İsrâ sûresi Mekke’de inmiştir. 111 âyettir. Sûre ismini, birinci âyette geçen ve “gece yürütmek” mânasına gelen اَلإسْرَاءُ (isrâ) kelimesinden alır. Bu kelime, Resûlullah (s.a.s.)’in Mirâç gecesi Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya geceleyin götürülmesini beyân eder. Sûrenin bundan başka Allah’ı bütün noksan sıfatlardan tenzîh ederek başlaması sebebiyle سُبْحَانَ (Sübhân) ve İsrâiloğulları’nın iki defa sürgün edilmelerinden bahsetmesi sebebiyle de بَن۪يۤ اِسْرَاۤء۪يلَ (Benî İsrâîl) gibi isimleri vardır. Mushaf tertîbine göre 17, nüzûl sırasına göre 50. sûredir.
İsrâ sûresi ağırlıklı olarak Resûlullah (s.a.s.)’in İsrâ mûcizesinden ve Miraç gecesi Efendimize verilmiş olup İslâm’ın esasını teşkil eden bir kısım dinî ve ahlâkî tâlimatlardan bahseder. Bununla birlikte İsrâiloğulları’nın fıtratı ve isyan edip fitne çıkarmaları sebebiyle iki defa sürgüne gönderilmeleri; Yüce Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretine dair deliller; Peygamber Efendimizin risâleti, Kur’ân-ı Kerîm’in mûcize oluşu ve bir kısım hususiyetleri üzerinde durulur. Sûrenin muhtevâsına uygun bir tarzda Hz. Âdem ile İblîs ve Hz. Mûsâ ile Firavun kıssalarından kısa kısa kesitler sunulur. Ayrıca mü’minlerin ve kâfirlerin âhiretteki durumları beyân edilir. Son olarak da tekrar Kur’ân-ı Kerîm’in, ona tâzimin, namazın, dua ve hamdin ehemmiyeti dikkatlere arz edilir.
Mushaftaki sıralamada on yedinci, iniş sırasına göre ellinci sûredir. Kasas sûresinden sonra, Yûnus sûresinden önce Mekke döneminde inmiştir. 26, 32-33, 60, 73-74, 80, 107-111. âyetlerle diğer bazılarının Medine’de indiği yolunda değişik rivayetler varsa da, büyük ihtimalle tamamı Mekke’de nâzil olmuştur. İbn Âşûr, bu rivayetlerin, söz konusu âyetlerin içerdiği hükümlerin Medine dönemindekilerin muhtevasını hatırlatmasından ileri gelmiş olabileceğini, fakat bunun sağlam bir gerekçe olmadığını ifade eder (XV, 6).
Hz. Aişe’nin bildirdiğine göre, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in her gece İsrâ sûresiyle Zümer sûresini okur, bunları okumadan uyumazdı. (Tirmizî, Deavât 22)
Abdullah b. Mesud (r.a.) İsrâ, Kehf ve Meryem sûreleri hakkında şöyle derdi: “Bu sûreler ilk inen sûrelerdendir ve bunlar benim ilk öğrendiğim sûreler arasında yer alır.” (Buhârî, Tefsir 17)
1. Kulu Muhammed’i bir gece Mescid-i Haram’dan alıp Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah her türlü kusurdan ve ortaktan uzaktır. O Mescid-i Aksâ ki biz onun etrafını bereketli kıldık ve bu gece yolculuğunu o seçkin kula büyük işaret ve delillerimizden bir kısmını gösterelim diye yaptırdık. Şüphesiz ki O, evet O, her şeyi hakkıyla işiten, kemâliyle görendir.
Resûlullah
(s.a.s.) Efendimiz’in hayatında gerçekleşen önemli mûcizelerden ve hârikulâde olaylardan
biri, birbirini tâkip eden safhalar halinde meydana gelen “İsrâ” ve “Miraç”tır.
Burada hâdisenin İsrâ kısmı, Necm sûresinde ise Miraç kısmı anlatılır.
“İsrâ”,
bütün noksan sıfatlardan pak ve uzak olan Allah Teâlâ’nın, kendisine bir takım
ilâhî hakîkatleri, delilleri ve ibretli olayları göstermek üzere kulu Hz.
Muhammed (s.a.s.)’i bir gece Mekke’deki Mescid-i Haram’dan alarak Kudüs’teki
Mescid-i Aksâ’ya götürmesidir.
Âyet-i
kerîme سُبْحَانَ (sübhân) diye
başlayarak, kuluna bu ikramda bulunan Yüce Yaratıcı’nın, yaratıklara ait olan
her türlü noksanlıktan, eksiklikten, âcizlikten uzak olduğuna, bu mûcizevî
yolculuğu Habibi’ne sadece katından bir lutuf olarak yaptırdığına işaret eder.
Mescid-i Aksâ’nın “etrafının mübârek kılınması” ise hem maddî hem de manevî
yöndendir. Cenâb-ı Hak o bölgeleri coğrafi olarak münbit, verimli ve bereketli
kılmıştır. Orada ırmaklar akmakta ve her türlü ürün bol bol yetişmektedir.
İkinci olarak Hz. İbrâhim’den Hz. İsa’ya kadar pek çok peygamber bu bölgelerde
vazife yapmış, çoğu burada vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir. Nihayet Resûlullah
(s.a.s.)’in mûcizevî bir yolla buraya getirilmesi ve buranın bir müddet müslümanların
kıblesi olması bu mübârek yerin manen de ne kadar feyizli, bereketli ve
mukaddes bir mekan olduğunu gösterir.
“Miraç”
ise Allah Resûlü (s.a.s.)’in Mescid-i Aksa’dan Cebrâil (a.s.) tarafından
alınarak mânevî bir binekle göklere çıkarılması, yedi kat semâyı geçerek
yanında “Cennetü’l-Me’vâ”nın bulunduğu Sidre-i Müntehâ’ya ulaşması, Rabbinin
huzuruna varması ve orada Allah’ın büyük işaret ve delillerini görmesi
hâdisesidir. (bk. Necm 53/ 6-18)[1]
Şunu
belirtelim ki, İsrâ ve Miraç, Cenâb-ı Hakk’ın kulu ve Resûlü Hz. Muhammed (s.a.s.)’e
büyük bir ikramıdır. Şüphesiz bunun gerçekleşmesine sebep olan bir takım zahiri
şartlar vardır. Efendimiz, Mekke döneminde son derece çile ve ıstırap dolu bir
tebliğ hayatı yaşamıştı. Câhiliye küfrü, inadı ve ısrarı içinde yalçın kayalar
gibi sertleşmiş kalplere tesir edebilmek, suyla mermerleri delmekten daha zor
bir durumdu. Efendimiz bu zor işi başarmaya çalışıyordu. Senelerce gece gündüz
demeden çabalamasına rağmen alınan mesafe pek de iç açıcı değildi. Tam bu
sırada kendisine maddeten ve mânen destek veren pek değerli hanımı ve can dostu
Hatice (r.a.)’yı ve amcası Ebu Talib’i kaybetti. Belki bir sığınak, bir destek
bulurum ümidiyle gittiği Tâif’ten kovularak, taşlanarak, mübârek bedenleri
yaralanmış ve ayakları kan içinde kalmış halde döndü. Hâsılı dünyevî
desteklerin bir bir yok oluşu, zâhiren acizliğin ve çaresizliğin son noktaya
gelişi, bâtınen ilâhî lutuf, ikram ve yardımın en yüksek seviyede tecellî
etmesine sebep olmuştur. Bu vesileyle, “Büyük fetihler, hep büyük çilelerden
sonra gerçekleşmiştir” sözü tarih sayfalarına altın harflerle kaydedilmiştir.
Konuyla
ilgili âyet-i kerîmelerde de işaret edildiği üzere Allah Resûlü (s.a.s.)
Mirâc’ta bir kısım deliller, ibretli ve hârikulâde olaylar, Allah’ın mülk ve saltanatının
ihtişâmından, ancak müşâhede yoluyla ulaşılabilecek büyük âyetler görmüştür.
İbn
Abbas (r.a.)’dan gelen rivayete göre Resûl-i Ekrem (s.a.s.):“Ben, yüce
Rabbimi gördüm!” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 285;
Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 78)
Müfessirler bunu, “Peygamberimiz, kalb gözüyle Allah’ı gördü” şeklinde izah
ederler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXVII, 63) Bir başka rivayette
Peygamber Efendimiz’in, “Rabbini gördün mü?” sorusuna “Bir nûr gördüm!”
diye cevap verdiği nakledilir. (Müslim, Îman 292)
Bir
hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “Miraç gecesi göğe
yükseltildim. Öyle bir makâma çıktım ki, orada kalemlerin gıcırtılarını
duyuyordum.” (Buhârî, Salât 1) Yâni Allah Resûlü (s.a.s.) öyle bir yüksek seviyeye
çıkarıldı ki, orada kâinatın mukadderâtını yazan kalemlerin seslerini
işitiyor, akıl ve idrâk ötesi gerçekleri görüyordu.
Habîb-i
Ekrem (s.a.s.) o gece cemâli, celâli, izzeti, kibriyâsı, şânı, şerefi ve
yüceliği bakımından hiçbir şeyin Allah Teâlâ gibi olmadığını yakînen görmüştür.
Yine nübüvveti, risâleti, hâlinin güzelliği ve rütbesinin yüceliği bakımından varlıklar
içerisinde hiçbir kimsenin kendisi gibi olmadığını da görmüştür. (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât,
II, 180)
Peygamberimiz
(s.a.s.)’ın haber verdiği şu manzaralar ise, o gece gördüğü dehşetli olaylardan
bazı ipuçları mesabesindedir:
Efendimiz
(a.s.), Mîraç’ta bir topluluğa uğrar ve onların dudaklarının deve dudağı gibi
olduğunu görür. Birtakım vazîfeli memurlar da onların dudaklarını kesip ağızlarına
taş koymaktadır. Peygamberimiz:“Ey Cebrâil! Bunlar kimlerdir?” diye
sorunca, Cebrâil (a.s.): “Bunlar, yetimlerin mallarını haksızlıkla
yiyenlerdir!” buyurur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XV, 18-19)
Sonra
Resûlullah (s.a.s.) başka bir topluluğa rastlar. Onlar da bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini
tırmalamaktadırlar:
“Ey Cebrâil! Bunlar
kimlerdir?” diye sorunca, Cebrâil
(a.s.): “Bunlar, gıybet etmek sûretiyle insanların etlerini yiyenler, onların
şeref ve nâmuslarıyla oynayanlardır” cevâbını verir. (Ebû Dâvûd,
Edeb 35/4878)
Peygamberimiz
(s.a.s.) orada ayrıca zinakârları leş yiyen bedbahtlar olarak; faiz yiyenleri,
karınları iyice şişmiş ve şeytan çarpmış rezil bir vaziyette; zinâ edip
çocuklarını öldüren kadınları da, bir kısmını göğüslerinden, bir kısmını baş
aşağı asılı hüsrâna dûçâr olmuş bir hâlde görür. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
XV, 18-19)
Allah
Resûlü (s.a.s.), bu kadar büyük ve ibretli hâdiseleri temaşa ettiği Miraç’tan
ümmetine üç büyük hediye getirmiştir. Bunların biri mü’minin miracı olan günde
beş vakit namazdır. Namazın Efendimiz’e Mîraç’ta doğrudan doğruya vasıtasız
emredilmesi, onun ibâdetler içinde apayrı bir önem taşıdığını göstermeye yeter.
İkincisi bize Rabbimize nasıl dua edeceğimizi öğreten ve toplumumuzda اٰمَنَ الرَّسُولُ (Âmenerresûlü) olarak bilinen Bakara
sûresinin son iki âyetidir. Üçüncüsü ümmetinden şirke düşmeyenlerin büyük
günahlarının affedileceği müjdesidir.
(bk. Müslim, İman 279)
Mirac
olayı, kulun gerçekleştirebileceği mânevî yükselişin ancak nefsi temizleyerek,
tesirini en asgari seviyeye indirerek ve kalbe sâfiyet kazandırarak mümkün
olabileceğini göstermektedir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz, Mirac’a çıkmadan
önce melekler tarafından kalbi temizlenmiştir. (bk. Buhârî, Tevhid 37; Müslim,
İman 260-264) İçinde ilâhî nurdan başka bir şeye yer kalmamıştır. Dolayısıyla
kalp, kesâfetten kurtulup ilâhî nurlarla dolunca, ilâhî esrâr tecellîlerinin
gönlü sarmaya başlayacağında şüphe yoktur. İşte Mîraç ile insânî tekâmülün
varabileceği ve ruhun yükselebileceği son nokta gösterilmiş, diğer bir ifadeyle
insanın mânevî yükseliş sınırlarının ne olduğu açıklanmıştır.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’e böyle büyük bir lutufta bulunan Allah Teâlâ, daha önceki peygamberlere de çeşitli ihsanlarda bulunmuştur. Bunlardan biri de Hz. Mûsâ’dır:
[1] İsrâ
ve Miraç konusunun hadislerde anlatılan tafsilâtı için bk. Buhârî, Bed’u’l-Halk
6; Tevhid 37; Müslim, İman 259, 263, 264, 278; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
III, 148-149; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I,
64-78.
2. Mûsâ’ya kitabı verdik ve o kitabı İsrâiloğulları’na doğru yolu gösteren bir rehber yaptık. Bununla onlardan istediğimiz şuydu: “Benden başka işlerinizi havale edeceğiniz ve kendisine güvenip dayanacağınız bir mercî edinmeyin!”
3. Ey Nûh ile beraber gemide taşıdığımız kimselerin nesilleri! Şüphesiz Nûh, çok şükredici bir kuldu; siz de onun gibi olun!
Mirac’ın
zikrinden sonra İsrâiloğulları’yla ilgili hâdiselere geçilmesinin sebebi, İsrâiloğulları’nın
kaderiyle diğer bütün milletlerin tarihi arasında derin bir münâsebet
bulunmasındandır. İsrâiloğullarının tarihi, bu milletin tarih sahnesine çıkışı,
yükselişi, tekrar düşüp tekrar yükselişiyle bütün milletlere bir örnek teşkil
eder. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm onlara sık sık atıfta bulunur.
Musâ (a.s.)’a verilen kitap, Tevrat’tır. Hz. Mûsâ
Tûr dağında kırk gün ciddi bir riyâzâta tâbi tutulduktan sonra Tevrât kendisine
bir defada verilmiştir. Cenâb-ı Hak Tevrât’ı, içindeki ilâhî emirlerle amel
edip yasaklardan kaçınarak doğru yolu bulmaları için İsrâiloğulları’na bir
rehber kılmıştır. Tevrat’ın asıl mesajı: “Allah’tan başka birini vekîl
edinmemek, Allah’tan başkasını güvenilip dayanılacak bir rab olarak kabul
etmemek, sadece Allah’a kulluk ederek O’na güvenip dayanmaktır.” Diğer taraftan
insanlık, Âdem (a.s.)’dan sonra tufanda Hz. Nûh’la birlikte gemiye binen sayılı
birkaç mü’minin neslinden çoğalıp gelmiştir. Dolayısıyla burada tüm insanlık
âlemine asılları ve geldikleri yollar hatırlatılarak, ataları Hz. Nûh gibi
onların da Allah’ın her türlü nimetine şükretmeleri istenir.
3.
âyette Nûh (a.s.)’ın bir vasfı olarak zikredilen اَلشَّكُورُ
(şekûr), çok şükreden, şükrü çok olan kimse demektir. Şekûr olan malıyla
şükreder; ilerisi için hiçbir şey biriktirmeyerek onu Allah yolunda seve seve
harcar. Nefsiyle şükreder; onu daimâ Allah’a taat yolunda kullanır, bir an olsun
taat ve hizmetin dışında başka bir şeyle meşgul etmez. Kalbiyle şükreder;
onunla Allah’ı zikretmediği bir an olmaz. İşte Hz. Nûh bu konuda gelecek
nesillere güzel bir numûne olmuştur. O dâimâ Rabbine şükreder, kavminden
gördüğü sıkıntılara da sabrederdi. 950 sene hep böyle devam etti. O’nun şükrüyle
ilgili olarak şu bilgiler rivayet edilir:
Hz.
Nûh bir şey yediğinde:
اَلْحَمْدُ لِلَّٰهِ
الَّذ۪ى اَطْعَمَن۪ى وَلَوْ شَاءَ اَجَاعَن۪ى
(Elhamdulillâhillezî
et‘amenî velev şâe ecâ‘anî)
“Beni doyuran Allah’a hamdolsun. Dileseydi beni aç bırakırdı.”
Bir
şey içtiğinde:
اَلْحَمْدُ لِلَّٰهِ
الَّذ۪ى سَقَان۪ى وَلَوْ شَاءَ اَظْمَأَن۪ى
(Elhamdulillâhillezî
sekānî velev şâe ezmeenî)
“Beni içiren Allah’a hamdolsun. Dileseydi beni susuz bırakırdı.”
Bir
şey giydiğinde:
اَلْحَمْدُ لِلَّٰهِ
الَّذ۪ى كَسَان۪ى وَلَوْ شَاءَ جَرَدَن۪ى
(Elhamdulillâhillezî
kesânî velev şâe ceredenî)
“Beni giydiren Allah’a hamdolsun. Dileseydi beni çıplak
bırakırdı.”
Büyük
abdestten sonra:
اَلْحَمْدُ لِلَّٰهِ
الَّذ۪ى أَخْرَجَ عَنّ۪ى أَذَاهُ فِى عَافِيَةٍ وَلَوْ شَاءَ حَبَسَهُ
(Elhamdulillâhillezî
ehrece ‘annî ezâhu fî ‘âfiyetin velev şâe hebesehû)
“Afiyet vererek benden ezayı gideren Allah’a hamdolsun. Dileseydi
bunu hapsedip tutardı” derdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XV, 27)
Burada
İsrâiloğulları’nın Hz. Nûh’un yanında bulunan ve tufan felâketinden kurtarılmış
mü’minlerle irtibatlandırılması, ayrıca Nûh (a.s.)’ın şükredici bir kul olarak
zikredilmesi, İsrâiloğullarına bir hatırlatma, bir ikaz içindir. Bu şekilde
onlara, herhangi bir felakete maruz kalmamak için şükredici olmaları,
imanlarında sebat etmeleri, Allah’ın indirdiği kitaba sımsıkı sarılmaları
tavsiye edilmektedir. Ancak onların bu ilâhî ikaz ve hatırlatmalara pek de aldıırş
etmedikleri görülür:
4. Biz İsrâiloğulları’na kitapta şunu bildirdik: Doğrusu siz yeryüzünde iki kez bozgunculuk çıkaracak ve gerçekten büyük bir taşkınlıkla büyüklenip azacaksınız.
5. Nitekim ilk bozgunculuk ve büyüklenmenizin karşılığını görme vakti geldiğinde, çok güçlü, savaşçı, acımasız kullarımızı üzerinize musallat ettik. Onlar da sizi yakalayıp öldürebilmek için evlerinizin içine varıncaya kadar her tarafı didik didik aradılar. Bu, kesinlikle yerine getirilmesi gereken bir sözdü.
İsrâiloğulları
hakkında hükmün yazıldığı kitap, bütün ilâhî kitapların da kaynağı mahiyetinde
olmuş ve olacak her şeyin içine kaydedildiği Levh-i Mahfûz olabilir.
İsrâiloğulları,
yaşadıkları bölgede yaptıkları büyük fesatlar neticesinde bir takım musibetlere
mâruz kalmışlardır. Söz konusu edilen fesat ve ona mukabil verilen cezaların,
bu âyetlerde önemli olan ikisine işaret edilmektedir. Hem Tevrat ve İncil’de,
hem de tarihi kaynaklarda bunlarla ilgili ayrıntılı bilgiler verilir. Kısaca
belirtmek gerekirse bu iki felaketten kastın şu hâdiseler olduğu söylenebilir:
Onların
mâruz kaldıkları ilk felaket M. Ö. 598’de Babil kralı Buhtunnasr’ın
istilasıdır. O Kudüs’ü ve Beyt-i Makdis’i yerle bir etti. İsrâiloğulları’nı
Filistin’den sürüp çeşitli ülkelere dağıttı. Bir kısmını da Babil’e götürdü.
Onlara verilen ilk ceza budur. İsrâiloğulları’nın bu felakete uğramalarının
sebebi olarak Hz. Zekeriya’yı öldürmeleri ve Ermiyâ’yı hapsetmeleri zikredilir.
M.Ö. 529’da Pers kralı Hüsrev Babil’i alınca İsrâiloğulları’na Kudüs’e dönme ve
mâbedi inşa etme izni verdi. Daha sonra Ezra, kaybolan Tevrat’ı yeniden
derledi. Dini ıslahat yapıldı. M. Ö. dördüncü yüzyılda Yunan işgalinden sonra,
M. Ö. ikinci yüzyıl sonunda dinî bir canlanma ile Makkabiler devletini
kurdular. Tekrar bir çürüme ve tefrika, Romalıların M. Ö. 63’de Filistini işgal
etmeleriyle sonuçlandı. Manevî çöküşleri daha da arttı. M. S. 70’de Romalı
Titus Kudüs’ü alıp yahudileri kılıçtan geçirdi. Beyt-i Makdis’i yaktı yıktı.
Âyette bildirilen ikinci felaket de bu olabilir. Bu felâketin sebebi olarak da
Hz. Yahyâ’yı öldürmeleri veya Hz. İsa’yı öldürmeye teşebbüs etmeleri
zikredilir. (bk. Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 79-92)
İkinci
ceza için bir de şu ihtimal vardır. Siyonizm, Batının süper güçlerinin desteğiyle
İsrâil devletini 1948’de kurdu. Üç milyon kadar Filistinli müslümanı
yurtlarından kovup, altmış yıldan beri İslâm dünyasını kana ve ateşe verdi.
Dolayısıyla bu âyet, mazlum müslümanların haklarını alıp vatanlarına
kavuşacaklarına da işaret olabilir. Buharî’de geçen şu hadis-i şerif konuya
ışık tutmaktadır:
“Müslümanlarla yahudiler arasında kanlı bir savaş olmadıkça
kıyamet kopmaz. müslümanlar onları kırıp mahvedecek. Hatta yahudi taşın, ağacın
arkasına saklanacak, bunun üzerine o taş, o ağaç dile gelerek yahudiyi
kovalayan kimseye: «Ey müslüman!, Şu arkamda bir yahudi var, gel onu da öldür!»
diyecektir.” (Buhârî, Cihad 94; Müslim, Fiten 82)
İster
yahudi ister başka din ve ırktan insanlar olsun Yüce Allah onlara kurtuluş yolu
olarak son Peygamber’e iman ve itaati göstererek şöyle buyuruyor:
6. Aradan zaman geçti, o istilâcılara karşı size tekrar gâlibiyet ve zafer verdik, servet ve oğullarla gücünüzü artırdık ve toplum olarak sayınızı daha da çoğalttık.
7. Eğer iyilik yaparsanız kendinize iyilik yapmış olursunuz; eğer kötülük ederseniz yine kendinize kötülük etmiş olursunuz. Artık ikinci defaki bozgunculuk ve büyüklenmenizin cezalandırma vakti gelince, onurunuzu çiğnemeleri, öncekilerin girdikleri gibi Beyt-i Makdis’e girmeleri ve ellerine geçirdikleri her şeyi yakıp yıkmaları için yine bir takım düşmanları başınıza musallat ederiz.
İsrâiloğulları
hakkında hükmün yazıldığı kitap, bütün ilâhî kitapların da kaynağı mahiyetinde
olmuş ve olacak her şeyin içine kaydedildiği Levh-i Mahfûz olabilir.
İsrâiloğulları,
yaşadıkları bölgede yaptıkları büyük fesatlar neticesinde bir takım musibetlere
mâruz kalmışlardır. Söz konusu edilen fesat ve ona mukabil verilen cezaların,
bu âyetlerde önemli olan ikisine işaret edilmektedir. Hem Tevrat ve İncil’de,
hem de tarihi kaynaklarda bunlarla ilgili ayrıntılı bilgiler verilir. Kısaca
belirtmek gerekirse bu iki felaketten kastın şu hâdiseler olduğu söylenebilir:
Onların
mâruz kaldıkları ilk felaket M. Ö. 598’de Babil kralı Buhtunnasr’ın
istilasıdır. O Kudüs’ü ve Beyt-i Makdis’i yerle bir etti. İsrâiloğulları’nı
Filistin’den sürüp çeşitli ülkelere dağıttı. Bir kısmını da Babil’e götürdü.
Onlara verilen ilk ceza budur. İsrâiloğulları’nın bu felakete uğramalarının
sebebi olarak Hz. Zekeriya’yı öldürmeleri ve Ermiyâ’yı hapsetmeleri zikredilir.
M.Ö. 529’da Pers kralı Hüsrev Babil’i alınca İsrâiloğulları’na Kudüs’e dönme ve
mâbedi inşa etme izni verdi. Daha sonra Ezra, kaybolan Tevrat’ı yeniden
derledi. Dini ıslahat yapıldı. M. Ö. dördüncü yüzyılda Yunan işgalinden sonra,
M. Ö. ikinci yüzyıl sonunda dinî bir canlanma ile Makkabiler devletini
kurdular. Tekrar bir çürüme ve tefrika, Romalıların M. Ö. 63’de Filistini işgal
etmeleriyle sonuçlandı. Manevî çöküşleri daha da arttı. M. S. 70’de Romalı
Titus Kudüs’ü alıp yahudileri kılıçtan geçirdi. Beyt-i Makdis’i yaktı yıktı.
Âyette bildirilen ikinci felaket de bu olabilir. Bu felâketin sebebi olarak da
Hz. Yahyâ’yı öldürmeleri veya Hz. İsa’yı öldürmeye teşebbüs etmeleri
zikredilir. (bk. Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 79-92)
İkinci
ceza için bir de şu ihtimal vardır. Siyonizm, Batının süper güçlerinin desteğiyle
İsrâil devletini 1948’de kurdu. Üç milyon kadar Filistinli müslümanı
yurtlarından kovup, altmış yıldan beri İslâm dünyasını kana ve ateşe verdi.
Dolayısıyla bu âyet, mazlum müslümanların haklarını alıp vatanlarına
kavuşacaklarına da işaret olabilir. Buharî’de geçen şu hadis-i şerif konuya
ışık tutmaktadır:
“Müslümanlarla yahudiler arasında kanlı bir savaş olmadıkça
kıyamet kopmaz. müslümanlar onları kırıp mahvedecek. Hatta yahudi taşın, ağacın
arkasına saklanacak, bunun üzerine o taş, o ağaç dile gelerek yahudiyi
kovalayan kimseye: «Ey müslüman!, Şu arkamda bir yahudi var, gel onu da öldür!»
diyecektir.” (Buhârî, Cihad 94; Müslim, Fiten 82)
İster
yahudi ister başka din ve ırktan insanlar olsun Yüce Allah onlara kurtuluş yolu
olarak son Peygamber’e iman ve itaati göstererek şöyle buyuruyor:
8. Eğer son Peygamber’e inanırsanız, umulur ki Rabbiniz size merhamet eder. Fakat tekrar bozgunculuk ve büyüklenmeye dönerseniz, biz de sizi cezalandırmaya döneriz. Unutmayın ki biz, cehennemi kâfirler için bir zindan yapmışızdır.
Buradaki
hitap hem Resûlullah (s.a.s.) döneminde yaşayan yahudilere, hem de onlar
üzerinden İslâm’a açıktan cephe almış bulunan müşrikleredir. yahudiler,
atalarının başına gelen musibetlerden ibret almaya, Allah Resûlü (s.a.s.)
karşısındaki konumlarını gözden geçirerek aynı felaketlere maruz kalmamak için
dikkatli davranmaya davet edilirken; müşriklere de inkârlarından vazgeçtikleri
takdirde Allah’ın rahmetine erecekleri bildirilir. gerek yahudiler gerek
müşrikler olsun küfür ve isyandan vazgeçmedikleri takdirde ise ateşten ebedi
bir zindan olan cehennemle uyarılmaktadırlar.
Fakat
Medine döneminde yahudiler, Kur’an’ın bu davetine menfi cevap verdiler, kin ve
hasetleri sebebiyle Allah Resûlü (s.av)’i yalanladılar, Efendimiz (s.a.s.) ile
anlaşma yapmalarına rağmen anlaşmayı bozup müslümanlar aleyhine Mekke’li
müşriklerle işbirliği yaptılar. Cenâb-ı Hak da Nadir, Kurayza ve Kaynuka yahudilerine
bu dünyada layık oldukları cezayı verdi.
Şâir
Bahrî şöyle der:
“Hak, kulundan intikâmın yine abd ile alır.”
Dünyada
inkâr, bozgunculuk, büyüklenme ve bunların sonucu olan felaketlerden, âhirette
de cehennem zindanından kurtuluş yolu son Peygamber’e imanla birlikte onun
getirdiği Kur’an’a sımsıkı sarılmaktır:
9. Hiç şüphesiz bu Kur’an, insanları her hususta en doğru yola, en sağlam ve en isabetli tutuma iletir. Sâlih ameller yapan mü’minlere, kendilerini çok büyük bir mükâfatın beklediğini müjdeler.
10. Âhirete inanmayanlar için ise, can yakıcı bir azap hazırladığımızı haber verir.
Kur’ân-ı
Kerîm’in gösterdiği, rehberlik yaptığı “en doğru, en mutedil, en güzel yol”,
hayatı bütün yönleriyle tanzîm eden ve müdâhale edip en iyiye yönlendirmediği
hiçbir boşluk alan bırakmayan itikat, ibâdet, ahlâk ve muamelâtıyla İslâm
dinidir. Kur’ân-ı Kerîm, İslâm dinine girip, iman ve ameliyle onun muhtevasında
müslümanca bir hayat yaşayanlara dünyada huzur ve mutluluk, âhirette çok büyük
mükâfatlar müjdelemektedir. Hak katında tek makbul din olan İslâm’ı bir bütün
olarak kabul etmeyen, özellikle onun iman esaslarını, bunlar içinde de dünya
hayatını anlamlı kılan en mühim itikâdî esaslardan biri olan “âhirete iman”ı reddeden
kâfirlere pek elemli bir azabın hazırlandığını haber vererek onları bu büyük
yanlıştan döndürmek ister.
Hak
dostlarından Süfyân-ı Sevrî’nin Kur’an’ın rehberliği ile ilgili şu tespit ve
niyâzı pek güzeldir:
“İlâhî!
Hayvanları çoban güder ve onları yanlış yola sapmaktan korur; çekip çevirir.
Benim hâlim ne olacak? Kitâbın önümde… Ama kendimi ona veremiyorum. Bu yüzden o
beni, boş arzularımdan çekip alamıyor.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 155)
Bunun
sebebi, insanın taşıdığı bir kısım zaafiyetlerdir. Acelecilik bunun başında
gelir:
11. İnsan, hakkında hayırlı olacak şeyler için dua ettiği gibi şer olacak şeyler için de dua eder. Çünkü insan, çok acelecidir.
İnsan,
fıtratındaki acelecilik vasfı sebebiyle öfkelendiği, bir sıkıntıya düştüğü ve
güçlüklerle karşılaştığı zaman, muhâtaplarına çok kolaylıkla beddua
edebilmektedir. Hatta aceleci yapısıyla ve üzüntüsünün çokluğundan böyle durumlarda
ümitsiz ve kötümser bir halde: “Allahım, cânımı al da, beni bu sıkıntıdan
kurtar!” gibi sözlerle kendisi için bile beddua eder. Bu halin tasvip edilemez
olduğunu Enes (r.a.)’ın anlattığı şu hadise ne güzel açıklamaktadır:
“Resûlullah
(s.a.s.) son derece zayıflamış bir hastayı ziyâret etti ve:
«–Allah’a bir şey için dua ediyor veya O’ndan bir şey istiyor
muydun?»
diye sordu. Hasta şöyle cevap verdi:
«–Evet.
Allahım! Bana âhirette vereceğin cezayı bu dünyada hemen peşin olarak ver, diye
dua ediyordum.» Allah Resûlü (s.a.s.)
şöyle buyurdu:
«–Sübhânallah! Senin buna gücün yetmez. Şöyle dua etseydin olmaz
mıydı: Allahım! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi
cehennem azâbından koru!»
Bunun
üzerine adam bu duayı yaptı ve şifa buldu.” (Müslim, Zikir 23/2688; Tirmizî, Deavât
71/3487)
Ayette
açıklandığı üzere, insanın iyiliği istediği gibi kötülüğü de istemesinin
sebebi, onun pek aceleci olmasıdır. Sabır ve tahammül gücü az olduğundan, sonra
olacak şeyin vaktinden önce hemen olmasını talep eder. Bu davranış ise zaman
zaman istenmeyen bir neticesiyle sonuçlanır. Mecelle’deki, “Bir şeyin vaktinden
önce acele olarak gerçekleşmesini isteyen kimse, o şeyden mahrum edilmek
sûretiyle cezalandırılır” prensibi, insanın aceleci vasfının kendi aleyhine bir
netice doğurduğunu bildirir. Bu zaafından dolayı insan, arzuladığı şeyleri
kolayca elde etme hırsına kapılır. Bütün gücüyle peşin olarak elde edeceği
hazlar ve menfaatlerin ardına düşer. Hatta cennet nimetlerini dünyada elde
etmek ve âhiret saltanatını henüz dünyadayken yaşamak ister. Bu sebeple
insanların birçoğu âhireti bırakıp dünyaya meyleder; o büyük âhiret mükâfatına önem
vermediği gibi o acıklı azâbı da düşünmez. Aceleciliğinden dolayı iyi ve kötüyü
birbirinden ayırmadığı için âkıbetini hesâba katmaz.
Şâir
Hâtemî böyle aceleci kimselere şu nasihatte bulunur:
“Erişir menzil-i maksûduna âheste giden
Tîz-reftâr olanın pâyına dâmen dolaşır.”
“İşlerinde
lüzumsuz yere acelecilik edenler çok defa engellerle karşılaşırlar. Dolayısıyla
zaruri olmadıkça acele etmemelidir. Ancak böyle, yâni ağır ve temkinli hareket
edenlerdir ki, işlerini başarıyla sona erdirebilirler.”
Diğer
âyet-i kerîmelerde insanın bu aceleci vasfı ve çarçabuk gelip geçen şeylere aldanışı
şöyle beyân buyrulur:
“Hayır, hayır! Siz peşin olan dünya hayatını ve onun fânî nimetlerini
çok seviyorsunuz Âhireti ise bir kenara bırakıyorsunuz.” (Kıyâmet 75/
20-21)
“Şu günahkâr kâfirler, çarçabuk geçen dünya hayatını seviyorlar
da, önlerinde kendilerini bekleyen o korkunç kıyâmet gününü bir kenara
bırakıyorlar.” (İnsan 76/27)[1]
Hayatı
dünyadan ibaret gören böyle inkârcı tipler, Kur’an’ın haber verdiği ilâhî
tehditlerin doğruluğunu ispat için mûcizeler ve kerametler gösterilmesini
isterler. Oysa kâinattaki şu mükemmel nizam, Allah’ın rab ve ilâh olarak
birliğini, sonsuz ilim, hikmet, kudret ve merhametini açıkça ortaya koyan en
büyük mûcizedir:
[1] İslâm’da aceleciliğin her türlüsü kınanır, bunun şeytandan olduğu bildirilir. Ancak şu altı hususta acele davranılması tavsiye edilir: Vakit girdiğinde namazı edâ, hazır olduğunda ölüyü defnetmek, evlenme çağı geldiğinde kızları evlendirmek, zamanı gelince borcu ödemek, misafir gelince ona ikram etmek, tevbede acele etmek.
12. Biz geceyle gündüzü kudretimizin büyüklüğünü gösteren iki delil yaptık. Onların her biri için de bir alâmet var ettik. Sonra gecenin alâmetini sildik. Gündüzün alâmetini ise bizatihî ışıklı ve aydınlatıcı kıldık ki, hem Rabbinizin lutfedeceği nimetleri araştırıp elde edesiniz, hem de yılların sayısıyla birlikte zamanı hesaplamayı bilesiniz. İşte biz, her bir şeyi böylesine yerli yerine koyup tüm ayrıntılarıyla açıkladık.
Geceyle
gündüz, Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretini, nihâyetsiz ilim ve hikmetini gösteren
ne muazzam iki azamet tecellisidir. Bunlar başlı başına iki delil iken, Cenâb-ı
Hak biri geceye, diğeri de gündüze ait olmak üzere iki alâmet daha var
etmiştir. Bunlar hakkında iki izah vardır:
Birinci
izaha göre, gecenin alâmeti karanlık, gündüzün alâmeti ise aydınlıktır. Allah Teâlâ
her gün gecenin karanlığını gidermekte, yerine gündüzün etrafımızı aydınlatan,
çalışıp maişetimizi temine zemin hazırlayan aydınlığını getirmektedir.
İkinci
izaha göre ise gecenin alâmeti “ay”, gündüzün alâmeti ise “güneş”tir. Yüce
Allah ayın ışığını silmiş, güneşi ise bizatihî ışıklı ve aydınlatıcı kılmıştır.
Gerçekten ay ışıksızdır, kendiliğinden ışık vermez, sadece güneşten aldığı
ışığı yansıtır. Ancak âyetteki “sildik” ifadesi, ayın da bir zamanlar ışık
verici bir cisim olduğunu, sonradan ışığının giderildiğini göstermektedir.
Nitekim İbn Abbas (r.a.)’ın: “Vaktiyle ay da güneş gibi ışık verirdi; sonra
onun aydınlığı giderildi. Ayın üzerindeki karaltı o gidermenin izidir” dediği
nakledir. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, III, 27) Bir gün gelecek güneş
de ışık ve ısısını kaybedecek, sisteminde bulunan gezegenlerde hayat sona
erecek ve kıyamet kopacaktır. (bk. Tekvîr 81/1)
Sayılan
bu nimetlerin insanlığa olan faydalarından üçüne yer verilir:
› Gündüz vakti
çalışıp Allah’ın lütfedeceği helâl rızıklardan maişetimizi temin etmek,
› Geceyle
gündüz sayesinde günlerin, ayların ve yılların sayısını tespit edip takvim
yapabilmek,
› Hesâbı
bilmek; namaz, zekât, oruç ve hac gibi ibâdet vakitlerini ve diğer gerekli
vakitleri tayin etmek.
Bununla
birlikte bu devr-i dâimin bir gün son bulacağını, dolayısıyla dünyanın değerini
dünya hayatının mahdut sınırlarına göre, âhiretin değerini ise âhiret hayatının
ebediliğine göre hesap etmek gerektiğini; dünyayla ilgili hesap ve kitabımızı
iyi takip ederken âhiret hesabından gafil kalmamamız lazım geldiğini idrak
etmektir. Zira kişinin iyi veya kötü yaptığı her iş, onun amel defterine tüm
detaylarıyla kaydedilmekte olup, mahşer günü hesap buna göre yapılacaktır:
13. Biz her insanın sevabını ve günahını boynuna doladık; öyle ki, kıyâmet günü önüne, her şeyi açık açık kaydedilmiş bulacağı bir defter çıkaracağız.
14. Ona: “Oku şimdi defterini! Bugün sana hesap görücü olarak kendi nefsin yeter!” diyeceğiz.
15. Artık kim doğru yolu seçerse ancak kendi iyiliği için seçmiş olur. Kim doğru yoldan saparsa, o da ancak kendi zararına sapmış olur. Hiç kimse bir başkasının günah yükünü çekmez ve onunla yargılanmaz. Ayrıca biz, peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.
13.
âyette geçen اَلطَّائِرُ (tâir) kelimesinden
maksat iyi veya kötü, hayır veya şer insanın yaptığı bütün ameller ve bunlara
terettüp eden sevap veya vebâl, bahtiyarlık veya bedbahtlıktır. Boyuna takılan
gerdanlık boyundan ayrılmadığı gibi, ne insanın ameli, ne de bunların
neticeleri hiçbir zaman kendinden ayrılmaz. Bu ameller Allah’ın manevî âleme
koyduğu kanunlara uygun olarak bir kısım şekillere bürünür. İnsanın mânevî
yönü bunlarla kıymet kazanır; yükselir
veya alçalır, aydınlanır veya kararır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) işlenen her
bir günahın kalpte siyah bir leke oluşturacağını (Tirmizî,
Tefsir 83/3334; İbn Mâce, Zühd 29), abdest uzuvlarının da âhirette
parlayacağını (Buhârî, Vudû’ 3; Müslim, Tahâret 35) haber verir. İnsan, yaptığı
iyilik ve kötülüklerin âhirette neye tekâbül ettiğini dünyada göremese bile,
öldüğü zaman bunları net olarak görecektir. Çünkü, küçük büyük ne yaptıysa
hepsinin yazıldığı amel defteri karşısına çıkacak, hepsinin orada kaydedilmiş
olduğunu görecektir. Kendisine: “Oku şimdi defterini! Bugün sana hesap sorucu
olarak kendi nefsin yeter!” denilecektir. Konuyla ilgili diğer âyet-i kerîmelerde
şöyle buyrulur:
“Herkesin amel defteri önüne konulacak; sen günahkârların o
defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde korktuklarını
göreceksin. Hayretler içinde: «Yazıklar olsun bize! Bu nasıl defter ki, küçük
büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış, ne söylemişsek
hepsini saymış dökmüş!» diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi amel
defterlerinde bulacaklar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49)
“O gün insanlar, yaptıkları işlerin kendilerine gösterilmesi için
kabirlerinden çıkıp hesap yerine bölük bölük gelirler. Artık kim zerre
ağırlığınca bir iyilik yapmışsa, onu görür. Kim de zerre kadar bir kötülük
yapmışsa, onu görür.” (Zilzâl 99/6-8)
Hak
dostu âlimlerden biri şu nasihatte bulunur: “İşte bu senin amel defterin… Dilin
onun kalemi, tükürüğün onun mürekkebi, azaların onun sahifeleri… O amelleri
kendi Hafaza meleklerine yazdıran da sensin. Ona hiç bir şey eklenmediği gibi,
ondan hiç bir şey de eksiltilmemiştir. Ondan, herhangi bir bölümü kabul etmeyip
inkâr edecek olursan, bu sefer bizzat senin azaların; ellerin, ayakların,
derilerin senin aleyhine o hususta şâhitlik yapacaktır.” (Kurtubî, el-Câmi‘,
X, 230)
Bunun
için insan dünyada her gün ne yaptıklarını iyi okumalı, hesaba çekilmeden önce
kendini hesaba çekmelidir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.): “Hesaba
çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin” (Tirmizî, Kıyâmet 25) buyurur.
Bilmek gerekir ki, ne doğru yolu seçip iyilik yapanlar Allah ve Peygamberine
bir iyilik yapmış olurlar. Onlar bu iyiliği sadece kendi faydalarına yapmış olurlar.
Ne de doğru yoldan sapıp kötülük yapanlar, Allah ve Rasûlü’ne bir kötülük
yapmış olurlar. Onlar da bu kötülüğü sadece kendi zararlarına yapmış olurlar.
Hiç kimse bir başkasının günahını yüklenmez, onunla hesaba çekilmez. Toplu
olarak işlenen suçlarda da, herkesin sorumluluk ve cezası o suçun işlenmesine
olan katkısı nispetindedir. Buna göre hiç kimse, günahının bir başkası
tarafından çekileceğini zannetmemelidir. Başkaları haram işliyor diye, kendisi
de harama yeltenmemelidir. Çünkü nihâî olarak herkes kendi günahından sorumlu
olacaktır. Ancak insan, kendi aklıyla tam olarak neyin helâl neyin haram, neyin
günah neyin sevap olduğunu tespit edemeyeceğinden Allah Teâlâ bu hususları
aydınlatmak üzere peygamberler göndermiş; peygamber göndermedikçe de hiç
kimseye azap etmeyeceğini haber vermiştir.
Bir
toplumun Allah’ın azabına uğramasına yol açan sebep ve sürece gelince:
16. Biz bir memleketi helâk etmek istediğimiz zaman, oranın azgınlık ve şımarıklıkta ileri gitmiş olanlarına itaati emrederiz; ama onlar bunu dinlemez, tam aksine orada isyân edip günah işlerler, böylece üzerlerine azap hükmü kesinleşir, biz de orasını darmadağın eder, altını üstüne getiririz.
17. Nûh’tan sonra biz böyle nice nesilleri helâk ettik. Kullarının bütün günahlarını Rabbinin bilip görmesi yeter!
Peygamberlerin
davetine ilk olarak fakir kimseler icâbet etmiş, Kur’an’ın اَلْمَلَأ (mele) olarak tâbir buyurduğu zenginler ve
toplumda söz sahibi kimseler umumiyetle davete karşı çımışlardır. Dinin daveti
herkese şâmil olmakla birlikte, nimetler içinde şımaran ve azgınlıkta ileri
giden kimselere itaat etmeleri için daha hususi mânada tâlimatlar da verilir.
Çünkü onların itaati fakir insanları müspet mânada etkilemekte, inkârları ise
diğerleri üzerinde menfi mânada bir tesir meydana getirmektedir. Ayrıca bu
kötülükler, sadece fertlerin değil toplumun helâkine sebep olur. Çünkü Cenâb-ı
Hak bir ülkeyi durup dururken sebepsiz yere helak etmez. Helake maruz kalmanın
sebepleri şunlardır:
Her
türlü kötülüğü emretmekten sonsuz derecede uzak olan ve sadece iyiliği,
güzelliği, hak ve adâleti emreden Allah Teâlâ (bk. A‘râf 7/28-29; Nahl 16/90), o ülkenin nimetler
içinde şımarmış olanlarına Hakk’ın davetine itaati emreder. Onlar bu davete
uymadıkları gibi, tam aksine itaat yolundan çıkar, fısk-u fucûra dalarlar;
günah işlerler. Böylece o toplumda kötülükler artar, yayılır; hastalıklı bir
bünye gibi toplum içten içe çürümeye başlar, nihâyet o ülkenin helak edilmesine
sebep olacak bir noktaya gelir. Öldürücü hasatlıklara yenik düşmüş bir kişinin
ölmesi ve içten içe çürümüş bir ağacın yıkıp göçmesi gibi o toplum yıkılır,
çöker, helak olur. Aslında bu şekilde onlar kendi yaptıklarının cezasını bulmuş
olurlar. Fakat Fâil-i Mutlak Allah Teâlâ olduğu için, bütün bunlar Allah’a
nispet edilir.
16.
âyette “emrederiz” mânasındaki اَمَرْنَا
(emernâ) kelimesi “emir tâyin ederiz” mânasında اَمَّرْنَا
(emmernâ) şeklinde de okunmuştur. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XV, 72)
Buna göre âyetin mânası şöyle olmaktadır: “Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde
oranın şımarıklarını ve azgınlarını iş başına getiririz, idâreci yaparız;
onlar ise orada günah işlerler, sonuçta o ülke helake müstahak olur, biz de
oranın altını üstüne getiririz.” Bu izaha göre Allah’ın, nimetler içinde
şımarmış azgınları toplumun önderleri ve idarecileri konumuna getirmesi, o
toplumun kendi hür iradeleriyle kötülüğe sapmış olmasının tabii ve zaruri bir
neticesini ifade eder. Bu şekilde davranmaları sebebiyle Hz. Nûh’tan günümüze
kadar nice toplumlar helak edilmiştir. Sonra gelenlerin, onların haber verilen
bu durumlarından ibret alıp, geçici dünya hayatına değil Allah’a kulluğa
yönelmeleri lazımdır. Çünkü:
18. Kim sadece şu peşin ve geçici dünya zevkini isteyip onun ardına düşerse, biz dilediğimiz kimseye takdir ettiğimiz miktarda o zevki tattırır, sonra da cehennemi ona mekân kılarız. O da kınanmış ve Allah’ın rahmetinden kovulmuş olarak cehenneme girer.
19. Kim de âhiret hayatını ister ve bir mü’min olarak bütün gücüyle onu kazanmaya çalışırsa, işte bunların çalışmaları Hak katında kabul görüp güzel karşılık bulur.
Âhireti
hesaba katmaksızın sadece dünyayı isteyen, niyeti ancak dünyalık elde etmek
olan ve bunun için çalışan insanlar, bu istediklerinin hepsine değil, ancak
Allah Teâlâ’nın müsaade buyurduğu kadarına erişebileceklerdir. Âhirete imanları
olmadığı için de öteki dünyada kınanmış ve kovulmuş bir halde cehenneme
atılacaklardır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Dünya hayatını, onun göz kamaştırıcı süsünü ve şatafatını
arzulayanlara, bu gayeye yönelik yaptıkları çalışmaların karşılığını dünyada
tastamam veririz. Onlar bu hayatta hiçbir haksızlığa uğratılmazlar. Fakat onlar
öyle kimselerdir ki, kendileri için âhirette ateşten başka bir şey yoktur.
Dünyada yaptıkları şeyler orada tamamen boşa gidecektir. Çünkü, iyilik nâmına
yaptıkları işler, inanç ve iyi niyetten yoksun olduğu için, hiçbir değer
taşımamaktadır.” (Hûd 11/15-16)
Çalışmalarında
niyet ve hedefi âhiret sermayesi elde etmek olanlara gelince, Cenâb-ı Hak
tarafından bu yaptıkları kabul edilecek ve bunlara büyük mükâfatlar verilecektir.
Burada
bir amelin Hak katında makbul olması için şu üç şarta dikkat çekilir:
›
Âhiret sevabını istemek,
›
Sadece istemekle kalmayıp, ebedi nimetleri kazanmaya sebep olacak
işler yapmak, bu yolda sa‘y ü gayret göstermek,
›
Bütün bunları imanla birlikte yapmak. Çünkü iman olmaksızın
yapılan amellerin âhirette bir faydası olmayacaktır.
İşin dünya tarafın abakılacak olursa:
20. Biz dünyayı isteyenlere de, âhireti isteyenlere de Rabbinin nimetlerinden bol bol veririz. Çünkü Rabbinin nimetleri kimseden esirgenmiş değildir.
Allah
dünyada kâfire de mü’mine de, dünyayı isteyene de âhireti isteyene de dilediği
kadar verir. Kimse O’nun ihsanını engelleyemez. Niçin çok veya az verdiğine de
karışamaz. Bu bakımdan insanlar zenginlik, fakirlik, mevki ve makâm bakımından
birbirlerinden farklıdır. Kimi zengin kimi fakir, kimi sağlıklı kimi hasta,
kimi güzel kimi çirkin, kimi kuvvetli kimi zayıf, kimi yüksek makam sahibi kimi
düşük bir mertebede, kimi huzur ve mutluluk içinde kimi de sıkıntı ve zorluk
içindedir. Dünyada böyle olduğu gibi, âhirette de insanlar birbirinden farklı
derecelerde bulunacaklardır. Kimi cennet nimetleri içinde mutlu olacak, kimi
cehennem azabı içinde kıvranacaktır. Cennetliklerin dereceleri birbirinden
farklı olacağı gibi, cehennemliklerin dereceleri de birbirinden farklı
olacaktır. Cenâb-ı Hak buyurur:
“Herkesin iyi veya kötü yaptığı işlere göre derecesi farklı
olacaktır.” (En‘âm 6/132)
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) de şöyle buyurur:
“Cennetlikler, kendilerinden yüksekteki köşklerde oturanları,
aralarındaki derece farkı sebebiyle, sizin sabaha karşı doğu veya batı
tarafında, gökyüzünün uzak bir noktasında batmak üzere olan parlak ve iri bir
yıldızı gördüğünüz gibi göreceklerdir.” Peygamber Efendimiz’in bu sözleri
üzerine ashâb-ı kirâm:
“-
O yerler, peygamberlere ait ve başkalarının ulaşamayacağı köşkler olmalıdır”
dediler. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Evet, öyledir. Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim
ki, o yerler, Allah’a iman edip peygamberlere bütün benlikleriyle inanan
kimselerin de yurtlarıdır.” (Buhârî, Bed’u’l-halk 8; Müslim, Cennet 11)
Allah
Resûlü (s.a.s.) buyuruyor:
“Siz ufuktaki yıldızı nasıl yüksek görüyorsanız, cennette yüksek
dereceler ehli de ‘illiyyûn ehlini öyle yüksek görürler.” (Buhârî,
Rikak 51; Müslim, Cennet 11)
“Allah yolunda cihâd edenle oturan kimse arasında yüz derece
vardır. Her iki derece arasını ise süratli giden at ancak yetmiş senede
kat’eder.”(Deylemî, Hadis no: 2161)
“İlim öğrenin. Allah Teâlâ kıyâmet günü önce peygamberleri, sonra
âlimleri, sonra şehîdleri ve sonra da derecelerine göre diğer insanları
diriltir.” (Deylemî, Hadis no: 2235)
Hz.
Ömer’in huzurunda meydana gelen şu misal, âyetlerin muhtevasına ışık tutma
bakımından son derece dikkat çekicidir: Bir gün Hâris b. Hişam ile Süheyl b.
Amr (r.a.), halîfe Hz. Ömer’in yanına
geldiler. Hz. Ömer’i aralarına alarak oturdular. Bir müddet sonra ilk muhacirler
gelmeye başladı. Her bir muhacir geldikçe Hz. Ömer, “Şöyle biraz açıl ey
Süheyl! Biraz ileri git de yer ver ey Hâris!” diyerek onları kenara
oturtuyordu. Sonra Ensar gelmeye başladı. Hz. Ömer yine Süheyl ile Hâris’e yeni
gelen Ensâr’a yer vermelerini söyledi. Öyle ki onlar insanların en sonuna
oturdular. Hz. Ömer, meclisine gelen kişiyi, İslâm’a girmekteki önceliğine ve
ihlâsına göre yakınına oturtuyordu. Hz. Ömer’in yanından çıktıklarında Hâris, Süheyl’e:
“–Ömer’in
bize yaptığını gördün mü?” dedi. Süheyl de:
“–Onu
kınamaya hakkımız yok! Biz kendimizi ayıplayalım. Bu durumu başımıza kendimiz
getirdik. O insanlar İslâm’a çağrıldıkları zaman hemen koştular, hiç beklemeden
kabul ettiler. Biz çağrıldığımızda ise yavaş davrandık, geri kaldık!” dedi.
İnsanlar Hz. Ömer’in yanından dağılınca, Haris ile Süheyl tekrar onun yanına
varıp:
“–Ey
mü’minlerin emîri, bugün yaptıklarını gördük. Ancak şunu da biliyoruz ki bu
durumu başımıza getiren yine biziz. Acaba bu hatanın telâfisi mümkün müdür?”
dediler. Ömer (r.a.):
“–Bunun
telâfisi ancak şu şekilde olabilir” dedi ve Rûm tarafındaki cephelere işaret
etti. Bunun üzerine onlar da cihâd için çıkıp Şam’a gittiler ve bir daha da dönmediler.
(Ali el-Mütteki, Kenzu’l-ummâl, XIV, 67/37953; Hâkim, el-Müstedrek,
III, 318/5227)
O
halde ey insan:
21. İnsanları dünyada çeşitli yönlerden birbirlerine nasıl üstün kıldığımıza bir baksana! Ama âhirette sahip olunacak dereceler ve üstünlükler elbette daha büyük olacaktır.
Allah
dünyada kâfire de mü’mine de, dünyayı isteyene de âhireti isteyene de dilediği
kadar verir. Kimse O’nun ihsanını engelleyemez. Niçin çok veya az verdiğine de
karışamaz. Bu bakımdan insanlar zenginlik, fakirlik, mevki ve makâm bakımından
birbirlerinden farklıdır. Kimi zengin kimi fakir, kimi sağlıklı kimi hasta,
kimi güzel kimi çirkin, kimi kuvvetli kimi zayıf, kimi yüksek makam sahibi kimi
düşük bir mertebede, kimi huzur ve mutluluk içinde kimi de sıkıntı ve zorluk
içindedir. Dünyada böyle olduğu gibi, âhirette de insanlar birbirinden farklı
derecelerde bulunacaklardır. Kimi cennet nimetleri içinde mutlu olacak, kimi
cehennem azabı içinde kıvranacaktır. Cennetliklerin dereceleri birbirinden
farklı olacağı gibi, cehennemliklerin dereceleri de birbirinden farklı
olacaktır. Cenâb-ı Hak buyurur:
“Herkesin iyi veya kötü yaptığı işlere göre derecesi farklı
olacaktır.” (En‘âm 6/132)
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) de şöyle buyurur:
“Cennetlikler, kendilerinden yüksekteki köşklerde oturanları,
aralarındaki derece farkı sebebiyle, sizin sabaha karşı doğu veya batı
tarafında, gökyüzünün uzak bir noktasında batmak üzere olan parlak ve iri bir
yıldızı gördüğünüz gibi göreceklerdir.” Peygamber Efendimiz’in bu sözleri
üzerine ashâb-ı kirâm:
“-
O yerler, peygamberlere ait ve başkalarının ulaşamayacağı köşkler olmalıdır”
dediler. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Evet, öyledir. Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim
ki, o yerler, Allah’a iman edip peygamberlere bütün benlikleriyle inanan
kimselerin de yurtlarıdır.” (Buhârî, Bed’u’l-halk 8; Müslim, Cennet 11)
Allah
Resûlü (s.a.s.) buyuruyor:
“Siz ufuktaki yıldızı nasıl yüksek görüyorsanız, cennette yüksek
dereceler ehli de ‘illiyyûn ehlini öyle yüksek görürler.” (Buhârî,
Rikak 51; Müslim, Cennet 11)
“Allah yolunda cihâd edenle oturan kimse arasında yüz derece
vardır. Her iki derece arasını ise süratli giden at ancak yetmiş senede
kat’eder.”(Deylemî, Hadis no: 2161)
“İlim öğrenin. Allah Teâlâ kıyâmet günü önce peygamberleri, sonra
âlimleri, sonra şehîdleri ve sonra da derecelerine göre diğer insanları
diriltir.” (Deylemî, Hadis no: 2235)
Hz.
Ömer’in huzurunda meydana gelen şu misal, âyetlerin muhtevasına ışık tutma
bakımından son derece dikkat çekicidir: Bir gün Hâris b. Hişam ile Süheyl b.
Amr (r.a.), halîfe Hz. Ömer’in yanına
geldiler. Hz. Ömer’i aralarına alarak oturdular. Bir müddet sonra ilk muhacirler
gelmeye başladı. Her bir muhacir geldikçe Hz. Ömer, “Şöyle biraz açıl ey
Süheyl! Biraz ileri git de yer ver ey Hâris!” diyerek onları kenara
oturtuyordu. Sonra Ensar gelmeye başladı. Hz. Ömer yine Süheyl ile Hâris’e yeni
gelen Ensâr’a yer vermelerini söyledi. Öyle ki onlar insanların en sonuna
oturdular. Hz. Ömer, meclisine gelen kişiyi, İslâm’a girmekteki önceliğine ve
ihlâsına göre yakınına oturtuyordu. Hz. Ömer’in yanından çıktıklarında Hâris, Süheyl’e:
“–Ömer’in
bize yaptığını gördün mü?” dedi. Süheyl de:
“–Onu
kınamaya hakkımız yok! Biz kendimizi ayıplayalım. Bu durumu başımıza kendimiz
getirdik. O insanlar İslâm’a çağrıldıkları zaman hemen koştular, hiç beklemeden
kabul ettiler. Biz çağrıldığımızda ise yavaş davrandık, geri kaldık!” dedi.
İnsanlar Hz. Ömer’in yanından dağılınca, Haris ile Süheyl tekrar onun yanına
varıp:
“–Ey
mü’minlerin emîri, bugün yaptıklarını gördük. Ancak şunu da biliyoruz ki bu
durumu başımıza getiren yine biziz. Acaba bu hatanın telâfisi mümkün müdür?”
dediler. Ömer (r.a.):
“–Bunun
telâfisi ancak şu şekilde olabilir” dedi ve Rûm tarafındaki cephelere işaret
etti. Bunun üzerine onlar da cihâd için çıkıp Şam’a gittiler ve bir daha da dönmediler.
(Ali el-Mütteki, Kenzu’l-ummâl, XIV, 67/37953; Hâkim, el-Müstedrek,
III, 318/5227)
O
halde ey insan:
22. Sakın, Allah ile beraber başka bir ilâh edinme! Yoksa kınanır, yapayalnız ve yardımsız bir halde oturup kalırsın.
Hitap
Peygamberimiz (s.a.s.)’e olmakla birlikte, bütün insanlar bu hitabın
muhtevasına dâhildir. Mü’min olmanın birinci şartı tevhid yani Allah’tan başka
hiçbir ilâh olmadığını tasdik ve ikrardır. İşin esası bu olup, diğer bütün
itikâdî ve amelî esaslar buna bağlı olarak bir mâna ifade eder. Bu bakımdan
tevhid mevzuunda eksiği, arızâsı ve yanlışı olanın dinî açıdan bir başarı elde
etmesi düşünülemez. Böyle kimselerin nasibi, Allah’tan koptukları, O’na imandan
mahrum oldukları için Allah tarafından yerilmiş ve taptıkları putlar tarafından
da terk edilmiş bir halde oturup kala kalmaktır. Hadis-i kudsîde şöyle
buyrulur:
“Ben şirkten ve koşulan ortaklardan en çok berî ve müstağnî
olanım. Kim işlediği bir amelde benden başkasını ortak kılarsa, ortak koştuğu o
şeyle onu baş başa bırakırım.” (Müslim, Zühd 46; İbn Mâce, Zühd 21/4202)
Bu
sebeple, dupduru bir tevhid inancıyla yalnız Allah’a kulluk edip, ana-baba
hakkı başta olmak üzere O’nun her türlü emrine tam bir teslimiyetle boyun
eğmenin gerekliliğini beyân için buyruluyor ki:
23. Rabbin yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana-babaya iyilik yapmanızı kesin olarak emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlılık çağına erişirlerse sakın onlara “Öf!” bile deme, onları azarlama, onlara gönül alıcı tatlı ve güzel söz söyle!
24. En içten tevâzu ve merhamet duygularıyla onlara kol kanat ger ve haklarında: “Rabbim! Nasıl onlar beni küçüklüğümde şefkat ve sevgiyle terbiye edip yetiştirdilerse, sen de onlara öyle merhamet eyle” diye dua et!
25. Rabbiniz, içinizde taşıdığınız niyet ve düşüncelerinizi en iyi bilendir. Eğer siz bir kısım hatalardan sonra hâlini düzeltenlerden olursanız, şüphesiz Allah, günahlarından içten tevbe edip kendisine yönelenlere karşı çok bağışlayıcıdır.
Allah
Teâlâ, bir önceki âyette tevhidi kesin bir üslupla emrettikten sonra, burada da
birinci olarak sadece kendisine kulluk yapılmasını, kendisinden başka hiçbir
şeye kulluk yapılmamasını emreder. Bu, O’nun yegâne Rab ve İlâh olmasının bir
gereğidir. Kendisine kulluğun hemen ardından genç veya ihtiyar, muhtaç veya
değil hangi durumda olursa olsun mutlak olarak ana-babaya iyiliği emreder.
Çünkü varlığımızın gerçek sebebi Allah Teâlâ iken varlık âlemine gelmemiz ve
yaşamamız için zahirî sebep de ana-babalarımızdır. Bundan ötürü önce Allah’a
kulluk ve tâzim, hemen peşinden ana-babaya iyilik emredilir. Çocuklarını
dünyaya getirmede, onları terbiye edip yetiştirmede Allah Teâlâ’nın var etme,
rubûbiyet, rahmet ve şefkat gibi sıfatlarının eserlerinin ortaya çıktığı ilk
aynalar ana-babalardır. Ancak şu unutulmamalıdır ki, ana-babalar kendi
haklarının yerine getirilmesine muhtaç oldukları halde, Allah Teâlâ’nın hiçbir
şeye ihtiyacı yoktur.
Mutlak
mânada ana-babaya iyilik emredildikten sonra husûsiyle ihtiyarlık zamanlarında
ana-babaya yapılacak iyilikler ve hizmetler, tam olarak anlayıp tatbik
edebilmemiz için beş madde halinde tafsilatlı olarak beyân edilir:
› Bırakalım
başka kaba ve saygısız davranışları, bir kızgınlık ve bıkkınlık ifadesi olan
“Öf!” bile dememek.
› Onları
azarlamamak.
› Onlara tatlı,
gönül alıcı, kalplerine huzur, sürûr ve mutluluk verici güzel ve hoş sözler
söylemek.
› Tevazu,
şefkat ve merhamet kanatlarını onların üzerine indirmek; karşılarında
olabildiği kadar alçak gönüllü olmak; her türlü ihtiyaçlarını engin bir
gönülle, yüksünmeden, seve seve yerine getirmek.
› Onlara dua
etmek: “Allahım! Küçüklüğümde onlar beni nasıl şefkat ve ihtimamla kucakladılar,
yedirip içirdiler, büyük bir sevgi ve ilgiyle ihtiyaçlarımı karşıladılar, benim
için uykularını ve istirahatlarını terk ettiler, böylece beni büyütüp
yetiştirdilerse, sen de onlara aynı şekilde şefkat ve merhametle muamele et”
diye onların iyiliğine Allah Teâlâ’ya yalvarmak.
Rivayete
göre bir kişi gelip Resûlullah (s.a.s.)’e : “Ana-babam yaşlandı. Onların küçükken
bana baktıkları gibi ben de onlara bakıyorum. Acaba onların hakkını ödeyebildim
mi?” diye sordu. Efendimiz (a.s.): “Hayır. Çünkü onlar bunu yaparken senin
hayatta kalmanı isteyerek yapıyorlardı. Sen ise onların ölümünü isteyerek
bunları yapıyorsun” buyurdu. (Tefsîru İbn Mesûd, V, 167)
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.), kendisine sorulan bir suale cevap mâhiyetinde en faziletli
amelleri sayarken: “Vaktinde kılınan namaz, ana-babaya iyilik, Allah yolunda
cihad” buyurmuş ve ana-babaya iyiliği namazdan hemen sonra ikinci sırada
zikretmiştir. (Buhârî, Edeb 1; Müslim, İman 137)
Yine
Efendimiz, büyük günahların en büyüğünü haber verirken: “Allah’a ortak koşmak,
ana-babaya asi olmak ve yalancı şâhitlik yapmak” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb
6; Müslim, İman 143)
Peygamberimiz
(s.a.s.), ana babaya hizmet etmenin insana cenneti kazandıracağını ise şöyle
ifade buyurur: “Anne ve babasına veya sadece onlardan birine yaşlılık
günlerinde yetişip de cennete giremeyen kimsenin burnu yerde sürtülsün!”
(Müslim, Birr 9, 10; Tirmizî, Deavât 101)
Belki
insanın, bu âyet-i kerîmelerin ve hadis-i şeriflerin mânalarını anlayıncaya ve
bu husustaki ilâhî emirlerin ciddiyetini kavrayıncaya kadar bilerek ya da
bilmeyerek bir takım hata ve yanlışları olmuş olabilir. Mühim olan gerçeği
öğrendikten sonra hata üzere ısrar etmemek, ondan vazgeçmek, hem Rabbimize
karşı olan kulluk vazifelerimizi, hem de ana-babamıza karşı olan hizmet
vazifelerimizi tam olarak yerine getirmeye azimli, kararlı ve gayretli
olmamızdır. Böyle yaptığımız takdirde Rabbimiz bizim tevbemizi kabul edecek,
geçmiş günahlarımızı bağışlayacak, bize kendine güzel bir kul, ana-babamıza
hizmet ehli, mütevazi, şefkatli ve merhametli bir evlat olmamızı nasip
edecektir. Âhirette de mükâfatımızı bol bol verecektir.
Rabbimizin
bizden yapmamızı istediği elbette sadece anne ve babalarımıza iyilikle sınırlı
değildir. Bunu şu ilâhî buyruklar takip ediyor:
26. Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya hakkını ver; fakat malını israf ederek saçıp savurma.
27. Çünkü saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.
Rabbimiz,
ana-babaya iyiliği emrettikten sonra, yakından uzağa doğru yardım etmemiz lazım
gelen kimseleri haber verir. İlk sırada akrabalar yer alır, peşinden de yardıma
en çok muhtaç olan fakirler, yoksullar ve yolda kalmış yolcular gelir. Bunların
zekât ve sadaka olarak hakları verilmeli, ihtiyaçları karşılanmalıdır. Nitekim
Hz. Ali buyurur:
“İki
nimet vardır ki, beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum:
Birincisi,
bir kimsenin, ihtiyâcını karşılayacağımı ümîd ederek bana gelmesi ve bütün
samîmiyetiyle benden yardım istemesidir.
İkincisi
de, Allah Teâlâ’nın, o kimsenin arzusunu benim vâsıtamla yerine getirmesi yâhut
kolaylaştırmasıdır. Bir müslümanın sıkıntısını gidermeyi, dünya dolusu altın ve
gümüşe sahip olmaya tercih ederim.” (Ali el-Mütteki, Kenzu’l-ummâl, VI,
598/17049)
Ubeydullah
Ahrar Hazretleri, yaptığı hizmetlerden birini şöyle anlatır:
“Semerkant’ta
Mevlânâ Kutbuddîn Medresesi’ndeki dört hastanın hizmetini üzerime almıştım.
Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp,
çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmetlerinde bulunduğum için hastalıkları
bana da sirâyet etti ve yatağa düştüm. Fakat o hâlimle bile, testilerle su
getirip hastaların altlarını temizlemeye, elbiselerini yıkamaya devam ettim.”
(el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 653)
Ancak
bir taraftan tabii ve zaruri olan ihtiyaçlar karşılanırken, diğer taraftan İsrâftan,
saçıp savurmaktan sakınılmalıdır. Çünkü İsrâf ve saçıp savurma haram
kılınmıştır. Böyle davrananlar Kur’an’ın ifadesiyle “şeytanın kardeşleri”
olarak nitelenmişlerdir. Şeytanın kardeşi olmak bir fazilet değil, kötülük ve
rezilliğin zirvesidir. Çünkü şeytan, Rabbine karşı son derece nankör olan
birisidir. Malı saçıp savurarak ona kardeş olmak, nimetin kıymetini bilmemek
bakımından şeytanın nankörlüğüne ortak olmak mânasını taşır.
Gelen
âyet-i kerîmelerde malı harcama hususunda bir kısım ölçüler verilmektedir:
28. Rasûlüm! Muhtaçlara vermek üzere Rabbinden bir nimet beklerken, elinde vereceğin bir şey bulunmadığı için isteyenlerden yüz çevirmek mecburiyetinde kalırsan, o zaman hiç olmazsa onlara gönül alıcı bir söz söyle!
29. Harcamalarında ve başkalarına yardımda eli sıkı olma, ancak varını yoğunu da saçıp savurma! Sonra herkes tarafından kınanır, kaybettiklerine hasret çeker durursun.
30. Doğrusu Rabbin dilediğine rızkı bol verir, dilediğine de az verir. Şüphesiz O, kullarının durumunu en iyi bilen ve onları hakkıyla görendir.
Rızkı
veren Allah’tır; dilediğine bol verir, dilediğine az verir. Bu gerçekten
hareketle insanlardan bir kısmı verecek durumda, bir kısmı ise alacak
durumdadır. Öncelikle malî imkânları bakımından veya toplum içindeki mevkii
itibariyle verecek durumda olanlara, ihtiyaç beyân eden kimselere karşı nasıl
muamele edecekleri bildirilir. Buna göre eğer imkânlar müsaitse verilip
ihtiyaçlar karşılanacak, değilse o kırık gönüllü insanlar, “Allah bize de size
de ihsanda bulunsun”, “inşallah imkân olunca gereği yapılacak” gibi tatlı
sözlerle ve güler yüzle uğurlanacaktır. Onurlarını rencide edici ve gönüllerini
incitici küçük-büyük her türlü hareket ve sözden kaçınılacaktır. Yûnus Emre ne
güzel söyler.
“Fukarâ kalbine her kim dokuna
Dokuna sînesi Allah okuna.”
Bu
hususta en güzel örnek şüphesiz Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’dir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), verme husûsunda insanların en eli
açık olanı idi. Onun cömertliği bizim akıl ve hayâlimizin ötesinde idi. Onun bu
yönünü Enes (r.a.) şöyle anlatır:
“Peygamber Efendimiz, İslâm için kendisinden ne istenirse onu
mutlaka verirdi. Hele bir keresinde yanına gelen birisine iki dağ arasını
dolduran bir koyun sürüsü vermişti… Adam kabilesine dönünce:
«– Ey kavmim! Koşun, müslüman olun! Çünkü Muhammed, fakirlik ve
ihtiyaç korkusu duymadan çok büyük ikram ve ihsanlarda bulunuyor» dedi.
Kimileri, sırf dünyalık elde etmek için müslüman olurlardı. Fakat çok geçmeden müslümanlık
onların gözünde, dünyadan ve üzerindeki her şeyden daha değerli bir hâle
gelirdi.” (Müslim, Fezâil 57-58)
Efendimiz’in bu yüce ahlâkıyla ilgili diğer bir rivayet de
şöyledir:
Medineli müslümanlardan bir kısmı Resûlullah (s.a.s.)’den bir
şeyler istediler. O da verdi. Sonra yine istediler. Efendimiz, elindekiler
bitinceye kadar verdi. Verebileceği şeyler tükenince, onlara şöyle hitâb etti:
“Yanımda bir şey olsaydı, sizden esirgemez verirdim.
Kim dilenmekten çekinir ve iffetli davranırsa, Allah onun iffetini artırır. Kim
tok gözlü olmak isterse, Allah onu başkalarına muhtaç olmaktan kurtarır. Kim de
sabretmeye gayret ederse, Allah ona sabır verir. Hiçbir kimseye, sabırdan daha
hayırlı ve büyük bir lutufta bulunulmamıştır.”
(Buhârî, Zekât 50; Müslim, Zekât 124)
İhtiyacı açıkça belli olduğu halde, iffetinden dolayı isteyemeyen
kimseler bulunduğu gibi, ihtiyacını çekinmeden arz edenler de olabilir. Bunları
da kırmamak, güzellikle ve gönüllerini hoş ederek göndermek gerekir. “Ben
cimri değilim” (Müslim, Zekât 127) buyuran ve cömertliği kendisine şiâr edinen
Allah Resûlü (s.a.s.), bu âyet-i kerîmelerinde öğrettiği edep çerçevesinde
kendisinden isteyen kimseleri geri çevirmeyi hiç arzu etmez, elinde varsa
verir, yoksa, onlara güzellikle muamele eder ve “geldiği zaman vereceğine” dâir
vaatte bulunurdu.
Resûlullah
(s.a.s.) vermenin ölçüsünü şöyle belirlemektedir:
“Ey insanoğlu! İhtiyacından fazla olan malını insanlara vermen
senin için iyi, vermemen kötüdür. İhtiyacını yetecek kadarını elinde tutmandan
dolayı ayıplanmazsın. Geçimini üstlendiklerinden başlamak suretiyle iyilik et.
Veren el alan elden üstündür.” (Müslim, Zekât 97)
Ancak
verirken veya ihtiyaçlar için harcama yaparken itidalli hareket etmek, orta
yolu tutmak, cimrilik ve İsrâftan kaçınarak İslâm’ın emrettiği cömertliğe uygun
davranmak lazımdır. müslümanın, yaptıklarına pişman olmadan infak hayatına
devam edebilmesi için bu ölçü şarttır. Zaten bütün ahlâkî güzellikler, ifrat ve
tefrit noktalarından uzak durarak orta yolu bulmakla gerçekleşir.
Unutmamak
gerekir ki, rızkı veren Allah’tır. Dilediğine bol, dilediğine az verir. Bunun
için, sahip olduğu nimetlerden dolayı hiç kimsenin bir başkasına üstünlük
taslamaya hakkı yoktur. Elindeki imkânlar az olanlar da, bunu bir ayıp ve
aşağılık vesilesi görmemelidirler. Netice itibariyle herkes hakkına razı olmalı,
elindeki nimetleri artırma hırsıyla başkalarının hakkına göz dikmemeli, hele
hele rızık endişesiyle çocukların canlarına kıymak gibi bir cinâyete asla
teşebbüs etmemelidir:
31. Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onların da sizin de rızkınızı elbette biz veriyoruz. Onları öldürmek gerçekten çok büyük bir günahtır.
Câhiliye
döneminde Araplar, fakirlik korkusuyla erkek çocuklarını öldürür, kızlarını da
diri diri toprağa gömerlerdi. Günümüzde de çeşitli sebeplerle çocuklar henüz
dünyaya gözünü açmadan ana rahminde doğranıp öldürülmektedir. Kürtaj onlardan
biridir. Allah Teâlâ, herkesin rızkını verenin kendisi olduğunu beyânla,
fakirlik korkusuyla çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. Bunun çok büyük bir
günah olduğunu belirterek haram kılmıştır. Yeryüzündeki nimetleri, yiyecek ve
içecekleri düzenleyen ve her çağda yaşayacak olanlara göre onları ikram eden
insanlar değil, Allah Teâlâ’dır. Hatta tarihî gerçeklere bakıldığında, bir
bölgenin nüfusu ile geçim kaynaklarının aynı nispette arttığını, hatta geçim
kaynaklarının daha da fazla arttığını söylemek mümkündür. Bu sebeple insan
Allah’ın işine karışmamalı, üzerine düşen vazifeleri yapmaya çalışmalıdır.
Öncelikli
vazifemiz, Allah’ın yasakladığı haramlardan sakınmaktır. Bunların da başında
fert, aile ve toplum hayatını yıkıp tarümar eden zina gelmektedir:
32. Zinâya yaklaşmayın. Çünkü o, çirkinliği apaçık bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.
Âyette
“zina etmeyin” değil de “zinaya yaklaşmayın” buyrulmasında dikkat çeken çok
mühim incelikler vardır. Bu, zinayla birlikte zinaya götürme tehlikesi bulunan
her türlü niyet, söz, fiil ve davranışları da yasaklamakta, bunlardan uzak durmayı istemektedir. Buna
göre müslümanlar, fert ve toplum olarak, zinayı önleyici, ona sevkeden sebep ve
vasıtaları ortadan kaldırıcı düzenlemeler yapmalı; zinanın işlenmeyeceği temiz
bir çevre oluşturmak için gerekli terbiyevî ve hukukî çalışmaları
gerçekleştirip bunları kararlı bir şekilde tatbik etmelidirler. Nitekim İslâm,
toplumda zinayı engellemek için zina ve zina iftirası suçlarına bir kısım
cezalar öngörmüş, örtünmeyle ilgili düzenlemeler yapmış, müstehcen neşriyatı ve
fuhşu şiddetle yasaklamış, sarhoş edici içkilerin içilmesini de haram
kılmıştır. Zinaya teşvik eden müzik, oyun, reklam ve resimleri de menetmiştir.
Bununla birlikte evliliği kolaylaştırıcı, teşvik edici kaideler koymuş ve
böylece zinayı tamamen kaldırmayı hedeflemiştir.
İkinci
yasak, haksız yere insan öldürmektir:
33. Haklı bir gerekçeye dayanmaksızın, öldürülmesini Allah’ın haram kıldığı cana kıymayın. Kim haksız yere öldürülürse, onun velisine hakkını arama yetkisi vermişizdir. Fakat o veli de, artık öldürmede ileri gidip Allah’ın belirlediği sınırı aşmasın. Çünkü kendisine verilen bu yetkiyle zâten gerekli yardım yapılmıştır.
Haksız
yere cana kıymak yasaktır. Birisi haksız yere öldürüldüğünde, Allah Teâlâ, onun
hakkını savunmak üzere velisine bir kısım yetkiler vermiştir. Bunlar; yetkili
makamlardan kâtilin kısâsen öldürülmesini talep etme, diyet isteme veya
affetmedir. Veli bunlardan birini tercih edebilir. Kısası tercih ettiğinde,
velinin öldürmede aşırı gitmesi yasaklanmıştır. Yani öldürmede aşırı gitmemeli,
o kişiye ölüm yanında işkence etme, azalarını kesme gibi zararlar vermemelidir.
Veya katilden başkasına zarar vermemelidir. Çünkü cahiliye döneminde öldürülen
kişinin yakınları sadece katilin öldürülmesiyle yetinmez, ya ondan daha şerefli
birisini veya bir kişiye karşı iki veya daha fazla kişiyi öldürmedikçe adâletin
gerçekleşmeyeceğine inanırlardı. Âyet bu haksızlığı yasaklamakta, Cenâb-ı
Hakk’ın emir buyurduğu çerçeve içinde problemin çözümünü istemekte ve bunun
dışına çıkılmamasını emretmektedir.
İslâm
devletinde “haklı olarak insan öldürme” şu beş durumla sınırlandırılmıştır:
›
Kasten insan öldürme,
›
Savaş sırasında hak dine karşı gelme,
›
İslâm devletini ortadan kaldırmaya çalışma,
›
Kadın olsun, erkek olsun evli iken zina yapma,
›
İslâm dininden dönme.
Üçüncü
yasak yetim malı yemektir:
34. Yetimin malına yaklaşmayın. Ancak bülûğ çağına erinceye kadar koruma ve geliştirme niyetiyle ona en güzel şekilde yaklaşabilirsiniz. Verdiğiniz sözü de yerine getirin; çünkü herkes verdiği sözden mutlaka sorguya çekilecektir.
Yetimlerin
mallarına haksızlıkla yeme ve zarar verme niyetiyle yaklaşmak yasaktır. Ancak
bülûğ çağına erip, kendi işlerini görebilecek olgunluk yaşına gelinceye kadar
onların mallarını en güzel yolarla korumaya, işletmeyeve onu helal yollarla
artırmak üzere çalışmalar yapmaya müsaade edilmiştir. Yetimlerin mallarını
haksız olarak yemenin cezası cehennemdir. (bk. Nisâ 4/10) Bu sebeple müslümanlar
bu hususta çok dikkatli olmalıdırlar. Ayrıca verilen sözler mutlaka
tutulmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ, bunların tutulup tutulmadığını hesap gününde
soracaktır. “Ahdi yerine getirme” kaidesi, sadece fertler arasında gözetilmesi
gereken ahlâkî bir emir değil, İslâm devletinin ve toplumunun iç ve dış
ilişkilerinde tavrını belirleyen yol gösterici mühim bir prensiptir.
İslâm toplum hayatında en önemli prensiplerden biri
ölçü ve tartıya dikkat etmektir:
35. Ölçtüğünüz vakit tam ölçün, tarttığınız zaman da doğru teraziyle tartın. Bu, ticâretiniz için daha hayırlı ve sonuç itibariyle daha güzeldir.
Ölçüyü
ve tartıyı tam yapmak, eksik veya fazla yapmamak, kul hukukuna riâyet
bakımından çok mühim bir kaidedir. Fert ve toplum olarak müslümanların çarşı ve
pazarda, her türlü ticâri ve iktisâdî münâsebetlerde bu kâideyi tatbik etme ve
ettirme mesuliyetleri vardır. Çünkü insanlar arasında güven, huzur ve barışın
sağlanması, toplumda refahın artması için buna zaruri ihtiyaç vardır. Meselenin
uhrevî boyutu da çok önemlidir. Zira Allah Teâlâ, hak sahibinin rızâsı
olmadıkça kul hakkını affetmemektedir.
Ölçü
ve tartıya dikkat edenler, hem insanlar yanında sevgi ve saygı görürler, hem
Cenâb-ı Hak nezdinde makbul bir kul olurlar. Aynı zamanda böyle davranmanın
neticesi de çok güzeldir; dünyada hep fayda sağlar, âhirette de sevap elde
etmeye vesile olur.
İnsanı
kötülüklerden koruyup iyiliklere sevkedecek önemli husus göz, kulak ve kalp
gibi azalarına sahip çıkması ve bunları yaratılış maksatları yönünde
kullanmasıdır:
36. Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi yaptıklarından sorumludur.
Bu
âyet-i kerîme insanın bilmediği bir konuda söz söylemesini, hüküm vermesini,
bilgisizce davranmasını, bilmediği tanımadığı kimseler hakkında ileri-geri
konuşmasını, daha hususi olarak yalancı şâhitlik yapmasını, iftira atmasını,
hâsılı bilgi sahibi olmaksızın tahmine göre herhangi biri için maddî veya
manevî zarara yol açacak şekilde konuşmasını ve hareket etmesini
yasaklamaktadır. İnsan ancak şu üç vasıta sayesinde bilgi sahibi olabilir.
Bunlar kulak, göz ve kalptir. Bunları yaratıldıkları gaye istikâmetinde en
güzel şekilde kullanmak insanın en mühim sorumluluklarından biridir. Çünkü
Allah Teâlâ, hesap günü insana bu azalarını nasıl kullandığını soracağı gibi,
bu azalar da dünyada neler yaptıklarından sorguya çekileceklerdir. Nitekim
âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“O gün onların ağızlarını mühürleriz de, işlemiş oldukları
günahları bize elleri söyler, ayakları da buna şâhitlik eder.” (Yâsîn 36/65)
“Nihâyet ateşin karşısına geldiklerinde kendi kulakları, gözleri
ve derileri, vaktiyle işledikleri bütün kötülükleri söyleyip onların aleyhinde şâhitlik
edecekler.” (Fussılet 41/20)
Rivayete
göre Ebû Dücâne (r.a.) hasta iken ziyâretine giden birisi, onun sîmâsının nur
gibi parladığını gördü ve ona:
“–Yüzün
neden böyle parlıyor?” diye sordu. O da şu cevâbı verdi:
“–Benim
iki amelim var:
› Beni
ilgilendirmeyen hususlarda susarım.
› Gönlüm
mü’minlere karşı sû-i zandan uzak kalır. Bütün mü’minlere karşı hüsn-i zan
beslerim.” (İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 557)
Hak
dostu Ahmed er-Rufâî Hazretleri, bir gün yolda çocuklara rastladı. Kavga
ediyorlardı… Onları ayırdı ve birine şöyle sordu:
“-
Sen kimin oğlusun?”
Çocuk
şu karşılığı verdi:
“-
Sana lazım olmayan şeyi ne yapacaksın?”
Hazret
oradan ayrılıp gitti. Fakat hep o çocuğun dediğini tekrar ediyor ve şöyle
diyordu:
“-
Oğlum, Allah sana iyilik versin. Bana edep öğrettin…” (Velîler
Ansiklopedisi, II, 512-513)
Demek
ki insan işi olmayan şeylerle ilgilenmemeli, haddini bilmeli, Allah karşısında
acziyetini tadıp mütavazi olmalıdır. Bu sebeple buyruluyor ki:
37. Hem yeryüzünde büyüklük taslayarak yürüme. Çünkü kendini ne kadar büyük görürsen gör ne yeri yarabilir, ne de boyca dağlara erişebilirsin.
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” (Müslim,
İman 147-149)
“Kim kendisini büyük görür ve böbürlenerek yürürse, kıyâmet günü
Allah kendisine gazap etmiş halde O’nun huzuruna varır.” (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, II, 118)
Nitekim
Peygamberimiz (s.a.s.), bir zamanlar böbürlenerek yürüyen bir adamın başına
gelenleri şöyle haber verir:
“Vaktiyle kendini beğenmiş bir adam güzel elbisesini giymiş,
saçını taramış, çalım satarak yürüyordu. Allah Teâlâ onu yerin dibine
geçiriverdi. O adam kıyâmete kadar debelenerek yerin dibini boylamaya devam
edecektir.” (Buhârî, Libâs 5; Müslim, Libâs 49, 50)
Sırrı
Sakatî (r.h.) de çok kere şöyle nasihat ederdi:
“Dünyaya
pek dayanma; Allah ile arandaki bağı koparırsın. Yeryüzünde yürürken de kabara
kabara yürüme; pek yakında orası sana mezar olacak…” (el-Hadâiku’l-Verdiyye,
s. 208)
Veysel
Karânî (k.s.) şu özlü sözleriyle ne güzel öğüt verir:
“Yükseklik aradım, tevazuda buldum.
Beylik aradım, hayırseverlikte buldum.
Mürüvvet aradım, doğrulukta buldum.
Şan aradım, fakirlikte buldum.
Nisbet ve şöhret aradım, takvâda buldum.
Şeref aradım, kanaâtte buldum.
Rahat aradım, zühdde buldum.” (Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 64)
O
halde şunu unutmayın ki:
38. Yasaklanan bu tutum ve davranışların hepsi kötü olup, Rabbinin nazarında asla hoş görülmeyen şeylerdir.
39. İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir. Sakın Allah ile beraber başka bir ilâh edinme; yoksa kınanmış ve Allah’ın rahmetinden kovulmuş olarak cehenneme atılırsın!
Sûrenin
başından ve husûsiyle 22. âyetteki “Allah ile beraber başka bir ilâh edinme!”
emrinden başlayarak buraya kadar açık veya gizli zikredilen tâlimatların bir
kısmı yapılması gereken emirler, bir kısmı ise kaçınılması gereken yasaklardır.
İşte bunların yasaklanmış olanları birer kötülüktür ve bunların işlenmesi Allah
katında hoş karşılanmamaktadır. Allah’ın razı olduğu bir kul olabilmek için emredilenleri
yapmak, yasaklananlardan da sakınmak gerekir. Bu fasılda konunun başladığı 22.
âyette de, “Allah ile beraber başka ilâh edinilmemesi” emredilmiş, konunun
tamamlandığı 39. âyette de yine aynı emir tekrar edilerek “Allah ile beraber
başka bir ilâh edinilmemesi” istenmiştir. Bu, işin başının da sonunun da tevhid
akîdesi olduğunu tekit etmek içindir. Gerçek mânada tevhid akîdesine sahip
olmayan kişinin amelleri boşa gider. Neticede kınanmış ve Allah’ın rahmetinden
uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılır. Çünkü tevhid, her hikmetin başıdır ve
özüdür.
Bu
sebeple Allah Teâlâ’nın yüceliğine yaraşır sıfatlarla anılması ve O’na oğullar,
kızlar yakıştırarak “hükmüne boyun eğilmeyecek kadar aciz bir tanrı” inancına
kapı aralanmaması istenerek şöyle buyruluyor:
40. Ey müşrikler! Demek Rabbiniz sizi erkek çocuklarla şereflendirdi, kendisi de meleklerden kızlar edindi öyle mi? Gerçekten siz çok büyük, vebâli çok ağır bir söz söylüyorsunuz.
Allah
Teâlâ erkek olsun, kız olsun çocuk edinmekten pek yüce ve çok uzaktır.
Müşrikler, meleklerin Allah’ın kızları olduklarını kabul ederler, daha şerefli
olduğunu düşündükleri erkek çocukların ise kendilerine ait olduğunu
söylerlerdi. Kur’ân-ı Kerîm, bu düşünceyi kökünden reddeder ve bunun vebâli
gerçekten çok büyük bir söz olduğunu bildirir. Kur’an, çeşitli şekillerde
onların bu ve buna benzer düşüncelerinin yanlışlığını, doğrusunun nasıl olması
gerektiğini tekrar tekrar beyân eder. Böylece insanların düşünüp öğüt
almalarını, gerçeği anlayıp hallerini düzeltmelerini hedefler. Fakat Kur’an’ın
bu öğütleri, hidâyetten nasibi olmayanların ancak Hakk’a karşı olan
nefretlerini ve hakikate sırt çevirip kaçışlarını artırır.
Bu
sebeple:
41. Biz, insanlar düşünüp ders alsınlar diye bu çok şerefli Kur’an’da gerçekleri bütün yönleriyle ve farklı farklı açılardan anlatıp duruyoruz. Fakat bu, onların doğru yoldan daha çok nefret edip uzaklaşmalarına yol açmaktadır.
Allah
Teâlâ erkek olsun, kız olsun çocuk edinmekten pek yüce ve çok uzaktır.
Müşrikler, meleklerin Allah’ın kızları olduklarını kabul ederler, daha şerefli
olduğunu düşündükleri erkek çocukların ise kendilerine ait olduğunu
söylerlerdi. Kur’ân-ı Kerîm, bu düşünceyi kökünden reddeder ve bunun vebâli
gerçekten çok büyük bir söz olduğunu bildirir. Kur’an, çeşitli şekillerde
onların bu ve buna benzer düşüncelerinin yanlışlığını, doğrusunun nasıl olması
gerektiğini tekrar tekrar beyân eder. Böylece insanların düşünüp öğüt
almalarını, gerçeği anlayıp hallerini düzeltmelerini hedefler. Fakat Kur’an’ın
bu öğütleri, hidâyetten nasibi olmayanların ancak Hakk’a karşı olan
nefretlerini ve hakikate sırt çevirip kaçışlarını artırır.
Bu
sebeple:
42. Rasûlüm! De ki: “Faraza, onların iddia ettikleri gibi Allah ile beraber başka ilâhlar olsaydı, bu takdirde o ilâhların hepsi, arşın sahibine ulaşmak için mutlaka bir yol ararlardı.”
43. Allah onların iddia ettiklerinden son derece uzak, çok çok yüce ve pek büyük bir yükseklikle yüksektir.
Allah
tek ilâhtır. O’nunla beraber ikinci veya daha fazla ilâhların olması mümkün
değildir. Eğer -farz-ı muhâl- O’nunla beraber başka ilâhlar olsaydı mecbûren şu
ihtimaller devreye girerdi:
› Her biri o
bütün mülkün ve saltanatın sahibi olan, kâinatta her şeyi kudret eliyle idâre
eden Allah Teâlâ’ya gâlip gelme çaresini arardı. Çünkü gâlip gelmeden gerçek
mânada ilâh olamazdı. Nitekim bu mânaya işaret etmek üzere: “Eğer göklerde
ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisinin de dengesi ve düzeni
kesinlikle bozulur giderdi. arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdığı her
türlü çirkin vasıflardan uzaktır, yücedir!” (Enbiyâ 17/22) buyrulur.
› Her biri
Allah Teâlâ’nın tek olan zâtından kuvvet ve kudret elde etmeksizin bir şey
yapamayacaklarını bildiklerinden hepsi ona yaklaşmak için bir yol arardı.
Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “İlah diye taptıkları o varlıklar,
“Ne yapsam da O’na yakın olabilsem!” diye Rablerine yaklaşmak için vesile
ararlar. Allah’ın rahmetini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı,
gerçekten sakınılması gereken korkunç bir azaptır.” (İsrâ 17/57) Bu şekilde
ise hiçbiri gerçek mânada ilâh olamaz, Allah’ın tek ilâh olduğunu kabul etmek
durumunda kalırdı.
Dolayısıyla
Allah Teâlâ, müşriklerin iddia ettikleri her türlü şirk unsurundan, şüphe ve
şaibesinden gerçekten çok yüce, ve son derece ulu ve yüksektir.
Anlatıldığına
göre Malik b. Dînâr namazda “Rabbimiz! Sadece sana kulluk eder ve sadece
senden yardım isteriz” (Fâtiha 1/4) âyetini okuduğunda baygınlık geçirirdi.
Ona bunun sebebi sorulunca: “Yalnız sana ibâdet ederiz” diyoruz, fakat
nefislerimize, hevâmıza ibâdet ediyoruz. “Yalnız senden yardım dileriz”
diyoruz, fakat Allah’tan başkalarının kapılarına mürâcaat ediyoruz” derdi. (Bursevî,
Rûhu’l-Beyân, V, 192)
Dolayısıyla
Allah’a tam anlamıyla kulluk için mârifetullahta mesafe almak ve O’nu tüm
varlıkta tecelli eden isim ve sıfatlarıyla birlikte kalpte tanımak önemlidir:
44. Yedi gök, yer ve bunlar içinde bulunan herkes Allah’ı tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız. Şüphesiz ki O, ceza vermekte hiç acele etmeyen ve çok bağışlayandır.
Allah’ı
tesbih, O’nun şânının, kudret ve azametinin yüceliğini, bütün noksan
sıfatlardan uzak olduğunu dil ile söylemek veya hal diliyle anlatmaktır. Demek
ki Allah’ı tesbih hem dille hem de halle olabilmektedir. Bu iki tür tesbih akıl
ve irade sahibi olarak bildiğimiz melekler, cinler ve insanlar için geçerli
olduğu gibi, bu âyetin delâletiyle, akılsız veya cansız olduklarını
düşündüğümüz gökler, yer ve bunlarda bulunan diğer varlıklar içinde geçerlidir.
İnsanın
diliyle tesbihi, Allah’ı her türlü noksanlıktan uzaklaştırarak zâtı, sıfatları
ve fiilleriyle bütün kemâl sıfatlarına sahip olduğunu dile getirmesi, Allah’ı
hep böyle tanıyıp böyle zikretmesidir. Haliyle tesbihi ise itikadı, ibâdeti,
ahlâkı, muâmelâtı, hâsılı her türlü düşünce, söz, fiil ve davranışlarıyla
Allah’ın birliğine, noksansız ve kusursuz olduğuna inandığını göstermesi,
hükümlerine boyun eğmesi, amelinin imanına şâhitlik etmesidir.
Bu
âyette haber verildiği üzere gökler, yerler, dağlar, taşlar, ağaçlar, kuşlar,
hâsılı canlı cansız bütün varlıklar da hem dilleriyle hem de halleriyle Allah’ı
tesbih ederler.
Dil
ile tesbihlerine gelince, her şey kendi diliyle Hakk’ı tesbih eder fakat âyette
belirtildiği gibi insanlar bunu anlayamazlar. Mahlukâtın hal diliyle
tesbihlerini, tam olarak olmasa da, bir nebze anlamamız mümkündür. Âyetteki “fakat
siz anlayamazsınız” (İsrâ 17/44) buyrulması, onların kendilerine
mahsus dilleriyle Cenâb-ı Hakk’ı tıpkı insanların kendilerine mahsus dil ve
lisanlarıyla tesbih ettikleri gibi tesbih ettiklerine delalet eder. Nitekim
biz, insan olduğumuz halde, bilmediğimiz yabancı dillerde yapılan konuşmaları
da, yazılan eserleri de anlayamıyoruz. Halbuki o insanlar her şeyleriyle bizim
aynımızdır; konuşurken çıkardıkları sesler, yaptıkları jest ve mimikler de
bizimkine çok benzemektedir. Hayvanların da dilleri, konuşmaları, bağrışmaları
vardır. Onların çıkardıkları seslerden de bazı şeyleri anlamak mümkün olabilir.
Fakat bitkilere ve cansızlara geldiğimizde onların dillerinden bir şey
anlamamız iyice zorlaşmaktadır. Fakat kendilerine özgü dillerinin olduğunda ve
o dillerle Yaratan’larını tesbih ettiklerinde şüphe yoktur. Nitekim bir kısım
âyet-i kerîmeler, Peygamberimiz (s.a.s.) ve sahâbeden gelen bazı bilgiler,
bilmediğimiz bu âleme işaretlerde bulunmakta, küçük de olsa bir pencere
açmaktadır:
Cenâb-ı
Hak, dağların ve kuşların Hz. Dâvûd’la birlikte tesbih etmeleri hakkında şöyle
buyurur:
“Biz, dağları Dâvûd’un emrine verdik de, akşam sabah onunla
birlikte Allah’ın sınırsız kudret ve yüceliğini tesbih ederlerdi. Etrafında
toplanan kuşları da. Hepsi birden tesbih, dua ve yakarışlarla Allah’a yönelir,
O’nun iradesine boyun eğerlerdi.” (Sād 38/18-19)
“Taşlardan öylesi de var ki, Allah korkusundan yuvarlanır, düşer.”
(Bakara
2/74)
Abdullah
b. Mesûd (r.a.) diyor ki: “Biz Allah Resûlü (s.a.s.)’in yanında o hale
gelmiştik ki, boğazımızdan geçen lokmaların tesbihini işitirdik.” (Buhârî,
Menâkıb 25; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 460)
Fahr-i
Kâinat (s.a.s.)’in İslâm’ı tebliğ ettiği ilk yıllarda bir bedevi gelerek:
“–
Senin Allah Resûlü olduğunun delîli nedir?” dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.s.):
“– Hurma ağacından şu salkımı çağırayım. O benim Allah’ın elçisi
olduğuma şehâdet edecektir!” dedi ve onu çağırdı. Salkım ağaçtan inmeye başlayıp Resûlullah (s.a.s.)’in
yanına düştü:
“–
Selam senin üzerine olsun ey Allah’ın Rasûlü” dedi. Sonra Efendimiz ona:
“– Haydi yerine dön!” diye emredince salkım, döndü ve eski yerine kaynadı. Bedevi bu
manzara karşısında derhal müslüman oldu. (Tirmizî, Menakıb 6)
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Mekke’de bir taş biliyorum. Ben peygamber olarak gönderilmeden
önce o bana selam veriyordu. Şu anda dahi ben o taşı tanırım.” (Müslim,
Fedâil 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 89)
Hazret-i
Ali (r.a.) da şöyle anlatır:
“Peygamber
Efendimiz’le birlikte Mekke’de idim. Beraberce Mekke’nin bâzı yerlerine gittik.
Dağların ve ağaçların arasından geçiyorduk. Resûlullah (s.a.s.)’in karşılaştığı
bütün dağlar ve ağaçlar: «es-Selâmü aleyke yâ Resûlallah!» diyordu” (Tirmizî,
Menâkıb 6/3626)
Bu
bilgiler, canlı cansız bütün varlıkların Allah’ı zikretmekte ve O’nu tesbih
etmekte olduklarını açıkça ortaya koymaktadır.
Hal
dilleriyle tesbihe gelince, mâhiyetini tam olarak idrak edemesek de bunda anlaşılmayacak
bir durum yoktur. Kâinatta zerreden küreye ne kadar varlık varsa hepsinin Allah
Teâlâ’nın koyduğu kevnî kanunlara tâbi olduğunda, boyun eğip itaat ettiğinde
şüphe yoktur. Cansız saydığımız eşyada bile, kısıtlı duygularımızla
hissedemediğimiz ve ölçülerini Allah’ın belirlediği bir hareketlilik vardır.
Atomun çekirdeği etrafındaki elektronlar, akıllara durgunluk verecek bir hızla
dönmektedir. Mesela hidrojen atomunun elektronunun, çekirdeği etrafında
saniyede
Gerçeğin
ölçüsü şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’dir. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu o belirler.
Ancak:
45. Sen Kur’an okuduğun zaman, seninle âhirete inanmayanlar arasına görünmez bir perde çekeriz.
46. Ayrıca kalplerinin üzerine Kur’an’ı anlamalarına mâni kılıflar geçirir, kulaklarına da bir tıkaç koyarız. Bu yüzden, sen Kur’an’da Rabbinin tek ilâh olduğunu yâdettiğin zaman onlar nefretle arkalarını dönüp giderler.
Kur’ân-ı
Kerîm davetini âhirete iman kaidesi üzerine bina eder. Bu bakımdan ancak
âhirete iman edenler Kur’an’a inanır, onun âyetlerine kulak verir ve davetine
icâbet ederler. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“İşte bu Kur’an, kendinden önceki kitapları doğrulayan, şehirlerin
anası olan Mekke halkını ve çevresinde bulunan herkesi uyarman için
indirdiğimiz feyiz ve bereket kaynağı bir kitaptır. Âhirete inananlar ona da
inanırlar ve onlar namazlarını vaktinde dosdoğru kılmaya devam ederler.” (En‘âm 6/92)
Âhirete
iman etmeyenlere gelince, onların kalpleri, bu imansızlığın tabii bir neticesi
olarak Kur’an’ın davetine karşı katılaşır, onların üzerinde tortular, perdeler,
kılıflar oluşur; kulakları da dinî gerçeklere karşı sağırlaşır. Böyle kimseler,
Kur’an’ın davetine hiçbir zaman değer vermezler, onu anlamazlar; sadece
gözleriyle gördükleri, elleriyle tuttukları dünya zevklerinin peşinden koşarlar.
Aslında bu onların kendi tercihleridir. Nitekim Fussılet sûresinde onların bu
durumu kendi dillerinden şöyle haber verilir:
“Müşrikler şöyle diyorlar: “Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz
kapalıdır. Kulaklarımızda ağırlık, seninle aramızda da perde vardır. Artık ne
yapacaksan yap; biz de bildiğimizi yapacağız.»” (Fussılet
41/5)
Halbuki
bu durum bir fazilet değil, âhirete iman etmedikleri için başlarına gelen büyük
bir musibettir. Onlar putperest olduklarından Kur’an’ın getirmiş olduğu tevhid inancını
reddederler; bu yönde bir telkin aldıklarında sırtlarını çevirir, nefretle
döner giderler. Onların bu hali bir diğer âyet-i kerîmede şöyle bildirilir:
“Ne zaman Allah eşi ortağı olmayan bir tek ilâh olarak anılsa,
âhirete inanmayanların kalplerindeki nefret ve daralma yüzlerine vurur. Fakat
Allah’ın dışında taptıkları şeyler anıldığında ise hemen yüzleri güler,
neşelenirler.” (Zümer 39/45)
Allah’ın
zikrine karşı böylesine olumsuz bir tavır sergileyen müşriklerin, O’nun
mesajını taşıyn Peygamber’e olumlu davranmaları elbette düşünülemez:
47. Seni dinlerken aslında biz onların neye kulak kesildiklerini; kendi aralarında fısıldaşırlarken de o zâlimlerin birbirlerine: “Eğer Muhammed’e uyarsanız siz, ancak düpedüz büyülenmiş bir adamın ardından gitmiş olacaksınız” dediklerini biz çok iyi biliyoruz.
48. Rasûlüm! Baksana; senin için şâir, sihirbaz, kâhin diyerek ne tür benzetmeler yaptılar? İşte bu yüzden yoldan saptılar da bir daha doğru yolu bulmaya güç yetiremiyorlar.
Müşrikler,
Resûlullah (s.a.s.)’in okuduğu Kur’an’ı ve yaptığı konuşmaları dinler, daha
sonra buna karşı bir tuzak hazırlamak için bir araya gelirlerdi. Bazan bir
kimsenin Kur’an’ın tesiri altında kaldığından şüpheye düşerler, birlikte oturup
onu bu tesirden kurtarmaya çalışırlar ve: “Düpedüz büyülenmiş, kendisine sihir
yapılmış, ne konuştuğunu bilmeyen bir adama sen nasıl inanabilir, ondan nasıl
etkilenebilirsin?” derlerdi. Asr-ı saadette bunun pek çok misâli vardır.
Onlardan âyetin iniş sebebi olarak da nakledilen biri şöyledir:
Rivayete
göre bir defasında Resûlullah (s.a.s.), Hz. Ali’nin bir yemek hazırlamasını
isteyerek, Kureyş eşrafını yemeğe davet etti. Davet sırasında onlara âyetler
okuyarak kendilerini tevhid inancını kabul etmeye çağırdı. Bunu kabul ettikleri
takdirde, zannettiklerinin aksine, itibar kaybetmek şöyle dursun, hem kendi
çevrelerinde öncekine göre daha çok hürmet göreceklerini hem de Arap
olmayanlar nezdinde itibar kazanacaklarını beyân buyurdu. Fakat onlar bu daveti
kabul etmemekle kalmadılar, üstelik Peygamberimiz (s.a.s.) konuşurken nezaket
kaidelerini hiçe sayarak fısıltılı konuşmalarla onun büyülenmiş olduğunu ileri
sürdüler. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XX, 178)
Bir
diğer dikkat çekici hâdise de şudur:
Bir
gece Ebû Süfyan, Ebû Cehil ve Ahnes b. Şerik, birbirlerinden habersiz olarak,
Peygamberimiz (a.s.)’ın geceleyin evinde okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemek için
gidip her biri bir yere gizlenir. Bunlar, geceyi Efendimiz’in Kur’ân okuyuşunu
dinleyerek geçirirler. Ta ki sabaha karşı kimseye görünmeden gitmek isterlerken
tesâdüfen birbirleriyle karşılaşırlar. Yaptıkları işin tuhaflığını fark edip
birbirlerini ayıplayarak:
“–
Bir daha böyle bir şey yapmayalım! Eğer bizi halktan ve kölelerden biri görmüş
olsa, muhakkak kalbine şüphe düşer” deyip oradan ayrılırlar. Fakat ikinci ve
üçüncü gece de aynı durum tekerrür eder. En son ayrılırken birbirlerine:
“–
Bir daha dönmeyeceğimize yemîn etmedikçe buradan ayrılmayalım” derler ve
anlaştıktan sonra dağılırlar. (İbn Hişâm,
es-Sîre, I, 337-338)
Muallim
Cûdî’nin şu beyti onların hâlini ne güzel ifade etmektedir:
Hidâyet senden olmazsa, dirâyet neylesin yâ Rab!
Arapça bilse de Ebu Cehl’e âyet neylesin yâ Rab!
Peygamberimiz
(s.a.s.)’e bu kadar düşmanca tavır alan müşriklerin esas problemi, âhirete
kesinlikle en küçük bir inançlarının olmamasıdır:
49. Bir de şöyle dediler: “Biz kupkuru bir kemik yığını ve ufalanmış bir avuç toprak hâline geldiğimiz zaman mı, yani biz o halde iken mi yeni bir yaratılışla tekrar diriltileceğiz? Bu, olacak şey değil!”
50. Onlara şunu söyle: “İster taş olun, ister demir.”
51. “İsterseniz diriltilmesini aklınızın almadığı başka bir madde olun, fark etmez, yine de diriltileceksiniz!” Bu sefer: “İyi de, bizi yeniden hayata döndürecek kimmiş?” diyecekler. Sen de: “Sizi ilk defa yoktan yaratan diriltecek!” de. O vakit seninle alay edip başlarını sallayarak “Ne zamanmış o kıyâmet” diye soracaklar. Sen de: “Belki de çok yakında” de.
52. Allah sizi huzuruna çağırdığı gün, O’na hamdederek hemen emrine uyacaksınız ve dünyada pek az bir süre kaldığınızı sanacaksınız.
Müşrikler
yeniden dirilişi ve âhiret hayatını inkâr ediyorlardı. Bunun sebebi, yaptıkları
kötülük ve haksızlıklarında ısrar etmeleriydi. Onlar kötülüklerden vazgeçme
yerine, yaptıklarının hesabını verecekleri âhiret gününü inkârı tercih
ediyorlardı. Akıllarınca öldükten sonra artık bir daha dirilmenin
imkânsızlığını ispata çalışıyorlardı. Halbuki durum hiç düşündükleri gibi
değildir. Öldükten sonra sadece toz, toprak ve çürümüş kemik yığını değil, taş
olsalar, demir olsalar veya gökler ve dağlar gibi akıllarınca diriltilme imkân
ve ihtimâli bulunmayan başka bir yaratık olsalar da Allah onları mutlaka
diriltecektir. Diriltildikleri zaman da dünyada veya kabirde çok az bir süre
kaldıklarını zannedeceklerdir. Nitekim başka âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Kıyâmet koptuğu gün, inkârcı suçlular, dünyada sadece çok kısa bir
süre kaldıklarına yemin edecekler. İşte onlar, vaktiyle hayattayken de hep
böyle aldanıyor, hep böyle yanlışlara sürüklenip duruyorlardı.” (Rûm 30/55)
“Onlar kıyâmeti gördükleri gün sanırlar ki, dünyada sadece ya bir
akşam vakti kalmışlar, ya da bir kuşluk vakti.” (Nâziât
79/46)
Dolayısıyla
şu fâni ömrü sâlih amellerle ve günahlardan kaçınarak kıyâmet gününe hazırlanma
yolunda sarf etmek lâzımdır. Çünkü Allah ve Peygamber’in verdikleri haberler
yakında kesinlikle gerçekleşecektir. Öldüğü zaman kişinin kıyameti kopmuş
demektir. Çünkü bir kişi öldüğünde kıyâmetle karşı karşıya gelir. Artık
cennetin, cehennemin ve meleklerin varlığını müşâhede eder ve hiçbir amel
yapmaya imkânı kalmaz. Aynı zamanda her insan hangi halde öldü ise kıyâmet gününde
o hâl üzere diriltilir. O halde kul şu üç devlete erişmenin niyeti ve gayreti
içinde olmalıdır.
› Hayatta iken
olan devlet, kişinin Allah’a itâat üzere yaşamasıdır.
› Ölüm sırasında
olan devlet, kişinin “lâ ilâhe illallah” diyerek rûhunu teslim etmesidir.
› Kıyâmet gününde
olan devlet ise kabirden kalkarken kendisine bir müjdecinin gelip onu cennetle
müjdelemesidir.
Allah’a
karşı gelen ve âhireti inkâr edenler bu üç devletten de mahrum kalacaklardır.
Peki
bu devlete ulaşmanın yolu nedir:
53. Rasûlüm! Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Çünkü şeytan onların arasını bozmaya çalışır. Doğrusu şeytan insanın apaçık düşmanıdır.
Bu
âyet-i kerîme mü’minlere umûmî mânada mü’min-kâfir herkese sözün en güzelini
söylemelerini emrettiği gibi, husûsî mânada da kendi aralarında edebi elden
bırakmamalarını, yumuşak söz söylemelerini, birbirlerine alçak gönüllü
davranmalarını, şeytanın vesvese ve tahriklerini bir kenara atmalarını
emretmektedir.
“Güzel
söz”, söylenmesi normal karşılanan sözdür. “En güzel söz” ise terk edilmesi
caiz olmayan sözdür. Yine “en güzel söz”, terk edildiğinde cezalandırılmaktan
korkulan sözdür. Aslında “en güzel söz”, sevenin sevdiğine karşı söylediği
kulluk sözleridir. Buna göre günahkârın en güzel sözü, günahını itiraf etmesi;
ârifin en güzel sözü ise, Allah’ı tanımaktan âciz olduğunu ikrar etmesidir.
Nitekim Resûlullah (s.a.s.):
“Ya Rabbi! Sen her türlü noksan sıfatlardan uzaksın, yücesin! Seni
layık olduğun şekilde övmem mümkün değildir. Sen kendi zâtını nasıl övüyorsan
öylesin!”
buyurmuştur. (Müslim, Salât 222)
Resûlullah
(s.a.s.) Efendimiz, merhametli, kibar, nâzik, ince ruhlu ve rikkat-i kalbiyye sahibi
bir insandı. Kaba bir kimse O’na:
“–Ey
Muhammed, ey Muhammed!” diye defâlarca bağırmasına rağmen o, her defasında yumuşak
bir üslûpla:
“–Buyur, isteğin nedir?” diye mukâbelede bulunmuştur. (Müslim, Nüzür 8; Ebû Dâvûd, Eymân,
21/3316; Tirmizî, Zühd 50)
Yani
muhâtabının kabalığına rağmen her seferinde âyetin emrettiği şekilde sözün en
güzelini söylemiş, hiçbir zaman nezâket ölçüleri dışına çıkmamıştır.
Bu
bakımdan mü’minler hem kendi aralarındaki münâsebetlerde güzel olanı söylemeli,
hem de câhillerle, nâdânlarla münâsebetlerinde güzel olanı söylemelidirler.
Nitekim Furkân sûresinde Rahmân’ın has kullarının vasıfları sayılırken:
“Rahman’ın has kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ve vakar ile
yürürler; kendini bilmez kimseler onlara laf attığında incitmeksizin
«Selâmetle!» derler, geçerler” (Furkān 25/63) buyrulur. Resûlullah (s.a.s.) de, insanlara edep ve
ahlâk bakımından kardeşliği sağlayacak esasları talim edip: “Ey Allah’ın
kulları, kardeş olunuz!” (Buhârî, Edeb 57; Müslim, Birr 23) tavsiyesinde
bulunur.
Rabbimiz
her zman ve zeminde güzel konuşmamızı istemektedir. Çünkü şeytan insanların
arasını en fazla konuştukları faydasız ve gönül incitici sözlerle bozar. Zaten
o insanın apaçık düşmanı olup, bulduğu her fırsatı bu yönde değerlendirmekten
bir an geri durmaz. Bu sebeple de sözün en güzelini söylemeye ve şeytana ip ucu
vermemeye gayret etmek gerekir.
Söz
vardır, düşmanları dost eder. Söz vardır dostları düşman eder, büyük kavgalara
sebep olur. Bu sebeple Rabbimiz insanları birbirine düşürecek, yanlış anlamalara
sebep olacak kaba çirkin sözlerden kaçınılmasını ve en güzel biçimde
konuşulmasını ister.
Yûnus
Emre (r.h.) ne güzel söyler:
“Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ahulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz!”
Kemâlzâde
Ekrem de sözün gücüyle ilgili şu hikmetleri dile getirir:
“Âşıklığı
meftûn edecek bir söz işittim,
Bir
söz ki eder sâmi’a-i kalbime tesir,
Bir
söz ki kılar rûhuma cânânımı tasvîr,
Bir
söz ki duyunca anı ben göklere gitti,
Bir
söz ki işitseydi cihân-ı melekiyet,
Eylerdi
güzel kâline arz-ı muhabbet.”[1]
Bu bakımdan, Rabbimiizn bizi bizden daha iyi bildiği şuuru içinde hep güzelliklerin peşinde olup son nefesimizi imanla vermenin gayretiyle hareket etmeliyiz:
[1] Sâmi’a-i kalb:
Kalbin kulağı. Cihân-ı melekiyet: Melekler alemi. Güzel kâl:
Güzel söz. Arz-ı muhabbet: Sevgi gösterisi.
54. Rabbiniz sizi çok iyi bilmektedir. O dilerse size merhamet eder, dilerse sizi cezalandırır. Biz seni insanları gözetleyici ve onların yaptıklarından sorumlu olarak göndermedik.
55. Rabbin göklerde ve yerde kim varsa, bunların hepsini de çok iyi bilmektedir. Elbette biz peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Nitekim Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.
Ne
mü’minin iman üzere son nefesini vereceği garantisi vardır, ne de kâfirin kâfir
olarak öleceği şeklinde kesin bir hüküm vardır. Mü’min imanını kaybedebileceği
gibi, kâfir de doğru yola erişebilir. Hayatta bunun görülen canlı misalleri
çoktur. Bu bakımdan mü’minler, cennetin kendilerine ait olduğu ve düşmanlarının
cehenneme gireceği şeklinde ifadeler kullanmaktan sakınmalıdırlar. Buna karar
verecek olan sadece Allah’tır. Çünkü o tüm insanların geçmişlerini, geleceklerini,
gizli ve âşikâr durumlarını en iyi bilmektedir. Dolayısıyla bir insanın mükâfat
mı göreceğine veya azaba mı uğrayacağına sadece O karar verir. Bununla
birlikte, isimleri net olarak belirtmeksizin, Kur’an ve sünnetin tâlimatları
çerçevesinde şu nevi inanç ve amel sahiplerinin mükâfata ereceği, şu nevi inanç
ve amel sahiplerinin ise ceza göreceği söylenilebilir. Bunun ölçüüsnü bize
öğreten şüphesiz peygamberlerin öğretileridir.
Şunu
belirtelim ki ,peygamberler Allah’ın en seçkin kullarıdır. Buna rağmen bunlar
arasında bile fazilet ve derece farkı vardır. Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede
konuya açıklık getirilerek şöyle buyrulur:
“İşte şu peygamberler ki, biz onların bazısını bazısına üstün
kıldık. İçlerinden biriyle Allah doğrudan konuşmuş, birini ise derecelerle
yükseltmiştir. Biz, Meryem oğlu İsa’ya apaçık mûcizeler verdik ve onu
Rûhu’l-Kudüs’le destekleyip güçlendirdik...” (Bakara 2/253)
Burada
ise bir fazilet alâmeti olarak özellikle Dâvûd (a.s.)’a Zebur’un verildiği
zikredilir. Bunun şu hikmetleri olabilir:
›
Kureyşliler Peygamberimiz (s.a.s.)’e karşı mücadele etmek için
zaman zaman yahudilere müracaat ediyorlardı. Onlar da: “Mûsâ’dan sonra
peygamber, Tevrat’tan sonra kitap yoktur” diyorlardı. Dolayısıyla bu âyetle
onların bu iddiaları çürütülmüştür.
›
Bununla üstünlüğün değerine işaret edilmiştir. Çünkü Dâvûd (a.s.)
büyük bir hükümdar idi. Böyle iken burada onun hükümdarlığı göz önünde
bulundurulmayıp da ona özellikle Zebûr’un verildiğinin belirtilmesi, bahsedilen
üstünlükten maksadın, mal ve mülkle değil, ilim ve din yönünden bir üstünlük
olduğunu gösterir.
›
Zebur’da peygamberlerin sonuncusunun Hz. Muhammed (s.a.s.) ve
ümmetlerin en hayırlısının da onun ümmeti olduğu yazılmıştı. Nitekim “Yemin
olsun ki biz Zikir’den sonra Zebur’da da: «Yeryüzüne ancak sâlih kullarım vâris
olacaktır» diye yazdık” (Enbiyâ’ 21/105) buyrulmuştur.
Zebûr’da
geleceği müjdelenen o âhir zaman Peygamberi’nin en büyük mücâdelesi
putperestlikle olmuş ve ona, bir kısım varlıkları el açıp yardım umulacak bir
makama yücelterek Allah’a ortak koşanlara şöyle söylemesi emredilmiştir:
56. Rasûlüm! De ki: “Allah’tan başka ilâh diye taptığınız varlıkları çağırın da görün: Onlar başınıza gelen bir sıkıntıyı ne sizden uzaklaştırabilirler, ne de onu bir ferahlığa çevirebilirler.
57. İlâh diye taptıkları o varlıklar, “Ne yapsam da O’na yakın olabilsem!” diye Rablerine yaklaşmak için vesile ararlar. Allah’ın rahmetini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, gerçekten sakınılması gereken korkunç bir azaptır.
Şirk
sadece Allah’tan başkasına secde etmekten ibaret olmayıp, Allah’tan başkasına
yalvarıp onlardan yardım dilemek de şirktir. Nitekim müşrikler taptıkları
putları ve heykelleri meleklerin timsâli olarak kabul eder, onların şahsında
meleklere taptıklarını söylerlerdi. İşte âyet bu bâtıl inancın ne kadar çürük
olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü melekler de dâhil olmak üzere Allah’tan
başka hiçbir varlık, Allah’ın yardımı ve yaratması olmaksızın, bırakalım
başkalarını, bizzat kendisini bile zarardan koruma imkânına sahip değildir.
Onlar kendiliklerinden hiçbir fayda veya zarara malik olmadıkları gibi, üstelik
Allah’ın merhametini umar, azabından korkar ve O’na yaklaşmak için vesile
ararlar. “Uman”, “korkan” ve “arayan” ise ilâh değil, ancak kul olabilir.
Hikmet
ehli bir kişi der ki: “Hüzün insanı yemekten alıkor. Korku günahlara mâni olur.
Ümit insanı ibâdetlere dayanıklı kılar. Ölümü tefekkür ise insanı mâlâyâniden
el etek çektirir.”
Bize
lütfedilen bu insanî duyguları yerli yerince kullanarak gelen âyette yer alan
ilâhî tehdidie karşı kendimizi korumaya çalışmalıyız:
58. Ne kadar ülke varsa hepsini ya kıyâmet gününden önce helâk edeceğiz veya onları şiddetli bir azapla cezalandıracağız. Bu, kitapta böylece yazılmıştır.
Bu
âyet, Resûlullah (s.a.s.)’in davetini kabul etmeyen müşriklere ciddi bir
ikâzdır. Önceki milletlerin peygamberlerine karşı gelmek suretiyle helak
edildikleri hatırlatılarak, onların da aynı hazin âkıbete uğrayacakları
uyarısında bulunulur. Burada sözkonusu edilen ülkeler ise, halkı zâlim olan,
peygambere isyan edip günah ve taşkınlıklara dalan ülkelerdir. Nitekim âyet-i kerîmede
şöyle buyrulur:
“Biz, ahâlisi zulmü meslek hâline getirmedikçe herhangi bir
memleketi aslâ helak etmeyiz.” (Kasas 28/59)
Toplumları
helâke sürükleyen en büyük zulmün, şirk günahı olduğu bir gerçektir. Allah Teâlâ’nın
insanları şirkten uzaklaştırıp imana getirmek için niçin gökten mûcizeler
göndermediği itirazına karşı ise şöyle cevap verilmektedir:
59. Kâfirlerin keyfî olarak istedikleri mûcizeleri göndermekten bizi alıkoyan tek sebep, daha öncekilerin bu gibi mûcizeleri yalanlamış olmasıdır. Nitekim Semûd halkına açıkça görünen bir mûcize olarak o dişi deveyi vermiştik de, onu öldürmekle zulüm işlemiş, kendilerine yazık etmişlerdi. Biz o mûcizeleri sadece korkutup uyarmak için göndeririz.
Bir
kısmına İsrâ sûresi 90-93. âyetlerde yer verildiği üzere müşrikler Resûlullah (s.a.s.)’den
Mekke vadilerinde kaynak sular fışkırtmasını, hurma ve üzüm bağları yapıp
aralarından ırmaklar akıtmasını, gökyüzünü parçalayıp üzerlerine indirmesini,
Allah ve meleklerini görebilecekleri şekilde karşılarına getirmesini, sırf
altından yapılmış bir evinin olmasını… istiyorlardı. Bunun dışında istedikleri
daha farklı mûcizeler de vardı. Aslında bütün bunları Peygamberi eliyle var
etmek Allah Teâlâ için güç bir iş değildi. Fakat Cenâb-ı Hak, hadis rivayetlerinde
haber verildiği üzere bu tür taleplerin bazılarının vukuuna müsaade buyurmuş,
pek çoğunun vukuunu ise engellemiştir. İşte âyet-i kerîme bu engellemenin sebep
ve hikmetini açıklamaktadır. Bunun sebebi, daha önce yaşamış olan kâfirlerin de
peygamberlerinden bu tür mûcizeler istemeleri, fakat meydana geldiklerinde
bunları yalanlamaları ve inkârlarına devam etmeleri idi. Buna misal vermek
gerekirse, bir Arap kabilesi olan Semûd halkı peygamberleri Hz. Sâlih’ten deve mûcizesi
talep etmişler, mûcize apaçık bir şekilde ortaya çıkınca da, imana gelecekleri
yerde deveyi boğazlamış, böylece kendilerine zulmetmişler ve neticede helak
edilmişlerdi. (bk. A‘râf 7/73; Hûd
11/64-68) Aslında gönderilen mûcizelerin hedefi, insanları korkutmak, onlara
heyecan ve ürperti vererek hidâyete sevketmektir. Ancak samimiyetsiz kimseler,
çoğu zaman bunlardan gereken dersi alamamışlardır.
Âyetin
iniş sebebiyle ilgili şöyle bir rivayet vardır: Mekke halkı Safa tepesinin
altın yapılmasını ve Mekke etrafındaki dağların ortadan kaldırılıp ekilebilir
bir arazi haline getirilmesini istemişlerdi. Böyle yaptığı takdirde İslâm’a
gireceklerine dair kesin söz vermişlerdi. Buna çok sevinen Resûlullah (s.a.s.),
onların isteklerinin yerine gelmesi için Yüce Allah’a dua etti. Ardından Cebrâil
(a.s.) gelerek Efendimiz’e şunları söyledi: “Bunu mutlaka istiyorsan dileğin
yerine getirilecektir. Ama onlar yine de iman etmezlerse en ağır cezayı
göreceklerdir. Eğer mûcize gönderilmeyip onlar için tevbe ve rahmet kapısının
açık bırakılmasını istersen öyle yapılacaktır.” Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz dileğinden vazgeçerek tevbe ve rahmet kapısının açık bırakılmasını
istedi. Âyet de bu olay üzerine indi. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 242,
258; Hâkim, el-Müstedrek, II, 362)
Yine
de müşriklerin mucize taleplerine, Miraç gecesi Efendimiz (a.s.)’a gösterilen
bir kısım hususi manzaralara temas edilerek cevap verilmekte ve şöyle
buyrulmaktadır:
60. Hatırla ki sana: “Doğrusu Rabbin ilim ve kudretiyle insanları çepeçevre kuşatmıştır” diye bildirmiştik. Miraç gecesi sana gösterdiğimiz o manzaraları ve Kur’an’da lânet edilen o ağacı da, inananla inanmayanı ayırmak üzere insanlar için bir imtihan vesilesi kıldık. Biz onları korkutuyoruz; ne var ki bu, onların azgınlığını daha da artırmaktan başka bir sonuç vermiyor.
Miraç
gecesi Cenâb-ı Hak Peygamber Efendimiz’e büyük âyetler, pek çok işaretler ve
ibretli manzaralar gösterdi. (bk. İsrâ 17/1; Necm 53/18) Efendimiz bunları rüyâ
âleminde değil, gerçek olarak gördü. Geri döndüğünde, gördüklerini insanlara
anlattı. Fakat müşrikler bunların hiçbirine inanmadılar. Hatta Hz. Ebubekir’e
gelip: “Senin arkadaşın göklere çıktığını, oradan bir kısım haberler
getirdiğini söylüyor. Bunlara da mı inanacaksın?” dediklerinde o: “Allah Resûlü
(s.a.s.) ne diyorsa doğrudur” dedi ve bu davranışıyla “Sıddîk” derecesine
yükseldi. (İbn Hişâm, es-Sîre, II, 5)
Dolayısıyla Efendimiz (s.a.s.)’in miracı ve orada gördükleri ciddi bir fitne ve
imtihan vesilesi oldu. İmanı zayıf bazı kimseler, bu sebeple imanını kaybetti.
Ebubekir gibi olanların ise imanı daha da kuvvetlendi.
Kur’an’da
lânetlendiği haber verilen ağaç “zakkûm” ağacıdır. Bu ağaçla ilgili olarak âyetlerde
şu bilgi yer alır:
“Allah buyurur: «Şimdi iyi düşünün! Cennette böyle bir kabul ve
ağırlanma mı daha iyidir, yoksa cehennemlikleri bekleyen zakkum ağacı mı? Biz
onu zâlimler için bir imtihan ve azap sebebi kıldık. O, kızgın alevli cehennemin
ta dibinde bitip çıkan bir ağaçtır. Meyveleri, şeytanların başları gibi korkunç
ve tiksindiricidir. Cehennemlikler bundan yer ve karınlarını tıka basa bununla
doldururlar. Bu yedikleri üzerine onlara, içine irin ve kusmuk karıştırılmış
kaynar sudan bir içecek vardır. Sonra onların dönecekleri yer yine
cehennemdir.»” (Saffât 37/62-68. Ayrıca bk. Duhân 44/43-46; Vâkıa 56/51-54)
Zakkuma
“lanetlenen ağaç” denmesinin sebebi; Kur’an’da bir takım kötü özellikleriyle
anılması veya onu cehennemde yiyenlerin bu ağaca lanet etmesi yahut lanetlenmiş
olan cehennemliklerin onu yemesidir.
Zakkum
ağacının fitne olmasıyla alakalı da şöyle bir rivayet vardır: Bu âyetler indiği
zaman Ebu Cehil: “Muhammed cehennemin hem taşları yakacak kadar sıcak olduğunu
söylüyor, hem de orada ağaç bittiğini iddia ediyor. Olacak şey mi? Ateş ağacı
yiyip yok eder” diyerek itirazda bulunur. İbnü’z-Zibâra da: “Biz zakkum diye
ancak hurma ile kaymağı tanırız” diye ilave eder. Bunun üzerine Ebu Cehil
cariyesine emredip hurma ve kaymak hazırlatır ve arkadaşlarına: “Haydi
zakkumlanın!” der. Hatta bu sebeple İslâm’dan dönenler bile olur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
XVII, 143)
Ebu
Cehil’de ve o tînette olan kimselerde görülen hakikat düşmanlığının sebebi,
vazifesi insanları azdırıp saptırmak olan şeytanın aldatıcı tahriklerine
uymaktan başka bir şey değildir:
61. Bir zamanlar meleklere: “Âdem’e secde edin!” diye emretmiştik de İblîs dışında hepsi derhal secdeye kapanmıştı. İblîs ise şunları söyledi: “Çamurdan yarattığın şu kimseye mi secde edeceğim?”
62. “Bak hele! Benden şerefli ve üstün kıldığın bu mu? Eğer bana kıyâmet gününe kadar mühlet verirsen, yemin olsun ki pek azı hariç, onun bütün zürriyetini hâkimiyetim altına alacağım.”
63. Allah şöyle buyurdu: “Haydi defol! Artık onlardan kim sana uyarsa, hepinizin cezası elbette yaptıklarınızın tam karşılığı olmak üzere cehennemdir.”
Âdem’le
İblîs kıssası daha önce Bakara sûresi 34-36, A‘râf sûresi 11-25 ve Hicr sûresi 30-42. âyetlerde
anlatılmış, gerekli açıklama o âyetlerin tefsirinde yapılmıştı. Kıssanın burada
tekrar edilmesinin hikmeti, İslâm davetini kabul etmeyen kâfirlerin Allah Teâlâ’ya
karşı olan hal ve hareketlerinin, aynen şeytanın hal ve hareketlerine
benzediğini beyân etmektir. Gerçekten insanlar, en büyük düşmanları olan
şeytana uymakta ve onun, insanlığın yaratılışının başlangıcında, Âdem’in
zürriyetini saptırmak üzere verdiği sözü yerine getirmek için kurduğu tuzaklara
düşmektedirler.
Nitekim
gelen âyetle şeytanın kurduğu tuzaklar ve insana vereceği zararlar şu şekilde
bildirilir:
64. “Onlardan gücünün yettiği kimseleri o kandırıcı sesinle yerinden oynat, baştan çıkar; süvâri ve yaya birliklerini toplayıp üzerlerine yürü; mallarına ve çocuklarına ortak ol ve onlara bol bol vaatlerde bulun.” Gerçek şu ki, şeytanın onlara verdiği sözler aldatmacadan başka bir şey değildir.
Şeytanın
insana vereceği zararları dört safha halinde izah etmek mümkündür:
› Şeytan
kandırıcı sesiyle, vesvese ve tahrikleriyle gücü yettiği kimseleri ayartır,
yerinden oynatır, baştan çıkarır ve günahlara kaydırır. Zayıf ve güçsüz
bulduklarını bulundukları yerden koparıp kendine bende eder ve onlara
istediğini yaptırır.
› Süvari ve
yaya birliklerini toplayıp insanlar üzerine hücum eder, saldırır. Bu süvari ve
yaya birlikleri, şeytanın her türlü hile ve desiseleri olabileceği gibi, aynı
zamanda ona uyup Allah’a isyan yoluna koyulan herkestir. Nitekim âyet-i kerîmede
şeytanların hem cinlerden hem de insanlardan olabileceği beyân edilir. (bk. En‘âm
6/112; Nâs 114/3-6) Buna göre gerek insan olsun gerek cin olsun Allah’a karşı
gelen herkes, şeytanın ordusudur; yaptığı işlerin keyfiyetine göre süvâri veya
yaya olarak o ordu içinde vazife icra eder.
› Şeytan
insanların mallarına ve evlatlarına ortak olur. Bu da iki türlü gerçekleşebilir.
Birincisi; onları gasp, hırsızlık, faiz gibi haksız yollarla servet kazanmaya
teşvik eder. Bu şekilde elde edilen servet şeytanın istediği ve ortak olduğu
bir servet olur. İkincisi câhiliye Arapları hayvanlarının ve ziraat ürünlerinin
bir kısmını putlarına adıyor, onların hizmetine harcıyorlardı. Aslında bu da
şeytana ayrılmış bir paydır. Buna göre dinsizlik ve Allah’a isyan yolunda
harcanan bütün mal ve servetler şeytan için harcanmış demektir. Aynı şekilde
Allah yolunda yetiştirilmeyen, tam aksine yanlış inanç ve kötü ahlâk üzere
yetiştirilen evlatlar da şeytanın ortak olduğu evlatlar demektir.
› Şeytan
insanlara durmadan bol bol va‘atlerde bulunur. Halbuki bunların gerçekle hiçbir
ilgisi yoktur. Bunlar yalan ve aldatmadan başka bir şey değildir. Nitekim
âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Şeytan onlara bir takım vaatlerde bulunur
ve onları boş ümitlerle oyalar. Zâten şeytanın onlara olan vaadi, boş bir
aldatmadan başka bir şey değildir.” (Nisâ 4/120)
Ancak
şeytanın bu aldatmaları herkes için eşit seviyede geçerli değildir. Bunlardan
zarar görmeyecek ve kendini şeytandan gelen bu tazyiklere karşı koruyabilecek
olanlar da vardır:
65. “Elbette benim ihlaslı kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin ve zorlayıcı gücün yoktur. Onların koruyucusu ve işlerine vekîl olarak Rabbin yeter!”
“Kullarım”dan maksat, iman edip sadece
Rablerine güvenip dayanan (bk. Nahl 16/99) ve ihlasa erdirilmiş olan (bk. Hicr
15/40) sâlih kullardır. Şeytanın vesvese ve ayartmaları bunları nüfûz ve
hâkimiyeti altına alamaz, bunları günah işlemeye sevkedemez. Gerçekten de
Allah’a güvenen ve O’nun yardımına inanan kimseler, şeytanla imtihan
edildiklerinde başka bir desteğe ihtiyaç duymazlar. Şeytanın vesveselerine
karşı Allah onlara yardım eder, onları korur ve doğru yola iletir. Fakat
Allah’a değil de kendi güçlerine veya başka güçlere güvenenler, şeytanla
imtihan edildiklerinde, bu imtihandan başarılı çıkamazlar.
Dolayısıyla
ezeli düşmanımız olan şeytanı tanımalı ve onun sinsi tuzaklarına karşı uyanık
olmalıyız. Şimdi, ona karşı girişeceğimiz amansız mücadelede bize yol
gösterecek ve imanımızı kuvvetlendirecek uyarı ve tâlimatlar gelmektedir:
66. Rabbiniz O’dur ki, lutf u kereminden nasibinizi arayasınız diye sizin için denizde gemileri kolaylıkla akıtıp yüzdürür. Gerçekten O, size karşı çok merhametlidir.
67. Denizde başınıza bir tehlike geldiği zaman, ilâh diye taptığınız varlıkların hepsi kaybolur gider. Orada yalnız Allah bulunur ve sadece O’na yalvarıp yakarırsınız. Ne var ki, Allah sizi kurtarıp selâmetle karaya çıkardığı zaman hemen O’ndan yüz çevirirsiniz. İşte insan böylesine nankördür!
Denizde
gemileri kolaylıkla yüzdüren, akıp gitmelerini sağlayan Allah Teâlâ’dır.
Dolayısıyla onlara binerken, helâlinden rızkımızı temin maksadıyla onlardan istifade
ederken, bunların, Cenâb-ı Hakk’ın bize olan sonsuz merhametinin birer tezâhürü
ve büyük bir nimeti olduğunu hatırdan çıkarmamak lâzımdır. Onu su üzerinde
kolaylıkla yüzdüren Allah, yine onu kolaylıkla batırmaya da kadirdir. Bu
bakımdan gemiye binip denizde seyahat ederken gelecek tehlikelere karşı
dikkatli olmalı, hiçbir zaman gönlünüzü Rabbinizden ayırmamalısınız. Çünkü
denizin ortasında boğulma tehlikesiyle karşılaştığınızda Allah’tan başka
yalvaracak hiç kimse bulamaz, yalnız O’na yalvarırsınız. O’nun dışında gönül
bağladığınız veya kendisine bir kuvvet izafe ettiğiniz bütün hayali varlıklar
kaybolur gider. Siz de zaten onlardan ümidinizi keser, yalnız Allah’a
bağlanırsınız. Aslında aciz ve muhtaç bir kul olarak tevhid inancına uygun olan
bu hâlinizi, sadece zorluk anlarında değil, her zaman ve mekanda devam
ettirmelisiniz. Fakat gerçek böyle değildir. Allah Teâlâ yardım edip sizi sağ
salim karaya çıkardığı zaman o tevhid halini kaybeder, tekrar şirke dönersiniz.
Bu, insanın nimetleri unutup hemen nankörlüğe dönen zayıf bir tabiatta
olmasının neticesidir. Demek insan, en çok bu nankör benliğini aşmak için
çalışmalıdır. (bk. Yûnus 10/22-23)
Şunu
unutmamak gerekir ki, Alla’ın insanı cezalandırması için denizle karanın bir
farkı yoktur. O, istediği takdirde hiçbir gücün O’nun önünde durması mümkün
değildir:
68. Yoksa O’nun sizi karada yerin dibine geçirmeyeceğinden veya başınıza taş yağdıracak kasırgalar göndermeyeceğinden emin mi oldunuz? Bu durumda sizi koruyup gözetecek bir vekîl de bulamazsınız.
69. Yahut sizi tekrar denize döndürüp de üzerinize her şeyi kırıp geçiren bir fırtına salarak, bunca nankörlük ve küfrünüz sebebiyle sizi boğmayacağından emin mi oldunuz? O zaman bize karşı size arka çıkacak bir kuvvet de bulamazsınız.
Zâhiren
kendimizi emniyette hissetsek de etmesek de hiçbir zaman ve mekanda gönlümüzü
Rabbimizden koparmamamız gerekir. Çünkü karada olduğumuz zaman deprem veya
başka sebeplerle Allah bizi yerin dibine geçirebilir. Veya üzerimize taş
yağdıracak bir fırtına gönderebilir. Emir buyurduğunda buna kim mâni olabilir?
Yahut bir daha gemiye binip denizde giderken üzerimize her şeyi kırıp geçiren,
eğip büken bir kasırga gönderir, gemiyi batırıp bizi oracıkta boğabilir. Buna
da engel olabilecek kimse yoktur. O halde tek çıkar yol, Allah’a inanmak, O’na
güvenip dayanmak, O’na ihlasla kulluk yapmak ve bir an bile O’na kulluktan
ayrılmamaktır. Esasen insan da bu hedefi gerçekleştirmek için şöyle üstün
kabiliyet ve özelliklerle donatılmıştır:
70. Gerçekten biz Âdemoğullarını şerefli kıldık, onlara karada ve denizde kendilerini taşıyacak vasıtalar lutfettik, onları temiz ve hoş nimetlerle rızıklandırdık ve onları yarattığımız varlıkların bir çoğundan üstün kıldık.
Canlı ve cansız bütün kâinatı; güneşten, aydan,
yıldızlardan, atmosfer küresinden, topraktan, sudan madenlerden, kuşlardan,
balıklardan, koyunlardan, ineklerden, meyvelere ve zerrelere kadar bütün varlıkları
insana hizmet ettiren, ne insanın kendisi, ne başka insanlar, ne cinler, ne başka
varlıklar ve ne de kör tesadüflerdir. Belli ki rahmeti nihayetsiz Yaratıcının
merhameti ve iradesi bunu dilemiştir. Şu halde insanı bu derece yücelten Allah
olduğuna göre, insan sadece O’na kulluk etmeli, başka âcizlere kulluk ederek
kendi insanlık değerini düşürmemelidir. Görüldüğü üzere, insanın şerefli
olmasının bir yönü de, bütün varlıkların onun hizmetine verilmiş olmasıdır. Bir
bakıma bütün kâinat insana hizmet için hareket etmektedir. Bu konuya ışık tutan
âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“O Allah
ki, içinde gemiler O’nun koyduğu kanunlara göre akıp gitsin ve siz de O’nun
lütfundan nasibinizi arayasınız diye denizleri sizin hizmetinize verdi. Umulur
ki şükredersiniz. Ayrıca O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi tarafından
bir lutuf olarak sizin hizmetinize verdi. Bütün bunlarda düşünen bir toplum
için elbette nice dersler ve ibretler vardır.” (Câsiye 45/12-13)
“Allah ki, gökleri ve yeri yaratan, gökten su
indirip onunla size rızık olmak üzere çeşit çeşit meyveler, ürünler çıkaran
O’dur. Koyduğu kanunlara uyarak denizde yüzüp giden gemileri size boyun eğdiren
ve ırmakları hizmetinize veren de O’dur. Bir düzen içinde kendi yörüngelerinde
dönüp durmakta olan güneşi ve ayı hizmetinize veren ve geceyle gündüzü de
faydanıza sunan yine O’dur.” (İbrâhim 14/32-33)
Dolayısıyla insan, bu dünyada büyük bir imtihan
vermekte olup, bu imtihanın sonucu âhirette açıklanacaktır. Bu kadar sayısız
nimetlere karşı şükreden bir kul mu, yoksa nankörlük eden bir asi mi olduğu
orada bütün açıklığıyla ortaya konulacaktır. Bu noktada merhameti sonsuz olan
Rabbimiz, insanı yalnız bırakmamış, ondaki aklî istidâtlar ve gerçeği
anlamasını sağlayacak kevni delillere ilaveten ona doğru yolu gösterecek
peygamberler ve kitaplar lütfetmiştir. İnsan bütün bunları değerlendirerek imtihan
verecek, göstereceği gayrete göre artı sonsuz ile eksi sonsuz arasında gelip
gidecektir. Burada insana düşen esas vazife, eksileri olabildiğince azaltmak,
sürekli artıları çoğaltmak, bunu yaparken de kimlerle beraber olduğuna ve
kimlerin peşinden gittiğine dikkat etmektir. Çünkü:
71. Kıyâmet gününde her insan topluluğunu önderleriyle birlikte çağıracağız. Kimin amel defteri sağından verilirse, işte o kutlu insanlar sevine sevine defterlerini okurlar ve onlara hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar bile haksızlık yapılmaz.
72. Dünyada dinî gerçeklere karşı kör olan âhirette de kördür; hatta oradaki şaşkınlığı daha da fazla olacaktır.
71.
âyette geçen اَلْإمَامُ (imâm) kelimesi, doğrulukta veya sapıklıkta öne
geçirilip arkasına düşülen, kendisine uyulan kimse demektir. Meselâ bir
peygambere, bir kitaba, bir dine, bir mezhebe veya herhangi bir başkana, yahut
bir kumandana “imâm” denilebilir. Şu halde o gün, her insan topluluğu Rahmânî
veya şeytanî önderlerine nispet edilerek, mesela: “Ey İbrâhim ümmeti, ey Mûsâ
ümmeti, ey İsa ümmeti ve ey Muhammed ümmeti” diye veya “Ey Firavun halkı, ey
Nemrud halkı” diye yahut da dinlerine, kitaplarına, mezheplerine nisbet ile “Ey
falan ümmet, ey falan millet” diye çağrılacaklardır. Bu hususa menfi mânada bir
misâl olarak âyet-i kerîmede: “Firavun, kıyâmet günü kavminin önüne düşecek
ve hayvanların suya götürüldüğü gibi onları ateşe götürecektir. Gerçekten ne
kötü bir yerdir, varılan o ateş!” (Hûd 11/98) buyrulur.
O gün amel defteri sağ elinden verilenler
sevinecekler, defterlerinde yazılan güzellikleri çekinmeden okuyacaklardır.
Amellerinin mükâfatlarını alacaklar ve en küçük bir haksızlığa
uğramayacaklardır. Ancak dünya hayatında kalp gözü kör olup da doğru yolu
görmeyen, gerçek bir hidâyet rehberine uymayan, kendisine lütfedilen o üstünlük
ve şerefi koruyamayıp aksine bu nimetlere karşı nankörlük eden âhirette de kör,
sağır ve dilsiz olarak ve yüzükoyun sürünerek haşr olunacak (bk. İsrâ 17/97;
Tâha 20/120-124) ve kitabı solundan verilecektir. Dünyadayken kendini cennete
götürecek yola girmediği; şeytanın yoluna uyup hak yoldan saptığı için,
âhirette de daha perişan bir sapıklık ve şaşkınlık içinde kalacaktır.
İşte böyle kâfirler, kendi körlükleri ve
şaşkınlıkları yetmezmiş gibi, başkalarını da cehâlet karanlıklarına sürüklemek
isterler. Mesela, Peygamberimiz veya onun tebliğ vazifesinin vârislerinden
biri, sahte tanrılarını öven bazı sözler sarfettiği takdirde müslüman
olacaklarını söyleyerek güya anlaşma teklif ederler:
73. Rasûlüm! Müşrikler akıllarınca seni kandıracak, sana vahyettiğimizi bıraktırıp, onun yerine başka şeyleri bize isnat etmeni sağlayacaklardı. Ancak böyle yaptığın takdirde seni dost edineceklerdi.
74. Eğer biz sana tam sebât vermemiş olsaydık, onlara çok küçük de olsa bir meyil gösterebilirdin.
75. O takdirde biz de sana hem yaşarken hem de ölünce kat kat acılar tattırırdık. Sonra bize karşı sana yardım edecek kimseyi de bulamazdın.
Mekkeli müşrikler Resûlullah (s.a.s.)’i yaptığı
İslâm tebliğinden vazgeçirmek ve davet ettiği tevhid akîdesinden döndürmek için
ellerinden geleni yapıyorlardı. Hatta zaman zaman İslâm ile şirk ve cahiliye
âdetleri arasında bir uzlaşma yapması hususunda Efendimiz (s.a.s.)’e baskı
uyguluyorlardı. Ancak dediklerini yaptığı takdirde onunla dost olabileceklerini
söylüyorlardı. Bu hedefe ulaşmak için ona çeşitli tekliflerde bulunuyorlardı.
Bu maksatla ona tuzaklar kurdular; mal, makam ve kadın teklif ederek onu baştan
çıkarmaya çalıştılar. Tehdit ettiler, ona karşı iftiralar düzdüler, işkence
yaptılar, müslümanlara karşı içtimâî ve iktisâdî boykot uyguladılar. Hülâsa Allah
Resûlü (s.a.s.)’i dâvasından vazgeçirmek için girmedikleri yol, başvurmadıkları
çare kalmadı.
Bazı rivayetlerin de işaretinden anlaşıldığına göre
belki bu süreçte Resûl-i Ekrem (s.a.s.), müşrikleri İslâm’a ısındırmak ve müslümanlara
emniyetli bir muhit temin etmek gibi güzel niyetlerle müşriklerin bir kısım
tekliflerini müspet karşılamayı düşünmüştü. Bu teklifler, müşriklere ve
putlarına karşı daha yumuşak bir üslûp kullanma, kendilerini dinleme,
liderlerine meclislerde yer açma gibi Peygamberin onları memnun etmesini
sağlayacak, gönüllerini kazanmaya ve neticede İslâm’ın yayılmasına faydalı
olacak işlerdi. En azından bunlar, müslümanların herhangi bir zarar görmesine
sebebiyet vermeyecekti. Ancak bu âyetler Peygamberimiz (s.a.s.)’i ve onun
muazzez şahsında kıyâmete kadar tüm müslümanları bu nevi düşünce, hal ve
davranışlar hususunda son derece dikkatli, gayretli ve uyanık olmaya davet
etmekte; ancak Allah’ın yardımı sâyesinde bu hususta sebât edebileceklerini,
değilse sebat edemeyip az da olsa gönüllerinin o tarafa meyledebileceğini
bildirmekte; bu konuda en küçük bir gönül kaymasının bile ilâhî gazabı
celbedeceğini, hem dünyada hem de âhirette büyük sıkıntılara sebep olacağını
haber vermektedir.
Bu âyetlerin inişinden sonra Resûlullah (s.a.s.): “Allahım!
Göz açıp kapayacak kadar bir süre bile beni nefsime bırakma” diye dua
etmiştir. (Ebû Dâvûd, Edeb 101/5090)
Gerçekten de Allah Resûlü (s.a.s.), bütün zamanların
en şiddetli kâfirleri ve en sinsi münafıklarına karşı dimdik durdu, insanları
İslâm’a davette son derece bir sebat, sabır, cesaret ve şecaat sergiledi.
Döneminin büyük güçlerinin, yahudilik ve hıristiyanlık gibi büyük dinlerin
mensuplarının, kendi kavminin, Ebu Leheb gibi amcasının en sert muhalefetine
rağmen en küçük bir tereddüt, korku ve endişe göstermedi. Tek başına bütün
dünyaya meydan okudu. Neticede İslâm kemâle ererek zafere ulaştı ve tüm dünyaya
yayıldı. Getirdiği dinin doğruluğuna imanı öylesine sağlam, vazifesine itimadı
öylesine sarsılmazdı ki, zamanının şairlerinin, kahinlerinin, başka din
mensuplarının dinî rehberlerinin düşünce ve inançlarından en küçük derecede
olsun etkilenmedi. Bunlar onun kalbinde ve zihninde en ufak bir tesir yapmadı, en
küçük bir şüpheye ve tereddüde yol açmadı. Tam tersine Allah’ın en şerefli
Rasûlü, onların hepsini etkiledi; her milletten ve her dinden insanlar onun
dinine koştu.
Bu âyetler aynı zamanda, inançsızların bütün plan ve
tuzaklarının üstesinden gelebilmek için peygamberler dâhil herkesin, Allah’ın
yardım ve desteğine mutlak mânada muhtaç olduğunu, aksi halde başarının imkânsızlığını
da ifade etmektedir.
Peygamberimiz (s.a.s.)’dan dinî anlamda istedikleri
tavizi koparamayan müşrikler bu kez onları yurtlarından söküp atabilmek için
ellerinden gelen baskıyı devreye soktular:
76. O kâfirler seni yurdundan çıkarmak için sürekli rahatsız edecek, sıkıştırıp duracaklar. Ama sen ayrıldıktan sonra kendileri de orada fazla kalamayacaklar.
77. Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize de uyguladığımız kanun budur. Bizim kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın.
Peygamber
Efendimiz (s.a.s.) ile uzlaşma ümitleri tükenen müşrikler, bu kez onu ve müslümanları
Mekke’den çıkarmak için harekete geçtiler. Mü’minlere akla hayâle gelmez
işkenceler yaptılar. Allah Resûlü (s.a.s.), zor durumda kalan mü’minleri önce
Habeşistan’a gönderdi. Bir grup sahabî oraya hicret etti. Mekke artık yaşanmaz
hale gelince de müslümanlar bir bir Medine’ye hicret etmeye başladılar. Ancak
Efendimiz (s.a.s.), o kadar büyük baskılar, şiddetler ve ölüm tehditlerine
rağmen Mekke’yi terk etmedi. Tebliğini büyük bir sabır, sebat ve kararlılıkla
devam ettirdi. Neticede hicret etmesine dair ilâhî talimat gelince, en yakın
dostu Hz. Ebubekir ile birlikte Medine’ye hicret buyurdu.
Burada
âyet-i kerîmenin işaret ettiği bir mûcize sözkonusudur. O da, Efendimiz’in
hicretinden sonra müşriklerin Mekke’de putperest olarak çok az bir müddet
kalabilecekleridir. Gerçekten de hicretten bir buçuk sene sonra Bedr’e gelen
müşrikler büyük bir hezimete uğradılar. On sene geçmeden de Allah Resûlü
Mekke’yi fethetti ve herkes müslüman oldu. Mekke’de bir tek müşrik bile
kalmadı. İşte Allah Teâlâ’nın peygamberleri hakkında câri olan “onları mutlaka
zafere eriştireceği ve kâfirleri helak edeceği” yönündeki değişmez kanunu (bk.
Saffât 37/171-173; Mü’min 40/51), Peygamberimiz hakkında da böylece gerçekleşmiş
oldu.
Mü’minlerin
lehinde, kâfirlerin ise aleyhinde işleyen bu ilâhî yasaların yaşadığımız toplum
üzerinde de tecelli etmesi için kulluğun en mühim alâmeti olan namazları
vaktinde ve en güzel şekilde kılmak, böylece Âlemlerin Rabbi ile olan gönül
bağını sürekli canlı tutmak zarureti vardır. Bu vesileyle buyruluyor ki:
78. Güneşin öğleyin batıya doğru kaydığı andan gece karanlığı bastırıncaya kadar belli vakitlerde namazı dosdoğru kıl; özellikle sabah namazını da kıl, çünkü sabah namazı şâhitlidir.
Bu
âyet Miraç gecesi farz kılınan günde beş vakit namazın vakitlerine işaret eder.
الدلوك (dülûk), güneşin zeval vaktinden batıya
doğru kaymasından batmasına kadar olan vakti ifade eder. Dolayısıyla bu zaman
diliminde Peygamberimiz tarafından bildirilen hususi vakitlerinde öğlen, ikindi
ve akşam namazları kılınır. اَلْغَسَقُ
(ğasak), gece karanlığının iyice basması demektir. Bu da yatsı namazının
vaktine işarettir. “Fecr kırâeti”nin ise sabah namazı olduğu açıktır.
Ehemmiyetine binâen özel olarak zikredilmiştir. Beş vakit namazda gizli veya
açık Kur’an kırâeti farz olmakla birlikte, Resûlullah (s.a.s.)’in tatbikatında
da görüldüğü üzere sabah namazında okunan Kur’an’ın uzunluk ve tesir itibariyle
ayrı bir ehemmiyeti vardır. Bu sebeple Kur’an fecre izâfe edilmiştir. Sabah
namazının diğer bir özelliği de şâhitli olmasıdır. Ona gece melekleri de gündüz
melekleri de şâhit olur. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Cemaatle kılınan namaz yalnız başına kılınan namazdan yirmi beş
derece daha faziletlidir. Gece ve gündüz melekleri sabah namazında bir araya gelirler.” (bk. Buhârî,
Tefsir 17/10; Müslim, Mesâcid 246)
Yine
Peygamberimiz (a.s.) şöyle buyurur:
“Bazı melekler geceleyin, bazısı da gündüz vakti sırayla gelip
aranızda bulunurlar. Melekler sabah ve ikindi namazlarında bir araya gelirler.
Geceleyin aranızda kalmış olanlar Allah’ın huzuruna çıkarlar. Kullarının
durumunu çok iyi bilen Allah Teâlâ meleklere: «Kullarımı ne halde bıraktınız?»
diye sorar. Melekler: «Yanlarına namaz kılarken varmıştık, onları yine namaz
kılarken bıraktık» derler.” (Buhârî, Mevâkît 16; Müslim, Mesacid 210)
Sabah
vakitlerinin bir özelliği de, o vakitte bütün kâinatın uyanmaya başlaması,
insanın gözle görme imkân ve zevkinin artmasıdır. O vaktin “meşhûd” olmasının
bir mânası da budur.
Allah’a
kulluk açısından seher vakitlerini ihya edip teheccüd namazı kılmanın apayrı
bir yeri ve önemi vardır. Bunu hatırlatmak üzere şöyle buyruluyor:
79. Gecenin bir kısmında uyanıp sana mahsus bir ibâdet olmak üzere teheccüd namazı kıl. Böyle yaptığın takdirde umulur ki Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd’a eriştirir.
اَلتَّهَجُّدُ
(teheccüd) sözlük olarak gece bir müddet uyuduktan sonra uyanmak mânasına
gelir. Daha sonra gece kalkıp namaz kılmak mânasında kullanılmış ve bu da “teheccüd namazı” olarak meşhur olmuştur.
Teheccüd namazı İslâm’ın ilk yıllarında hem Peygamberimiz (s.a.s.) hem de müslümanlara
farz kılınmıştı. Duruma göre gecenin üçte ikisini, yarısını, üçte birini, ondan
biraz daha az veya biraz daha fazlasını teheccüd, Kur’an kırâeti ve ibâdetle
ihyâ ediyorlardı. (bk. Müzzemmil 73/1-4) Sonra Efendimiz (s.a.s.) için farz bir
ibâdet olarak kaldı. Diğer müslümanlardan ise farziyeti kaldırılıp kuvvetli bir
sünnet olarak devam etti. (bk. Müzzemmil 73/20) Allah Resûlü (s.a.s.) hazarda
ve seferde ömrünün sonuna kadar teheccüd namazı kılmıştır. Çünkü Rabbi ona
Makâm-ı Mahmûd’u va‘detmiş, onu bu makâma eriştirmesi için de teheccüd
namazına, gece ibâdetine devam etmesini istemiştir. Bu sebeple Efendimiz, ümmetine
de Allah’ın sevdiği kul olabilmeleri için teheccüd namazına devam etmelerini
tavsiye buyurmuştur. Bu tavsiyelerden bazıları şöyledir:
“Aman, gece kalkmaya gayret edin!
Çünkü o, sizden önceki sâlih kimselerin âdeti ve Allah’a yakınlık vesîlesidir. Bu ibâdet, günahlardan alıkor,
hatalara kefâret olur ve bedenden dertleri giderir.” (Tirmizî,
Deavât 101)
Abdullâh b. Selâm, Efendimiz’in mübârek
ağızlarından ilk olarak; “Birbirinize
selâm verin! Birbirinize ikrâmda bulunun! Akrabânızın haklarını gözetin! Gece
herkes uyurken namaz kılın. Bunları yaparak selâmetle cennete girin”
(Tirmizî, Kıyâmet 42) nasihatlerini işittiğini söylemektedir.
Resûl-i
Ekrem Efendimiz, geceleri uyku ile geçiren gaflet ehlinin durumunu tasvir ve
teheccüde gerçekten kalkmak isteyenlere de yol gösterme sadedinde şöyle
buyurur:
“Biriniz uyuyunca şeytan ensesine
üç düğüm atar. Her birinde düğüm yerine eliyle vurarak «Üzerine uzun bir gece
olsun, yat, uyu!» der. İnsan uyanır ve Allah’ı zikrederse bir düğüm çözülür;
abdest alacak olursa bir düğüm daha çözülür; namaz kılarsa bütün düğümler
çözülür ve böylece canlı ve hoş bir durumda sabaha erer. Aksi halde içi
kararmış ve uyuşuk bir hâlde sabahlar.” (Buhârî, Teheccüd 12)
Teheccüde
devamla erişilmesi müjdelenen “Makâm-ı Mahmûd”, övülmüş, övgüye değer bir makâm
demektir. Bundan maksat ise Efendimiz (s.a.s.)’ın kıyâmet günü şefaat yetkisine
sahip olması veya kendisine “Hamd Sancağı”nın verilmesi yahut cennette ondan
başka kimsenin erişemeyeceği ve ismine “Vesîle” de denen çok yüce bir makâma
çıkmasıdır. Aslında Cenâb-ı Hak Peygamberimiz (s.a.s.)’i dünyada iken bile
övülen bir makama yüceltmiştir. İsmini “çok övülmüş” mânasında “Ahmed”,
“Mahmûd” ve “Muhammed” koydurmuştur. Efendimizi yerde insan ve cinlerin, gökte
meleklerin övgüsüne nâil kılmıştır. Hiçbir peygambere nasip etmediği yüce
sıfatları ona nasip etmiş, onu “Hatemü’l-Enbiyâ” kılmış, ismini kendi ismiyle
birlikte anmış ve onun şanını yüceltmiştir. Âhirette de en büyük değeri ona
verecek, ona günahkâr ümmetine şefaat hakkı verecek ve onu cennetlerin en
zirvesine yerleştirecektir. En çok razı olduğu ve kendine en yakın kıldığı kul,
Hz. Muhammed (s.a.s.) olacaktır.
Bahsedilen
övgü dolu kulluk mertebelerine tırmanabilmenin önemli şartlarından biri de
Allah Teâlâ’ya devamlı niyaz halinde olmak; bizzat Rabbimizin öğrettiği duaları
yaparak yakınlığımızı artırmaya çalışmaktır. İşte o dualardan biri şöyledir:
80. Şöyle dua et: “Rabbim! Benim gireceğim yere doğrulukla girmemi, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmamı nasip eyle; yüce katından bana yardımcı bir güç, kuvvetli bir delil ver!”
Rabbimizin
tâlim buyurduğu bu dua çok şumüllü bir duadır. Yapacağımız her iş için bu duayı
okuyabiliriz. Duanın ihtiva ettiği mâna şöyle açıklanabilir: “Rabbim! Gireceğim
yere dürüstlükle girmemi sağla ve çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı
sağla. Herhangi bir işi yaparken veya herhangi bir yere giderken tam bir
dürüstlükle, kabul ve râzı olunan bir şekilde o işi yapmayı ve o yere varmayı
nasip eyle. Herhangi bir işi bitirirken veya bir yerden ayrılırken tam bir
dürüstlükle, kabul ve râzı olunan bir şekilde o işi tamamlamayı ve o yerden
çıkmayı müyesser kıl. Yine emrettiğin kulluk vazifelerinin girişinde,
çıkışında, dinini tebliğ görevinin yerine getirilmesinde ve tamamlanmasında
doğruluk ve dürüstlükle başarı ihsan eyle. Âhiretin girişi olan mezara
koyduğunda dürüstlükle koy ve oradan çıkarıp yeniden dirilttiğinde de
dürüstlükle dirilterek gönder! Bütün bu kulluk vazifelerimde ve İslâm’ı
tebliğimde muvaffak olabilmem için tarafından bana, düşmanlarımı mağlup edecek
kuvvetli bir yardımcı, kahredici bir delil, mağlup edici bir kudret tahsis et
ki, onun saltanatı karşısında kâfirler mağlup ve perişan olsunlar. İman edenler
de üstün gelip zafere erişsinler! Zaten bizim hakkın galip gelip batılın yok
olacağına inancımız tamdır”:
81. De ki: “Hak geldi, bâtıl yok olup gitti. Zâten bâtıl mâhiyeti gereği yok olup gitmeye mahkûmdur!”
Hak,
Allah’ın râzı olduğu, çerçevesini Kur’an ve sünnetin belirlediği İslâm dinidir.
Bunun dışındaki her şey bâtıldır. Her ne kadar bu âyetin indiği zamanda hakla
bâtıl, imanla küfür arasındaki mücâdele doruk noktasında olsa da, arada sırada
bâtılın varlığı ve göstermelik üstünlüğü gözükse de, netice de hak bütünüyle
gâlip gelecek ve bâtıl bütünüyle yıkılıp gidecektir. Çünkü hakkın karşısında
bâtılın mâhiyeti budur. Gerçekten bu âyetin verdiği müjde, on sene gibi kısa
bir müddet sonra Resûlullah (s.a.s.)’in Mekke’ye bir fatih olarak girdiğinde ve
Kâbe’ye girip üç yüz altmış putu kırarak aynı ilânı yaptığında gerçekleşmiştir.
Nitekim İbn Mesûd (r.a.)’dan şu bilgi nakledilir:
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) Mekke’ye girdiğinde Kâbe’nin etrafında üç yüz altmış put vardı.
Efendimiz: “Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti” diyerek elindeki sopayla
onların tek tek gözlerine dürterek hepsini yüzüstü devirdi. Nihâyet Kâbe’nin
üzerinde Huzâalılar’a ait kurşundan yapılmış bir put kaldı. Allah Resûlü (s.a.s.):
“Ey Ali onu aşağıya at” buyurdu. Hz. Ali de yukarıya tırmanarak onu
aşağıya attı ve kırdı. (Buhârî, Tefsir 17/8; Müslim, Cihad 87)
Unutulmamalıdır
ki Kur’ân-ı Kerîm’in biricik gayesi de, her türlü bâtıl düşünce, inanç ve
eylemlerin kökünü kazıyarak hakkı hâkim kılmaktır:
82. Biz Kur’an’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiriyoruz. O, zâlimlerin ise ancak ziyânını artırır.
Kur’ân-ı
Kerîm, kendine iman edip gösterdiği yoldan gidenler için şifa ve rahmettir. Bir
mânada dünya türlü türlü hastalık, belâ ve sıkıntılarla dolu bir hastaneye, Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) hâzik bir doktora, Kur’ân-ı Kerîm de şifa veren bir eczaneye
benzetilir. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm, fert ve toplum hayatımızı sarmış olan
küfür, şirk, zulüm, haksızlık, câhillik, taklit, bağnazlık gibi her türlü
ahlâkî, içtimâî ve ruhî hastalıklara şifa olacak önemli prensipler koymaktadır.
Onun tavsiye buyurduğu ilaçları kullananlar hastalıktan kurtulacak, şifa
bulacak ve Allah’ın rahmetine ereceklerdir.
Kur’ân-ı
Kerîm mânevî hastalıklara şifa olduğu gibi, insanın bedenî hastalıklarına da şifadır.
Resûlullah (s.a.s.) zamanında vuku bulan bir kısım olaylar onun bu özelliğini
haber vermektedir.
Resûlullah
(s.a.s.) buyurur:
“Size şu iki şifa kaynağını tavsiye ederim: Bal ve Kur’an.” (İbn Mâce,
Tıb 7)
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Kur’ân’ı öğren. Zira Kur’ân, içi misk doldurulup ağzı bağlanan bir
kırbaya benzer. Kırbanın ağzını açarsan ondan güzel bir misk kokusu çıkar.
Olduğu gibi bırakırsan koyduğun yerde durur ve kokusu çıkmaz. İşte Kur’ân da
buna benzer. Okuyup amel ettiğinde ondan istifade edersin. Göğsünde saklı
kalırsa ondan gerektiği şekilde istifade edememiş olursun.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VII, 161)
Hz.
Âişe der ki:
“Resûlüllah
(s.a.s.), vefâtı ile neticelenen hastalığında İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini
okur ve kendisine üflerdi. (Râvinin bildirdiğine göre ellerine üfler, sonra da
ellerini yüzüne sürerdi.) Hastalığı ağırlaşınca, onları ben okuyup ona üfler ve
bereketleri dolayısıyla kendi elini vücuduna mesh ederdim.” (Buhâri, Tıb 32;
Müslim, Selâm 51)
Sahâbeden Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.), bir sefer
esnâsında uğradıkları bir Arap kabilesinin yılan tarafından ısırılmış reisine
Fâtiha sûresini okumuş ve adam iyileşmiştir. (Buhârî, Tıb 33; Müslim, Selâm 66)
Kur’ân-ı
Kerîm’in ruhî hastalıklarla birlikte bedenî hastalıklara da şifa oluşuyla ilgili
Asr-ı saadetten itibaren günümüze kadar da tecrübe edilen pek çok mühim olaylar
vuku bulmuştur. Bunlardan biri şöyledir:
Ebu’l-Kasım
Kuşeyrî’nin çocuğu ağır bir hastalığa yakalanmış ve iyileşmesinden ümit
kesilmişti. Bu durum Üstad’a ağır geldi. Bir gün rüyasında Hak Teâlâ’yı gördü
ve çocuğun halini O’na arzetti. Hak Teâlâ şöyle buyurdu: “Kur’ân-ı Kerîm’de
bulunan şifa âyetlerini bir araya getir, onları hastaya oku. Onları bir kabın
içerisine yaz ve içine bir miktar su dök. Sonra onu hastaya içir.” Üstad
söylenenleri yaptı ve çocuk hastalıktan kurtuldu. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
V, 231)
Bahsedilen
şifa âyetleri altı tanedir:
وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُؤْمِن۪ينَ
(Ve yeşfi sudûra kavmin
mü’minîn)
“Mü’min toplulukların gönüllerine şifa
versin, onları ferahlatsın!” (Tevbe 9/14)
وَشِفَاۤءٌ لِمَا فِى الصُّدُورِ
(Ve şifâun limâ fissudûr)
“Kur’an
gönüllerdeki dertlere şifadır.” (Yûnus 10/57)
ف۪يهِ شِفَاۤءٌ لِلنَّاسِ
(Fîhi şifâun linnâs)
“Balda
insanlara şifa vardır.” (Nahl 16/69)
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاۤءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَ
(Ve nünezzilu minel Kur’âni mâ hüve şifâun
ve rahmetun lilmu’minîn)
“Biz Kur’an’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiriyoruz.” (İsrâ
17/82)
وَ اِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِ
(Ve izâ meridtu fehuve yeşfîn)
“Hastalandığım
zaman bana şifa veren Rabbim Allah’tır.” (Şuarâ 26/80)
قُلْ هُوَ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا هُدًى وَشِفَاۤءٌ
(Kul hüve lillezîne âmenû huden ve şifâun)
“De ki: «Kur’an, iman edenlere doğru yolu gösteren bir rehber ve
eşsiz bir şifa kaynağıdır.»” (Fussılet 41/44)
Bu
âyetler şifa niyetiyle okunur ve tesiri umulur. Ancak şifanın tahakkuk
edebilmesi için asgari şu üç şeyin olmasına zarûrî ihtiyaç vardır:
› Allah’ın şifa
vermeyi murâd etmesi.
› Duayı
okuyanın ihlâsı.
› Kendisine dua
okunan kişinin ihlâsı.
Diğer
taraftan İslâm’a girmeyen, Kur’an ve sünnetin ihyâ edici tâlimatlarına kulak ve
kalplerini kapatan zâlimler, Kur’an’ın rahmet ve şifa oluşundan
faydalanamazlar. Bu şekilde zararlarını artırmaktan başka bir şey yapamazlar.
Böylece sadece kendilerine haksızlık yapmış olurlar. Şu beyt onların hazin
hallerine işaret eder:
“Halkın istîdâdına vâbestedir âsâr-ı feyz
Ebr-i nîsândan sadef dür-dâne, ef’î sem kapar.”
“Kur’ân-ı
Kerîm’in feyzinin tesirleri insanların istidadına bağlıdır. Kimi onun feyzinden
istifade ederken, kimi edemez, hatta zarar görür. Tıpkı Nisân yağmurundan
sadefin inci, yılanın ise zehir kapması gibi.”
Nitekim
Nisân yağmuruyla ilgili bir başka hikmet ehli de şöyle der:
“Berre düşer bürr olur,
Bahre düşer dürr olur,
Ef’a düşer mürr olur.”
“Nisân
yağmuru toprağa düşünce ekinlerin büyümesine vesile olur ve buğday başakların
oluşmasını sağlar. Denize düşünce sadefin içinde girer ve inci hâline gelir.
Yılanın ağzına düşünce de acı bir zehre dönüşür.”
Kur’an
âyetlerinin mü’min ile kâfirin kalbine ulaşmasında da benzer durumun ortaya
çıktığı ve zâlimlere menfi mânada bir yansımada bulunduğu anlaşılmaktadır.
Şimdi
de Kur’an’ın, hüsranını artırdığı insan tipinin iç dünyasını ortaya sermek
üzere buyruluyor ki:
83. İnsana bir nimet verdiğimiz zaman kibir ve çalım içinde Allah’ı anmaktan yan çizer, hiç umursamaz olur. Başına bir kötülük geldiğine ise derin bir ümitsizliğe düşer.
İşte
böyle câhil ve zâlim kimselere Cenâb-ı Hak nimet ihsan ettiğinde, şükredecekleri
yerde yüz çevirirler; kendilerine nimet vereni hatırlarından hiç çıkarmamaları
lazım gelirken, O’nu zikirden küstahça yan çizerler. Başlarına bir musibet
geldiğinde, kendilerine bir zarar, bir kötülük dokunduğunda büyük bir
ümitsizlik içine düşerler. Bu, kalbine imanın neşvesi yerleşmeyen ham ruhların
portresidir. Gerçek mü’minler böyle değildir. Onlar nimete şükreder, musibete
sabreder ve her hallerinde Allah’a tevekkül ederek imanın bahşettiği huzuru
doya doya tadarlar.
İki
insan şahsiyetinin arasındaki bu farkın dayandığı sebep ve hikmeti bildirmek
üzere:
84. De ki: “Herkes fıtrat ve mizacına göre amel eder. Fakat kimin daha doğru bir yolda olduğunu en iyi Rabbiniz bilir.”
Allah
Teâlâ, doğru olan yolu Kur’an vasıtasıyla insanlara bildirmiştir. Peki Kur’an’ı
Peygamberimiz (s.a.s.)’e getiren kimdir? Ruhun bununla alakası nedir:
85. Rasûlüm! Sana rûhun ne olduğunu soruyorlar. De ki: “Rûh Rabbimin bir emrinden, sadece O’nun bileceği işlerdendir. Bu hususta size pek sınırlı bilgi edinme imkânı verilmiştir.
Kur’ân-ı
Kerîm’de rûh, “Cebrâil (a.s.)” (bk. Nahl 16/102), “vahiy-Kur’an” (Nahl 16/2;
Mü’min 40/15) ve “insana üflenen can” (bk. Hicr 15/29) mânalarında kullanılır. Bu üçünden hangisiyle ilgili olursa olsun,
elektrik gibi bir kısım etkilerini görsek de, ruhun ne olduğunu tam olarak
anlamamız mümkün değildir. Çünkü bizzat hem onu hem bizi yaratan Allah Teâlâ,
bize bu konuda oldukça az bir bilginin verildiğini söylemektedir. Ancak bu
âyetin öncesine ve sonrasına bakıldığında burada sorulan “ruh”tan maksadın
Kur’an ve onu getiren Cebrâil (a.s.)’la ilgili olduğu kolaylıkla anlaşılabilir.
Nitekim bu konuya ışık tutan diğer bir âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“İşte biz böylece sana emrimizle ölü kalplere hayat bahşeden bu
Kur’an’ı vahyettik. Yoksa daha önce sen kitap nedir, iman nedir, bilmezdin.” (Şûra 42/52)
“Allah, melekleri kendi tarafından bir vahiyle kullarından
dilediğine indirir ve peygamberlerine insanları şöyle uyarmalarını emreder:
<Benden başka ilâh yoktur; bana karşı gelmekten sakının!»” (Nahl 16/2)
Buna
göre müşrikler Peygamberimiz (s.a.s.)’e, Kur’an’ı nereden aldığını sormuşlar, o
da kendine vahiy getiren “ruh”un, Rabbinin emriyle geldiğini, Kur’an’ı
getirdiğini, fakat bunun mâhiyetinin tam olarak anlaşılmasının da imkân dışı
olduğunu söylemekle emrolunmuştur. Nitekim gelen âyetler de Kur’an’ın bu
esrarengiz mahiyetini izaha devam etmektedir:
86. Eğer istesek elbette sana vahyettiğimiz Kur’an’ı hafızalardan ve yazıldığı sayfalardan tamâmen silip yok ederiz; sonra bize karşı onu yeniden elde etmene yardımcı olacak bir destekçi bulamazsın.
87. Ancak Rabbinin merhameti sebebiyle böyle yapmadık. Doğrusu O’nun senin üzerindeki lutf u keremi çok büyüktür.
Önceki
âyetten anlaşıldığı üzere Kur’an, müşriklerin iddia ettikleri gibi Peygamber (s.a.s.)’in
kendinden söylediği beşerî bir söz değil, ona Allah’tan gelen ilâhî bir
kelâmdır. Peygamber sadece gelen vahyi alan ve onu hiçbir değişikliğe
uğratmaksızın aldığı şekilde tebliğ eden bir memurdur. Dolayısıyla Allah
dilerse vahyi göndermez; gönderdiklerini de hafızalardan, sadırlardan,
satırlardan siler, kaldırır; Peygamber de bu durum karşısında hiçbir şey
yapamaz; yok olan o âyetleri geri getirebilmek için kendine bir yardımcı bile
bulamaz. Nihâyetinde o, Allah’a kullukla vazifeli, bütün güç ve kuvvetini
Allah’tan alan diğer insanlar gibi bir insandır. Ancak Allah Teâlâ rahmeti ve
lütfunun bir eseri olarak ona Kur’an’ı göndermekte ve onu Rasûlü’nün kalbine
yerleştirmektedir. Bu bakımdan âyetlerin mesajı, Peygamberimiz (s.a.s.)’den
ziyade, Kur’an’ı Allah kelamı olarak kabul etmeyen, onu kendisinin uydurduğunu
veya bir başka insan tarafından ona öğretildiğini iddia eden münkirleredir. Bu
sebeple bir sonraki âyette, Kur’an’ın mûcize bir ilâhî kelâm olduğunu savunmak
üzere bütün insanlar ve cinlere meydan okunmaktadır:
88. De ki: “Bütün insanlar ve cinler şu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler ve bu hususta güçlerini birleştirip birbirlerine yardımcı da olsalar, imkânı yok, asla onun bir benzerini getiremezler.
Kur’ân-ı
Kerîm büyük bir mûcizedir. O; üslûbu, belâgati, fesâhati, ifade güzelliği,
muhtevâsının zenginliği ve kusursuzluğu sebebiyle Allah’tan başkasının
söyleyemeyeceği derecede mükemmel ve benzeri getirilemez bir kitaptır.
Benzerini getirmeleri için bütün insanlara ve cinlere meydan okuduğu, hatta bu
hususta güçlerini birleştirip birbirlerine yardım etmelerini de teşvik ettiği
halde on beş asırdır bu meydan okuma cevapsız kalmış; o kadar düşmanları
olmasına rağmen hiç kimse böyle bir eser ortaya koyamamıştır. Hatta Kur’an bu
meydan okumayı on sûreye (bk. Hûd 11/13), son olarak kısa da olsa bir sûreye
(bk. Bakara 2/23) kadar indirdiği halde yine çağrısı cevapsız kalmıştır.
Neticede Kur’an şu kesin ve tehditkâr beyânıyla meseleye son noktayı koymuştur:
“Buna rağmen yapamazsanız, ki asla
yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlarla taşlar olan ve sizin gibi kâfirler
için hazırlanmış bulunan cehennem ateşinden kendinizi koruyun.” (Bakara
2/24)
Kur’an,
âyetlerin açıkça haber verdiği gibi çağlar üstü bir mûcize olmakla birlikte,
gözleri gönülleri iyice kararmış inkârcı nankör tipler ona inanmamakta ısrar
edecek, sanki Kur’an yetmiyormuş gibi başka mûcizeler isteyeceklerdir:
89. Yemin olsun ki biz bu Kur’an’da her konuyu çeşitli üslup ve misallerle tekrar tekrar açıkladık. Ne var ki, insanların çoğu yine de inkârda ayak dirediler.
90. Kâfirler şöyle dediler: “Bize şu kupkuru yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla iman etmeyiz.”
91. “Veya inanmamız için senin hurma bahçelerin ve üzüm bağların olmalı, bunlar arasından gürül gürül ırmaklar akıtmalısın.”
92. “Yahut iddia ettiğin gibi göğü üzerimize parça parça düşürmelisin. Ya da Allah ve meleklerini karşımıza getirmelisin, onlar da senin doğruluğuna şâhitlik etmelidir.”
93. “Yahut da altundan yapılmış bir evin olmalı veya göğe çıkmalısın; fakat bize okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe senin göğe çıktığına da inanmayız haa!” Rasûlüm! De ki: “Ey bütün noksan sıfatlardan pak ve uzak olan Rabbim! Bunlar ne biçim sözler! Ben nihâyet peygamber olarak gönderilmiş bir insandan başka neyim ki?”
Müşrikler,
âyetlerde beyân edilen bu ve buna benzer mûcizeleri her vesileyle Peygamberimiz
(a.s.)’dan talep ediyorlar; fakat bu isteklerini hep inkâr ve alay tarzında
dile getiriyorlardı. Yoksa Resûlullah (s.a.s.)’e iman etmek gibi bir niyetleri
yoktu. Bu sebeple onların bu nevi taleplerine Cenâb-ı Hak şöyle cevap
veriyordu:
“İnkârcılar: «Muhammed’e Rabbinden bir kısım mûcizeler verilse
ya!» diyorlar. De ki: «Mûcizeleri yaratmak ve indirmek ancak Allah’ın irade ve
kudretine bağlıdır. Ben ise, gerçeği apaçık tebliğ eden bir uyarıcıyım.» Hem,
kendilerine okunan bu kitabı sana indiriyor olmamız onlara mûcize olarak
yeterli değil mi? Hiç şüphesiz bunda iman eden bir toplum için elbette bir
rahmet ve öğüt vardır.” (Ankebût 29/50-51)
Diğer
taraftan Kur’an’ı tebliğ eden Hz. Muhammed (s.a.s.), elçi olarak gönderilmiş
bir insandır. Onun, bunun dışında bir iddiası olmamıştır. Hiçbir zaman ilâh
olduğunu, güçlü olduğunu, yerleri ve gökleri yönettiğini iddia etmemiştir. İlk
günden itibaren Allah’tan vahiy getiren bir insan olduğunu söylemiştir. Allah Teâlâ
ona şöyle demesini emretmiştir: “Size «Allah’ın hazîneleri yanımda»
demiyorum, gaybı da bilmiyorum. Yine size «ben bir meleğim» de demiyorum. Ben
ancak bana vahyedilene tâbi oluyorum. De ki: «Kör ile gören bir olur mu? Hiç
düşünmüyor musunuz?»” (En‘âm 6/50)
Dolayısıyla onun dâvasında doğruluğunu öğrenmek isteyenler, onun tebliğ
ettiği dine bakmalıdırlar. Onun ne kadar haklı ve tutarlı olduğunu sorgulamalı,
bu konuda iknâ olurlarsa hemen iman etmelidirler. İkinci olarak peygamberlik
iddiasıyla ortaya çıkmış kişinin bir insan olarak davranışlarına, ahlâkına,
davet ettiği şeyle hal ve davranışlarının uyumluluğuna bakmalı ve ona göre
karar vermelidirler. Bütün bunlara rağmen ondan yeri yarmasını veya göğü parça
parça üzerlerine düşürmesini istemeleri tamamen saçmalıktan başka bir şey
değildir. Peygamberlikle böyle şeylerin hiçbir alakası yoktur. Fakat bu
gerçeğin farkında olmayan inatçı kâfirler, peygamberin insan olmasına itiraz
edip, bunu imansızlıklarına bir gerekçe olarak ileri sürmüşlerdir:
94. Kendilerine doğru yolu gösteren rehber geldiğinde insanları ona imandan alıkoyan tek sebep, “Allah başkasını bulamadı da bir insanı mı peygamber gönderdi?” demeleri olmuştur.
95. Onlara şöyle de: “Eğer yeryüzünde yerleşen, gezip dolaşanlar meleklerden ibaret olsaydı, elbette biz de onlara elçi olarak gökten bir melek gönderirdik.”
96. De ki: “Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. Şüphesiz O, kullarının durumunu çok iyi bilir ve her şeyi görür.”
Müşrikler,
kendileri gibi bir insan olan, yiyen, içen, evlenen, sokaklarda dolaşan birinin
peygamber olmasını kabullenemiyorlardı. Kendileri gibi bir insana itaat etmek
onlara zül geliyordu. Dolayısıyla bunun beşer üstü bir varlık, meselâ en
azından bir melek olmasını bekliyorlardı. Halbuki Allah’ın kanunu, kendileriyle
iletişime geçip mesajlarını tebliğ edebilmeleri ve onlara her hususta örnek
olabilmeleri için insanlara insan bir peygamber, meleklere melek bir peygamber
göndermektir. Eğer yeryüzünde insanların yerinde yaşayanlar, gezip dolaşanlar
melekler olsaydı, bu kanunun bir gereği olarak onlara melek bir peygamber
gelirdi. Peygamberin gönderilmesindeki hikmetin gerçekleşmesi için bu şarttır.
Bunun dışında onlara söylenebilecek başka bir söze hacet yoktur. Zaten Allah,
hem peygamberinin hem de ona düşmanlık edenlerin durumuna şâhittir; onların her
halini hakkiyle bilmektedir ve yapıp ettikleri her şeyi çok iyi görmektedir.
Her birine buna göre dünyada ve âhirette bir netice takdir buyuracaktır:
97. Allah kimi doğru yola iletirse, doğru yolda olan işte odur. Kimi de yoldan saptırırsa artık bunları Allah’tan başka koruyacak kimseler bulamazsın. Kıyâmet günü onları kör, dilsiz, sağır olarak yüzüstü haşrederiz. Sonunda varacakları yer cehennemdir. Onun ateşi dindikçe, onlar için her defasında çılgın alevi yeniden körükleriz.
98. Onların cezası işte budur. Çünkü onlar, âyetlerimizi inkâr ettiler ve: “Biz kupkuru bir kemik yığını ve ufalanmış bir avuç toprak hâline geldiğimiz zaman mı, yani biz o halde iken mi yeni bir yaratılışla tekrar diriltileceğiz? Bu, olacak şey değil!” dediler.
Sorumluluk
tamâmen kulun tercihine aittir. Doğru yolu tercih edeni Allah doğru yola
eriştirir. Sapıklığı tercih edeni ise sapkınlık ve şaşkınlık içinde bırakır. Bu
tür kimseler, inat ve ısrarla sapıklıkta devam etmeleri yüzünden bir türlü
doğru yolu bulamazlar. Eğer bir kimse hakka yüz çevirip bâtıla bağlanırsa,
artık dünyada onu bâtıldan çevirip hakka döndürebilecek hiçbir güç yoktur.
Çünkü bu şekilde sapıklığı tercih edenlere Allah, onları haktan uzaklaştırıp
bâtılı daha çok sevmelerini sağlayan sebepler var edecek, onlar da bu
sebeplerin peşinden koşa koşa ömürlerini tüketeceklerdir. Derin bir gaflet
içinde yakalandıkları ölümle birlikte Allah’ın huzuruna çıkacaklar, Allah da,
hem dünyada ilâhî hakikatler karşısında kör, dilsiz ve sağır davranmaları; hem
de ayakları üzere yürüyecekleri yerde din dışı bir hayatla âdeta yüzüstü
sürünmeleri sebebiyle kıyamet günü onları kör, dilsiz, sağır ve yüzükoyun
haşredecektir. Sonuçta cehenneme atacak; onun ateşi dindikçe, hafifledikçe,
yakıcılığı azaldıkça onların daha çok acı duymaları için çılgın alevlerini
yeniden körükleyip kızıştıracaktır. Böyle bir cezaya maruz kalmalarının sebebi
ise, Kur’an’ın tekrar tekrar vurguladığı gibi, onların Allah’ın âyetlerini
yalanlamaları; âhireti, öldükten sonra dirilişi, hesabı, cennet ve cehennemi
inkâr etmeleridir. Halbuki göklerle yerin yaratılışına ve bunlarda cereyan eden
ilâhî kudret akışlarına bakacak olsalar, Allah’ın ölüleri yeniden diriltmeye
güç yetirebileceğini anlamakta zorlanmazlar:
99. Peki onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, kıyâmet gününde kendilerini aynı şekilde yeniden yaratabilecek güce sahip olduğunu ve onlar için geleceğinde şüphe olmayan bir ecel belirlediğini görmüyorlar mı? Ama zâlimler, yine de inkârlarında diretmektedirler.
Gökler
ve yer gibi muazzam, büyük ve muhteşem varlıkları yaratan Allah şüphesiz ki
insanları öldükten sonra yeniden diriltmeye kadirdir. Âyet-i kerîmelerde şöyle
buyrulur:
“Göklerin ve yerin
yaratılması elbette insanların yaratılmasından daha büyük bir iştir; fakat
insanların çoğu bunu bilmez.” (Mü’min 40/57)
“Ey haşri inkâr edenler! Sizi yeniden yaratmak mı daha zor, yoksa
göğü yaratmak mı? İşte bakın! Onu Allah nasıl da binâ etti. Tavanını yükseltti
ve onu mükemmel bir sistem halinde nizama koydu. Gecesini kararttı, gündüzünü
aydınlık yaptı. Bundan sonra da yeri döşeyip yaydı.” (Nâzi’ât
79/27-30)
“Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de tek bir kişinin
yaratılıp diriltilmesi gibidir. Gerçekten Allah, her şeyi hakkiyle işiten, her
şeyi hakkiyle görendir.” (Lokmân 31/28)
İster
büyük ister küçük olsun, bize göre ister zor ister kolay olsun bunları
yaratmada Allah Teâlâ için bir zorluk yoktur. Sadece “Ol!” buyurması yeterlidir.
O, herkes için kesin bir ecel tâyin etmiştir. Dolayısıyla eceli gelen herkes
ölecektir. Yine O, yeniden diriliş için de muayyen bir vakit belirlemiştir. O
vakit gelince de herkesi yeniden diriltilecektir. Hiçbir güç buna engel
olamayacaktır. Fakat zulme gömülmüş kirli ruhların ve katran gibi paslara
bürünmüş hastalıklı kalplerin bu gerçeği sezmeleri mümkün olmadığından, böyle
perişan halde olan zâlimler, inat merkepler gibi, inkârda ayak diretip
durmaktadırlar. Bu, İslâmî bir terbiye ve tezkiye görmemiş, imanın kalpleri yoğurucu
rahmetinden mahrum kalmış ham ruhlu insanın son derece cimri, pinti, nankör ve
inkarcı yapısından kaynaklanmaktadır:
100. De ki: “Eğer Rabbimin bütün rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, yine de harcamakla tükenir korkusuyla cimrilik ederdiniz. Gerçekten insan çok cimridir.”
İnsan
fıtratı itibariyle çok cimridir; malı çok sever, onu biriktirir, yığar ve
bitecek korkusuyla onu harcamak istemez. Kalbini malına dayar ve onun kendisini
ebedî kılacağını zanneder. (bk. Hümeze 104/2-3) Hatta Allah’ın bütün rahmet ve
nimet hazineleri eline geçse, yine de tükenir korkusuyla onu harcamak istemez.
Aslında bu, iman ve ahlâk terbiyesinden mahrum kalmış, aşırı bencillik ve
cimriliğe esir olmuş ham insanın ruh halini ortaya koymaktadır. Âyet, bir
taraftan Peygamberimiz (s.a.s.)’den mûcize olarak bağlar, bahçeler, pınarlar,
nehirler, altın ve gümüşler isteyen müşriklerin cömertlik bakımından perişan
hâllerini beyân ederken, bir taraftan da bütün insanlara bulundukları seviyeye
göre nefislerinde yer eden cimrilik belâsını hatırlatarak, onu aşmaları
gerektiği hususunda teşvikte bulunmaktadır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle
buyrulur:
“Muhâcirlerden önce Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı
yerleştirmiş bulunan Ensâr’ın da bu ganimet mallarında hakları vardır. Onlar
beldelerine göç eden muhacirleri kendi canları gibi severler ve onlara fazladan
verilen ganimetlerden ötürü gönüllerinde en küçük bir kıskançlık ve burukluk duymazlar.
Hatta onlar ihtiyaç içinde kıvransalar bile, daha muhtaç durumda olan mümin
kardeşlerini kendilerine tercih ederler. Şunu bilin ki, kim nefsinin
cimriliğinden ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, dünyada da âhirette de
kurtuluşa erecek olanlar, işte bunlardır.” (Haşr 59/9)
Şimdi de, Peygamberimiz (s.a.s.)’den ısrarla
mûcize isteyen kâfirlere, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği dokuz ayrı dehşetli mûcizeye
rağmen inanmayan Firavun’un durumu örnek verilmektedir:
101. Biz Mûsâ’ya apaçık dokuz mûcize vermiştik. İşte İsrâiloğulları’na sor: Mûsâ onlara geldiğinde, Firavun: “Ey Mûsâ, ben senin kesinlikle büyülenmiş biri olduğunu zannediyorum” demişti.
102. Mûsâ ise şöyle cevap vermişti: “Sen de çok iyi biliyorsun ki bu mûcizeleri, gözlere ve gönüllere gerçekleri gösterecek birer delil olarak indiren, göklerin ve yerin Rabbinden başkası değildir. Ey Firavun, ben de senin kesinlikle mahvolup gitmiş biri olduğunu görüyorum.”
Burada
zikredilen dokuz mûcize A‘râf sûresi
133. ayette daha açık bir şekilde haber verilmişti. Bu mûcizeler şunlardır:
› Büyük bir
yılana dönüşen asa,
› Mûsâ’nın
güneş gibi parlayan ve beyaz olan sağ eli
› Sihirbazların
tümünün sihirlerinin bozulması
› Kıtlık,
Tufan, Çekirge, Buğday güvesi, Kurbağa, Kan âfeti.
Peki,
bütün bu mucizeleri gören Firavun ve beraberindekilerin sonu ne oldu:
103. Sonunda Firavun İsrâiloğulları’nı ülkeden sürüp çıkarmak istedi. Biz de onu ve beraberindeki bütün ordusunu denizde boğduk.
104. Bunun ardından İsrâiloğulları’na şöyle buyurduk: “Firavun ve ordusunun helâkinden sonra o topraklara siz yerleşin. Zâten âhiret vakti gelince hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz.”
Hz.
Mûsâ’ya iman etmeyen, ona düşman olan, hatta İsrâiloğulları’nı Mısır’dan
çıkarmaya azmeden Firavun bu dâvasında başarılı olamadığı ve ordusuyla birlikte
boğulup gittiği gibi, Resûlullah (s.a.s.)’e iman etmeyen, ona düşman olan, onu
ve beraberindekileri Mekke’yi terke zorlayan Mekke’li müşrikler de aynı hazin
âkıbete uğrayacak ve helak olacaklardır. Burada, bu âyetlerin inişinden pek
yakın zaman sonra gerçekleşen Bedir savaşına ve seneler sonra gerçekleşecek olan
Mekke’nin fethine bir işaret sezilmektedir. Dolayısıyla bu âyetler,
Peygamberimiz (s.a.s.)’i zaferle müjdelerken, müşrikleri de böyle kötü bir
âkıbetle uyarmaktadır. Esasen, gerçeğin ta kendisi olan Kur’an’ın indiriliş ve
Peygamberimiz (s.a.s.)’in gönderiliş gayesi de insanları durumlarına göre
müjdelemek ya da korkutmaktır:
105. Biz Kur’an’ı kendisine en küçük bir şüphe karışmayacak bir yolla indirdik ve o da gerçekleri bildirmek üzere indi. Rasûlüm! Seni de ancak bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
106. Biz Kur’an’ı insanların zihinlerine ve kalplerine sindire sindire okuyasın diye kısımlara ayırdık ve onu parça parça indirdik.
Kur’ân-ı
Kerîm’in Allah kelâmı olduğunda şüphe yoktur. Geldiği yol en doğru ve en
emniyetli bir yoldur. Onu getiren Rûhu’l-Emîn, en güvenilir Rûh Cibrîl (a.s.)’dır.
Kur’an’ı getirdiği kişi Muhammedü’l-Emîn (s.a.s.), en güvenilir insandır.
Getirdiği bilgilerin doğruluğunda da asla şüphe yoktur. Ondaki bilgiler ebedî
olarak doğru kalacak, hiçbir şey onun doğruluğunu değiştiremeyecektir. Âyet-i kerîmede
şöyle buyrulur: “Kur’ân’a ne önünden ne de arkasından, hiçbir yönden bir
noksanlık, bir yanlışlık aslâ sızamaz. O, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam
olan, her türlü övgüye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir.” (Fussılet
41/42) Kur’an, hakkı hâkim kılmak için gelmiştir. Haber verdiği her şey, haber
verdiği şekilde gerçekleşecektir. Peygamber (s.a.s.)’in vazifesi ise insanları
Kur’an’la müjdelemek ve yine onları Kur’an’la uyarmaktır.
Kur’ân-ı
Kerîm, dağları darmadağın edecek, yeryüzünü bölüp parçalara ayıracak, ölüleri
diriltecek ağırlıkta ağır bir söz, muazzam bir ilâhî kelâmdır. (bk. Haşr 59/21;
Ra‘d 13/31; Müzzemmil 73/6) Eğer Allah Teâlâ onu bir defada indirseydi, ne
gökler, ne yerler, ne dağlar, ne de hiçbir beşer onu taşımaya tahammül
gösterebilirdi; ağırlığıyla hepsini parçalayıp darmadağın, un ufak ederdi. Bu
sebeple ilâhî rahmetinin bir tecellisi olarak Rabbimiz onu Resûlullah (s.a.s.)
Efendimiz’in mübârek kalbine, her defasında o temiz kalbin alıp tahammül
edebileceği miktarda ve gelişen İslâmî hayatın ihtiyâcına göre yirmi üç yıl boyunca
parça parça, bölüm bölüm indirmiştir. Efendimiz (s.a.s.) de kendine vahyedilen
bu âyetleri, emredildiği üzere dura dura, sindire sindire, ağır ağır insanlara
okumuş, mânasını öğretmiş ve her türlü ahkâmını onlara sırasıyla tatbik
ettirmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.)’den sonra da İslâm toplumlarında bu usul
tatbik edilegelmiştir. Bundan böyle de Kur’ân-ı Kerîm’in tâlim ve terbiyesi
aynı usulle devam ettirilecektir. Ancak Resûlullah (s.a.s.) döneminden bu güne
kadarki süreçte görüldüğü üzere bu günden sonra da Kur’an’a inananlar olacağı
gibi inanmayanlar da olacaktır. Şu kadar var ki inananların elde edecekleri
maddî-manevî kazanç elbetteki muhteşem olacaktır:
107. De ki: “Kur’an’a ister inanın, ister inanmayın.” Daha önce kendilerine ilim verilmiş olan öyleleri var ki, onlara Kur’an okunduğu zaman derhal yüzüstü secdeye kapanırlar.
108. Ve şöyle derler: “Rabbimiz, şüphesiz sen her türlü noksanlıktan pak ve yücesin. Eğer Rabbimiz bir şey va‘detmişse, o mutlaka gerçekleşir.”
109. Yine ağlayarak yüzüstü secdeye kapanırlar; kendilerine ne zaman Kur’an okunsa, bu onların Allah’a olan saygılarını artırır.
Burada
Kur’ân-ı Kerîm’e nasıl bir imanla inanılması, onun nasıl bir kalbî hissiyat
içinde tilâvet edilmesi, ne keyfiyette bir huşû ve ihtirâm duyguları içinde
dinlenilmesi hususunda mü’min olan, önceden vahiy ve din hakkında malumatları
bulunan Arap veya Ehl-i kitap âlimlerinden bir misâl verilmektedir. Bunlar
Kur’an’a olan imanları, ilâhî kelâm karşısındaki saygı ve haşyetleri sebebiyle
kendilerine Kur’an okunduğu zaman derhal yüzüstü secdelere kapanıyorlardı.
Allah’ı tenzih ediyor, O’nu tesbih ediyor, va‘dettiği her şeyin gerçek olduğunu
ikrar ediyor ve bunların haber verildiği şekilde mutlaka gerçekleşeceğine
yakînen inanıyorlardı. Tekrar çeneleri üzerine secdeye kapanıyor, ağlıyor,
ağlıyor, Kur’an’ı dinlemeye devam ettikçe huşû ve haşyetleri daha da artıyordu.
Şu beyit âdetâ onların kulluktaki bu aşk ve vecd hallerini terennüm eder:
“Âşık olan şem’den görmek gerektir yanmağı,
Yüreği yanar, yaşı akar, ve lî efğânı yok.” (Civânî)
“Allah
ve Rasûlü’ne âşık olan kişi, aşk ateşiyle yanmanın ne olduğunu mumdan görmesi
gerektir. Zira mumum yüreği yanar, yaşları akar, fakat o hiç feryâd ü figânda
bulunmaz.”
Hz.
Mevlânâ ne güzel söyler:
“Allah
bize yardım etmek dilerse, gönlümüze yalvarma, ağlayıp inleme isteği verir.
Allah aşkıyla ağlayan göz, ne mutlu gözdür. Allah aşkı ile tutuşup yanan gönül
ne mübârek bir gönüldür. Her ağlamanın sonu, gülmektir. Bu sebepledir ki her
hadisenin sonunu gören kişi mutlu ve kutlu bir kuldur. Nerede akarsu varsa,
orada yeşillik vardır. Nerede göz yaşı dökülürse, oraya rahmet gelir, merhamet
olur. Bostan dolabı gibi inleyerek gözlerinden yaşlar saç da, can bağında
yeşillikler bitsin. Göz yaşı istiyorsan, gözü yaşlı olanlara acı. Acınmak,
merhamete kavuşmak arzu ediyorsan, zayıflara, zavallılara merhamet et.” (Mevlânâ,
Mesnevî, 817-822. beyitler)
İşte
gerçek mü’min Kur’an karşısında bu iman ve teslimiyet, bu huşû ve haşyet, bu
aşk ve muhabbet içinde olmalıdır. Rabbimiz bizden ilâhî kelâmına böyle kulak ve
gönül veren samimi, ihlaslı ve dürüst bir kul olmamızı istemektedir.
Şimdi
de farklı dil, renk ve ırklara sahip tüm insanlığa cihanşumul İslâm inancını
duyurmak ve Yüce Allah’ı hangi isim ve sıfatlarla anmak gerektiğini öğretmek
üzere şöyle buyruluyor:
110. De ki: “İster Allah diyerek, isterse Rahmân diyerek yalvarın. Hangisiyle yalvarırsanız olur; çünkü en güzel isimler O’nundur.” Sen de namazında, niyâzında sesini fazla yükseltme, büsbütün de kısma, ikisi arasında orta bir yol tut.
Yüce
Rabbimizin Allah, Rahmân, Rahîm, Melik, Kuddûs, Gaffâr, Settâr gibi Kur’ân-ı
Kerîm’de ve hadîs-i şeriflerde zikredilen pek çok güzel ismi vardır. Burada
bunlardan iki tanesi olan “Allah” ve “Rahmân” isimleri zikredilmekte,
diğerlerine “En güzel isimler ona mahsustur” beyânıyla işaret edilmektedir.
Mü’min olarak bu isimlerden hangisiyle Cenâb-ı Hakk’a yalvarsak, O’na dua ve
ibâdet etsek, O’ndan bir talepte bulunsak caizdir. İslâmî açıdan bir sakınca
yoktur. Mühim olan kişinin kalbî durumu ve kastettiği mânadır. Allah Teâlâ
bunları işitir ve icâbet buyurur. Yeter ki kullar, O’nun râzı olduğu şekilde
kulluk yapsınlar, yalvarıp yakarsınlar.
Âyetin
beyân buyurduğu ikinci edep, namazda Kur’an okurken veya dua ederken sesimizin
ne ölçüde olması gerektiğidir. Ses bir taraftan çok yüksek olmamalı; yani
bağırma, gösteriş ve saygısızlık lekelerinden arındırılmış olmalıdır. Diğer
taraftan büsbütün de gizli olmamalıdır. Yani insan kendi işitemeyecek kadar da
gizli okumamalıdır. Bu ikisi arasında orta bir yol tutmak lazımdır.
Rivayete
göre Resûlullah (s.a.s.), Mekke döneminin ilk yıllarında ashâbı ile namaz
kıldığında yüksek sesle Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Müşrikler bunu işitince Kur’ân-ı
Kerîm’e, onu indirene ve onu okuyana uygun olmayan sözler söylerlerdi. Bunun
üzerine Yüce Allah, Efendimiz (s.a.s.)’e okurken, müşriklerin işitmemesi için
sesini biraz kısmasını; fakat ashâbı duymayacak kadar da kısmamasını, bu ikisi
arasında bir yol tutmasını emir buyurdu. (Buhârî, Tefsir 17/14; Müslim, Salât
145) Bu hâdise müslümanların, İslâmî hassâsiyeti en üst seviyede muhafaza
ederek, bulundukları şartlara göre nasıl hareket etmeleri lazım geldiği
hususuna da güzel bir misal teşkil eder.
Netice
itibariyle:
111. “Çocuk edinmeyen, mülk ve hâkimiyetinde hiçbir ortağı bulunmayan, âciz olmadığı için bir yardımcıya da ihtiyaç duymayan Allah’a hamdolsun” de ve tekbir getirerek O’nun büyüklüğünü ilan et!
Cenâb-ı
Hak, çocuk edinmekten çok yücedir. Buna göre Allah’ın çocuk edindiğini
söyleyenler O’na iftira atmış olurlar. O’nun mülkünde ve hâkimiyetinde hiçbir ortağı
yoktur. Dolayısıyla Allah’ın iki veya daha fazla olduğunu söyleyenler
yalancıdırlar. O’nun âcizlikten ötürü, zilletten kurtulup izzete kavuşmak için
bir dosta bir yardımcıya da asla ihtiyacı yoktur. O, her türlü zilletten pak ve
uzak olup, kâmil mânasıyla izzet ve kuvvet sahibidir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Kim
izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki izzet ve şeref bütünüyle Allah’a aittir”
(Fâtır 35/10) buyrulur. İşte bütün mâna ve muhtevâsıyla hamd böyle kemâl sıfatlarına
sahip Yüce Allah’a mahsustur. Dolayısıyla kulun en ulvî vazifesi Allah’ı
zâtıyla, sıfatlarıyla, isim ve fiilleriyle yüceltmektir.
Rivayete
göre Allah Resûlü (s.a.s.), Abdülmuttalip çocuklarından konuşmaya başlayan her
erkek çocuğa İsrâ sûresinin bu son âyetini belletirdi. (Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr,
V, 353)
Hamd
ve tekbir ile nihâyete eren İsrâ sûresinden sonra Kehf sûresi de yine Allah’a
hamd ile başlamaktadır:
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...
Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...
"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...
Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...
Enbiya suresinin 37. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 37. Ayet Arapça: خُلِقَ الْاِنْسَانُ مِنْ عَجَلٍۜ سَاُر۪يكُمْ اٰيَات۪ي فَلَا تَسْتَعْجِ ...
Saff sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 14 âyettir. İsmini, 4. ayetinde geçen صَفًّا (saffen) kelimesinden alır. Sûrenin “İsa” ve اَلْحَوَارِيُّونَ (Hav ...