, Hz. Yakup ve onların vasiyetini tutarak Allah’ın
birliğine inanan oğulları bir ümmet idiler. Çeşitli insan gruplarının birliği
için, onların önüne geçmiş, uyulmaya ve itaat edilmeye layık bir cemaat
mevkiinde bulunuyorlardı. İşledikleri bütün ameller ve yaptıkları iyilikler
kendi sevap defterlerine yazıldı. Bunların mükafatı onlara verilecektir. Peki
siz ne durumdasınız ve neler yapmaktasınız? Şunu bilin ki, sizin yaptığınız ve
kazandığınız şeyler de sizin amel defterinize kaydedilmektedir. Bunların iyi
veya kötü karşılığı da size verilecektir. Üstelik, öncekilerin yaptıklarından
size herhangi bir şey sorulmayacaktır. Siz, sadece kendinizden ve kendi yaptıklarınızdan
mesul tutulacaksınız. Bu âyet-i kerîmede, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yâkub gibi
peygamberlerin soyundan gelen, bu sebeple seçilmiş ve imtiyazlı bir ümmet
olduklarını zanneden, dolayısıyla Allah huzurunda da özel bir muameleye tâbi tutulup
mükâfat göreceklerini savunan yahudilere ciddi bir uyarı bulunmaktadır. Zira
böyle bir düşünce, boş bir hayal ve asılsız bir kuruntudan başka bir şey
değildir. Dolayısıyla ayet, “üstün ırk”, “imtiyazlı ümmet” gibi mesnetsiz
iddiaları reddettiği gibi, dolaylı olarak Âdem ve eşinin işlediği hata yüzünden
bütün insanların günahkâr olduğu şeklindeki hıristiyanlık anlayışını da ortadan
kaldırmaktadır.
Bundan sonra gelen ayetlerde de yine Ehl-i kitabın
kendiliklerinden ileri sürdükleri bir takım delilsiz düşünceleri ortaya konup düzeltilmekte
ve İslâm’ın dosdoğru hakikatleri beyân buyrulmaktadır:
135. Yahudiler “yahudi olun”, Hristiyanlar da “Hristiyan olun ki doğru yolu bulasınız” derler. De ki: “Hayır! Biz, tek Allah’a inanan ve hiçbir zaman müşriklerden olmayan İbrâhim’in dinine uyarız.”
136. Ey mü’minler siz de şöyle deyin: “Biz Allah’a, bize indirilene; İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yâkub ve torunlarına indirilene; yine Mûsâ’ya ve İsa’ya verilene, hülâsa Rableri tarafından bütün peygamberlere gönderilene iman ettik. Biz o peygamberler arasında hiçbir ayrım yapmayız. Biz, sadece Allah’a boyun eğen müslümanlarız.”
137. Eğer onlar, sizin iman ettiğiniz gibi inanırlarsa mutlaka doğru yolu bulurlar. Yok, yüz çevirirlerse, büyük bir anlaşmazlık ve derin bir çıkmaza saplanmış olurlar. Onlara karşı Allah sana kafi gelecektir. O, işiten ve bilendir.
138. Yine şöyle deyin: “Biz Allah’ın boyadığı renge boyandık. Kimin boyası Allah’ın boyadığı renkten daha güzeldir? Biz, yalnızca O’na kulluk ederiz.”
Sûrenin 135. âyet-i kerîmesi, Medine’deki yahudi ileri
gelenleriyle Necran hıristiyanları hakkında nâzil olmuştur. Bunlar din hususunda
müslümanlarla münakaşa etmiş ve en üstün dinin kendi dinleri olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Yahudiler: “Yahudi olun, çünkü bizim peygamberimiz Mûsâ,
peygamberlerin en üstünüdür. Kitabımız Tevrât kitapların en iyisidir, dînimiz
ise dinlerin en mükemmelidir” deyip Hz. İsa’nın peygamberliğini ve İncil’i,
yine Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini ve Kur’ân’ı inkâr ettiler. Hıristiyanlar
ise: “Hıristiyan olunuz. Çünkü peygamberimiz İsa, peygamberlerin en üstünüdür,
kitabımız İncil kitapların en iyisidir, dînimiz de dinlerin en mükemmelidir”
diyerek, Hz. Mûsâ’yı ve Tevrât’ı, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i ve Kur’ân’ı inkâr
ettiler. (Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 44; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 743)
Allah Teâlâ, bu âyet-i kerîmede gerçek dinin hangi din
olduğunu haber vermektedir. Bu din, Hz. İbrâhim’in şirk ve küfür gibi her türlü
bâtıl inançlardan uzak, dosdoğru tevhid dinidir. Buna Kur’an, “hanif dini”
demektedir. İbrâhim, hiçbir zaman müşriklerden de olmamıştır. Dolayısıyla bütün
bâtıl ve muharref dinleri bir kenara bırakarak işte bu dine tabi olmak gerekir.
Doğru yolu bulabilmek için yahudilerin de, hıristiyanların da müşriklerin de bu
dini kabul etmeleri lazımdır.
Hz. İbrâhim’in getirdiği tevhid dininin mensubu
olabilmek, onun gereklerini yerine getirebilmek, hatta onu ihya edip
yenileyerek yepyeni bir müslüman ümmet oluşturabilmek için öncelikle şöyle
külli bir inanç sisteminin kabulüne ihtiyaç vardır: Allah’a iman ilk sırada yer
almaktadır. Çünkü o, inanç esaslarının en temel umdesidir. Sonra insanlık
tarihi boyunca Allah’ın gönderdiği peygamberler ve onlara indirdiği vahiylere
iman sözkonusu edilmektedir. Bir müslüman, Allah’a ve Kur’an’a inandığı gibi
daha önce gönderilmiş bulunan bütün peygamberlere ve onlara gelen kitaplara,
suhuflara ve diğer vahiylere inanır. Hepsinin Allah’ın gönderdiği peygamber ve
Allah’ın indirdiği vahiy olması açısından, bunlar arasında bir ayırım yapmaz.
Bunlardan bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek gibi dinin tabiatına
aykırı bir davranış içine giremez. Ancak o, bütün benliği ile Allah’a ve O’nun
emirlerine teslim olur.
Allah’ın rızâsına uygun müslüman ve mü’min olabilmenin
gereği budur. Bu bakımdan diğer insanlar; yahudi, hıristiyan ve müşrikler, müslümanların
inandıkları gibi inandıkları takdirde hidâyete erecek, doğru yolu bulacaklardır.
Dolayısıyla onlara, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ve Kur’an’a iman
etmeleri şart koşulmaktadır. Böyle bir imanı kabul etmediklerinde ise tevhitten
kopacak ve ihtilaf, anlaşmazlık, tefrika ve münakaşanın içine
yuvarlanacaklardır. İslâm’la dostluk ve ülfet yolunu terk edecek, ona ve
taraftarlarına düşmanlık yolunu seçmiş olacaklardır. Bu noktada Cenab-ı Hak
Peygamber Efendimizi teselli etmektedir. Özellikle yahudi ve hıristiyanların
menfi düşünce ve davranışları karşısında üzülmemesini, zira Allah’ın yardımının
onun için yeterli olacağını haber vermektedir. O, her şeyi işitmekte ve
görmektedir. Nitekim Allah Teâlâ, bu yüce va‘dini, Benî Kurayza yahudilerinin
öldürülmesi ve esir edilmesiyle, Benî Nadir yahudilerinin
Medine dışına çıkarılıp Şam ve diğer yerlere sürülmesiyle ve Necrân hıristiyanlarının
da zelîl bir şekilde cizye vermeyi kabul etmeleriyle yerine getirmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 792)
138. ayette “Allah’ın boyası” şeklinde tercüme edilen صِبْغَةُ
اللّٰهِ (sıbğatullah) ifadesine müfessirler: “İslâm, İslâm boyası, Allah’ın
ezelî-ebedî değişmez dini, Allah’ın insan tabiatına lütfetmiş olduğu temiz
fıtrat, sünnetullah dediğimiz ilâhî kanunlar, Allah’ın hücceti” gibi mânalar
vermişlerdir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 792; Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IV, 78-79) Dolayısıyla bu ifade ile inanç, ibâdet,
ahlâk ve muâmelâtıyla Allah yanında yegane din olan İslâm dini kastedildiği
anlaşılmaktadır. Aynı zamanda bu hak dine uyma ve onu yaşama sayesinde elde
edilen ruhî ve ahlâkî kemal de sözkonusu edilmektedir.
Diğer taraftan ayette dolaylı olarak hıristiyanların vaftiz uygulamalarının yanlışlığı ortaya konmaktadır. Zira onlar, yeni doğan çocukları sarımtırak boyalı bir suya batırarak gerçek hıristiyanlığa soktuklarına, onunla boyadıklarına inanırlardı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 792) Kur’an’a göre, böyle göstermelik işler ve sembolik uygulamalarla gerçek dindarlığa ulaşılamaz. Gerçek iman, sadece boyalı suya girip çıkmakla kazanılamaz. Hakiki iman ancak Allah’ın boyasıyla boyanmak ve insanın temiz fıtratının gere