Nahl sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 128 âyettir. İsmini 68. âyetinde geçen ve “bal arısı” mânasına gelen اَلنَّحْلُ (Nahl) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 16, nüzûl sırasına göre 70. sûredir.
Nahl sûresi, peygamberlere gönderilen vahyin esas hedefinin tevhîd inancı yani “Allah’tan başka ilâh yoktur. Yalnızca O’na kulluk edilmeli ve sadece O’ndan korkulmalıdır” anlayışı olduğunu vurgulayarak başlar ve ağırlıklı olarak tevhidin delilleri üzerinde durur. Bununla beraber sûrede kâfirlerin bir kısım itirazlarına cevaplar verilir, iddiaları çürütülür ve şüpheleri ortadan kaldırılır. Resûlullah (s.a.s.)’in getirdiği dinin insan hayatında yapmayı hedeflediği değişim ve dönüşümler açıkça ortaya konur. Bu bağlamda adâlet, ihsan, sözünde durma, yemin ve anlaşmalara riâyet, haramlar-helâller ve tevbe gibi ahlâk ve muâmelâtla ilgili esaslar belirlenir. Yeri geldikçe öldükten sonra dirilme, hesap verme, cennet ve cehennem konularına temas edilir. Son olarak Peygamberimiz ve ona tâbi olanlara, kâfirlerin düşmanlık ve işkencelerine karşı nasıl bir tavır takınmaları gerektiği; zaman, mekan ve muhatabın durumunu dikkate alarak İslâm’ı nasıl tebliğ etmeleri lâzım geldiği hatırlatılır.
Mushaftaki sıralamada on altıncı, iniş sırasına göre yetmişinci sûredir. Kehf sûresinden sonra, Nûh sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. Sondan üç âyetin Medine’de indiği yolunda rivayetler vardır. Hicretten bahseden 41. âyet ve sonrasının Medine’de indiği yolundaki görüş zayıf bulunmaktadır (41. âyetin tefsirine bk.).
1. Allah’ın azap emri ha geldi ha gelecek. Artık onun çarçabuk gelmesini isteyip durmayın! Allah, onların koştukları ortaklardan çok uzak ve çok yücedir.
“Allah’ın
emri”nden maksat, kâfir ve müşrikleri uyardığı “azap emri”dir. “Gelmesi” ise
“yaklaşması” mânasındadır. Allah’ın hükmüne ve takdirine bağlı olarak gelmesi
kesin olduğundan dolayı burada sanki gerçekleşmiş, olup bitmiş gibi beyân
buyrulmuştur.
Âyetin
iniş sebebiyle ilgili bir rivayet şöyledir:
Müşrikler
Resûlullah (s.a.s.)’le alay ediyor ve ilâhî tehdidi yalanlamak maksadıyla,
kendilerine geleceği söylenen azabın geciktiğini ileri sürüyor ve: “Azabın
gelmesiyle ilgili söylediklerin doğru olsa bile, putlar bizim için şefaat eder
ve bizi o azaptan kurtarır” diyorlardı. Âyet bu hâdise üzerine nâzil oldu.
(Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XIX, 174)
“Allah’ın
emri”nin “kıyâmet” mânasında olması da mümkündür. Nitekim şu rivayet de bu
mânayla alakalıdır:
Abdullah
b. Abbas (r.a.) şöyle anlatıyor: “Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı” (Kamer
54/1) âyeti inince, kâfirler şöyle dedi: “Bu adam, kıyametin yaklaştığını iddia
ediyor. O halde yaptıklarınızın bazılarından uzak durun.” Uzak durdular ve
beklediler. Ancak, herhangi bir şey görmeyince, bu sefer: “Biz bir şey görmüyoruz”
dediler. Bunun üzerine: “İnsanların hesap verme vakti iyice yaklaştı”
(Enbiyâ 21/1) âyeti nâzil oldu. Bundan da korkup çekindiler ve kıyametin
yaklaşmasını beklediler. Geçen günler uzayıp durunca tekrar, “Biz bir şey
görmüyoruz” dediler. Bunun üzerine: “Allah’ın azap emri ha geldi ha gelecek”
(Nahl 16/1) âyeti indi. Resûlullah (s.a.s.) de, müslümanlar da bundan dolayı korkuya
kapıldılar. Hemen peşinden: “Artık onun çarçabuk gelmesini isteyip
durmayın!” buyruğu inince kalpleri yatıştı ve huzur buldular. Peygamberimiz
(s.a.s.): “Ben ve kıyamet, şu ikisi gibi gönderildim” diyerek şehâdet
parmağı ve onun yanındaki parmağıyla işarette bulundu (Buhârî, Rikâk 39;
Müslim, Cuma 43) ve: “Az kalsın kıyamet benim gelişimden önce kopacakken,
ben ondan önce gönderildim” buyurdu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
284)
Kıyâmet
böylesine açık ve yakın bir gerçek, kıyâmet sonrası olaylar ise son derece
korkunç ve dehşet verici olduğu için Yüce Allah kullarını vaktinde uyarmak
üzere peygamberler göndermiştir:
2. Allah, melekleri kendi tarafından bir vahiyle kullarından dilediğine indirir ve peygamberlerine insanları şöyle uyarmalarını emreder: “Benden başka ilâh yoktur; bana karşı gelmekten sakının!”
اَلرُّوحُ (ruh) kelimesinden maksat “vahiy”dir.
Nitekim bu mânada bir diğer âyet-i kerîmede: “Kendi emrinden olan vahyi
kullarından dilediğine indirir” (Mümin 40/15) buyrulmaktadır. Çünkü vahiy,
ruhî bir iştir. Ruh da Allah’ın emirlerinden bir emir, Allah’a ait işlerden bir
iş olduğundan dolayı vahiy, özel bir ruh mânasını taşır. Allah Teâlâ onu kendi
katından görevlendirdiği melekleri vasıtasıyla kullarından dilediği kimseye
indirir ve emirlerini haber verir. Cenâb-ı Hak, kulu ve rasûlü Hz. Muhammed
(s.a.s.)’i de aynı yolla seçerek ona vahyini ve risâletini göndermiştir.
Görüldüğü
üzere peygamberlik, Allah’ın dilediği kullarına lütfettiği bir mevhibesi ve
rahmetidir. Peygamber göndermenin esas hedefi de Allah’ın birliğini ve emredip
yasakladığı tüm hususlarda O’ndan sakınmayı insanlara öğretmektir. Bunu dinin
“tevhid” ve “takvâ” esasları olarak hülasa edebiliriz. Tevhid, ilmî kuvvetin
kemâl noktasıdır. Takvâ ise amelî kuvvetin kemâl noktasıdır. Bütün vahiyler
temelde bu iki esas üzerine binâ edilir. Buna göre ilâhlık sadece Allah’a
mahsustur. O’ndan başka kulluğa layık ikinci bir ilâh yoktur. Başkalarını
korkutmaya ve kendisinden korkmaya layık olan da sadece O’dur. Dinin bu temel
esaslarının iyice anlaşılıp hazmedilmesi lâzımdır. Çünkü Allah korkusunun
dışında ferdin ve toplumun ahlâkî nizamını ayakta tutacak başka bir dayanak
noktası yoktur. Ancak her yerde hazır ve nazır olan Allah’ın gazabından ve
cezasından, ya da O’na itaatsizliğin sonuçlarından korku kişiyi her türlü günah
ve sapıklıktan kurtarabilir. Bu sebeple Allah Teâlâ insanlara: “Yalnız benden
korkun!” buyurur.
Evet,
yalnız Allah’tan korkup O’na kulluk etmek gerekir. Çünkü:
3. Allah, gökleri ve yeri gerçek bir sebep ve hikmetle yaratmıştır. O, müşriklerin koştukları ortaklardan çok temiz ve çok yücedir.
4. O, insanı küçücük bir nutfeden yarattı. Ama insan, yaratıcısına karşı apaçık bir düşman kesilivermiştir.
Gökler
ve yer gerçek bir sebep ve hikmetle, büyük bir nizam içinde yaratılmıştır.
Kâinattaki bu nizam, tevhidin doğruluğuna ve şirkin bâtıllığına en büyük
şâhittir. Çünkü bunları yaratan nihayetsiz ilim, hikmet ve kudret sahibi
Allah’tır. Varlıkların hakkı yaratılmış olmak, Allah’ın hakkı ise yaratıcı. O
halde göklerde ve yerde hiçbir varlık Allah yerine konulamaz. Allah’ın
sevildiği gibi sevilemez. Allah’tan korkulduğu gibi ondan korkulamaz. Cenâb-ı
Hak, bütün şirk unsurlarından ve onun en ince izlerinden bile çok yücedir.
Küçültülmüş bir kâinat olan insanı da gözle görülemez küçücük bir nutfeden,
atılmış değersiz bir sudan yaratan Allah’tır. Tiksinilecek bir nutfe, hiçbir
duygusu ve hareketi olmayan bir nutfe şimdi kendini müdafaa ederek hasımlık
yapıyor, çekişiyor. İşte onu o değersiz ve âdi durumdan alıp şimdiki değerli ve
mükemmel hâle getiren alîm ve hakîm olan Allah’tır. Buna rağmen insan aslını
unutarak, nasıl yaratılıp böyle mükemmel bir varlık haline geldiğini düşünmeden
yaratıcısına karşı bile apaçık bir düşman oluvermektedir. O’na ortaklar koşmakta;
O’nun irade ve hükmüne karşı akıl ve mantık yürütmekten çekinmemektedir.
İsterseniz
bir de size uysal hizmetçiler kılınan hayvanlara bakın:
5. Hayvanları da O yaratmıştır. Onlarda sizin için elbise yapılıp ısınmanızı sağlayan deri, yün, kıl gibi şeyler ve daha başka pek çok faydalar vardır. Ayrıca onların bir kısmının da etlerini ve ürettikleri yiyecekleri yersiniz.
اَلْاَنْعَامُ (en‘âm), daha ziyâde koyun, keçi, sığır ve
deve olmak üzere dişisi ve erkeğiyle birlikte sekiz çifti ifade eden bir
isimdir. (bk. En‘âm 6/143-144) Bunları da yaratan ve insanın hizmetine veren
Yüce Allah’tır. Hayatın devamı ve ihtiyaçların temini açısından bu hayvanlarda
insanın hem beden hem de ruh dünyasına hitap eden büyük faydalar ve eşsiz
güzellikler vardır. Şöyle ki:
›
İnsanın giyinmeye, barınmaya, sıcaktan ve soğuktan kendini
korumaya ihtiyacı vardır. Bunun ham maddesini oluşturan deri, yün ve kıllar,
bahsedilen hayvanlardan temin edilir.
›
Bunlar yavrulayıp çoğalmaları, sütleri, binek oluşları,
kendileriyle çiftçilik yapılması, satılıp paralarının alınması, kiraya
verilmeleri gibi yollarla da insana pek çok faydalar sağlarlar.
›
İnsanın vazgeçilmez ihtiyaçlarından biri de yemektir. Bu açıdan da
bahsi geçen hayvanların insana sağladığı fayda açıktır. Onların etlerinden
istifade ederiz. Vücutlarından veya hizmetlerinden meydana gelen ürünleri yer
ve yaşarız.
›
İnsanın ihtiyaçları sadece bedenî ve fizikî ihtiyaçlarla sınırlı
değildir. Onun ruhî ihtiyaçları da vardır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak göze hitap
edip seyredilmesine izin verdiği nice güzel manzaralar, kulağa hitap edip
dinlemeye müsaade buyurduğu nice güzel nağmeler var etmiştir. Bu güzellikler
vasıtasıyla insan ruhu sevinir, huzur bulur. İşte hayvanların yaratılmasında
insanın bu ruhî ihtiyaçları da dikkate alınmıştır. Sabahleyin otlamaya
gidişlerinde, akşamleyin karınları tok, memeleri dolu eve dönüşlerinde,
yavrularıyla karşılaşıp meleşmelerinde, yine yayılmaya giderken koşuşup
oynaşmalarında insan için seyredip zevk alacağı çok güzel manzaralar vardır.
›
Bunlar bizim taşıma ihtiyacımıza da yardımcı olurlar. Develer,
öküzler ve mandalar hem bizi hem de yüklerimizi istediğimiz yere taşırlar.
Halbuki o yükleri oraya kendimiz götürecek olsak ne kadar zorlanırız; takatimiz
kesilir, neredeyse canımız çıkar. Yine de tam olarak muvaffak olamayız. Fakat o
hayvancağızlar itiraz etmeden, seslerini çıkarmadan bu hizmetimizi de görürler.
Bu ihsanlar, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan engin şefkati ve sonsuz
merhametinin açık tezâhürleridir.
Peki
atlar, katırlar ve eşekler:
6. Akşamleyin ağıllara getirirken ve sabahları otlaklara salıverirken onlarda sizin için muhteşem bir güzellik ve doyumsuz bir zevk vardır.
›
İnsanın giyinmeye, barınmaya, sıcaktan ve soğuktan kendini
korumaya ihtiyacı vardır. Bunun ham maddesini oluşturan deri, yün ve kıllar,
bahsedilen hayvanlardan temin edilir.
›
Bunlar yavrulayıp çoğalmaları, sütleri, binek oluşları,
kendileriyle çiftçilik yapılması, satılıp paralarının alınması, kiraya
verilmeleri gibi yollarla da insana pek çok faydalar sağlarlar.
›
İnsanın vazgeçilmez ihtiyaçlarından biri de yemektir. Bu açıdan da
bahsi geçen hayvanların insana sağladığı fayda açıktır. Onların etlerinden
istifade ederiz. Vücutlarından veya hizmetlerinden meydana gelen ürünleri yer
ve yaşarız.
›
İnsanın ihtiyaçları sadece bedenî ve fizikî ihtiyaçlarla sınırlı
değildir. Onun ruhî ihtiyaçları da vardır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak göze hitap
edip seyredilmesine izin verdiği nice güzel manzaralar, kulağa hitap edip
dinlemeye müsaade buyurduğu nice güzel nağmeler var etmiştir. Bu güzellikler
vasıtasıyla insan ruhu sevinir, huzur bulur. İşte hayvanların yaratılmasında
insanın bu ruhî ihtiyaçları da dikkate alınmıştır. Sabahleyin otlamaya
gidişlerinde, akşamleyin karınları tok, memeleri dolu eve dönüşlerinde,
yavrularıyla karşılaşıp meleşmelerinde, yine yayılmaya giderken koşuşup
oynaşmalarında insan için seyredip zevk alacağı çok güzel manzaralar vardır.
›
Bunlar bizim taşıma ihtiyacımıza da yardımcı olurlar. Develer,
öküzler ve mandalar hem bizi hem de yüklerimizi istediğimiz yere taşırlar.
Halbuki o yükleri oraya kendimiz götürecek olsak ne kadar zorlanırız; takatimiz
kesilir, neredeyse canımız çıkar. Yine de tam olarak muvaffak olamayız. Fakat o
hayvancağızlar itiraz etmeden, seslerini çıkarmadan bu hizmetimizi de görürler.
Bu ihsanlar, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan engin şefkati ve sonsuz
merhametinin açık tezâhürleridir.
Peki
atlar, katırlar ve eşekler:
7. Hem bin bir güçlük çekmeden ve yarı canınız çıkmadan varamayacağınız uzak yerlere yükünüzü onlar taşır. Gerçekten Rabbiniz, pek şefkatli ve çok merhametlidir.
› İnsanın giyinmeye, barınmaya, sıcaktan ve soğuktan kendini korumaya ihtiyacı vardır. Bunun ham maddesini oluşturan deri, yün ve kıllar, bahsedilen hayvanlardan temin edilir.
› Bunlar yavrulayıp çoğalmaları, sütleri, binek oluşları, kendileriyle çiftçilik yapılması, satılıp paralarının alınması, kiraya verilmeleri gibi yollarla da insana pek çok faydalar sağlarlar.
› İnsanın vazgeçilmez ihtiyaçlarından biri de yemektir. Bu açıdan da bahsi geçen hayvanların insana sağladığı fayda açıktır. Onların etlerinden istifade ederiz. Vücutlarından veya hizmetlerinden meydana gelen ürünleri yer ve yaşarız.
› İnsanın ihtiyaçları sadece bedenî ve fizikî ihtiyaçlarla sınırlı değildir. Onun ruhî ihtiyaçları da vardır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak göze hitap edip seyredilmesine izin verdiği nice güzel manzaralar, kulağa hitap edip dinlemeye müsaade buyurduğu nice güzel nağmeler var etmiştir. Bu güzellikler vasıtasıyla insan ruhu sevinir, huzur bulur. İşte hayvanların yaratılmasında insanın bu ruhî ihtiyaçları da dikkate alınmıştır. Sabahleyin otlamaya gidişlerinde, akşamleyin karınları tok, memeleri dolu eve dönüşlerinde, yavrularıyla karşılaşıp meleşmelerinde, yine yayılmaya giderken koşuşup oynaşmalarında insan için seyredip zevk alacağı çok güzel manzaralar vardır.
› Bunlar bizim taşıma ihtiyacımıza da yardımcı olurlar. Develer, öküzler ve mandalar hem bizi hem de yüklerimizi istediğimiz yere taşırlar. Halbuki o yükleri oraya kendimiz götürecek olsak ne kadar zorlanırız; takatimiz kesilir, neredeyse canımız çıkar. Yine de tam olarak muvaffak olamayız. Fakat o hayvancağızlar itiraz etmeden, seslerini çıkarmadan bu hizmetimizi de görürler. Bu ihsanlar, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan engin şefkati ve sonsuz merhametinin açık tezâhürleridir.
Peki atlar, katırlar ve eşekler:
8. Allah atları, katırları, merkepleri de binmeniz için ve hayatınızı süsleyen bir zînet olsun diye yarattı. O, sizin bilemeyeceğiniz daha nice vâsıtalar yaratacaktır.
9. Yolun doğrusunu göstermek Allah’a aittir. O yollardan eğri olanlar da vardır. Eğer Allah dileseydi, sizi hep birlikte doğru yola erdirirdi.
Cenâb-ı
Hak at, katır ve eşeği de hem binit, hem de dünya hayatımızın bir zîneti, bir
süsü olarak kullanmamız için yaratmıştır. Daha nice binit ve süs vasıtaları da
var edecektir. Çünkü âyetteki يَخْلُقُ
(yahluku) fiili geniş ve gelecek zaman ifade eden bir sîga olması hasebiyle
“yaratır, yaratacaktır” mânasına gelir. Allah’ın devamlı yaratmasından bahseden
bu ifade, tabii nakil vasıtalarının, yani bu maksat için insan tarafından
evcilleştirilen hayvanların bahsinden hemen sonra geldiği için, belli ki, aynı
kategoriden ama henüz bilinmeyen başka şeylere: yani, insan zekasına
kazandırdığı icat yeteneği yoluyla Allah’ın yaratmakta devam edeceği yeni yeni
ulaşım vasıtalarına işaret etmektedir. Medeniyet tarihinin birbirini izleyen
her safhası, ulaşım vasıtaları alanında önceden hayal bile edilemeyen yeni yeni
buluşlar göz önüne koyduğuna göre “bilmediğiniz daha neler yaratacaktır”
yolundaki Kur’ânî ifade insanlık tarihinin ‘geçmiş-şimdi-gelecek’ her dönemi
için geçerlidir. Biz bugün öncekilerin görmediği, bilemeyeceği otomobiller,
trenler, gemiler, uçaklar gibi türlü binitler gördük. Kim bilir, bundan böyle
de Allah Teâlâ bizim bilemediğimiz ve bilemeyeceğimiz daha neler yaratmış ve
yaratacaktır.
Şüphe
yok ki bütün bu binitlerden istifade etmek için, bunların yürüyebileceği yollar
lazımdır. İnsana bunları icat edip yapma istidadını da Allah vermektedir. O
bize hem dünyada yürüyecek maddi yollarımızı göstermekte, hem de cennet ve
cemâline varan manevî yolları göstermektedir. Bu nimeti de peygamberleri
vasıtasıyla kullarına ikram etmektedir. Fakat bütün yollar O’na varamaz. Bunlar
içinde eğri olanları da vardır ki, bu yollarda yürüyenler hak yoldan sapmış
olurlar. Fakat hayatın bir gerçeği olarak bu eğri yollarda yürüyenler de
olacaktır. Eğer Allah dileseydi herkesi doğru yola erdirir, kimse yanlış
yollara sapmazdı. Fakat Kur’an ve sünnetten öğrenebildiğimiz kadarıyla
Rabbimizin bu yönde tecelli etmiş küllî bir iradesi mevcut değildir. O, sadece
doğru yolu göstermiş, onu tercih edip etmemekte insanı özgür bırakmıştır.
Esasen insanın sorumluluğu da bu özgürlüğe dayanmaktadır. Bununla birlikte
Cenâb-ı Hak, etrafımıza ibretle bakınca bizi doğru yola iletecek nice kevnî
mûcizeler ve açık deliller sermiştir:
10. O Allah ki, gökten su indirir. İçme suyunuz ondan meydana geldiği gibi, hayvanlarınıza yedirdiğiniz otlar ve ağaçlar da ondan yetişir.
Önceki
âyetlerde Cenâb-ı Hakk’ın hayvanlar vasıtasıyla insana sağladığı faydalardan
bahsedildi. Bu âyetlerde ise tabiatta meydana gelen bir takım hâdiselerin
insana sağladığı yararlara yer verilir: Allah gökten su indirir. Yerin altına
geçip kuyularda, havzalarda biriken, oradan da harekete geçip derelerden,
çeşmelerden akan sudan insanlar ve canlılar içerler. O su ile ağaçlar, ekinler
sulanır. Çeşit çeşit meyveler, sebzeler, otlar çimenler yetişir. Bunlar
üzerinde etraflıca ve sistemlice tefekkür eden insanlar Allah’ın varlığını,
birliğini, sonsuz ilim ve kudretini anlarlar. Tabiattaki nimetlerden sonra
zamanın oluşumunu da sağlayan gökteki nimetlere geçilir. Buna göre Yüce Allah
geceyi, gündüzü, güneşi, ayı ve yıldızları insanın hizmetine vermiştir. İnsan
geceleyin dinlenir, gündüzün çalışır. Güneş dünyayı ısıtır ve aydınlatır;
canlıların ve bitkilerin yaşayabilmesi için lâzım gelen ortamı sağlar. Ay ve
yıldızların da dünya üzerinde çok mühim tesirleri vardır. Bunlar ve yine
Cenâb-ı Hakk’ın, hayvanından, bitkisinden, toprağından, çiçeğinden çeşitli
renklerde ve şekillerde yarattığı daha nice sayısız varlıklar insanın huzur
içinde hayat sürmesine yardımcı olur. Aklını çalıştırıp bunlardan gereken dersi
ve öğüdü alanlar Allah’ın yüce kudret ve sonsuz azameti karşısında boyun
bükerek O’na kulluk şerefine ererler.
Âyetlerde
bahsedilen ilâhî kudret akışları ve azamet tecellileri karşısında kulun his ve
idrakinin harekete geçebilmesi için onun yapması gereken üç mühim vazifeye
dikkat çekilir:
Tefekkür: Etraflıca ve sistemlice düşünmek,
Te‘akkul: Aklını kullanmak,
Tezekkür: Düşünüp ibret ve öğüt almak.
“Tefekkür”,
zihnimizi dâimî bir şekilde kullanarak varlığın gizli mânalarını, sır ve
hikmetlerini adım adım idrâk etme faaliyetidir. “Akletme”, duyularımızın
sahasına giren varlık ve hâdiselerden hareket ederek gözle görülemeyen
gerçekler hususunda bilgi edinme yolunda aklımızı çalıştırmaktır. “Tezekkür”
ise üzerinde tefekkür ettiğimiz varlıkların çeşitlerini, hususiyet ve
özelliklerini hatırlayarak, dikkate alarak gerçeği anlama gayreti; bunlardan
gerekli ibret ve dersi çıkarma faaliyetidir. Böylece üç âyette de, bizim için
yaratılan varlık ve hâdiselerdeki “âyet” kelimesiyle ifade edilen gizli ve
derin mânaları, delilleri anlayıp kavrayabilmek, neticede ilâhî hakikatlere ve
hidâyete ulaşabilmek için insanın mutlaka zihnî istidatlarını ve aklî
melekelerini kullanması istenmektedir.
Bunun
ötesinde ibretle seyredilip üzerinde düşünülecek daha nice işaretler
bulunmaktadır:
11. O su ile sizin için ekinler, zeytinlikler, hurma ağaçları, üzüm bağları ve her türden daha nice ürünler yetiştirir. Şüphesiz ki bunda sistemlice düşünen bir toplum için elbette tevhidi gösteren kesin bir delil vardır.
12. Sonra geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize O verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emrine boyun eğmişlerdir. Gerçekten bunda aklını kullanan bir toplum için nice ibretler, dersler vardır.
13. O, yeryüzünde sizin için her türde ve her renkte daha nice hayvanlar ve bitkiler yaratmıştır. Elbette bunda düşünüp öğüt alan bir toplum için büyük bir ibret ve ders vardır.
Önceki
âyetlerde Cenâb-ı Hakk’ın hayvanlar vasıtasıyla insana sağladığı faydalardan
bahsedildi. Bu âyetlerde ise tabiatta meydana gelen bir takım hâdiselerin
insana sağladığı yararlara yer verilir: Allah gökten su indirir. Yerin altına
geçip kuyularda, havzalarda biriken, oradan da harekete geçip derelerden,
çeşmelerden akan sudan insanlar ve canlılar içerler. O su ile ağaçlar, ekinler
sulanır. Çeşit çeşit meyveler, sebzeler, otlar çimenler yetişir. Bunlar
üzerinde etraflıca ve sistemlice tefekkür eden insanlar Allah’ın varlığını,
birliğini, sonsuz ilim ve kudretini anlarlar. Tabiattaki nimetlerden sonra
zamanın oluşumunu da sağlayan gökteki nimetlere geçilir. Buna göre Yüce Allah
geceyi, gündüzü, güneşi, ayı ve yıldızları insanın hizmetine vermiştir. İnsan
geceleyin dinlenir, gündüzün çalışır. Güneş dünyayı ısıtır ve aydınlatır;
canlıların ve bitkilerin yaşayabilmesi için lâzım gelen ortamı sağlar. Ay ve
yıldızların da dünya üzerinde çok mühim tesirleri vardır. Bunlar ve yine
Cenâb-ı Hakk’ın, hayvanından, bitkisinden, toprağından, çiçeğinden çeşitli
renklerde ve şekillerde yarattığı daha nice sayısız varlıklar insanın huzur
içinde hayat sürmesine yardımcı olur. Aklını çalıştırıp bunlardan gereken dersi
ve öğüdü alanlar Allah’ın yüce kudret ve sonsuz azameti karşısında boyun
bükerek O’na kulluk şerefine ererler.
Âyetlerde
bahsedilen ilâhî kudret akışları ve azamet tecellileri karşısında kulun his ve
idrakinin harekete geçebilmesi için onun yapması gereken üç mühim vazifeye
dikkat çekilir:
Tefekkür: Etraflıca ve sistemlice düşünmek,
Te‘akkul: Aklını kullanmak,
Tezekkür: Düşünüp ibret ve öğüt almak.
“Tefekkür”,
zihnimizi dâimî bir şekilde kullanarak varlığın gizli mânalarını, sır ve
hikmetlerini adım adım idrâk etme faaliyetidir. “Akletme”, duyularımızın
sahasına giren varlık ve hâdiselerden hareket ederek gözle görülemeyen
gerçekler hususunda bilgi edinme yolunda aklımızı çalıştırmaktır. “Tezekkür”
ise üzerinde tefekkür ettiğimiz varlıkların çeşitlerini, hususiyet ve
özelliklerini hatırlayarak, dikkate alarak gerçeği anlama gayreti; bunlardan
gerekli ibret ve dersi çıkarma faaliyetidir. Böylece üç âyette de, bizim için
yaratılan varlık ve hâdiselerdeki “âyet” kelimesiyle ifade edilen gizli ve
derin mânaları, delilleri anlayıp kavrayabilmek, neticede ilâhî hakikatlere ve
hidâyete ulaşabilmek için insanın mutlaka zihnî istidatlarını ve aklî
melekelerini kullanması istenmektedir.
Bunun
ötesinde ibretle seyredilip üzerinde düşünülecek daha nice işaretler
bulunmaktadır:
14. Taptâze et yemeniz ve inci, mercân gibi takınacağınız süs eşyaları çıkarmanız için denizi hizmetinize veren de O’dur. Sen, gemilerin denizde suları yara yara gittiğini görürsün. Bütün bunlar, Rabbinizin lutfundan nasibinizi aramanız ve verdiği nimetlere şükretmeniz içindir.
Cenâb-ı
Hakk’ın, yerde ve gökte olduğu gibi, denizlerde de insanlara ikram ettiği nice
nimetler vardır. İnsanlar denizden taze balık çıkarıp yerler; inci ve mercan
gibi süs eşyası çıkarıp takınırlar. Denizlerin üzerinde suları yararak
kolaylıkla akıp giden gemilerle seyahat eder, ticaret yapar, rızıklarını
ararlar. Bunların hepsi kadri bilinip şükredilmesi gereken büyük nimetlerdir.
Şimdi
de göklere doğru yükselip giden ulu dağlara ve başlarını taştan taşa vurup
gezen ırmaklara bakın:
15. Allah, sizi sarsmaması için yeryüzüne sağlam, sarsılmaz dağlar çaktı; yolunuzu bulabilmeniz için de ırmaklar ve yollar açtı.
16. Bunların dışında yol gösterecek daha nice işaretler var etti. İnsanlar geceleyin de yıldızlarla yönlerini ve yollarını bulurlar.
Yüce
Rabbimiz, üzerinde yaşadığımız yeryüzünü sabit tutması ve bizi sallanmaktan,
çalkalanmaktan koruması için dağlar; hayatın devamı için sular, ırmaklar; rahat
yolculuk yapabilmemiz için yollar, yolumuzu şaşırmamamız için de alâmetler,
işaretler var etmiştir. Mesela dağlar ve ırmaklar yolların nirengi
noktalarıdır. Yollar bunlara göre şekillenir, kıvrım kıvrım uzayıp gider.
Rüzgârın esişi, ağaçların duruş şekli de bu hususta yardımcı işaretlerdir. Yine
Allah geceleyin gideceğimiz istikâmeti bulabilmemiz ve yönümüzü doğru bir
şekilde tâyin edebilmemiz için de yıldızları yaratmıştır.
İnsanın
fizikî ve coğrafî mânada doğru yolu bulması, yani gideceği yere ulaşabilmesi
için bu kadar geniş imkânlar hazırlayan Allah Teâlâ’nın, onun ahlâkî ve ruhî
ihtiyaçlarını görmezlikten gelmesi düşünülemez. Çünkü insanın dünyada yanlış
bir yöne yöneldiği zaman karşılaşacağı büyük kayıplar, dinî mânada doğru yoldan
sapma sonucu karşılaşacağı ahlâkî ve ruhî kayıpların yanında hiç kalır. Dolayısıyla
insanların karada ve denizde yollarını bulabilmeleri için dağlar, nehirler,
yıldızlar ve başka işaretler var eden Cenâb-ı Hakk’ın, insanın ahlâkî ve ruhî
ihtiyaçlarını görmezden geldiğini düşünmek, Allah’ın beşeriyete olan lutuf ve
rahmetinden şüphe etmekten başka bir şey değildir.
Öyleyse:
17. Yaratan, yaratamayan gibi olur mu hiç? Hâlâ düşünüp ders ve öğüt almayacak mısınız?
18. Allah’ın verdiği nimetleri tek tek saymak isteseniz, imkânı yok, onları toplu halde bile sayamazsınız. Fakat Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
19. Allah, sizin gizlice yaptıklarınızı da bilir, açıkça yaptıklarınızı da.
Bütün
bu nimetleri yaratan, ikram eden Allah, hiçbir şey yaratmayan putlarla bir
tutulur mu hiç? Üstelik O’nun nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Fakat Allah
bu nimetleri iş olsun, oyun ve eğlence olsun diye değil, imtihan maksadıyla
vermiştir. O, bizim gizli ve açık bütün halimizi bilmektedir. Verdiği nimetlere
şükür veya nankörlüğümüze göre bize muamele edecektir.
O halde doğru inanç ve amel sisteminin alınacağı
merci, Allah Teâlâ’dır. Çünkü:
20. Müşriklerin Allah’tan başka ibâdet edip yalvardıkları putlar hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü, zâten kendileri yaratılmışlardır.
21. Onlar diri değil, ölüdürler. Kendilerine tapanların ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.
Müşrikler
meleklerin veya bazı tarihî şahsiyetlerin sembolleri olarak yapılan bir kısım
taş heykellere tapar, bunlar adına kurban keser, yalvarıp dilekte bulunurlardı.
Bunlar yaratıcı değil, bizzat kendileri yaratılmış olan varlıklardı. Halbuki
bir varlığın ilâh olması için onun “Yaratıcı” olması lazım gelir. Bunlar diri
değil, kupkuru taşlardan ibaret cansız, ruhsuz, ölü nesnelerdi. Halbuki gerçek
ilâhın ölü değil, hiçbir zaman yok olmayan bir “hayat sahibi” olması lazımdır.
Yine bu putlar hiçbir şey bilmeyen, kendilerine yalvaranların farkında bile
olmayan ve yeniden dirilişin ne zaman olacağı hakkında da hiçbir malumatı
bulunmayan taştan yapılmış kupkuru şekillerden ibaretti. Halbuki gerçek ilâhın
“her şeyi bilen”, kendine kulluk edenlerin hallerinden haberdar olan, kıyâmetin
kopuşunun ve yeniden dirilişin vaktini bilen ve kullarını hesaba çekebilecek
iradesi, kuvvet ve kudreti olan bir varlık olması gerekir. Bütün bu vasıflar
onların taptıkları putlarda değil, sadece Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’da
vardır. O halde insan, kendisini Allah’a kulluktan alıkoyan her türlü putu terk
edip sadece Allah’a kul olmalıdır.
Şunu
bilin ki:
22. Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Ne var ki âhirete inanmayanların kalpleri, bu en büyük gerçeği ve ona dayanan daha pek çok gerçeği inkâra şartlanmıştır. Onlar, boş bir büyüklenme içindedirler.
23. Şüphe yok ki Allah onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da kesinlikle bilir. O, büyüklenip duran kimseleri asla sevmez.
Kulluğa
lâyık tek ilâh, Allah Teâlâ’dır. Ancak âhirete iman etmeyenler, o kadar
sorumsuz, başıboş ve bu dünya hayatı ile öyle sarhoş olmuşlardır ki herhangi
bir gerçeği inkâr etmekte, hakka hiçbir değer vermeyip onu önemsememekte bir an
bile tereddüt etmez hale gelmişlerdir. Çünkü onların kalpleri şiddetli bir
inkâr hastalığına tutulmuş olup, hakikat adına ne varsa hepsini
reddetmektedirler. Aynı zamanda onlar devamlı büyüklenip duran kimselerdir. Bu
yüzden onlar kendilerini belli ölçülere uymaya çağıran daveti kabule hazır
olmadıkları gibi, hâlihazırda gittikleri yolun doğru mu yanlış mı olduğunu
düşünüp araştırmaya bile hiçbir ihtiyaç duymazlar. Gizli ve açık her şeyi bilen
Allah ise, büyüklenip duran, kendini başkalarından üstün gören kibirli
kimseleri sevmez.
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kalbinde
zerre kadar kibir olan cennete giremez. Yine kalbinde zerre ağırlığınca iman
olan da cehenneme girmez.” (Müslim, İman 147)
“Mütekebbirler
kıyamet gününde toz zerrecikleri gibi haşredileceklerdir. Büyüklenmeleri
yüzünden insanlar onları ayakları altında çiğneyecektir.” (Tirmizî,
Kıyâmet 47)
Kibrin
zıddı tevâzudur. Kibir kötülendiği nispette tevazu övülmüştür. Peygamberimiz
(s.a.s.)’in torunu Hüseyin (r.a.)’ın şu hâli ne güzel bir tevâzu numûnesidir.
Bir gün Hz. Hüseyin, önlerine konmuş ekmek parçalarını yiyen yoksul kimselerin
yanından geçerken ona: “Ey Abdullah’ın babası gel beraber yiyelim” dediler. O
da bineğinden inip onlarla birlikte oturdu ve: “Allah, büyüklenip duran
kimseleri asla sevmez” (Nahl 16/23) buyruğunu okudu. Onlarla yemeği
bitirdikten sonra: “Ben sizin davetinizi kabul ettim, haydi siz de benim
davetimi kabul ediniz” dedi. Onunla birlikte kalkıp evine gittiler. Onlara hem
yemek yedirdi, hem içirdi, hem de bağışlarda bulunduktan sonra yanından
ayrıldılar. (Kurtubî, el-Câmi‘, X, 95)
Ahmed
er-Rufâî (k.s.) kibirle tavâzuun farkını şöyle bir misalle izah eder:
Hizmetçisi
şeyh Yâkub, bu konuda ondan duyduğu bir cümleyi şöyle anlatıyor:
“Hemen
her zaman olduğu gibi yine bir gün efendim Ahmed’le beraberdim. Başını
kaldırdı, bir hurma ağacına baktı ve şöyle dedi:
«-
Ey Yâkub, şu hurma ağacına bak. Başını öyle dik kaldırdığı için, Allah Teâlâ,
bütün yük ağırlığını ona taşıtıyor. Ona bir şey yükleneceği zaman, ne kadar
mümkünse, hepsi kendisine yükleniyor. Bir de kabak fidesine bak. O, dal budak
salar sarmaz yanağını yere koydu. Bu yüzden ağırlığı başkasına yüklendi.” (Velîler
Ansiklopedisi, II, 506)
İşte
imanın sağladığı tevazu nimetinden mahrum kalıp kibri kendilerine meslek edinen
inkarcıların Kur’an karşısındaki durumları şöyle haber veriliyor:
24. Onlara: “Rabbiniz size ne indiriyor?” diye sorulduğu zaman, “Öncekilerin masallarını!” diye karşılık verirler.
25. Neticede onlar kıyâmet gününde kendi günahlarını tamâmen yüklendikleri gibi, bilgisizce saptırdıkları kimselerin bazı günahlarını da yükleneceklerdir. Dikkat edin, sırtlarına ne kötü bir yük alıyorlar!
Resûlullah
(s.a.s.)’in davetine şiddetle karşı çıkan müşriklerin en hileli oyunlarından
biri, Kur’ân-ı Kerîm hakkında şüpheler oluşturmaktı. Mekke’ye dışarıdan gelen
yabancılar tabii olarak Peygamberimiz (s.a.s.)’in, Allah’tan geldiğini ilân
ettiği Kur’an hakkında araştırma yapmaya başlıyorlardı. Kâfirler ise, onlara
Kur’an’ın sadece “eskilerin masalları” olduğunu söylüyorlardı. Böylece gelen
yabancıları, Efendimiz (s.a.s.)’in tebliğine alaka duyup onu kabul etmelerini
engellemek istiyorlardı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIV, 127) Onlar böyle
davranmak suretiyle hem kendi günahlarını tam olarak sırtlarına almış
oluyorlar, hem de Allah yolundan çevirdikleri o insanların günahlarının bir
kısmını yüklenmiş oluyorlardı. Aslında bu da yine “kendi işledikleri günahlar”
çerçevesinde değerlendirilebilir. Çünkü bu, onların “saptırmalarına” karşılık
tahakkuk eden bir günahtır. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“İnsanları
doğru yola çağıran kimseye, kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Bu
durum, ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksiltmez. İnsanları sapıklığa
çağıran kimseye de, kendisine uyanların günahı gibi günah verilir. Bu durum,
ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksiltmez.” (Müslim, İlim
16; Ebû Dâvûd, Sünnet 6)
Nitekim önceden gelip geçen kâfirlerin halleri de
bunlardan farksızdı:
26. Onlardan öncekiler de peygamberlerine tuzak kurmaya yeltenmişlerdi. Fakat Allah, onların tuzak kurdukları binâlarını ta temellerinden yıktı da üstlerindeki tavanlar başlarına çöktü. Hem de bu azap onlara hiç fark edemedikleri bir yerden geliverdi.
Resûlullah
(s.a.s.)’e düşmanlık yapan ve onu başarısızlığa uğratmak için çeşitli tuzaklar
kuran müşriklerden önce yaşamış nice kâfirler de peygamberlerine karşı aynı
şekilde tuzak kurmuşlardı. Fakat Allah Teâlâ onların hiç birini muvaffak
kılmadı. Yerden deprem veya gökten rüzgâr olarak azabını gönderip din ve
mukaddesata düşmanlık için yaptıkları binalarını, kendileri de içinde
bulunuyorken ta temellerinden yıktı. Üstlerindeki tavanlar başlarına çöktü.
Böylece farkına varamadıkları ve hiç hesaba katmadıkları bir yerden gelen o
azapla helak oldular. Allah, İslâm düşmanlarının kurdukları tuzakları da bu
şekilde başlarına yıkıp akim kılacaktır. Yine onların yaptıkları amelleri de
kıyamet günü boşa çıkaracak ve onlar, binaları üzerlerine yıkılan, böylece hem
servetleri hem de canlarından olup hüsrâna uğrayan kimselerin durumuna
düşeceklerdir. Hz. İbrâhim’e düşmanlık yapan Nemrud’un durumu buna güzel bir
misâl teşkil eder. O, zannınca Hz. İbrâhim’in gökte bulunan ilâhına meydan
okumak için yüksek bir kule yapar. Korkunç bir rüzgar onu yerle bir eder;
içindekiler de üzerlerine çöken kulenin yıkıntıları altında can verir. Nemrud’u
ise daha fazla ıstırap ve acı çekmesi için öldürmez. Ona, burnundan beynine
doğru giden bir sivrisinek Musallat eder. Sineğin verdiği sıkıntı ve acıyı
dindirip bir an olsun rahatlayabilmek için senelerce kafasını tokmakla dövdürür
ve o şekilde helak olur gider. Hâsılı, hangi zaman ve mekanda olursa olsun
Allah ve Peygamber düşmanlarının âkıbetleri hep böyle hazin ve hüsran
olacaktır.
Kıyâmet
gününe gelince:
27. Sonra kıyâmet gününde Allah onları rezil ve perişan eder de: “Hani nerede o sizin uğrunda mü’minlere düşman kesildiğiniz sözde ortaklarım?” diye sorar. Kendilerine ilim verilenler ise: “Bu gün her türlü rezillik ve azap kâfirlerin üzerinedir” derler.
28. Melekler, böylesi kâfirlerin canlarını onlar küfür ve günah içinde bizzat kendilerine yazık ederken alırlar. Onlar, azabı görünce teslim bayrağını çeker ve mazeret bulma gayreti içinde: “Biz hiçbir kötülük işlemiyorduk” derler. Kendilerine şöyle denilir: “Hayır, hayır! Şüphesiz Allah, sizin neler yaptığınızı çok iyi bilmektedir.”
29. “Haydi, içinde ebedî kalmak üzere girin bakalım cehennemin kapılarından içeri! Büyüklenip duranların kalacağı yer ne kötüdür!”
O
gün Allah müşrikleri rezil rüsvâ edecektir. Cenâb-ı Hak: “Hani nerede o
sizin uğrunda mü’minlere düşman kesildiğiniz sözde ortaklarım?” (Nahl
16/27) diye sorunca mahşer yerinde toplanan tüm insanlar ölüm sessizliği içine
gireceklerdir. Kâfirlerin ve müşriklerin dili tutulacak; çünkü bu soruya
verecek bir cevap bulamayacaklardır. Zira ortalıkta, zannettikleri gibi onlara
yardım veya şefaat edecek hiçbir şey yoktur. Ancak kendilerine iman ve tevhid
ilmi verilen peygamber ve mü’minler, görünen durumu te’yîden o günün kâfirler
için çok kötü bir gün olacağını söyleyeceklerdir. Ömürlerinin sonuna kadar
küfür, şirk ve türlü türlü günahlar içinde yüzen ve bu şekilde kendi
kendilerine zulmederken canlarını veren bedbahtlar, âhiret gerçeğini ve
cehennemin şiddetli azabını görünce her ne kadar “dünyada hiç günah
işlemediklerini” söyleseler de, bu yalanları bir fayda sağlamayacak ve haksız
yere büyüklenip duranların varacakları çok kötü bir yer olan cehenneme
atılacaklardır.
Kişinin
büyüklük taslaması üç şekilde olabilir:
Allah’a
karşı: Bu kibirlerin en kötüsü ve çirkini olup kaynağı sırf cehâlettir.
Peygamberlere
karşı: Bu nefsin şeref ve üstünlük iddiâ etmesi, diğer insanlar gibi bir beşer
olan peygambere itâatten kendini yüksek görmesidir. Bu kıyâmet gününde ebedî
azâba müstehak olma konusunda Allah’a karşı gösterilen büyüklük gibidir.
İnsanlara
karşı: Bu kendisini üstün görüp başkasını hakir görmektir. İnsanlar onu
kendilerine itâata çağırsalar onlara boyun eğmekten geri durur, onları bayağı
ve küçük görüp onlarla eşit olmaktan çekinir. İşte bu da çok çirkin bir kibir
çeşididir, sahibi de büyük bir câhildir. Her ne kadar önceki iki sınıfın
altında ise de “Büyüklenip duranların kalacağı yer ne kötüdür!” (Nahl
16/29) âyetinin muhtevâsına dâhil olduğu için eğer tevbe etmezse büyük bir
cezayı hak eder.
Böylesine
kibre kapılmış kâfirlerin bu kötü sonlarına karşılık Allah huzurunda hiçlik
elbisesine bürünmüş mü’minleri hem ölüm anlarında hem de âhiret âleminde büyük
güzellikler beklemektedir:
30. Gönülleri Allah’a saygıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlara: “Rabbiniz ne indiriyor?” diye sorulduğunda onlar: “Sadece iyilik ve güzellik indiriyor” derler. İyilik yapanlara bu dünya hayatında güzel bir mükâfat vardır. Âhiret yurdu ise onlar için daha hayırlıdır. Gönüllerinde besledikleri o derin saygıyla Allah’a karşı gelmekten sakınanların varacağı yurt gerçekten ne güzeldir!
31. O yurt Adn cennetleridir ki, oraya girerler, altından ırmaklar akar, orada onlar için diledikleri her şey vardır. Allah, takvâ sahiplerini işte böyle mükâfatlandırır.
32. Onlar ki, tertemiz bir hayat yaşarlarken melekler gelip incitmeden canlarını alırlar; bir taraftan da kendilerini: “Selam olsun size! Yaptığınız güzel amellere karşılık girin cennete!” diye müjdelerler.
Hac
mevsiminde Mekke’ye gelen çevre bölgelerin sakinleri müşriklere, peygamber
olduğunu duydukları Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında soru sorarlar, onlar da
Efendimiz’le ilgili olarak: “O sihirbazdır, şairdir, kâhindir, mecnundur” gibi
yaftalarda bulunurlardı. Müminlere de aynı soruyu sorarlar, onlar ise: “Allah
ona iyiliği, güzelliği ve hidâyeti indirdi” derler ve bununla Kur’ân-ı Kerîm’i
kastederlerdi. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XX, 20)
Gerçekten
“hayır” yani iyilik ve güzellik olarak vasfedilmeye en layık nimet, Kur’ân-ı
Kerîm’dir. Çünkü o bütün güzellikleri, feyiz ve bereketleri içinde toplamıştır.
Tüm dinî ve dünyevî iyilikler, zahirî ve batınî güzellikler ondan neş’et
etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği itikâdî, amelî ve ahlâkî hükümler
istikâmetinde iyi bir kulluk yapanlara dünya hayatında bile iyilikler ve
güzellikler lütfedilecektir. Onlar ilâhî yardıma nâil olacak, düşmanlarına
karşı galip gelecek, can ve mallarını emniyet altına alacak, ganimet elde
edecek ve daha nice maddî ve manevî güzelliklere erişeceklerdir. Âhiret yurdu
ise onlar için dünyadan daha hayırlı olacaktır. Orada altlarından ırmaklar
akan, içinde diledikleri her türlü nimet bulunan Adn cennetlerinde
kalacaklardır. Hatta Allah Teâlâ’nın onlara bahşedeceği uhrevî nimetler henüz
ruhlarını teslim ederken başlayacaktır. Melekler bir taraftan onların ruhlarını
çok hoş ve güzel bir şekilde:
Şirkten temizlenmiş ve arınmışlar olarak,
Sâlih kimseler olarak,
Söz ve fiilleri temiz olarak,
Allah’ın ihsan edeceği mükâfatlara güvenerek, gönülleri hoş
olarak,
Allah’a kalp huzuru ve gönül hoşluğuyla yönelerek,
Vefatları
güzel, kolay, zorluksuz ve acısız olarak alırken, bir taraftan da korkmamaları
ve üzülmemeleri için onlara selam verecekler ve onları, yaptıkları sâlih
amelleri sebebiyle cennetle müjdeleyeceklerdir. (bk. Fussılet 41/30-32) Yani
onların âhiret yolculukları meleklerin rahmet kanatları altında, emniyet ve
selâmet içinde başlayacak, sonsuza dek o şekilde nimetler, güzellikler içinde
devam edecektir.
Şimdi,
gerçeği tüm berraklığıyla gözler önüne seren bunca deliller ortada dururken,
artık inkârcıların tevbe edip ebedi mutluluğa erişmek için daha ne diye
beklediklerini sormak gerekir:
33. O inkârcılar, illâ kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin azab emrinin gelip çatmasını mı bekliyorlar? Daha önceki kâfirler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmedip duruyorlardı.
34. Sonunda yaptıkları kötülüklerin cezası başlarına geldi ve sürekli alay edip durdukları gerçek onları dört bir yandan kuşatıverdi.
Hitap
kâfirleredir. O kâfirler, hak dine inanıp gereğince amel etmediklerine göre, ya
meleklerin gelip, küfür, şirk ve günahlar içinde kendilerine zulmederlerken
canlarını almalarını veya Allah’ın emrinin gelmesini beklemektedirler.
“Allah’ın emri”nden maksat ise;
›
Bedir gününde olduğu gibi öldürülmek,
›
Depremle yerin dibine geçirilmek,
›
Firavun gibi suda boğulmak,
›
Üzerlerine azap kamçısının inmesi veya taş yağmurunun yağdırılması
gibi suçluları cezalandırma emridir.
Cezayı
hak edenler, haksızlık yapan kulların kendileridir. Peygamberle alay etmeleri
ve günah işlemeleri sebebiyle bu şekilde cezalandırılırlar. Yoksa Allah Teâlâ
kimseye haksızlık yapmaz. Dolayısıyla müşriklerin, kendilerini haklı çıkarmak
üzere suçu Allah’a atma çabalarının hiçbir haklı gerekçesi olamaz:
35. Allah’a ortak koşanlar şöyle dediler: “Eğer Allah dileseydi, biz de, atalarımız da O’ndan başka hiçbir şeye ilâh diye tapmaz ve O’nun emri olmadan hiçbir şeyi kendimize haram kılmazdık.” Daha önceki müşrikler de tıpkı böyle yapmışlardı. Bu durumda peygamberlere düşen vazîfe, apaçık tebliğden başka ne olabilir?
Müşrikler
bu sözlerini alay olsun diye söylemişlerdir. Eğer onlar bunu inanarak söylemiş
olsalardı, elbette mü’min olurlardı. Gerçekten de müşrikler bu sözleriyle
kendilerinin doğru yolda olduklarını; yaptıklarının Allah’ın dilemesine uygun
olduğunu; eğer Allah ortak koşmalarına, bir kısım şeyleri kafalarına göre haram
kılmalarına razı olmasa bunları yapamayacaklarını ileri sürüyorlardı. Böylece
kendilerini sorumluluktan kurtarmaya çalışıyorlardı. Halbuki Allah, gönderdiği
peygamberler vasıtasıyla insanlara gerçeği bildirmiş ve onları bu gerçeği kabul
veya reddetmek arasında serbest bırakmıştır. Kul düşünür, bir işi tercih eder.
Allah kulunun tercih kabiliyetini herhangi bir yöne zorlamaz. Kulun yapmak
istediğini Allah da diler, ona müsaade eder. Böylece iş, kulun tercihi ve
Allah’ın yaratmasıyla meydana gelmiş olur. Fakat Allah, her şey sonuçta O’nun
müsaade buyurması ve yaratmasıyla meydana gelse de, kulun yaptığı bir kısım
işlerden razı olmakta, bir kısmından ise razı olmamaktadır. Mesela inkârı da
yaratan Allah olmakla birlikte, “Allah, kullarının inkârına râzı olmaz”
(Zümer 39/7) buyurur. Çünkü inkâr, Allah’ın “yapınız” diye bildirdiği
emirlerine aykırıdır. Onda kulun hem kendisine hem de başkalarına zarar vardır.
O halde hiç kimse, günahını Allah’a havale etmeye çalışarak sorumluluktan
kurtulamaz; mutlaka cezasını görür. Bu sebeple kurtuluş için, Allah’ı kendimize
göre değil, kendimizi Allah’a göre ayarlamak ve kayıtsız şartsız O’nun
kulluğuna teslim olmak gerekir. O’na kul olmanın yollarını da peygamberler
açıkça tebliğ etmişlerdir:
36. Doğrusu biz her ümmete: “Allah’a kulluk edin ve insanları sahte tanrılara tapmaya zorlayan şeytânî güçlerden uzak durun” diye uyaran bir peygamber gönderdik. Allah onlardan bir kısmına doğru yolu nasip etti; bir kısmı da inkârları yüzünden doğru yoldan sapmayı hak etti. Öyleyse yeryüzünde dolaşın da dîni yalanlayanların akıbeti nasıl olmuş bir bakın!
37. Sen onların doğru yola gelmelerini ne kadar çok istesen de, Allah sapmalarına fırsat verdiği kimselere doğru yolu göstermez. Onlar için bir yardımcı da bulunmaz.
Hiç
kimsenin, işlediği günahlar hakkında “Ne yapayım, Allah’ın dileği böyle!” diye
özür beyân ederek kurtulma şansı yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak, her ümmete “Sadece
kendisine kulluk yapılmasını ve insanları sahte tanrılara tapmaya zorlayan şeytânî
güçlerden uzaklaşılmasını” tebliğ eden bir peygamber göndermiştir. Buna göre
peygamberlerin vazifesi insanlara Allah’a ibâdeti emretmek, Allah’tan başka
şeylere tapmaktan onları sakındırmak, onlara en doğru ibâdet şekillerini
öğretmek ve bu yolla Allah’a vasıl olmalarını sağlamaktır. Bu yüzdendir ki
Cenâb-ı Hak, peygamber göndermedikçe hiçbir kimseye azap etmeyeceğini haber
vermiştir. (bk. İsrâ 17/15)
Kulluk;
irademizi Rabbimize teslim etmek, O’nun razı olduğu işleri yapmak, razı
olmadıklarından da kaçınmaktır. İbrâhim b. Edhem (r.h.) ile alakalı anlatılan
şu kıssa Hakk’a kulluğun nasıl olması gerektiğini hem basit, hem de etkili bir
üslupla öğretir.
Kıssaya
göre İbrâhim b. Edhem bir köle satın aldı. Ona:
“–Ne
yersin?” dedi. O da:
“–Bana
ne yedirirsen onu yerim” diye cevap verdi. Tekrar ona:
“–Ne
iş yaparsın?” diye sordu. O da:
“–Beni
ne işte kullanırsan onu yaparım” şeklinde karşılık verdi. Yine:
“–Hangi
şeyi yapmak istersin?” diye sorunca, kölenin cevabı şu oldu:
“–Efendisinin
isteği yanında kölenin isteği nerede kalır!” Sonra İbrâhim b. Edhem kendi
nefsine dedi ki:
“–Ey
miskin! Şu kölenin sana teslîm olduğu gibi, sen ömründe bir saat bile Allah’a
teslîm olmadın.”
Şunu
belirtelim ki, Peygamber’in davetini duyan herkesin aslında kıssada anlatıldığı
gibi Allah’a kulluğa yönelmesi beklenir. Fakat gerçek böyle değildir. Bu konuda
ilâhî bir zorlama olmadığından herhangi bir ümmete bir peygamber geldiğinde
onların hemen iki gruba ayrıldıkları görülür:
›
Daveti kabul edenler,
›
Daveti reddedip sapıklık yolunu tutanlar.
Halbuki
yeryüzünde dolaşıp insanlık tarihine ibretle bakılacak olsa, bunlardan neyin
doğru neyin yanlış, hangi yolun müstakîm hangi yolun eğri olduğu hakkında mühim
ip uçları elde edilebilecektir. Peygamberlerin ve onlara karşı gelenlerin halleri
bunun en güzel misalleridir. Mesela Hz. Mûsâ ve İsrâiloğulları kurtulurken
Firavun ve kavmi Allah’ın azabına uğramıştır. Yine Hz. Sâlih, Hz. Hud, Hz. Nûh
gibi peygamberler ve onlara iman edenler Allah’ın rahmetine ererken, onları
reddedenler helak edilmişlerdir. O halde Hz. Muhammed (s.a.s.)’e karşı gelenler
de, öncekilerde olduğu gibi kendilerine belli bir süre mühlet veriliyor olsa
da, âkıbetlerinin nice olacağını düşünüp âhireti inkâr gibi bir musibetten
kendilerini kurtarmalıdırlar:
38. Kâfirler: “Allah, ölen kimseyi bir daha diriltmez!” diye var güçleriyle yemin ediyorlar. Hayır, elbette diriltecek! Bu, O’nun gerçekleşmesini üzerine aldığı kesin bir sözüdür; fakat insanların çoğu bunu bilmez.
39. Diriltecek ki, hakkında anlaşmazlığa düştükleri gerçekleri onlara bütün açıklığıyla göstersin ve inkâr edenler de gerçekte birer yalancı olduklarını bilsinler.
40. Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, ona sadece “Ol!” deriz, o da hemen oluverir.
Rivayet
edildiğine göre bir müslümanın müşriklerden birinde alacağı vardı. Borcunu
almak için adamın yanına vardı. Konuşurken söz arasında: “Ölümden sonra beni
dirilteceğini ümid ettiğim zâta yemin ederim ki alacağım şu kadardır” dedi.
Müşrik: “Sen öldükten sonra diriltileceğine mi inanıyorsun?” dedi. müslüman,
“Evet” deyince müşrik, var gücüyle yemin ederek “Hiç kimse öldükten sonra
tekrar dirilmez” dedi. İşte bunun üzerine 38. âyet nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 285)
Allah,
ölüleri mutlaka diriltecektir. Burada bunun iki hikmetine işaret edilir:
› Böylece Allah
Teâlâ, kimin mü’min kimin kâfir, kimin haklı kimin haksız, kimin doğru yolda
kimin eğri yolda olduğunu kendilerine gösterecektir. Sonuçta herkes durumunu
kesin bir şekilde bilecektir.
› Kâfirler de
“âhiretin olmayacağı, Allah’ın ölenleri yeniden diriltmeyeceği” gibi sözlerinde
yalancı olduklarını kesinlikle öğreneceklerdir.
Ölüleri
diriltmek bakımından Allah için bir zorluk yoktur. Çünkü O, olmasını murat
ettiği şeye sadece “Ol!” der, o da hemen oluverir. Yaratıklar için geçerli olan
yorgunluk, bıkkınlık, acziyet, çaresizlik gibi noksan sıfatlar Cenâb-ı Hak için
düşünülemez. O, noksan sıfatlardan pak ve uzak, tüm kemâl sıfatlarıyla
muttasıf, ve mutlak kudret sahibi olan Allah Teâlâ’dır.
Bu
bakımdan mü’minler Allah Teâlâ’ya sonsuz bir güven içinde zulme karşı
mücadeleye devam edip, gerekirse bu uğurda tüm sevdiklerini fedâya ve İslâmı
kolaylıkla yaşayabilecekleri daha uygun yerlere hicrete hazır olmalıdırlar.
Nitekim İslâm’ın ilk yıllarında müslümanlar, kâfirlerin baskı ve işkenceleri
yüzünden yurtlarını terk etmek mecburiyetinde kalmışlardı:
41. Zulme maruz kaldıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada mutlaka en güzel bir yere yerleştiririz. Âhirette verilecek mükâfat elbette çok daha büyüktür. Keşke bunu bilselerdi.
42. O muhâcirler, Allah yolunda başlarına gelene sabretmişler ve yalnızca Rablerine dayanıp güvenmişlerdir.
Âyetler
ilk planda Resûlullah (s.a.s.) ve onun ashâbından bahsetmektedir. Mekke’de
müşrikler onlara zulmettiler ve yurtlarını terk etmeye mecbur bıraktılar.
Sonunda onlardan bir kısmı Habeşistan’a hicret etti. Daha sonra yüce Allah
onları esas hicret yurtları olan Medine’ye yerleştirdi. Ensâr-ı kirâmı onlara
kardeş ve yardımcı yaptı. Bununla birlikte âyet-i kerîme dini için zulme
uğrayıp Allah yolunda hicret eden herkesi şumûlüne alır. Allah Teâlâ onları
dünyada elbette en güzel bir yere yerleştirecek ve onları en güzel şekilde
rızıklandırıp barındıracaktır. Düşmanlarına
karşı onlara yardım edecektir. Onlar yepyeni ülkeler fethedecek ve oraların
idâresine sahip olacaklardır. Öldükten sonra da geriden gelen nesiller arasında
onlar övgüyle anılacaklar; izzet ve şerefleri zürriyetlerine intikal edecektir.
Onlara verilecek âhiret mükâfatı ise şüphesiz daha büyük olacaktır. Bu güzel
nimetlere ancak hak yolunda sabır ve Allah’a tevekkülle erilebilir. Zira Allah
için yapılacak her türlü fedakârlığın temelinde bu iki mühim ahlâkî meziyet yer
alır. Rivayete göre Hz. Ömer muhacirlere devletten maaşlarını ödediğinde: “Bu,
Allah’ın size dünyada va‘dettiği mükâfattır. Âhirette sizin için sakladıkları
ise elbette daha çoktur” der, sonra da onlara bu âyet-i kerîmeyi okurdu.
(Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIV, 143)
Müşrikler,
peygamberin insan olmasını akıllarına sığdıramıyor; “Eğer Allah peygamber
göndermek isteseydi, katındaki meleklerden birini gönderirdi” diyorlardı. Gelen
âyetler, onların bu tür yanlış anlayışlarını düzeltmektedir:
43. Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de, kendilerine vahyettiğimiz bir kısım adamlardan başkası değildi. Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun.
44. O peygamberleri apaçık delillerle ve kitaplarla gönderdik. Sana da, hikmet ve öğüt dolu bu Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine indirilen gerçekleri insanlara apaçık bir şekilde anlatasın ve böylece onlar da Allah’ın âyetleri üzerinde sistemli bir şekilde düşünsünler.
Allah
önceki peygamberleri de insanlar arasından göndermiştir. Onlara açık belgeler,
deliller, mûcizeler vermiş, kitaplar indirmiştir. Aynı minval üzere Hz.
Muhammed (s.a.s.)’i de ahir zaman ümmetine peygamber yapmış, ona Kur’ân-ı
Kerîm’i lutfetmiş ve onu, inen ayetlerin mâna ve muhtevâsını insanlara
açıklamakla vazifelendirmiştir. Onun vazifesi bununla sınırlıdır. Diğer
insanların vazifesi ise, peygambere karşı gelmek değil, kendilerine tebliğ
edilen âyetler üzerinde sistemli bir şekilde düşünerek gerçeği anlamaya
çalışmaktır. Herkes üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdiğinde maksat
hâsıl olacaktır.
Cenâb-ı
Hakk’ın, bilgi almak üzere kendilerine müracaat edilmesini tavsiye buyurduğu
“zikir ehli”, ister Ehl-i kitaptan ister müslümanlardan olsun sorulan sorulara
tatmin edici cevap verebilecek sahasında mahir ilim sahibi kimselerdir. Burada
başta dinî meseleler olmak üzere, bir mevzuda yeterli bilgiye sahip olmayanların
o hususta ehliyetli olanlara sormaları gerektiği; bir konuda doğru ve yeterli
bilgi sahibi olmadan bir fikir ileri sürmenin veya iş yapmanın yanlış olacağı
vurgulanmaktadır.
Kur’ân-ı
Kerîm, en doğru hayat tarzını öğreten bir kitap olmakla birlikte, yine de ondan
yüz çevirip kötü planlar peşine düşenler olacaktır:
45. İslâm’ı engellemek için türlü türlü şer planları hazırlayanlar, Allah’ın kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden veya kendilerini yok edecek azabın hiç beklemedikleri bir yerden tepelerine inmeyeceğinden emin midirler?
46. Yahut çalımlı çalımlı gezip dolaşırlarken Allah’ın kendilerini kıskıvrak yakalayıvermeyeceğinden emin midirler? Onlar, Allah’ın bunları yapmasına asla mâni olamazlar.
47. Yahut da Allah’ın kendilerini korkuta korkuta, eksilte eksilte, içten içe çürütüp yok edivermesinden emin midirler? Şunu bilin ki Rabbiniz, çok şefkatli ve çok merhametlidir.
Allah’ın
dinine, peygamberine ve ona inananlara düşmanlık yapanlar, insanları Allah
yolundan saptırmak için şer planları hazırlayanlar başlarına gelecek şu
tehlikelerle tehdit edilmektedirler:
›
Allah’ın, Karun ve avânelerine yaptığı gibi, onları yerin dibine
geçirmesi. Nitekim Karun hakkında: “Biz Kârun’u da, evini barkını da yerin
dibine geçiriverdik.” (Kasas 28/81) buyrulur. İnsan hiç olmasa şu turnanın
halinden ibret almalıdır: Turna, iki ayağı ile değil tek ayağıyla yere basar.
Diğer ayağı üzerine de basacak olsa yerin kendisini batırmasından korktuğu için
onun üzerine dayanmaz. Kuş bile yere batmaktan emin olmayınca gaflet içinde
yeryüzünde yürüyen akıl sahibi insanın daha dikkatli olması gerekir.
›
Tam bir gaflet içinde bulunurlarken, beklemedikleri ve ummadıkları
bir yerden azabın başlarına gelmesi. Uyku ve istirahat hali buna misaldir.
Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “Geceleyin uyurlarken veya gündüz vakti
dinlenirlerken azabımız ansızın başlarına çöküverdi.” (A‘râf 7/4)
› Onlar
yeryüzünde gezip dolaşırlarken, ticâret yaparlarken ve dünya işleriyle
uğraşırlarken azabın onları yakalayıvermesi. Şu âyetler ne kadar uyarı ve
tehdit yüklüdür: “Anlaşılan onlar, dünyevî meseleler veya şahsî menfaatleri
üzerinde birbirleriyle çekişip dururlarken kendilerini apansız ve kıskıvrak
yakalayacak olan korkunç bir çığlıktan başka bir şey beklemiyorlar. O çığlık geldiği
zaman ise, artık ne bir vasiyet yapmaya fırsat bulabilirler, ne de ailelerinin
yanına dönebilirler.” (Yâsîn 36/49-50)
› Allah’ın
onları korkuta korkuta, eksilte eksilte, zamana yayarak, içten içe çürüterek
helâke sürüklemesi.
Bu
ilâhî ikaz ve tehditlerden maksat, din düşmanlığı yapanları iyilik yapmaya
yönlendirmek; Allah’ın fırsat tanımasının hiç azap etmeyeceği mânasına
gelmediğini bildirmektir. Yoksa O’nun azabı geldiği zaman kimse ona mâni
olamaz. Resûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurur: “Allah zâlime mühlet verir. Onu bir de yakaladı mı bırakmaz.”
(Buhârî, Tefsir 11/5; Müslim, Bir 62) Yâni ona zaman tanır, ömrünü uzatır;
böylece onun zulmü çoğalır, sonra onu şiddetli bir şekilde yakalayıverir.
Yakaladığında da artık onu bırakmaz. Kimse de onu Allah’ın elinden kurtaramaz.
Bu hususa temas eden âyet-i kerîmelerde de şöyle buyrulur:
“Rabbin
gerçekten çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. Eğer kazandıkları
günahlar yüzünden insanları hemen cezalandıracak olsaydı, hiç beklemez onlara
azabı derhal gönderiverirdi. Fakat onlar için azabın geleceği belirli bir vakit
vardır ki o vakit geldiğinde, ondan kaçıp sığınacak hiçbir yer bulamazlar.” (Kehf 18/58)
“Eğer
Allah insanları yaptıkları günahlar yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı,
yeryüzünde tek bir canlı bile bırakmazdı. Fakat Allah belirlenmiş bir vakte
kadar onlara süre tanıyor. Vâdeleri dolunca gerekeni yapacaktır. Allah,
kullarını hakkiyle görmektedir.” (Fâtır 35/45)
Halbuki
inkâr dehlizlerinde dolaşan bu gâfiller, kendilerini kuşatan varlık âlemine bir
bakacak olsalar, tüm varlığın Allah’ın kudretine boyun eğdiğini, O’nun sonsuz
ilim, hikmet ve kudretini haykırdığını göreceklerdir:
48. Onlar, Allah’ın yarattığı şeylere dikkatle bakmıyorlar mı? Onların gölgeleri, Allah’ın iradesine bütünüyle boyun eğerek, sağdan soldan sürünüp, Allah için saygı ve tâzimle nasıl yerlere kapanmaktadır?
49. Göklerde ve yerde bulunan bütün canlılar ve melekler, hiçbir büyüklenme duygusuna kapılmaksızın Allah’a secde ederler.
50. Onlar, üzerlerinde mutlak hâkimiyet sahibi olan Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emredilirse onu yaparlar.
Burada
bahsedilen secdeden maksat, “ızdırârî secde” yani isteğe bağlı olmaksızın
kayıtsız şartsız boyun eğmektir. Ağaç, dağ, tepe gibi gölgesi bulunan şeylerin
gölgeleri bile Allah’ın emrine uymuşlar ve ona boyun eğmişlerdir. Zira gölge,
sahibinin değil, yüce Allah’ın takdiriyle ışığın geliş noktası istikâmetinde
düşer ve onun dönüşlerini takip eder. Dolayısıyla eşyada olduğu gibi, onların
gölgelerinde de hâkimiyet ve tasarruf sadece Allah’ındır. Onlar, yere serilip
bir sağa bir sola sürünürlerken bile sahiplerine değil, Allah’a secde eder ve
Yüce Allah’ın birliğini ilan ederler. Bunlarla birlikte göklerde ve yeryüzünde
hareket eden bütün varlıklar ve bütün melekler de ancak Allah’a secde ederler.
O’nun emrine boyun eğerler. Büyüklenip Allah’a secde ve ibâdet etmekten uzak
durmazlar. Üzerlerinde tam bir hâkimiyet ve tasarrufa sahip olan Rablerinden korkarlar.
Gerek ibâdet, gerekse kâinatın düzeniyle ilgili olarak kendilerine emredilen
vazifeleri yaparlar. Dolayısıyla bunların hiçbirinin ilâhlıkta Allah’a ortak
olması mümkün değildir.
Şeyh
Sâdî anlatıyor:
“Bir
gece bir kervanla sabaha kadar yol gittik. Sabaha doğru küçük bir orman
kenarında uyuduk. İçimizde Allah Teâlâ’ya sevgi ve bağlılığından dolayı cezbeye
tutulmuş, kendinden geçmiş biri vardı. Seher vakti bir nara atarak çöllere
doğru gitti. Bir nefes bile durup dinlenmedi. Gündüz olunca bir ara kendisine,
«Bu ne haldir?» diye sordum. Şöyle cevap verdi:
“-
Kulak verdim, baktım ki bülbüller ağaçta, keklikler dağda ötüyorlar. Kurbağalar
suda, canavarlar ormanda bağrışıp duruyorlar. Baktım, düşündüm. Onlar böylece
Allah’ı anarken benim uyumam ve susmam yakışıksız bir hareket olur. Bu benim
için tam mânasıyla bir gaflet demektir. İşte bu sebeple ben de uyumadım, feryat
ettim.”
Şâir
der ki:
“Dün
gece bir kuş sabaha kadar inledi durdu. Onun bu inleyişi benim aklımı, fikrimi,
sabrımı aldı, alt üst etti. Onun için kendimden geçerek bir çığlık kopardım.
Benim samimi dostlarımdan biri meğerse çığlığımı işitmiş. Dedi ki:
“-
Bir kuş sesinin sana bu kadar tesir edeceğine inanmazdım.”
Şu
cevabı verdim:
“-
Kuşlar Allah’ı ansınlar da ben susayım; bu insanlık değildir.” (Sâdî Şirâzî, Gülistan,
s. 82)
Kuşun
bu terennümünü dile getiren şu mısralar ne kadar güzel ve tesirlidir:
Hû
kuşu dün gece inledi durdu
Hû
diye hû diye hû diye diye
Dertli
gönülleri yaktı, kavurdu
Hû
diye hû diye hû diye diye
Bilmem
ki nedendi, ne idi derdi
Hû
idi dilinin değişmez virdi
Hû
kuşu bu gece gönlüme girdi
Hû
diye hû diye hû diye diye
Hep
onu söylemek kolay mı dile
Yağ
gerek sultanım köhne kandile
Hû
kuşu yanarak uçtu menzile
Hû
diye hû diye hû diye diye
Hâsılı
canlı cansız her şey, hatta bunların gölgeleri dahi Allah’ın emrine uyarken
insanın bunların dışına çıkması, yaratanına başkaldırması ve O’na ortak koşması
doğru olur mu? Bu sebeple buyruluyor ki:
51. Allah şöyle buyurdu: “İki ilâh edinmeyin. O, ancak bir tek ilâhtır. Öyleyse yalnız benden korkun!”
52. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Mutlak mânada itaat ve kulluk da her zaman ve yalnızca O’na aittir. Buna rağmen siz hâlâ Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?
İki
ilâh edinmenin yasaklanması, ikiden fazla ilâh edinmeyi öncelikle yasaklar. “O,
ancak bir tek ilâhtır” beyânı da bunu pekiştirir. Allah tek olduğuna göre
yalnız ve yalnız O’ndan korkmak gerekir. Göklerde ve yerde olan her şey O’na
ait olduğuna; onları yaratan, hüküm ve tasarrufu altında bulunduran O olduğuna
ve tüm kâinat zorunlu olarak O’na itaat ettiğine göre, insan da taat ve
kulluğunu devamlı olarak ve yalnızca O’na yapmalıdır. Sadece Allah’tan
korkmalı, başkasından korkmamalıdır.
Şunu
unutmayın ki:
53. Hem nimet nâmına sizde ne varsa hepsi Allah’tandır. Kaldı ki, size bir sıkıntı dokunduğunda da yalnız O’na yalvarır yakarırsınız.
54. Sonra Allah, sizden o sıkıntıyı giderir gidermez içinizden bazıları hemen Rablerine ortak koşmaya kalkışırlar.
55. Böyle yaparak, kendilerine verdiğimiz onca nimetlere nankörlük ederler. Ey nankör kâfirler! Şimdilik dünyanın sefasını sürün bakalım; nasıl olsa yakında başınıza neler geleceğini öğreneceksiniz.
Allah
Teâlâ bizi sadece yaratıp kendi halimize bırakmamış, pek çok nimetler
vermiştir. Bizde nimet nâmına ne varsa hepsi Allah’tandır. Üstelik bir
sıkıntıya uğradığımızda hemen tazarru ve feryat ile yalnızca O’na yalvarır,
sıkıntımızı gidermesini isteriz. Aslında bu hal, kalplerimizde yerleşen tevhid
inancının bir ispatı ve ciddi bir göstergesidir. Edinilen sahte ilâhlar
tarafından baskı altında tutulan tevhid endeksli tabiatımız, sıkıntı
zamanlarında elimizde olmadan yüzeye çıkmakta ve gerçek Rabbine yalvarmaktadır.
Fakat Allah o sıkıntıyı giderdiği zaman, ne gariptir ki bir kısım insanlar
hemen eski hallerine dönüp Yüce Allah’a ortak koşarlar. Bu, O’nun verdiği bunca
nimetlere ve yaptığı bunca ihsanlara karşı düpedüz nankörlükten başka bir şey
değildir. Bu şekilde nankörlük yapanlar, dünyada bir süre yiyip içip
eğlenseler, kısa bir müddet sefa sürseler de, âhirette büyük bir hüsrana
uğrayacaklardır.
Şimdi
de, tevhid inancından mahrum müşriklerin içine yuvarlandıkları örümcek ağı gibi
karmaşık düşünce yapıları ve bir takım yanlış örf, adet ve uygulamaları
sözkonusu edilerek bunlardan sakınılması istenmektedir:
56. Müşrikler, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gerçek yüzlerini bilmedikleri şeylere de bir pay ayırıyorlar. Allah’a yemin olsun ki, uydurduğunuz bu yalan ve iftiranın hesabını mutlaka vereceksiniz!
Müşrikler
hayvanlarının ve zıraat ürünlerinin bir kısmını putlarına ayırır ve bunları
tapınak hizmetlerinde kullanırlardı. Yine putları için kurbanlar keserlerdi.
Âyet-i kerîme onların bu yanlış âdetlerine dikkat çeker. (bk. En‘âm 6/136)
Ayrıca âyet, Allah’tan başka otoritelere, Allah’ın kendilerine ihsan ettiği
rızıklarla ilgili olarak helâli haram, haramı da helâl kılma yetkisi
tanımalarına, yine onlarda ilâhî bir güç vehmedip onlara yaratıcılık ve
hayatlarını düzenleme yetkisi vermelerine işaret etmektedir.
Müşrikler,
kız çocuklarıyla ilgili fevkalade çarpık ve tehlikeli düşüncelere sahiptiler:
57. Bir de onlar kızları Allah’a yakıştırıyorlar; hâşâ Allah böyle şeylerden ve tüm noksanlıklardan yücedir; çok sevdikleri erkek çocukları ise kendilerine malediyorlar.
58. O kadar ki, onlardan birine bir kız çocuğunun dünyaya geldiği müjdelense üzüntüden yüzü simsiyah kesilir, içi öfkeyle dolar.
59. Kendisine verilen müjdenin güya kötülüğü yüzünden halktan gizlenir, köşe bucak kaçar. Şimdi ne yapsın: Böyle alçaltıcı bir duruma rağmen o bîçareyi yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün? Şuna bakın, ne kötü hüküm veriyorlar!
Bir
kısım Arap kabileleri meleklerin Allah’ın kızları olduğunu söylerdi. Kur’ân-ı
Kerîm, zaman zaman onların bu yanlış düşüncelerine temas eder ve böyle bir
şeyin asla mümkün olamayacağını, Allah Teâlâ’nın bu tür noksanlıklardan sonsuz
derecede temiz ve yüce olduğunu beyân eder. (bk. Saffât 37/149-153; Zuhruf
43/19)
Diğer
taraftan cahiliye Arapları kız çocukla erkek çocuk arasında ayırıp yaparlardı.
Erkek çocukları beğenip onları kendi öz evlatları sayarlarken, kız
çocuklarından hoşlanmaz, onları kötü görür ve başlarından atarcasına onları
Allah’a nispet ederlerdi. Erkek çocukları olduğu zaman sevinir, göğüslerini
gere gere dolaşır; kız çocukları doğduğu zaman ise nereye kaçıp
gizleneceklerini bilemez, üzülür, öfkelenir, yüzleri simsiyah kesilir ve ne
yapacaklarını şaşırırlardı. Böyle alçaltıcı bir duruma katlanmakla, o kız
çocuğunu toprağa gömmek arasında kararsız kalır, bocalayıp dururlardı. (bk.
İsrâ 17/31; Tekvîr 81/8-9)
Onların
kız çocuğu istememelerinin iki mühim sebebi vardı:
›
Maişet darlığı, geçim sıkıntısı,
›
Namus meselesi. Çünkü Araplar arasında ardı arkası kesilmeyen
savaşlar olur, savaşlarda kadınlar kızlar esir alınır, cariye olarak alınıp
satılırlardı. Bu durum, namusuna çok düşkün olan bir Arap için son derece onur
kırıcıydı.
İslâm,
bu cahiliye âdetini kaldırıp erkekle kız çocuğu eşit seviyede tutmuş, hatta kız
çocuklarının yetiştirilmesine ayrı bir önem vermiştir. Hz. Aişe şöyle
anlatıyor:
“Beraberinde
iki kız çocuğu bulunan bir kadın yanıma geldi. Benden bir şeyler istedi.
Yanımda bir tek hurmadan başka bir şey yoktu. Ona bu hurmayı verdim. O kadın da
hurmayı alarak iki kız çocuğu arasında paylaştırdı, kendisi de ondan hiçbir şey
yemedi. Sonra kızları ile birlikte çıkıp gitti. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) yanıma
girince ona kadının durumunu anlattım. Efendimiz şöyle buyurdu: «Her kim bir
ve daha fazla kız çocuğuyla imtihan olunur da onlara iyilikte bulunursa o kız
çocukları onun için cehennem ateşine karşı bir perde teşkil eder.»”
(Buhârî, Edeb 18; Müslim, Birr 147)
Hadis-i
şerifte kız çocuklarının bir imtihan vesilesi olduğuna işaret edilmekte;
onlara karşı sabırla hareket edip iyilikte bulunmanın ve güzel davranmanın,
ateşten koruyucu bir kalkan olduğu haber verilmektedir.
Resûlullah
(s.a.s.): “Her kim büluğ çağına erişinceye kadar iki kız çocuğuna bakacak
olursa kıyamet gününde benimle şu halde olur” buyurarak parmaklarını birbirine
bitiştirmiştir. (Müslim, Birr 148)
İşte
İslâm, bunun gibi olumlu ve yapıcı telkinlerle kız çocuklarıyla ilgili cahiliye
toplumunda oluşan yanlış düşünce ve adetleri ortadan kaldırmaya çalışmıştır.
Ama yine de bâtıl inançlarında inatla devam edenler vardır. Asıl sebep âhirete
imanın olmayışıdır:
60. Âhirete inanmayanların işte böylesine kötülükte örnek olacak sıfatları vardır. En güzel sıfatlar ise Allah’a aittir. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.
Âhirete
inanmayanlara ait olan kötü sıfatlardan bir kısmı şunlardır:
›
Allah Teâlâ’yı eş ve çocuk sahibi olmakla vasfetmeleri,
›
Çocuklar arasında ayırım yapıp erkek çocukları değerli, kız
çocuklarını ise değersiz görmeleri,
›
Sahip oldukları namus anlayışı ve geçim endişesiyle kız
çocuklarının canına kıyacak kadar merhametsiz ve cimri olmaları,
›
Böylece büyük bir suç işlemiş olup ateşe müstehak olmaları.
Müşriklerin
bu kötü niteliklerine karşılık Cenâb-ı Hakk’a ait olan yüce sıfatlar
sayılmayacak kadar çok olmakla birlikte burada şunlar söz konusu edilebilir:
Vâcibü’l-vucûd yani varlığının kendinden olması, başka hiçbir şeye
muhtaç olmaması,
Yaratıcı, rızık verici, sonsuz kudret sahibi olması ve amellerin
karşılığını verici olması,
Yaratıklara ait bütün noksan sıfatlardan sonsuz derecede temiz ve
yüce olması.
Bu
üstün vasıfların ötesinde Yüce Allah, kullarına karşı sonsuz şefkat ve merhamet
sahibi olup onların günahlarının cezasını hemen vermez, hatalardan dönüş için
fırsat tanır:
61. Eğer Allah insanları zulümleri sebebiyle hemen cezalandırsaydı, yerin üzerinde kıpırdayan hiçbir canlı varlık bırakmaz hepsini yok ederdi; fakat onları belli bir süreye kadar ertelemektedir. Süreleri dolduğu zaman artık onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler.
Önceki
âyetlerde anlatılan fiil ve davranışların her biri Allah’a karşı isyan ve
haksızlıktır. Bunları yapanlar cezayı hak ederler. Fakat Allah, yanlışlarından
dönüp Rablerine yönelmeleri için onlara süre tanımakta, hemen helak
etmemektedir. Tanınan bu süre içinde haksızlıktan ve baş kaldırmaktan
vazgeçmezlerse mutlaka Allah’ın cezasına uğrayacaklardır.
Eğer
Allah zulümleri sebebiyle insanları dünyada hemen cezalandıracak olsaydı,
yeryüzünde bir tek canlı bırakmazdı. Demek zulüm, dehşetli felaketlere sebep
olacak büyük bir günahtır. Mesela insanları cezalandırmak için verilen deprem,
yangın, sel gibi afetlerde diğer canlılar da zarar görmekte, hepsi birden telef
olmaktadır. İbn Mesud (r.a.) bu âyet-i kerîmeyi okuyarak şöyle demiştir: “Allah
diğer yaratıkalrı günahkârların günahları sebebiyle sorgulayacak olsa, azap,
yuvalarındaki kara böcekler dâhil olmak üzere bütün varlıkları kapsar. Gökten
yağmur yağdırmaz, yerden bitki bitirmez, bunun sonucunda da bütün canlılar
ölür giderdi. Fakat yüce Allah affetmekte ve lutufla muamele etmektedir.
Nitekim bir başka âyet-i kerîmede: « Başınıza gelen her musibet, kendi
ellerinizin kazandığı günahlar, ihmal ve kusurlar yüzündendir. Bununla beraber
Allah, o günah ve kusurların pek çoğunu da affediyor» (Şûra 41/30)
buyrulmaktadır.” (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
XIV, 166; Kurtubî, el-Câmi‘, X, 120)
Azaba
uğrayanlar arasında zulme sapmamış müminler de bulunduğu halde yüce Allah nasıl
olur da herkesi helak eder, diye bir sual sorulabilir. Bu suale şöyle cevap
vermek mümkündür: Allah zalimi intikam alıp cezalandırmak üzere helak eder;
müminin helâkına karşılık ise ona âhirette sevap ve mükâfat verir. Nitekim
böyle bir soru üzerine Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Allah
bir kavme azap etmeyi murad edecek olursa, azap aralarında bulunan iyi, kötü
herkese isabet eder, sonra da herkes niyetine göre diriltilir.” (Buhârî,
Fiten 19; Müslim, Cennet 84)
Sonuç
itibariyle:
62. Onlar hoşlanmadıkları şeyleri Allah’a yakıştırıyorlar; dilleri de durmadan, en güzel mükâfatın kendilerini beklediği yalanını uyduruyor. Oysa hiç şüphesiz, onları bekleyen ateştir, hem de, oraya sürüklenenlerin en önünde olacaklardır.
Burada
müşriklerin üç kademe halinde hata ve yanılgı içinde oldukları beyân edilir:
› Allah’a çocuk
isnat etmeleri,
› Tamamen
yanlış olmakla birlikte, kanaatlerine göre değerli gördükleri erkek çocukları
kendilerine nispet edip, daha aşağı ve değersiz gördükleri kız çocukları
Allah’a nispet etmeleri,
› Affedilmez
bir günah olan şirk içinde yüzdükleri halde, şâyet vuku bulacaksa, âhirette en
güzel âkıbetin, cennet ve mutluluğun kendilerine ait olacağını söylemeleri.
Nitekim
onların bu düşünceleri bir başka âyet-i kerîmede şöyle dile getirilir: “Kıyâmetin
kopacağını da sanmıyorum. Ama olur da Peygamber’in haber verdiği gibi kıyamette
Rabbimin huzuruna çıkarılacak olsam bile, mutlaka O’nun yanında benim için
bundan daha güzeli vardır” (Fussilet 41/50) Halbuki bu düşünce, tam
anlamıyla bir yalan ve aldatmacadır. Kendilerini yalan yere aldatmaktan başka
bir şeye yaramayacaktır. Yarın Allah’ın huzuruna varınca “güzel âkıbet” yerine
“pek fenâ bir âkıbet”le karşılaşacaklardır. Nasipleri ateş olacak, oraya en
önde girenlerden olacaklar, orada unutulup bırakılacaklar ve bir daha oradan
çıkmaları mümkün olmayacaktır.
İşte,
ilâhî hükümleri hayatın dışına ittikleri halde haktan ve hukuktan bahseden
kâfirlerin gerçek yüzleri ve feci sonları böyledir. Nitekim önceden gelip geçen
inkârcı toplumların durumu da böyleydi:
63. Allah’a yemin olsun ki, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Fakat şeytan onlara yaptıkları bâtıl amelleri süslü gösterdi de gerçeği kabule yanaşmadılar. İşte geçmişte olduğu gibi bu gün de onların dostu şeytandır ve onlar için pek acıklı bir azap vardır.
64. Biz sana bu kitabı, ancak hakkında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda onlara gerçeği bütün açıklığıyla anlatasın diye, bir de iman edecek bir toplum için doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmet kaynağı olsun diye indiriyoruz.
Bir
taraftan Resûlullah (s.a.s.), kavminin cahillikleri sebebiyle gönlüne ulaşan
gam ve kederlere karşı teselli edilir. Diğer taraftan ise Kur’ân-ı Kerîm’in
indiriliş gayesine dikkat çekilerek Efendimiz (s.a.s.)’e vazifesini yerine
getirip ötesini Allah’a bırakması için tavsiyede bulunulur.
Kur’an’ın
Peygamberimiz (s.a.s.)’e indirilmesinin pek çok hikmetlerinden ikisi şudur:
›
İster Ehl-i kitap, ister müşrikler olsun umûmen müslümanlar
haricindeki kimselerin tevhid, şirk, kader, kıyametin varlığı, yokluğu, bir
kısım haramlar ve helâller hususunda anlaşmazlığa düştükleri şeyleri açıklığa
kavuşturmak; onlara doğru olan hükümleri bildirmek.
›
İman edenlere bir hidâyet ve rahmet kaynağı olması. Mü’minler,
Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bilgilerle Allah’ın razı olacağı doğru yolu öğrenir
ve o yolda yürüyerek ilâhî rahmete nâil olurlar.
Nitekim
Kur’an’ın ruhlara hayat vermesi, bulutlardan yağan yağmurla ölü toprağın
dirilmesine benzer:
65. Allah, gökten su indirir de onunla ölümünden, kuruyup katılaştıktan sonra yeryüzünü diriltir. Elbette bunda gerçeğe kulak verecek bir toplum için açık bir işaret ve mühim bir ders vardır.
Gökten
yağmurun indirilip onunla ölümünden sonra yerin diriltilmesinde, Allah’ın
birliğine ve öldükten sonra dirilişe apaçık bir delil vardır. Zira bunları
yapmaya kudreti yeten Allah, elbette ölüleri diriltmeye de kadirdir. Suyun
inmesi ve onunla arzın dirilmesine “görmek ve düşünmek” daha uygun olmasına
rağmen burada “dinleme”nin seçilmesinde önemli bir nükte vardır. O da
zikredilen suyun Kur’an’ı temsil etmesine, suyla ölü toprağın dirilişinin de
Kur’an’la ölü kalplerin dirilişine işaret etmiş olmasıdır. Kur’an’a uygun olan
ise “görmek” değil, “dinlemek”tir.
Sağmal hayvanlar ve onların bize ikram ettiği süt,
Allah’ın ne büyük bir kudret nişanesidir:
66. Gerçek şu ki, sağmal hayvanlarda da sizin için büyük bir ibret bulunmaktadır. Nitekim, onların karınlarında fışkı ile kan arasından çıkardığımız, içenlerin boğazından kolayca geçen, lekelerden arınmış temiz bir sütle sizi besliyoruz.
Hizmetimize
sunulan sağmal hayvanlarda, özellikle onlarda hayatımız için mühim bir besin
kaynağı olan sütün oluşumunda Allah’ın varlığını, birliğini, ilim, hikmet ve
kudretini gösteren büyük bir ibret bulunmaktadır. Hayvanın memesinden bembeyaz,
tertemiz, dupduru çıkan sütün durumu ne kadar dikkat çekicidir. Halbuki süt
hayvanın karnında kana ve fışkıya ayrılan gıdadan yaratılır. Yahut
barsaklardaki fışkı ile damarlardaki kan arasında yaratılır. Yani bir tarafta
fışkı diğer tarafta kan varken, özellikleri bunlardan tamamen ayrı, lekesiz,
tertemiz, lezzetli, içenlere faydalı süt yaratması, süte fışkının ve kanın
karışmaması, Allah’ın hikmet ve kudretinin işaretidir. İşte bunu yaratan Allah
birdir; kulluğa ve şükredilmeye en layık olan O’dur.
Bitkilerdeki
ilâhî kudret ve rahmet tecellilerine bakmak gerekirse:
67. Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının meyvelerinden hem sarhoşluk veren bir içki hem de güzel bir rızık elde edersiniz. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum için kesin bir delil vardır.
İnsanlar
hurma ve üzüm meyvelerinden iki türlü ürün elde ederler. Birincisi sarhoşluk
verici şeylerdir. Nitekim bu meyvelerin şırası bekletilince mayalanır ve alkole
dönüşür. İkincisi ise “güzel rızık” olarak ifade edilen sirke, pekmez ve
çeşitli faydalı yiyecek ve içeceklerdir. Bunlardan temiz ve sağlığa uygun rızık
edinmek ile zevk verip onu sarhoş edecek içkiyi içmek arasındaki tercih, âyetin
indiği o dönem itibariyle, insana bırakılmıştır. Fakat bu, aynı zamanda alkollü
içkilerin daha sonra haram kılınacağına dair ciddi bir işaret olmuştur. Çünkü
bu âyetin bir önceki âyetle irtibatı düşünülürse, “sarhoşluk veren içki”,
“fışkı ve kan”ın benzeri, “güzel rızık” da “süt”ün benzeridir. İnsan aklı fışkı
ve kanı yemekten tiksindiği gibi, sarhoşluk veren içkileri içmekten de
tiksinmelidir.
Şimdi
ise dikkatler, büyük bir kudret tecelligâhı olan bal arısının hayranlık veren
durumuna çevrilir:
68. Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: “Dağlarda, ağaçlarda ve insanların kurdukları çardaklarda kendine göz göz kovan edin.”
Allah
Teâlâ, peygamberlere ilâhî tâlimatlarını vahyedip buna göre davranmalarını ve
bunu insanlara tebliğ etmelerini istediği, peygamberlerin de Allah’ın bu emrine
itirazsız, kayıtsız ve şartsız itaat ettikleri gibi, yarattığı varlıklara da
kâinattaki nizam açısından üzerine düşen vazifelerini yapmalarını o şekilde
vahyetmiştir. Burada haber verilen, Cenâb-ı Hakk’ın bal arısına vahyetmesidir.
Öyle bir vahiy ki, Rabbi ne buyurursa tam bir itaat, tam bir inkıyat ve boyun
eğişle onu emredildiği şekilde harfiyen tatbik eder. Öncelikle dağlarda,
ağaçlarda ve insanların yaptıkları çardaklarda, kovanlarda bal yapacağı
gözeleri inşa eder. Dikkat çeken husus şudur: Arı bal yapacağı kovanını eşit
kenarlı altıgen gözcükler şeklinde yapar. Birbirine eşit bu gözcükler o kadar
mükemmeldir ki, insanın bunu cetvelsiz, pergelsiz yapması mümkün değildir.
Şayet bu gözeler altıgen değil de üçgen, beşgen, yedigen gibi başka geometrik
biçimde olsaydı, gözcükler arasında işe yaramaz boşluklar kalacaktı. Sadece
altıgen olduğunda gözcükler arasında hiç boşluk kalmamaktadır. İşte arı ilâhî
ilim ve kudretin sevki ile en münâsip olanı tercih edip yapmaktadır.
Sonra
arı yine Rabbinin emriyle her türlü çiçekli bitkilere ve ağaçlara konar,
onların özünden yer. Sonra topladığı o çiçek özlerini getirir, kovanına bal
olarak çıkarır. Arıların bal yapma işini yaparken kendi içlerinde çok ilginç
bir sistemleri vardır. Bu sistemin bazı özellikleri tespit edilmiştir. Mesela;
arılar arasında bir başkan vardır. Vücutça diğerlerinden iri olan başkan
ötekilerine hükmeder. Uçarken ve konarken hepsi başkana tabi olurlar. Yine arılar
yuvadan topluca giderler. Arı sahipleri arıları eski yuvalarına döndürmek için
tanbur çalar, bağırır, çağırır, ilâhî söyler. Çıkarılan bu seslere, nağmelere
uyarak arılar eski yuvalarına dönebilirler. Son araştırmalarda arıların
genellikle güneşin konumundan istifade ile yönlerini ayarladıkları, ayrıca
rüzgarın esiş istikâmeti ve dünyanın manyetik alanı gibi başka imkânlardan
faydalandıkları tespit edilmiştir. Ayrıca arılar kovan üzerinde daire veya
sekiz çizerek birbirlerine yol tarif eder, çiçeklerin bulundukları alanlar
hakkında bilgi aktarır, bu bilgileri alan diğer arılar, bilmedikleri çiçek
alanlarını kolaylıkla bulur, dönüşlerinde de “arı hattı” denilen en kestirme
yolu kullanırlar.
Arının
karnından çıkan bal kırmızı, beyaz, sarı, katı veya sıvı gibi muhtelif renk ve
özelliklerde olur. Bu da daha çok arının yaşadığı bölgeye, topladığı çiçeklerin
özelliklerine göre değişir. Bal insan sağlığına çok faydalı, şifalı bir
besindir. Balın vücuda şifa olduğu tıbben de sabittir. Resûlullah (s.a.s.)’in bu
yönde tavsiyelerinden biri şöyledir:
“Size
şu iki şifa kaynağını tavsiye ederim: Bal ve Kur’an.” (İbn Mâce,
Tıb 7)
Rivayete
göre bir adam Peygamberimiz (s.a.s.)’e geldi ve: “Kardeşim ishal oldu” dedi.
Allah Resûlü (s.a.s.): “Ona bal şerbeti içir” buyurdu. O da içirdi,
fakat ishali daha da arttı. Bunun üzerine tekrar gelerek Efendimiz (s.a.s.)’e
durumu anlattı. Resûlullah (s.a.s.) tekrar: “Ona bal şerbeti içir”
buyurdu. O da ikinci defa içirdi, fakat yine hastalığı arttı. Tekrar gelerek:
“Ya Rasûlallah! İçirdim, fakat fayda vermedi” dedi. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.s.): “Git, ona bal şerbeti içir. Allah doğru söyledi. Fakat senin
kardeşinin karnı yalan söyledi” buyurdu. O da bir kere daha içirdi. Allah
şifa verdi ve iyileşti. Öyle ki, sanki bağından çözülmüştü. (Buhârî, Tıb 24;
Müslim, Selâm 91)
Kaynaklarımızda
anlatılan şu olay, dünya ve âhiret tüm dertlerimize şifa olması için Kur’an ve
sünneti nasıl hassas bir kulakla dinleyip nasıl ince bir kalple idrake
çalışmamız gerektiğini ortaya koyar:
Bir
adam Hz. Ali’ye gelerek hafızasının zayıf olduğundan şikâyet etti. Ali (r.a.)
ona “Hanımın var mı?” diye sorup, evet” cevabını alınca şu tavsiyede bulundu.
“Hanımına söyle, sana mihrinden gönül rızâsıyla iki dirhem versin. Onunla süt
ve bal al. Yağmur suyuyla şerbet yap. Aç karnına onu iç; umulur ki hıfzın
kuvvetlenir.” Hz. Ali’nin bu sözü Hasan b. Fadl’a sorulunca, o bu reçetenin
Allah Teâlâ’nın şu âyetlerinden alındığını söylemiştir: Su hakkında “Biz
gökten bereketli bir su indirmekteyiz” (Kaf 50/9), süt hakkında “İçenlerin
boğazından kolayca geçen, lekelerden arınmış temiz bir sütle sizi besliyoruz”
(Nahl 16/66), bal hakkında “Onda insanlara şifa vardır” (Nahl 16/69),
mihir hakkında da “Onu da gönül rahatlığı içinde afiyetle yiyin” (Nisâ
4/4) buyurmuştur. Dolayısıyla bereket, şifa, âfiyet, boğazdan kolayca geçme ve
hâlis olma gibi vasıflar bir şeyde toplandığı zaman onun yararlı olmasında
şaşılacak bir şey yoktur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 65-66)
İmâm
Muhammed b. Ali Tirmizî (k.s.) der ki: “Bal insanlar için şifa olmuştur. Çünkü
arı, itâat ederek Allah’a boyun eğdi, kendi şehvetini terk ederek tatlı, acı,
sevilen ve sevilmeyen bütün meyvelerden yedi. O, Allah’ın emrine boyun eğince
yediklerinin hepsi Allah için oldu ve hastalıklar için şifa hâline geldi. İşte
bunun gibi kul Allah’a itâatkâr olur ve nefsânî arzularını terk ederse sözü
hasta kalplere şifa olur.”
İmam
Kuşeyrî (r.h.) âyetle ilgili şu işârî izahı yapar: “Allah, kâinata koyduğu
değişmez kanunlarından birini her değerli şeyi hakir bir şeyde gizlemek sûretiyle
icrâ eder. Meselâ, ipeği hayvanların küçük ve zayıflarından olan ipek böceğine
koymuştur. Balı, uçan hayvanların en zayıfı olan arıda; inciyi, deniz
hayvanlarının en vahşisi olan sedef denilen hayvanda yaratmıştır. Altın, gümüş
ve firuzeyi[1] taşa
koymuştur. İşte bunun gibi mârifet ve muhabbeti de mü’minlerin kalbine
yerleştirmiştir.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 163)
Bu
âyet-i kerîmelerden idrake yansıyan diğer işaretler şunlar olabilir: Yaratılan
her canlının eşyadaki tasarrufu kendi tabîatından değil, ancak Allah’ın hikmet
kanunu ve kadîm iradesi üzere ona öğretmesi ve ilhâmıyladır. Vahyin, diğer
hayvanlar arasında sadece arıya ait kılınması, onun insana ve özellikle de
kalben Allah’a ulaşma yolunda mesafe almaya çalışanlara benzemesi sebebiyledir.
Bilindiği gibi halktan uzaklaşıp Sadece Allah’a yönelmek üzere dağlarda evler
edinmek tasavvuf ehlinin âdetlerindendir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) de
peygamberlikten önce Hira’ya çekilerek bir iki hafta, hatta bir ay ibâdet ve
riyazatla meşgul olurdu. Yine onların hallerinden biri de yerlerinin, elbise ve
yediklerinin temiz olmasıdır. Temizlik konusunda arı da böyledir. Karnındakini
temiz taşın veya temiz bir odunun üzerine koyar ki çamur veya toprak ona
dokunmasın. İnsanın sakındığı gibi o da pislenmekten kaçınarak pislikler
üzerine konmaz.[2]
Bedenin
meyveleri sâlih amellerdir. Nefislerin meyveleri, riyâzatlar, mücâhedeler ve
nefsanî arzulara karşı durmaktır. Kalblerin meyveleri dünyayı terk, âhireti
taleb ve Mevlâya yönelmektir. Sırların meyveleri, etrafımızı kuşatan duyular
ötesi âlemin perdelerini aralamaya çalışmak ve Allah’a yakın bir kul olmaya
gayret göstermektir. İşte bütün bunlar ruhların gıdalarıdır. Allah Teâlâ arıya “Her
türlü meyveden ye” buyurduğu gibi, hak yolunun yolcularına da benzerini: “Temiz
ve helâl olan rızıklardan yiyin ve dâima sâlih ameller işleyin” (Mü’minûn
23/51) buyurmuştur. (bk. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 65-67)
Yunanlı
bir filozof talebelerine: “Peteklerindeki arılar gibi olun” diye tavsiyede
bulunur. Talebeleri: “Arılar peteklerinde nasıl olur?” diye sorunca, şöyle
cevap verir: “Arı, yanında tembel birini barındırmaz. Onu kovar ve petekten
uzaklaştırır. Çünkü petek dardır, bal tükenir. Tembel değil dinç olan çalışır.”
Arıların
esrarengiz yapı ve işlerinde olduğu gibi insanların doğumlarında, ölümlerinde
ve sahip bulundukları imkânların farklı farklı oluşunda da nice ilâhî sırlar ve
hikmetler vardır:
[1] Firûze: Gök mavisi
renginde kıymetli bir mâden.
[2] Resûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur: “Mü’min bal arısına benzer. Temiz olanı yer, temiz olan şeyler
ortaya koyar, temiz yerlere konar ve konduğu yeri ne kırar ne de bozar.”
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 199; Hâkim, el-Müstedrek, I, 147)
Efendimiz
(s.a.s.)’in bu beyânından hareketle İbn Ömer (r.a.) da arı ile mü’min arasında
şu benzetmeyi yapmaktadır: “Mü’min arı gibidir, tatlı yer ve tatlı iş yapar.
Onların benzerliği şu yöndendir: Arının mahâreti, anlayışı, zararının az,
faydasının çok oluşu, pisliklerden uzak oluşu, yediğinin temiz ve hoş olması,
başkasının kazandığından yememesi ve emîrine itâat edişidir. Arıyı işinden
alıkoyan âfetler vardır. Bunlar da karanlık, havanın bulutlu olması, rüzgar,
duman, su ve ateştir. Mü’min de böyledir: Onu da işinden bazı âfetler alıkoyar.
Bunlar ise gaflet karanlığı, tereddüt ve şüphe bulutu, fitne rüzgârı, haram
dumanı, taşkınlık suyu, keder ve üzüntü ateşidir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
V, 65-67)
69. “Sonra her türlü meyveden ye de, bal yapmak üzere Rabbinin sana takip etmen için belirlediği yolları tam bir inkıyatla tut!” Onların karınlarından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki onda insanlara şifa vardır. Şüphesiz bunda, sistemli bir şekilde düşünen kimseler için kesin bir delil ve ibret vardır.
Allah Teâlâ, peygamberlere ilâhî tâlimatlarını vahyedip buna göre davranmalarını ve bunu insanlara tebliğ etmelerini istediği, peygamberlerin de Allah’ın bu emrine itirazsız, kayıtsız ve şartsız itaat ettikleri gibi, yarattığı varlıklara da kâinattaki nizam açısından üzerine düşen vazifelerini yapmalarını o şekilde vahyetmiştir. Burada haber verilen, Cenâb-ı Hakk’ın bal arısına vahyetmesidir. Öyle bir vahiy ki, Rabbi ne buyurursa tam bir itaat, tam bir inkıyat ve boyun eğişle onu emredildiği şekilde harfiyen tatbik eder. Öncelikle dağlarda, ağaçlarda ve insanların yaptıkları çardaklarda, kovanlarda bal yapacağı gözeleri inşa eder. Dikkat çeken husus şudur: Arı bal yapacağı kovanını eşit kenarlı altıgen gözcükler şeklinde yapar. Birbirine eşit bu gözcükler o kadar mükemmeldir ki, insanın bunu cetvelsiz, pergelsiz yapması mümkün değildir. Şayet bu gözeler altıgen değil de üçgen, beşgen, yedigen gibi başka geometrik biçimde olsaydı, gözcükler arasında işe yaramaz boşluklar kalacaktı. Sadece altıgen olduğunda gözcükler arasında hiç boşluk kalmamaktadır. İşte arı ilâhî ilim ve kudretin sevki ile en münâsip olanı tercih edip yapmaktadır.
Sonra arı yine Rabbinin emriyle her türlü çiçekli bitkilere ve ağaçlara konar, onların özünden yer. Sonra topladığı o çiçek özlerini getirir, kovanına bal olarak çıkarır. Arıların bal yapma işini yaparken kendi içlerinde çok ilginç bir sistemleri vardır. Bu sistemin bazı özellikleri tespit edilmiştir. Mesela; arılar arasında bir başkan vardır. Vücutça diğerlerinden iri olan başkan ötekilerine hükmeder. Uçarken ve konarken hepsi başkana tabi olurlar. Yine arılar yuvadan topluca giderler. Arı sahipleri arıları eski yuvalarına döndürmek için tanbur çalar, bağırır, çağırır, ilâhî söyler. Çıkarılan bu seslere, nağmelere uyarak arılar eski yuvalarına dönebilirler. Son araştırmalarda arıların genellikle güneşin konumundan istifade ile yönlerini ayarladıkları, ayrıca rüzgarın esiş istikâmeti ve dünyanın manyetik alanı gibi başka imkânlardan faydalandıkları tespit edilmiştir. Ayrıca arılar kovan üzerinde daire veya sekiz çizerek birbirlerine yol tarif eder, çiçeklerin bulundukları alanlar hakkında bilgi aktarır, bu bilgileri alan diğer arılar, bilmedikleri çiçek alanlarını kolaylıkla bulur, dönüşlerinde de “arı hattı” denilen en kestirme yolu kullanırlar.
Arının karnından çıkan bal kırmızı, beyaz, sarı, katı veya sıvı gibi muhtelif renk ve özelliklerde olur. Bu da daha çok arının yaşadığı bölgeye, topladığı çiçeklerin özelliklerine göre değişir. Bal insan sağlığına çok faydalı, şifalı bir besindir. Balın vücuda şifa olduğu tıbben de sabittir. Resûlullah (s.a.s.)’in bu yönde tavsiyelerinden biri şöyledir:
“Size şu iki şifa kaynağını tavsiye ederim: Bal ve Kur’an.” (İbn Mâce, Tıb 7)
Rivayete göre bir adam Peygamberimiz (s.a.s.)’e geldi ve: “Kardeşim ishal oldu” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.): “Ona bal şerbeti içir” buyurdu. O da içirdi, fakat ishali daha da arttı. Bunun üzerine tekrar gelerek Efendimiz (s.a.s.)’e durumu anlattı. Resûlullah (s.a.s.) tekrar: “Ona bal şerbeti içir” buyurdu. O da ikinci defa içirdi, fakat yine hastalığı arttı. Tekrar gelerek: “Ya Rasûlallah! İçirdim, fakat fayda vermedi” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.): “Git, ona bal şerbeti içir. Allah doğru söyledi. Fakat senin kardeşinin karnı yalan söyledi” buyurdu. O da bir kere daha içirdi. Allah şifa verdi ve iyileşti. Öyle ki, sanki bağından çözülmüştü. (Buhârî, Tıb 24; Müslim, Selâm 91)
Kaynaklarımızda anlatılan şu olay, dünya ve âhiret tüm dertlerimize şifa olması için Kur’an ve sünneti nasıl hassas bir kulakla dinleyip nasıl ince bir kalple idrake çalışmamız gerektiğini ortaya koyar:
Bir adam Hz. Ali’ye gelerek hafızasının zayıf olduğundan şikâyet etti. Ali (r.a.) ona “Hanımın var mı?” diye sorup, evet” cevabını alınca şu tavsiyede bulundu. “Hanımına söyle, sana mihrinden gönül rızâsıyla iki dirhem versin. Onunla süt ve bal al. Yağmur suyuyla şerbet yap. Aç karnına onu iç; umulur ki hıfzın kuvvetlenir.” Hz. Ali’nin bu sözü Hasan b. Fadl’a sorulunca, o bu reçetenin Allah Teâlâ’nın şu âyetlerinden alındığını söylemiştir: Su hakkında “Biz gökten bereketli bir su indirmekteyiz” (Kaf 50/9), süt hakkında “İçenlerin boğazından kolayca geçen, lekelerden arınmış temiz bir sütle sizi besliyoruz” (Nahl 16/66), bal hakkında “Onda insanlara şifa vardır” (Nahl 16/69), mihir hakkında da “Onu da gönül rahatlığı içinde afiyetle yiyin” (Nisâ 4/4) buyurmuştur. Dolayısıyla bereket, şifa, âfiyet, boğazdan kolayca geçme ve hâlis olma gibi vasıflar bir şeyde toplandığı zaman onun yararlı olmasında şaşılacak bir şey yoktur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 65-66)
İmâm Muhammed b. Ali Tirmizî (k.s.) der ki: “Bal insanlar için şifa olmuştur. Çünkü arı, itâat ederek Allah’a boyun eğdi, kendi şehvetini terk ederek tatlı, acı, sevilen ve sevilmeyen bütün meyvelerden yedi. O, Allah’ın emrine boyun eğince yediklerinin hepsi Allah için oldu ve hastalıklar için şifa hâline geldi. İşte bunun gibi kul Allah’a itâatkâr olur ve nefsânî arzularını terk ederse sözü hasta kalplere şifa olur.”
İmam Kuşeyrî (r.h.) âyetle ilgili şu işârî izahı yapar: “Allah, kâinata koyduğu değişmez kanunlarından birini her değerli şeyi hakir bir şeyde gizlemek sûretiyle icrâ eder. Meselâ, ipeği hayvanların küçük ve zayıflarından olan ipek böceğine koymuştur. Balı, uçan hayvanların en zayıfı olan arıda; inciyi, deniz hayvanlarının en vahşisi olan sedef denilen hayvanda yaratmıştır. Altın, gümüş ve firuzeyi[1] taşa koymuştur. İşte bunun gibi mârifet ve muhabbeti de mü’minlerin kalbine yerleştirmiştir.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 163)
Bu âyet-i kerîmelerden idrake yansıyan diğer işaretler şunlar olabilir: Yaratılan her canlının eşyadaki tasarrufu kendi tabîatından değil, ancak Allah’ın hikmet kanunu ve kadîm iradesi üzere ona öğretmesi ve ilhâmıyladır. Vahyin, diğer hayvanlar arasında sadece arıya ait kılınması, onun insana ve özellikle de kalben Allah’a ulaşma yolunda mesafe almaya çalışanlara benzemesi sebebiyledir. Bilindiği gibi halktan uzaklaşıp Sadece Allah’a yönelmek üzere dağlarda evler edinmek tasavvuf ehlinin âdetlerindendir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) de peygamberlikten önce Hira’ya çekilerek bir iki hafta, hatta bir ay ibâdet ve riyazatla meşgul olurdu. Yine onların hallerinden biri de yerlerinin, elbise ve yediklerinin temiz olmasıdır. Temizlik konusunda arı da böyledir. Karnındakini temiz taşın veya temiz bir odunun üzerine koyar ki çamur veya toprak ona dokunmasın. İnsanın sakındığı gibi o da pislenmekten kaçınarak pislikler üzerine konmaz.[2]
Bedenin meyveleri sâlih amellerdir. Nefislerin meyveleri, riyâzatlar, mücâhedeler ve nefsanî arzulara karşı durmaktır. Kalblerin meyveleri dünyayı terk, âhireti taleb ve Mevlâya yönelmektir. Sırların meyveleri, etrafımızı kuşatan duyular ötesi âlemin perdelerini aralamaya çalışmak ve Allah’a yakın bir kul olmaya gayret göstermektir. İşte bütün bunlar ruhların gıdalarıdır. Allah Teâlâ arıya “Her türlü meyveden ye” buyurduğu gibi, hak yolunun yolcularına da benzerini: “Temiz ve helâl olan rızıklardan yiyin ve dâima sâlih ameller işleyin” (Mü’minûn 23/51) buyurmuştur. (bk. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 65-67)
Yunanlı bir filozof talebelerine: “Peteklerindeki arılar gibi olun” diye tavsiyede bulunur. Talebeleri: “Arılar peteklerinde nasıl olur?” diye sorunca, şöyle cevap verir: “Arı, yanında tembel birini barındırmaz. Onu kovar ve petekten uzaklaştırır. Çünkü petek dardır, bal tükenir. Tembel değil dinç olan çalışır.”
Arıların esrarengiz yapı ve işlerinde olduğu gibi insanların doğumlarında, ölümlerinde ve sahip bulundukları imkânların farklı farklı oluşunda da nice ilâhî sırlar ve hikmetler vardır:
[1] Firûze: Gök mavisi renginde kıymetli bir mâden.
[2] Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Mü’min bal arısına benzer. Temiz olanı yer, temiz olan şeyler ortaya koyar, temiz yerlere konar ve konduğu yeri ne kırar ne de bozar.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 199; Hâkim, el-Müstedrek, I, 147)
Efendimiz (s.a.s.)’in bu beyânından hareketle İbn Ömer (r.a.) da arı ile mü’min arasında şu benzetmeyi yapmaktadır: “Mü’min arı gibidir, tatlı yer ve tatlı iş yapar. Onların benzerliği şu yöndendir: Arının mahâreti, anlayışı, zararının az, faydasının çok oluşu, pisliklerden uzak oluşu, yediğinin temiz ve hoş olması, başkasının kazandığından yememesi ve emîrine itâat edişidir. Arıyı işinden alıkoyan âfetler vardır. Bunlar da karanlık, havanın bulutlu olması, rüzgar, duman, su ve ateştir. Mü’min de böyledir: Onu da işinden bazı âfetler alıkoyar. Bunlar ise gaflet karanlığı, tereddüt ve şüphe bulutu, fitne rüzgârı, haram dumanı, taşkınlık suyu, keder ve üzüntü ateşidir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 65-67)
70. Sizi Allah yoktan yarattı, sonra günü gelince sizi vefat ettirir. İçinizden bir kısmı, biraz bir şey bildikten sonra bebekler gibi hiçbir şey bilmez hâle gelmesi için ömrün en düşkün bunaklık çağına bırakılır. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilen, her şeye gücü yetendir.
Resûlullah
(s.a.s.): “Allahım! Cimrilikten, tembellikten, ömrün en kötü çağından, kabir
azabından, deccal fitnesinden, hayat ve ölüm fitnesinden sana sığınırım”
(Buhârî, Cihad 25) diye dua ederek erzel-i ömre düşmekten Allah’a sığınmıştır.
Şâir
Nâbî ne güzel söyler:
“Bilinse
kadr-i hayât-i azîz râcihdir
Hezâr
saltanata yek dem-i kemîne-i ömr.”
“İnsan,
hayatın kıymetini bilse, ömrün her bir nefesinin ve anının bin saltanattan daha
üstün olduğunu çok iyi anlar.”
İnsanı
yaratan, onu ihtiyarlatıp böyle hiçbir şey bilmez bir hale getiren, sonra eceli
gelince öldüren, bunları yaparken hiçbir engel tanımayan Allah Teâlâ, şüphesiz
öldükten sonra onu yeniden diriltmeye kadirdir.
Şimdi
ise insan ve toplum hayatından bir kısım noktalara temasla şirk reddedilip
tevhid inancı ortaya konmaktadır:
71. Allah, rızık konusunda bazınızı bazınızdan üstün kıldı. Ama kendilerine daha fazla rızık verilenler, sahip oldukları rızıktan ellerinin altında bulunan köle ve hizmetçilere kendileriyle eşit seviyede olacakları ölçüde vermezler. Hal böyleyken, nasıl oluyor da üzerlerinde bulunan Allah’ın bunca nimetini ve hakkını bile bile inkâr ediyorlar?
Âyetin mânası şöyle izah edilebilir:
“Bu
nimetleri size Allah Teâlâ verdiği halde, siz servetinizde kölelerinizi ve
hizmetçilerinizi aynı seviyede kendinize ortak kılmazken, Allah’ın size verdiği
nimetlere şükürde nasıl olur da başka sahte ilâhları O’na ortak koşarsınız? Siz
bu ilâhların hiç kimse üzerinde hiç bir hakka sahip olmadıklarını ve bu sebeple
de sizin Allah’a olan ibâdetinizde de hiç bir hakka sahip olmadıklarını
biliyorsunuz. Çünkü onlar da nihâyetinde Allah’ın yaratıkları, kulları ve
köleleridir.”
Nitekim şu âyet-i kerîme sözkonusu mânayı daha
açık ifade eder:
“Allah,
bizzat kendi hayatınızdan size bir misal veriyor: Hiç, elinizin altında bulunan
köle ve hizmetçilerinizden, size verdiğimiz nimetleri kullanma ve harcama
konusunda sizinle eşit derecede yönetim hakkına sahip kıldığınız ve
birbirinizin hakkına dokunmaktan çekindiğiniz gibi onların hakkına dokunmaktan
da çekinip sözünü dinlediğiniz ortaklarınız var mı? Herhalde yoktur. O halde
nasıl oluyor da yaratığımız olan şeyleri kendi mülk ve saltanatımızda bize
ortak koşmaya kalkışıyorsunuz? İşte biz, aklını kullanacak bir toplum için
ayetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Rûm 30/28)
Görüldüğü
üzere her iki âyet de müşriklere kendilerini köleleriyle servet ve statü
bakımından eşit tutmadıkları halde, yaratıklarından birini Allah’a ortak
koşacak kadar ahmakça bir iş yaptıklarını bildirmektedir.
Âyet,
yukarıda işaret edildiği gibi, bir taraftan şirki reddedip tevhidi ispat
ederken, bir taraftan da, servetin insanlar arasında eşit dağıtılmadığını,
bunun bir imtihan vesilesi olduğunu ifade buyurarak, servet sahiplerini, elleri
altında bulunan köleleri ve yanlarında çalıştırdıkları hizmetçileri, temel ihtiyaçlarını
karşılama bakımından, servetlerinden mümkün mertebe kendileriyle aynı seviyede
faydalandırmaya teşvik eder. Bu konuda cimri ve tembel davrananları, Allah’ın
nimetlerine nankörlükle kınar. Bu yönüyle âyet, İslâm’ın eşitlik, adâlet,
dayanışma, paylaşma gibi sosyal değerlere verdiği önemin veciz bir ifadesidir.
Nitekim bu hususta Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Elinizin
altındaki köleler, hizmetliler, çalışanlar sizin kardeşlerinizdir; Allah
onları size emanet etmiştir. Şu halde kimin yanında bu şekilde kardeşi
bulunuyorsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara ya
güçlerinin yetmeyeceği ağır işler yüklemeyin veya yüklerseniz siz de yardım
edin.”
(Buhârî, İman 22; Müslim, Eymân 40)
Görüldüğü
üzere toplum hayatının devamı ve gerekli bütün işlerin yapılabilmesi için akıl,
zeka ve imkan bakımından farklı seviyelerde yaratılmamızda tecelli eden ilâhî
kudret akışları olduğu gibi, Allah’ın bizleri kadın-erkek şeklinde çift olarak
yaratması ve neslin devamı için bir kısım fıtrî ve şer‘î kanunlar koymasında da
O’nun tek rab ve ilâh olduğunu gösteren açık deliller mevcuttur:
72. Allah sizin için kendi cinsinizden eşler yarattı; eşlerinizden de size evlatlar ve torunlar verdi. Sizi temiz ve hoş nimetlerle rızıklandırdı. Buna rağmen bazıları, asılsız şeylere inanıp, Allah’ın bunca nimetine karşı nankörlük mü ediyorlar?
73. Onlar, Allah’ı bırakıp kendilerine ne göklerden ne de yerden hiçbir şekilde rızık veremeyecek olan, üstelik hiçbir şeye güçleri de yetmeyen bir takım hayal ürünü varlıklara mı tapıyorlar?
74. Öyleyse bir takım örnekler verip Allah’a benzer şeyler türetmeye kalkışmayın. Elbette her şeyin gerçek yüzünü Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Bu
büyük lütuflara karşılık kullardan, inanç ve amel bakımından asılsız, faydasız,
boş şeyleri bırakıp Allah’a kulluk etmeleri istenmekte; O’nun verdiği nimetlere
şükretmeleri ve nankörlükten kaçınmaları öğütlenmektedir.
Şirk
meselesenin iyice anlaşılması için yine sosyal hayatımızdan örnekler verilmeye
devam ediyor:
75. Allah şöyle bir örnek veriyor: Bir yanda, bir şahsın kölesi olup kendine ait hiçbir yetkisi ve herhangi bir şey üzerinde tasarruf hakkı bulunmayan âciz bir adam; diğer yanda ise tarafımızdan kendisine güzel ve bol bir rızık verdiğimiz ve bu güzel rızıktan gizlice ve açıkça harcayan hür bir adam! Hiç bunlar birbirine eşit olabilir mi? Bütün hamdler Allah’a mahsustur, fakat onların çoğu bilmez.
Âyetin
çizdiği tabloya göre sahnede iki adam bulunmaktadır. Birisi başkasının malı
olmuş, kendiliğinden hiç bir şey yapmağa gücü yetmeyen, hiç malı mülkü olmayan
aciz ve zavallı bir köledir. Diğeri malı mülkü bulunan, bu malından
gizli-âşikâr, gece-gündüz çokça infak eden zengin, cömert ve hür bir insandır.
Âyet-i kerîmede resmedilen bu iki insan şahsiyetiyle kimlerin temsil edildiği
hakkında iki farklı izah yapılabilir:
Birincisi;
Allah’tan başkasına tapanlar, başkasının malı olan köle gibi hürriyetini verip
bir yaratığa kul olmuş köle gibidir. Allah’tan başka ilâh tanımayan, Allah’ın
birliğine inanan müslümanlar da hürriyeti elinde olan insan gibidir. Gerçek
hürriyet, her türlü putun esaretinden kurtulup tam anlamıyla Allah’a kul
olmaktır. Allah’ı inkâr, O’na ortak koşma, bâtıl dinler hep birer esaret
bağıdır. Buna karşılık hak din ve Allah’ın birliğine inanmak, insan için bir
hürriyet ve servettir. (Elmalılı, Hak Dini, V, 3111)
İkincisi;
köle olan putları, hür olan ise hiçbir şey O’nun benzeri olmamakla beraber,
Allah’ı temsil etmektedir. Yaratılış, şekil ve insan olmaları açısından denk
olmalarına rağmen, nasıl bu iki kimseyi denk saymak mümkün değilse, her türlü
rızkı verip lütufta bulunmaya kâdir olan Allah ile, hiçbir şeyi bulunmayıp
kesinlikle hiçbir şey yapamayacak durumda olan putları eşit saymak nasıl uygun
olabilir? Bu ayetin öncesi ve sonrası Allah’ın birliğini ispat ve müşriklerin
şirk düşüncelerini reddetme konusunu işlediğinden temsile bu mânanın verilmesi
daha uygundur. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XX, 83)
Müşrikler
köle ile efendinin ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Çünkü böyle bir hayatın
içinde yaşıyorlardı. Onlar hiçbir hususta gücü yetmeyen aciz bir köleyle mülk
sahibi ve istediğini yapan efendiyi bir tutmazlardı. O halde köleyle efendiyi
bir tutmazken bütün insanların efendisi, hâkimi ve yaratıcısıyla O’nun
yaratıklarından herhangi birini denk tutmak mümkün olabilir mi? Zira bütün
yaratıkları, Allah’ın kulu olmaktan öte başka bir özelliğe sahip değildir.
Konuyla
ilgili diğer bir örnek de şöyledir:
76. Allah şu iki adamı da örnek veriyor: Bunlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez ve efendisinin sırtında bir yüktür. Onu nereye gönderse hayırlı bir iş beceremez. Hiç böyle biriyle adâleti emreden ve her işte dosdoğru bir yol takip eden insan eşit olabilir mi?
Ayette
çizilen resme göre sahnede yine iki insan bulunmaktadır. Birisi oldukça aciz,
çaresiz ve perişan bir durumdadır. Dilsiz, konuşamıyor, söz söyleyemiyor.
Hiçbir iş yapmağa gücü yetmiyor, hiçbir şey beceremiyor, tamamen aciz ve eksik
yaratılışlıdır. O, efendiye muhtaç bir köle olup ayrıca efendisine de bir yük
teşkil etmektedir. Hiçbir iş yapmıyor, boşu boşuna yiyip içiyor. Efendisi onu
nereye gönderirse hiçbir hayır getirmiyor. Görüldüğü üzere sahnede böyle aciz,
bilgisiz, beceriksiz, kudretsiz, güçsüz ve budala birinin hali canlandırılıyor.
Diğeri
ise oldukça mükemmel bir insan durumundadır: Kendisi hem dosdoğru bir yol
üzerinde bulunuyor, hem de hakkı ve adâleti emrediyor. Bir kimsenin doğru yol
üzerinde olup adâletle emredebilmesi için zaruri olarak şu vasıfları taşıması
gerekir: Adâleti emredebilmesi için konuşma kabiliyetinin olması lazımdır. Aksi
takdirde emredemez. Yine onun güç sahibi olması gerekir. Çünkü emredici olması
makamının yüce olduğunu gösterir. Emredici olmak da ancak güç sahibi olmakla
mümkündür. Yine onun adâletle zulmü birbirinden ayırabilmesi için âlim olması
gerekir. Dolayısıyla ikinci adam, konuşabilen, üstelik adâleti emreden, güçlü,
kudretli, iyiyi kötüden ayırabilecek derecede âlim ve dosdoğru yol üzere bulunan
biridir.
Bu
iki tip insanla şu kimseler anlatılıyor olabilir:
› Birincisi
kâfirleri temsil eder. Bunlar doğruyu söylemezler, hakka karşı dilsizdirler.
Efendileri olan yüce Allah’a muhtaçtırlar, fakat O’nun emirlerini yerine
getirmezler. Yer içer, ama faydalı bir işe yaramazlar. İkincisi ise kâmil bir
mü’mini temsil eder. Kendisi doğru yolda gider, hak din ile dindar olur,
ilmiyle amel ederek doğruyu söyler. Adâleti, doğruluğu ve iyiliği emreder.
Böyle yaparken kendisi de adâlet ve doğruluktan ayrılmaz. (Elmalılı, Hak
Dini, V, 3112)
› Bu, bütün
varlığın ilâhı olan Allah ile, O’nun dışında ilâh olduğu iddia edilen bâtıl
şeylerin, putların örneğidir. Putlar, konuşamazlar, hiçbir iş beceremezler,
kendilerine tapanlar üzerinde bir yüktürler. Çünkü onlar tapanlara bir şey
vermezler, ama tapanlar onlar uğruna harcamalarda bulunurlar ve onlar hiçbir
hayır da getirmezler. Böyle olan cansız putlar ile her türlü eksiklikten yüce
ve bütün kemâl sıfatlarıyla muttasıf Allah Teâlâ asla bir tutulamaz. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XX, 87)
Anlatılan
bu örnekleri iyi anlayıp iki insandan hangisi gibi olacağımıza ve nasıl bir
Rabbe kulluk edeceğimize bir an önce karar vermeliyiz. Zira hakkımızda gayb
âleminde neler gizlendiğini ve ecelimizin ne zaman geleceğini bilemiyoruz:
77. Göklerin ve yerin taşıdıkları gerçeğin duyulardan gizli boyutunu ve gelecek adına neler sakladıklarını hakkıyla bilen ve onlar üzerinde mutlak tasarruf sahibi olan ancak Allah’tır. Kıyâmetin kopması ise başka değil ancak bir göz kırpması süresi, hatta ondan daha kısa bir zaman içinde olup bitecektir. Şüphesiz ki Allah’ın her şeye gücü yeter.
Müşrikler
zaman zaman alaylı bir tarzda kıyametin ne vakit kopacağını soruyorlardı.
Onların bu suallerine cevap niteliğinde ve bütün insanlığı ciddi mânada ikaz
sadedinde kıyâmetin bir göz kırpacak kadar veya ondan daha kısa bir an içinde
kopacağı haber verilmektedir. Buna göre kıyametin yavaş yavaş gelip uzun zaman
alacağını zannederek insanlar kendilerini aldatmamalıdırlar. Çünkü o ansızın
gelecek ve ona karşı bir hazırlık yapmaya fırsat kalmayacaktır. O halde iman ve
sâlih amel bakımından ne yapılması gerekiyorsa, hiç beklenmeden şu an hemen
yapılmalıdır. Resûlullah (s.a.s.)’in tavsiyeleri de bu istikâmettedir. Nitekim
bir adam Peygamberimiz (s.a.s.)’e: “Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sordu.
Efendimiz (a.s.): “Onun için ne hazırladın?” buyurdu. O da: “Hiçbir şey.
Ancak ben Allah ve Rasûlünü seviyorum” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz
(s.a.s.): “Sen sevdiğinle berabersin” buyurdu. (Buhârî, Edeb 96; Müslim,
Birr 165)
Bu
gerçekleri öğrenip gereğince davranabilmek için bize ihsan edilen kulak, göz ve
kalp nimetlerini iyi kullanmamızın önemine dikkat çekmek üzere buyruluyor ki:
78. Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez halde çıkardı; size işitme özelliği, gözler ve gönüller verdi. Umulur ki şükredersiniz.
Her
insan annesinden dünyası-âhireti, maddesi-mânası hakkında hiçbir şey bilmez
halde doğar. İlâhî kudret tarafından
kendisine lutfedilen kulaklar, gözler ve gönüller vasıtasıyla bilgi elde eder.
Allah insana ilâhî emir ve yasakları dinlemesi için kulakları, ilâhî sanat
eserlerini görmesi için gözleri, bunlar vasıtasıyla Allah’ı tanıması için de
gönülleri vermiştir. Bahsedilen azalar bu istikamette kullanıldığında
şükredilmiş; yaratılış maksatlarından ayrı istikâmette kullanılırsa nankörlük
edilmiş olur. Âyette insanın en değerli özelliğinin ilim ve tefekkür istidadı
olduğuna, gerçek ilimden maksadın da insanı Allah’ı tanıyıp O’na şükre sevkeden
ilim olduğuna işaret edilir. Nitekim devam eden âyetlerde ibret nazarıyla
seyredilip ilâhî kudret ve azameti tefekküre götürecek dikkat çekici hususlara
yer verilmesi de bu işaretin açık bir tezahürüdür:
79. Onlar, göğün hava boşluğunda ilâhî emre boyun eğmiş bir halde uçuşan kuşlara bakıp hiç düşünmezler mi? Bunları orada tutan Allah’tan başkası değildir. Elbette bunda iman edecek bir toplum için nice deliller, işaretler vardır.
Kuşların
düşmeden havada uçabilmeleri, Allah’ın hikmet ve kudretinin mükemmel olduğuna
bir diğer delildir. Çünkü Allah, kuşu uçabilecek bir durumda, havayı da içinde
uçulabilecek bir kıvamda yaratmasaydı bu mümkün olmazdı. Fakat Cenâb-ı Hak,
kuşa tıpkı suda yüzen kimsenin yaptığı gibi, açıp kapatabileceği kanatlar
vermiş, havayı da yarıp gitmenin mümkün olacağı ince ve latif bir biçimde
yaratmıştır. İşte kuşu havada tutan ve onun uçmasını sağlayan Allah’tır. Buna
ibret gözüyle bakıp tefekkür edenler Allah’ın kudret ve azametinin büyüklüğünü
anlayabilecekleridir.
Muhammed
b. Abdullah (r.h.) tefekkürün kademelerini ve bundan hâsıl olacak neticeyi
şöyle açıklar: “Tefekkür beş türlüdür. Allah’ın âyetlerini tefekkürden mârifet
meydana gelir. Allah’ın nimetlerini tefekkürden muhabbet meydana gelir.
Allah’ın va‘dini ve sevabını tefekkürden ümit meydana gelir. Allah’ın tehdidini
ve cezasını tefekkürden korku meydana gelir. Allah’ın bunca iyilik ve ihsânı
karşısında nefislerin serkeşliğini tefekkürden hayâ ve pişmanlık meydana
gelir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 79)
Eğer Rabbinizin size olan şu büyük lutuf ve
ihsanlarını hatırlayacak olursanız, şüphesiz Allah’ı daha yakından tanıyacak ve
O’na daha gönülden kulluk yapmaya çalışacaksınız:
80. Allah evlerinizi sizin için bir dinlenme ve huzur yeri yaptı. Yine sizin için hayvanların derilerinden gerek göçtüğünüz gerekse konakladığınız günlerde kolayca söküp taşıyabileceğiniz çadırlar yaptı. O hayvanların yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından üretip belli bir zamana kadar kullanacağınız giyimlik, döşemelik eşyalar ve ticâret malları var etti.
81. Allah yarattığı şeylerden sizin için gölgeler yaptı ve kimi dağlarda sizin için barınaklar meydana getirdi. Sizi sıcaktan ve soğuktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi düşmandan koruyacak zırhlar var etti. Allah, size olan nimetini böylece tamamlıyor ki, tam bir teslimiyetle O’na yönelip itaat edesiniz.
82. Rasûlüm! Bütün bu nimetlere rağmen yine de yüz çevirirlerse, artık sana düşen, gerçeği apaçık bir şekilde anlatmandır.
83. Aslında onlar, hem faydalandıkları nimetlerin Allah’tan olduğunu bilip içten içe itiraf ediyor, hem de kalkıp o nimetlere karşı nankör kesiliyorlar. Zâten onların çoğu kâfirdir.
Bu
âyet-i kerîmelerde barınma ve giyimle alakalı nimetler sayılarak, bütün bunları
ihsan edenin Allah Teâlâ olduğu haber verilir. Bu vesileyle sadece O’na kulluk
ve teşekkür edilmesi emredilir. Bu nimetler hülâsa olarak şunlardır:
İçinde barındığımız, huzur ve sukûn bulduğumuz evler,
Hayvanların derilerinden yaptığımız, göçerken ve konarken
kolaylıkla söküp taşıyabildiğimiz, fazla zaman harcamadan ve zorlanmadan bozup
kurabildiğimiz çadırlar,
Belli bir zamana kadar kullanmak üzere hayvanların yünlerinden,
tüylerinden ve kıllarından ördüğümüz, dokuduğumuz giyimlikler, döşemelikler ve
ticaret için yaptığımız mallar, kumaşlar,
Altında sıcağın hararetinden gölgelendiğimiz dağ, ağaç, bulut gibi
varlıkların gölgeleri,
Daha çok dağlık bölgelerde kalan insanların ve yolcuların
kullandıkları dağlardaki barınaklar, mağaralar,
Sıcaktan ve soğuktan koruyan elbiseler ve savaşta kullanılacak
çelikten yapılmış zıhlar.
Bunlar,
ihtiyaçlarımızı karşılayıp Yüce Rabbimize teslimiyet arz etmemiz ve O’na huzur
içinde kulluk yapmamız için lutfedilmiş nimetlerdir. Peygamberin vazifesi
nimetlerin gerçek sahibi Allah’ı tanıtmak ve O’na nasıl kulluk yapılacağını öğretmektir.
Buna rağmen insanların çoğu, Allah’ın hem yukarıda örnekleri verilen maddî
nimetlerini, hem de peygamber gönderme gibi mânevî nimetlerini bilip
tanıdıkları halde bunlara karşı nankörce bir tavır sergilemektedirler. Çünkü
onların çoğu gerçekleri görmezden gelen, onların üzerini örtüp geçen kâfir
kimselerdir.
Peki
bunlar, ilâhî mahkemenin kurulup her kesin inceden inceye hesaba çekileceği o
büyük günü hiç düşünmüyorlar mı:
84. Kıyâmet günü her ümmetten bir şâhit getireceğiz; o gün kâfirlere özür dilemeleri için izin verilmeyecek ve dünyaya dönüp Allah’ı hoşnut edecek işler yapmalarına da müsaade edilmeyecektir.
85. Zulmedenler azapla yüz yüze geldikleri zaman artık ne azapları hafifletilir ne de kendilerine kurtuluş adına herhangi bir mühlet tanınır.
Kıyâmet
günü her bir ümmete gönderilecek şâhit ya o ümmetin peygamberi veya o topluluğu
tevhide ve Allah’a ibâdete çağıran; onları küfür, şirk ve diğer günahların feci
âkıbetlerine karşı uyaran ve kıyamet günündeki hesap ile korkutan Peygamber’in
takipçilerinden biri olacaktır. O, içinde yaşadığı topluma doğru bir tebliğde
bulunduğu, fakat onların bilerek ve isteyerek o günahları işledikleri hususunda
şâhitlik edecektir. O gün kâfirlerin ve günahkârların suçları açık belgelerle
ispatlanacağı için onların mazeret ileri sürmelerine ne gerek kalacak ne de
buna fırsat tanınacaktır. Nitekim bir başka âyette: “Kendilerine izin
verilmez ki, özür dileyebilsinler” (Mürselât 77/36) buyrulur. Bu bakımdan
onların konuşmalarına, mazeret beyân etmelerine, tekrar dünyaya dönme
taleplerine izin verilmeyecektir. Onlar susturulacak, böylece şâhitler
şâhitliklerini rahat bir şekilde yapacaklardır. Yine onlara, işledikleri
günahlar sebebiyle Rablerinden özür dileme ve O’ndan kendilerini affedip razı
olmasını isteme fırsatı da verilmeyecektir. Yahut onlardan Allah’ın rızâsını
kazanabilecekleri bir şey yapmaları da istenmeyecektir. Çünkü rızâ ancak iman
ve sâlih amellerle olur. Âhiret ise amel işleme, günahlardan tevbe edip af
dileme yeri değil, dünyada işlenen amellerin hesabının görülüp karşılığının
verildiği dehşetli bir âlemdir. Dünyadaki fâni ömrünü zulüm ve haksızlıklarla
zayi edenler, âhirette girecekleri azabı görünce, ondan kurtulmak için yalvarıp
yakaracaklar, fakat azıcık da olsa ne azapları hafifletilecek, ne de oraya
girmeleri bakımından bir an geç bırakılacaklar. Hemen zincirlere vurulup ateşe
atılacaklardır.
Şu
âyet-i kerîmeler ne kadar dehşet vericidir:
“Ateşte
bulunanlar cehennem bekçilerine: «Ne olur, Rabbinize yalvarın da, bir günlüğüne
olsun azabımızı hafifletsin!» diye feryat edecekler. Cehennem bekçileri: «Size
peygamberleriniz apaçık deliller getirmemiş miydi?» diye soracaklar, onlar da:
«Evet, getirmişlerdi, fakat biz inkâr etmiştik» diye cevap verecekler. Bunun
üzerine bekçiler: «Madem öyle, biz değil, kendiniz Allah’a yalvarın! Ama bilin
ki, kâfirlerin yalvarmaları boşa gitmeye mahkûmdur» diyecekler.” (Mü’min
40/49-50)
Yine mahşer yerinde müşriklerle, onların taptıkları
putlar karşı karşıya gelecekler ve aralarında bir kısım konuşmalar geçecektir:
86. Müşrikler, Allah’a ortak koştukları varlıkları görünce: “Rabbimiz! Seni bırakıp da kendilerine taptığımız ortaklarımız işte bunlar” derler. Onlar da derhal şu sözü bunların suratlarına çarparlar: “Siz, hiç şüphe yok ki birer yalancısınız!”
87. Sonunda müşriklerin ve zâlimlerin hepsi o gün Allah’a tamâmen boyun eğecekler; uydurdukları sahte ilâhlar da kendilerini yüzüstü bırakıp görünmez olacaktır.
Müşrikler
putlarına görünce, belki faydaları olur ümidiyle veya onları azaplarına ortak
kılmak için Allah Teâlâ’ya “İşte bunlar bizim ortaklarımız” diyecekler. Fakat
putlar dile gelerek, kendilerine tapanları yalanlayacaklar. Kendilerinin
kesinlikle ilahlıkla bir ilgilerinin bulunmadığını ve onlara da kendilerine
tapınmakla alakalı bir şey emretmediklerini söyleyecekler. Allah putları bu
şekilde konuşturacak ve neticede kâfirlerin rezillikleri ortaya çıkacaktır. O
gün hepsi Allah’ın vereceği hükme teslim olacak, putlar da kendilerine
tapanlardan uzaklaşacak, gözden kaybolup gideceklerdir. Hesap görüldükten sonra
kâfirler kat kat azapla karşı karşıya kalacaklardır:
88. Kendileri küfür içinde yüzdükleri gibi, başkalarını da Allah’ın yolundan alıkoyanlara, bu şekilde toplumu ifsat edip bozgunculuğa sürükledikleri için azap üstüne azap edeceğiz.
Birinci
azap, bizzat işledikleri inkâr ve günahlarına karşılıktır. Onun üzerine ziyade
edilecek azaplar ise yeryüzünde fesat çıkarıp insanları Allah yolundan
saptırmalarına karşılık olacaktır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“Gerçek
şu ki onlar kendi günahlarını yüklenecekler, kendi günahlarıyla beraber
saptırdıkları insanlara ait nice günahları da yükleneceklerdir. Kıyâmet günü,
uydurup durdukları yalanlar ve attıkları iftiralardan dolayı mutlaka sorguya
çekileceklerdir.” (Ankebût 29/13)
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) de, iyilikte çığır açanların, o yolda gidenlerin sevaplarından
istifade edeceklerini; kötülükte çığır açanların da o yolda gidenlerin
günahlarının bir mislini yükleneceklerini haber vererek bu gerçeğe ışık tutar.
(bk. Müslim, İlim 15)
Her
şeyi en iyi bilen Rabbimiz, kulların hesaplarını şâhitlerle ve delillerle
birlikte görüp onların kendi anlayış seviyelerine göre hareket ederek, herhangi
bir haksızlığa uğramadıkları noktasında içlerinde en küçük bir pürüzün bile
kalmamasını istemektedir:
89. Kıyâmet günü her ümmetten, kendileri hakkında şâhitlik yapacak bir şâhit getireceğiz. Seni de bu ümmete şâhit tutacağız. Rasûlüm! Biz sana bu kitabı her şeyi açıklamak üzere, bir de onun Allah’a teslim olanlara doğru yolu gösteren bir rehber, bir rahmet ve müjde olması için indiriyoruz.
Resûlullah
(s.a.s.)’in şâhitlik yapacağı kimseler, onun peygamber olarak gönderildiği
andan itibaren kıyamete kadar gelen tüm insanlardır. Çünkü Efendimizin risâleti
cihânşumûldür. O’nun davetinin kaynağı ise Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm hidâyetle dalâletin, hakla
bâtılın, helâlle haramın, kurtuluş veya azabın dayandığı her şeyi açıkça beyân
eden bir kitaptır. Dolayısıyla âyetteki “her şey”den maksat öncelikle
insanların dinleri ve ebedî hayatlarıyla alakalı hususlardır. Bunlar insanların
doğruyla eğriyi birbirinden ayırarak gerçeğe ulaşabilmeleri için zaruri
bilgilerdir. Bu husûsiyetiyle Kur’ân-ı Kerîm, kendisine ilâhî bir kitap olarak
teslim olan ve onun hükümlerini hayatın her alanında tatbik edenler için bir
yol göstericidir. Onlar için bir rahmettir. Onların Allah’ın nimet ve
lutuflarına kavuşmalarını sağlar ve onlara, kendisinin getirdiği buyruklara
uymayı devam ettirdikleri sürece, âhiret gününde Allah’ın mahkemesinden
başarıyla çıkacaklarını müjdeler. Onu inkâr edenler ise, sadece onun hidâyet,
rahmet gibi nimetlerinden mahrum olmakla kalmaz, aynı zamanda kıyamet gününde
Allah Resûlü (s.a.s.) onlara şâhitlik ettiğinde bu kitabı da aleyhlerinde şâhit
olarak bulurlar. Evet, gerçekten de Kur’ân-ı Kerîm onların aleyhinde çok
kuvvetli bir delil olacaktır. Çünkü Resûlullah (s.a.s.) onun hakla bâtılı
birbirinden ayıran âyetlerini onlara tebliğ ettiğini, fakat onların buna inkâr
ve yalanlamayla karşılık verdiklerini söyleyecektir.
Dolayısıyla kıyâmet günü böyle perişan bir hâle
düşmemek için, Yüce Rabbimizin emrettiği şu temel esaslar üzerine bir toplum
inşa etmek ve öyle bir toplum içinde Allah’ın razı olacağı bir kulluk yapmak
lazımdır:
90. Şüphesiz ki Allah adâletli davranmayı, iyilik yapmayı ve akrabayı görüp gözetmeyi emreder. Her türlü hayâsızlığı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar. Düşünüp ders almanız için size böyle öğüt verir.
Bu kısa âyet-i kerîme İslâm’ın tesis etmek istediği ictimâî nizamı
sağlayacak; sağlıklı, dengeli ve âhenkli toplum yapısını oluşturacak en hayatî
kaideleri beyân eder. Bunlar üçü yapılması, diğer üçü de terk edilmesi
emredilen hususlardır. Yapılması emredilen hususlar şunlardır:
Birincisi; adâlet: Her şeyi layık olduğu yere koymak, hakkı yerine
getirmek, her hususta ölçülü olmak demektir. Bu bakımdan adâlet azgınlığın,
haksızlığın ve zulmün zıddıdır. Adâlet kelimesinde insaf, haklılık ve doğruluk
mânaları da vardır. Bu bakımdan adâlet, terazinin dili gibi ifrat ve tefrit,
aşırılık ve ihmalkârlık arasında bir birleştirme noktasını teşkil eder.
Kâinatın nizamı adâletle ayakta durduğu gibi fert ve toplum hayatının nizamı da
ancak bununla tesis edilebilecektir. Adâletin başı Allah’ın birliğine inanıp
O’nun rablik ve ilâhlık hukukunu yerine getirmektir. Bunu mütâkiben ibâdet,
ahlâk ve muâmelatta; beşerî münâsebetlerin her alanında adâletli olmaya
çalışmaktır.
Ziyâ Paşa der ki:
“Dursun kef-i hükmünde terâzû-yı adâlet,
Havfin var ise mahkeme-i rûz-i cezadan.”
“Eğer amellerin hesabının görülüp karşılığının verileceği kıyâmet
günü mahkemesinden korkun varsa, herhangi bir konuda hüküm verirken adâlet
terâzisi hiç elinden düşmesin.”
Fudayl b. İyâz (r.h.) şöyle demiştir:
“Bana, «Senin bir duan kabul edilecektir, her ne istersen onu
dile!» diye bir haber gelse, ben bu dua hakkımı, hükümdarın âdil olması için
kullanırım. Çünkü kendi iyiliğim için dua etsem, benim dirlik düzen içinde
olmam münferid bir hâdisedir. Halbuki hükümdarların dirliği düzeni, bütün
âlemin dirliği düzeni demektir.” (Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 120)
İkincisi; ihsan: Bu kelimenin iki mühim mânası vardır ve her
ikisini de âyetin tefsirinde düşünmek mümkündür. Birincisi bir şeyi en güzel
şekilde yapmaya çalışmaktır. Nitekim
Allah Resûlü (s.a.s.) bu mânada ihsânı: “Sanki görüyormuşçasına Allah’a
kulluk yapmak” (Buhârî, İman 37; Müslim, İman 5-7) olarak tarif
buyurur. Buna göre ihsan, “verilen
vazifeyi, yapılacak işi en güzel şekilde yapmak” demektir. İkinci mânası ise
başkalarına iyilik yapmaktır. Bu mânada ihsan; iyi, cömert, müsamahalı,
affedici, merhametli, nazik olmak ve bencil olmama gibi güzel anlamları da
muhtevasına alır. Bu muhtevasıyla o adâlet prensibini tamamlar. Çünkü adâlet
sağlıklı ve dengeli bir toplumun temeli ise ihsan onun daha mükemmele
erişmesine yardımcı olur. Bir taraftan adâlet toplumun haklarını çiğnenmekten
ve zulümden korurken, diğer taraftan ihsan toplumu zevkle ve güzel bir şekilde
yaşanacak hale getirir. Nitekim Mâlik b. Dinâr (k.s.)’un şu hâli her durumda af
ve müsamaha ile davranmanın meydana getireceği iyi sonucu ne güzel
misallendirir:
Mâlik b. Dinâr bir zamanlar îcarla bir ev tutmuştu. Ev komşusu bir
yahudi idi. Mâlik’in evinin kıble tarafı, yahudinin evinden yana idi. Bu yahudi
evinin önüne hela yapmış, pisliğini buraya yapıyor, sonra da bunu Mâlik’in
evine atarak cephesini pisletiyordu. Bir gün yahudi, Mâlik’in evine geldi ve:
“−Sen
bu helâdan rahatsız olmuyor musun?” dedi.
“−Evet
oluyorum, ama yıkıyor ve temizliyorum.”
“−Bu
sıkıntıya niçin katlanıyorsun?”
“−Allah
Teâlâ’nın rızâsı için. Zira Rabbim şöyle ferman buyurmuş: «Gerçek mü’minler,
öfkelerini yutup insanları affederler» (Âl-i İmrân 3/134)”
“−Ne
iyi bir din ki, bir Allah dostu Allah’ın düşmanının verdiği eziyete böylece
katlanıyor, asla feryat etmiyor, sabredip kimseye de bir şikâyette bulunmuyor.”
Yahudi bunları söyledikten sonra derhal İslâm’la şereflenmiştir.
(Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 79)
Üçüncüsü; akrabaya yardım: Aslında bu, bir önceki “ihsan” prensibi
içinde yer almakta iken, ehemmiyetine binâen ayrıca zikredilmiştir. Akrabalara muhtaç oldukları hususlarda
yardımda bulunmak, iyilik yapmak, ikramda bulunmak ve onlarla akrabalık
münâsebetlerimizi sürdürmek İslâm’ın önemle üzerinde durduğu bir ahlâkî
fazilettir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurur: “Sevabı en çabuk olan taat
akrabaları gözetmektir.” (İbn Mâce, Zühd 23)
Yerine getirilmesi istenen bu temel esaslara karşılık terk edilmesi
istenen hususlar da şunlardır:
اَلْفَحْشَاۤءُ (fahşâ): Başta zinâ
olmak üzere her türlü hayâ, iffet ve edep dışı bütün söz, fiil ve
davranışlardır.
اَلْمُنْكَرُ (münker): Tüm ilâhî şeriatler tarafından
yasaklanan ve adet olarak insanlar arasında da kötü kabul eden her şeydir.
اَلْبَغْيُ (bağy): Hakkı olmayan şeyi istemek ve
başkasının hakkına tecavüz etmektir. Ahlâkî hudutları aşan ve başkalarının
haklarını çiğneyen her türlü kötü davranış bunun içine girer. Allah Resûlü
(s.a.s.): “Birinin hakkına tecâvüzden daha çabuk cezası verilen hiçbir günah
yoktur” buyurur. (Ebû Dâvûd, Edeb 43; Tirmizî, Kıyâmet 57)
Bu âyet-i kerîmenin işaretiyle hakimiyet ve saltanatın kemâl,
istikrâr ve devamının üç şey ile; yine bunun zarar görmesi, eriyip gitmesinin
de o üç şeyi ondan alıkoymakla gerçekleşeceği söylenebilir. İyi ya da kötü
onların her birinin bir meyvesi vardır: Adâletin güzel meyvesi yardım, ihsânın
meyvesi övülme, sıla-i rahmin meyvesi ünsiyet ve ülfettir. Hayâsız işlerin feci
neticesi dînin fesâda uğraması, kötülüğün neticesi düşmanları tahrik etmek ve
azgınlığın neticesi de arzu ettiği şeyden mahrum kalmaktır.
Emrettiği üç husus ve yasakladığı üç hususla iyilik ve kötülüğün
bütün çeşitlerini hülâsa ettiğinden dolayı, İbn Mesud (r.a.) bu âyet-i
kerîmeyi, Kur’an’ın en şumüllü âyeti kabul eder. Bu sebeple hatipler, Cuma günü
minberde hutbenin sonunda, bütün emir ve yasakları topluca hatırlatması
bakımından bu âyeti seslice okurlar. Bu âyeti ilk defa hutbenin sonunda okuyan
kişi de beşinci halife Ömer b. Abdülaziz (k.s.) olmuştur. Onun başlattığı bu
sünnet-i hasene günümüzde bütün İslâm ülkelerinde devam ettirilmektedir.
İslâm toplumunun üzerine oturduğu temel yapı
taşlarından biri de verilen sözlerin ve yapılan yeminlerin gereğini yerine
getirmektir:
91. Aranızda sözleştiğiniz zaman Allah adına verdiğiniz sözü tam olarak yerine getirin. İyi niyetinize Allah’ı şâhit gösterip iyice pekiştirerek yaptığınız yeminleri bozmaya kalkmayın. Unutmayın ki Allah, yaptığınız her şeyi bilmektedir.
92. Bir topluluğun diğer bir topluluktan siyasî, iktisadî ve askerî yönden güçlü olmasına aldanıp da, ipliğini sağlamca büküp eğirdikten sonra çözen böylece bütün emeğini boşa çıkaran ahmak kadın gibi, ettiğiniz yeminleri bozup aranızda bir aldatma ve işi bozma sebebi kılmayın. Gerçek şu ki, bütün bunlarla Allah sizi imtihan etmektedir; hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeylerin doğrusunu da kıyâmet günü kesinlikle size açıklayacaktır.
İster
Allah’a verilen kulluk sözü olsun, ister Resûlullah (s.a.s.)’a verilen ittibâ
sözü olsun, isterse müslümanların kendi aralarında veya başkalarıyla yaptıkları
anlaşmalar olsun, hepsi Allah adına verilmiş söz kabul edilir ve hepsinin de
yerine getirilmesi istenir. Bu sözler ahlâkî ve hukukî bakımdan olduğu gibi,
dinî bakımdan da bağlayıcı olup Allah katında mesuliyeti gerektirir. Bu bakımdan
hangi sebep ve gerekçeyle olursa olsun bunları bozmak yasaklanmıştır.
Resûlullah
(s.a.s.) şu ikazda bulunur:
“Ahdini
bozan herkesin, kıyâmet günü onun arka tarafında ahdine olan hâinliği
miktarınca bir sancak dikilir ve «bu filanın ahdine hâinliğidir» denilir.” (Buhârî,
Edeb 99; Müslim, Cihad 11-16)
Cenâb-ı
Hak, verilen sözden caymanın ve yemini bozmanın ne kadar yanlış ve ahmakça bir
iş olduğunu, iyice anlaşılması için, güzel bir misalle beyân eder:
Antlaşmayı
bozan kişi; iradesi zayıf, dar görüşlü, ahmak ve bunamış bir kadına benzer. Bu
kadın ipliğini eğirip katladıktan sonra tekrar söküp dağıtmakta, çözüp
bozmaktadır. Bu benzetme bütün yönleriyle tahkîr, tezyîf, aşağılama ve horlama
ile doludur. Yemini bozmayı ve sözünden vazgeçmeyi, ruhlara kötü bir şey olarak
hissettirmekte ve gönüllerde onu son derece çirkin göstermektedir. Zaten burada
gaye de budur. İzzet ve şeref sahibi hiçbir insan; bu zayıf iradeli, akli
dengesi bozuk, hayatını yararsız boş şeylere harcayan bu kadın gibi olmak
istemez.
Bu
âyet-i kerîmeler Mekke’de Rasûllah (s.a.s.)’e bey’at eden bazı kimseler
hakkında inmiştir. Onlar Kureyş’in kuvvet bakımından üstünlüğünü ve
müslümanların zayıf düştüğünü görünce korku ve endişeye kapıldılar. Şeytan
onları aldatarak Peygamberimiz (s.a.s.)’le yaptıkları ahitlerini bozdurmak
istedi. Cenâb-ı Hak bu âyetle onları bu tehlikeye kaşı ikaz edip ayaklarını
kaymaktan muhafaza buyurdu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIV, 215) Yine Arap
kabileleri arasında doğruluk ve fazilete münâsip olmayan şöyle bir uygulama
vardı. Bir kabile, bir başka kabileyle
antlaştıktan sonra, bunlardan birisine siyasî, iktisâdî ve askerî yönden güçlü
bir kabile gelip de onun ahdini bozmasını, karşı tarafı aldatmasını isteyecek
olursa, o kabile de ilk antlaşma yaptığı kabileyle olan ahdini bozar, hainlik
eder ve bu büyük kabilenin yanında yer alırdı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
XIV, 220)
Bu
sebeple Cenâb-ı Hak, bir toplumun diğer bir toplumdan daha güçlü yahut malî
bakımdan daha ileride olması sebebiyle, onlardan korkarak veya bir menfaat umarak
ahitleri bozmayı; yine müşrik olan düşmanların dünyada sayıca çok olduğunu ve
bolluk içinde olduklarını görüp, bundan dolayı yeminleri bozmayı
yasaklamıştır. Esas gaye, müslümanların imanlarını pekiştirmek; kâfirlerin
dünyevî güç ve imkânlarının çokluğuna aldanıp tekrar küfre dönmeyi
düşünmelerine mâni olmaktır. Ama yine de herkesin doğru yol üzere bulunma şartı
yoktur:
93. Eğer Allah dileseydi sizi elbette aynı din üzere bir tek ümmet yapardı. Fakat O, dilediğinin doğru yoldan sapmasına fırsat verir, dilediğini de doğru yola erdirir. Unutmayın ki siz, bütün yaptıklarınızdan mutlaka sorguya çekileceksiniz.
Dünyada
iman ve küfür, hidâyet ve dalâlet, hak ve bâtıl dâimâ bulunacak, bunlar
arasındaki mücâdele de kıyamete kadar sürüp gidecektir. Cenâb-ı Hakk’ın muradı
böyledir. Eğer O dileseydi bütün insanları hak veya bâtıl üzere toplanmış tek
bir ümmet yapabilirdi. Ancak Yüce Allah, dünyada insanların anlaşmazlığa
düştüğü şeylerin iç yüzünü âhirette ortaya serecek, haklıyla haksızı
birbirinden ayıracak ve herkesi kendi yaptığı amellerden sorguya çekecektir.
O
halde herkes ne yaptığına, yarın için neler hazırladığına bir baksın da,
özellikle verdiği sözleri tutmaya ve olur olmaz bahanelerle onları bozmamaya
dikkat etsin:
94. Sakın yeminlerinizi aranızda aldatma ve işi bozma sebebi kılmayın. Aksi takdirde, sağlamca yere bastıktan sonra ayaklarınız kayar ve Allah’ın yolundan saptığınız, başkalarını da bu yoldan alıkoyduğunuz için dünyada bunun acı sonucunu tadarsınız, ayrıca âhirette de büyük bir azaba uğrarsınız.
Sözden
caymanın, antlaşmaları ve yeminleri bozmanın, hatta bunları birer fitne ve
fesat vesilesi haline getirmenin çok acı neticeleri vardır. Böyle bir davranış
ayakların doğru yoldan kaymasına, Allah’ın gösterdiği yoldan sapmaya ve
saptırmaya sebep olur. Artık kimsenin sözüne güven kalmaz, toplum içinde
karşılıklı güven duygusu sarsılır. Bu yüzden insanlar birbirlerine düşerler;
kavgalar, savaşlar toplumu yiyip bitirir. Maddî ve manevî pek çok vahim
durumların meydana gelmesine zemin hazırlanmış olur. Görüldüğü üzere bu konuda
Allah’ın emrine isyan, dünyada pek kötü neticelere maruz kalmaya, sıkıntı ve
ceza çekmeye sebep olacağı gibi, âhirette de daha büyük bir azaba uğramaya yol
açacaktır. Bu yüzden aynı konudaki ilâhî ikazlar şöyle devam ediyor:
95. Öyleyse, Allah’a verdiğiniz sözü, karşılığında ne alsanız az düşecek bir bedele satmayın. Eğer bilirseniz, ancak Allah katında ahde vefâya verilecek mükâfat sizin için daha hayırlıdır.
96. Çünkü sizin elinizde bulunan nimetler tükenir, fakat Allah’ın yanında olanlar ebedî kalıcıdır. Şurası bir gerçek ki, sabredenleri, yaptıkları en güzel işleri esas alarak mükâfatlandıracağız.
97. Erkek olsun kadın olsun mü’min olarak kim sâlih amel işlerse ona dünyada elbette temiz ve güzel bir hayat yaşatırız. Âhirette de onları, yaptıkları en güzel işleri esas alarak mükâfatlandırırız.
Allah’a
verilen söz hiçbir dünyevi bedel karşılığında satılmamalı, değiştirilmemelidir.
Çünkü onun karşılığında elde edilecek dünyevi kazanç ne kadar büyük olursa
olsun, Allah’a verilen sözün değeriyle karşılaştırıldığında hiçbir önemi
kalmayacaktır. Bu açıdan bütün dünya ve içindekiler “az bir bedel” olarak
değerlendirilebilir. Çünkü bunlar fânidir; kısa bir müddet sonra kesinlikle son
bulacaktır. Bu, bilinen ve her gün tecrübe edilen bir durumdur. Allah’ın
vereceği mükâfat ise bâkîdir, ebedîdir; bitip tükenmesi mümkün değildir.
Bununla birlikte Cenâb-ı Hak, kulluk sözünde duran, her türlü ahitlerini yerine
getirmeye çalışan ve yaptığını Allah rızâsına uygun bir şekilde doğru ve güzel
yapan kullarına dünyada bile pek hoş, huzurlu ve güzel bir hayat
müjdelemektedir. Gerçekten de davranışlarında samimi, doğru, dürüst, şerefli,
adil ve temiz olanlar bu dünyada çok daha güzel ve huzurlu bir hayat yaşarlar.
Çünkü onlar, olgun şahsiyetleri ve ahlâkî hamîdeleriyle, bu meziyetlere sahip
olmayanların göremediği saygı, şeref ve güven içinde yaşarlar. Kendilerince bir
başarı elde etmek için kötü yollara teşebbüs edenlerin elde edemediği temiz ve
şerefli bir başarı kazanırlar. Her şeyin ötesinde, kulübede yaşasalar bile,
saraylarda ve köşklerde oturan günahkârların yaşamadığı bir vicdanî huzuru ve
tatmini yaşarlar. Âhirette ise onları Allah Teâlâ, yaptıkları amellerin en
güzellerini esas alarak mükâfatlandıracaktır. Bire on, bire yüz, bire yedi yüz
ve daha fazlasını ikram edecektir. Nitekim Cenâb-ı Hak: “Rabbinin huzuruna
çıkıp hesap vermekten korkan kimseye iki cennet vardır” (Rahmân 55/46)
âyetiyle, bir mânada hem mü’minin dünyada tadacağı manevî cennet huzuruna hem
de âhirette varacağı cennete işaret buyurmuştur.
Ancak,
bütün bu gerçekleri haber veren Kur’an’a mükemmel bir imanla kulak vermeli,
türlü desiselerle onun hakkında şüpheler oluşturmaya ve âyetlerinin mânasının
doğru bir şekilde anlaşılmasını engellemeye çalışan şeytânî güçlerden de
Allah’a sığınmalıdır:
98. Kur’an okuyacağın zaman kovulmuş şeytandan hemen Allah’a sığın!
99. Gerçekte onun iman edenler ve yalnızca Rablerine güvenip dayananlar üzerinde zorlayıcı bir gücü yoktur.
100. Şeytanın zorlayıcı gücü, ancak onu dost edinenlerin ve onu Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.
Kur’ân-ı
Kerîm’i selim bir kalp, temiz bir akılla ve pürüzsüz bir hissiyât içinde
okuyabilmemiz, onun ince mânaları üzerinde tefekkür edebilmemiz ve onun
hükümleriyle amel edebilmemiz için önce şeytandan Allah’a sığınmak lazımdır. Bu
ise aslında kalple yapılacak bir iştir. Bu sebeple âlimlerin çoğu sözlü olarak
“eûzü” çekmeyi vacip değil müstehap saymışlardır.
Çeşitli
rivayetler arasında en meşhur istiâze sözü اَعُوذُ
بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ demektir.
اَلشَّيْطَانُ (şeytan) kelimesi, daha önce de yeri
geldikçe ifade edildiği gibi “uzaklaştı” mânasındaki شَطَنَ
(şatane) fiilinden türemiştir. İmam Kuşeyrî (r.h.), bundan hareketle şöyle der:
“Kişiyi
Rabbinden uzaklaştıran, kalben O’nunla beraber olmaktan alıkoyan her şey
şeytandır. Bir kişinin nefsi kendisine musallat olup, onu velev itaat, ibâdet
ve tefekkür gibi şeylerle de olsa Rabbinden meşgul ediyorsa bu onun şeytanıdır.
Ona düşen nefsinin kötülüğünden ve bütün kötülerin şerrinden Allah’a sığınmaktır.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 172)
Aslında
şeytanın insan üzerinde vesvese haricinde herhangi bir nüfûz ve hâkimiyeti
yoktur. İnsanları zorla günaha itme ve onu yaptırma kudreti de yoktur. O,
sadece fırsat buldukça vesvese verir ve kalbe kötü düşünceler aşılar. İman
edenler ve yalnızca Rablerine güvenip dayananlar, Allah’a sığınarak şeytanın bu
vesvese ve iğvâlarından kendilerini kurtarırlar. Şeytanın kendi üzerlerinde bir
hâkimiyet kurmasına müsaade etmezler. Fakat Allah’ı bırakıp şeytanı dost
edinenler, Allah’ın emirlerine vermedikleri kadar onun ayartmalarına kulak
verenler, böyle değer verme ve itaat etme bakımından onu Allah’a ortak koşanlar
üzerinde şeytanın elbette ki bir hâkimiyeti olacaktır. Nitekim bu husus Hicr
sûresinde şöyle beyân edilmişti:
“İblîs
şöyle dedi: «Rabbim! Madem beni azdırıp saptırdın, yemin olsun ki, ben de
yeryüzünde günahları onlara çok cazip göstereceğim ve kesinlikle onların
hepsini azdırıp yoldan çıkaracağım. Ancak içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların
müstesnâ! Onları azdırmaya gücüm yetmez.» Allah şöyle buyurdu: «İşte bu ihlâs
ve teslimiyet yolu, bana varan dosdoğru yoldur. Benim ihlâsa erdirilmiş o has
kullarım ki, senin onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Senin nüfûzun
ancak senin peşine takılan azgınlar üzerindedir.»” (Hicr
15/39-42)
İşte şeytan ve onun yoldaşı olmuş şeytanî güçler,
daha önceki şeriatlerin yürürlükten kaldırılmasının ilâhî hikmete aykırı
olacağını söyleyerek Kur’an hakkında kalplere şüphe tohumu ekmeye çalışıyorlar.
Halbuki:
101. Biz bir âyetin yerine onun hükmünü kaldıracak başka bir âyet getirdiğimiz zaman, ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilmektedir, kâfirler: “Sen, başka değil, sadece Allah adına yalan uyduran bir iftirâcısın!” derler. Hayır! Onların çoğu işin gerçeğini bilmezler.
Nesh
ve tebdîl, bir şeyi kaldırmakla birlikte bir başkasını onun yerine koymaktır.
Cenâb-ı Hak bir kısım âyetleri indirir, mü’minler onunla bir müddet amel eder,
sonra onu kaldırıp yerine başka bir âyet indirirdi. Nitekim Abdullah b. Abbas
(r.a.)’den şu bilgi nakledilir: Resûlullah (s.a.s.)’e içinde şiddet olan bir
âyet nâzil olduğunda insanlar onu alır ve Allah’ın dilediği bir süreye kadar
onunla amel ederlerdi. Sonra o âyetle amel insanlara zor gelir ve Allah da bu
hükmü nesh eder, yerine katından bir rahmet olarak amel edilmesi daha kolay ve
daha hafif bir âyet indirirdi. Bu gibi durumlar karşısında Kureyş kâfirleri:
“Muhammed ashâbıyla alay ediyor. Onlara bugün bir emir veriyor, yarın onu
yasaklıyor ve daha kolay bir şey getiriyor. Bu ancak, onun kendinden ortaya
attığı bir iftiradır” derlerdi. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XX,
93) Âyet-i kerîme bu tür durumlardan bahsetmektedir. (bk. Bakara 2/106)
Bu
bakımdan işin gerçeğini açıklamak üzere:
102. Rasûlüm! De ki: “O Kur’an’ı mü’minlerin imanını pekiştirmek, müslümanlara bir doğru yol rehberi ve bir müjdeci olmak üzere Rabbinden değişmez bir gerçek olarak Rûhu’l-Kudüs indirmektedir.”
Bu
âyet-i kerîme müşriklerin yukarıdaki iddiasını reddedip bu vesileyle Kur’an’ın
inişinin bir kısım hikmet ve maksatlarını haber verir. Buna göre Cibrîl (a.s.)
vasıtasıyla peyderpey inen Kur’an’ın gayesi, getirdiği kesin delillerle
inananların imanını kuvvetlendirmek, kalplerine sebât vermek, Allah’ın
emirlerine teslim olanların doğru yolu bulmalarına rehberlik yapmak ve Kur’an
yolunda yürüyenlere ebedî bir kurtuluş ve saadetin müjdesini vermektir. Buna
göre onu hemen reddetmek veya ona cephe almak yerine, onun bu ulvî hedefleri
üzerinde düşünmek şüphesiz ki daha faydalı olacaktır.
Buna
rağmen:
103. Senin hakkında kâfirlerin: “Ona Kur’an’ı kesinlikle bir insan öğretiyor” dediklerini elbette biliyoruz. Kaldı ki, Kur’an’ı sana öğrettiğini iddia ettikleri kişinin dili yabancıdır, Kur’an ise açık ve anlaşılır bir Arapçadır.
104. Allah’ın âyetlerine inanmayanları Allah doğru yola erdirmeyecektir. Üstelik onlara pek acı bir azap vardır.
105. Böyle bir yalanı ancak Allah’ın âyetlerine inanmayanlar uydurur. İşte asıl yalancılar da onlardır.
Rivayete
göre Mekke’de Aynu’t-temr ahâlisinden işleri kılıç cilalamak olan Yesar ve Cebr
adlı iki hıristiyan köle vardı. Kendi dilleriyle bir kitap okurlardı.
Resûlullah (s.a.s.) onlara uğrar ve okuduklarını dinlerdi. Bu sebeple
müşrikler: “Muhammed Kur’an’ı onlardan öğreniyor” dediler. Bunun üzerine Allah
Teâlâ bu 103. âyeti indirip onları yalanladı. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
288) Gerçekten de bu olacak iş değildir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.)’e
Kur’an’ı öğrettiğini iddia ettikleri kişinin dili yabancı, Kur’an’ın dili ise,
hem muhtevası hem nazmı itibariyle hiçbir beşerin benzerini ebediyen
söyleyemeyeceği güzellikte apaçık Arapça bir dildir. Anadili Arapça olan ve
Arapçayı çok iyi seviyede bilen birinin bile Kur’an gibi bir söz söyleme ve
öğretme imkânı yokken, hele hele hiç Arapça bilmeyen birinin, Arapçanın en
güzel örneği olan Kur’an gibi bir edebiyat şaheserini, insanlığın din ve
dünyasını kurtaracak kıymette bir hikmet kaynağını dikte ettirdiğini söylemek
düpedüz saçmalıktan başka bir şey değildir. Bu tür iddialar ortaya atarak
Allah’ın âyetlerine inanmayanları, Allah, bu durumlarını devam ettirdikleri
sürece doğru yola erdirmeyecektir. Bu şekilde imansız öldükleri takdirde
cehennemde acı bir azaba uğrayacaklardır. Peygamberimiz (s.a.s.) ve İslâm
hakkında yalanları, önceden müşriklerin yaptığı gibi bundan böyle de, ancak
Allah’ın âyetlerine inanmayan ve yalancıların ta kendileri olan kimseler ileri
süreceklerdir.
Ancak,
baskı ve işkence altında tutularak gönlünde taşıdığı doğru düşünce ve inancın
aksini ifade etme, daha açık bir ifadeyle “yalan söyleme” zorunda kalan
müslümanın hâli ne olacaktır:
106. Kalbi imanla dopdolu ve doygun olduğu halde baskı altında kalarak inkâra zorlanıp da bunu ancak diliyle yapan hâriç, her kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr eder ve bile isteye gönlünü küfre açarsa, böylelerinin üzerine dünyada Allah tarafından bir hışım çökecek, âhirette de onların payına çok büyük bir azap düşecektir.
Âyetin
şöyle bir iniş sebebi vardır: Rivayete göre müşrikler Ammâr’ı, babası Yâsir’i,
annesi Sümeyye’yi, Suheyb’i, Bilâl’i, Habbab’ı ve Salim’i alıp onlara işkence
etmeye başladılar. Sümeyye, iki deveye bağlandı ve ön tarafına bir harbe
saplandı. Ona, “Sen erkekler sebebiyle İslâm’a girdin” denildi. Hem kendisi
hem de kocası Yâsir fecî bir şekilde öldürüldü. İslâm tarihinde ilk şehit
edilen kişiler bunlardır. Ammâr ise, zor ve baskı altında diliyle onların
istediklerini söyledi. Sonra gelip bunu Resûlullah (s.a.s.)’e arzetti.
Efendimiz: “Kalbini nasıl buluyorsun?” sorunca O, “İman ile dopdolu ve
huzur bulmuş olarak” diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.): “Bir
daha aynı şeyi yapmaya kalkışacak olurlarsa, sen de öyle yap” diye izin
verdi. (Hâkim, el-Müstedrek, II, 357)
Dolayısıyla
bu âyet, imanlarından vazgeçirilmek üzere dayanılmaz işkencelere ve acılara
maruz bırakılan müminlerle alâkalıdır. Onlara, eğer hayatlarına karşılık küfrü
kabul etmeye zorlanırlarsa, kalpleri iman bakımından sağlam olmak şartıyla
sadece dilleriyle küfür sözlerini söylemelerinde bir sakınca olmadığı, böyle
yaptıklarında affedilecekleri bildirilmektedir. Diğer taraftan eğer küfrü
gönülden kabul ederlerse, hayatlarını kurtarsalar bile Allah’ın azabından
kurtulamazlar. Fakat bu, kişinin hayatını kurtarmak için küfrü mutlaka söz ile
kabul etmesi gerektiği mânasına gelmez. Bu sadece bir ruhsattır ve mümin için
ideal bir durum değildir. Bu ruhsata göre eğer kişi küfrü kabul ettiğini
söylerse, bundan hesaba çekilmez. Gerçekte bir mümin için ideal olan vücudu
parça parça doğransa bile haktan başka bir şey söylememektir.
Resûlullah
(s.a.s.) zamanında bazılarının bu ideale göre davrandığını, bazılarının ise
kendilerine verilen izinden faydalandıklarını gösteren misaller vardır: Habbab
b. Eret (r.a.) eriyen yağları ateşi söndürünceye dek kor üzerinde yatmaya zorlanmış,
fakat imanında sebat göstermiştir. Bilal-i Habeşi (r.a.) de demirden bir zırh içinde kavurucu sıcağın
ortasında bırakılmıştır. Daha sonra kızgın kum üzerinde sürüklenmiş, fakat yine
de “Allah birdir” demeye devam etmiştir. Habib b. Zeyd b. Asım (r.a.) adındaki
müminin ise yalancı peygamber Müseylime’nin emriyle uzuvları birer birer
kesilmiştir. Her uzvu kesilişinde ona bu yalancıyı peygamber olarak kabul
etmesi söylenmiş, fakat o son nefesini verinceye dek her seferinde onun
peygamberliğini reddetmiştir. (bk. Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, V, 172)
Ammar b. Yasir (r.a.) ise yukarıda zikredildiği üzere çektiği acılar karşısında
canını kurtarabilmek için sadece diliyle onların istediklerini söylemiştir.
Bu
gibilere bir sorgu ve ceza olmakla beraber kalplerini isteye isteye küfre açan
kimselerin dünyada Allah’ın gadap ve hışmına, âhirette de büyük bir azaba
uğrayacaklarında şüphe yoktur. Bunun sebebi şudur:
107. Onları böyle bir yola iten sebep, ancak dünya hayatına gönül verip onu âhirete tercih etmeleridir; Allah da, artık küfürde kökleşmiş o inkârcılar gürûhunu doğru yola erdirmez.
108. Böyleleri, küfürleri yüzünden kalplerini, kulaklarını ve gözlerini Allah’ın mühürleyip çalışmaz hâle getirdiği kimselerdir. Onlar gâfillerin ta kendileridir.
109. Şüphesiz âhirette en büyük zarara uğrayacak olanlar da onlardır.
Âyetlerin
bildirdiği sebepleri daha açık söylemek gerekirse:
›
Dünya hayatına gönül verip onu âhiret hayatına tercih etmeleri;
âhireti unutup sadece dünya zevklerine dalmaları,
›
Kâfirlikte devam etmeleri yüzünden bir türlü Allah’ın davetine
kulak verip doğru yolu bulamamaları,
›
Yine küfürde ve İslâm’a düşmanlıkta ısrar etmeleri sebebiyle,
yaptıklarının tabii bir neticesi olarak Allah tarafından kalplerinin,
kulaklarının ve gözlerinin mühürlenmesi,
›
Gerçeği bir nebze dahi olsa sezmelerine imkân bulamayacak şekilde
derin ve koyu bir gafletin içinde olmaları.
Bu
sebeple onlar, dünyada ömür sermayelerini ebedî azaba sebep olacak davranışlara
sarf ederek zayi ettikleri için âhirette de gerçekten zarara uğrayan kimseler
olacaktır. Müflisler gibi elleri boş,
gönülleri hasret ve nedâmetle dolu olarak cehennem ateşine yaslanacaklardır.
Hem pişmanlık ateşiyle kalpleri ve ruhları, hem de cehennem ateşiyle bedenleri
yanacaktır.
Bununla
birlikte, İslâm’ı en güzel bir şekilde yaşayabilmek için hicret, cihad ve sabır
gibi ilâhî buyruklara sarılan mü’minlere Yüce Allah’ın muamelesi elbette
farklıdır:
110. Sonra şu da kesin bir gerçek ki, elbette senin Rabbin, mihnet ve işkencelerle, zulüm ve baskılarla sınandıktan sonra hicret eden, ardından Allah yolunda cihâd eden, çalışıp didinen ve sabredenlerin yardımcısıdır. Doğrusu Rabbin, onların bütün bu güzel davranışlarına karşılık olarak gerçekten çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
111. Mahşer günü herkes gelip sadece kendisini kurtarmaya çalışacak, herkese dünyada iken yaptıklarının karşılığı eksiksiz ödenecek ve kimseye haksızlık yapılmayacaktır.
Müşrikler,
Mekke’de müslümanları dinlerinden döndürmek için onlara akla hayâle gelmedik
eziyetler yaptılar, işkence ettiler, dövdüler, sövdüler, hatta öldürdüler. Bu
yapılanlar sadece müslümanların imanlarının kuvvetlenmesine ve dinlerine daha
sıkı bağlanmalarına sebep oldu. Fakat şartlar iyice kötüleşip Mekke artık
yaşanamaz hale gelince önce Habeşistan’a, ardında da Medine’ye hicret ettiler.
Medine’ye hicretten sonra da din düşmanlarıyla Bedir, Uhud, Hendek, Huneyn,
Tebük gibi büyük savaşlar yaptılar ve hep sabrettiler. Cenâb-ı Hak onlara ve
kıyamete kadar da gerektiğinde hicret, cihad ve sabır bakımından onların
izinden yürüyenlere mağfiret ve merhametini müjdelemektedir. Allah dünyada
onlara zafer ve hoş bir hayat lütfedeceği gibi, herkesin bir bahane bulup
kendini savunmaya kalkışacağı, ancak herkese sadece yaptığının karşılığının
verileceği, kimseye en küçük bir haksızlığın yapılmayacağı çetin ve belâlı
mahşer gününde de onlara mağfiret ve merhametiyle muamele edecektir. müslüman
Allah yolundaki eziyet, meşakkat ve imtihanlara bunun için sabretmeli, böyle
güzel bir neticeye ulaşabilmek, fânî imkânlarını ebedî nimet ve sermayeye
dönüştürebilmek için var gücüyle çalışmalıdır.
Unutmamak
gerekir ki, Allah’ın emirlerine itaat ve nimetlerine şükür, her türlü başarı,
mutluluk ve kurtuluşun en mühim anahtarı iken, bunun aksine inkârcılık ve
nimetlere nankörlük ise, sadece âhirette değil, dünyada bile büyük felâketlere
uğramaya sebeptir:
112. Allah ibret için bir ülkeyi örnek veriyor: Bu ülkenin halkı emniyet ve huzur içinde yaşıyor; rızıkları her taraftan bol bol geliyordu. Sonra bunlar Allah’ın nimetlerine nankörlük edince, Allah da yaptıklarına karşılık onlara bütün benliklerini saran bir açlığı ve korkuyu tattırdı.
113. Onlara bizzat kendilerinden bir peygamber de geldi, fakat onu yalanladılar. Zulme gömülmüş giderlerken, çok geçmeden, onları azap kıskıvrak yakalayıverdi.
Burada
şöyle bir ülke tasviri yapılmaktadır: Bu ülkenin halkı gayet emniyet ve güven
içinde yaşamaktadır. Komşu ülkelerle ilişkileri dostâne ve iyidir. Düşman
istilası, baskın tehlikesi, anarşi ve terör söz konusu değildir. Havası hoş,
suyu güzel, tabiî güzellikleri müstesnâdır. Hiçbir korku, sıkıntı, darlık ve
endişeleri bulunmamaktadır. İhtiyaç duydukları bütün rızıklar her yerden bol
bol gelmekte; sebzeler, meyveler, ürünler yağmur gibi yağmaktadır. Yiyecek,
içecek, giyecek gibi tabii ihtiyaçlar bol miktarda bulunmaktadır. Dolayısıyla
hiçbir kıtlık ve açlık korkusu yoktur. Halk, ülkelerinden pek memnun olup,
burayı bırakarak başka bir yere göçmeyi düşünmüyorlar.
Fakat
bu ülkede yaşayan halkın Allah’ın kendilerine bahşettiği nimetlerin kıymetini
bilmedikleri, onlara karşılık Allah’a gerektiği şekilde şükretmedikleri, hatta
Allah’ın nimetlerine nankörlükle mukabelede bulundukları anlaşılmaktadır.
Allah’ın nimetleri içinde yüzüyor, fakat O’na isyan ediyorlar. Günahlara
dalıyor, işlemedikleri günah, yapmadıkları rezalet kalmıyor. Daha da önemlisi
kendi aralarından bir peygamber çıkıyor, onları kötülüklerden vazgeçmeye ve
iyilik yapmağa çağırıyor. Fakat bunlar, yaptıkları yetmiyormuş gibi o
peygamberi de yalanlıyor, ona eziyet ediyor ve onun tâbilerine olmadık
işkenceler yapıyorlar. Böylece Allah’ın rahmet ve merhametinden uzaklaşıp
gazabına uğruyorlar. Yapmakta oldukları suçlar yüzünden Allah onlara azap
ediyor. Yıllarca süren kıtlıklar verip onları aç ve çaresiz bırakıyor.
Emniyetlerini kaldırıp üzerlerine her taraftan korku kapıları açıyor.
Düşmanlarının istilasına uğratıp onları soyduruyor, öldürüyor, mahvediyor.
Başlangıçta bulunan emniyet, güven, huzur, istikrar, bolluk ve mutluluk gibi
güzellikler yerlerini bütünüyle korku, anarşi, açlık, huzursuzluk ve yok oluşa
terk ediyor.
Âyet-i
kerîmelerde tasvir edilen ülkenin, “Çevrelerindeki insanlar yakalanıp
götürülürken ve malları yağma edilirken, yaşadıkları Mekke’yi can ve mal
emniyeti bakımından güvenilir ve mukaddes bir Harem bölgesi kıldığımızı
görmezler mi?” (Ankebût 29/67) ayeti gereğince emin ve güvenli bir belde
kılınan; İbrâhim (a.s.)’ın, “Rabbim!
Sen de insanlardan bir kısmının gönlünü onlara yönlendir ve onları çeşitli
ürünlerle rızıklandır ki sana şükretsinler” (İbrâhim 14/37), “Rabbim!
Burayı emniyetli bir belde kıl; halkından Allah’a ve âhiret gününe iman
edenleri de çeşit çeşit ürünlerle rızıklandır...” (Bakara 2/126) şeklindeki
duaları bereketiyle rızkı her taraftan gelen Mekke olduğu belirtilmektedir.
Fakat şurası bir gerçektir ki, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, huzur, güven
vs. gibi Allah’ın verdiği her türlü nimete nankörlük eden, onları Allah’a taat
yolunda yerli yerince kullanmayan, İsrâf edip saçıp savuran ve hatta onları
Allah isyan yolunda kullanan her ülkenin akıbeti işte böyledir. Böyle kötü bir
âkıbete uğramamak için Allah’a kulluk etmeli, nimetlerine şükretmeli,
haramlardan uzak durarak helâl, temiz ve hoş şeylerle nezih bir hayat
sürülmelidir:
114. Öyleyse, Allah’ın size rızık olarak verdiği helâl ve temiz nimetlerden yiyin. Eğer yalnız Allah’a kulluk yapıyorsanız O’nun nimetlerine şükredin.
İnsanın
dünya hayatını devam ettirebilmesi için elbette yemeğe ve içmeğe ihtiyacı
vardır. Bunu helâl yollardan karşılamalı ve ölçülü kullanmalıdır. Yiyip
içmekten maksat ise hayvanlar gibi şuursuzca yaşamak değil, bu nimetleri
bahşeden Allah’a şükretmektir. O’nun sevdiği bir kul olmaya çalışmaktır. (bk.
Bakara 2/172) Bunun yolu, bedenin ihtiyaç duyduğu maddi gıdaların ötesinde,
ruhun ihtiyaç duyduğu manevî gıdaları almaya özen göstermektir. Bu sebeple Hz.
Mevlânâ, bu âyetin bir işareti sayılacak şekilde şöyle demektedir:
“Çocuğun
gözü, eşek gibi maddî yiyeceklerde, dünyaya ait isteklerdedir. Akıllı
kişilerin gözleri ise âhiret işlerinde, son hesaplardadır. O çocuk gibi gâfil
olan kişi, ahırdaki otu lezzetli bulur, yâni dünya nimetlerinden hoşlanır,
onların zevkine varır. Olgun kişi ise ahırdaki hayvanların kasap eliyle
kesileceğini, yâni çeşitli gıdalarla beslenen bedenlerin sonunda mezarlarda
çürüyeceğini düşünür. Bir adı da اَلْمُم۪يتُ
(Mümît) “Öldüren” olan Cenâb-ı Hakk’ın bize verdiği çeşitli yiyecekler, aslında
acıdır. Maksat bizi beslemektir. Sanki o, bizim etimizi tartmak için bir terazi
koymuştur. Sen, Hakk’ın verdiği mânen öldürücü olan nimetlerini yeme de اَلْمُحْي۪ي(Muhyî)
“diriltici” olan hikmet otunu otla. Çünkü Allah o otu, karşılığında senden bir
şey beklemeden, sadece bir bağış olarak sana lutfetmektedir.
Ey
gâfil kişi! Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da, «Allah’ın size rızık olarak verdiği
helâl ve temiz nimetlerden yiyin» (Nahl 16/114) diye buyurduğu
rızkı, sen «hikmet» sanmadın da «ekmek» sandın. Allah’ın verdiği rızk;
mertebesine, anlayış ve seziş kabiliyetine göre, hikmet ve mârifettir. O
yiyenin sonunda boğazında durmaz, seni öldürmez. Bu bedene ait olan ağzı
kaparsan, sende mânevî ve rûhanî bir ağız açılır da, o ağızla ilâhî sırlar ve
mârifetler lokmalarını yersin. Eğer sen şu beden şeytanının sütünden
kesilirsen, Hakk’ın mânevî sofrasına oturursun da, nice akıl almaz nimetler
yersin.” (Mevlânâ, Mesnevî, 3741-3748. beyitler)
İşin
manevî yönü böyle olmakla beraber şeriat planında hangi etlerin haram
kılındığını ve zaruret halinde tanınan ruhsatları bildirmek üzere şöyle
buyruluyor:
115. Allah size sadece leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etini haram kıldı. Fakat kim bunlardan yemeye mecbur kalır da, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek şartıyla yerse, ona da bir günah yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Burada
Allah’ın haram kıldığı etler beyân edilir ve zaruret halinde bunlardan
istifadenin hudutları belirlenir.[1]
Neyin
helal neyin haram olduğunu belirlemede dikkat edilecek ölçü şudur:
[1] Âyetin tefsiri, aynı
konuyu işleyen Bakara sûresi 173. Âyette yapılmıştır.
116. Hiçbir delile dayanmadan sırf dillerinizin yalan yere nitelendirmesiyle, “Şu helâldir, şu haramdır” demeyin. Böyle yapmakla Allah adına yalan uydurmuş olursunuz. Allah adına yalan uyduranlar ise asla kurtuluşa eremezler.
117. Böylelerinin dünyada elde edecekleri şey, çok az süreli bir menfaatten ibarettir. Âhirette ise kendilerini can yakıcı bir azap beklemektedir.
Haram
ve helâlleri tayin etme hakkı sadece Allah’a aittir. Bu sebeple ağızlarına geldiği
şekilde bir şeyin helâl veya haram olduğunu söylemeye cür’et eden herkes
Allah’ın hakkına tecavüz etmiş olur. Ancak liyakatli İslâm âlimleri Kur’an ve
sünnet muhtevası içinde içtihat ederek haram veya helâlliği hususunda nasslarda
açık hüküm bulunmayan meselelerin haram mı veya helâl mi olduğuna karar
verebilirler.
Haksız
ve liyakatsiz olarak haram ve helâli tayin etme yetkisini kendisinde görenler
ve buna yeltenenler iki sebepten ötürü Allah adına yalan uydurmuş olurlar:
› Böyle bir
kimse ya Kur’an ve sünneti esas almaksızın, kendisinin helâl ve haram
dediklerinin Allah tarafından da helâl ve haram kılındığını söyler.
› Veya Allah’ın
helâli ve haramı tayin etme yetkisinden vazgeçip insanları kendi hayatlarıyla
alakalı hükümler koymada serbest bıraktığını söylemek ister.
Her
iki iddia da Allah adına uydurulmuş bir yalan ve bir iftiradır. Bu şekilde,
ister haram ve helâlle, ister hayatın tüm alanlarıyla alakalı Allah’ın
hükümlerini hiçe sayarak yanlış yollara tevessül edenler, Cenâb-ı Hakk’ın
müsaadesiyle dünyada az bir zaman yer, içer, zevklenip avunabilirler. Fakat
onlar, âhirette pek acıklı bir azaptan kendilerini kurtaramayacaklardır.
Yiyecekler konusunda yahudilerle ilgili özel bir
duruma gelince:
118. Yahudilere, daha önce sana bildirdiğimiz bazı yiyecekleri haram kılmıştık. Böyle yapmakla biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.
Yahudilere,
zulüm ve taşkınlıkları sebebiyle haram kılınan yiyecekler En‘âm sûresi 146.
âyette şöyle beyân edilmiştir: “Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram
kılmıştık. Sığır ve koyunların sırt ve bağırsaklarına yapışmış yahut kemiğe
karışmış yağları dışındaki tüm iç yağlarını da onlara haram kılmıştır.
Azgınlıkları yüzünden biz onları böyle cezalandırdık…” (Ayrıca bk.
Nisâ/160-162)
Haber
verilen bu özel durum diğer insanlar için de bir uyarı özelliği taşımakla
birlikte, Allah’tan bağışlanma dileyip doğru yolu bulma fırsatının kesinlikle
kaçtığı anlamına gelmez. Bilakis hemen arkasından tevbe kapısının sonuna kadar
açık olduğu müjdesi yer almaktadır:
119. Ancak, hiç şüphesiz senin Rabbin, yaptığının günah olduğunu henüz bilmeden veya yanılıp da bir an nefsine mağlup olarak kötülük işleyen, sonra da çabucak bundan vazgeçip tevbe eden ve hallerini düzeltenlerin yanındadır. Doğrusu senin Rabbin, onların bu samimi tevbelerinden sonra elbette çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
“Kötülük”,
Allah ve Peygamberinin razı olmadığı, uygun görmediği her türlü inanç, söz,
fiil ve davranışlardır. Bunların başında küfür, şirk ve isyanlar gelir. Cenâb-ı
Hak, cehâletle; yani yaptıkları kötülüklerin kime karşı yapıldığını ve ne tür
vahim neticeler doğuracağını bilmeden, şehevî arzularına kapılıp düşünmeden
kötülük işleyenleri, tövbe edip hallerini düzelttikleri takdirde affedecek;
onlara mağfiret ve merhametiyle muamele edecektir. Demek ki kul, küfür ve şirk
de dâhil olmak üzere ne kadar günaha batmış olsa da sonsuz merhamet sahibi
Rabbimiz tevbe ve ümit kapısını daima açık tutmakta; onları imana, amel-i
sâlihe, hallerini ıslaha, tevbe ve istiğfara davet buyurmaktadır. Peşinden de,
Allah’ın sevdiği biçimdeki bir kulluğu arzulayan herkese numûne olması için Hz.
İbrâhim şahsında, kâmil bir mü’min şahsiyetinde bulunması gereken en mühim
vasıfları bildirmektedir:
120. Hiç şüphesiz İbrâhim başlı başına bir ümmet, kendisine uyulacak bir önder, Allah’a gönülden itaat eden ihlaslı bir kul ve dupduru tevhid inancına sahip bir müslümandı. O, hiçbir zaman müşriklerden olmadı.
121. O, Allah’ın nimetlerine dâimâ şükrederdi. Allah da onu seçti ve her bakımdan onu doğru bir yola iletti.
122. Biz İbrâhim’e dünyada iyilik ve güzellik verdik. Elbette o, âhirette de sâlih kullar arasında olacaktır.
123. Rasûlüm! Sonra sana da: “Selim bir kalp ve dupduru bir tevhid inancıyla İbrâhim’in tertemiz dinine uy!” diye vahyettik. O, hiçbir zaman müşriklerden olmadı.
Kur’ân-ı
Kerîm Hz. İbrâhim’i, doğru yolun, itaatin, şükretmenin ve Allah’a yönelmenin en
güzel bir numûnesi olarak takdim eder. Burada Hz. İbrâhim’in dört mühim ve
örnek vasfı daha zikredilir:
Birincisi;
اَلأمَّةُ (ümmet)tir. Ümmet, insanlardan belli
özellikleri sebebiyle bir araya gelmiş bulunan ve başka insanlara da önderlik
yapabilecek hususiyetlere sahip olan büyük bir grup demektir. İbrâhim (a.s.)’ın
bu vasıfla sıfatlanmasının iki önemli hikmeti vardır.
O, fazilet, fütüvvet ve kemal bakımından tam bir ümmet seviyesinde
idi.
O, zamanında İslâm dinini yaşayan ve temsil eden yegâne tek ümmet
gibiydi.
Çünkü
onun peygamberliği zamanında Allah’ın birliğine inanan kendisinden başka hiçbir
kimse yoktu. Allah onunla tevhidi diriltip bütün topluluklara ve dünyanın dört
bir yanına yaydı. Bu ifade aynı zamanda onun itaati, güzelliği, bereketi ve
iyiliğiyle tek başına bir ümmete denk olduğu anlamına gelebilir. Bununla
birlikte onun her türlü güzel hasletleri ve hayırlı amelleri kendisinde
toplaması sebebiyle her hususta kendisine uyulması gereken bir önder olduğunu
da ifade eder. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XIV, 315-316; Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân,
III, 69)
İkincisi;
اَلْقَانِتُ (kânit)tir. Kânit, Allah’a kulluk eden,
Allah’ın emirlerine titizlikle uyan, itaat eden, içten boyun eğen ve kulluk
yapan kimse demektir. Bu, bütün peygamberlerin ayrılmaz vasfıdır. Onların,
Allah’ın emrine en küçük bir şekilde karşı gelmeleri veya bu hususta en küçük
bir ihmalde bulunmaları mümkün değildir.
Üçüncüsü;
اَلْحَن۪يفُ (hanîf)tir: Hanîf; eğriliği bırakıp
doğrusuna giden; şirk, sapıklık ve bâtıldan uzak durup tevhîd dînine sımsıkı
sarılan kimse demektir. Hanîflik, İbrâhim (a.s.)’ın tebliğ ettiği dine isim
olmuştur. Bu dine tâbi olan kimseye de hanîf denilir ki, başka dinlerden, bâtıl
ilâhlardan kaçınıp yalnız bir olan Allah’a yönelen “müvahhid” mânasındadır. Hz.
İbrâhim, tek Allah’a inanan, Hakk’a yönelen ve ona doğruluk içinde kulluk eden
bir müslümandı. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi. Onun şirkle ve
müşriklerle hiçbir ilgisi yoktu. Kur’ân-ı Kerîm’de “hanîf” Hz. İbrâhim’in,
Peygamberimiz (s.a.s.)’in, diğer peygamberlerin, Ehl-i kitabın ve bütün
mü’minlerin vasfı olarak kullanılır (bk. Âl-i İmrân 3/67, 95; Beyyine 98/5).
Dördüncüsü;
اَلشَّاكِرُ (şâkir)dir. Şâkir, çok şükreden
anlamındadır. İbrâhim (a.s.), bütün peygamberler gibi Allah’ın nimetlerine
karşı şükrediciydi. O, sözleriyle Allah’ın nimetlerini inkâr eden ve
amelleriyle de bu nimetlere karşı nankörlük eden müşrikler gibi değildi. O,
kendisine lutfedilen bütün nimetlere en güzel şekilde şükretmeye çalışmıştı.
İbrâhim (a.s.)’ın şükrettiği büyük nimetlere gelince; öncelikle o, Allah’ın
seçkin bir kulu idi. Rabbi: “Vaktiyle Rabbi İbrâhim’i, birtakım emirlerle
imtihan etmiş, o da bunları harfiyyen yerine getirmişti. Bunun üzerine Rabbi
ona: «Seni insanlara önder yapacağım»” (Bakara 2/124) buyurarak onu
insanlığa rehber kılmak üzere peygamberliğe seçmişti. Yine onu doğrudan doğruya
Allah’a götüren hak dinde başarılı kılmıştı. اَلإجْتِبَاءُ
(ictiba) “seçme” karinesiyle anlaşıldığına göre, onun nâil olduğu bu ilâhî
hidâyetin sonucu, yalnız kendisinin doğru yolu bulmasıyla kalmayıp, halkı da
irşad olmuştur. İşte dünya küfür ve nankörlük içinde kıvranırken Hz. İbrâhim,
sahip olduğu nimetlerin şükrünü yerine getirmek üzere dosdoğru bir yolda
yürüyerek: “Rabbim! Beni ve zürriyetimi namazı dosdoğru kılanlardan eyle!
Rabbimiz dualarımızı kabul buyur!” (İbrâhim 14/40) duasıyla Allah için
tebliğ ve irşad hizmetine devam etti. Allah ona dünyada bir iyilik, güzel bir
hal, iyi ve güzel bir geçim, temiz bir
yaşayış ihsan etmiştir. Bütün insanlar arasında iyilikle anılacak şekilde
yüksek bir övgüye mazhar kılmıştır. Her din mensubu onu sever. Özellikle
müslümanlar “Allahım! İbrâhim üzerine rahmetini indirdiğin gibi, Allahım!
İbrâhim üzerine bereketini yağdırdığın gibi” diye her namazda anarlar.
Şüphesiz ki o, âhirette de sâlihler arasında yer alacaktır. “Rabbim! Bana
ilim ve hikmet ver; beni sâlihler kullarının arasına ilhak eyle! Bana gelecek
nesiller arasında doğrulukla ve hayırla anılmayı nasip et! Beni, içinde ebedî
nimetlerin kaynadığı cennetin vârislerinden kıl!” (Şuârâ 26/83-85) diye
yaptığı duasındaki gibi cennette yüksek derece sahiplerindendir. Bu sebeple
Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.)’e ve onun şahsında kıyamete kadar gelecek
bütün mü’minlere Hz. İbrâhim’in dupduru tevhid dinine uymalarını emretmektedir.
Kendilerini
Hz. İbrâhim’in neslinden sayan ve onunla övünen yahudilerin cumartesi yasağına gelince:
124. Cumartesi tatili ve ibâdeti, sadece o gün hakkında anlaşmazlığa düşen yahudilere emredilmişti. Şüphesiz ki Rabbin kıyâmet gününde, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda onların arasında en doğru hükmünü verecektir.
Bir
kısım azgınlık ve taşkınlıkları sebebiyle yahudilere hususi bir ceza olarak
Cumartesi günü çalışmamak ve sadece ibâdetle meşgul olmak farz kılınmıştı. Bu
yasağın Hz. İbrâhim ve onun diniyle bir alakası yoktu. Yahudilerin
anlaşmazlığı, cumartesinin tatil günü olmasında değil, o günde avlanıp
avlanmama hususunda olmuştur. (bk. A‘râf
7/163) Yahut anlaşmazlık yahudilerle hıristiyanlar arasında olabilir.
Çünkü yahudiler Cumartesinin Allah’ın dinlenme günü olduğunu kabul ederlerken,
hıristiyanlar pazarı dinlenme günü olarak kabul etmişlerdir. Hangisinin doğru
yaptığı, mahşer günü Allah’ın vereceği hükümle tam olarak anlaşılacaktır.
İnsanlar
arasındaki anlaşmazlıkların sona ermesi, bütün hükümleriyle gerçeğin ta kendisi
olan İslâm dininin öğrenilmesi ve yaşanmasıyla mümkün olacaktır. Öyleyse
Rasûlüm:
125. İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et. Bir mücâdeleye girmen gerektiğinde, söz ve davranışında dâimâ daha güzel olanı tercih et. Şüphe yok ki Rabbin, kendi yolundan sapanları çok iyi bilir. Doğru yolu bulanları da en iyi bilen O’dur.
Âyet-i
kerîmede söz konusu edilen “hikmet” ve “güzel öğüt”, insanları Allah’ın yoluna davette çok mühimdir.
Hikmet, kişinin tebliğ sırasında dikkatli ve basîretli olması, bunu körü körüne
yapmaması, doğru söz söyleyip yalandan ve başkalarını yanlışa sürüklemekten
sakınması, isâbetli karar vermesi ve anlattığı şeylerin kolayca kabul
edilmesini sağlayacak deliller serdetmesidir. Hikmet, muhâtabın zihin,
kabiliyet ve şartlarının göz önünde bulundurulmasını ve mesajın münâsib bir
şekilde takdim edilmesini gerektirir. Güzel öğüte gelince, muhatabı Sadece
mantıkî iknâ metotlarıyla değil, aynı zamanda duygularını da cezbederek
inandırmaya çalışmaktır. Tebliğde esas alınması gereken bu dikkat ve inceliği
daha iyi anlayabilmek için Resûlullah (s.a.s.)’in sergilediği şu emsalsiz örnek
davranışa bakmak yeterli olacaktır:
Sa‘d
ed-Delîl (r.a.) şöyle anlatıyor:
“Hicret
esnâsında Allah Resûlü (s.a.s.), Ebûbekir (r.a.) ile birlikte bize uğradı. O
sırada Ebûbekir’in bir kızı, kabîlemizde sütannesinde idi. Resûlullah (s.a.s.)
kısa yoldan Medine’ye varmak istiyordu. Biz kendisine:
«–Burası
Rekûbe geçidinin Gâir yoludur. Burada Eslem kabîlesinden المهانان (Mühânân) diye bilinen iki hırsız vardır. İsterseniz onların
üzerine biz varalım.» dedik. Peygamberimiz (a.s.):
«–Sen
bizi onların yanına götür!» buyurdu.
Bunun
üzerine yola koyulduk. Rekûbe yokuşunu çıkıp yanlarına vardık… Âlemlerin
Sultanı Efendimiz, onları yanına çağırıp yumuşak bir lisanla İslâm’ı anlattı ve
müslüman olmalarını istedi. Onlar da müslüman oldular. Allah Resûlü (s.a.s.)
isimlerini sorduğunda:
«–Biz
mühânân: hakîr görülen iki kişiyiz» dediler.
Resûlullah
(s.a.s.):
«–Bilâkis
siz, mükremân: şerefli iki kimsesiniz» buyurdu ve onları müjdeci olarak önden
Medine’ye gönderdi.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 74)
Âyette
geçen “Onlarla en güzel şekilde
mücadele et!” emri ise tebliğ vazifesini ciddi bir şekilde yerine
getirmeyi taleb etmektedir. Buna göre tebliğci, tatlı dille konuşmalı, kırıcı
olmaktan ve sert tavır takınmaktan uzak durmalıdır. Tebliğde şahsiyetli ve
vakarlı davranışlar sergilemeli; cezbedici, akla ve mantığa uygun fikirler öne
sürmeli ve muhatabını en güzel şekilde iknâ etmeye çalışmalıdır. Tebliğcinin
vazifesi anlatmak ve anlattıklarının faydalı şeyler olduğu husûsunda insanlara
emniyet telkin etmektir. Gerisi Allah’a kalmıştır. Bu mevzuyla alakalı olarak
diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Zulme batmış bulunduklarından dolayı
kendileriyle iyi münâsebet kurulması mümkün olmayanları dışında Ehl-i kitapla
en güzel yolla mücâdele edin. Onlara şöyle deyin: «Biz, bize indirilene de,
size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da tek olan
Allah’tır. Biz, yalnız O’na boyun eğen müslümanlarız.»” (Ankebût
29/46)
Yalnız
şunu gözardı eetmemek gerekir ki, İslâm’ı tebliğde örnek bir ahlâk ve duruş
sergilemek; af, sabır ve müsamahamızla gönülleri cezbetmek en temel
düsturlardan biridir. Bu sebeple şöyle buyruluyor:
126. Size yapılan bir kötülüğe karşılık verecekseniz, size yapılan muâmelenin aynısıyla mukâbele edin. Yok, eğer sabrederseniz, böyle davranmak, sabredenler için elbette daha hayırlıdır.
127. Rasûlüm! Sabret; şunu bil ki sabretmen de ancak Allah’ın yardımıyla olur. Dâvetini kabul etmiyorlar diye üzülme; kurmaya çalıştıkları tuzaklar sebebiyle de telâş edip sıkıntıya düşme.
Âyetlerin
şöyle bir hâdise üzerine indiği rivayet edilir:
Müşrikler
Uhud’u terk edip gittikten sonra Resûlullah (s.a.s.) öldürülenlerin yanına
gitti. Hoşuna gitmeyen bir manzarayla karşılaştı. Çok sevdiği amcası Hz.
Hamza’nın karnının yarılmış olduğunu, burnunun ve kulaklarının kesilmiş
olduğunu görünce şöyle dedi:
“Eğer
kadınlar üzülmeyecek, yahut benden sonra izlenecek bir yol olmayacak olsaydı,
Allah onu yırtıcı hayvanların ve kuşların karnından kıyamet gününde
dirilteceği vakte kadar o halde bırakırdım. Yemin ederim ki, onun yerine
müşriklerden yetmiş kişiye müsle yapacağım.”
Daha sonra bir örtü getirilmesini istedi,
onunla Hamza (r.a.)’ın yüzünü örttü, ayakları dışarıda kaldı. Resûlullah
(s.a.s.), bu örtüyle yüzünü kapattı, ayaklarının üzerine de izhir otu koydu.
Sonra onu öne geçirerek üzerinde on defa tekbir getirdi. Daha sonra şehitler
birer birer getirilip cenaze namazları kılınmak üzere konuluyordu. Hz. Hamza
ise konduğu yerde duruyordu. Böylece Hz. Hamza’nın üzerine yetmiş defa cenâze
namazı kılmış oldu. Çünkü Uhud’da şehit edilenlerin sayısı yetmiş idi.
Şehitlerin defnedilme işi bitirildikten sonra bu âyetler nâzil oldu. Allah
Resûlü (s.a.s.) sabretti ve kimseye müsle yapmadı. (Dârekutnî, IV, 118)
Allah
Teâlâ buyuruyor:
“Fakat
aşırı gitmek yasaktır. Çünkü kötülüğün karşılığı, ona denk bir cezadır. Bununla
beraber kim affeder ve böylece düşmanlığı sona erdirip barışı sağlarsa, onun
mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zâlimleri hiç sevmez.” (Şûrâ 42/40)
Bir
kimse Hak dostlarından birinin yanında zâlim Haccâc’a, zulmü sebebiyle hakâret
etmişti. Hak dostu ona şu dersi verdi:
“–Ona
hakârette o kadar ileri gitme! Zira Cenâb-ı Hak, malına ve canına kıydığı
kimselerden dolayı Haccâc’a ceza verecektir. Fakat iş bu kadarla kalmaz. Sonra
Cenâb-ı Hak, Haccâc’ın hakkını alarak onun haysiyetine tecâvüz edenlere de cezalarını
verir.”
Yâni
bir kul zulme uğrar, sonra kendisine zulmedene o kadar hakâret eder ve kötü
şeyler söyler ki, zâlimin günahı seviyesine çıkar. Hattâ daha da ileri gittiği
için zâlimin ondan alacağı olur ve bu sebeple mazluma kısas yapılır.
Demek
ki, kötülüğe misliyle karşılık vermek adâlet, kötülüğü sabırla karşılayıp
yapanı affetmek ise büyük bir fazilettir. Bu âyetler, Resûlullah (s.a.s.)’in
şahsında bütün mü’minlere dâimâ itidalle ve faziletle hareket etmeyi, sabırlı
olmayı, iyi ve güzel davranmayı öğütlemektedir. Şâirin terennümüyle:
“Bir
gün olur dâğ-ı derûn şûledâr olur
Sabreyleyen
belâ-yı gama kâmkâr olur.” (Âsaf, Ahmet İzzet Paşa zâde Süleyman)
“Elbette
bir gün bu gönül yarası iyileşir. Gam ve keder gibi belâlara karşı sabır ve
metânetle karşı koyan insan murâdına erer”:
128. Çünkü Allah, gönülleri kendisine saygı ve sevgiyle dopdolu olup buyruklarına karşı gelmekten sakınanlarla ve dâimâ iyilik edip işini güzel yapanlarla beraberdir.
Kulun
ulaşabileceği en yüksek derece Allah’ın beraberliğine erişmektir. Allah’ın
kuluyla beraber oluşu, rahmeti, ihsanı ve onlara lütfettiği manevî mertebeler
iledir. Burada bunun iki şartı haber verilir: Takvâ sahibi olmak ve iyilik
yapmak. Âyetteki, “takvâ sahipleri” ifadesi, Allah’ın emirlerine saygı
göstermeye ve itikâdî, kavlî, fiilî her türlü haram ve mekruhlardan uzak
durmaya işaret eder. “Muhsinler” ifadesi de, Allah’ın mahlûkatına karşı
olabildiği kadar iyilikle, ihsanla, şefkat ve merhametle davranmaya işaret
eder. Buna göre insanın saadet ve selâmetinin bu iki şeyde, yani اَلتَّعْظ۪يمُ لِأمْرِ اللّٰهِ وَ الشَّفَقَةُ عَلٰي خَلْقِ
اللّٰهِ (et-tâzimu li emrillâh, eş-şefakatu alâ halkillâh) “Allah’ın
emirlerine tâzim ve saygı ve mahlukâta şefkatle muamele etmek”te olduğu
anlaşılır. Âlimler bunu: “En mükemmel yol, Hak nezdinde doğru olmak, halk
nezdinde de güzel huylu olmaktır” diye ifade ederler.
Herim
b. Hayyân’a ölümü yaklaştığında, “Vasiyet et” diye söylendi. O: “Vasiyet ancak
maldan yapılır. Benim ise malım yok ki ondan vasiyet edeyim. Fakat ben size,
Nahl Sûresi’nin sonunu okuyup anlamanızı ve gereğini yapmanızı vasiyet ederim”
demiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XX, 115)
Bu
sebepledir ki bu âyet, güzel bir anane hâlinde Cuma hutbelerinde okunarak, dinî
ve ahlâkî muhtevâsı her hafta minberden müslümanlara hatırlatılmaktadır.
Şimdi
ise, Allah Teâlâ’ya karşı gerektiği gibi korku ve saygıyla dopdolu olup her
haliyle tam bir ihsan kıvamında kulluk yapan Resûlullah (s.a.s.)’e Cenâb-ı
Hakk’ın yakınlığını örnek vermek ve Peygamberimiz (s.a.s.)’e inanmamakta
direten İsrâiloğulları’nı gelecekte bekleyen süprizleri bildirmek üzere İsrâ
sûresi başlıyor:
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...
Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...
"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...
Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...
Enbiya suresinin 37. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 37. Ayet Arapça: خُلِقَ الْاِنْسَانُ مِنْ عَجَلٍۜ سَاُر۪يكُمْ اٰيَات۪ي فَلَا تَسْتَعْجِ ...
Saff sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 14 âyettir. İsmini, 4. ayetinde geçen صَفًّا (saffen) kelimesinden alır. Sûrenin “İsa” ve اَلْحَوَارِيُّونَ (Hav ...