Kehf sûresi 110 âyettir. Mekke’de inmiştir. İsmini, 9-26. âyetleri arasında anlatılan “Ashâb-ı Kehf” kıssasından almıştır. Mushaf tertibine göre 18, iniş sırasına göre 69. sûredir.
Kehf sûresi, giriş kısmında Kur’ân-ı Kerîm’den, onun indiriliş maksadından, Kur’an’ın tâlimatları karşısında insanların “iman eden ve iman etmeyen” olarak ikiye ayrıldıklarını; bunlardan iman edenlerin çok güzel mükafatlara nâil olacaklarını, iman etmeyenlerin ise cezalandırılacaklarını beyân eder. Resûlullah (s.a.s.)’e vazifesinin sadece tebliğ olduğunu, bunun ötesine geçip insanları İslâm’a davette kendini telef edecek derecede yorucu bir yola girmemesini tavsiye eder.
Sûrede esas konu olarak dünya hayatının ve âhiret hayatının mâhiyeti, bu münâsebetle dünyanın gelgeç sevdâlarına aldanmayıp Allah’a ve âhirete imanın önemi üzerinde durulur. Bu konu, pek dikkat çekici bir üslupla anlatılan Ashâb-ı Kehf kıssası, biri bahçeleri olan varlıklı ve şımarık, diğeri oldukça fakir iki kişinin hikâyesi ve dünya hayatının fanîliğiyle alakalı çarpıcı bir örnekle dikkatlere sunulur. Bu arada insanların mahşer yerinde toplanması ve amel defterlerinin açılıp içinde küçük büyük her şeyin sayılıp döküldüğünü, hiçbir ayrıntının bile ihmal edilmediğini gören inkarcı suçluların hazin hallerinden bir manzara arzedilir. Tekrar Kur’an’ın ana mesajlarına dikkat çekildikten sonra, anlaşılması bakımından insan aklının sınırlarını zorlayan Hz. Mûsâ ile Hz. Hızır kıssasına geçilir. Bu kıssada ilm-i ledün konuşur; üç misalle sır perdesinin kenarı azıcık açılır, kader muammasından iğne ucu kadar bir nokta aydınlanır, sonra tekrar kapatılır. İlm-i ledünden siyaset ve saltanat ilmine geçilir. Bu hususta da Hz. Zülkarneyn’in emsalsiz dünya saltanatının ana noktalarına temas edilir. Fakat bu dünyada iyi veya kötü nasıl bir saltanat sürülürse sürülsün kâinatı altüst edecek olan kıyamet dehşetinin kaçınılmaz olduğuna vurgu yapılarak, kârlı çıkacak olanların yatırımlarını âhiret hayatına yapanlar; zararlı çıkacak olanların ise âhireti hesaba katmadan çalışanlar olacağı belirtilir.
Mushaftaki sıralamada on sekizinci, iniş sırasına göre altmış dokuzuncu sûredir. Gåşiye sûresinden sonra, Nahl sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Ancak 28. âyeti ile 83 ve 101. âyetlerinin Medine’de indiği rivayeti de vardır Nüzûl sebebi olarak tefsir ve siyer kaynaklarında şöyle bir olay anlatılmaktadır: Müslümanların sayısının çoğalması üzerine müşrikler, Resûlullah’ın peygamber olup olmadığını araştırmak için Nadr b. Hâris ile Utbe b. Muayt’ı Medine’deki yahudi âlimlerine gönderip kendilerine şu tâlimatı vermişlerdi: “Muhammed’in durumunu onlara sorun, vasıflarını ve söylediklerini anlatın; onlar kitap ehlidir, peygamberler hakkında bizim bilmediklerimizi bilirler.” Bu iki adam, Medine’ye giderek meseleyi yahudi âlimlerine anlattılar. Onlar da, “Muhammed’e, geçmiş zamanlarda mağaraya sığınmış gençleri; dünyanın doğusunu ve batısını dolaşmış olan adamı; rûhun ne olduğunu sorun; eğer bunları size bildirirse o bir peygamberdir, ona uyun; aksi takdirde bir falcıdır, ona istediğinizi yapabilirsiniz” dediler. Nadr ile arkadaşı Mekke’ye dönüp bunları Hz. Peygamber’e sordular. O da “Sorularınıza yarın cevap veririm” dedi. Fakat “inşallah” demesi gerekirken bunu ihmal ettiği için o günden itibaren on beş gün vahiy gelmedi. Bunun üzerine Mekke halkı, “Muhammed bize, ‘Sorularınıza yarın cevap veririm’ diye söz vermişti. Ancak aradan on beş gün geçtiği halde hâlâ sorularımıza cevap vermedi” diyerek dedikoduya başladılar. Hz. Peygamber’e vahyin gecikmesi sırasında iyice bunaldığı bir sırada Cebrâil yukarıdaki soruların cevabını içeren Kehf sûresi ile İsrâ sûresinin 85. âyetini getirdi (İbn Âşûr, XV, 242-244). Tefsir ve siyer kaynaklarından bu rivayeti nakleden İbn Âşûr, Ashâb-ı Kehf hakkında Hz. Peygamber’e soru sormaya Kureyşliler’i teşvik edenlerin, ticaret maksadıyla Mekke’ye gelen bazı hıristiyanlar veya Kureyş’in Suriye ticaret yolu üzerinde bulunan kiliselerdeki hıristiyan din adamları olabileceğini söylemektedir (XV, 259-260). Elmalılı Muhammed Hamdi de yukarıdaki rivayeti geniş şekliyle naklettikten sonra, hadis tekniği açısından bu rivayetin zayıf olduğunu, buna dayanılarak sûrenin tefsir edilmesinin doğru olmayacağını ifade etmektedir. Elmalılı’ya göre sûrenin baş tarafındaki âyetler gösteriyor ki esas iniş sebebi, “Allah çocuk edindi” denilmiş olmasıdır. Sûre, bunun ilmî dayanağı bulunmayan büyük bir yalan olduğunu açıklamak, bu sözü söyleyenleri uyarmak ve onları tevhide davet etmek için indirilmiş, Zülkarneyn ile ilgili sorunun cevabı da bunun tamamlayıcısı olmuştur (V, 3220).
Kehf sûresinin faziletiyle alâkalı rivayetlerden birkaçı şöyledir:
Berâ b. Âzib (r.a.)’in dediğine göre bir adam Kehf sûresini okuyordu, yanında da iki uzun iple bağlı bir at vardı. Derken bir bulut adamın üzerine doğru inmeye başladı. Bulut yaklaştıkça yaklaşıyordu. At bundan dolayı ürktü ve huysuzlardı. Sabaha çıkınca o zat Nebî (s.a.s.)’e gelerek hâdiseyi anlattı. Resûlullah (s.a.s.): “O, kalbe huzur veren bir melektir, Kur’an okuduğun için inmiştir” buyurdu. (Buhârî, Fezâil 11; Müslim, Müsâfirîn 240)
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kim, Kehf sûresinin başından on âyet ezberlerse deccâlden korunmuş olur.” (Müslim, Müsâfirin 257)
“Kim, Kehf sûresinin son on âyetini okursa deccâlin fitnesinden korunur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 446)
“Her kim Cuma gecesi Kehf sûresini okuyacak olursa, bir nûr kendisi ile Beyt-i Atîk arasındaki mesâfeyi onun için aydınlatır.” (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 18)
“Kim Kehf sûresinin baş tarafları ile sonlarını okursa, bu sûre onun için tepeden tırnağa kadar bir nûr olur. Kim de tamâmını okursa, onun için gök ile yer arasında bir nûr olur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III,439)
“Kim, Kehf sûresini indirildiği gibi okursa sûre, kıyamet gününde onun için bir nûr olur.” (Beyhakî, Sünen, III, 249)
1. Hamd o Allah’a mahsustur ki, kuluna kitabı indirdi; onda hiçbir eğrilik, çarpıklık ve tutarsızlığa yer vermedi.
Allah
Te’âlâ Kur’ân-ı Kerîm’in bütün çarpıklık, eğrilik, dolambaçlılık, yalan ve
yanlışlıktan uzak olduğunu bu âyetteki “onda hiçbir eğrilik, çarpıklık ve
tutarsızlığa yer vermedi” (Kehf 18/1) ifadesiyle, bir diğer âyet-i kerîmede
de “Onu her türlü çelişkiden ve gerçeğe aykırı bütün unsurlardan uzak,
dosdoğru Arapça bir Kur’an olarak indirdik; belki gittikleri yolun yanlışlığını
anlayıp Allah’a karşı gelmekten sakınırlar diye” (Zümer 39/28) ifadesiyle
beyân eder. Bu mânayı ifade için kullanılan kelime, “ivec” kelimesidir. اَلْعِوَجُ (‘ivec), “istikametten, düz ve dik halden
sapmak ve meyletmek; eğrilik, karışık, çapraşık” demektir. Kur’ân’da ne göze ne
de kalbe takılacak hiçbir eksiklik ya da eğrilik yoktur. Onda ne bir kimsenin
anlayamayacağı kadar karışık ve karmaşık şeyler vardır, ne de gerçeği bulmak
isteyen bir kimseyi kararsız bırakarak doğru yoldan saptıran bir nokta
bulunmaktadır. Yine onda lafzın dil yönünden bozuk olması, fesâhat ve belâğata
aykırı olması, mânalarının çelişkili olması, gerçek olmayan şeyler ihtiva
etmesi, Allah’tan başka şeylere kulluğa davet etmesi gibi eğrilik ve çarpıklık
sayılacak bir şey bulmak mümkün değildir. (Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 471) İşte kendisinde eğrilik
bulunmayan bu Kur’ân’ı Yüce Allah dosdoğru bir kitap kılarak, onu en emîn ve en
sâdık bir insan olan kulu Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirmiştir.
Kur’an’ın
indiriliş gayesi ise şöyle açıklanmaktadır:
2. Allah bu tutarlı ve dosdoğru kitabı, inanmayanları kendi katından gelecek şiddetli bir azapla uyarmak, sâlih ameller işleyen mü’minleri de güzel bir mükâfat ile müjdelemek için indirdi;
3. Hem de içinde ebedî kalmak üzere…
4. Bu ilâhî kelâmı, aynı zamanda “Allah çocuk edindi” diyenleri uyarıp korkutmak için indirdi.
5. Bu konuda ne Allah’a çocuk isnat edenlerin dayandıkları kesin bir bilgi vardır, ne de aynı iddiayı taşıyan atalarının! Ağızlarından çıkan o söz, ne kadar korkunç bir küfür sözüdür! Onlar, başka değil, ancak yalan söylüyorlar.
Kur’an’in
indiriliş gâyesi ilk olarak umûmî mânada bütün insanları uyarmak, onlara
dikkatli davranmadıkları takdirde istikbalde mutlaka karşılaşacakları korkunç
hâdiseleri haber vermektir. İkinci olarak iman ve itaatle davetine uyan
mü’minleri fevkalade güzel bir mükâfat olan ebedî cennetlerle müjdelemektir.
Üçüncü olarak da müşrikler, yahudiler ve hıristiyanlar başta olmak üzere
çeşitli inanç grupları arasında müzmin bir hastalık halinde yaygınlaşan ve aynı
zamanda büyük bir küfür ifadesi olan “Allah çocuk edindi” diyenleri cehennemle
korkutarak, onları bu tür yanlışları bırakmaya çağırmaktır. Yalnız bu vazifeyi
yerine getirirken aşırılıktan uzak durup itidalli olmaya zaruri ihtiyaç vardır:
6. Rasûlüm! Onlar bu Kur’an’a inanmıyorlar diye arkalarından üzülerek neredeyse kendini helâk edeceksin! Hayır böyle yapma!
Âlemlere
rahmet olarak gönderilen ve insanlara karşı nihâyetsiz bir merhamet ve şefkat
sahibi olan Allah Resûlü (s.a.s.), onların doğru yolu bulmasını çok arzu ediyor
ve bu uğurda gece gündüz bütün gücünü harcıyordu. Hatta o (s.a.s.), kendisinin
ve ashâbının gördüğü eziyetlerden ziyâde kavminin imansızlıkta ve sapıklıkta
ısrar etmelerine üzülüyordu. Çünkü bu gidişâtın sonunda helâk olacaklarını ve
ebediyen Allah’ın azabına uğrayacaklarını biliyordu. En büyük üzüntü sebebi
işte bu korkuydu. Bu sebeple dinin tebliğinde gerçekten tahammül ötesi bir
gayret gösteriyordu. Muhatapları ise, âdeta Allah’ın azabının başlarına
inmesini istercesine inat ediyorlardı. Resûlullah (s.a.s.)’in şu ifadeleri onun
içinde bulunduğu bu hâli ne güzel gözler önüne sermektedir:
“Benimle
sizin durumunuz şuna benzer: Bir adam ateş yakar. Ateş etrafı aydınlatınca
pervâneler ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya
başlarlar. Adamcağız onlara mânî olmaya çalışır. Ancak hayvanlar galebe çalarak
pek çoğu ateşe düşerler. Ben, ateşe düşmemeniz için sizi belinizden
yakalıyorum, ancak siz ateşe atılmak için koşuyorsunuz!” (Buhârî,
Rikâk 26; Müslim, Edeb 82; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 244)
Bu
âyette aynı zamanda Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’i teselli eden bir yön de
bulunmaktadır. Çünkü onun vazifesi insanları imana zorlamak değil, sadece
tebliğ etmek; müjdelemek ve korkutmaktır. Bilmelisiniz ki Peygamber’in
tebliğine insanlığın zaruri ihtiyacı vardır. Çünkü oldukça kısa ve fâni dünya
hayatı bütünüyle imtihandan ibarettir:
7. Şüphesiz biz, insanların amel bakımından hangisinin daha güzel olduğunu deneyip ortaya çıkaralım diye yeryüzünde bulunan her şeyi ona mahsus bir zînet ve imtihan için bir malzeme yaptık.
8. Doğrusu biz, yeryüzünde bulunan her şeyi vakti gelince kupkuru bir toprak hâline getirmekteyiz.
Allah
Teâlâ hayatı ve ölümü insanların amel bakımından hangisinin daha iyi olduğunu
belirlemek için yarattığı gibi (bk. Mülk 67/2), dünya üzerinde bulunan canlı
cansız her türlü varlığı da birer imtihan malzemesi ve sorusu olarak var
etmiştir. Oradaki sayısız nimetleri; malı, mülkü, evlat ve serveti dünyanın bir
zineti olarak yaratıp çekici kılmıştır. Buna mukâbil insanları da iyiyi kötüden
ayırabilecek, yaptıklarından sorumlu olacak akıl, irade ve diğer melekelerle
donatmıştır. Bunların hepsinin yaratılış maksadı imtihan sırrıdır. Yoksa hâşâ
Yüce Allah bunları bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmamıştır. Nitekim âyet-i
kerîmelerde buyrulur:
“Biz
göğü, yeri ve aralarında bulunan şeyleri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.
Eğer biz eğlence edinmek isteseydik, bunların hiçbirini yaratmadan, onu kendi
katımızda edinirdik. Fakat biz böyle bir şey yapmayız.” (Enbiyâ 21/16-17)
“Biz
gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.
Biz onları gerçek bir sebep ve hikmete bağlı olarak yarattık. Ne var ki
insanların çoğu bunu bilmez.” (Duhân 44/38-39)
O
halde fırsat eldeyken bu nimetleri Allah Teâlâ’ya kulluk yapıp O’na yakınlaşmak
yolunda kullanmak gerekmektedir. Değilse Cenâb-ı Hak, dünya üzerindeki bütün
nimetleri ve varlıkları vakti gelince yok etmekte, kurumuş toprak haline
getirmektedir. Bu yok oluş ve toprak haline geliş her an durmadan devam
etmektedir. An be an canlılar ölmekte; insanların, hayvanların ve bitkilerin
bedenleri toprağa karışıp toprak olmaktadır. Evler, saraylar, hanlar, hamamlar,
milletler, devletler, kültürler ve medeniyetler için de aynı ilâhî kanun
hükmünü icrâ etmektedir. Kıyamette ise bu durum son olarak, en muhtevalı ve her
şeyi kuşatacak şekilde vuku bulacak, ardından yepyeni bir hayat başlayacaktır.
Dolayısıyla dünyada dâimî hiçbir şey yoktur; her şey fanîdir. Yalnız Allah
bâkîdir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Yeryüzünde
bulunan herkes fanîdir. Yalnız sonsuz büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin zâtı
bâki kalacaktır.” (Rahmân 55/26-27)
İşte
insanın üzerinde durması ve düşünmesi gereken asıl mes’ele budur. Şimdi,
Allah’a ve âhirete imanın kalbi nasıl tesir altına alıp zorluklara karşı insana
nasıl bir tahammül gücü kazandırdığını muşahhas halde göstermek ve yüzyıllarca
uyutulduktan sonra yeniden uyandırılmak suretiyle âhiretin varlığına apaçık bir
delil olarak sunulmak üzere Ashâb-ı Kehf’in son derece dikkat çekici kıssasına
giriş yapılmaktadır:
9. Rasûlüm! Yoksa sen sadece Ashâb-ı Kehf ve Ashâb-ı Rakîm’in mi ibrete şâyan âyetlerimizden olduğunu sandın? Öyle sanma; başka nice ibretâmiz âyetlerimiz var!
Bunlar her ne kadar Allah Teâlâ’nın
nihâyetsiz kudretini gösteren birer işaret olsa da, O’nun kâinatta akılları
daha da dehşete düşürecek nice âyetleri, delilleri, kudret ve azamet
tecellileri vardır. Bunu görmek için bütün ecrâmiyle göklerin ve tüm
tefrişâtıyla yeryüzünün yaratılışına; gece ile gündüzün peş peşe gelişine;
insanların, hayvanların, bitkilerin ve cansız varlıkların hallerine; Cenâb-ı
Hakk’ın her an ölüden diri, diriden ölü çıkarmasına ibretle bir kez bakmak
yeterlidir. Daha fazla düşünülecek olursa, sınırlı akıl terâzisi, sınırsız
ilâhî kudret akışlarının ağırlığını çekemez, altında ezilir, kalır.
Şimdi
isterseniz dikkatleri tekrar Ashâb-ı Kehf dediğimiz o gençlere çevirelim de
bakalım neler yapıyorlar:
10. Hani o genç yiğitler mağaraya sığınıp: “Rabbimiz bize katından bir rahmet ver, bize yardım et; şu işimizde doğru ve rızâna uygun olan ne ise onu bize nasip eyle!” diye niyâz etmişlerdi.
11. Bunun üzerine biz de onları sığındıkları o mağarada yıllarca sürecek derin bir uykuya daldırdık.
12. Sonra iki fırkadan; Ashâb-ı Kehf ve düşmanlarından hangisinin bekledikleri gayeyi daha iyi hesap etmiş olduğunu ortaya çıkarmak için onları tekrar uyandırdık.
Bu
yiğitler, Rablerine öyle yürekten bağlı idiler ki, mağaraya çekilir çekilmez
niyâza başladılar. Allah’tan kendilerine rahmetini, nimet ve yardımını
lütfetmesini; en güzel ve en doğru bir çıkış yolu göstermesini ve giriştikleri
bu davada kendilerini başarılı kılmasını istediler. Cenâb-ı Hak da derhal
dualarını kabul ederek haklarında hayırlı olacak bir süreci başlattı. Hemen
kulaklarına bir perde vurup onları mağarada uyuttu. Senelerce orada o şekilde
kaldılar. Belki yüzyıllarla ifade edilebilecek uzun bir müddet sonra onları
tekrar uyandırdı. Böyle yapmasındaki maksat, Ashâb-ı Kehf’in mi, yoksa onlara
düşmanlık edenlerin mi hedefledikleri gâye itibariyle haklı olduğunu ortaya
koymaktı. Daha sonra gelecek âyetlerde de belirtileceği üzere (bk. Kehf
18/19-21) Ashâb-ı Kehf uyandıkları zaman işlerinde başarılı olduklarını,
gâyelerinde isâbet ettiklerini gördüler ve Allah’ın rahmetine kavuştular. Buna
karşılık Kur’an, onlara düşmanlık yapanların feci akıbetlerini bahse değer bile
görmemiştir.
Kıssanın
tafsilâtı şöyledir:
13. Şimdi biz, onların başından geçen ibretli hâdiseyi bütün gerçekliğiyle sana anlatacağız: Hiç şüphesiz onlar Rablerine iman etmiş genç yiğitlerdi; biz de onların imanlarını daha da artırdık.
Ashâb-ı
Kehf, Rablerine yürekten inanmış genç yiğitlerdi.[1]
Onlar imanlarında samimi oldukları için, Allah da onların doğru yola olan iman
ve bağlılıklarını daha da artırdı. Onlara bâtıla boyun eğmekten sakınıp canları
pahasına da olsa hak yolunda sabır ve sebat etme kuvveti verdi. Kalplerini
iman, sabır ve metânetle iyice pekiştirdi, kuvvetlendirdi. İman ve itminân hali
âdeta onların hücrelerine ve iliklerine işledi. Öyle ki putlara ibâdeti reddetmek
üzere kralın karşısına dikildiklerinde veya bulundukları şirk ortamını terk
etmeye karar verip harekete geçtiklerinde kalplerine yerleşen tevhid inancını
şu ifadelerle dile getirdiler: “Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbi olan
Allah’tır. Biz O’ndan başkasını ilâh kabul edip tapmayız. Böyle bir şey
yaparsak, yemin olsun ki gerçek dışı, pek saçma bir iddiada bulunmuş oluruz.” (Kehf
18/14) Gerçek imanın bu olduğunu; kavimlerinin içine saplandığı putperestlik
inancının ise herhangi bir delile dayanmayan asılsız bir anlayış olduğunu
açıklamaktan çekinmediler. Nihâyetinde imanlarını tehlikeden koruyabilmek için,
Allah’tan rahmet ve kolaylık umarak mağaraya sığınmalarının artık zaruret
hâline geldiğini anladılar. Sâdık bir dost gibi peşlerini bırakmayan köpekleriyle
birlikte mağaraya sığındılar ve orada ilâhî kudret eliyle uykuya daldırıldılar.
Bu
âyetlerde Allah’ın haram kıldığı şeylerden ve haramların işlendiği ortamlardan
uzaklaşmanın önemine dikkat çekilir. Gerçekten de Allah’ın dışındaki
varlıklardan gönlen uzaklaşmak, Allah’a kavuşmayı kolaylaştırır. Belki,
Allah’ın dışındaki şeylerden uzaklaşılmadığı müddetçe Allah’a kavuşma
gerçekleşmez, demek daha doğrudur. İşte Ashâb-ı Kehf ne zaman ki Allah’ın
dışında tapınılan putlardan uzaklaştılar, Hak Teâlâ onları riâyet mahfazası
içinde korudu, onlar için inâyet mağarasında güzel bir yer hazırladı.
Dolayısıyla bütün söz, fiil ve davranışlarında şahsî arzulardan soyunup
Allah’ın iradesine teslim olan, her halinde Allah’a yönelişi dürüstlük ve
samimiyet içinde olan ve yine her durumda sadece Allah’tan yardım isteyen
kişilere Rabbimiz büyük lutuflarda bulunacak, onların tüm ihtiyaçlarını
karşılayacak ve onlara çok güzel bir gelecek hazırlayacaktır. Cenâb-ı Hakk’ın
Ashâb-ı Kehf’e olan yardım ve ikramı bunun açık bir misalidir:
[1] اَلْفِتْيَةُ (fitye) genç yiğitler demektir. Bu
kelimeden hareketle tasavvuf ve ahlâk ıstılâhında “fütüvvet” diye bir kavram
oluşmuştur. Fütüvvetin başı imandır. Fütüvvet; mevcudun karşılıksız verilmesi,
eziyetin önlenmesi, şikâyetin terk edilmesidir. Yine fütüvvet, haramlardan
kaçınmak ve üstün ahlâkî faziletleri ifâ etmede eli çabuk tutmaktır.
14. Kalplerine tam kuvvet ve metânet verdik de zâlim krala karşı kıyâm ettiklerinde şöyle dediler: “Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbi olan Allah’tır. Biz O’ndan başkasını ilâh kabul edip tapmayız. Böyle bir şey yaparsak, yemin olsun ki gerçek dışı, pek saçma bir iddiada bulunmuş oluruz.”
15. “Şu bizim halkımız ise tuttular, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Madem öyle, onların gerçek ilâh olduklarına dair açık bir delil getirmeleri gerekmez mi? Artık Allah adına yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?”
16. İçlerinden biri şöyle dedi: “Madem ki siz onları ve onların Allah’tan başka taptıklarını terkettiniz, o halde mağaraya sığının ki Rabbiniz üzerinize rahmetini yaysın, işinizde size kolaylık ve fayda ihsân etsin.”
Ashâb-ı Kehf, Rablerine yürekten inanmış genç yiğitlerdi.[1] Onlar imanlarında samimi oldukları için, Allah da onların doğru yola olan iman ve bağlılıklarını daha da artırdı. Onlara bâtıla boyun eğmekten sakınıp canları pahasına da olsa hak yolunda sabır ve sebat etme kuvveti verdi. Kalplerini iman, sabır ve metânetle iyice pekiştirdi, kuvvetlendirdi. İman ve itminân hali âdeta onların hücrelerine ve iliklerine işledi. Öyle ki putlara ibâdeti reddetmek üzere kralın karşısına dikildiklerinde veya bulundukları şirk ortamını terk etmeye karar verip harekete geçtiklerinde kalplerine yerleşen tevhid inancını şu ifadelerle dile getirdiler: “Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbi olan Allah’tır. Biz O’ndan başkasını ilâh kabul edip tapmayız. Böyle bir şey yaparsak, yemin olsun ki gerçek dışı, pek saçma bir iddiada bulunmuş oluruz.” (Kehf 18/14) Gerçek imanın bu olduğunu; kavimlerinin içine saplandığı putperestlik inancının ise herhangi bir delile dayanmayan asılsız bir anlayış olduğunu açıklamaktan çekinmediler. Nihâyetinde imanlarını tehlikeden koruyabilmek için, Allah’tan rahmet ve kolaylık umarak mağaraya sığınmalarının artık zaruret hâline geldiğini anladılar. Sâdık bir dost gibi peşlerini bırakmayan köpekleriyle birlikte mağaraya sığındılar ve orada ilâhî kudret eliyle uykuya daldırıldılar.
Bu âyetlerde Allah’ın haram kıldığı şeylerden ve haramların işlendiği ortamlardan uzaklaşmanın önemine dikkat çekilir. Gerçekten de Allah’ın dışındaki varlıklardan gönlen uzaklaşmak, Allah’a kavuşmayı kolaylaştırır. Belki, Allah’ın dışındaki şeylerden uzaklaşılmadığı müddetçe Allah’a kavuşma gerçekleşmez, demek daha doğrudur. İşte Ashâb-ı Kehf ne zaman ki Allah’ın dışında tapınılan putlardan uzaklaştılar, Hak Teâlâ onları riâyet mahfazası içinde korudu, onlar için inâyet mağarasında güzel bir yer hazırladı. Dolayısıyla bütün söz, fiil ve davranışlarında şahsî arzulardan soyunup Allah’ın iradesine teslim olan, her halinde Allah’a yönelişi dürüstlük ve samimiyet içinde olan ve yine her durumda sadece Allah’tan yardım isteyen kişilere Rabbimiz büyük lutuflarda bulunacak, onların tüm ihtiyaçlarını karşılayacak ve onlara çok güzel bir gelecek hazırlayacaktır. Cenâb-ı Hakk’ın Ashâb-ı Kehf’e olan yardım ve ikramı bunun açık bir misalidir:
[1] اَلْفِتْيَةُ (fitye) genç yiğitler demektir. Bu kelimeden hareketle tasavvuf ve ahlâk ıstılâhında “fütüvvet” diye bir kavram oluşmuştur. Fütüvvetin başı imandır. Fütüvvet; mevcudun karşılıksız verilmesi, eziyetin önlenmesi, şikâyetin terk edilmesidir. Yine fütüvvet, haramlardan kaçınmak ve üstün ahlâkî faziletleri ifâ etmede eli çabuk tutmaktır.
17. Rasûlüm! Orada bulunsaydın güneşin doğduğu zaman onların mağaralarını sağ taraftan dolaştığını, battığı zaman ise onları sol taraftan makaslayıp geçtiğini, böylece üzerlerine doğup onları rahatsız etmediğini görürdün. Onlar mağaranın genişçe bir yerinde idiler. Onların bu şekilde korunmaları, Allah’ın kudretini gösteren delillerden biridir. Allah kimi doğru yola erdirirse, işte gerçekten doğru yola ermiş kimse odur. Kimin de yoldan sapmasına fırsat verirse, artık sen ona doğru yolu gösterecek bir yardımcı bulamazsın.
18. Onlar uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Tek yanlarına yatıp zarar görmemeleri için biz onları kâh sağa kâh sola çeviriyorduk. Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış yatmaktaydı. Eğer onları bu halleriyle görseydin dönüp kaçardın ve onlar yüzünden için korkuyla dolardı.
Bu
iki ayette dikkat çekici ve hayret verici bir üslupla gençlerin mağaradaki
durumları aktarılmaktadır. Hadise, oradaki manzaraları aksettiren hareketli bir
film şeridi gibi gözümüzün önünde canlandırılmaktadır. Mağaranın üzerine güneş
doğuyor, fakat güneşin ışınları mağaranın içine sızmadan sanki şuurlu olarak
yana sapıyor. Güneş batarken de ışınları onların sol taraflarına kayıyor.
Onlarsa, mağaranın geniş tabanına dağılmış durumda yatmaktalar. Kendilerine
rüzgârın serinliği ve temiz hava ulaşmaktadır. Ashâb-ı Kehf mağarada uyuyarak
geçirdikleri zamanda herhangi bir değişikliğe uğramamışlardır. Güneş doğduğunda
mağaranın sağ tarafında; battığında da solunda oluyordu. Böylelikle güneşin
ışığı, mağaranın içine giremiyor, ama oradakilere uygun temiz hava içeri
girebiliyordu. Güneş ışınları tam üzerlerine düşüp onları yakmıyor, çok
uzaklarına düşerek de rutubetten çürümelerine yol açmıyordu. Allah Teâlâ
onların, bozulmadan, çürümeden kalabilmelerini sağlayacak bir zemin
hazırlamıştı.
Abdullah
b. Abbas (r.a.) diyor ki: “Şayet güneş tam üzerlerine düşmüş olsaydı onları
yakacaktı. Onlar mağarada sağa sola da çevrilmemiş olsalardı çürüyeceklerdi.”
(Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XV, 264)
Kur’ân-ı
Kerîm, onların bu hayret verici durumları üzerine bir değerlendirme yaparak
bunun Allah’ın âyetlerinden biri olduğunu beyân eder. Hak Teâlâ’nın bu uzun
müddet içinde onları mağarada muhafaza edişi, O’nun yüce kudretini ve hikmetini
gösteren delillerdendir. Onların mağaranın içinde güneş ışınlarından
etkilenmemeleri, güneş ışınlarının sadece yakınlarından geçmesi, ayrıca onların
bulundukları yerde ölmeden, fakat hareket de etmeden öylece kalmaları Allah’ın
mûcizelerindendir. Allah, bu tür mûcizelere ibretle bakan ve bu vesileyle
gerçeği öğrenmek isteyenleri doğru yola kavuşturur. Doğru yola götürecek
sebeplere sarılmayanları ise saptırır.
18.
âyet, bu hayret verici sahneyi tamamlamak üzere şöyle devam ediyor: Ashâb-ı
Kehf uykudalar, fakat görenler onları uyanık zannediyor. Mağarada yıllarca
süren uzun uykularında sabit durmuyorlar, ilâhî kudret eliyle bir yandan öbür
yana çevriliyorlar. Köpekleri de mağaranın kapısının eşiğine yakın yatmış, ön
ayaklarını uzatmış, adeta onlara bekçilik yapıyor. Onlar bu görünümleriyle
karşılarına çıkacak birinin içine korku salıyorlar. Çünkü onlar, uyanıkmış gibi
uyuyorlar, gâh sağ yanlarına gâh sol yanlarına çevrilip dururlarken
uyanmıyorlar. Şüphesiz bu, önceden belirlenen süre dolmadan hiç kimse onları
rahatsız etmesin diye yüce Allah’ın takdir buyurduğu mûcizevî bir plandır.
Burada
dikkat çeken hususlardan biri, Ashâb-ı Kehf’in köpekleridir. O, büyük bir aşk
ve sadakatle o imanlı gençlerin peşine düşmüş, izlerini takip etmiş ve onlara
dost olmuştu. Cenâb-ı Hak da bu nasipli hayvancağıza o gençlere yaptığı
muameleyi yaptı; onlarla beraber uyuttu, onlarla beraber uyandırdı; âhirette de
onlarla beraber cennete girdirecektir. Mevlâna Hazretleri, insanlara bir ibret
ve ikaz mâhiyetinde o köpeğin halini şöyle arzeder:
“Ashâb-ı Kehf’in köpeği ki, o cezbe ile, o feyz-i ilâhî
sayesinde murdarlıktan kurtuldu. Pâdişâhlar sofrasının başına oturdu. O köpek, Ashâb-ı Kehf’in sohbetini tercih
etmiş olduğu için mağara kapısı önünde çanaksız,
çömleksiz olarak rahmet-i ilâhîye suyunu ârifler gibi içti.”
“Bil ki, içi ilâhî aşk ve muhabbetle dolu
olmayan insan, ne kadar zavallıdır; belki hayvandan daha aşağıdır. Zira Ashâb-ı
Kehf’in köpeği dahî aşk ehlini aradı, buldu, ruhanî bir safâya erişti ve o has
kullarda fânî olarak cenneti kazandı.”
Şâh-ı
Nakşibend (k.s.)’la ilgili şu menkibe gerçekten ibretlidir:
Çocuğun
biri mektepten çıkmıştı. Mushaf-ı Şerifi’de elindeydi. Şâh-ı Nakşibend ile
karşılaştı, selam verdi. Nakşıbend Efendimiz çocuğun selamına karşılık verdi.
Sonra çocuğun mushafını açtı. Kur’an’da 18. sırada yer alan Kehf sûresinin 18.
âyetindeki “Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış
yatmaktaydı” kısmı çıktı. Bu ifadeyi okuduktan sonra:
“-
Ben de onun gibi olmak isterdim” dedi. (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 555)
Bir
sonraki safhada uyku hâlinde bulunan bu kutlu yiğitlerin birdenbire canlanıp
kıpırdanmaya başladıkları görülür:
19. Biz onları uyuttuğumuz gibi, durumlarını aralarında soruşturmaları için öylece de uyandırdık. İçlerinden biri: “Burada ne kadar kaldınız?” diye sordu. Bir kısmı: “Bir gün, belki bir günden de az” diye cevap verdi. Diğerleri ise şöyle dediler: “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi birinizi şu gümüş parayla şehre gönderin de yiyeceklerin hangisi daha temiz ve daha güzelse baksın, ondan size biraz yiyecek getirsin. Fakat çok nazik ve tedbirli davransın da sakın sizi ve yerinizi hiç kimseye sezdirmesin.”
20. “Çünkü eğer şehir halkı yerinizi öğrenirde sizi ellerine geçirirlerse ya sizi taşlayarak öldürürler veya sizi kendi dinlerine döndürürler. İşte o zaman ebediyen kurtuluşa eremezsiniz.”
Kıssanın
bu safhasında gençler uyandırılıyorlar, fakat uykuya daldıklarından bu yana
mağarada ne kadar kaldıklarını bilmiyorlar. Uyandıktan sonra içlerinden biri
diğerlerine dönüyor ve burada ne kadar kaldıklarını soruyor. Bu soruyu sorarken
uzun bir uykunun tesirini üzerinde hissettiği anlaşılmaktadır. “Bir gün ya da
daha az bir süre kaldıkları” söyleniyor. Ardından bu meseleyi esas sahibine
havale ederek hemen fiilen karşı karşıya kaldıkları bir problemi çözmeye karar
veriyorlar. Evet, çok acıkmışlardı. Yanlarında da şehirden çıkarken üzerlerine
aldıkları gümüş paralar vardı. İçlerinden birini bu parayla şehre gönderiyorlar
ve yemeğin en temizinden getirmesini istiyorlar. Burada, aradan onca zamanın
geçmesine rağmen dinî şuurlarının ilk gün gibi canlı olduğu, haram ve helâle
çok dikkat ettikleri görülmektedir. Durumlarının açığa çıkmasından,
gizlendikleri yerin bilinmesinden, dolayısıyla şehirdeki yöneticilerin,
kendilerini yakalayıp tek bir ilâha kulluk etmek suretiyle müşrik bir toplumun
dini telakkilerine baş kaldırmaları sebebiyle taşa tutup öldürmelerinden
korkuyorlar. Bir taraftan da işkence yapmak suretiyle kendilerini imanlarından
dönmeye zorlamalarından çekiniyorlar. Asıl korkuları zaten buydu. Bu sebeple
şehre gönderdikleri kişiye uyanık, tedbirli ve nâzik olmasını; kendisini ele
vermemesini tavsiye ediyorlar.
Şurası câlib-i dikkattir ki, Ashâb-ı Kehf asırlarca kendilerinden
geçip Hakk’ın yanında bulunmak makamında kaldıkları müddetçe nâil oldukları
rûhânî gıdâlar sâyesinde dünya yiyeceklerine ve cismânî gıdâlara muhtaç
olmadılar. Nitekim Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’in hâli de böyleydi. O, hiç iftar
etmeksizin günlerce oruç tutar ve: “Rabb’imin katında gecelerim; O beni
yedirir, içirir” buyururdu. (Buhârî, Savm 20, 48, 49; Müslim, Sıyam 57 –
58) Hz. Mûsâ da Tûr dağında kırk gün yemedi, içmedi, savm-i visâl tuttu. Fakat
ilâhî fuyuzâtın verdiği huzurla bir an bile ne açlık ne de susuzluk hissetti.
Hz. Hızır’la buluşmak üzere yola çıktığında ise hemen acıktı ve yanındaki
gence: “Şu kahvaltımızı getir de yiyelim artık! Gerçekten bu yolculuğumuz
yüzünden hayli yorgun düştük” dedi. (Kehf 18/62) Aynı şekilde Ashâb-ı Kehf
de Hakk’ın yanında olmak makamından kendilerinde olmak durumuna dönünce
açlıklarını hissettiler ve hemen aralarında azık meselesini konuşmaya
başladılar. (bk. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 274)
Ayetlerin akışı burada bize yüzlerce yıl sonra
şehre gelen arkadaşın karşılaşacağı tuhaf ve acaip durumu düşünme ve boş kalan
o alanı doldurma fırsatı vermektedir. Biz bütün bunları düşünürken Kur’an bu
ibretli kıssanın diğer bir safhasını, onların ruhlarını Allah’a teslim
ettikleri sahneyi takdim eder:
21. Böylece biz insanları onların durumundan haberdar ettik ki, Allah’ın va‘dinin gerçek olduğunu ve kıyâmetin mutlaka kopacağında hiç şüphe olmadığını bilsinler. Vefatlarının ardından halk, aralarında Ashâb-ı Kehf’in bu fevkalade hallerini tartışmaya başlamışlardı. Bir kısmı: “Üzerlerine bir anıt dikin; onların durumlarını en iyi Rableri bilir” dediler. Onlar için ne yapılacağı konusunda görüşleri ağır basanlar ise: “Hayır, onların yanıbaşlarına mutlaka bir mescid yapacağız” dediler.
Ashâb-ı
Kehf’in uzun bir müddet uyutulup tekrar uyandırılmalarından çıkarılacak en
mühim ders, muşahhas ve gözle görülür bir misal olarak ölümden sonra dirilişe
delil olmasıdır. Âhiret hayatını ve yeniden diriliş meselesini, insanın
idrâkine anlaşılır bir tarzda iyice yaklaştırmasıdır. Böylece insanlar, yüce
Allah’ın insanların öldükten sonra dirileceklerine ilişkin va’dinin gerçek
olduğunu, kıyametin kesinlikle kopacağını, bunda hiçbir şüpheye yer olmadığını
öğreneceklerdir.
Bazı
kimseler, bu gençlerin naaşlarının mağarada oldukları gibi kalmaları ve
ziyaretçiler tarafından rahatsız edilebilecek davranışlardan korunmaları için
mağaranın üzerine bir anıt yapılmasını teklif ettiler. Şehrin idârecileri ise
mağaranın üstüne bir mâbed yaptıracaklarını bildirdiler. İdârecilerin bu
taleplerinin iyi niyetle olabileceği gibi, milleti putperestliğe alıştırmak
gibi kötü niyetle de olabileceği yönünde izahlar vardır. Aslında sâlih
kimselere tâzim maksadıyla onların kabirleri üzerine mâbed yapmak önceki
zamanlarda örf haline gelmişti. Ancak bu nevi uygulamalar neticede insanları
putperestliğe götürdüğü için Resûlullah (s.a.s.) bunu yasaklamış, böyle
davranan yahudi ve hıristiyanları kınamış (bk. Buhâri, Salât 48; Müslim,
Mesâcid 19) ve şöyle buyurmuştur: “İyi biliniz ki sizden önceki ümmetler,
peygamberlerinin ve iyi kimselerinin kabirlerini mescid edinmişlerdi. Sakın
siz kabirleri mescid edinmeyin; size bunu yasaklıyorum!” (Müslim, Mesâcid
23)
Peki
Ashâb-ı Kehf, köpekleriyle birlikte kaç kişiydiler:
22. İnsanlar, bu kıssanın verdiği dersler üzerinde düşünecek yerde: “Onlar üç kişidir, dördüncüleri köpekleridir” diyecekler. “Beş kişidir, altıncıları köpekleridir” diyecekler. Bunların yaptıkları gaybı taşlamaktan ibarettir. Bir grup da: “Onlar yedi kişidir, sekizincileri köpekleridir” diyecekler. De ki: “Rabbim onların sayısını daha iyi bilir. Zâten onlar hakkında doğru bilgi sahibi olan çok az insan vardır.” O halde onlar hakkında Kur’an’da haber verilen açık delillerin dışında kimseyle tartışmaya girme ve onlarla ilgili olarak hiç kimseye bir şey sorma!
Bu
safhada Ashâb-ı Kehf’in kaç kişi oldukları ile alakalı münâkaşalar ele alınır
ve Yüce Allah’ın bu husustaki emri beyân edilir. İşin hülâsası şudur: Bu
gençlerin sayıları hakkında tartışmaya girmenin hiçbir faydası yoktur.
Sayılarının üç, beş, yedi veya daha fazla olması farketmez. Onlara ait kesin
bilgileri en iyi Allah bilmektedir. Sayıları az olsa da çok olsa da onların
kıssasıyla hedeflenen netice ve çıkarılması istenen ibret dersi
gerçekleşmektedir.
O
gençler Allah’ın velî kullarından olduğu için, onların halini de ancak Allah’ın
seçkin kulları ve manevî hal bakımından onlara yakın kimseler bilebilir. Onlar
öyle bir ilâhî örtü ve gizlilik içinde bulunurlar ki o hâlin yabancısı olanlar
onlara muttali olamazlar. Zira Cenâb-ı Hak dostlarını yabancılardan gizler. Ancak
hakikat ehli olan çok az kimse onların durumlarını anlayabilir. Yabancılar,
yakın olanları bilemezler. Yakın olanların halleri de yine yakın olanlara
kapalı kalmaz. Hatta Allah dostları: “Sûfiler aynı ev halkı gibidir, başkası
onların arasına giremez” derler. Bu sebeple, onların hâlinden bigâne olanlara
onlardan sual etmek doğru olmaz. Unutmamalı ki, kalbi dostlarının muhabbetine
mahal olmayan kişinin lisânı onların zikrini ikrar edici olamaz. (bk. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II,
216)
Bu
âyette geçmişe ait gaybî hâdiseleri tartışmanın bir önemi olmadığı beyân
belirtildikten sonra, bu kez de, gelecek zamanın muhtevasında olan gayb
hakkında ileri geri konuşmak ve bu müddet zarfında meydana gelecek hâdiseler
hakkında şimdiden bir hüküm vermeye kalkışmak yasaklanmaktadır:
23. Hiçbir şey hakkında: “Ben yarın mutlaka şu işi yapacağım” deme.
24. Ancak: “İnşallah; Allah izin verirse yapacağım” de. Bunu söylemeyi unuttuğun zaman Rabbini hatırla ve: “Umarım ki Rabbim beni bundan daha yakın bir vakitte dosdoğru ve güzel bir başarıya eriştirir” de.
Bu
âyet-i kerîmeler hakkında şöyle bir iniş sebebi rivayet edilir: Müşrikler
Resûlullah (s.a.s.)’e Ashâb-ı Kehf’in kimler olduğuna dair sual sordular.
Peygamberimiz (s.a.s.) de “inşallah” demeyi unutup, sual hakkında vahyin
mutlaka geleceği ümidiyle, “yarın size sorularınızın cevâbını bildireceğim”
buyurdu. Fakat vahiy on beş gün gelmedi. Bu hem Efendimiz’in zor durumda
kalmasına, hem de müşriklerin bir kısım dedikodularına sebep oldu. Sonra bu
âyetler nâzil olarak “inşallah” demeden gelecekte herhangi bir şeyi mutlaka
yapacağım demeyi yasakladı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XV, 285)
İnsanın
azim ve iradesi bir şeyin meydana gelmesi için yeterli değildir. Allah’ın o
şeyin olmasına izin vermesi gerekir. Çünkü Allah’ın izni olmadan hiçbir şeyin
vuku bulması mümkün değildir. O halde gelecekte bir iş yapmaya niyet ederken, o
işi Allah’ın iradesine bağlayıp “inşallah” demeyi unutmamak lâzımdır. Öncelikle
“Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez.” (Lokmân 31/34) İkinci olarak
insan ölümlü varlıktır. “Şu işi yarın yapacağım” dediğinde, yarın gelmeden önce
ölme; ölmese bile o işi yapmasına bir engel çıkma ihtimali yüksektir. Bu
bakımdan eğer o kişi “inşallah” dememiş ise, o takdirde yalancı olma ihtimali
doğar. Yalan ise çok kötü bir durum olup, peygamberlere hiç yakışmaz.
“İnşallah” dendiğinde ise, elde olmayan sebeplerle o işi yapamadığı takdirde
sözünde duramama ve yalancı olma ihtimali ortadan kalkmış olur. Diğer taraftan
insan nisyan ile malul bir varlıktır. Peygamberlerin de unutma ihtimali yok
değildir. Bu sebeple eğer insan “inşallah” demeyi unutursa, hatırladığı zaman
hemen söylemelidir. Bunun dışında tesbih, istiğfar ve diğer zikir lafızlarıyla
Allah’ı zikretmeli, Rabbini hatırından çıkarmamaya çalışmalıdır.
Ebû
Hamza Bağdâdî (k.s.) şöyle der:
“Muhaldir
o şey ki, sevesin sonra unutasın. Muhaldir o şey ki, onu daima anasın, fakat
sonunda onu bulamayasın. Şu da muhaldir ki: O’nun zikrini etmekteki tadını
alasın, sonra kalkıp O’ndan başkasıyla meşgul olasın…” (Velîler
Ansiklopedisi, I, 335)
24.
âyetteki “«Umarım ki Rabbim beni bundan daha yakın bir vakitte dosdoğru ve
güzel bir başarıya eriştirir» de!” sözüyle Ashâb-ı Kehf kıssasına işaret
edilerek, Peygamberimiz (s.a.s.)’in doğruluğu tasdik edilip, İslâm’ı tebliğ ve
dünyaya yayma davasında onlardan daha kısa bir sürede ve yakın bir zaman içinde
başarıya ulaşacağı hatırlatılmaktadır.
Ashâb-ı Kehf’in mağarada kalış sürelerine gelince:
25. Yine bir kısmı: “Onlar mağaralarında üç yüz sene kaldı” dediler; bir kısmı da buna dokuz sene daha ilâve ettiler.
26. De ki: “Onların ne kadar kaldığını en iyi Allah bilir. Çünkü göklerin ve yerin gaybı Allah’ın elindedir. O ne kadar güzel görür, ne kadar güzel işitir. İnsanların Allah’tan başka hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur. Allah, hükmüne ve hâkimiyetinin icrâsına hiç kimseyi ortak etmez.
İnsanlar,
Ashâb-ı Kehf’in mağarada ne kadar kaldığı hususunda da çeşitli rakamlar
telaffuz etmişlerdir. Kimi 300 sene kaldılar demiş, kimileri de bu müddetin 309
sene olduğunu söylemişlerdir. Sayıları hakkındaki söylentiler gibi, kalış
süreleri hakkındaki söylentilerin de ilmî bir kıymeti yoktur. Böyle
tartışmaların da bir faydası yoktur.
Hemen peşinden zikredilen “Onların ne kadar kaldığını en iyi Allah
bilir” (Kehf 18/26) beyânı bunu göstermektedir. Bu kıssanın anlatılmasında
hedeflenen hikmet ve maksatlar, uyuyanların sayısı veya mağarada ne kadar
kaldıkları değil, hâdisenin öğretmek istediği derslerdir. Bunları şu şekilde
hülâsa etmek mümkündür:
› Gerçek bir
mümin hiç bir şekilde haktan dönmemeli ve bâtıl önünde kesinlikle boyun
eğmemelidir.
› Bir mümin
sadece maddi vasıtalara değil, bilakis Allah’a güvenmelidir. Zahirî şartlar ne
kadar kötü görünse de, o Allah’a güvenip dayanmalı ve doğru yoldan gitmelidir.
› Allah’ın,
Ashâb-ı Kehf ve benzeri hâdiselerde tecelli eden kudret tezâhürlerinin bir
“tabiat kanunu” ile sınırlı olduğunu düşünmek tamamen yanlıştır. Çünkü O, umûmî
mânada cârî olan sünnetullâha ve uzun tecrübe birikimlerine aykırı bile
görünse, dilediği her şeyi yapmaya kadirdir. O dilediği her yer ve zamanda
herhangi bir tabiat kanununu değiştirmeye ve alışılmamış bir hârikulâde şeyi
meydana getirmeye de kadirdir. Bu sebeple Allah Teâlâ, üç yüzyıldan beri uyuyan
bir kimseyi sanki birkaç saatlik uykudan uyandırır gibi, hem de bu zaman
zarfında görünüşünde, giyinişinde, sağlığında hiç bir değişiklik meydana
getirmeksizin uyandırmaya kadirdir.
› Bu kıssa bize
Peygamberlerin ve ilâhî kitapların haber verdiği gibi Allah’ın geçmiş-gelecek
bütün insanları mahşer günü tekrar diriltmeye kadir olduğunu göstermektedir.
(Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 165)
Hâsılı
Ashâb-ı Kehf kıssasından öğrenilecek, yukarıda değindiğimiz derslerden
anlaşılacağı üzere, akıllı bir insan dikkatini bunlarda yoğunlaştırmalı ve
onların sayısı, isimleri, köpeklerinin rengi ve benzeri şeyleri araştırmaya
çalışarak hedeften sapmamalıdır. Tam aksine bu gençler gibi sağlam bir iman ve
kulluk şuuruna sahip olmak için gayret göstermelidir. Yeniden dirilişi ve
huzur-ı ilâhîde hesap verişi aklından çıkarmayarak dikkatli bir hayat
yaşamalıdır. Bunun için de Allah Teâlâ’nın doğru yolu göstermek üzere indirdiği
Kur’an’ı en güzel şekilde okuyup anlamak lazımdır:
27. Rasûlüm! Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku. O’nun kelimelerini değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur. O’ndan başka bir sığınak da bulamazsın!
Bu
âyet münkirlerin: “Ya bize bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir”
(Yûnus 10/15) gibi taleplerine cevap olarak inmiştir. Peygamberin ve
mü’minlerin vazifesi Kur’ân-ı Kerîm’i, hiçbir ilâve ve eksiltmeye tâbi
kılmaksızın olduğu gibi okumak ve tebliğ etmektir. Zaten hiçbir kuvvetin veya
hiçbir kimsenin Kur’an’ın kelimelerini, âyetlerini değiştirmeye gücü
yetmeyecektir. Çünkü onun koruyucusu Allah Teâlâ’dır. Bu sebeple onun değiştirilmesini
talep edenler veya böyle bir şeye cür’et edenler Allah’ın azabından
korkmalıdırlar. Azap geldiğinde Allah’tan başka sığınılacak hiç kimseyi
bulmanın mümkün olmayacağını bilmelidirler.
İbrâhim
Edhem (r.h.) şöyle demiştir: “Bir gün üzerinde «Beni çevir ki sana faydam
dokunsun» yazan bir taşa rastladım. Onu çevirdim, üzerinde şöyle yazıyordu:
«Sen bildiğinle amel etmiyorsun. Öyleyse bilmediğini nasıl istersin?»”
Şâir
der ki:
Eğer
cümle âlemin ilmi senin olsa
Amelsiz
bir iddiâcı ve yalancı olursun.
İbrâhim
Havvas (k.s.) şöyle demiştir: “Kalbin cilâsı ve devâsı beştir:
Mânasını düşünerek Kur’an okumak,
Mideyi boş tutmak,
Gece ibâdetine kalkmak,
Seher vaktinde Allah’a yalvarmak,
Sâlihlerin meclisinde bulunmak.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V,
283)
Bunları
başarabilmek için nefsi İslâm ahlakıyla terbiye ve tezyin etmeye, özellikle
nefsin hoşuna gitmese de Allah’ın razı olacağı zor işlere sabretmeye gerek
vardır:
28. Sabah akşam Rablerinin rızâsını dileyerek O’na dua ve ibâdet edenlerle beraber olmaya candan sabret! Dünya hayâtının çekiciliğine kapılıp da gözlerini onlardan ayırma! Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, nefsânî arzularına uyan ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme!
Müşriklerin zenginleri, fakirlerle birlikte oturmaya tenezzül etmiyor, kendisiyle
oturup konuşmaları için Peygamberimiz (s.a.s.)’den fakirlerin bulunmadığı
hususi meclisler ayırmasını istiyorlardı. Onların müslüman olmasını çok
arzulayan Allah Resûlü (s.a.s.) de dile getirilen bu tür istekleri kabul etmeyi
düşünmüştü. Bu âyet bu ve benzeri hâdiseler üzerine inmiştir. Efendimiz
(s.a.s.) daha önce de fakir müslümanlarla beraber bulunur, onların tüm
dertleriyle meşgul olurdu. Fakat bir işi sebebiyle kalkıp gitmek istediği zaman
yanlarından kalkar giderdi. Ne zaman ki Kehf sûresindeki bu âyet-i kerîme indi,
artık böyle yapmaz oldu. Bundan sonra sahâbe-i kirâm daha titiz davranmaya
başladılar. Birlikte otururken vakit bir hayli geçince Efendimiz’in rahatça
kalkıp gidebilmesi için, onlar erken davranır ve onun yanından kalkarlardı.
(bk. İbn Mâce, Zühd 7; Taberî, VII, 262-263)
Rivayete göre bu âyet inince, Resûlullah
Efendimiz hemen kalkıp, o fakir sahâbîlerini aramaya koyuldu ve onları mescidin
arka taraflarında Allah’ı zikrederken buldu. Bunun üzerine; “Canımı almadan önce, ümmetimden bu
insanlarla beraber bulunmaya sabretmemi emreden Allah’a hamdolsun! Artık
hayâtım da ölümüm de sizinle beraberdir” buyurdu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 304)
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) şöyle anlatır: Ben
bir grup fakir ve zayıf muhacirle birlikte oturuyordum. Çıplaklıklarından
dolayı, birbirlerine siper olmuşlardı. İçlerinden birisi Kur’an okuyordu.
Derken, Allah Resûlü (s.a.s.) çıka geldi ve: “Ne yapıyorsunuz?” dedi.
Biz de: “Ya Rasûlallah, birisi Allah’ın kitabından okuyor, biz de onu dinliyoruz” dedik. Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem
(s.a.s.): “Ümmetimden, kendileri ile oturup kalkmam ve beraberliklerine
sabretmem emredilen kimseler nasib eden Allah’a hamdolsun” buyurdu. Sonra da ortamıza oturarak: “Ey
fakir muhacirler, kıyamet günü size verilecek mükemmel nurdan dolayı sevinin.
Sizler, cennete zenginlerden ellibin sene (Ebû Dâvûd’daki rivayete göre yarım
gün, yani beşyüz sene) önce gireceksiniz” buyurdu. (Ebû Dâvûd, İlim 13)
Aynı konuda hakkında En‘âm sûresinde de şöyle
buyrulur:
“Sabah ve akşam sadece Rablerinin rızâsını dileyerek O’na dua ve
ibâdet edenleri sakın yanından kovma! Çünkü ne sen onların hesabından
sorumlusun, ne de onlar senin hesabından. Şu halde onları kovma ki, zâlimlerden
olmayasın!” (En‘âm 6/52)
Bu âyetlerin bizden istediği ahlâkî
davranışının güzel bir misâlini Hz. Ömer’le ilgili olarak nakledilen şu
hâdisede görmek mümkündür:
Hz. Ömer bir grup insanla yolda yürürken
ihtiyarlamış olan Havle (r.a.)’ya rastladı. Havle, Ömer (r.a.)’a durmasını
söyledi. O da durdu, kadının yanına yaklaştı. Başını Havle’ye doğru eğip onu
dikkatlice dinlemeye başladı. Hz. Havle’nin derdini dinleyip arzusunu yerine
getirdikten sonra geri döndü. Bir kimse:
“–Ey Mü’minlerin emîri! Kureyş büyüklerini şu
ihtiyar kadın için mi beklettin?” dedi. Hz. Ömer kızdı:
“–Yazıklar olsun sana! O kadının kim olduğunu
biliyor musun?”
“–Hayır!”
“–O kadın, Allah’ın yedi kat gökler ötesinde
dinlediği Havle bint-i Sa’lebe’dir! Allah’a yemin ederim ki, eğer akşama kadar
yakamı bırakmasaydı, işi görülmedikçe yanından ayrılmazdım.” (İbn Hacer, el-İsâbe,
IV, 290)
Allah’ın samimi kulları olan fakirlerle
beraber olmaktan kaçınan, bununla birlikte İslâm’ın kendilerine muhtaç olduğunu
zanneden câhillere verilecek cevap şudur:
29. De ki: “Gerçek, Rabbinizden gelmiştir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Şüphesiz biz zâlimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, duvar gibi yükselen alevleri onları çepeçevre kuşatmıştır. Susuzluktan feryad edip su istediklerinde, kendilerine tıpkı erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su verilir. O su ne fenâ bir içecek; o ateş ne kötü bir barınaktır!
Gerçek,
İslâm dinidir. İnsanlığın kurtuluşu için onu gönderen Allah Teâlâ’dır. İslâm
karşısında zengin-fakir, güçlü-zayıf, güzel-çirkin, şöhretli-şöhretsiz herkes
eşittir. Rabbimiz İslâm’ı ihsan etmiş, fakat ona iman edip etmeme konusunda
insanları serbest bırakmıştır. İsteyen inanır, isteyen de onu inkâr eder. Şu
kadar var ki, insanlara iman etmeleri için bir baskı yapılamayacağı gibi,
Allah’tan gaflete düşmüş kendini bilmezlerin keyfine uyarak da hususiyle fakir
müslümanlara da aykırı bir muamelede bulunulamaz. Buraya kadar anlatılan işin
dünya tarafıdır. Bir de işin âhiret tarafı vardır ki, orada herkes dünyadaki
tercihinin neticesine katlanmak zorundadır.
İslâm’ı
reddederek, Kur’an’a inanmayarak en büyük haksızlığı işlemiş zâlimler için
orada büyük ve son derece yakıcı bir ateş hazırlanmıştır. Bu öyle bir ateştir
ki etrafındaki ateşten oluşan duvarlar o zâlimleri çepeçevre kuşatacak, hiçbir
yere kaçmalarına müsaade etmeyecektir. Cehennemlikler o ateşin içinde
yanacaklar, susuzluktan kavrulacaklar, “Su!” diye feryat edip yardım
isteyeceklerdir. Fakat kendilerine içecek olarak erimiş maden gibi kaynar su
verilecek, onu zorla içecekler, yüzlerini haşlayacak ve karınlarında bulunan
tüm bağırsaklar parçalanarak arkalarından yere akacaktır. (bk. Muhammed 47/15)
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.), yine aynı konudan bahseden: “Bu perişanlığın ardından
cehennem azabı gelecek; orada onlara kanlı ve irinli su içirilecek. O berbat
suyu azar azar yudumlamaya çalışacak, fakat bir türlü boğazından
geçiremeyecek...” (İbrâhim 14/16-17) âyetleri hakkında şu izahı yapar: “Su,
ağzına yaklaştırılır, ancak ondan tiksinir. Ona, daha da yaklaştırıldı mı,
yüzünü kavurur ve başının perçemi düşer. O suyu içince de bağırsaklarını
parçalar ve nihayet bağırsakları arkasından çıkar. Nitekim Yüce Allah: “O
cehennemliklere kaynar su içirilir de bu onların bağırsaklarını paramparça
eder” (Muhammed 47/15) buyurur.” (Tirmizî, Cehennem 4)
Mü’minlere
gelince:
30. Buna karşılık iman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, hiç şüphesiz biz, güzel güzel amel yapanların mükâfatını asla zâyi etmeyiz.
31. İşte onlar için altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada altın bileziklerle süslenirler, ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler giyerler, tahtlar üzerine yaslanarak otururlar. Bu nimetler ne güzel mükâfat; o cennet ne güzel bir barınaktır!
İmân
edip sâlih ameller işleyenlere gelince Allah Teâlâ onların mükâfatlarını asla
zâyi etmeyecek ve onlara sayısız nimetlerle dolu cennetleri ihsan edecektir.
Burada o nimetlerden bir kısmına yer verilir:
› Adn
cennetleri, yani durulmaya değer bahçeler,
› Alt taraflarından
akan ırmaklar,
› Süslenecekleri
altın bilezikler. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Mü’minin cennette
takınacağı süsler, dünyada iken abdest suyunun ulaşacağı yere kadar
ulaşacaktır.” (Müslim, Tahâre 40)
› Giyecekleri
ince ve kalın ipeklerden dokunmuş yeşil elbiseler,
› Kurulup
oturacakları tahtlar, koltuklar.
Kâfirlerin
varacağı ateş zindanı çok kötü bir yer iken, mü’minlerin nâil olacağı bu
nimetler gerçekten çok güzel bir mükâfat, cennet çok güzel bir kalınacak
yerdir!
Örnek
olarak verilen şu iki insanın hali, mü’minle kâfirin iç dünyalarının
derinliklerini gösteren birer projektör vazifesi görecektir:
32. Onlara şu iki adamı örnek ver: Onlardan birine iki üzüm bağı vermiş, bağların etrafını hurmalıklarla donatmış ve aralarına da bir ekin tarlası yerleştirmiştik.
33. Her iki bağ da ürünlerini tam olarak vermiş, verimlerinde herhangi bir azalma olmamıştı. Bağların arasından bir de nehir akıtmıştık.
Allah
Teâlâ bu âyetlerde her toplumda her zaman görülmesi mümkün olan iki insan
şahsiyetini bir örnekle anlatmaktadır. Bu örnekte iki adamdan söz edilir.
Birinin gayet güzel iki bahçesi ve pek çok evlad ü iyali vardır. Bunlara
güvenmekte, bunlarla gururlanmakta ve bunların elinden asla çıkmayacağını
düşünmektedir. İnsanların ve bütün hayatın mukadderatına hükmeden her şeye
kâdir Allah’ı unutmaktadır. Diğeri ise bahçesi, malı mülkü olmayan fakat
kendisi mü’min olan sâlih bir kişidir. Allah’a sonsuz güvenmekte, her şeyi O’na
bağlamakta ve O’ndan bilmektedir.
Örnek
şu şekilde başlıyor ve beş safha halinde takdim edilip tamamlanıyor:
Birinci
safhada son derece canlı, güzel ve gür iki tane bahçe manzarası arzediliyor.
Bunlara جَنَّتَيْنِ (cenneteyn) ismi
veriliyor. Çünkü içlerinde bulunan ağaçlar öyle birbirine girmiş, öyle sarmaş
dolaş olmuşlar ki gölgeleriyle bu bahçelerde olan şeyleri gizliyorlar,
örtüyorlar. Bu bahçelerde sıra sıra üzüm bağları vardır. Çevreleri de yüksek
yüksek hurma ağaçlarıyla çevrilidir. Bu ağaçların ortasında ve üzüm bağlarının
arasında kalan geniş düz araziler de ekinliktir. Buralarda ekininden,
sebzesinden her türlü ürün yetişiyor. Bu iki bahçe ürünlerini tamtamına
veriyor, hiçbir şeyi eksik kalmıyor. Üstelik o iki bahçenin arasından bir de
nehir fışkırıp akıyor. Bu son derece güzel, muhteşem, canlı, hayat fışkıran,
mal ve nimet coşan bir manzaradır. Bahçe sahibinin ayrıca başka gelirleri de
var; mal ve çocukları, altın ve gümüşleri de vardır. Bu kısa tanıtımın peşinden
ikinci safhada bahçe sahibinin kişiliği ve karakteri sergilenmeğe başlıyor:
34. Üstelik o kişinin başka gelir kaynakları da vardı. Bu sebeple fakir arkadaşıyla konuşurken ona üstünlük taslayarak: “Benim malım mülküm seninkinden daha fazla, evlâd ü iyâlim de seninkinden daha çok, daha güçlü” dedi.
Bu
sahada adam bahçesine bakıyor, içi gurur doluyor, onun gösterişi ve güzelliği
kendisini aldatıyor; kibirlenmeye başlıyor. Bahçelerine giderken yolda fakir
ama mü’min arkadaşıyla karşılaşıyor. Ona hava atmağa ve üstünlük taslamaya
kalkışıyor: “Ben senden daha zenginim, malım mülküm senden daha çok, ehl ü
iyalim senden daha fazla” diyerek kalbinde kabaran kibrini dilinden akıtıyor:
35. Kapıldığı gurur ve kibir duygusuyla kendisine böylesine yazık eden bu adam bağına girdi. Şöyle diyordu: “Burasının hiçbir zaman çürüyüp yok olacağını sanmıyorum!”
Üçüncü
safhada adam, arkadaşına üstünlük tasladıktan sonra gurur ve kibriyle nefsine
zulmederek bahçesine giriyor. Nefsine zulmediyor; çünkü kendisine verilen
nimetleri, Allah’ın birliğine bir delil ve O’na bir şükür vesilesi kılacakken,
O’nun öldükten sonra diriltmeğe gücü yeteceğini inkâr etmeğe ve nimetlere
nankörlükte bulunmağa bir sebep sayıyor. Benliğini saran gurur ve içini
dolduran bencillikle Allah’ı unutuyor. Allah’ın kendisine verdiği nimete
şükretmeyi aklına bile getirmiyor. Bu bahçesi hiçbir zaman harap olmaz sanıyor.
Sonra bu zannı onu, kıyametin kopmayacağı inancına götürüyor. Bu noktada da
kalmıyor. Farz-ı muhal kıyamet kopsa bile kendisine ayrı bir muamele
edileceğini; bu dünyada bağ bahçe, evlad ü iyâl sahibi olduğu gibi orada da
daha üstünlerinin kendisine bahşedileceğini zannediyor. Sanıyor ki, bu dünyada
geçerli olan değerler, öteki dünyada da geçerli olacak, bu vesileyle saygı ve
hürmet görecek ve kendisine özel bir muamele yapılacak. Fakat, ne yazık ki
durum hiç de düşündüğü gibi olmayacaktır:
36. “Kıyâmetin kopacağına da inanmıyorum. Fakat farz-ı muhâl öldükten sonra diriltilip Rabbimin huzuruna döndürülecek olsam bile, hiç şüphesiz orada da bundan daha iyisini bulurum.”
Üçüncü safhada adam, arkadaşına üstünlük tasladıktan sonra gurur ve kibriyle nefsine zulmederek bahçesine giriyor. Nefsine zulmediyor; çünkü kendisine verilen nimetleri, Allah’ın birliğine bir delil ve O’na bir şükür vesilesi kılacakken, O’nun öldükten sonra diriltmeğe gücü yeteceğini inkâr etmeğe ve nimetlere nankörlükte bulunmağa bir sebep sayıyor. Benliğini saran gurur ve içini dolduran bencillikle Allah’ı unutuyor. Allah’ın kendisine verdiği nimete şükretmeyi aklına bile getirmiyor. Bu bahçesi hiçbir zaman harap olmaz sanıyor. Sonra bu zannı onu, kıyametin kopmayacağı inancına götürüyor. Bu noktada da kalmıyor. Farz-ı muhal kıyamet kopsa bile kendisine ayrı bir muamele edileceğini; bu dünyada bağ bahçe, evlad ü iyâl sahibi olduğu gibi orada da daha üstünlerinin kendisine bahşedileceğini zannediyor. Sanıyor ki, bu dünyada geçerli olan değerler, öteki dünyada da geçerli olacak, bu vesileyle saygı ve hürmet görecek ve kendisine özel bir muamele yapılacak. Fakat, ne yazık ki durum hiç de düşündüğü gibi olmayacaktır:
37. Arkadaşı ona şöyle cevap verdi: “Seni aslen topraktan, sonra bir nutfeden yaratan, sonra da seni eli yüzü düzgün bir adam hâline getiren Allah’ı inkâr mı ediyorsun?”
Dördüncü
safhada, bahçeleri, mal ve mülkü bulunmayan, ehlü iyali kalabalık olmayan fakir
ama bununla birlikte Allah’a inanan ve O’na güvenen arkadaşın, kendisine
taslanılan üstünlükler karşısında ezilmediğini, aşağılık duygusuna
kapılmadığını, bilakis kendinden gayet emin bir şekilde tatlı ve anlamlı bir
dille gururlu arkadaşını ikaz edip onu düşünmeye, aklını başına alıp gerçeği
anlamaya çağırdığını görüyoruz:
Önce
ona Allah’ı hatırlatıyor; kendisini aslen topraktan sonra bir damla sudan
yaratan sonra da ona eli yüzü düzgün adam şeklini veren Allah’ı. Ve bu
davranışının, yüce Allah’ı inkâr anlamına geldiğini ihtar ediyor. Tabi bu arada
da kendisinin Allah’ı tek Rab kabul eden, O’na asla şirk koşmayan, fakirlik,
zenginlik vs. O’nun verdiği her şeye razı olan muvahhid biri olduğunu, bunun
kendi nazarında her şeyden üstün büyük bir sermaye olduğunu ifadeden
çekinmiyor. Daha sonra arkadaşına, bahçesine girdiği zaman “Mâşallah, Allah
dilemiş olmuş! Bütün kuvvet ancak Allah’a aittir” (Kehf 18/39) demesi[1],
böylece bütün bunların Allah’ın vergisi olduğunu kabul etmesi ve gururlanmak
yerine hamd ve şükran duygularıyla O’na boyun eğmesi gerektiğini bildiriyor.
Onu gerçek bir iman ve teslimiyete çağırıyor. Ayrıca onu, tevbe edip durumunu
düzeltmediği, kendisini mal ve evlatça üstün görerek böbürlenmeğe devam ettiği,
arkadaşını da mal ve evladı az olduğu için hakir gördüğü takdirde Allah’ın,
arkadaşına, kendisinin bahçelerinden daha hayırlısını verebileceği, kendisinin
bahçelerine de bir felaket göndererek kaypak bir toprak haline getirebileceği veya
suyunu, bir daha bulunmayacak şekilde batırıp yok edebileceği ikaz ve
tehdidinde bulunuyor. Daha doğrusu bu yolla da onu, Allah’ın gücü ve kuvveti
karşısında teslimiyete davet ediyor.
Anlaşılan
o ki, gururlu kişi, mü’min arkadaşının bu nasihatlerine pek kulak asmıyor, o da
Rabbinden, haksız yere kendisini horlayan ve kendine üstünlük taslayan bu
zalime layık olduğu cezayı vermesini talep ediyor da bahçelerin ve sahiplerinin
kötü akıbetini sergileyen şu beşinci safha meydana geliyor:
[1] Resûlullah (s.a.s.) Ebû Mûsâ’ya: “Ben sana cennet
hazinelerinden olan bir sözü öğreteyim mi?” diye buyurdu. O da: “Buyur,
öğret” deyince Efendimiz: “Bu, لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ
الْعَلِيِّ الْعَظ۪يمِ (La havle ve lâ kuvvete illa billahi’l-aliyyi’l-azim)
sözüdür” buyurdu. (Müslim, Zikir 44) Peygamberimiz
(s.a.s.) şöyle buyurur: “Kişi, evinin
kapısından çıktığında, onunla birlikte görevli iki melek bulunur. Eğerبِسْمِ اللّٰهِ (Bismillah)
derse, melekler ona: «Doğru yolu buldun», derler. لَا حَوْلَ وَ لَا
قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ (La havle vela kuvvete illa billah) derse, «Korundun»,
derler. «Allah’a güvenip dayandım» derse, «Bunlar sana yeter», derler. Bu sefer
ins ve cin şeytanları onunla karşılaşır ve birbirlerine şöyle derler: «Doğru
yola iletilmiş, korunmuş ve söyledikleri sözler kendisine yeterli gelmiş bir
kimseden ne istiyorsunuz.»” (İbn Mâce, Dua 18) Nebiyy-i
Ekrem (s.a.s.)’in verdiği habere göre:“Kim, bir şey görüp de onu beğenecek
olursa , مَا شَاۤءَ اللّٰهُ لَا قُوَّةَ
اِلَّا بِاللّٰهِ (mâşallah la kuvvete illa billah) derse ona hiç bir nazar
değmez.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, V, 109)
38. “Fakat ben açıkça ilan ediyorum ki, O Allah benim Rabbimdir. Ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam!”
39. “Her ne kadar beni mal ve evlat bakımından kendinden daha geri görsen de, bağına girdiğinde: «Mâşallah, Allah dilemiş olmuş! Bütün kuvvet ancak Allah’a aittir» demeli değil miydin?”
Dördüncü safhada, bahçeleri, mal ve mülkü bulunmayan, ehlü iyali kalabalık olmayan fakir ama bununla birlikte Allah’a inanan ve O’na güvenen arkadaşın, kendisine taslanılan üstünlükler karşısında ezilmediğini, aşağılık duygusuna kapılmadığını, bilakis kendinden gayet emin bir şekilde tatlı ve anlamlı bir dille gururlu arkadaşını ikaz edip onu düşünmeye, aklını başına alıp gerçeği anlamaya çağırdığını görüyoruz:
Önce ona Allah’ı hatırlatıyor; kendisini aslen topraktan sonra bir damla sudan yaratan sonra da ona eli yüzü düzgün adam şeklini veren Allah’ı. Ve bu davranışının, yüce Allah’ı inkâr anlamına geldiğini ihtar ediyor. Tabi bu arada da kendisinin Allah’ı tek Rab kabul eden, O’na asla şirk koşmayan, fakirlik, zenginlik vs. O’nun verdiği her şeye razı olan muvahhid biri olduğunu, bunun kendi nazarında her şeyden üstün büyük bir sermaye olduğunu ifadeden çekinmiyor. Daha sonra arkadaşına, bahçesine girdiği zaman “Mâşallah, Allah dilemiş olmuş! Bütün kuvvet ancak Allah’a aittir” (Kehf 18/39) demesi[1], böylece bütün bunların Allah’ın vergisi olduğunu kabul etmesi ve gururlanmak yerine hamd ve şükran duygularıyla O’na boyun eğmesi gerektiğini bildiriyor. Onu gerçek bir iman ve teslimiyete çağırıyor. Ayrıca onu, tevbe edip durumunu düzeltmediği, kendisini mal ve evlatça üstün görerek böbürlenmeğe devam ettiği, arkadaşını da mal ve evladı az olduğu için hakir gördüğü takdirde Allah’ın, arkadaşına, kendisinin bahçelerinden daha hayırlısını verebileceği, kendisinin bahçelerine de bir felaket göndererek kaypak bir toprak haline getirebileceği veya suyunu, bir daha bulunmayacak şekilde batırıp yok edebileceği ikaz ve tehdidinde bulunuyor. Daha doğrusu bu yolla da onu, Allah’ın gücü ve kuvveti karşısında teslimiyete davet ediyor.
Anlaşılan o ki, gururlu kişi, mü’min arkadaşının bu nasihatlerine pek kulak asmıyor, o da Rabbinden, haksız yere kendisini horlayan ve kendine üstünlük taslayan bu zalime layık olduğu cezayı vermesini talep ediyor da bahçelerin ve sahiplerinin kötü akıbetini sergileyen şu beşinci safha meydana geliyor:
[1] Resûlullah (s.a.s.) Ebû Mûsâ’ya: “Ben sana cennet hazinelerinden olan bir sözü öğreteyim mi?” diye buyurdu. O da: “Buyur, öğret” deyince Efendimiz: “Bu, لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ الْعَلِيِّ الْعَظ۪يمِ (La havle ve lâ kuvvete illa billahi’l-aliyyi’l-azim) sözüdür” buyurdu. (Müslim, Zikir 44) Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Kişi, evinin kapısından çıktığında, onunla birlikte görevli iki melek bulunur. Eğerبِسْمِ اللّٰهِ (Bismillah) derse, melekler ona: «Doğru yolu buldun», derler. لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ (La havle vela kuvvete illa billah) derse, «Korundun», derler. «Allah’a güvenip dayandım» derse, «Bunlar sana yeter», derler. Bu sefer ins ve cin şeytanları onunla karşılaşır ve birbirlerine şöyle derler: «Doğru yola iletilmiş, korunmuş ve söyledikleri sözler kendisine yeterli gelmiş bir kimseden ne istiyorsunuz.»” (İbn Mâce, Dua 18) Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’in verdiği habere göre:“Kim, bir şey görüp de onu beğenecek olursa , مَا شَاۤءَ اللّٰهُ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ (mâşallah la kuvvete illa billah) derse ona hiç bir nazar değmez.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, V, 109)
40. “Bakarsın Rabbim bana senin bağından daha hayırlısını verir; senin bağının üzerine ise gökten bir âfet gönderir de o bağ kupkuru, kaypak bir toprak hâline dönüşüverir.”
41. “Yahut o bahçenin suyu yerin dibine çekilir de, senin bir daha onu bulup çıkarmaya gücün yetmez.”
Dördüncü safhada, bahçeleri, mal ve mülkü bulunmayan, ehlü iyali kalabalık olmayan fakir ama bununla birlikte Allah’a inanan ve O’na güvenen arkadaşın, kendisine taslanılan üstünlükler karşısında ezilmediğini, aşağılık duygusuna kapılmadığını, bilakis kendinden gayet emin bir şekilde tatlı ve anlamlı bir dille gururlu arkadaşını ikaz edip onu düşünmeye, aklını başına alıp gerçeği anlamaya çağırdığını görüyoruz:
Önce ona Allah’ı hatırlatıyor; kendisini aslen topraktan sonra bir damla sudan yaratan sonra da ona eli yüzü düzgün adam şeklini veren Allah’ı. Ve bu davranışının, yüce Allah’ı inkâr anlamına geldiğini ihtar ediyor. Tabi bu arada da kendisinin Allah’ı tek Rab kabul eden, O’na asla şirk koşmayan, fakirlik, zenginlik vs. O’nun verdiği her şeye razı olan muvahhid biri olduğunu, bunun kendi nazarında her şeyden üstün büyük bir sermaye olduğunu ifadeden çekinmiyor. Daha sonra arkadaşına, bahçesine girdiği zaman “Mâşallah, Allah dilemiş olmuş! Bütün kuvvet ancak Allah’a aittir” (Kehf 18/39) demesi[1], böylece bütün bunların Allah’ın vergisi olduğunu kabul etmesi ve gururlanmak yerine hamd ve şükran duygularıyla O’na boyun eğmesi gerektiğini bildiriyor. Onu gerçek bir iman ve teslimiyete çağırıyor. Ayrıca onu, tevbe edip durumunu düzeltmediği, kendisini mal ve evlatça üstün görerek böbürlenmeğe devam ettiği, arkadaşını da mal ve evladı az olduğu için hakir gördüğü takdirde Allah’ın, arkadaşına, kendisinin bahçelerinden daha hayırlısını verebileceği, kendisinin bahçelerine de bir felaket göndererek kaypak bir toprak haline getirebileceği veya suyunu, bir daha bulunmayacak şekilde batırıp yok edebileceği ikaz ve tehdidinde bulunuyor. Daha doğrusu bu yolla da onu, Allah’ın gücü ve kuvveti karşısında teslimiyete davet ediyor.
Anlaşılan o ki, gururlu kişi, mü’min arkadaşının bu nasihatlerine pek kulak asmıyor, o da Rabbinden, haksız yere kendisini horlayan ve kendine üstünlük taslayan bu zalime layık olduğu cezayı vermesini talep ediyor da bahçelerin ve sahiplerinin kötü akıbetini sergileyen şu beşinci safha meydana geliyor:
[1] Resûlullah (s.a.s.) Ebû Mûsâ’ya: “Ben sana cennet hazinelerinden olan bir sözü öğreteyim mi?” diye buyurdu. O da: “Buyur, öğret” deyince Efendimiz: “Bu, لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ الْعَلِيِّ الْعَظ۪يمِ (La havle ve lâ kuvvete illa billahi’l-aliyyi’l-azim) sözüdür” buyurdu. (Müslim, Zikir 44) Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Kişi, evinin kapısından çıktığında, onunla birlikte görevli iki melek bulunur. Eğerبِسْمِ اللّٰهِ (Bismillah) derse, melekler ona: «Doğru yolu buldun», derler. لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ (La havle vela kuvvete illa billah) derse, «Korundun», derler. «Allah’a güvenip dayandım» derse, «Bunlar sana yeter», derler. Bu sefer ins ve cin şeytanları onunla karşılaşır ve birbirlerine şöyle derler: «Doğru yola iletilmiş, korunmuş ve söyledikleri sözler kendisine yeterli gelmiş bir kimseden ne istiyorsunuz.»” (İbn Mâce, Dua 18) Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’in verdiği habere göre:“Kim, bir şey görüp de onu beğenecek olursa , مَا شَاۤءَ اللّٰهُ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ (mâşallah la kuvvete illa billah) derse ona hiç bir nazar değmez.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, V, 109)
42. Çok geçmeden o inkârcı kişinin bağı, bahçesi, bütün ürünleri korkunç bir âfetle kuşatılıp yok ediliverdi. Adam, çökmüş asma çardaklarının başında, yaptığı onca masrafa, verdiği emeklere yanıp ellerini ovuşturuyor ve: “Âh! Keşke ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım!” diyordu.
43. Şimdi ona Allah’tan başka yardım edecek ne bir topluluk vardı; ne de kendisini Allah’ın azâbından kurtarabilecek durumdaydı.
44. İşte orada yardım ve dostluk, hakkın tâ kendisi olan Allah’a aittir. En güzel mükâfatı veren de O’dur, en güzel sonucu nasip eden de!
Beşinci
ve son safhada, yok yere kendisine meydan okunan mü’minin duasının Allah Teâlâ
tarafından kabul edildiği; birinci safhada özellikleri ve güzellikleri
anlatılan iki bahçenin ve bunların gururlu sahibinin pek hazin bir akibete
uğradığı görülür:
O
inkarcı nankör adamın bütün serveti istilaya uğruyor. Bahçeleri; içlerindeki
üzüm bağları, hurmalıklar, meyveler, sebzeler ve bütün ürünleri tamamen yok
oluyor. Sağlam ve işe yarayacak bir şey kalmıyor. Çardakları hep yere düşüyor,
yıkılıp parçalanıyor. Şimdi bu hazîn manzaranın yanı başında perişan bir halde
inleyen bahçe sahibi dikkatleri çekmektedir: Kaybolan malına ve yok olan
emeğine üzülüyor, yanıyor, hayıflanıyor, ellerini ovuşturuyor. Allah’a şirk
koştuğundan ötürü: “N’olaydı, Rabbime hiçbir şeyi ortak kılmayaydım” diyerek
pişmanlığını dile getiriyor. Şu anda O’nun birliğini, tek rab ve tek ilah
olduğunu kabul ediyor. Allah’a inanıp O’na güvenmenin dışında bir güç aradığı
ve onunla izzet bulmağa çalıştığı için pişman oluyor ve iş işten geçtikten
sonra Allah’a sığınıyor.
Şâir
ne güzel söyler:
“Mâl
ü mülke olma mağrûr, deme var mı ben gibi!
Bir
muhâlif yel eser, savurur harman gibi…”
Mühim
olan böyle bir kötü âkıbete uğramadan uyanabilmektir. İş olup bittikten sonra
pişmanlığın faydası yoktur. Dolayısıyla artık bu noktada o bahçe sahibine
Allah’tan başka yardım edecek kimse bulunamamış; kendi kendini de Allah’ın
azabından kurtaramamıştır.
Bu
örnekle, iman edenle etmeyen kimsenin rûhî durumları ortaya konulur. Allah’a
imanın insan rûhuna verdiği huzur ve emniyet; imansızlığın da ruhta meydana
getirdiği huzursuzluk ve güvensizlik anlatılır. Bir bakıma Mekke’li zengin
müşriklerle fakir müslümanların ruh halleri tasvir edilir. Fakir insanlarla
beraber oturmaya tenezzül etmeyen o bedbahtların tavırlarını kınayan ve
Peygamberimiz (s.a.s.)’e onların isteklerine uymamasını emreden âyetlerden
sonra bu zengin, mal sahibi müşrik ile fakir, aile efradı az olan müslümanın
misalinin anlatılması çok mânidar olup, müşriklere, âkıbetlerinin, o bahçe
sahibi zenginin feci âkıbetine benzeyeceği ikazında bulunmaktadır.
Kâfirlerin
taparcasına sevdikleri ve hiç yok olmayacağını sandıkları dünya hayatının
misali şöyledir:
45. Onlara dünya hayatını şu örnekle anlat: Gökten su indiririz de onunla yeryüzünde bitkiler yeşerip gürleşir, sarmaş dolaş olur; sonunda kuruyarak rüzgârın savuracağı çerçöp hâline gelir. Allah’ın her şeyi yapmaya gücü yeter.
Bu misâl, dünya hayatının faniliğini, gelip geçiciliğini ve gönül
bağlamaya değmeyeceğini beyân eder. (bk. Yûnus 10/24) Âyette son derece
hızlandırılmış bir üslup kullanıldığı görülür: Gökten su iniyor, hemen onunla
yeryüzünün bitkileri yeşerip birbirine karışıyor, hemen hiç beklemeden
rüzgârların kökünden söküp savurduğu çerçöp hâline geliyor. Âyet içindeki
cümlecikleri birbirine bağlayan ف (fe) harfleri bu
sürati ifade ediyor. İşte dünya hayatı ve nimetleri de böyledir; kısa sürede
zevâl bulmaktadır. İnsan hayatı da böyledir. Bakarsın o dirilik ve tazelikte
hoş bir hâle gelir. Ömür bitip ölüm vakti gelince fenâ rüzgârı onun dalını
budağını kurutur. Yokluk rüzgârı onun hırs, tama, arzu ve emel harmanlarını
savurur.
Şâir
Nâilî der ki:
“Bu
gülistâna da bir gün eser semûm-i ‘Âdem,
Gider
bu neşv ü nümâlar ne gül, ne hâr kalır.”
“Güllerle,
çiçeklerle bezenmiş bu gül bahçesine de bir gün yakıp yok edici zehirli bir
rüzgâr eser de bu neşeler, bu gösterişler elden gider. O güzelim bahçede ne gül
kalır, ne de diken.”
O
halde unutmayın ki:
46. Mal ve oğullar dünya hayatının zînetidir. Asıl kalıcı olan sâlih ameller ise Rabbinin katında hem mükâfat bakımından daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.
Dünya
hayatının en mühim zîneti mal ve oğullardır. İnsan mal ve servetiyle hayatını
idâme ettirir; ondan faydalanır ve ihtiyaçlarını karşılar. Oğullar da onun için
kuvvet ve güven kaynağıdır; nesli onlarla devam eder. Fakat bunlar şu hakîr
dünya hayatının süsüdür. Bu sebeple onların peşinden koşmaya değmez. Esas önem
verilmesi ve gönül bağlanması gereken şey, hiç yok olmayacak, bâki kalacak ve
ebediyen insana faydalı olacak sâlih amellerdir. Bunlar; İslâm’ın yapılmasını
emrettiği, hoş gördüğü ve insana âhirette faydalı olacak ibâdetler, zikirler,
ahlâkî faziletler, iyilik, tebliğ ve cihat gibi her türlü hayırlı işlerdir.
Nitekim bir gün Ebu Hureyre (r.a.) ağaç dikmekle meşgul iken Resûl-i Ekrem
(s.a.s.) yanından geçti ve: “Ebu Hureyre! Şu diktiğin şey nedir?” diye
sordu. O da: “Bir kısım dikilecek fidanlar” dedi. Şöyle buyurdu: “Bu da
güzel, fakat ben sana bundan daha hayırlı dikilecek fidanları göstereyim mi: سُبْحَانَ اللّٰهِ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ وَ لَا اِلٰهَ اِلاَّ
اللّٰهُ وَ اللّٰهُ اَكْبَرُ (Subhanallahi
vel hamdulillahi ve lâ ilâhe illallahu vallahu ekber) demendir. Bunların her
birisi karşılığında cennette senin için bir ağaç dikilir.” (İbn Mâce, Edeb
56)
Ziyâ
Paşa der ki:
“Dehrin
ne safâ var aceba sîm ü zerinde,
İnsan
bırakır hepsini hîn-i seferinde.”
“Dünya
hayatının altın ve gümüşünde ne safâ, hangi mutluluk var ki!.. Çünkü insan ölüp
öte âleme sefer ettiğinde hepsini geride bırakmaktadır.”
Ancak
fâni olmasına rağmen dünya zineti insanları kendine bende etmektedir. Onlardan
gönlünü kurtarabilenler azın azıdır. Şu bir hakikat ki, ancak iç âlemini
mârifet nûru, muhabbet zıyâsı ve şevk parıltılarıyla süsleyen, dışını da hizmet
âdâbı, himmet şerefi ve üstün vasıflarla bezeyen kimse dünyanın câzibesine
kapılmaktan kendini kurtarabilir. Bunun için de kişinin dünya süsünün gereksiz
olanlarını terk etmesi, bâkiyi fâniye tercih etmesi, kabri ve çürümeyi
unutmaması, hele hele yeniden dirilip Rabbinin huzuruna çıkacağı o büyük günü
hatırından çıkarmaması lazımdır:
47. O gün dağları yerlerinden söküp yürüteceğiz ve yeryüzünün dümdüz, çırılçıplak hâle geldiğini göreceksin. Biz bütün insanları mahşerde toplayacağız; içlerinden bir tek kişiyi bile geride bırakmayacağız.
Allah
Teâlâ kıyâmet günü dağları yerinden sökecek, yürütecek, onları birbirine
çarparak un ufak edecek, toz toprak haline getirecektir. Nitekim bununla ilgili
diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Dağlar
parçalanıp darmadağın edildiği, uçuşan toz zerreleri haline geldiği zaman…” (Vâkıa
56/5-6)
“Artık
sûra şiddetli bir üfleyişle üflendiğinde. Yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp,
birbirine tek çarpışla çarpılıp paramparça edildiğinde. İşte o gün olacak olur;
kaçınılması ve engellenmesi mümkün olmayan kıyâmet kopar.” (Hâkka
69/13-15)
Yeryüzü çırılçıplak, dümdüz olur. Üzerinde onu
örtecek ne dağ, ne ağaç, ne ev hiçbir şey kalmaz. Dağları sökülmüş, bitkileri
kökten koparılmış, binaları yıkılmış olarak apaçık görünür hâle gelir. Cenâb-ı
Hak, hiçbirini eksik bırakmaksızın bütün insanları, cinleri ve diğer sorumlu
varlıkları burada toplar. Herkes ilk defa yaratıldığı gibi çırılçıplak, malsız,
mülksüz oraya gelir, sıra sıra Rabbinin huzuruna arz olunur ve hayatının
hesabını verir. Münkirlerin, âhiretin olmayacağı yolundaki zanları ise boşa
çıkar.
Hz.
Âişe (r.a.) der ki:
Resûlullah
(s.a.s.)’i şöyle buyururken dinledim: “İnsanlar, kıyamet gününde çıplak
ayaklı, elbisesiz ve sünnetsiz olarak haşredileceklerdir.” Ben: “Yâ
Rasûlallah! Erkekler ve kadınlar birbirlerine bakacaklar, öyle mi?” diye
sordum. Efendimiz (s.a.s.): “Ey Âişe! Durum, birbirlerine bakmalarına imkân
vermeyecek kadar dehşetli ve ağır olacaktır” buyurdu. (Müslim, Cennet 56)
Hayatlarını
günah hasadıyla geçirmiş inkarcı suçlular o gün dehşete düşeceklerdir. Zira:
48. Onlar sıra sıra dizilerek Rabbinin huzuruna çıkarılacak. Onlara: “Yemin olsun ki, sizi ilk defa nasıl yaratmışsak, aynen öyle mal, evlat, makam gibi dünyevî hiçbir şeye sahip olmaksızın bize geldiniz. Oysa siz, yaptıklarınızın hesabını soracağımız belli bir zaman ve mekan tayin etmeyeceğimizi sanmıştınız!” diye nidâ edilecek.
Allah
Teâlâ kıyâmet günü dağları yerinden sökecek, yürütecek, onları birbirine
çarparak un ufak edecek, toz toprak haline getirecektir. Nitekim bununla ilgili
diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Dağlar
parçalanıp darmadağın edildiği, uçuşan toz zerreleri haline geldiği zaman…” (Vâkıa
56/5-6)
“Artık
sûra şiddetli bir üfleyişle üflendiğinde. Yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp,
birbirine tek çarpışla çarpılıp paramparça edildiğinde. İşte o gün olacak olur;
kaçınılması ve engellenmesi mümkün olmayan kıyâmet kopar.” (Hâkka
69/13-15)
Yeryüzü çırılçıplak, dümdüz olur. Üzerinde onu
örtecek ne dağ, ne ağaç, ne ev hiçbir şey kalmaz. Dağları sökülmüş, bitkileri
kökten koparılmış, binaları yıkılmış olarak apaçık görünür hâle gelir. Cenâb-ı
Hak, hiçbirini eksik bırakmaksızın bütün insanları, cinleri ve diğer sorumlu
varlıkları burada toplar. Herkes ilk defa yaratıldığı gibi çırılçıplak, malsız,
mülksüz oraya gelir, sıra sıra Rabbinin huzuruna arz olunur ve hayatının
hesabını verir. Münkirlerin, âhiretin olmayacağı yolundaki zanları ise boşa
çıkar.
Hz.
Âişe (r.a.) der ki:
Resûlullah
(s.a.s.)’i şöyle buyururken dinledim: “İnsanlar, kıyamet gününde çıplak
ayaklı, elbisesiz ve sünnetsiz olarak haşredileceklerdir.” Ben: “Yâ
Rasûlallah! Erkekler ve kadınlar birbirlerine bakacaklar, öyle mi?” diye
sordum. Efendimiz (s.a.s.): “Ey Âişe! Durum, birbirlerine bakmalarına imkân
vermeyecek kadar dehşetli ve ağır olacaktır” buyurdu. (Müslim, Cennet 56)
Hayatlarını
günah hasadıyla geçirmiş inkarcı suçlular o gün dehşete düşeceklerdir. Zira:
49. Herkesin amel defteri önüne konulacak; sen günaha batmış inkârcı suçluların o defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde korktuklarını göreceksin. Hayretler içinde: “Yazıklar olsun bize! Bu nasıl defter ki, küçük büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış, ne söylemişsek hepsini saymış dökmüş!” diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi amel defterlerinde bulacaklar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.
İnsan
başıboş, sebepsiz ve hikmetsiz yaratılmamıştır. O, kâinatın özü olarak Allah’a
kulluk için yaratılmış; bu yüzden onun her türlü söz, fiil ve davranışları,
hatta gönlünden geçen düşünceler bile takip altına alınmıştır. Aslında insan;
her şeyi bilen, gören, işiten, her şeyden hakkiyle haberdar olan Allah’ın
huzurunda, ilâhî kameraların altında bir ömür sürmektedir. Kur’ân-ı Kerîm bu
gerçeği ısrarla ve tekrarla açıklamaktadır. Fakat insan bunu anlamakta ve güneş
kadar açık bu gerçeği kabullenmekte sıkıntı yaşamaktadır. Âyet-i kerîmelerde
buyrulur:
“Fakat
siz dini, hesap ve ceza gününü yalanlıyorsunuz. Oysa yanıbaşınızda sizi sürekli
gözetleyenler var. Her söz ve davranışınızı kayda geçiren tertemiz, şerefli
melekler… Onlar, yaptığınız her şeyi bilirler.” (İnfitâr
82/9-12)
“O
gün bütün ümmetleri zillet içinde diz çökmüş olarak görürsün. Her ümmet kendi
hesap defterinin başına çağrılır. O gün, ancak yaptıklarınızın karşılığını
göreceksiniz. Onlara: «İşte, sizinle ilgili her şeyi dosdoğru anlatacak olan
kayıt defterimiz! Doğrusu biz, yaptığınız her şeyi bir bir kaydediyorduk»
denilecek.” (Câsiye 45/28-29)
Bu
âyetlerde de bahsedildiği üzere mahşer günü amel defterlerinde küçük büyük
yaptıkları her şeyin kaydedilmiş olduğunu gören inkarcı suçlular, bu sebeple
hem insanlar huzurunda rezil olmaktan hem de o suçlara verilecek cezadan
dehşete kapılıp korkacaklar; pişmanlıklarını ve şaşkınlıklarını
gizleyemeyeceklerdir. Herkes yaptığına göre muamele görecek, Rabbimiz kimseye
en küçük bir haksızlık yapmayacaktır.
Âyette,
büyük günahlardan olduğu gibi küçük günahlardan da sakınmanın gerektiğine
işaret vardır. Çünkü bunların da kaydedildiği haber verilmektedir. Bu sebeple
Allah Resûlü (s.a.s.):
“Küçük
görülen günahlardan da sakının. Çünkü küçük günahların hali şu kavmin yaptığına
benzer: Onlar bir vâdiye inerler. Biri bir odun, öteki bir odun getirir ve
böylece ekmeklerini pişirirler.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 402) Yani küçük günahlar da
birikerek insanın cehennemde yanmasına sebep olur. Onlardan da sakınmalı, onlar
için de istiğfar edilmelidir. Nitekim:
لَا صَغ۪يرَ
مَعَ الإصْرَارِ وَ لَا كَب۪يرَ مَعَ الإسْتِغْفَارِ
(Lâ sağîra me‘al ısrâr ve lâ kebîra me‘al
istiğfâr)
“Yapılmasında
ısrar edildiğinde küçük günahlar zamanla büyük günaha dönüşür. Fakat istiğfara
devam edildiğinde ise büyük günahlar bile affedilir” sözü bu
konuda bir ölçü olmalıdır.
İnsanların âhirette ceza görmelerinde sorumluluk
tamamen kendilerine ait olup bu konuda Yüce Allah’a en küçük bir haksızlık bile
izâfe etmek doğru değildir. Çünkü Allah insanı kötülüklerden kaçınıp iyilik
yapabilecek özelliklerde yaratmış ve dostuyla düşmanını ona tâ işin başındayken
tanıtmıştır:
50. Bir zamanlar meleklere: “Âdem’e secde edin!” diye emretmiştik de hepsi secdeye kapanmış, fakat İblîs secde etmemişti. O cinlerdendi ve bu yüzden Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı. Böyle iken siz, beni bırakıp da, size düşman oldukları halde onu ve soyunu mu dost ediniyorsunuz? Zâlimler için bu ne kötü bir değiştirmedir!
51. Ben İblîs’i ve soyunu, ne göklerin ve yerin yaratılışına ne de bizzat kendi yaratılışlarına şâhit tuttum. Ayrıca insanları doğru yoldan saptıranları ben kendime yardımcı da edinmiş değilim!
İblîs,
meleklerden değil bu âyetin açık beyânıyla cinlerdendir. Melekler nurdan
yaratılmış, Allah’a isyan etmeyen, yemeyen, içmeyen, evlenmeyen, zürriyetleri
olmayan varlıklardır. İblîs ise burada Allah’ın emrine karşı gelen, isyan eden
ve zürriyeti olan bir varlık olarak tanıtılır. Kur’an’ın beyânıyla İblîs ve
onun zürriyeti insanın apaçık düşmanıdır. Onu devamlı olarak ayartmak, doğru
yoldan saptırmak ve kötülüklere sürüklemek için çalışır. Buna rağmen insanın,
kendini yaratan, yaşatan, rızıklandıran Rabbini bir kenara bırakarak İblîs’i ve
zürriyetini dost edinmesi ne kadar ahmakça bir davranıştır! Allah’ın bütünüyle
iyiliğe ve güzelliğe dayalı ebedî dostluğu varken, buna karşılık İblîs’in
bütünüyle kötülüğe ve çirkinliğe dayalı dostluğunu tercih etmek hem büyük bir
zulüm, hem de çok fenâ bir değişmedir. Zira İblîs ve zürriyetinin, düşmanlıktan
başka, dost edinilecek bir özelliği yoktur. Göklerin, yerin ve bizzat
kendilerinin yaratılışında en küçük bir payları olmadığı gibi, Allah Teâlâ
onları bu yaratılışa şâhit bile tutmamıştır. Onlar, kendilerinin mâhiyetini,
nereden geldiklerini ve nasıl yaratıldıklarını bile bilmemektedirler. O halde
onları dost edinmenin ve peşlerinden gitmenin ne mânası olabilir?
Bu
ilâhî uyarılara rağmen İblîs’i dost edinip peşinden gidenleri ve şeytanın
tahrikiyle putlara tapanları şu korkunç son beklemektedir:
52. O gün Allah onlara: “Haydi, çağırın bakalım benim ortağım olduğunu sandığınız o varlıkları” buyuracak. Çağıracaklar, fakat onlar kendilerine bir cevap veremeyecek. Çünkü biz kâfirlerle taptıkları arasına aşılması mümkün olmayan derin bir uçurum koymuşuzdur.
53. İnkârcı suçlular cehennem ateşini görecekler, oraya kesinlikle düşeceklerini anlayacaklar; etrafı yoklayacaklar, fakat ondan kaçıp kurtulacak bir yer bulamayacaklar.
Putların,
kendilerine tapanlara dünyada bir faydaları olmadığı gibi, âhirette de bir
faydaları olmayacaktır. Kendilerine yapılan çağrıları ne duyacaklar, ne de ona
bir cevap verebileceklerdir. Buna mâni aralarında büyük bir engel, tabiî bir
uçurum olacaktır. Bir takım kuruntular içinde boş yere ömürlerini harcadıkları
putlarından bir fayda göremeyen o inkarcı suçlular, cehennem ateşini görür
görmez oraya mutlaka düşeceklerini anlayacaklar, sağı solu yoklayıp bir çıkış
yolu bulmaya çalışacaklar, fakat nâfile, hiçbir kurtuluş yolu bulamayacaklar ve
oraya yuvarlanacaklardır.
Bu
konuya ışık tutan başka âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Cehennem
onları uzak bir mekândan gördüğü zaman, onun öfkeyle nasıl gürlediğini ve nasıl
korkunç homurtular çıkardığını duyacaklar. Zincirlerle elleri boyunlarına
kelepçelenmiş, ayakları bukağılı olarak cehennemin dar bir yerine tıkıldıkları
vakit, hemen orada ölsek de kurtulsak diye helâk olmak için can atacaklar.
Kendilerine: «Bugün bir defa helâk olmayı istemeyin. İsterseniz birçok defa
helâk olmayı isteyin; bunun size bir faydası olmaz!» denilecek.” (Furkān
25/12-14)
Eğer onlar, içinde kurtuluş çarelerinin
gösterildiği ve her türlü öğüdün verildiği Kur’ân-ı Kerîm’e inanıp
bağlansalardı bu feci duruma düşmezlerdi:
54. Yemin olsun ki biz, bu Kur’an’da insanlar için gerekli her konuyu çeşitli üslup ve örneklerle açıkladık. Ne var ki insan, gerçekler karşısında kavga ve tartışmaya pek düşkündür.
Cenâb-ı
Hak Kur’ân-ı Kerîm’de insanların ibret alarak doğru yolu bulmalarını sağlayacak
çeşitli konulardan, geçmiş ümmetlerin kıssalarından ve kalp gözlerini açacak
ilâhî kudret tecellilerinden örnekler vermiş, bu hususları değişik üsluplarla
tekrar tekrar açıklamıştır. Meselâ bu sûrede Ashâb-ı Kehf’in ibretli kıssasını,
bahçesi olan ve olmayan iki adamın hâlini, dünya hayatının durumunu, kıyâmet
sahnelerini ve şeytanın düşmanlığını dikkat çekici bir üslupla ve etkili
örneklerle izah etmektedir. Ancak insanın, özellikle inkârcı kimsenin çok
mücâdeleci bir yapısı vardır. Eğer o doğru yolu bulamazsa, daha çok bâtıl
tarafını tutarak hakka karşı düşmanlık ve mücâdele eder. Bu bakımdan kişi, daha
çok kendi nefsinin ayıplarıyla uğraşmalı, gösterişi ve cedeli terk etmeye
çalışmalıdır. Çünkü cedelin hedefi, başkasını kötülemek, ayıplamak ve onu
perişan etmektir. Bu ise olgun insanın değil, yırtıcı hayvanların
özelliklerindendir. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (s.a.s.), haklı olduğu halde bile
cedeli, münakaşayı terk edene cennetin kenarında bir köşk verileceğini
müjdelemektedir. (Ebû Dâvûd, Edeb 7; Tirmizî, Birr 58)
Hz.
Ali (r.a.) anlatıyor:
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) bir seferinde gelip, ben ve eşim Fatıma içerde bulunuyorken
kapımızı çaldı ve: “Namaz kılmaz mısınız?” diye buyurdu. Ben: “Ey Allah’ın
Rasûlü! Canlarımız Allah’ın elindedir. O bizi kaldırmak isterse kaldırır” diye
karşılık verdim. Bunu işiten Resûlullah (s.a.s.)’in elini baldırına vurarak: “Ne
var ki insan, gerçekler karşısında kavga ve tartışmaya pek düşkündür” (Kehf
18/54) buyruğunu okuyup, gittiğini duydum. (Buhârî, Teheccüd 5; Müslim,
Müsâfirin 206)
Bu
sebeple mü’min, saadete ermenin bir alâmeti olarak, kendisine amel kapısını
açmalı ve cedel kapısını kapamalıdır. Nitekim Mâruf-ı Kerhî şöyle derdi:
“Allah
bir kula hayır dilerse, önce ona amel kapısını açar; cidâl ve çekişme
kapılarını kapar. Bir kula da şer diledi mi, ona da amel kapılarını kapar;
cidâl ve çekişme kapısını açar.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 236)
Cidâl
ve çekişme kapısını kapatıp ülfetin ve kaynaşmanın kapısını açmak için Hz.
Mevlânâ’nın şu davranışı örnek alınmalıdır:
Mevlânâ
Hazretleri bir gün bir mahalleden geçiyordu. İki yabancı şahıs birbirleriyle
atışıp çekişiyor ve birbirlerine hakâret ediyorlardı. Biri diğerine:
“–Bunu
bana mı diyorsun? Allah’a and olsun ki eğer bana bir dersen, benden bin
işitirsin!” diyordu. Hz. Mevlânâ bunu işitince ilerledi ve:
“–Hayır
hayır, söyleme, buraya gel! Ne diyeceğin varsa bana de! Eğer bana bin desen de
benden bir tane bile işitmezsin!” buyurdu. Bunun üzerine o iki şahıs
Mevlânâ’nın huzûrunda barıştılar. (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri,
I, 176)
İşte
insanın bu kavgacı yapısı, çoğu zaman onun gerçeklere karşı çıkıp ayaklarının
kaymasına yol açmaktadır:
55. Kendilerine hidâyet rehberi geldiğinde insanların inanmalarına ve Rablerinden bağışlanma dilemelerine engel olan şey, sadece, ilâhî kanun gereği önceki toplumların başına gelen helâkin kendilerine de gelmesini yahut âhiret azabının gözlerinin önüne konulmasını beklemeleridir.
56. Halbuki biz peygamberleri helâk için değil ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndeririz. İnkara saplanıp kalanlar ise, bâtıla dayanarak hakkı yerinden kaydırıp ortadan kaldırmak için mücâdele eder, âyetlerimi ve kendilerine yapılan uyarıları alay konusu yaparlar.
Burada
insanların kendilerine gelen hidâyet rehberlerine iman etmemelerinin, Allah’ı
tanıyıp O’ndan af dilememelerinin iki temel sebebi üzerinde durulur:
Birincisi;
Kur’an’da anlatıldığı üzere, değişmez ilâhî kanunlar gereğince önceki
ümmetlerin başlarına gelen helak edici musibetlerin kendi başlarına da
gelmesini istemeleri. Mesela müşrikler:
“Ey
Allah! Eğer bu Kur’an, senin katından gelen gerçek bir kitap ise, hiç durma
hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem verici bir azap gönder” demişlerdi.
(Enfâl 8/32)
İkincisi;
âhirette karşılaşacakları azabın şimdiden getirilip karşılarına çıkarılmasını
istemeleri.
Halbuki
her iki halde de iş bitmiş ve hidâyet imkânı ortadan kalkmış olacaktır. Bu
bakımdan Cenab-ı Hak peygamberleri, gönderildikleri toplumun helakine sebep
olsunlar diye değil, onlara rahmet olsunlar, onları ebedi saadetle
müjdelesinler ve ebedî hüsranla korkutsunlar diye göndermiştir. Ancak kâfirler,
hakkı yok etmek, iptal ve izâle etmek, yerinden kaydırmak için bâtıl yollarla
mücâdele etmişlerdir. Onlar sihir, şiir, mânasız rüyalar, öncekilerin masalları
diyerek Kur’ân-ı Kerîm’i; sihirbaz, kâhin, şâir, mecnun gibi yaftalarla
Peygamberimiz (s.a.s.)’i alaya almışlardır. Peygamberin haber verdiği ve
kendilerini tehdit ettiği âhiret azabıyla da alay etmişlerdir. Onlar bu
mücâdele ve alaylarına aynı şekilde devam etmektedirler.
Oysa
tevhid ehlinin delilleri, asla şüphecilerin şüphesi ve alaycıların alayı ile
ortadan kalkmaz. Hz. İbrâhim’in yükselttiği Kâbe’yi Ebrehe nasıl yıkabilir?!
Mevlâna
der ki:
Kim
Allah’ın mumunu üflerse
O
mum sönmez, üfleyenin ağzı yanar.
Âyet-i
kerîmede şöyle buyrulur:
“Onlar,
Allah’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Fakat Allah nûrunu mutlaka tamamlayacaktır;
kâfirler hoşlanmasa da!” (Saff 61/8)
Böylesine
boş bir sevdanın peşinden koşturan gafiller, Allah’ın âyetlerinden yüz
çevirenleri şöyle bir korkunç âkibetin beklediğini unutmasınlar:
57. Kendine Rabbinin âyetleri hatırlatıldığı halde hemen ondan yüz çeviren, üstelik yapmış olduğu günah ve isyanları unutandan daha zâlim kim olabilir? Biz, onların kalplerinin üzerine Kur’an’ı anlamalarına engel perdeler çektik ve kulaklarına da ağırlıklar koyduk. Sen onları doğru yola çağırsan da, imkânı yok, artık onlar ebediyen doğru yolu bulamazlar.
Allah
Teâlâ, nihâyetsiz merhametinin bir tezâhürü olarak peygamberler gönderip onlara
âyetlerini indirerek, onlar vasıtasıyla insanlara ilâhî hakikatleri
hatırlatmaktadır. Böylece O, kendine düşen kısmıyla yapılması gerekeni
yapmaktadır. Bundan sonrası o âyetlere muhatap olan insana düşmektedir. Bunları
kabul edenler için bir problem yoktur. Fakat bir kimse peygamberin tebliğine
karşı inkâr, tartışma, itiraz, çekişme ve mücadele yolunu seçer, bâtıl silahlar
ve oyunlarla hakkı yıkmaya çalışırsa, Allah o kimsenin kalbi üzerine gerçeği
anlamasına mâni perdeler çeker ve kulaklarına hakkı duymasını engelleyecek
ağırlıklar koyar. Tabiî olarak bu davranış onda inatçılık ve katı kalpliliğe
sebep olur. Böylece o hidâyet çağrısını duymaz ve kötü âkıbetini bizzat
görmeden hatasını anlayamaz bir hale gelir. Çünkü böyle insanlar hiçbir uyarıya
aldırmazlar ve cehennem azabına uğramakta ısrar ederler.
Oysa:
58. Rabbin gerçekten çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. Eğer kazandıkları günahlar yüzünden insanları hemen cezalandıracak olsaydı, hiç beklemez onlara azabı derhal gönderiverirdi. Fakat onlar için azabın geleceği belirli bir vakit vardır ki o vakit geldiğinde, ondan kaçıp sığınacak hiçbir yer bulamazlar.
59. İşte zulmettikleri zaman kendilerini helâk ettiğimiz ülke halkları! Biz, onların helâkleri için de belli bir süre tâyin etmiş, günü gelince de cezalarını vermiştik.
Cenâb-ı
Hak çok bağışlayıcı ve merhamet sahibi olduğu için kullarını yaptıkları
günahlar yüzünden hemen cezalandırmaz. Gerçeği görüp tevbe edebilmeleri ve
hallerini düzeltebilmeleri için onlara mühlet tanır. Fakat kullar bunun farkına
varmazlar, günaha devam etseler bile kendilerine bir şey olmayacağını sanırlar.
Halbuki, böyle devam ettikleri takdirde, onların helakleri için de tayin
edilmiş bir vakit vardır. Bu vakit dünyada ya helak veya ölüm yahut kıyâmet
vaktidir. O vakit gelince artık Allah’ın azabından kaçıp kurtulacak, varıp
sığınacak bir yer bulamayacaklardır. Daha önce zulmettikleri için helak edilen
Nûh kavmi, Âd kavmi, Semûd kavmi gibi toplumların; Firavun ve Karun gibi
zâlimlerin hali bu hususta apaçık misallerdir. İbret almak isteyenler onlara
bakabilirler. Allah Teâlâ, zulümleri sebebiyle onların helakleri için belli bir
süre belirleyip, süreleri dolunca onları helak ettiği gibi, bundan böyle
zulmedenler ve hakkı bâtıl yollarla yok etmeye çalışanlar da aynı feci sonuca
uğrayacaklardır.
İşin
gerçeğini kavrayabilmek için, olayları sadece görünen yönleriyle
değerlendirmeyip, bunları başından sonuna kadar dış ve iç yönleriyle bir bütün
olarak görmeye çalışmak gerekir. Dış yönüyle hoşumuza gitmeyen şeyler aslında
bizim için hayırlı sonuçlar, hoşumuza giden şeyler de aslında bizim için kötü
sonuçlar doğurabilir. (bk. Bakara 2/216) İşte Cenâb-ı Hak, meydana gelen
olayların arkasında yatan derin hikmetleri açığa çıkarmak için gerçeğin
üzerindeki perdeyi biraz aralayacak ve böylece ilk bakışta hoşa gitmeyen bazı
olayların esasen nice hayırların anahtarı ve müjdecisi olduğunu görmemizi
sağlayacaktır. Bunun en güzel örneklerinden biri hiç şüphesiz Hz. Mûsâ ile Hz.
Hızır’ın kıssasında sergilenmektedir:
60. Bir vakit Mûsâ genç yardımcısına: “İki denizin birleştiği noktaya varıncaya kadar hiç durmadan gidecek, gerekirse aradığımı buluncaya kadar senelerce yürüyeceğim” demişti.
Firavun
Kızıldeniz’de boğulduktan sonra Hz. Mûsâ, kavmine çok fasîh, belîğ ve heyecanlı
vaazlar vermekteydi. Kavmi onun ilim ve mârifetteki derinliğine hayran kaldı;
mest oldu. İçlerinden biri:
“–Ey
Allah’ın Peygamberi! Yeryüzünde senden daha âlim bir kimse var mı?” diye sordu.
Hz. Mûsâ:
“–Böyle
bir kimse bilmiyorum!” diye karşılık verdi. O esnâda kendisine vahiy gelerek:
“İki
denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, nezdimden ona husûsî bir ilim, ilm-i
ledün vermişimdir. Ümmetinin seçkinlerinden biriyle ona git!” diye buyruldu.
Rivayetlerden anlaşıldığına göre kendisine işaret edilen zât, Hızır (a.s.)’dı.
Hz. Mûsâ:
“–O
zâtı nasıl bulabilirim yâ Rabbî?” diye niyâz etti. Allah Teâlâ, zenbiline
tuzlanmış ölü bir balık koymasını, bu balığın canlanıp denize atladığı, iki
denizin birleştiği yerde Hızır’ı bulacağını bildirdi. Mûsâ (a.s.), rivayete
göre kız kardeşinin oğlu olan Yûşâ b. Nûn ile Hızır’ı bulmak için derhal sefere
çıktı. (bk. Buhârî, Tefsir 18/2; Müslim, Fezâil 170, 172)
Âyet-i
kerîmede şu hususlara işaret vardır:
› Yolcu,
kendisine bir yol arkadaşı bulmalı sonra yola çıkmalıdır.
› Yol
arkadaşlarından biri imam olmalı, diğeri ona uymalıdır.
› Arkadaşına niyetini
ve yolculuk maksadını açıklamalı, yolculuk esnâsındaki konaklama sürelerini
haber vermelidir. Böylece kişi yol arkadaşının ne yapmak istediğini anlama
imkânı bulur. Şâyet gitmeye karar verirse ona güzel bir yol arkadaşlığı yapar.
› Sâdık bir
müridin niyeti ve beklentileri üstadının arzusu doğrultusunda olmalıdır.
Maksûduna ulaşıp muradına erinceye kadar ona uymalı ve ondan ayrılmamalıdır.
› Kişi, faydalı
ilim tahsil edebilmesi için nefsini türlü meşakkat ve zorluklara alıştırması
gerekir. Ayrıca burada, ilim talebesinin bir meseleyi öğrenmek için doğudan
batıya kadar bile olsa yolculuk yapmasının yerinde ve makbul bir davranış
olduğuna da tenbih bulunmaktadır.
İşaret
edilen adap ve erkan içinde Hz. Mûsâ’yla Hz. Yûşâ yolculuğa başladılar:
61. Birlikte yürüyüp iki denizin birleştiği noktaya varınca balıklarını unuttular. O vakit balık sıyrılmış, denizde bir yol tutup gözden kaybolmuştu.
Mûsâ
ve Yûşa (a.s.) iki denizin buluştuğu yere vardılar. Bir kayanın yanına sığınıp
istirahat için bir müddet mola verdiler. Yûşâ, Mûsâ (a.s.)’ın uyuduğu bir
sırada heybesindeki ölü balığın mûcizevî bir şekilde aniden canlanarak denize
atladığını, orada bir yol bulup gittiğini görmüştü. Fakat bunu Hz. Mûsâ’ya
söylemeyi unutmuştu. Mûsâ (a.s.) uyanınca:
“–Haydi,
yolumuza devam edelim; belki daha çok yolumuz var!..” dedi. Beraberce yola
devam ettiler. Uzun bir müddet gittikten sonra nihâyet bir ağaç altında
oturdular. Mûsâ (a.s.), yardımcısından kahvaltıyı getirmesini istedi. Bu
yolculuk sebebiyle hayli yorgun düştüğünü söyledi. Halbuki yola çıkarken: “İki
denizin birleştiği noktaya varıncaya kadar hiç durmadan gidecek, gerekirse
aradığımı buluncaya kadar senelerce yürüyeceğim” (Kehf 18/60) demişti.
Yine Mûsâ (a.s.), Rabbiyle mülâkat için Tur’a çıktığı zaman kırk gün yememiş,
içmemiş, fakat ne acıkmış ne de yorulmuştu. Halbuki bu sefer esnasında o henüz
işin başlangıcında hem acıktı, hem yoruldu. Bunun hikmeti şudur: Tûr’daki
seyahat Allah’a yolculuk mânasına geliyordu. Bu ise te’dip, ilim talebi, sabır
imtihanı ve meşakkatlere tahammül yolculuğu idi.
Hz.
Yûşâ, birden hatırladı; balık daha önce canlanıp denize atlamıştı. Fakat bunu
Hz. Mûsâ’ya söylemeyi unutmuştu. Bunu unutturan da şeytandan başkası değildi.
Halbuki Hızır ile buluşacakları yer, işte tam da orası, yani balığın mûcizevî
olarak dirilip denize atladığı yerdi. Yapılacak tek şey tekrar geri dönmekti.
İki yol arkadaşı, geldikleri izleri takip ederek gerisin geri döndüler ve daha
önce mola verdikleri kayanın yanına geldiler. İşte aradıkları şahsı orada
bulacaklardı:
62. Kararlaştırdıkları yeri farkına varmadan geçip bir müddet gittikten sonra Mûsâ genç yardımcısına: “Şu kahvaltımızı getir de yiyelim artık! Gerçekten bu yolculuğumuz yüzünden hayli yorgun düştük” dedi.
63. Genç: “Şu işe bak! O kayanın yanında mola verdiğimiz sırada doğrusu ben balığın canlanıp suya atladığını sana söylemeyi unutmuşum. Onu sana hatırlatmamı bana unutturan da şeytandan başkası değildir. Balık şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gittiydi” dedi.
64. Mûsâ: “İşte aradığımız zâten buydu!” dedi. Hemen geldikleri izleri takip ederek gerisin geri döndüler.
Mûsâ
ve Yûşa (a.s.) iki denizin buluştuğu yere vardılar. Bir kayanın yanına sığınıp
istirahat için bir müddet mola verdiler. Yûşâ, Mûsâ (a.s.)’ın uyuduğu bir
sırada heybesindeki ölü balığın mûcizevî bir şekilde aniden canlanarak denize
atladığını, orada bir yol bulup gittiğini görmüştü. Fakat bunu Hz. Mûsâ’ya
söylemeyi unutmuştu. Mûsâ (a.s.) uyanınca:
“–Haydi,
yolumuza devam edelim; belki daha çok yolumuz var!..” dedi. Beraberce yola
devam ettiler. Uzun bir müddet gittikten sonra nihâyet bir ağaç altında
oturdular. Mûsâ (a.s.), yardımcısından kahvaltıyı getirmesini istedi. Bu
yolculuk sebebiyle hayli yorgun düştüğünü söyledi. Halbuki yola çıkarken: “İki
denizin birleştiği noktaya varıncaya kadar hiç durmadan gidecek, gerekirse
aradığımı buluncaya kadar senelerce yürüyeceğim” (Kehf 18/60) demişti.
Yine Mûsâ (a.s.), Rabbiyle mülâkat için Tur’a çıktığı zaman kırk gün yememiş,
içmemiş, fakat ne acıkmış ne de yorulmuştu. Halbuki bu sefer esnasında o henüz
işin başlangıcında hem acıktı, hem yoruldu. Bunun hikmeti şudur: Tûr’daki
seyahat Allah’a yolculuk mânasına geliyordu. Bu ise te’dip, ilim talebi, sabır
imtihanı ve meşakkatlere tahammül yolculuğu idi.
Hz.
Yûşâ, birden hatırladı; balık daha önce canlanıp denize atlamıştı. Fakat bunu
Hz. Mûsâ’ya söylemeyi unutmuştu. Bunu unutturan da şeytandan başkası değildi.
Halbuki Hızır ile buluşacakları yer, işte tam da orası, yani balığın mûcizevî
olarak dirilip denize atladığı yerdi. Yapılacak tek şey tekrar geri dönmekti.
İki yol arkadaşı, geldikleri izleri takip ederek gerisin geri döndüler ve daha
önce mola verdikleri kayanın yanına geldiler. İşte aradıkları şahsı orada
bulacaklardı:
65. Kayanın yanına vardıklarında, seçkin kullarımızdan kendisine tarafımızdan bir rahmet verdiğimiz ve nezdimizden husûsî bir ilim öğrettiğimiz bir kul buldular.
Rivayete
göre bu seçkin kul Hızır (a.s.)’dır. Gayb ricâlindendir. Şu an misâl âleminde
yaşamakta ve Allah’ın müsaade buyurduğu kullara yardıma devam etmektedir.
Kıyamete kadar da buna devam edecektir. Allah Teâlâ bu kuluna katından bir
rahmet vermiş ve ona nezdinden hususi bir ilim öğretmişti. İşte daha çok
Tasavvuf’un üzerinde durduğu “ilm-i
ledün veya ledünnî ilim” ismi bu âyetten alınmıştır. Ledünnî ilim, fikrî bir
gayretle elde edilmeyip Allah tarafından, sırf Allah vergisi olan bir mukaddes
kuvvetin tecellisidir. Eserden müessire, vicdandan vücuda doğru giden bir ilim
değil, müessirden esere, vücuttan vicdana gelen birinci derecede bir ilimdir.
Nefsin gerçeğe ulaşması değil gerçeğin nefiste meydana çıkmasıdır. Doğrudan
doğruya bir keşiftir. Hızır (a.s.) ile alakalı olarak âyetlerde verilen
misallerden bir neticeye varmak gerekirse şu söylenebilir. “Ledünnî ilim, insanlara
verilen vasıtalarla elde edilmeyen, ancak Allah’ın bildirmesiyle bilinen gayb
bilgisi veya onun bir çeşididir.” Tasavvufa göre ledünnî ilim, bir kısım ehil
zevâta mahsustur; onun özü de zühddür, ihsân duygusuna vâsıl olabilmektir.
Hâsılı bu ilim, kalbî hayatla alakalıdır. Bununla birlikte kişinin bu hususta,
istîdâd ve kâbiliyeti kadar mesûliyeti de vardır. Kul, kendi selâmeti için bu
istîdâdı inkişâf ettirmeye mecburdur. Bu da ancak nefsin tezkiyesi ve kalbin
tasfiyesiyle mümkündür. Diğer bir ifadeyle ledünnî ilim, tasavvuf içinde mânevî
terbiye sonucu ulaşılan Hakk’ın lütfettiği vehbî bir ilimdir. Zâhirî bilgi ile
elde edilemez. Nitekim Cenâb-ı Hak bu âyette Hızır (a.s.) için: “…Biz ona nezdimizden husûsî bir ilim
öğrettik!” buyurmaktadır. Bakara sûresinde de bir mânada bu ilme işaretle:
“Allah’a karşı gelmekten sakının! Allah size ihtiyaç duyduğunuz bütün hükümleri
ve her işte uymanız gereken yolu öğretiyor” (Bakara 2/282) buyrulmuştur.
Hz
Ali’den şöyle bir rivayet vardır:
“Bâtınî
ilim, Allah Teâlâ’nın sırlarından bir sır ve hikmetlerinden birtakım
hikmetlerdir ki, o ilmi, kullarından dilediklerinin kalbine verir.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr,
II, 52)
Rivayete
göre Mûsâ (a.s.), kendisine vahiyle işaret edilen zâtı, bir kayanın üstünde
hırkasına bürünmüş olarak gördü ve selâm verdi:
“–Ben
Mûsâ’yım!” dedi. Hızır (a.s.) da cevâben:
“–Demek
Benî İsrâîl peygamberi olan Mûsâ sensin!” dedi. Hz. Mûsâ:
“–Bana
Allah tarafından bildirilen, insanların en âlimi sen misin?” diye sordu. Hızır
(a.s.) cevâben:
“–Yâ
Mûsâ! Allah bana bir ilim vermiştir, o sende yoktur. Sana da bir ilim
vermiştir, o da bende yoktur” dedi. (Buhârî, Tefsir 18/2, 3, 4; Enbiyâ, 27;
Müslim, Fezâil 170-172)
Hızır
(a.s.), bu ifadeleriyle hem kendi durumu hakkında bilgi veriyor hem de Hz.
Mûsâ’ya kulun Rabbi huzurunda takınması gereken edep ölçülerini öğretiyordu.
Nitekim ilim bakımından insanın haddini bilmesi hakkında şu misal pek
mânidârdır:
İmâm
Ebû Yûsuf’a bir gün Halîfe Hârûn Reşîd bir mesele sorar. Ebû Yûsuf:
“–Bilmiyorum”
diye cevap verir. Halîfenin yardımcısı Ebû Yûsuf’a:
“–Maaş
ve tahsîsâtınız varken bilmiyorum diyorsunuz!..” der. Ebû Yûsuf da cevâben:
“–Benim
maaşım ilmime göredir. Bilmediklerim için de verilecek olsa hazine yetmezdi...”
der.
Allâme
İmâm Gazâlî de:
“Bildiklerime
nisbetle bilmediklerimi ayaklarımın altına alabilseydim, başım göklere değerdi”
demektedir.
İşte
Mûsâ (a.s.), Hz. Hızır’dan bahsi geçen bu ilmi telâkkî edebilmek için ona tâbi
olma, onunla beraber bulunma arzusunu şöyle dile getirdi:
66. Mûsâ ona: “Allah’ın sana öğrettiği bu hayırlı ilim ve hikmetten bana da öğretmen için seninle birlikte gelebilir miyim?” diye sordu.
Mûsâ
(a.s.) zâhiren akılla anlaşılması mümkün olmayan, kendisine acâib ve garâib
görülen bazı hakîkatlerin hikmetini Hızır’dan öğrenecekti. Fakat Hızır (a.s.),
Hz Mûsâ’nın ilmî seviyesi ve psikolojik durumu hakkında ilk keşfi yapmış, hiç
tereddüt göstermeden, onun bu hâliyle kendisiyle beraberliğe sabra güç
yetiremeyeceğini bildirmişti. Her ne kadar Mûsâ (a.s.), “inşallah sabrederim”
dese de, Hz. Hızır’ın yaptığı bu tespit sonunda gerçekleşecekti. Bu
beraberlikten Hz. Mûsâ’nın alacağı hisse kendi konumunu, haddini, durumunu
bilmek ve bir sabır dersi almaktı. Yâni Hz. Hızır Mûsâ (a.s.)’a hâl diliyile:
“Benimle beraberliğe sabretmek, senin elinden gelmez. Sen bu hususta mâzursun.
Çünkü bu ilmin kemâli, henüz sana verilmemiştir” demekteydi. Yine de kendisine
tâbi olduğu takdirde şu şarta dikkat etmesini: “Yapacağı işler hakkında, bizzat
kendisi ona bir açıklama yapmadığı sürece bir şey sormamasını, sukût etmesini”
istedi.
Sonra sırlarla dolu esrârengiz yolculuk başladı:
67. Hızır şöyle cevap verdi: “İyi de, sen benimle beraber bulunmaya asla katlanamazsın!”
68. “Hem içyüzünü tam olarak kavrayamadığın ve zâhiren yanlış gibi görünen şeylere nasıl sabredebilirsin ki?!”
69. Mûsâ: “İnşallah benim sabırlı olduğumu göreceksin, sana hiçbir konuda karşı gelmeyeceğim” dedi.
70. Hızır ise: “Eğer benimle geleceksen, o halde yapacağım şeyler hakkında, ben sana gerekli açıklamada bulununcaya kadar, bana hiçbir şey sormayacaksın!” dedi.
Mûsâ
(a.s.) zâhiren akılla anlaşılması mümkün olmayan, kendisine acâib ve garâib
görülen bazı hakîkatlerin hikmetini Hızır’dan öğrenecekti. Fakat Hızır (a.s.),
Hz Mûsâ’nın ilmî seviyesi ve psikolojik durumu hakkında ilk keşfi yapmış, hiç
tereddüt göstermeden, onun bu hâliyle kendisiyle beraberliğe sabra güç
yetiremeyeceğini bildirmişti. Her ne kadar Mûsâ (a.s.), “inşallah sabrederim”
dese de, Hz. Hızır’ın yaptığı bu tespit sonunda gerçekleşecekti. Bu
beraberlikten Hz. Mûsâ’nın alacağı hisse kendi konumunu, haddini, durumunu
bilmek ve bir sabır dersi almaktı. Yâni Hz. Hızır Mûsâ (a.s.)’a hâl diliyile:
“Benimle beraberliğe sabretmek, senin elinden gelmez. Sen bu hususta mâzursun.
Çünkü bu ilmin kemâli, henüz sana verilmemiştir” demekteydi. Yine de kendisine
tâbi olduğu takdirde şu şarta dikkat etmesini: “Yapacağı işler hakkında, bizzat
kendisi ona bir açıklama yapmadığı sürece bir şey sormamasını, sukût etmesini”
istedi.
Sonra sırlarla dolu esrârengiz yolculuk başladı:
71. Böylece birlikte yola koyuldular. Nihâyet gidip bir gemiye bindiler. Hızır bu gemiyi deliverdi. Mûsâ dayanamayıp: “İçindeki yolcuları suda boğmak için mi onu deldin? Gerçekten çok tehlikeli bir iş yaptın!” dedi.
72. Hızır: “Sana, «Benimle beraber bulunmaya asla katlanamazsın!» uyarısında bulunmamış mıydım?” dedi.
73. Mûsâ da: “Ne olur, unuttuğum bir şeyden dolayı beni sorguya çekme ve seninle arkadaşlığımda bana güçlük çıkarma!” diye özür diledi.
Buhâri
ve Müslim’de geminin delinme kıssası şöyle anlatılır:
Hızır
ve Mûsâ (a.s.) denizin kıyısında yürümeye koyuldular. Bir gemi geçti,
kendilerini gemiye almak üzere sahipleriyle konuştular. Hızır’ı
tanıdıklarından ücret almaksızın onları gemiye bindirdiler. Gemiye bindikten
sonra, Mûsâ Hızır’ın, gemi tahtalarından birisini keserle yerinden söküp
çıkarmakta olduğunu gördü. Ona: “Bunlar bizi ücretsiz olarak taşıdılar, sen
kalktın içinde bulunan yolcular suda boğulsun diye onların gemilerini deliverdin”
dedi. Sonra aralarında bu âyetlerde haber verilen konuşma geçti.
Resûlullah
(s.a.s.) buyuruyor ki:
“Böylece
Hz. Mûsâ’dan ilk unutma vâkî oldu. Bu sırada bir serçe gelip geminin kenarına
kondu ve ardından su içmek üzere gagasını denize daldırdı. Bunun üzerine Hızır
(a.s.) Hz. Mûsâ’ya: «Allah’ın ilmi yanında senin, benim ve bütün
mahlûkâtın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır» dedi.” (Buhârî,
Tefsir 18/2-4; Müslim, Fezâil 170)
Hızır
(a.s.), Hz. Mûsâ’nın özrünü kabul buyurdu. Beraberlikleri devam etti. Fakat
Mûsâ (a.s.)’ın şimdi karşılaşacağı hâdise bir öncekiyle kıyaslanmayacak kadar
tahammül üstü bir şey olacaktı:
74. Tekrar yola koyuldular. Nihâyet bir erkek çocuğa rastladılar. Hızır bu çocuğu hemen öldürüverdi. Mûsâ dayanamayıp: “Öldürdüğü bir cana karşı kısâsen olmaksızın masum ve günahsız bir cana kıydın, öyle mi? Gerçekten sen, çok fenâ bir iş yaptın!” dedi.
Buhâri
ve Müslim’de anlatıldığı üzere “Mûsâ ile Hızır (a.s.) gemiden çıktılar. Kıyıda
yürüyorlarken orada oynayan çocuklar gördüler. Hızır onlardan birinin kafasını
eliyle tuttu ve koparıp öldürdü. Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) ile Hızır arasında
bu âyetlerde haber verilen konuşma geçti.” (Buhârî, Tefsir 18/2; Müslim, Fezâil
170)
Bu
arada Hızır, Mûsâ’ya şöyle demiştir:
“Ben
Allah tarafından öyle bir ilim sahibiyim ki, senin onunla amel etmen uygun
değildir. Çünkü sen onunla amele me’mûr değilsin. Sen de Allah tarafından öyle
bir ilim sahibisin ki, benim onunla amel etmem uygun değildir. Çünkü ben onunla
amele me’mur değilim.” (bk. Buhârî, Enbiyâ 27)
Hızır’ın yaptığı bu iş, birincisinden daha büyük ve daha kabul edilemez cinsten bir şeydi. Bir önceki, geminin yan tarafından bir delik açmak olup, kapatmak suretiyle telâfi edilebilirdi. Fakat öldürmenin böyle bir telâfisi mümkün değildi. Fakat önceki hâdise hakkında kötü ve tehlikeli mânasında kullanılan اِمْرًا (imren) kelimesinin, burada kullanılan نُكْرًا (nükren) kelimesinden daha ağır olduğu söylenmiştir. Çünkü bir kişiyi öldürmek, gemideki yolcuların tamamını boğmaktan daha hafiftir.
Hızır’
75. Hızır: “Sana, «Benimle beraber bulunmaya asla sabredemezsin!» uyarısında bulunmamış mıydım?” diye çıkıştı.
Buhâri ve Müslim’de anlatıldığı üzere “Mûsâ ile Hızır (a.s.) gemiden çıktılar. Kıyıda yürüyorlarken orada oynayan çocuklar gördüler. Hızır onlardan birinin kafasını eliyle tuttu ve koparıp öldürdü. Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) ile Hızır arasında bu âyetlerde haber verilen konuşma geçti.” (Buhârî, Tefsir 18/2; Müslim, Fezâil 170)
Bu arada Hızır, Mûsâ’ya şöyle demiştir:
“Ben Allah tarafından öyle bir ilim sahibiyim ki, senin onunla amel etmen uygun değildir. Çünkü sen onunla amele me’mûr değilsin. Sen de Allah tarafından öyle bir ilim sahibisin ki, benim onunla amel etmem uygun değildir. Çünkü ben onunla amele me’mur değilim.” (bk. Buhârî, Enbiyâ 27)
Hızır’ın yaptığı bu iş, birincisinden daha büyük ve daha kabul edilemez cinsten bir şeydi. Bir önceki, geminin yan tarafından bir delik açmak olup, kapatmak suretiyle telâfi edilebilirdi. Fakat öldürmenin böyle bir telâfisi mümkün değildi. Fakat önceki hâdise hakkında kötü ve tehlikeli mânasında kullanılan اِمْرًا (imren) kelimesinin, burada kullanılan نُكْرًا (nükren) kelimesinden daha ağır olduğu söylenmiştir. Çünkü bir kişiyi öldürmek, gemideki yolcuların tamamını boğmaktan daha hafiftir.
Hızır’
76. Mûsâ: “Bunu da affet! Eğer bundan sonra sana bir şey daha soracak olursam artık benimle arkadaşlık yapma! Çünkü senden bir daha özür dileyecek hâlim kalmadı” dedi.
Buhâri
ve Müslim’de anlatıldığı üzere “Mûsâ ile Hızır (a.s.) gemiden çıktılar. Kıyıda
yürüyorlarken orada oynayan çocuklar gördüler. Hızır onlardan birinin kafasını
eliyle tuttu ve koparıp öldürdü. Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) ile Hızır arasında
bu âyetlerde haber verilen konuşma geçti.” (Buhârî, Tefsir 18/2; Müslim, Fezâil
170)
Bu
arada Hızır, Mûsâ’ya şöyle demiştir:
“Ben
Allah tarafından öyle bir ilim sahibiyim ki, senin onunla amel etmen uygun
değildir. Çünkü sen onunla amele me’mûr değilsin. Sen de Allah tarafından öyle
bir ilim sahibisin ki, benim onunla amel etmem uygun değildir. Çünkü ben onunla
amele me’mur değilim.” (bk. Buhârî, Enbiyâ 27)
Hızır’ın
yaptığı bu iş, birincisinden daha büyük ve daha kabul edilemez cinsten bir
şeydi. Bir önceki, geminin yan tarafından bir delik açmak olup, kapatmak
suretiyle telâfi edilebilirdi. Fakat öldürmenin böyle bir telâfisi mümkün
değildi. Fakat önceki hâdise hakkında kötü ve tehlikeli mânasında kullanılan اِمْرًا (imren) kelimesinin, burada kullanılan نُكْرًا (nükren) kelimesinden daha ağır olduğu
söylenmiştir. Çünkü bir kişiyi öldürmek, gemideki yolcuların tamamını boğmaktan
daha hafiftir.
Hızır’
77. Tekrar yola devam ettiler. Nihâyet bir kasabaya varıp halkından yiyecek bir şeyler istediler. Fakat hiç kimse onları ağırlamaya yanaşmadı. Derken orada yıkılmağa yüz tutmuş bir duvar gördüler; Hızır hemen duvarı düzeltiverdi. Mûsâ yine dayanamayıp: “Dileseydin, elbet buna karşılık bir ücret alırdın” dedi.
Resûlullah
(s.a.s.)’in beyânıyla bu kasaba âdi ve bayağı kimselerin bulunduğu bir köydü.
(Buhârî, İlim 44; Müslim, Fezâil 170) Öyle ki kendilerine biri peygamber, diğer
veli Allah’ın iki seçkin kulu geliyor, onlara misafir olmak istiyor, fakat
onları misafir etmek istemiyorlar. Hatta bu konuda diretip ısrar ediyorlar.
İşin dikkat çeken tarafı, bütün bu olan bitene rağmen, kendileri de aç ve
yorgun oldukları halde, Hızır (a.s.) orada gördüğü yıkılmakta olan bir duvarı
hemen düzeltiveriyor. Bir mânada kötülüğe iyilikle mukabele ediyor. Ancak Mûsâ
(a.s.), bu olay karşısında da yine bildiği kadarıyla şer’î ölçüler içinde
hareket ederek, ihtiyaçları da olduğuna göre, en azından yaptığı bu iş
karşılığında Hızır’ın bir ücret talep etmesinin yerinde olacağını söylüyor.
Yiyecek istemek gibi zaruri bir ihtiyacın olduğu bir anda, mümkün olan bir
kazancı bırakıp boşu boşuna bir iyilik yapmaya kalkışmak Mûsâ (a.s.)’a anlamsız
görünüyor ve sabır kabı bir daha taşıyor. Aslında şer‘î çizgiler itibariyle
Mûsâ (a.s.)’ın bu müdahalesinde çok anormal karşılanacak bir yön de yoktur.
Fakat o, son bir defa daha Hızır’ın yaptıklarına sabredip itiraz etmeyeceğine
dair söz vermişti ve bu davranışıyla sözünde duramamış oldu. Böyle Hızır’la
arkadaşlığın sonu da gözüktü.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Allah’ın
rahmeti bizim ve Mûsâ’nın üzerine olsun. Eğer acele etmemiş olsaydı, hayret
edilecek daha nice şeyler görürdü. Fakat o, arkadaşından utandı; sabretmiş
olsaydı hayret edecek şeyler görecekti.” (Müslim, Fezâil 172)
Artık
arkadaşlıkları sona ererken Hızır ile Mûsâ (a.s.) arasında şöyle bir konuşma
geçtiği nakledilir:
Hz.
Mûsâ: “Halkını boğmak için mi?” dediği zaman Hızır: “Sen denizde değil miydin?
Bebekken Nil nehrine bırakılmadın mı? Bir gemi olmadığı halde boğulmadın”
karşılığını verdi. Mûsâ’nın: “Öldürdüğü bir cana karşı kısâsen olmaksızın masum
ve günahsız bir cana kıydın, öyle mi?” demesi üzerine de Hızır: “Sen
suçsuz olduğu halde kıptiyi öldürmemiş miydin?” dedi. Yine Hz. Mûsâ:
“Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alırdın” deyince Hızır: “Sen, Şuayb’ın
kızları yerine, onların davarlarını ücretsiz suladığını unuttun mu?” dedi. Yine
rivayete göre Mûsâ (a.s.), “Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alırdın”
sözünü söyleyince bir ceylan gelip aralarında durdu. İkisi de açtı. Hz.
Mûsâ’nın tarafı kızarmamış, Hızır’ın tarafı ise kızarmıştı. Çünkü Hızır, bir
karşılık beklemeden duvarı onarmış, Mûsâ ise onun bu işten ücret almasını
istemişti. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 335)
Peki,
Mûsâ (a.s.)’ın dayanamayıp itiraz ettiği olayların içyüzünde neler vardı, ne
tür hikmetler gizliydi:
78. Hızır şöyle dedi: “İşte böylece birbirimizden ayrılma noktasına gelmiş olduk. Şimdi sana bir türlü sabredemediğin o hâdiselerin iç yüzünü haber vereceğim:”
79. “Önce gemiden başlayalım. O, geçimlerini denizden sağlayan bir takım yoksul kimselere aitti. Ben ona kasten bir miktar hasar vermek istedim. Çünkü güzergâhları üzerinde her sağlam gemiyi zorla gaspeden zâlim bir kral vardı.”
Yaptığı
açıklamayla Hızır’ın gemiyi niçin delip hasarlı hâle getirdiği kolaylıkla
anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu davranış, bir ilâhî rahmet tecellisi ve o
yoksullara yapılmış çok büyük bir iyiliktir. İşte Allah’ın hüküm ve fiillerinde
dış görünüşe göre böyle zararlı gibi görünen bir kısım şeylere rastlanır ki,
Allah katındaki sırları bilinirse, onların zarar değil fayda olduğu anlaşılır.
Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir
şey de sizin için kötü olabilir. Gerçeği Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara
2/216)
Acaba
günahsız bir çocuğun öldürülmesinde nasıl bir hikmet olabilir:
80. “Öldürdüğüm çocuğa gelince, onun ana-babası mü’min insanlardı. Fakat o çocuğun ileride onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk.”
81. “Böylece Rablerinin kendilerine, onun yerine daha temiz, daha hayırlı, onlara karşı daha merhametli ve daha itaatkâr bir çocuk vermesini istedik.”
Erkek
çocuğun öldürülmesiyle ilgili iki ihtimal vardır:
›
O, göründüğü gibi masum, günahsız ve suçsuz değildi. Büluğ çağına
erişmiş azgın bir kâfirdi. Mü’min olan ana-babasını da küfür ve azgınlığının
istilası altına almak üzere bulunuyordu.
›
اَلْغُلَامُ (ğulâm) kelimesinin Arapça’da daha ziyade
“bülüğa ermemiş erkek çocuk” mânasında kullanılmasından hareketle, bahsedilen
kişi henüz çocuk ise de son derece küfür ve azgınlığa kabiliyetliydi. Öyle ki,
ilm-i ilâhîye göre, sağ kaldığında ileride ana-babasını bile azıtacak, onları
da küfre sürükleyecekti. Halbuki o ana-babanın imanlarındaki samimiyeti Allah
tarafından böyle bir kötülükten korunmaya layıktı. Dolayısıyla onun çocuk yaşta
ölmesi hepsi hakkında hayırlı idi. Hızır’ın çocuğu öldürmesiyle o sâlih
ana-babaya üç rahmet kapısı açılmış olacaktı. Hem o azgın çocuk yüzünden
görecekleri kötülükten kurtulacaklar, hem onun ölümüyle duyacakları acıya
karşılık daha sevimli bir evlada erişecekler, hem de o çocuk yaşta öldüğü için
ebedi azaptan kurtulacaktı. Kader planında her üç hayırlı netice de o azgının
ölümüne bağlıydı.
Rivayete
göre Allah Teâlâ onun yerine, bunlara bir kız çocuğu vermiş, bu kız bir
peygamber annesi olmuş ve o peygamber eliyle nice insanlar hidâyete ermiştir.
(Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXI, 137)
Yıkılmaya
yüz tutmuş duvara gelince:
82. “Doğrulttuğum duvar ise o şehirdeki iki yetim çocuğa aitti. Altında da o çocuklara ait gömülü bir hazine bulunuyordu. Babaları da sâlih bir kişiydi. Böylece Rabbin o iki çocuğun olgunluk çağına ulaşıp kendilerine ait o hazineyi çıkarmalarını istedi. Bunların her biri Rabbinden birer rahmet tezahürüdür; yoksa bunları kendiliğimden yapmış değilim. İşte sabretmeye tahammül gösteremediğin hâdiselerin iç yüzü bundan ibarettir.”
Duvarın
altında saklanmış olan hazine, şehirde yaşayan iki yetim çocuğa atti. Bu onlara
babalarında miras kalmıştı. Babaları ise sâlih bir kimseydi. Demek ki, o
paraları helâl yolla kazanmış ve evlatlarına miras bırakmıştı. Bundan hareketle
Cenâb-ı Hakk’ın şu üç sebeple o hazineyi, gerçek sahiplerine ulaşması için
Hızır eliyle koruma altına aldığı söylenebilir:
›
Çocukların henüz kendi işlerini göremeyecek, bakıma muhtaç yetim
olmaları. Çünkü Allah Teâlâ’nın yetimlere ayrı bir şefkat ve merhamet nazarı
vardır.
›
Babalarının sâlih bir insan olması. Onun iyiliği çocuklarına bile
fayda vermektedir.
›
hazinedeki paraların helâl yollarla kazanılmış olması. Bu netice,
onları kazanan kişinin sâlih bir kimse olması karinesinden anlaşılmaktadır.
Çünkü Allah’ın sâlih olduğunu bildirdiği insanların haramla iştigal etmeleri
mümkün değildir. Dolayısıyla burada Allah Teâlâ’nın helâl olan kazancı koruduğu
ve koruyacağı müjdesi vardır.
İnsan
olarak bizim de başımıza gelen çeşitli olaylar ve karşılaştığımız türlü türlü
hâdiseler olmaktadır. Aslında Mûsâ-Hızır kıssası olayları değerlendirirken bize
apayrı bir bakış açısı kazandırmakta, adeta gözlerimize hadiselerin
derinliklerine nüfûz edebileceğimiz ilâhî bir dürbün takmaktadır. İnsan
olayları bu açıdan değerlendirdiğinde, Allah’a kulluğun gereklerini yapmayıp
O’nun rızâsını ve sevgisini kaybetme dışında gerçek mânada bir kötülük
olmadığını anlayacak, böylece hiçbir zaman çaresiz bir yılgınlık ve ümitsizlik
girdabına düşmeyecektir. Zira Allah Teâlâ’nın lütfu, keremi, yardım ve inayeti
bizim tasavvur edemeyeciğimiz kadar büyük ve sonsuzdur. Şimdi bunun muşahhas
bir örneği olarak Zülkarneyn kıssası anlatılmaktadır:
83. Rasûlüm! Sana Zülkarneyn’den soruyorlar. De ki: “Onun hakkında size öğüt ve hatırlatma olacak bazı bilgiler okuyacağım:”
›
Zülcenâheyn vasfına benzer, “iki kanatlı” yani işin zâhiri ve
batınıyla her yönüne vâkıf, dâhi, kemâl sahibi kimse.
›
Görünene ve görünmeyene sahip, dünyanın doğusuna da batısına da
hâkim, dolayısıyla cihangir bir padişâh. Nitekim burada anlatılan kıssasında
Zülkarneyn (a.s.)’ın batıya, doğuya ve dünyanın başka yerlerine seferler
yaptığı zikredilmektedir.
Hz.
Zülkarneyn’in peygamber olup olmadığı tartışmalı olmakla birlikte, iyi bir
mü’min ve muvahhid olduğu konusunda görüş birliği vardır. Allah Teâlâ ona büyük
bir saltanat, kudret ve hâkimiyet lütfetmiştir. Ona, istediği her işi yapıp
başarabilecek vasıtalar ve imkânlar vermiştir. Hz. Nûh’un oğlu Yâfes’in soyundandır.
İbrâhim (a.s.) zamanında yaşadığı, hattâ onunla birlikte haccedip duasını
aldığı söylenir. Kâfirlerle mücâdele etmiş, ezilen toplumlara yardım da
bulunmuş ve tevhidi yaymaya çalışmıştır.
Nakledildiğine
göre yeryüzünün tamamına Sadece dört kişi hâkim olabilmiştir. Bunların ikisi
mü’min, ikisi kâfirdir. Mü’min olanlar, Hz. Zülkarneyn ile Hz. Süleyman; kâfir
olanlar ise Nemrûd ve Buhtünnasr’dır. Hükmünü bütün dünyaya icrâ edecek beşinci
bir şahıs da bu ümmetten olacaktır. O da; “Allah, İslâm’ı bütün dinlere
üstün ve hâkim kılacaktır.” (Tevbe 9/33) âyeti mûcibince Mehdî (a.s.)’dır.
(Kurtubî, el-Câmi‘, XI, 47-48)
Zülkarneyn
(a.s.)’ın yeryüzünün doğularına ve bâtılarına ulaşmaya nasıl güç yetirebildiği
sorulunca Hz. Ali şu cevâbı vermiştir: “Bulutlar boyun eğdirilir, lâzım olan
her şey emrine verilir, nûrlar ona açılır da geceyle gündüz kendisi için eşit
olurdu.” (İbn İshâk, es-Sîre, s. 185)
Âyetlerin
iniş sebebiyle ilgili şu hâdise nakledilir:
Resûlullah
(s.a.s.), Mekke’de yaşamış olan eski kavimlerin başından geçen ibretli
hâdiseleri anlatırken yahudiler ve İranlılar da, geçmiş ümmetlerin hikâyelerini
kendilerine göre anlatmaya başladılar. Bu arada Medine’de, âhir zamanda gelecek
peygamberin kendi içlerinden çıkacağına inanan yahudiler vardı. Bunlar, Mekkeli
müşriklere:
“Orada
bir peygamber çıkmış, eğer o gerçek bir peygamberse kendisine Ashâb-ı Kehf,
Zülkarneyn ve rûhun mâhiyeti hakkında mâlumat sorun! Şâyet Ashâb-ı Kehf ile
Zülkarneyn için tam, rûhun mâhiyeti hakkında da kısmen cevap verirse, gerçekten
peygamberdir; kendisine tâbî olun! Fakat o, bu üç şeyden haber veremezse,
yalancıdır!” dediler. Mekkeli müşrikler
de Peygamberimiz (s.a.s.)’e gelerek: “Ashâb-ı Kehf ve doğu ile batıya sefer
yapan Zülkarneyn kimdir? Rûhun mâhiyeti nedir?” diye sordular. Bunun üzerine
Kehf Sûresi nâzil olarak orada Zülkarneyn’den bahseden bu âyetler de inmiş
oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
306; Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XVI, 24)
Bahsedildiği
üzere maddi ve manevî imkanlarlaa donatılan Zülkarneyn (a.s.) seferlerine
başlıyor. İlki batı tarafına:
84. Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve hâkimiyet sahibi kıldık. Ve onu hedeflerine ulaşmak için lâzım gelen akıl, ilim, kuvvet ve idarecilik gibi vasıflarla ve imkânlarla donattık.
› Zülcenâheyn vasfına benzer, “iki kanatlı” yani işin zâhiri ve batınıyla her yönüne vâkıf, dâhi, kemâl sahibi kimse.
› Görünene ve görünmeyene sahip, dünyanın doğusuna da batısına da hâkim, dolayısıyla cihangir bir padişâh. Nitekim burada anlatılan kıssasında Zülkarneyn (a.s.)’ın batıya, doğuya ve dünyanın başka yerlerine seferler yaptığı zikredilmektedir.
Hz. Zülkarneyn’in peygamber olup olmadığı tartışmalı olmakla birlikte, iyi bir mü’min ve muvahhid olduğu konusunda görüş birliği vardır. Allah Teâlâ ona büyük bir saltanat, kudret ve hâkimiyet lütfetmiştir. Ona, istediği her işi yapıp başarabilecek vasıtalar ve imkânlar vermiştir. Hz. Nûh’un oğlu Yâfes’in soyundandır. İbrâhim (a.s.) zamanında yaşadığı, hattâ onunla birlikte haccedip duasını aldığı söylenir. Kâfirlerle mücâdele etmiş, ezilen toplumlara yardım da bulunmuş ve tevhidi yaymaya çalışmıştır.
Nakledildiğine göre yeryüzünün tamamına Sadece dört kişi hâkim olabilmiştir. Bunların ikisi mü’min, ikisi kâfirdir. Mü’min olanlar, Hz. Zülkarneyn ile Hz. Süleyman; kâfir olanlar ise Nemrûd ve Buhtünnasr’dır. Hükmünü bütün dünyaya icrâ edecek beşinci bir şahıs da bu ümmetten olacaktır. O da; “Allah, İslâm’ı bütün dinlere üstün ve hâkim kılacaktır.” (Tevbe 9/33) âyeti mûcibince Mehdî (a.s.)’dır. (Kurtubî, el-Câmi‘, XI, 47-48)
Zülkarneyn (a.s.)’ın yeryüzünün doğularına ve bâtılarına ulaşmaya nasıl güç yetirebildiği sorulunca Hz. Ali şu cevâbı vermiştir: “Bulutlar boyun eğdirilir, lâzım olan her şey emrine verilir, nûrlar ona açılır da geceyle gündüz kendisi için eşit olurdu.” (İbn İshâk, es-Sîre, s. 185)
Âyetlerin iniş sebebiyle ilgili şu hâdise nakledilir:
Resûlullah (s.a.s.), Mekke’de yaşamış olan eski kavimlerin başından geçen ibretli hâdiseleri anlatırken yahudiler ve İranlılar da, geçmiş ümmetlerin hikâyelerini kendilerine göre anlatmaya başladılar. Bu arada Medine’de, âhir zamanda gelecek peygamberin kendi içlerinden çıkacağına inanan yahudiler vardı. Bunlar, Mekkeli müşriklere:
“Orada bir peygamber çıkmış, eğer o gerçek bir peygamberse kendisine Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn ve rûhun mâhiyeti hakkında mâlumat sorun! Şâyet Ashâb-ı Kehf ile Zülkarneyn için tam, rûhun mâhiyeti hakkında da kısmen cevap verirse, gerçekten peygamberdir; kendisine tâbî olun! Fakat o, bu üç şeyden haber veremezse, yalancıdır!” dediler. Mekkeli müşrikler de Peygamberimiz (s.a.s.)’e gelerek: “Ashâb-ı Kehf ve doğu ile batıya sefer yapan Zülkarneyn kimdir? Rûhun mâhiyeti nedir?” diye sordular. Bunun üzerine Kehf Sûresi nâzil olarak orada Zülkarneyn’den bahseden bu âyetler de inmiş oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 306; Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XVI, 24)
Bahsedildiği üzere maddi ve manevî imkanlarlaa donatılan Zülkarneyn (a.s.) seferlerine başlıyor. İlki batı tarafına:
85. O da ilk olarak batıya doğru bir yol tuttu.
86. Nihâyet güneşin battığı yere, batı sahillerine varınca onu kızgın, kara, balçıklı bir gözede batıyor buldu. Orada azgın bir topluluğa rastladı. Ona: “Ey Zülkarneyn! İstersen bunları cezalandırırsın veya onlara güzel davranıp affedersin, bu hususta muhayyersin” dedik.
87. Zülkarneyn şöyle dedi: “Kim zulmederse onu cezalandıracağız; sonra o Rabbine döndürülecek, Rabbi de ona benzeri görülmedik bir şekilde azap edecektir.”
88. “İman edip sâlih ameller işleyene gelince, işte onun için pek güzel bir mükâfat vardır. Ona emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz.”
Zülkarneyn
(a.s.), memleketinin sınırlarını genişletip devletini güçlendirdi. Allah’ın
buyruklarını dünyaya tebliğ etmeye başladı. Mü’minlerden meydana gelen
ordusuyla ilk önce batıya doğru ilerledi. Uğradığı her yerde kâfirleri tevhîd
inancına davet etti. Batının son noktasına kadar ilerledi. Artık karalar
bitmiş, engin denizlerin kıyılarına ulaşmıştı. Güneş, sanki kara bir balçık
gözesine batıyor gibiydi. Orada kâfir bir kavme rastladı. Onların bir kısmı iman
etti. İmân etmeyenlerle savaşarak hepsini mağlûb etti. Sonunda onlar da tevbe
edip topluca tevhîd inancını kabul ettiler. Kendisine uyanlar kurtuluşa
erdiler, iman etmeyenler de cezalarını gördüler.
Zülkarneyn’in ikinci büyük seferi doğuya oldu
89. Sonra doğuya doğru bir yol tuttu.
90. Nihâyet güneşin üstüne ilk doğduğu yere varınca, onu öyle bir kavim üzerine doğuyor buldu ki, biz onlar için güneş ışınlarına karşı korunacakları hiçbir siper yapmamıştık.
91. İşte Zülkarneyn’in durumu bundan ibarettir. Şüphe yok ki biz onun bütün yaptıklarından ve sahib olduğu ilim ve salâhiyetten haberdardık.
Zülkarneyn
(a.s.), batıdan sonra doğuya sefer yaptı. Üzerlerine güneşin ilk doğduğu
yerlere vardı. Zülkarneyn’in, arka arkaya ülkeler fethederek doğu tarafına
ilerlediği, nihâyet medenî yaşayışın sona erdiği, ibtidâî, evsiz barksız bir
halde yaşayan insanların bulunduğu en uzak doğu bölgelerine ulaştığı
anlaşılıyor. Topraklarında kendilerini güneşin sıcağından koruyabilecek ağaç
veya herhangi bir bitki örtüsü de bulunmuyordu. Buradaki insanlar, güneş
vurunca mağaralara veya denize girerlerdi. Ancak güneşin şiddetli sıcağı
geçince ihtiyaçlarını karşılamak üzere mağaralarından dışarı çıkarlar,
geçimlerini temin için çalışırlardı. Zülkarneyn, onları da hak dîne davet etti.
Zülkarneyn
(a.s.), yaptığı seferlerden birinde, ölüm endişesi ve nefs engelini aşmaya
çalışan bir kavme uğradı. Oradaki insanların dünya serveti nâmına altın, gümüş
gibi hiçbir şeyleri yoktu. Rızıklarını sebzeden te’mîn ederlerdi. Sebzelerini
korumaya çok ihtimam gösterirlerdi. Ayrıca bu kavimde herkes, kendi mezarını
kazar, her gün onu temizler ve ibâdetlerini burada yapardı. Zülkarneyn (a.s.),
bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar:
“–Ben
kimseyi istemiyorum. Beni isteyen de yanıma gelir!” dedi. Zülkarneyn bu söz
üzerine hükümdarın yanına giderek:
“–Ben
seni davet ettim, niye gelmedin?” diye sordu. Hükümdar:
“–Sana
bir ihtiyacım yok, olsa gelirdim” cevâbını verdi. Bunun üzerine Zülkarneyn:
“–Bu
hâliniz nedir? Sizdeki bu hâli kimsede görmedim!” deyince, Hükümdar:
“–Evet
biz, altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki bir kimsenin eline
bunlardan bir miktar geçince, bu sefer daha fazlasını isteyerek huzûru
bozuluyor... Onun için dünyalık peşinde değiliz” dedi. Zülkarneyn (a.s.):
“–Bu
mezarlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibâdetlerinizi burada yapıyorsunuz?”
diye sordu. Hükümdar:
“–Dünyalık
peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de oraya gireceğimizi
hatırlayınca, her şeyden vazgeçeriz” dedi. Hz. Zülkarneyn:
“–Niçin
sebzeden başka yiyeceğiniz yok? Hayvan yetiştirseniz; sütünden, etinden
istifade etseniz olmaz mı?” dedi. Hükümdar:
“–Mîdelerimizin
hayvanlara mezar olmasını istemiyoruz. Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zâten
boğazdan aşağı geçtikten sonra hiçbirinin tadını alamayız!” diye cevap verdi.
Bu
kıssayı dünyaya karşı zahid ve müstağni olma bakımından değerlendirmek ve o
açıdan yaptığı telkini dikkate almak gerekir. Çünkü şer’î bakımdan Allah
Teâlâ’nın helâl kıldığı hayvanların etinden yemenin hiçbir mahzuru yoktur.
Burada bahsedilen, o kavmin kendisine mahsus bir tercihidir.
Zülkarneyn
(a.s.)’ın diğer bir ibretli kıssası da şöyledir:
Birisi
Zülkarneyn (a.s.)’a:
“–Bana
imanımı ve yakînimi kuvvetlendirecek bir şey öğret!” dedi. O da:
“Öfkelenip
kimseye kızma! Zira şeytanın insana en çok musallat olup zarar vereceği an öfke
ânıdır. Sakın acele etme! Acele ettiğin zaman, nasîbini zâyî edersin. Akraban
olsun olmasın yakın uzak herkese karşı mülâyim ol! İnatçı, inkârcı ve zâlim
olma!” diye cevap verdi.
Zülkarneyn
(a.s.) ölmeden önce şöyle vasiyet etmiştir:
“–Beni
yıkayın, kefenleyin! Sonra bir tabuta koyun! Yalnız kollarım dışarıya sarkık
kalsın! Hizmetkârlarım arkamdan gelsin! Hazînelerimi de katırlara yükleyin!
Halk, benim son derece ihtişamlı bir saltanat ve dünya mülküne rağmen eli boş
gittiğimi, hizmetkârlarımın da, hazînelerimin de bu dünyada kalarak benimle
beraber gelmediğini görsün! Bu yalancı ve fânî dünyaya aldanmasın!..”
Söyledikleri
aynen yapıldı. Âlimler bu vasiyeti şöyle tefsîr etmişlerdir: “Arkamdan gelen
ordular ile doğu ve batıya hâkim oldum. Maiyyetimde birçok hizmetçi ve sayısız
asker vardı. Hiçbiri emrimden dışarıya çıkmadı. Dünya, baştanbaşa benim idârem
altında idi. Sayısız hazînelere sahip oldum. Fakat dünya nimetleri kalıcı
değildir. İşte gördüğünüz gibi mezarıma eli boş gidiyorum! İşte dünya malı
dünyada kaldı. Sizler âhirette faydalı olan işleri yapın!..” Nitekim Resûlullah
(s.a.s.) de Zülkarneyn (a.s.)’ın vasiyetiyle işaret ettiği hakîkati şöyle beyân
buyurmuştur:
“Ölüyü
kabre kadar üç şey tâkip eder: Çoluk-çocuğu, malı ve ameli. Bunlardan ikisi
geri döner, biri kalır. Çoluk-çocuğu ve malı geri döner, ameli kendisiyle
kalır.”
(Buhârî, Rikak 42; Müslim, Zühd 5)
Hz. Zülkarneyn üçüncü seferini yüksek dağlar
arasında bulunan bir bölgeye yaptı:
92. Sonra bir yol daha tuttu.
93. Nihâyet karşılıklı iki büyük set gibi yükselen dağların arasına ulaşınca, onların önünde neredeyse hiçbir söz anlamayacak kadar konuşma bilmeyen bir topluluğa rastladı.
Zülkarneyn
(a.s.) daha sonra kuzeye doğru sefer yaptı. Yabancı dille konuşan,
neredeyse hiçbir söz anlamayan ve anlatamayan bir kavme rast geldi. Tercüman
vâsıtasıyla konuşuyorlardı. Bu insanlar, Zülkarneyn (a.s.)’a Ye’cûc ve Me’cûc diye
isimlendirdikleri hak hukuk tanımaz kabilelerin kendilerini rahatsız
ettiklerinden şikâyette bulundular. Ondan kendilerini bu zararlı yaratıklardan
koruyacak bir set yapmasını istediler. Bunun üzerine “Sedd-i Zülkarneyn”
yapıldı. Bu kavim de, hidâyet yolunu seçip müslüman oldu.
Rivayete
göre, Ye’cûc ve Me’cûc, kötü ve belâlı iki millettir. Yüzleri yassı, gözleri
küçük, kulakları çok büyük, boyları kısa, sayıları çoktur. Kıyâmete yakın
yeryüzüne yayılacaklardır. Ye’cûc ve Me’cûc kavminde ânî doğumlar olacak,
böylece birden bire artacaklardır. Nasıl sinekler pislikler üzerinde birden
çoğalıyorlarsa, onlar da öyle çoğalacaklardır. Şu an bulundukları yer Hak
Teâlâ’nın ilminde gizlidir. Allah Resûlü (s.a.s.) bir hadîs-i şerîflerinde bu
zâlim kavmin cehenneme atılacağını şöyle haber vermektedir:
“Azîz ve Celîl olan Allah kıyâmet günü:
«–Ey
Âdem!» diye seslenir. Âdem (a.s.):
«–Buyur
Rabbim! Emrindeyim, bütün hayırlar senin elindedir» der. Âdem (a.s.)’ a şöyle
bir nidâ ulaşır:
«–Allah
sana, cehennem ehlini çıkarmanı emrediyor!» Hz. Âdem sorar:
«–Ey
Rabbim! Cehennem ehli ne kadardır?»
«–Her
binden dokuzyüz doksandokuzu!»
İşte
hamilelerin çocuğunu düşürdüğü, çocukların ihtiyarladığı, insanların sarhoş
olmadıkları hâlde azâbın şiddetinden sarhoşa döndüklerini göreceğin zaman bu
zamandır.”
Bu
haber ashâb-ı kirâma çok ağır geldi. Öyle ki yüzlerinin rengi değişti.
Efendimiz şöyle devam etti: “Ye’cûc ve Me’cûc’dan binde dokuzyüz
doksandokuz, sizden ise binde bir cehenneme girecektir.
Şunu da bilin ki; siz insanlar arasında, beyaz bir öküzde siyah bir kıl veya
siyah bir öküzde beyaz bir kıl kadarsınız.” (Buhârî, Tefsir 22/1; Enbiyâ 7)
Zülkarneyn’in
burada karşılaştığı kavmin başında büyük bir bela vardı. Bu yüzden:
94. Onlar: “Ey Zülkarneyn! Ye’cûc ve Me’cûc dediğimiz hak hukuk tanımaz kabileler, iki dağın arasındaki şu geçitten bize sürekli saldırarak bu ülkede bozgunculuk yapıp duruyorlar. Sana bir miktar vergi versek de, bizimle onların arasında aşamayacakları bir set yapsan olmaz mı?”
95. Zülkarneyn şöyle cevap verdi: “Rabbimin bana bahşettiği nimet ve imkânlar, sizin vereceğiniz vergiye ihtiyaç bırakmayacak kadar çok, yeterli ve benim için daha hayırlıdır. Haydi siz bana bedenî kuvvetiniz ve iş gücünüzle yardım edin de sizinle onlar arasında aşılmaz sağlam bir set yapayım.”
96. “Bana demir kütleleri getirin!” Zülkarneyn iki dağın arasını demir kütleleriyle doldurtup dağlarla aynı seviyeye getirince: “Şimdi ateş yakın ve körükleyin!” dedi. Demir yığınlarını kor ateş hâline getirince de: “Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim” dedi.
97. Artık Ye’cûc ve Me’cûc ne seddi aşabildiler, ne de onda bir delik açabildiler.
98. Zülkarneyn: “Bu set, Rabbimin kullarına bir rahmetidir. Fakat Rabbimin belirlediği vakit gelince onu yerle bir edecektir. Çünkü Rabbimin va‘di haktır ve mutlaka gerçekleşecektir” dedi.
O
kavim, kendilerini Ye’cûc ve Me’cûc belâsından kurtaracak bir set yapması
karşılığında Zülkarneyn’e, istediği takdirde bir çeşit vergi vermeyi bile
teklif ettiler. Fakat Zülkarneyn (a.s.), Allah Teâlâ’nın kendine lütfettiği
mâlî kuvvet ve diğer vasıtaların yeterli derecede olduğunu, dolayısıyla
onlardan alacağı vergiye ihtiyacı bulunmadığını bildirdi. Bir mânada, idâreci
olarak düşmanların saldırılarından onları korumanın kendisinin bir vazifesi
olduğunu, bu sebeple onlardan bu gaye ile fazla bir vergi almasının doğru
olmayacağını söyledi. Allah’ın kendine verdiği hazinelerin bunu yaptırmaya
yeteceğini, fakat sadece iş gücü olarak kendisine yardım etmelerinin
gerekeceğini bildirdi.
Onlardan
büyük demir kütleleri getirmelerini istedi. Onlar da getirdiler. Bunları iki
dağın veya iki tepenin arasına, tepelerle aynı seviyeye gelinceye kadar
doldurdu. Karşılıklı iki uç arasını düzeltince bu demir kütlelerini
körüklemelerini söyledi. Körüklediler ve o dev demir yığını tam bir kor ateş
haline geldi. Bunların üzerine de erimiş bakır döktü. Böylece son derece sağlam
bir set yapılmış oldu. Öyle ki Ye’cûc ve Me’cûc bir daha onu ne aşabildiler, ne
de delip geçmeye güç yetirebildiler.
Fakat bu set bu haliyle sonsuza dek sürecek değildir. Allah’ın dilediği
kadar sağlam kalacak ve O’nun vaadi geldiğinde paramparça olacaktır. O zaman dünyadaki
hiçbir güç onu koruyup, muhafaza edemeyecektir.
“Allah’ın
va‘di”yle iki şey kastedilmiş olabilir:
› Dünyada insan
hayatı devam ederken bu seddin yıkılacağı belli bir zaman,
›
Her şeyin yıkılıp yok edileceği kıyamet vakti. Nitekim bu mânaya
işareten âyet-i kerîmede: “Nihayet bir zaman gelecek, Ye’cûc ve Me’cûc’un
seddi açılacak, her tepeden yığın yığın akın etmeye başlayacaklar” (Enbiyâ
21/96) buyrulur. Bir gün gelecek bu âyetin sırrı belirip Ye’cûc ve Me’cûc
çıkacak, yeryüzünün düzeni bozulacak, sonra kıyâmet kopacaktır.
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Ye’cûc
ve Me’cûc, Zülkarneyn’in yaptığı seddi her gün oyarlar. Tam delecekleri sırada
başlarında bulunan reis:
«–Bırakın
artık, delme işini yarın yaparsınız» der. Onlar bırakıp gidince Allah
seddi daha sağlam bir şekilde eski hâline getirir. Böylece günler geçer,
kendilerine takdir edilen müddet dolar ve onların insanlara musâllat
olmalarının murâd edildiği vakit gelir. O zaman başlarındaki reis:
«–Haydi
dönün! Yarın inşallah seddi deleceksiniz» der -ve ilk defa inşallah tâbirini
kullanır-.”
Allah
Resûlü (s.a.s.) devamla şöyle buyurdu:
“O
gün dönüp giderler. Ertesi gün geldikleri vakit seddi ne hâlde bırakmışlarsa
öyle bulurlar ve o günkü çalışma sonunda delerler. Açılan delikten insanların
üzerine boşanırlar. Önlerine çıkan suları içip kuruturlar. İnsanlar onlardan
korkup kaçar. Ye’cûc ve Me’cûc göğe bir ok atar. Bu ok kana bulanmış olarak
kendilerine geri döner. Bunun üzerine şöyle derler:
«−Yeryüzünde
olanları ezim ezim ezdik, gökte olanları da alçaltıp alt ettik...»
Allah
onları enselerinden yakalayacak bir kurtçuk gönderir. Bu kurt, onları toptan
helâk edip, herbirini parçalanmış hâlde yere serer. Muhammed’in nefsini elinde
tutan Zât’a yemin ederim ki, yeryüzünde bütün hayvanlar onların etinden yiyerek
canlanır, sütlenir ve semirir.” (Tirmizî, Tefsir 18/6; İbn Mâce, Fiten 33/4080)
Fahr-i
Kâinat (s.a.s.), yine ümmetini bütün fitnelere karşı, özellikle de Ye’cûc ve
Me’cûc belâsına karşı îkâz etmiştir. Zeyneb bint-i Cahş (r.a.) şöyle anlatıyor:
“Resûlullah
(s.a.s.), bir gün korkulu bir vaziyette odaya girdi. Şöyle diyordu:
«Lâ
ilâhe illâllâh, yaklaşan bir belâdan dolayı Arab’ın vay hâline!” Baş parmağı
ile şehâdet parmağını halka yaparak gösterdi ve: “Bugün Ye’cûc ve Me’cûc’ün
seddinden şöyle bir gedik açıldı» dedi. Ben:
«–Ey
Allah’ın Rasûlü, yâni içimizde sâlih kimseler olduğu hâlde toptan helâk mi
olacağız?» dedim.
«–Evet,
fenâlıklar artarsa öyle olur!» buyurdu.” (Buhârî, Enbiyâ 7; Müslim, Fiten, 1/2880)
Hadîs-i
şerîfte, “Yaklaşan bir belâdan dolayı Arab’ın vay hâline!” buyrularak
“Arab” isminin zikredilip diğer milletlerin isimlerinin zikredilmemesinin
hikmeti, o gün için müslümanların hemen hemen tamâmını Araplar’ın teşkîl etmesi
gerçeğidir. Bu bakımdan buradaki ifade, bütün toplulukları içine almaktadır.
Şimdi
de hem Ye’cûc ve Me’cûc’un, hem diğer kâfirlerin kıyâmet günündeki hallerinden
bir takım manzaralar sunulmaktadır:
99. O gün biz insanları salıvereceğiz, deniz dalgaları gibi birbirine çarparak çalkalanacaklar. Sûra üflenecek ve insanların hepsini bir araya getireceğiz.
100. O gün biz cehennemi bütün dehşetiyle kâfirlere sunacağız.
101. O kâfirler ki, kalp gözleri bizim zikrimize karşı perdelidir ve onların Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemeye tahammülleri yoktur.
Kıyâmet
günü geldiğinde Allah Teâlâ, Ye’cûc ve Me’cûc’u salıverecek, bunlar büyük ve
kalabalık bir topluluk oluşturacaklar ve deniz dalgaları gibi birbirine
karışacak, âdetâ deniz gibi çalkalanıp duracaklardır. Böyle müthiş bir manzara
arzedeceklerdir. Peşinden sûra üflenecek, kıyâmet kopacak, Allah Teâlâ bütün
insanları diriltecek, Ye’cûc ve Me’cûc ile birlikte hepsini mahşer yerinde
toplayacak ve hesaba çekecektir. Dünya hayatında gözlerini ilâhî hakikatlere,
basîretlerini Allah’ın zikrine karşı perdeleyenler, bu gerçekleri görmezden
gelenler ve Kur’ân-ı Kerîm’in cehennemle ikaz eden âyetlerini dinlemeye
tahammül edemeyen bedbahtlar, mecburi giriş istikâmeti olarak cehennemle yüz
yüze getirileceklerdir.
Allah
Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“O
gün cehennem getirilir. Onun yetmiş bin yuları vardır. Kıyâmet gününde her yuların
başında Allah’ın onu yarattığı yerden çeken yetmiş bin melek vardır. Cehennem
öyle bir yere konur ki, cennete geçebilmek için sırat köprüsünden başka bir yol
kalmaz.” (Müslim, Cennet 29; Tirmizî, Cehennem 1)
Hak
dostlarından biri, âyetin “onların kalp gözleri bizim zikrimize karşı
perdelidir” (Kehf 18/101) kısmını şöyle izah eder:
“Onların
baş gözleri, gaflet perdesiyle ibretle nazar kılabilmekten perdelenmiştir. Kalp
gözleri, dünya muhabbeti ve şehvet perdeleriyle âhiretin derecelerini ve
derekelerini görmekten perdelenmiştir. Sır gözleri, dünya ve âhirete iltifat
perdesiyle Yaratıcı’nın âyetlerini müşâhededen perdelenmiştir. Ruh gözleri,
mâsivallah perdesiyle Allah Teâlâ’yı zikirden perdelenmiştir. Şu bir hakikat
ki, bâtın gözü müşâhedeyle, zâhir gözü ise ibret nazarıyla açılır. Yine
zâhirdeki işitme vâsıtası olan kulak, batın kulağına tâbidir. Resûlullah
(s.a.s.)’in sünnetlerini ve sâlihlerin sîretlerini dinlemek de, Hak kelâmını
dinlemeye dâhildir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 359)
Dolayısıyla
âhirette karşılaşılacak o feci âkıbetten kurtuluş için, şimdi fırsat varken
gözlerimizi ve gönüllerimizi Allah’ın zikrine; kulaklarımızı da Allah’ın
kelâmına açmamız; onları saran kalın perdeleri kaldırmamız gerekmektedir. Aksi
takdirde iyi şeyler yaptığımızı zannettiğimiz halde, mahşer günü amelleri boşa
çıkmış nâdanlardan olma tehlikesi vardır:
102. Yoksa o kâfirler, beni bırakıp da kullarımı kendilerine dost edinerek onların şefaatlarıyla kurtulacaklarını mı sandılar? Şüphesiz ki biz, cehennemi kâfirler için en münâsip bir konaklama yeri olarak hazırlamışızdır.
Bu
âyette, yegâne ilâh, rab ve yaratıcı olan Allah Teâlâ’yı bırakıp da O’nun
yarattığı kulları; meselâ bir kısım sâlih insanların sembolleri olan putları,
melekleri, şeytanları, Hz. İsa’yı ilâh edinenler azarlanmaktadır. Çünkü
Allah’tan başka hiçbir varlık ilâh olmaya lâyık değildir. Bunlar, kendilerine
tapanlara mahşer günü hiçbir fayda sağlayamayacak, onların cehenneme
yuvarlanmasına mâni olamayacaklardır. Onlara konaklama yeri olarak cehennem
hazırlanmıştır. Âyetteki نُزُلٌ (nüzül) kelimesi, misafirler için hazırlanan
yer ve sığınak demektir. Bu mânaya göre kâfirler alaya alınmaktadır.
Yaptıkları
ameller ve bunlara karşılık bekledikleri neticeler itibariyle en çok zarara
uğrayacak kişiler şu durumda olan zavallılardır:
103. Rasûlüm! De ki: “Yaptıkları ameller yüzünden en çok zarara uğrayacakları haber verelim mi?”
104. “Onlar, güzel şeyler yaptıklarını zannetmelerine rağmen, dünya hayatında yaptıkları çalışmalar boşa giden kimselerdir.”
105. İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr etmişler de bu yüzden bütün amelleri boşa gitmiştir. Tartılacak şeyleri kalmadığından kıyâmet günü onlar için artık bir terâzi koymayacak, onlara hiçbir kıymet vermeyeceğiz.
106. İşte inkâr etmeleri, âyetlerimi ve peygamberlerimi alaya almaları sebebiyle onların cezası cehennemdir!
Bahsedilen
gafiller, dünyada yaşarken iyi işler yaptıklarını sanmaktadırlar, fakat âhirete
vardıklarında o amellerin hepsinin boşa gittiğini ve kendilerine hiçbir fayda
sağlamayacağını göreceklerdir. Bu, ya kâfirlerin yaptıkları okul, hastane, su
ve yol gibi zâhiren sadaka-i câriye gibi görünen işlerin ve sıla-i rahim,
fakirleri doyurma, köle âzâdı gibi iyi amellerin hazin âkıbetini haber
vermektedir. Ya da aslında kötü olmakla birlikte kâfirlerin iyi zannettikleri
ve sevabına nâil olmayı umdukları kötü amellerin acı âkıbetini beyân
etmektedir. Onlar:
“Gül
ister iken sataştı hâre
Nûr
ister iken tutuştu nâre” (Fuzûlî) beytinde ifade edildiği gibi “gül dereyim derken gülün
dikenlerine dolanan, ışık elde edeyim derken ateşe tutuşan” kişi gibi oldular.
Bu yüzden kâfirler, Allah’ın âyetlerini ve bu hayattan sonra Allah’ın huzuruna
çıkıp yaptıklarından hesap vermeyi inkâr ettikleri için dünyadaki bütün amelleri
boşa çıkacaktır. Yaptıkları iyilikler âhirette terâziye konmayacak, hesaba
alınmayacak, onların bir ağırlığı ve bir kıymeti olmayacaktır. Onlar, inkâr
ettikleri, Allah’ın âyetlerini ve peygamberlerini alaya aldıkları için böyle
cezalandırılacaklardır. Hâsılı insanlar, yaptıkları ve bunun sonuçları hakkında
nasıl bir kuruntu ve hayal peşinde olurlarsa olsunlar, makbul bir imana bağlı
bulunmayan amellerin hiçbiri ukbâda geçerli olmayacaktır.
Nitekim
Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kıyamet
gününde iriyarı, oldukça şişman bir adam gelecek de sivrisineğin kanadı kadar
bir ağırlığı olmayacaktır. Arzu ederseniz: «Tartılacak şeyleri kalmadığından
kıyamet günü onlar için artık bir terâzi koymayacak, onlara hiçbir kıymet
vermeyeceğiz» âyetini okuyun.” (Buhârî, Tefsir 18/6; Müslim, Munâfikîn 18)
Mahşer
günü terâzi; hem iyilikleri hem de günahları olan mü’minlerin tâat ve
mâsiyetlerini tartmak, bunlardan hangisinin ağır ve hangisinin hafif geleceğini
belirlemek, netice itibariyle bunların affedilip edilmeyecek olanlarını tespit
edip kişinin âkıbeti hakkında karar vermek için kurulacaktır. Daha kısa bir
ifadeyle terâzi, yalnız tevhid ehli için ve kemiyet yâni amellerin miktarını
belirleme açısından olacaktır. Küfür ise iyilikleri kemiyet değil, keyfiyet
açısından yok edeceği için kâfirlerin amellerini tartmak üzere terâzi
kurulmayacaktır.
et-Te’vîlâtü’n-Necmiyye’de
şu izah yapılır: Kıyâmet gününde amellerin tartılması, sahiplerinin sıdk ve
ihlâsına göre olur. Kimin ihlâsı çoksa, tartısının ağırlığı da artar. İhlâsı olmayan
kimselerin amellerinin de bir tartısı ve ağırlığı olmaz. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: “Biz kıyâmet günü onların yaptıkları bütün amellerin üzerine varıp,
hepsini toz duman edeceğiz.” (Furkân, 25/23) Böyle hebâ olup dağılmış bir
amelin bir ölçüsü ve kıymeti olabilir mi? (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V,
361-362)
İman
edip sâlih ameller işleyenlerin ebedî saadet ve selamet dolu sonlarına gelince:
107. İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, onların konaklama yerleri Firdevs cennetleridir.
“Kim
Allah’a ve Rasûlü’ne iman eder, namazı dosdoğru kılar, ramazan orucunu tutarsa
yüce Allah onu cennete gönderir. O kişi ister Allah yolunda cihâd etsin,
isterse de doğduğu toprakta otursun.” Oradakiler: “Ey Allah’ın
Resûlü, bunu insanlara müjdelemeyelim mi?” dediklerinde şöyle buyurdu:
“Cennette yüz derece vardır. Yüce Allah bu dereceleri Allah yolunda cihad
edenler için hazırlamıştır. Her iki derece arası gök ile yer arası kadardır. Bu
sebeple yüce Allah’tan isteyeceğiniz vakit Firdevs’i isteyin. Firdevs cennetin
en orta ve en yüce yeridir. Onun üstünde de Rahman’ın arşı vardır. Cennet ırmakları
oradan kaynar.” (Buhâri, Cihad 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 335)
Firdevs
cennetine giren iman ve sâlih amel sahibi o bahtiyarlar, orada ebedi kalırlar
ve oradan hiç ayrılmak istemezler. Çünkü orada nimet ve huzur içinde olacaklar,
hiç usanmayacaklardır. Bu ifade, cennetin çok mükemmel bir şekilde tanzim ve
tezyin edildiğine delâlet etmektedir. Zira insan, dünyada kendisine huzur ve
saadet bahşeden bir mevkiye varınca, daha yükseğine tamah eder.
Cennetin
derecelerinin ve güzelliğinin sonu olmadığı halde onu ve her şeyi yaratan,
zatını anlamak mümkün olmayan, isim ve sıfatlarının tecellisinin nihayeti
bulunmayan Allah’ın kelimelerine bir son belirlemek mümkün olabilir mi:
108. Onlar orada ebedî olarak kalacaklar; usanç duyup da oradan bir an olsun ayrılmak istemeyeceklerdir.
“Kim Allah’a ve Rasûlü’ne iman eder, namazı dosdoğru kılar, ramazan orucunu tutarsa yüce Allah onu cennete gönderir. O kişi ister Allah yolunda cihâd etsin, isterse de doğduğu toprakta otursun.” Oradakiler: “Ey Allah’ın Resûlü, bunu insanlara müjdelemeyelim mi?” dediklerinde şöyle buyurdu: “Cennette yüz derece vardır. Yüce Allah bu dereceleri Allah yolunda cihad edenler için hazırlamıştır. Her iki derece arası gök ile yer arası kadardır. Bu sebeple yüce Allah’tan isteyeceğiniz vakit Firdevs’i isteyin. Firdevs cennetin en orta ve en yüce yeridir. Onun üstünde de Rahman’ın arşı vardır. Cennet ırmakları oradan kaynar.” (Buhâri, Cihad 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 335)
Firdevs cennetine giren iman ve sâlih amel sahibi o bahtiyarlar, orada ebedi kalırlar ve oradan hiç ayrılmak istemezler. Çünkü orada nimet ve huzur içinde olacaklar, hiç usanmayacaklardır. Bu ifade, cennetin çok mükemmel bir şekilde tanzim ve tezyin edildiğine delâlet etmektedir. Zira insan, dünyada kendisine huzur ve saadet bahşeden bir mevkiye varınca, daha yükseğine tamah eder.
Cennetin derecelerinin ve güzelliğinin sonu olmadığı halde onu ve her şeyi yaratan, zatını anlamak mümkün olmayan, isim ve sıfatlarının tecellisinin nihayeti bulunmayan Allah’ın kelimelerine bir son belirlemek mümkün olabilir mi:
109. Rasûlüm! De ki: “Rabbimin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa, hatta bir o kadar daha ilâve yapsak, Rabbimin kelimeleri tükenmeden o denizler tükenir.”
“Allah’ın
kelimeleri”nden maksat O’nun ilim ve hikmetidir. Kur’ân-ı Kerîm ve ondan önce
inen ilâhî kitaplar o ilâhî ilmin bir tecellisidir. Allah’ın ilim ve hikmeti
nihâyetsizdir; yazmakla bitmez. Rabbimiz bu gerçeği bizim kolaylıkla
anlayabileceğimiz bir misalle beyân buyurmaktadır. Çünkü biz denizi, mürekkebi,
kalemi ve yazıyı biliriz. Bu misâle göre denizler bütünüyle mürekkep olsa, ona
bunun bir misli daha ilâve edilse, bununla Allah’ın kelimeleri; ilim ve hikmeti
yazılsa, bu mürekkepler biter fakat Allah’ın kelimeleri bitmez. Nitekim bu hakikati
tekid sadedinde Lokmân sûresinde şöyle buyrulur:
“Eğer
yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna
yedi deniz daha eklense, imkânı yok, Allah’ın kelimeleri yazmakla bitmez.
Muhakkak ki Allah, kudreti dâima üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve
sağlam olandır.” (Lokmân 31/27)
Sûrenin
bütün mâna ve muhtevasının bir hülasası olarak:
110. De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Şu farkla ki bana, ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyedilmektedir. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, sâlih ameller işlesin ve Rabbine kulluk ederken hiçbir şeyi O’na ortak koşmasın!”
Resûlullah
(s.a.s.)’in tebliğ buyurduğu İslâm’ın esası şudur: Allah’tan başka ilâh yoktur.
Herkesin tek ilâhı O’dur. Dünya hayatından sonra yeniden dirileceğine, Rabbinin
huzuruna dönüp hayatının hesabını O’na vereceğine inanan kişi sâlih ameller
işlemeli, bunu sadece Allah rızâsı için yapmalı, ibâdetinde hiçbir kimseyi
Allah’a ortak koşmamalıdır. Hülâsa bizden istenen makbûl bir iman ve sırf Allah
için yapılan bir kulluktur. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm, yüzlerce âyette “iman ve
sâlih ameli” birlikte tekrar tekrar telkin buyurmaktadır.
Âyet-i
kerîmenin şöyle bir iniş sebebi vardır:
Rivayete
göre Cündeb b. Züheyr el-Âmirî, Resûlullah (s.a.s.)’e:
“-
Ey Allah’ın Rasûlü, ben yüce Allah için bir amelde bulunuyor ve sadece O’nun
rızâsını diliyorum. Fakat başkası tarafından da bilinecek olursa bu beni
sevindiriyor” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.):
“Muhakkak
Allah temiz ve güzeldir. Ancak temiz ve güzel olanı kabul eder, O ihlasla
yapılması gerektiği halde kendisine ortak koşulan hiçbir şeyi kabul etmez” buyurdu ve
bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidi, Esbâbu’n-nüzûl, s.
307)
Kur’ân-ı
Kerîm şirki kesinlikle yasaklamış ve onun Allah’ın affetmeyeceği büyük bir
günah olduğunu haber vermiştir. (bk. Nisâ 4/48, 116) Şirkin açığı olduğu gibi
gizlisi de vardır. Allah’tan başkasına tapmak, onları Allah’ı sever gibi
sevmek, Allah’tan korkar gibi onlardan korkmak, onlardan yardım dilemek,
ilâhmış gibi onlara itaat etmek, korumasına sığınmak ve benzeri davranışlar açık
şirke misaldir. İbadetleri gösteriş için yapmak ise gizli şirke misaldir.
Resûlullah
(s.a.s.) ümmetini hem açık hem de gizli şirkten sakındırır. Nitekim bir hadis-i
şerifte:
“Sizin
hakkınızda en çok korktuğum şey küçük şirktir” buyurunca
Ashâb-ı kirâm (r.a.): “Ey Allah’ın Rasulü! Küçük şirk nedir?” diye sormuşlar,
Efendimiz de: “Riyâdır” diye cevap vermiş, sonra da şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet
gününde Allah Teâlâ insanlara amellerinin karşılığını vereceği zaman,
riyakârlara: «Dünyada kendilerine gösteriş yaptığınız kimselere gidin, bakın
bakalım onların katında herhangi bir mükâfat bulabilecek misiniz?» diye
seslenecektir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 428)
Şâir
ne güzel söyler:
“Hâlıkı’nı
isteyen nâ murâd olmuş değil,
Halka
gönül bağlayan sonra peşiman olur.” (Sultan Veled)
“Yaptığı
işlerde, ibâdet ve kullukta sadece Yüce Rabbinin hoşnutluğunu arayan kişi,
mutlaka istediği neticeye ulaşır. Onun arzusunun boşa çıkması mümkün değildir.
Buna karşılık gönlünü Yaratan’ından koparıp halka bağlayan, işlerinde
insanların takdir ve değerlendirmelerini hesaba katan kişi sonunda pişman
olur.”
Şu
ibretli kıssa Allah’a vuslat arzusunun kulun gönlünü bütünüyle kaplamasını ne
güzel anlatır:
Rivayet
edildiğine göre Yûnus (a.s.), bir defasında Cebrâil (a.s.)’a:
“–Bana
yeryüzünün en âbid kimsesini gösterir misin?” dedi.
O
da, bir adam gösterdi ki, elleri ve ayakları cüzzamdan dolayı çürümüş bir
vaziyetteydi ve gözünü de kaybetmişti. Fakat şöyle demekteydi:
“Allahım!
Bana bu eller ve ayaklar vâsıtasıyla ne vermiş isen, ancak sen verdin. Neden
uzaklaştırmış isen de, ancak sen uzaklaştırdın. Allahım! Benim içimde Sadece
bir arzu bıraktın ki, o da yalnızca sana vuslat arzusudur.”
Mü’minde
Allah’a vuslat arzusunun oluşması için dünya nimetlerini oldukçu ölçülü
kullanmanın, özellikle açlık, az yeme ve az uyumanın önemi çok büyüktür.
Nitekim Muhammed b. el-Yemân, altı farklı meslek grubundan altı şey sorduğunu
söyleyip şunları ifade etmiştir:
› “Doktorlardan
ilaçların en şifa verenini sordum. Onlar: «En şifa verici ilaç açlık ve az
yemektir» dediler.
› Hikmet
ehlinden, hikmeti aramak hususunda en lüzumlu şeyi sordum. Onlar: «Açlık ve az
yemektir» dediler.
› İbadet
edenlerden, Allah’a ibâdet etmek hususunda en faydalı şeyi sordum. Onlar:
«Açlık ve az yemektir» dediler.
› Âlimlerden,
ilmi hatırda tutmak için en iyi şeyin ne olduğunu sordum. «Açlık ve az
uyumaktır» dediler.
› Padişahlardan
en iyi yemekleri sordum. Onlar: «Açlık ve az yemektir» dediler.
› Âşıklardan
insanı sevgiliye en çok ulaştıran şeyi sordum. «Açlık ve az yemektir» dediler.”
(Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 474)
Kehf
sûresinin, Peygamberimiz (s.a.s.)’in kendisine vahyedilen bir “beşer” oluşuna
temasla sona ermesi, İsrâiloğullarının Îsâ (a.s.) konusundaki sapmalarından
bahseden Meryem sûresine geçiş bakımından güzel bir hazırlık teşkil etmektedir.
Şimdi ise bir kısım peygamberlere ait harikulâde olayları naklederek bunlar
üzerinden insanlığı irşad etmek üzere Meryem sûresi gelmektedir:
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...
Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...
"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...
Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...
Enbiya suresinin 37. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 37. Ayet Arapça: خُلِقَ الْاِنْسَانُ مِنْ عَجَلٍۜ سَاُر۪يكُمْ اٰيَات۪ي فَلَا تَسْتَعْجِ ...
Saff sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 14 âyettir. İsmini, 4. ayetinde geçen صَفًّا (saffen) kelimesinden alır. Sûrenin “İsa” ve اَلْحَوَارِيُّونَ (Hav ...