Hicr sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 99 âyettir. İsmini 80. âyette geçen اَلْحِجْرُ (hicr) kelimesinden alır. Hicr, Sâlih (a.s.)’ın peygamber olarak gönderildiği Semûd kavminin yaşadığı bölgenin adıdır. Muhtemelen korunaklı bir bölge olması sebebiyle bu adı almış olabilir. Yalnız kelimenin Arapça aslında mâni olmak, mahrum etmek gibi mânaların olması, sûrenin ciddi bir ikaz taşıdığını da göstermektedir. Mushaf tertîbine göre 15, iniş sırasına göre 54. sûredir.
Hicr sûresi, Resûlullah (s.a.s.)’in davetini kabul etmeyen, onu inkâr eden, hatta onunla alay edenleri ikaz ve tehditle başlar. Önceki peygamberlere de aynı tavrın sergilendiğini haber vererek Peygamberimiz (s.a.s.)’i teselli buyurur. Kur’an’ın ve onu tebliğ edenin ilâhî muhafaza altında olduğunu, netice itibariyle hakkın gâlip geleceğini müjdeler. Allah Teâlâ’nın gökte ve yerdeki bir kısım kudret ve azamet nişânelerine temasla yeniden dirilişin gerçekliğine işaret eder. Hz. Âdem ve İblîs kıssasını, Hz. İbrâhim, Hz. Lût, Eyke ve Hicr halkı kıssalarını hulâsaten anlatarak hak ile bâtıl arasındaki mücâdeleyi gözler önüne serer. Kur’an’ın ehemmiyetine, Resûlullah (s.a.s.)’in vazife ve mesuliyetine dikkat çekerek, son nefese kadar kulluk telkiniyle sözü tamamlar.
Mushaftaki sıralamada on beşinci, iniş sırasına göre elli dördüncü sûredir. Yûsuf sûresinden sonra, En‘âm sûresinden önce Mekke döneminde, müşriklerin Hz. Peygamber’e ve müslümanlara yaptıkları baskıların şiddetlendiği yıllarda nâzil olmuştur (bk. âyet 94). İbn Âşûr’a göre (XIII, 6) bi‘setin (Hz. Peygamber’e vahyin gelmeye başlamasının) dördüncü yılının sonunda inmiştir. 87. âyetin Medine’de indiği yolundaki bilgi itimada şayan görülmemektedir.
1. Elif. Lâm. Râ. Bunlar, kitabın ve kendisi apaçık olup bütün gerçekleri açıklayan Kur’an’ın âyetleridir.
“Kitap”tan da, “Kur’an”dan da maksat, Kur’ân-ı
Kerîm’dir. Kitap, onun satırlarda yazılmasına, Kur’an ise onun sadırlarda
ezberlenip dâimî olarak dillerde okunmasına işaret eder. Kur’ân-ı Kerîm’in
mühim vasıflarında biri, mesajının açık olması, hak ile bâtılı ve bütün ilâhî
gerçekleri en ince ayrıntısına kadar beyân etmesidir. Dolayısıyla onu, başka
sözlerle kıyas etmeyip, lâzım gelen tâzim ve itinâyı göstererek okumak ve
dinlemek gerekir. Zira ona inanmayanları çaresiz bir pişmanlık ve hazin bir son
beklemektedir:
2. Bir gün gelecek kâfirler: “Keşke dünyada iken müslüman olup Allah’ın emrine boyun eğseydik!” diye hasret çekecekler.
3. Onları kendi hallerine bırak, yiyip içsinler, dünyanın sefâsını sürsünler, boş ümitler onları oyalaya dursun. Aldırış etme, yakında onlar başlarına nelerin geleceğini öğrenecekler.
Kâfirler,
yaptıklarının kötülüğünü anladıkları ve fecî âkıbetleriyle karşılaştıkları
zaman “Keşke müslüman olsaydık!” diye hasret ve pişmanlıklarını dile
getireceklerdir. Bu da:
›
Ya ölüp âhiretteki yerlerini gördüklerinde,
›
Yahut kıyâmetten sonra âhiretteki azapla karşılaştıklarında böyle
temennî edeceklerdir. Fakat bu temenninin bir faydası olmayacaktır. Çünkü artık
geriye dönüş ve eksikleri telâfi imkânı kalmamıştır.
Bu
hususta Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kıyamet
gününde cehennemlikler cehennemde toplanırlar. Kıble ehlinden Allah’ın dilediği
bir kısmı da günahları sebebiyle onlarla beraber bulunur. Kâfirler, bunlara:
«Siz müslüman değil miydiniz?» derler. Onlar da «Evet!» diye cevap verirler. «O
halde gördünüz ya müslümanlığınızın hiç faydası yokmuş, işte siz de bizimle
beraber ateşte yanıyorsunuz» diye onları kınarlar. Onlar: «Hayır öyle değil;
bizim bir takım günahlarımız vardı. Yüce Allah, onunla mesul tuttu» derler.
Bunun üzerine Yüce Allah o kâfirlere gazap buyuracak; rahmeti ve ihsanıyla da
kıble ehlinden olanların kurtuluşlarını emredecek, onlar da cehennemden
çıkacaklar. İşte o vakit kâfirler: «Ah, keşke biz de müslüman olsaydık»
diyecekler.” (Hâkim, el-Müstedrek, II, 242; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, X, 379)
Bu
bakımdan onlara İslâm’ı tebliğden geri kalmamak şartıyla kâfirlerin dünya
hayatında yiyip içmelerine, hayvanlar gibi nefsânî arzularının, zevk ve
eğlencenin peşine düşmelerine fazla aldırış etmeye değmez. Çünkü bunlar boş bir
aldanıştır; sonu hüsrandır. Ölümle bunların bir hiç olduğunu fark edecek, gerçek
hayatın âhiret hayatı olduğunu anlayacaklardır. “Âh! Keşke!” diyecekler, fakat
iş işten geçmiş olacaktır.
“Emel”;
dünyayı sevmek, ona dört elle sarılmak ve âhiretten yüz çevirmektir. Dünya
işlerinin görülebilmesi için bunun belli bir miktarı normal görülse de,
husûsiyle tûl-i emel, yani ardı arkası kesilmez dünyevî arzu ve istekler
zararlı ve tehlikelidir. Böyle bir hastalık kalpte yerleştiği zaman onu bozar
ve onun tedavisini güçleştirir. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle
buyurur:
“Dört
şey bedbahtlık alâmetidir: Göz damarlarının donup Allah korkusuyla yaş
akıtmaması, kalbin katılaşması, ardı arkası kesilmeyen boş arzular ve dünya hırsı.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, X, 226)
Yaşayacağı
günler hatta alacağı nefesler bile sayılı olan insan, bu tür kalbî
hastalıklardan uzaklaşarak ömrünü imanla sona erdirmenin gayreti içinde
olmalıdır:
4. Biz hiçbir memleket halkını, önceden tarafımızca belirlenmiş bir yazgıları olmadan helâk etmedik.
5. Vakti gelince de artık hiçbir toplum ne ecelini bir an öne alabilir, ne de onu bir an geciktirebilir.
Târih
boyunca pek çok toplum, peygambere karşı gelmeleri, günah ve azgınlıkları
sebebiyle helak edilmiştir. Ancak bunlar rastgele, körü körüne değil belli bir
takvime göre, haklarında Levh-i Mahfûz’da belirlenmiş belli bir yazıya ve hükme
göre helak edilmişlerdir. Bu ilâhî kanun, şu anda yaşayan ve daha sonra gelecek
olan toplumlar için de geçerlidir. Dolayısıyla hak ve hakikat düşmanlığı yapıp
azgınlıkta ileri gidenlerin “Niçin hemen helak edilmiyoruz” diyerek alaya
kalkışmalarının bir anlamı yoktur. Çünkü vakti gelince kesinlikle helak
edilecekler; o helak saatini bir saniye önceye veya sonraya almaları mümkün
olmayacaktır. Buna göre Peygamber (s.a.s.)’in ve daha sonra gelen
müslümanların, o kadar isyan ve zulümlerine rağmen kâfirlerin niçin bir an önce
helak edilmediklerini sormalarına da gerek yoktur. Bunlar tamâmen ilâhî ilme
göre tanzim edilmekte, her şey tam vaktinde ve yerli yerince vuku bulmaktadır.
O halde herkes sadece üzerine düşen vazifeyi en iyi şekilde yerine getirmeye
çalışmalı, kendi işine bakmalı, işi olmayan şeylerle kafasını ve kalbini meşgul
etmemelidir. Çünkü kâfirlerin, ister sözlü olsun ister fiilî olsun bu husustaki
saldırı ve hakaretlerinin sonu gelmeyeceği tarihî bir gerçektir:
6. Kâfirler alay ederek şöyle dediler: “Ey kendisine sözde Kur’an indirilen adam! Sen elbette delinin birisin.”
7. “Eğer doğru söylüyorsan, bize melekleri getirip göstersene!”
8. Oysa biz melekleri ancak gerçek bir sebep ve hikmetle indiririz. Melekler indiğinde ise artık onlara hiç mühlet verilmez, hemen helâk edilirler.
Müşrikler,
Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’le alay etmek üzere, “Ey kendisine sözde Kur’an indirilen
adam!” diye hitap ediyorlardı. Yoksa ona vahiy geldiğine inanmıyorlardı. Onu
delilikle suçlamaları ve ondan görebilecekleri bir şekilde melekleri
getirmesini istemeleri de bunu açıkça göstermektedir. Bu talepleri dile
getirirken onların niyetleri inanmak değil, Peygamber (a.s.)’ı zor durumda
bırakmaktı. Ancak Peygamber’den meleklerin getirilmesi gibi hârikulâde şeyleri
istemenin bedeli ağırdır. Melekler rastgele inmezler. İndikleri zaman Allah’ın
emriyle iner, getireceklerini getirir ve yapacaklarını yaparlar. Bu tür
kâfirler üzerine azap melekleri iner; onları ya fert fert öldürür veya toplu
olarak helak ederler. Helak olacak o kişilere de artık bir an mühlet tanınmaz,
göz açtırılmaz, anında işleri bitirilir. Dolayısıyla bu âyetler, peygamberleri
ve onların davetlerini oyun ve eğlence vasıtası yapanlara çok büyük tehditler
ihtiva etmektedir.
Kur’ân-ı
Kerîm’in inişi ve korunmasına gelince:
9. Şüphesiz ki bu Kur’an’ı biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da elbette biziz.
Yüce
Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’i hem inişi esnasında cin ve şeytanların karışıklık
yapmalarından korumuş hem de onu kıyâmete kadar her türlü bozulma, değişme,
artma ve eksilmeden koruyacağını müjdelemiştir. Bu ilâhî korumanın beşerî idrak
sınırları içinde şu yollarla gerçekleştiği görülmektedir:
› Allah Teâlâ
Kur’ân-ı Kerîm’i bir kelâm mûcizesi kılmış, insanları onda bir artma ve
eksiltme yapmaktan aciz bırakmıştır. Çünkü Kur’ân’a bir şey ilave edilecek veya
ondan bir şey eksiltilecek olsa hemen Kur’ân nazmı değişir ve bütün aklı
erenler onun Kur’ân’dan olmadığını hemen fark eder. Bunun için Kur’ân’ın
mûcizelik vasfı, bir şehri kuşatan surlar ve kaleler gibi onu sürekli koruma
altında tutar.
› Allah Teâlâ,
kıyâmete kadar Kur’ân-ı Kerîm’i yazacak, okuyacak, ezberleyecek, koruyacak,
okutacak ve halk arasında neşredecek bir topluluğu vazifelendirmek suretiyle,
onu insanların bozup değiştirmesinden muhafaza edecektir.
› Cenâb-ı Hak
kelâmını öyle ilâhî bir koruma altına almıştır ki, bir kimse Kur’ân’ın bir
harfini veya bir noktasını değiştirecek olsa bütün âlem ona: “Bu yanlıştır,
Allah’ın sözünü değiştirmektir” der. Hatta büyük ve heybetli bir adam Kur’an’ın
bir harfinde veya harekesinde yanlışlıkla bir hata yapacak olsa çocuklar bile ona
hemen, “Efendi yanıldın, doğrusu şöyledir!” derler.
Gerçekten
de insanlık tarihine bakıldığında Kur’ân-ı Kerîm’e nasip olan bu korunmanın
hiçbir kitaba nasip olmadığı görülür. Bugün dünyanın her tarafında en yaygın
kitap olan Kur’an, bir harf farkı olmaksızın on beş asırdır okunup durmaktadır.
Bunca matbaa, kaydetme, ulaşım ve iletişim imkânlarına rağmen yirminci asırda
yaşamış meşhur şahısların eserlerinde bile farklılıkların bulunması, Kur’an’a
nasip olan bu muhafaza işinin başlı başına bir mûcize olduğunu gösterir. Yine
bunca dinsizlerin, yahudilerin ve hıristiyanların Kur’ân’ı değiştirmek ve
bozmak üzere birçok arzuları, hırsları ve çalışmaları bulunduğu halde, bu
kitabın her yönden tahriften korunmuş olarak kalması da en büyük
mûcizelerdendir. Buna rağmen kâfirler, Kur’an’la da Peygamber’le de alaydan
vazgeçmezler:
10. Doğrusu biz, senden önce gelip geçen toplumlara da nice peygamberler gönderdik.
11. Fakat onlara ne zaman bir peygamber gelse, mutlaka onunla alay ederlerdi.
12. İşte biz, o inkâr ve alay etme hastalığını günahkâr kâfirlerin kalplerine böyle yerleştiririz.
13. Böylece onlar, aynı hastalık yüzünden önceki toplumların başına gelenler ortada dururken, yine de Kur’an’a inanmazlar.
Peygamberlerle
alay edilmesi yeni ortaya çıkmış bir durum değil, öteden beri devam eden müzmin
bir hastalıktır. Bu sebeple, böyle durumlar karşısında fazla sarsılmaya gerek
yoktur. Cenâb-ı Hak bu beyânlarla hem peygamberini hem de inananları teselli
eder. Aslında imanı ve küfrü, hidâyet ve dalâleti yaratan Allah’tır. O, tercihini
iman ve hidâyetten yana kullananın kalbinde iman ve hidâyet yaratır. Eğer kul
tercihini imansızlık, alay ve red istikâmetinde kullanırsa Allah, onun kalbine
bu mezmûm, helak edici duyguları yerleştirir ve böyle devam ettiği takdirde bir
daha Kur’an’a inanma imkânı bulamaz. Cenâb-ı Hakk’ın öteden beri devam ede
gelen kanunu böyledir. Onlar öyle müzmin bir inkâr hastalığına tutulurlar ki:
14. Hatta üzerlerine gökten bir kapı açsak da oradan yukarılara çıksalar bile,
15. Hiç şüphesiz: “Gâliba gözümüz bağlandı; daha doğrusu biz büyülendik” derler.
Burada
kâfirlerin inanmamak için ileri sürdükleri mûcize talep etmek, meleklerin
getirilmesini istemek gibi tüm mazeretler çürütülür. Zira onların derdi,
peygamberliğin doğruluğuna delil bulmak değil, aksine inanmamak için sudan
bahaneler uydurmaktır. Peygamberin doğruluğuna delil istediklerinde üzerlerine
gökyüzünden bir kapı açılsa, oradan kuds ve melekiyet âlemine çıksalar ve
gerçeği gözleriyle apaçık görseler, öyle bir inkârcı ve inatçı karaktere
sahiptirler ki, gördükleri bu gerçeklerin gerçek değil de hayali şeyler
olduğunu ve birileri tarafından yanıltıldıklarını iddia ederler. Ayette geçen فَظَلُّوا (fezallû) fiili, göğe yükselme işinin
gündüz gerçekleştiğine delalet eder. Yani her şeyin açıkça görüldüğü ve görmede
hiçbir tereddüdün olmadığı gündüzün çıksalar ve görseler yine inatlarından vazgeçmezler.
Hiçbir şey görmediklerini söylerler, gördüklerini de inkâr ederler. (İbn Âşûr, et-Tahrîr
ve’t-tenvîr, XIV, 26) Hatta, “daha doğrusu biz büyülendik herhalde,
gördüklerimiz sihre uğramış birinin hayallerinden öte bir şey değil” derler.
Bu
tablolar, gerçeği kabule engel olan kibri ve pervasız bir inadı canlandırıp,
bunun olanca açıklığı ile ortaya çıkmasını sağlar. Böyle insanların inanması ve
doğru yolu bulması çok zordur. Bunlarla tartışmanın da hiçbir faydası yoktur.
Çünkü bunların inanmamaları, iman etmek için yeterli delil bulamamalarından
değil, gerçek karşısında kibirli ve inatçı bir tutum sergilemelerinden
ötürüdür. Dolayısıyla burada anlatılan kibirli, gerçeklere kapalı ve onları
görmek istemeyen insanın temsilidir. Bu karakter yapısı, belli bir bölgeye ve
belli bir zaman dilimine mahsus değildir. Aksine bu, fıtratı bozulan, basîreti
kapanan, içindeki anlayı güçleri devre dışı kalan, çevresindeki muazzam ve
muhteşem kâinatla ve onda sergilenen ilâhî kudret akışı ve azamet
tecellileriyle alakasını koparmış her insanın misâlidir. Oysa insan, Allah’ın
birliğini ve sonsuz kudretini göstermek üzere gözünün önüne dikilmiş olan şu
muazzam delil ve işaretlere insafla bakıp bunları ibretle seyredecek olsa, hiç
zaman kaybetmeden o ölümsüz gerçekle buluşacaktır:
16. Gerçekten biz, gökyüzünde muazzam burçlar yarattık ve ibretle temâşâ edecekler için onu süsledik.
Allah
Teâlâ bu burçları öylesine bir koruma altına almıştır ki, hiçbir şeytan onlara
ulaşamaz. Cinleri de içine alan tüm şeytanlar, dünya küresiyle
sınırlandırılmışlardır. Onların bu küreden ayrılıp diğer kürelere geçebilme
kabiliyetleri yoktur. Bu bilgi, insanlar arasında günümüzde bile yaygın olan
bir yanlış anlamayı ortadan kaldırmaktadır. Çünkü insanlar, şeytan ve
yandaşlarının kâinatta her tarafa gidebildiklerine inanmaktadırlar. Kur’an, bu
yanlış anlayışın zıddına, şeytanların belirli sınırları aşamayacaklarını ve
sınırsız bir güce sahip olmadıklarını haber vermektedir. Bu bilgi, aynı zamanda
şeytanların yalan yanlış haberlerine dayanan kehânet, büyü ve falcılık gibi
sahtekârlıkların aslının olmadığını ortaya koymaktadır. Şeytanlardan sınırı
aşıp da kulak hırsızlığı yaparak göğün sırlarından bir şey almak isteyeni de
zaten apaçık, yakıcı bir alev topu kovalar. Onu yakalayıp yakar, yok eder; o
bilgiyi çalmasına müsaade etmez. (bk. Saffât 37/7-10; Cin 72/8-9)
Gökyüzüünü
en ince sanat eserleriyle tezyin ettiğini haber veren ilâhî kudret, şimdi de
yeryüzüne yönelmektedir:
17. Hem göğü taşlanan ve kovulan bütün şeytanlardan koruduk.
18. Ancak içlerinden, kulak hırsızlığıyla göğün sırlarından bir bilgi, bir haber kapmaya teşebbüs eden olursa, onu da hemen apaçık, yakıcı bir alev topu kovalar.
Allah Teâlâ bu burçları öylesine bir koruma altına almıştır ki, hiçbir şeytan onlara ulaşamaz. Cinleri de içine alan tüm şeytanlar, dünya küresiyle sınırlandırılmışlardır. Onların bu küreden ayrılıp diğer kürelere geçebilme kabiliyetleri yoktur. Bu bilgi, insanlar arasında günümüzde bile yaygın olan bir yanlış anlamayı ortadan kaldırmaktadır. Çünkü insanlar, şeytan ve yandaşlarının kâinatta her tarafa gidebildiklerine inanmaktadırlar. Kur’an, bu yanlış anlayışın zıddına, şeytanların belirli sınırları aşamayacaklarını ve sınırsız bir güce sahip olmadıklarını haber vermektedir. Bu bilgi, aynı zamanda şeytanların yalan yanlış haberlerine dayanan kehânet, büyü ve falcılık gibi sahtekârlıkların aslının olmadığını ortaya koymaktadır. Şeytanlardan sınırı aşıp da kulak hırsızlığı yaparak göğün sırlarından bir şey almak isteyeni de zaten apaçık, yakıcı bir alev topu kovalar. Onu yakalayıp yakar, yok eder; o bilgiyi çalmasına müsaade etmez. (bk. Saffât 37/7-10; Cin 72/8-9)
Gökyüzüünü en ince sanat eserleriyle tezyin ettiğini haber veren ilâhî kudret, şimdi de yeryüzüne yönelmektedir:
19. Yeryüzünü de yayıp genişlettik, üzerine sağlam, sarsılmaz dağlar yerleştirdik ve orada rengi, tadı, şekli ölçülü her bitkiden ürünler bitirdik.
Cenâb-ı
Hak yeryüzünü yayıp döşemiş, sarsılmaması ve içindekileri sağlam tutabilmesi
için oraya yerinden oynatılamaz sâbit dağlar yerleştirmiş ve orada ölçüsü ve
miktarı belli her türlü bitkiyi bitirmiş, madenleri var etmiştir. Bunlarda var
olan ölçüyle alakalı şu izahlar yapılabilir:
›
Bu şeyler, insan ve diğer canlıların ihtiyacına göre
ayarlanmışlardır. Allah Teâlâ, insanların ihtiyacı olan şeyleri ve bunlardan
istifade edecekleri miktarı bilir ve yeryüzünde o kadarını bitirir.
›
Bu âlem, sebepler âlemidir. Allah Teâlâ, madenleri, bitkileri ve
canlıları, ancak bu âlemdeki elementlerin belli ölçülerdeki terkibi ile meydana
getirir. Bunlar üzerinde mutlaka toprağın, suyun, havanın, sıcaklık ve soğukluk
bakımından güneş ve yıldızların belli tesirleri vardır. Belirlenen bu ölçüler
olmasa veya o belli miktardan fazlası veya noksanı takdir edilecek olsa, mevcut
ölçülü halleriyle madenler, bitkiler ve canlılar oluşmaz. Demek ki Allah Teâlâ
bunları, nihâyetsiz kudreti, ilmi ve hikmeti ile belli bir tarz üzere takdir
buyurmuştur.
›
“Falancanın hareketleri ölçülüdür” sözü, onun hareketlerinin
hikmete uygun, münasip ve güzel olduğunu ifade eder. “Şu söz ölçülü bir sözdür”
denildiğinde de o sözün boş olmayan, tutarsızlıktan uzak, güzel ve münasip
olduğu kastedilir. Buna göre âyet, yeryüzünde her şeyin ilim ve hikmet
terâzisinde tartılarak münasip, uygun, akl-ı selimce güzel, hoş ve insanların
istifadesine uygun yaratıldığını haber vermektedir.
Rızıkların
taksimine gelince:
20. Orada hem sizin için, hem de rızkı size bağlı olmayan diğer canlılar için geçim kaynakları var ettik.
21. Her şeyin hazinesi bizim yanımızdadır; ancak biz onu belirli bir ölçüye göre indiriyoruz.
Cenâb-ı
Hak yeryüzüne hem bizim için, hem de rızkını bizim temin etmediğimiz kimseler,
evcil veya yabanî hayvanlar için geçim vesileleri kılmıştır. Hepimizi O
rızıklandırmaktadır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Yeryüzünde
kımıldayan bütün canlıların rızkı yalnızca Allah’a aittir.” (Hûd 11/6)
“Nice
canlılar var ki, hayatları için gerekli olan rızkı yanlarında taşıyamaz.
Onların da sizin de rızkını veren Allah’tır.” (Ankebût 29/60)
Çünkü
bildiğimiz ve bilmediğimiz her şeyin hazineleri Rabbimizin katındadır. O’nun
kudret eli, hüküm ve tasarrufu altındadır. Oradan ilâhî hikmetine, kulların
maslahat ve ihtiyacına göre belirlenmiş ölçüler içerisinde indirir. Bir diğer
âyet-i kerîmede şöyle burulur:
“Allah
kullarına rızkı bol bol verseydi, elbette yeryüzünde taşkınlık ederlerdi. Bu
sebeple O, rızkı dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarının bütün
hallerini çok iyi bilmekte ve onları hakkiyle görmektedir.” (Şûrâ 42/27)
Bulutların
sevki, aşılanması, yağmurun oluşumu ve bitkilerin aşılanmasında çok mühim rol
oynayan rüzgarlar ise başlı başına bir kudret delilidir:
22. Biz rüzgârları aşılayıcı olarak gönderiyoruz. Böylece gökten sağanak sağanak yağmur indiriyor ve bu sayede sizin su ihtiyacınızı karşılıyoruz. Yoksa ne onun kaynağını elinde tutan, ne de onu mahzenlerde depolayan siz değilsiniz!
Allah
Teâlâ rüzgarları aşılayıcı olarak gönderir. Yapılan araştırmalar rüzgârların
hem bulutları hem de bitkileri aşıladığını ortaya koymaktadır.
Rüzgârların
bulutları aşılamaları şöyle gerçekleşir: Atmosferde tonlarca ağırlığa sahip
bulunan büyük yağmur bulutlarını sürükleyen rüzgâr, onları hava ile sürterek
negatif ve pozitif elektrik yüküyle aşılanmalarına sebep olur. Su buharından
meydana gelen bulutları rüzgârlar birbirine çarpıştırır. Bu çarpışmadan,
bulutlarda pozitif-negatif elektron geçişmesi olur; şimşek meydana gelir.
Rüzgârlar bulutlara elektriği aşılar. Aynı zamanda bulutları sıkıştırarak yere
yağmuru aşılar.
Rüzgârların
bitkileri aşılamalarıyla ilgili ise şöyle bir izah yapılabilir: Bitkiler de,
hayvanların üremesinde olduğu gibi, aynı cinsten iki eşey hücrenin, yani
erkeğin spermiyle dişinin yumurtasının birleşip kaynaşması neticesinde meydana
gelir. Yüksek yapılı bitkilerde bu hâdise, erkek çiçek tozu çekirdeğinin
yumurtaya girerek onun çekirdeğiyle birleşip kaynaşması sonucu gerçekleşir.
Aynı döllenme yosunlarla eğrelti otlarında da meydana gelir. Şu farkla ki
bunlarda, kendiliğinden hareketli olan spermin, yumurta hücresiyle birleşip
kaynaşması, yumurta odasının boynundan aşağı doğru yüzerek inmesiyle olur.
Bitkilerde bir çapraz döllenme, bir de doğrudan döllenme söz konusudur. Çapraz döllenme
aynı türden başka başka bitkilerde ya da aynı bitkinin değişik iki çiçeğinde
oluşan anterozoit ve oosferin, çapraz tozlaşmadan sonra kaynaşması sonucunda
meydana gelen döllenmedir. Doğrudan döllenme ise aynı çiçekte oluşan antrozoit
ve oosferin kaynaşmasıyla meydana gelen döllenmedir. Doğrudan döllenmeden önce
doğrudan tozlaşma olur. İşte bitkilerde meydana gelen bu tozlaşma ve döllenme
esnasında erkek çiçek tozlarının dişi organ tepeciği üzerine taşınması ve
böylece döllenmenin sağlanması rüzgârlar aracılığıyla olmaktadır. Rüzgârların
bitki hücrelerini sağa sola savurarak karşı hücrelerle buluşmasını sağlaması,
kâinatta sayısı belirsiz bitkilerin meydana gelme ve çoğalma nedenini ortaya
çıkarmaktadır.
Cenâb-ı
Hak rüzgârların aşıladığı bulutlardan hayat kaynağımız suyu indirmekte ve
böylece bizim en zaruri ihtiyaçlarımızdan biri olan su ihtiyacımızı
karşılamaktadır. Hem bütün su kaynaklarını kudret elinde tutan Yüce rabbimiz
olduğu gibi, gökten inen bu suyu, uzun süre kendisinden istifade edebilmemiz için
dağlarda, pınarlarda, kuyularda, göllerde, havuzlarda, mahzenlerde, küplerde,
testiler de tutan da biz değil yine Yüce Rabbimizdir. O’na ne kadar ihlâs ve
ihsân hissiyâtı içinde kulluk yapsak, ne kadar şükretsek azdır!
Burada
rüzgârların اَلإرْسَالُ (irsâl) “gönderme”,
suyun اَلإنْزَالُ (inzâl) (indirme”
fiilleriyle anlatılması aynı zamanda bir benzetmeye de işaret eder. Çünkü اَرْسَلْنَا (erselnâ) peygamberlerin gönderilmesini; اَنْزَلْنَا (enzelnâ) da kitabın indirilmesini
hatırlatarak şu mânayı hissettirir: “İşte Allah tarafından gönderilen
peygamberler de o aşılayıcı rüzgarlar gibidir; Allah’ın feyzini taşıyarak
kabiliyeti olanlara yayar ve aşılarlar. İndirilen kitap da o gökten inen su
gibi hayatın mayasıdır.”
Netice
itibariyle şunu bilmeniz gerekir ki:
23. Hiç şüphesiz yaşatan da biziz, öldüren de biziz. Her şey yok olup gittikten sonra bâkî kalan gerçek mülk sahibi de biziz.
24. Doğrusu biz, sizden önce geçip gidenleri de biliyoruz, sizden sonra gelecek olanları da biliyoruz.
25. Şüphesiz senin Rabbin mahşer günü onların hepsini huzurunda toplayacaktır. Gerçekten O, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan, her şeyi hakkıyla bilendir.
Yüce
Allah diriltir ve öldürür. Hayat vermek istediklerine hayat verir, onları bir
müddet yaşatır. Süreleri bittiğinde onlardan hayat vasfını alarak onları
öldürür. Bir kısım insanlara ve diğer canlılara hayat iksiri olan ruhu
üfleyerek onları hayat sahnesinde devreye sokarken, bir kısmından da o ruhu
geri almak suretiyle onları devreden çıkarır. İlkbaharda yeryüzünü yağmurlarla
diriltir, sonbaharda ise onu öldürür. Allah iman ile kalpleri diriltir, küfür
ile o kalpler ölü hale gelir. Mahlukâtın varlığı, hayatı ve bir kısım şeylere
sahipliği hep izâfîdir, geçicidir. Her şeyin gerçek sahibi, vârisi Bâkî olan
Allah’tır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Yeryüzünde
bulunan herkes fanîdir. Yalnız sonsuz büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin zâtı
bâki kalacaktır.” (Rahmân 55/26-27)
Allah Teâlâ doğumda ölümde, imanda küfürde, itaatte
isyanda, iyilikte kötülükte, hayırda şerde, cihatta tembellikte öne geçenleri
de geri kalanları da en iyi bilmektedir. Bu ilmi istikâmetinde herkesi mahşerde
bir araya toplayacak; sağlam ve değişmez olan hükmü ve sonsuz hikmeti ile
hepsini hesaba çekip hayır veya şer amellerin karşılığını verecektir. İşte bu
sebep ve hikmete dayalı olarak insanları ve cinleri yaratıp onları sorumlu
birer varlık kılmıştır:
26. Gerçekten biz insanı pişmemiş kuru çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık.
Âdem
topraktan yaratılmıştır. Fakat bu yaratılış bir anda olmamış, bilakis belli
safhalar halinde meydana gelmiştir. Burada o safhalardan birine dikkatlerimiz
çekilmektedir. Bu safha “salsâl, hame’ ve mesnûn” olmak üzere üç kelime ile
açıklanır:
اَلصَّلْصَالُ (salsâl), “sert bir cisimle vurulduğu
zaman tıngırdayan, ses çıkaran, kuru pişmemiş çiğ çamur” demektir. اَلْحَمَأُ (hame’), “uzun müddet su ile yumuşayıp
bozulmuş, kokuşmuş cıvık çamur, yani balçık” mânasındadır. اَلْمَسْنُونُ (mesnûn) ise “işlenmiş, sürtülmüş,
kazınmış, bilenmiş; bir kalıba dökülmüş; bir şekil ve örnek üzere resimlenmiş”
demektir. Buna göre “Hamein mesnûn”un, insan cinsinin şekli için örnek olacak
ve bundan böyle yaratılacak insanlar için de model teşkil edecek hususi bir
şekle dökülmüş bir balçık olduğu anlaşılmaktadır. Bu safha, insan yaratılışının
tohumu olan spermayı ifade eder. Çünkü sperma her mânasıyla “mesnûn”, yani hem
değişmiş, sürtülmüş, dökülmüş; hem de belli bir model üzere şekillenmiş bir
balçıktır. Bu mâna, insan cinsinin bütün fertlerini kapsar. Ancak ilk insan
olan Âdem’de bunun ilk örneği uygulanmıştır.
Cinlerin
yaratılışa gelince:
27. Cinlere gelince, onları daha önceden bedenin gözeneklerine işleyen zehirleyici, yakıcı, kavurucu bir ateşten yaratmıştık.
Cinler
insandan zaman itibariyle çok önce yaratılmışlardır. Cenâb-ı Hak onları “semûm”
denilen bir ateşten yaratmıştır اَلسَّمُومُ (semûm),
ateş alevi gibi sıcak esen rüzgâr, sam yeli demektir. Bu kelimenin aslı olan اَلسَّمُّ (semm) kelimesinin zehir ve iğneninki gibi
ince delik mânaları da vardır. Vücuttaki terin çıktığı ve havanın nüfûz ettiği
gizli deliklere ise “mesemme”, çoğuluna da “mesemmât” denilir. Bundan dolayı
“sâmm ve semûm”, mesemmâta yani vücudun deliklerine nüfûz edici veya
zehirleyici bir keyfiyete sahiptirler. Buna göre cinlerin “semûm” denen zehirli
ateşten yaratılmış olması, cin ve şeytanların insana gizli deri gözeneklerinden
girebilecek, zehirleyecek ve yakacak bir özellikte olduğuna işaret etmektedir.
Bu açıdan insanın cinlerle münasebeti önemli olduğu gibi onun meleklerle ve
şeytanla olan münasebeti apayrı bir derinlik ve incelik taşımaktadır:
28. Hani Rabbin meleklere şöyle demişti: “Ben pişmemiş kuru çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım.”
29. “Yaratılışını tamamlayıp onu insan olarak düzenlediğim ve içine kendi ruhumdan üflediğim zaman, ona secde ederek yerlere kapanın.”
30. Bunun üzerine bütün melekler hep birlikte secdeye kapandılar.
31. İblîs hâriç. O, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı.
İnsan
madde ve mâna, beden ve ruh olmak üzere iki yönlü yaratılmıştır. Maddesi
topraktan, mânası ise “Ona kendi ruhumdan üflediğimde” (Hicr 15/29)
beyânında ifadesini bulduğu şekliyle kendisine Allah tarafından üflenen
ruhtandır. Cenâb-ı Hakk’ın, “rûhumdan” buyurarak insan ruhunu kendi zâtına
izâfe etmesi, insanın esas şeref, kerem ve üstünlüğünün bedenî cihetinden
değil, ilâhî nefha olan ruhî cihetinden geldiğini gösterir.
Allah
Teâlâ’nın, insana rûhundan üflemesi, temsîlî bir ifadedir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın
kendisindeki bâzı husûsiyetleri kuluna onun istîdâd ve iktidârı nispetinde
vermesi demektir. İnsan, aldığı bu ilâhî emânetin feyiz, bereket ve gücüyle
Rabbini tanır, O’na kul olur. İlâhî sırlara tâkati nispetinde vâkıf olur. Bu
vukûfiyetin merkezi ise, kalptir.
Rûhu
iki mertebede mütâlaa edebiliriz:
Birincisi;
rûh-i sultânî: Emir âlemindendir. Bedenden ayrıdır. Bedenle beraber olması,
onun üzerinde tasarrufta bulunması iledir. Bedenin çürüyüp yok olması, ona tesir
etmez. Ancak bu sûretle bedenî arzular üzerindeki tasarrufu sonna erer. Rûh-i
sultânîye sahip olmak, insanı üç esaslı görevle sorumlu ve bu görevleri yerine
getirme konusunda yeterli bir güç ve kabiliyetle donanımlı kılar:
Nefsini tanımak; kendi varlığını, bunun nereden gelip nereye
gittiğini bilmek,
Kendisini yoktan yaratanı bilmek; Rabbini tanımak,
Rabbine karşı acizliğini ve muhtaçlığını bilmek; hiçliğe ulaşmak.
İkincisi; rûh-i hayvânî: Halk âlemindendir. Bedenin tüm
uzuvlarına yayılmıştır. Esas hükümranlığı kan üzerindedir. Merkezi beyindir.
Fiil ve hareketlerin başlangıç noktasıdır. Eğer hayvânî rûh olmasaydı, hiçbir
eser vücûda gelmezdi. İşte insanın fiilleri, bu sultânî rûh ile hayvânî rûhun
sahip olduğu özellikler ve bunların ortaklaşa münasebetleri içinde ortaya
çıkar.
Âdem’in
beden ve ruhuyla yaratılışı tamamlanınca Cenâb-ı Hak meleklere ona secde
etmesini emreder. Meleklerin hepsi birlikte ona secde ederler. Fakat İblîs
secde etmez; secde edenlerle beraber olmaktan kaçınır. (bk. Bakara 2/34;
A‘râf 7/11)
Hâdisenin ilerleyen safhasında Cenâb-ı Hak’la İblîs
arasında şöyle bir konuşma geçer:
32. Allah şöyle buyurdu: “Ey İblîs! Sana ne oluyor ki, secde edenlerle beraber bulunmuyorsun?”
33. İblîs: “Ben senin pişmemiş kuru çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana asla secde edecek değilim” diye karşılık verdi.
Âdem
topraktan, İblîs ise ateşten yaratılmıştı. İblîs, elinde haklı bir delil
olmaksızın sırf kendi fasit kıyasına göre ateşin topraktan daha şerefli ve
üstün olduğunu savundu. Buna göre latîf ruhânî bir varlığın kesîf cismânî bir
varlığa secde etmesini, onun emrine girmesini kabul etmedi. Âdem’in zâhirine
baktı, onun ruh dünyasından gâfil oldu. Onun sûretini virâne gördü, fakat
sırlar hazinesinin o harâbede gizlenmiş olduğunun farkına varamadı. Ebedî
lanete uğradı:
34. Allah buyurdu ki: “Öyleyse çık oradan! Çünkü sen artık kovulmuş birisin!”
35. “Ta hesap gününe kadar bu lânet senin tependen hiç ayrılmayacaktır.”
İblîs,
Allah’ın emrine isyanı sebebiyle göklerden, cennetten veya melekler arasından
yahut hepsinden birden kovulmuştur. Böylece رَج۪يمٌ (racîm) vasfını almıştır. Bu kelimenin aslında
taş ile recmetmek, yani taş atmak mânası vardır. Bu da kovmaktan kinâyedir.
Çünkü kovulan kimsenin ardından taş atılır. İşte İblîs taşlanarak Allah’ın
rahmetinden, her türlü lutuf ve kereminden kovulmuştur. Aynı zamanda o ve
zürriyeti parlak ateş şûleleriyle göklerden kovulmakta ve oraya yükselmeleri
engellenmektedir. Hesap gününe kadar da İblîs’e lânet edilmiştir. Bu lânet, Sād
sûresi 78. âyette beyân buyrulduğu üzere bizzat “Allah’ın lâneti”dir. Kıyâmet
günü bu lânet cehennem azabıyla birleşerek ebediyen devam edecektir. (bk.
A‘râf 7/44)
Fakat
bu arada insanın imtihan edilmesi bakımından çok önemli bir nokta olarak
İblîs’e verilen mühletten söz edilerek şöyle buyruluyor:
36. İblîs: “Rabbim! Madem öyle, insanların diriltilip kabirlerinden çıkacakları güne kadar bana yaşama fırsatı ver” dedi.
37. Allah da şöyle buyurdu: “Tamam, artık sen kendisine yaşama fırsatı verilenlerden birisin.”
38. “Ama diriliş gününe kadar değil, vakti ancak tarafımca bilinen belirli bir güne kadar!”
İblîs,
hem Âdem ve zürriyetini aldatmak, böylece onlardan intikamını almak hem de
ölümden kurtulmak için insanların yeniden diriltilip kabirlerden çıkacakları
güne kadar mühlet ister. Çünkü diriliş gününden sonra artık bir daha ölüm
yoktur. Ancak Cenâb-ı Hak ona yeniden diriliş gününe kadar değil, “bilinen bir
vakte” kadar mühlet verir. Bu vaktin ne olduğunu ise İblîs değil, Allah Teâlâ
bilmektedir. Dolayısıyla ona mühlet verilmiş, fakat bunun ne kadar süre olacağı
hususunda açık bir garanti verilmemiş, kendisinin helaki hakkında açık bir
tehdit unsuru taşıması bakımından o vakit gizlenmiştir. Dolayısıyla zaman
gelecek İblîs de ölecektir. Âlimler bu vaktin, sûra birinci kez üfürülme vakti
olduğu görüşündedirler. Dolayıısyla İblîs’e mühlet verilmesiyle insanın
imtihanı başlamış ve elde ettiği neticeler de bu imtihandaki başarısına göre
belirlenmiştir:
39. İblîs şöyle dedi: “Rabbim! Madem beni azdırıp saptırdın, yemin olsun ki, ben de yeryüzünde günahları onlara çok cazip göstereceğim ve kesinlikle onların hepsini azdırıp yoldan çıkaracağım.”
40. “Ancak içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ! Onları azdırmaya gücüm yetmez.”
41. Allah şöyle buyurdu: “İşte bu ihlâs ve teslimiyet yolu, bana varan dosdoğru yoldur.”
42. “Benim ihlâsa erdirilmiş o has kullarım ki, senin onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Senin nüfûzun ancak senin peşine takılan azgınlar üzerindedir.”
43. “Hiç şüphesiz cehennem de, o azgınların hepsi için kararlaştırılmış ve onlara va‘dedilmiş bir yerdir.”
44. “Onun yedi kapısı vardır. O azgınlardan kimin hangi kapıdan gireceği belirlenmiştir.”
İblîs,
azgınlığını Cenâb-ı Hakk’a nispet ederek büyük bir küstahlık yapar; isyanına
isyan, günahına günah katar. Bu yetmiyormuş gibi, insanları da kendi yaptığı
gibi günaha teşvik edeceğine, onları cazip dünya süsleriyle meşgul edip
taatlerden uzaklaştıracağına, yine onları azdırıp yoldan çıkaracağına dair o Yüce
Huzur’da pervasızca yemin eder.
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“İblîs:
«Rabbim, izzet ve celâlin hakkı için Âdemoğullarının ruhları bedenlerinde
bulunduğu surece onları azdırmaktan geri durmayacağım» der. Bunun üzerine Yüce
Rabbimiz şöyle buyurur: «İzzetim ve celalim hakkı için ben de onlar benden
bağışlanma diledikleri sürece günahlarını bağışlayıp duracağım.»” (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, III, 76)
Ancak
İblîs’in burada bir gerçeği dile getirdiği de dikkatlerden kaçmamaktadır.
Herhalde Cenâb-ı Hak ona bunu söylemesini emretmiş, o da bunu itiraf etmek
durumunda kalmıştır. O gerçek de şudur: “İblîs, Allah’ın ihlâsa erdirilmiş,
samimi ve teslimiyet ehli kullarına hiçbir zarar veremeyecektir.” Bunlar,
gönüllerini Allah’a muhabbete, her türlü fiil ve davranışlarını Allah’a itaate,
bütün imkân ve istidatlarını Allah’ın dinine hizmete adamış seçkin, lekesiz,
tertemiz ve has kullardır. Belki de insanın karşısına İblîs gibi bir imtihanın
çıkmasının esas hikmetlerinden biri de budur: Ateşte eritilerek hâlis hale
gelen altın gibi, İblîs ve nefis imtihanı ateşinde eriyerek hâlis bir kul
haline gelebilmek. Zaten Yüce Rabbimiz’in emrettiği, kullarını kendine davet
ettiği dosdoğru yol, işte bu ihlâs ve tevhid yoludur. Bu yol kulu Allah’a
götürür ve bu yolun müstakîm olduğuna da Allah kefildir. Bütün varlığıyla,
itikat ve ameliyle bu yola giren Allah’ın seçkin kulları üzerinde İblîs’in ne
sözlü olarak onları susturacak bir delili, ne de fiilî olarak sataşacak ve
kullanacak herhangi bir güç ve hâkimiyeti bulunmamaktadır. Fakat kendi hür
iradesiyle İblîs’in peşinden gidenler müstesnâ. Onlar azgınlığı tercih
ettikleri için, İblîs de onları azdırmaktadır. Yani suç İblîs’in değil, ona
tâbi olanlarındır. Nitekim İblîs bunu kıyamet günü itiraf edecektir:
“Hesaplar
görülüp iş bitirilince şeytan şöyle der: «Allah size gerçekleşmesi kesin olan
bir va‘atte bulundu; ben de size öylesine va‘atte bulundum fakat sözümde
durmadım. Aslında benim size istediğimi yaptıracak bir gücüm de yoktu. Sadece
ben sizi inkâra çağırdım, siz de bana uydunuz. Öyleyse beni kınamayın da
kendinizi kınayın. Bugün, ne ben sizin feryadınıza yetişebilirim, ne de siz
benim feryadıma yetişebilirsiniz. Dünyada iken beni Allah’a ortak tanımış
olmanızı da reddediyorum. Elbette zâlimlere
can yakıcı bir azap vardır.»” (İbrâhim 14/22)
Bu
âyet-i kerîmenin de işaret ettiği gibi İblîs ve ona tâbi olanlara va‘dedilen
yer cehennemdir. Onun yedi kapısı vardır. Oraya müstehak olan azgınlardan,
işledikleri kötülüklerin büyüklüğüne göre kim nereye layıksa o kapıdan
cehenneme girecektir.
Cehennem
kapılarının yedi olmasıyla cennet kapılarının sekiz olması arasında açık bir
irtibat vardır. Bu kapıların da insan bedeni üzerindeki itaatle sorumlu tutulan
organlarla çok yakın bir alakası olduğu anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi insanın
sorumlu organları sekiz tanedir: Bunlar kalp, dil, kulak, göz, el, ayak, ağız
ve tenâsül uzvudur. Bunların yedisi açık, birisi gizlidir ki, o da kalptir.
Doğrudan doğruya Allah’a bakan kalp kapısı açık olursa, bu sekiz azanın her
biri Allah’ın emri üzere hareket ederek cennete birer giriş kapısı olabilir.
Böylece cennete sekiz kapıdan girilebilir. Fakat içte ruh körlenmiş, kalp
kapısı kapanmış bulunursa dıştaki yedi azanın her biri cehenneme açılmış birer
giriş kapısı olurlar. İşte cennet kapıları sekiz olduğu halde, cehennem
kapılarının yedi olmasının böyle bir hikmeti düşünülebilir.
Ahmed
b. Hanbel (r.h.) der ki:
“Senin
dört düşmanın var:
Birincisi
dünyadır. Dünyanın silahı insanlarla birlikte olmak, hapishânesi uzlettir.
İkincisi
şeytandır. Şeytanın silahı tokluk, hapishânesi açlıktır.
Üçüncüsü
nefistir. Nefsin silahı uyku, hapishânesi uykusuzluktur.
Dördüncüsü
hevâdır. Hevânın silahı konuşmak, hapishânesi susmaktır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
IV, 600)
İman
ve mârifet kapısı olan kalp, cehenneme kapalıdır. Ondan yalnız cennete girilir,
Cemâlullâh’a erişilir. Kalbi iman ve ihlasla dirilmiş olan mü’min şeytana
uymaz; Allah’ı inkâr etmekten ve O’na isyan etmekten sakınır. Böyle müttakî
kullara ise şu nimetler va‘dedilir:
45. Kalpleri Allah’a saygı ile dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlar, cennetlerde ve pınar başlarındadır.
46. Kendilerine: “Huzur, selâmet ve tam bir emniyet içinde girin cennetlere!” denir.
47. Biz onların kalplerinde kin ve nefret adına ne varsa hepsini söküp atarız. Dost ve kardeş olarak tahtlar üzerinde karşılıklı otururlar.
48. Orada hiçbir yorgunluk ve zahmete maruz kalmazlar ve oradan artık bir daha çıkarılmazlar.
Müttakîler,
Allah’tan korkan, günahlardan sakınan; şeytanı bırakıp Peygamber’e tabi olan;
azalarını günahlardan ve kalbini her türlü kötü sıfattan temizleyen; Allah’ın
emir ve yasakları çerçevesinde yaşayan kimselerdir. Bu bahtiyar kişiler
cennetlere girecek, pınar başlarında oturacak, her türlü hâricî ve dâhilî
tehlikelerden emniyet içinde olacaklardır. Bütün hastalık, ihtiyarlık, fanilik
ve kötülüklerden selâmette olacaklardır. Cenâb-ı Hak, onların göğüslerinde
bulunan her türlü kini, kıskançlığı, nefreti söküp atacak; cennetlikler
birbirlerine gerçekten dost olacaklar, koltuklar üzerinde karşılıklı oturup
muhabbet edeceklerdir. Demek ki, dostluk ve kardeşliğe mâni olan en mühim şey
gönüllerdeki kin, kıskançlık ve haset duygularıdır. Mü’min, bu kötü duygulardan
kurtulduğu nispette ferahlayacak, dostları artacak ve dünyada bile cennet
huzuru yaşamaya başlayacaktır. Fakat nefse iyice yerleşmiş bulunan bu zararları
duyguları temizlemek o kadar kolay değildir. Şu nükteli izah bu gerçeği daha
iyi anlamamıza yardımcı olacaktır:
Allah
Teâlâ Hz. İbrâhim’e Kâbe’yi yapmasını emretmiş ve orasını temiz tutması için de
“…Evimi her türlü kirden temiz tut” (Hac 23/26) buyurmuştur. Resûlullah
(s.a.s.)’e elbisesini temizlemesini emrederek: “Elbiseni tertemiz tut”
(Müddessir 74/4) buyurmuştur. Yine Cibrîl (a.s.)’a Peygamberimiz (s.a.s.)’in
kalbini yıkamasını emretmiş, o da onu yıkayıp temizlemiştir. Fakat asilerin
kalplerini temizlemeyi kendi üzerine alarak: “Biz onların kalplerinde kin ve
nefret adına ne varsa hepsini söküp atarız” (Hicr 15/47) buyurmuştur. Bunda
hem Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan merhametine, hem de işin zorluğuna bir
işaret vardır. Üstelik Rabbimizin bunu cennette yapacağını düşündüğümüzde,
gerçekten iç âlemi bu tür menfî his ve temâyüllerden tamâmen temizlemenin ne
kadar zor bir mücâdeleyi gerektirdiği anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki,
tasavvuf erbabı nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi üzerinde ehemmiyetle durmakta
ve bütün terbiye faaliyetlerini bu nokta üzerinde yürütmektedirler. İşin
zorluğunu ifade bakımından sûfiler şöyle demişlerdir:
“Nefsin
en küçük bir hastalığını tedavi edebilmek, iğneyle kuyu kazmaktan, dağlarda
tünel kazmaktan daha zordur.”
Yine
cennetliklere orada hiçbir yorgunluk dokunmayacak; ne isterlerse zahmetsiz ve
sıkıntısız kendilerine ikram edilecektir. Orada sonsuza kadar kalacaklar,
oradan asla çıkarılmayacaklardır. Allah Resûlü (s.a.s.) cennetliklerin bir
kısım hallerini şöyle haber verir:
“Cennete
girecek ilk zümrenin yüzleri, geceleyin parıldayan ayın on dördü gibi parlak
olacaktır. Onlar orada tükürmez, sümkürmez, küçük ve büyük abdest bozmazlar.
Orada kapları altın, tarakları altın ve gümüş, buhurdanlıkları güzel tütsü,
terleri ise misk olur. Her birinin ikişer eşi olur. Güzelliklerinden ötürü
onların etlerinin ötesinden baldırlarının içi gözükür. Aralarında ne bir
anlaşmazlık, ne de gönüllerinde birisine öfke bulunur. Gönüllü ve tabiî olarak
sabah-akşam Allah’ı tesbih ederler.” (Buhârî, Enbiyâ’ 1; Müslim, Cennet 14, 16)
Bunun
için Yüce Rabbimiz buyuruyor ki:
49. Rasûlüm! Kullarıma şunu haber ver: Elbette ben, evet ben çok bağışlayıcıyım ve çok merhamet edenim.
50. Ama azabım da acı mı acı, can yakıcı bir azaptır!
Allah
Teâlâ kullarını hem ümitlendirmekte hem de korkutmakta, böylece onların dâimâ
korku ile ümit arasında bulunmalarını istemektedir. Kul bir taraftan Allah’ın
mağfiret ve rahmetini taleple ümitlenecek, bir taraftan da O’nun pek acıklı
azabını düşünerek korkuya kapılacaktır. Böylece kalp, sürekli korku ve ümit
kanatlarını çırparak Rabbine doğru mesâfe alacaktır. Kanatlardan biri olmaz
veya arızâlı olursa uçuşun gerçekleşmeyeceği malum bir durumdur.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Eğer
mü’min, Allah yanındaki cezalandırmanın şiddetini bilseydi, hiç kimse onun
cennetine girmeyi ümit etmezdi. Şayet kâfir, Allah yanındaki rahmetin
genişliğini bilseydi, hiç kimse onun rahmetinden ümit kesmezdi.” (Müslim,
Tevbe 23)
Şimdi
ilâhî rahmetin ve gazabın tecelli ettiği iki örnek olarak Hz. İbrâhim’le Lût
kavminin hâli dikkatlere sunulur:
51. Onlara İbrâhim’in gerçekte birer melek olan misâfirlerinden söz et:
52. Bu misâfirler, İbrâhim’in yanına girip ona: “Sana selâm olsun!” demişlerdi. O da: “Doğrusu biz sizden korkuyoruz” diye cevap vermişti.
53. Melekler: “Korkma! Biz elbette sana, derin bilgi sahibi bir oğlun olacağını müjdeliyoruz” dediler.
54. İbrâhim: “Şu ihtiyarlık başıma gelip çökmüşken, bana müjde veriyorsunuz, öyle mi? O halde söyleyin bakalım, beni ne ile müjdeliyorsunuz?” dedi.
55. “Sana kesinlikle olacak bir şeyi müjdeliyoruz. Sakın ümitsizliğe düşenlerden olma!” dediler.
56. İbrâhim de: “Doğru yoldan sapanlardan başka kim Rabbinin rahmetinden ümidini yitirir ki?” diye karşılık verdi.
Meleklerin
genç delikanlılar sûretinde Hz. İbrâhim’e gelmeleri, İbrâhim (a.s.)’ın onlara
kızartılmış buzağı ikram etmesi, buna el sürmemeleri ve sonrasında aralarında
geçen konuşmalar Hûd sûresi 69-83. âyetlerde tafsilatlı olarak geçmişti. Burada
Hicr sûresinin muhtevasına uygun olarak ve özellikle de Peygamberimiz
(s.a.s.)’den melekleri getirmesini isteyen müşriklere cevap olmak üzere bahsi
geçen kıssaya ana hatlarıyla tekrar yer verilir. Demek melekler boşuna
gelmiyorlar. Allah’ın emriyle bir gerçeği bildirmek ve mutlaka olması gereken
bir işi yapmak üzere geliyorlar. Görüldüğü üzere burada da melekler iki işle
gelmişlerdir:
›
Hz. İbrâhim’i, büyüyünce derin bir âlim olacak bir oğulla yani
İshâk ile müjdelemek.
›
Hz. Lût’un çok çirkin işlere dadanmış kâfir kavmini helak etmek.
O
halde meleklerin inmesini isteyen müşrikler ve günahkârlar, indikleri zaman
meleklerin kendilerine bu iki şıktan hangisiyle geleceklerini ve ne
getireceklerini iyi düşünmelidirler.
İbrâhim
(a.s.):
57. Onların melek olduğunu anlayınca: “Ey elçiler! Esas vazîfeniz nedir, niçin gönderildiniz?” diye sordu.
Bu
konuşmanın ardından melekler, helak emrini yerine getirmek üzere Lût (a.s.)’ın
yaşadığı bölgeye yöneldiler:
58. Onlar şöyle cevap verdiler: “Aslında biz günaha gömülmüş inkârcı bir toplumu helâk etmek için gönderildik.”
59. “Yalnız Lût’un ailesi bu helâkin dışındadır; biz kesinlikle onların hepsini kurtaracağız.”
60. “Ama Lût’un karısı hâriç. Biz onun suçlularla beraber helâk edilmek üzere geride kalanlardan olmasını takdir ettik.”
Bu konuşmanın ardından melekler, helak emrini yerine getirmek üzere Lût (a.s.)’ın yaşadığı bölgeye yöneldiler:
61. Derken elçiler Lût’un evine geldiler.
62. Lût onlara: “Siz buralarda tanınan kimseler değilsiniz” dedi.
63. Elçiler şöyle dediler: “Endişe edecek bir şey yok! Fakat biz sana, hakkında o günahkâr topluluğun hep şüphe edegeldiği azabı getirdik.”
64. “Sana gerçekleşmesi kesin bir hükümle geldik. Biz gerçekten ama gerçekten doğru söylüyoruz.”
65. “Hemen gecenin bir vaktinde aileni alıp yola çıkar, sen de arkalarından gidip onları izle. Sakın hiçbiriniz geri dönüp bakmasın; size emredilen yere doğru yürüyün gidin!”
66. Biz Lût’a şu kesin hükmü bildirdik: “Sabah vaktine girerken o azgın kavmin kökü tamâmen kesilmiş olacaktır.”
Hz.
Lût kıssası, Hûd sûresi 77-83 ve A‘râf
sûresi 80-84. âyetlerde de anlatılmıştı. Melekler, kavminin kesinlikle
helak olacaklarını bildirerek Hz. Lût ve ailesinin bir an evvel oradan
ayrılmaları tâlimatını verdiler. Giderken de ne, ne olup bittiğini anlamak, ne
de helak olan insanların çığlıklarını duyup seyretmek için, geriye dönüp
bakmamalarını tembih ettiler. Çünkü artık ne geriye bakıp eğlenmeye, ne de
üzüntü gözyaşları dökmeye zaman vardı. Bir an önce orasını terk etmek
gerekmekteydi. Helak edilecek azgın kavmin bulunduğu bölgede bir dakika bile
dursalar, gökten yağan taşların onlara da isabet etmesi mümkündü.
Bu
âyetlerde şu hususlara işaret vardır:
› Nesep,
akrabalık ve arkadaşlığa değil faydalı ilme ve sâlih amele itibâr edilir.
Nitekim Allah Teâlâ, Lût (a.s.)’ın karısını istisnâ edip onu da helâk olacaklar
arasına katmıştır. Çünkü, bu kadın Hz. Lût ile sîreten yani ahlâk ve yaşayış
tarzı olarak değil, sûreten beraber olmuştur. Kâfirlerle ise hem sûreten hem de
sîreten beraber olmuştur. Dolayısıyla iyilerle sûreten beraberlik kendisine hiç
bir fayda sağlamamıştır.
› Yakîn,
mü’minlerin sıfatlarından olduğu gibi şüphe de kâfirlerin sıfatlarındandır.
› Hak yolunun
yolcusunun Allah’tan başka hiçbir şeye iltifât etmemesi gerekir. Çünkü en yüce
istek ve en büyük hedef O’dur. Aksine O’nun emrettiği yöne, yâni hakîkat
âlemine gitmelidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) mîrac gecesi sağına
soluna dönüp bakmadı. Önce ilâhî sıfatlar âlemi demek olan “kâbe kavseyn”
makamına, sonra da zât âlemi demek olan “ev-ednâ” makamına yöneldi. Hiçbir mâni
ona ayak bağı olmadı. İşte bir beldeden diğerine ve bir makamdan diğerine
hicret eden yüksek himmet sahiplerinin durumu da böyledir.
Şimdi
tekrar hâdisenin başına, meleklerin gerçek kimliklerini henüz açıklamadıkları
yere ve zamana geri dönelim:
67. Bu arada şehir halkı kötü niyetle sevine sevine Lût’un evine dayandılar.
Lût
(a.s.)’ın zora ve sıkıntıya girdiği husus şu idi: Melekler, Hz. Lût’un yanına
güzel ve genç delikanlılar şeklinde gelmişlerdi. O, kavminin ne nispette sapık
ve günahkâr olduğunu biliyor; gelen misafirlerin ise melek olduklarını
bilmiyordu. Haberleri olduğu takdirde onların misafirlere nasıl davranacağından
endişe ediyordu. Nitekim korktuğu gibi de oldu: Ahlâksız kavim, yakışıklı
yabancıların şehre geldiklerini duyar duymaz, sevinçle Hz. Lut’un evine
toplandılar ve ondan zevklerini tatmin etmek için misafirlerini vermesini
istediler. Ne yazık ki onların içinden bu ahlâksızca işe ve bu büyük günaha
karşı çıkan bir kimse bile olmadı. Bu durum onların, toplum olarak, bütün namus
duygularını yitirdiklerini ve böyle ahlâksızca bir isteği açıktan söylemekten
hiç bir utanç duymadıklarını göstermektedir. Onların bu densiz talepleri
karşısında son derece zor durumda kalan Hz. Lût, yine de onlara doğru olanı
söylemekten geri durmamış ve onlara, hem öz kızları hem de kızları mevkiinde
olan kavminin kadınlarıyla meşrû bir şekilde evlenerek şehevî duygularını o
şekilde tatmin etmelerini öğütlemiştir. Fakat azgın şehvetlerinin esiri olan ve
şaşkınlıktan sağa sola yalpalayan o bedbahtların Hz. Lût’un bu öğüdüne kulak
asacak halleri kalmamıştı. Taleplerinde daha da ısrar edince ilâhî azap
kamçıları ucunu göstermeye başladı:[1]
[1] 72. âyetteki “Ömrüne yemin olsun ki” hitabı Resûlullah
(s.a.s.) Efendimiz’edir. Efendimiz’in yaşadığı ömür o kadar mübârek, şerefli ve
kıymetlidir ki, Cenâb-ı Hak ona yemin etmiştir. Ondan başka hiçbir peygamberin
hayatına yemin etmemiştir.
68. Lût onlara şöyle dedi: “Bunlar benim misâfirlerim! Ne olur, beni mahcup etmeyin!”
69. “Allah’tan korkun ve beni rezil rüsvâ etmeyin!”
70. Onlar da: “Seni elâlemin işine karışmaktan men etmemiş miydik?” diye çıkıştılar.
71. Lût ise: “Eğer dediğinizi illâ da yapacaksanız, işte şunlar benim kızlarım, onlarla evlenin!” dedi.
72. Rasûlüm! Ömrüne yemin olsun ki, onlar şehvetten sarhoşlukları içinde sağa sola sarkıntılık edip duruyorlardı.
Lût (a.s.)’ın zora ve sıkıntıya girdiği husus şu idi: Melekler, Hz. Lût’un yanına güzel ve genç delikanlılar şeklinde gelmişlerdi. O, kavminin ne nispette sapık ve günahkâr olduğunu biliyor; gelen misafirlerin ise melek olduklarını bilmiyordu. Haberleri olduğu takdirde onların misafirlere nasıl davranacağından endişe ediyordu. Nitekim korktuğu gibi de oldu: Ahlâksız kavim, yakışıklı yabancıların şehre geldiklerini duyar duymaz, sevinçle Hz. Lut’un evine toplandılar ve ondan zevklerini tatmin etmek için misafirlerini vermesini istediler. Ne yazık ki onların içinden bu ahlâksızca işe ve bu büyük günaha karşı çıkan bir kimse bile olmadı. Bu durum onların, toplum olarak, bütün namus duygularını yitirdiklerini ve böyle ahlâksızca bir isteği açıktan söylemekten hiç bir utanç duymadıklarını göstermektedir. Onların bu densiz talepleri karşısında son derece zor durumda kalan Hz. Lût, yine de onlara doğru olanı söylemekten geri durmamış ve onlara, hem öz kızları hem de kızları mevkiinde olan kavminin kadınlarıyla meşrû bir şekilde evlenerek şehevî duygularını o şekilde tatmin etmelerini öğütlemiştir. Fakat azgın şehvetlerinin esiri olan ve şaşkınlıktan sağa sola yalpalayan o bedbahtların Hz. Lût’un bu öğüdüne kulak asacak halleri kalmamıştı. Taleplerinde daha da ısrar edince ilâhî azap kamçıları ucunu göstermeye başladı:[1]
[1] 72. âyetteki “Ömrüne yemin olsun ki” hitabı Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’edir. Efendimiz’in yaşadığı ömür o kadar mübârek, şerefli ve kıymetlidir ki, Cenâb-ı Hak ona yemin etmiştir. Ondan başka hiçbir peygamberin hayatına yemin etmemiştir.
73. Nihâyet güneş doğarken o korkunç çığlık kendilerini kıskıvrak yakalayıverdi.
74. Böylece onların yaşadığı şehrin üstünü altına getirdik; üzerlerine de ateşte pişmiş çamurdan taş yağmuru yağdırdık.
75. Şüphesiz bunda işaretten anlayanlar için nice ibretler vardır.
76. Gerçekten o şehrin harâbeleri, hâlâ işlek olan bir yol üzerinde bulunmaktadır.
77. Doğrusu bütün bunlarda mü’minler için alınacak büyük bir ders vardır.
Sabah
güneş doğup etrafı aydınlatmaya başlarken korkunç bir ses, dehşetli bir çığlık
onları ansızın yakalayıverdi. Allah Teâlâ, onların yaşadıkları şehirlerin
üstünü altına getirdi. Hepsini yerin dibine geçirdi. Hak ettikleri cezanın tam
gerçekleşmesi için de üzerlerine pişmiş balçıktan sert taş yağmuru yağdırdı.
İçlerinde bir kişi dahi sağ kalmayacak şekilde hepsini helak etti. Şüphesiz
bunların helak edilmesinde işaretlerden anlayabilen akıllı ve firâsetli kullar
için büyük ibretler bulunmaktadır. Üstelik onların helak edilen şehirlerinin
harabeleri, ibret almak isteyenler için bugün bile ayakta durmaktadır. Bunlar,
Arabistan’dan Suriye ve Mısır’a giden yol üzerindedir. O yoldan seyahat
edenler, Ölü Deniz olarak bilinen Lût Gölü’nün güneydoğusunda bu harabelerin
izlerini görebilirler.
Tarihten ibretli bir misal de Eyke halkının başına
gelenlerdir:
78. Eyke halkı da gerçekten pek zâlim kimselerdi.
Hicr
halkının başına gelenlerin ise diğerinden geri kalır tarafı yoktur:
79. Onlardan da intikam aldık. Eyke ve Sodom, her ikisinin harâbesi de açık bir yol üzerinde durmaktadır.
Hicr halkının başına gelenlerin ise diğerinden geri kalır tarafı yoktur:
80. Yemin olsun ki, Hicr halkı da peygamberleri yalanladı.
Resûlullah
(s.a.s.), Tebûk gazvesi sırasında Hicr denilen yerde konakladığında ashâbına,
oranın kuyusundan su içmemelerini ve o kuyudan su çekmemelerini emretti.
Ashâb-ı kirâm (r.a.): “Biz, o suyla hamur yoğurduk ve oradan su çektik deyince,
Allah Resûlü (s.a.s.) kendilerine, o suyu dökmelerini ve o hamuru da bir kenara
atmalarını emretti. (Buhârî, Enbiyâ’ 17)
Abdullah
b. Ömer (r.a.) şöyle anlatıyor: Resûlullah (s.a.s.) ile birlikte Hicr’e yolumuz
düştü. Efendimiz (s.a.s.) bize: “Kendilerine zulmetmiş olanların
meskenlerine, onların başına gelen musibetin bir benzeri sizin başınıza da
gelir korkusuyla ancak ağlayarak girin” buyurdu, sonra da devesini dürterek
hızlıca yoluna devam etti. (Buhârî, Enbiyâ’ 17)
Bilinmelidir
ki, günahlara dalmanın sebebi Allah’tan gaflet, Allah’tan gafletin sebebi de
O’nun kâinatta tecelli eden kudret akışlarını, varlık ve olaylardaki
sebep-sonuç ilişkisini tefekkürden uzak durmaktır:
81. Kendilerine apaçık delil ve mûcizelerimizi gösterdik, fakat bunlardan yüz çevirdiler.
82. Onlar dağları yontarak güven içinde yaşayacakları evler yaparlardı.
83. Ama bir sabah vakti, o korkunç çığlık onları da kıskıvrak yakalayıverdi.
84. Onca varlıkları ve evleri kendilerine hiçbir fayda vermedi.
اَلْحِجْرُ (Hicr), Sâlih (a.s.)’ın peygamber olarak
gönderildiği Semûd kavminin yaşadığı bölgenin ismidir. Medine ile Tebük
arasında bulunur. Buraya Hz. Sâlih’le olan ilgisi sebebiyle “Medâin-i Sâlih” de
denilir. Semûd kavmi de peygamberleri olan Hz. Sâlih’i yalanladılar, gösterdiği
deve mûcizesini inkâr ettiler, hatta onu haksız bir şekilde boğazlayıp Allah’ın
emrine karşı geldiler. Kolaylıkla yıkılıp çökmemesi, düşmanlar tarafından hemen
tahrip edilememesi, hırsız ve eşkıyaların girmemesi için dağları yontarak sırf
taştan oyma evler yaptılar. Fakat bunların hiçbiri, inkâr ve yalanlamaları
sebebiyle hak ettikleri cezayı kendilerinden savmaya yetmedi. Bir gün sabah
vaktine girdikleri sırada korkunç bir sayha onları yakalayıp helak ediverdi.
(bk. A‘râf 7/73-79; Hûd 11/61-68)
Resûlullah
(s.a.s.), Tebûk gazvesi sırasında Hicr denilen yerde konakladığında ashâbına,
oranın kuyusundan su içmemelerini ve o kuyudan su çekmemelerini emretti.
Ashâb-ı kirâm (r.a.): “Biz, o suyla hamur yoğurduk ve oradan su çektik deyince,
Allah Resûlü (s.a.s.) kendilerine, o suyu dökmelerini ve o hamuru da bir kenara
atmalarını emretti. (Buhârî, Enbiyâ’ 17)
Abdullah
b. Ömer (r.a.) şöyle anlatıyor: Resûlullah (s.a.s.) ile birlikte Hicr’e yolumuz
düştü. Efendimiz (s.a.s.) bize: “Kendilerine zulmetmiş olanların
meskenlerine, onların başına gelen musibetin bir benzeri sizin başınıza da
gelir korkusuyla ancak ağlayarak girin” buyurdu, sonra da devesini dürterek
hızlıca yoluna devam etti. (Buhârî, Enbiyâ’ 17)
Bilinmelidir
ki, günahlara dalmanın sebebi Allah’tan gaflet, Allah’tan gafletin sebebi de
O’nun kâinatta tecelli eden kudret akışlarını, varlık ve olaylardaki
sebep-sonuç ilişkisini tefekkürden uzak durmaktır:
85. Biz gökleri, yeri ve aralarında bulunan her şeyi gerçek bir sebep ve hikmet ile yarattık. Kıyâmet mutlaka kopacaktır. O halde sen, insanların eziyet ve sıkıntılarına karşı müsâmaha ve güzellikle davranma yolunu seç.
86. Hiç şüphesiz senin Rabbin, işte O, her şeyi mükemmel yaratan ve her şeyi hakkıyla bilendir.
Göklerin,
yerin ve aralarında bulunan her şeyin بِالْحَقِّ
(bi’l-hakk) “hak ile” yaratılması şu mânalara gelir:
Bâtıl ve boş yere, abes olsun diye değil,
Haksızlıkla değil,
Allah Teâlâ tarafından derin sebepler ve ince hikmetlere
dayanılarak yerli yerince yaratılmıştır.
Hepsi adâlet ve hak ile ayaktadır ve hususi haklara sahiptir.
Bütün bu hakların korunması Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki hakkıdır.
Dolayısıyla bütün kâinat hak üzere kurulduğu
ve Peygamber de hakkı tebliğ ettiği için, Peygamber ve ona iman edenler mutlaka
başarıya ulaşacaklar; hakkın karşısında bâtılın safında yer alanlar da, bazı
geçici, göstermelik başarılar elde etseler bile neticede mutlaka mağlup
olacaklardır. O halde hak yolda yürürken bir takım zorluklar ve engellere
takılmamalı; sabırlı, metin ve cesur olmalı; Yüce Hakk’a güvenerek mücadeleye
devam etmelidir. Çünkü tüm kâinat hakka dost, bâtıla düşmandır. Bu sebeple hak
kalıcı, bâtıl yok olucudur. (bk. Ra‘d 13/17; İsrâ 17/81)
Bu, hak ve bâtılın dünyadaki mücâdelesinin
sonucudur. Âhirete gelince, kıyâmet mutlaka kopacak, bunun gelişini hiçbir güç
engelleyemeyecek; hak taraftarları ebedî kurtuluşa ererken, bâtılın nasipsiz
yandaşları da sonsuz bir hüsranla karşılaşacaklardır. O halde sabırlı olmalı,
hak düşmanlarının eziyetlerine tahammül göstererek aldırış etmemeli,
olabildiğince müsamaha, hoşgörü ve yumuşaklıkla muamele etmelidir. Çünkü Allah
yaratıcıdır; istediği her şeyi yaratır. Bizim zorluk ve eziyetlere olan
sabrımız, müsamahamız, iyi ve güzel muamelemize karşılık nice hayırlar yaratır.
Hakka düşman olanları giderir, tasfiye eder ve yerlerine hakkı tutup kaldıracak
nesiller getirir. O her şeyi hakkiyle bilendir. Bu sebeple O’na güvenmek,
işleri O’na havale etmek ve O’nun verdiği hükme razı olmak en emin yoldur.
İşte, tüm mâna ve maksatları Fâtiha sûresinde hülâsa edilen Kur’an-ı Azîm,
öncelikle Allah’ı tanıtmak, sonra da O’na kulluğun esaslarını öğretmek üzere
gelmiştir:
87. Rasûlüm! Elbette biz sana namazın her rekâtında tekrarlanan yedi âyet-i kerîmeyi ve Kur’ân-ı Azîm’i verdik.
Fâtiha
sûresinin bu isimle anılmasının şu hikmetleri olabilir:
Yedi
âyetten oluşması,
Namazda
her rekatta olmak üzere tekrar tekrar okunması,
Her
rekatta Fâtiha’nın peşine bir sûre daha ilâve edilerek bir nevi ikilenmesi,
Sûrenin
birincisi Allah’a hamd ve senâ, ikincisi yine O’na dua ve niyâz olmak üzere iki
ana bölümden oluşması,
Biri
Mekke’de biri de Medine’de olmak üzere kendisine duyulan zaruri ihtiyaca göre
iki defa inzal buyrulması.
Böyle
bir nimete sahip olan kişinin dünyanın geçici zevklerine göz dikmesi nasıl
doğru olabilir:
88. O kâfirlerden bir kısmına geçici bir zevk olarak verdiğimiz nimet ve servetlere gözlerini dikme. İman etmiyorlar diye de üzülme. Mü’minler üzerine şefkat ve merhamet kanadını indir.
Kur’ân-ı
Kerîm en büyük nimettir. Onun değeri dünya nimetleriyle mukayese edilmez. Bu
sebeple Kur’an nimetine sahip olan kimselerin, başkalarına, hususiyle kâfirlere
verilen dünya nimetlerine göz dikmesi doğru değildir. Nitekim Resûlullah
(s.a.s.):
“Kur’ân-ı
Kerîm’le kendisini zengin görmeyen yani lüzumsuz ihtiyaçlardan kendisini uzak
kabul etmeyen kimse bizden değildir” buyurur. (Buhârî, Tevhid 44)
Bu
âyetin iniş sebebiyle ilgili şöyle bir rivayet nakledilir:
Ebu
Râfi‘ (r.a.) der ki: Resûlullah (s.a.s.)’e bir misafir gelmişti. Evinde ise
misafiri gereği gibi ağırlayabileceği bir şey yoktu. Benimle bir yahudiye: “Allah
Resûlü Muhammed senden Receb ayının başına kadar kendine bir miktar un ödünç
vermeni istiyor” haberini gönderdi. Yahudi: “Rehinsiz olmaz” dedi. Resûl-i
Ekrem (s.a.s.)’e geldim ve yahudinin dediğini kendisine söyledim. Bunun
üzerine: “Allah’a yemin olsun ki, göktekilerin de yerdekilerin de en
güveniliri benim. Şayet bana borç vermiş veya satmış olsaydı ona mutlaka
söylediğim zamanda öderdim” buyurdular. O’nun yanından çıktığımda “O
kâfirlerden bir kısmına geçici bir zevk olarak verdiğimiz nimet ve servetlere
gözlerini dikme” âyet-i kerîmesi nâzil oldu. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, II, 557-558)
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.)’in hayatı pek sade ve fakirceydi. Bir defasında onu kaba bir
hasır üzerinde yattığını ve hasırın mübârek vücudunda izler bıraktığını gören
Hz. Ömer ağlayarak şöyle demekten kendini alamamıştı: “Ey Allah’ın Rasûlü!
Krallar yumuşak, kuş tüyü yataklarda yatarken, sen böyle kaba hasırlarda
yatıyorsun. Halbuki sen Allah’ın Resûlü’sün ve rahat bir hayata onlardan daha
çok layıksın.” Allah Resûlü (s.a.s.) ona şu cevabı verdi: “Dünya hayatının
onların, âhiret nimetlerinin ise bizim olmasını istemez misin?” (Müslim,
Talâk 31)
Bütün
peygamberler gibi Resûlullah (s.a.s.) de tebliğ vazifesini yerine getirirken en
küçük bir dünyevi karşılık beklemedi. Açlığa, susuzluğa ve her türlü zorlukla
birlikte bütün işkencelere katlandı. Doğduğu ve büyüdüğü yerden ayrılmak
zorunda bırakıldı. Gittiği yerde de içten ve dıştan sürekli saldırılara maruz
kaldı. Ancak bütün bunlara Allah rızâsı ve insanlığın saadeti için katlandı.
Bir defasında Ebu Hureyre (r.a.), onu oturur vaziyette namaz kılarken gördü ve
hasta olup olmadığını sordu. Efendimiz (s.a.s.)’in şu cevabı Ebu Hureyre’yi
ağlatmıştı: “Açım Ebu Hureyre; açlık bende ayakta duracak takat bırakmadı.”
(Kenzü’l-Ummâl, I, 199)
Sonraki
yıllarda da ashâb-ı kirâmdan pek çokları belli ölçülerde mal mülk elde
etmişlerse de Allah Resûlü (s.a.s.) ve ailesi, yaşadıkları o sade ve fakirce
hayatı hiç değiştirmediler. Bu bakımdan Kur’an’da yer yer tekrarlanan “O
kâfirlerden bir kısmına geçici bir zevk olarak verdiğimiz nimet ve servetlere
gözlerini dikme” türündeki ifadelerin, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) için
mânası, “Sen hiçbir zaman böyle yapmazsın” şeklinde olup, bu ifadeler, bu
konuda zafiyet gösterecek mü’minler için bir uyarı ihtiva etmektedir.
Âyetin
“mü’minler üzerine şefkat ve merhamet kanadını indir” emri, Âlemlere Rahmet
Efendimiz’in yüce ahlâkının ayrılmaz parçasıydı. Bunun Allah Resûlü’nün
hayatında sayısız misalleri vardır. Nitekim Enes (r.a.) şöyle der:
“Medineli
bir adamın hizmetçisi, Peygamberimiz (s.a.s.)’in elinden tutar, onu istediği
yere kadar götürürdü.” (Buhârî, Edeb 61)
Ümmü
Züfer adında, aklî dengesi pek yerinde olmayan bir kadın vardı. Bir gün Resûl-i
Ekrem’e gelerek:
“–Yâ
Resûlallah! Seninle görülecek bir işim var” dedi. Efendimiz (a.s.) da:
“–Pekâlâ,
nerede görüşmemizi istiyorsan görüşüp derdini hâlledelim” dedi ve
yolun kenarına çekilip meselesini hâlledinceye kadar kadını dinledi. (Müslim,
Fezâil 76; Ebû Dâvûd, Edeb 12/4818)
Peygamberimiz
(s.a.s)’in hayatında en güzel misallerini gördüğümüz tevazuyla ilgili şu
sembolik örnek pek güzeldir:
Bir
gün Mevlânâ Hazretleri tevâzu hakkında vaaz veriyordu. Misal olarak buyurdu ki:
“–Çam
fıstığı, servi ve kavak gibi meyvesiz ağaçlar başlarını daima yukarıda tutarlar
ve dallarını da yukarıya doğru çekerler. Meyveli oldukları vakit ağaçların
bütün dalları aşağı doğru sarkar, alçak gönüllü olurlar.” (Ahmet Eflâkî, Âriflerin
Menkıbeleri, I, 208)
İnsanın
böyle ahlâkî olgunluklara erişebilmesi için Peygamber mektebinde terbiye
görmesine ve ilâhî buyrukların kalplere nüfuz eden meltem ve şebnemlerine makes
olmasına zaruri ihtiyaç vardır. Değilse doğru yolu bulması zordur:
89. Şöyle de: “Hiç şüphesiz ben, evet ben, apaçık bir uyarıcıyım.”
90. Nitekim o taksim edicilerin tepesine kendilerini sakındırdığın azabı indirmiştik.
91. Onlar ki Kur’an’ı kısım kısım ayırdılar; bir kısmına inanıp bir kısmına iman etmediler.
92. Rabbine yemin olsun ki, elbette biz onların hepsini inceden inceye hesaba çekeceğiz.
93. Yapa geldikleri bütün işlerin hesabını onlara mutlaka soracağız.
90.
âyette bahsi geçen اَلْمُقْتَسِم۪ينَ (muktesimîn) “taksim ediciler”den maksat
şunlar olabilir:
›
Tevrat ve İncil’i kendi içinde bölümlere ayırıp, işlerine geleni
alıp işlerine gelmeyeni almayan yahudi ve hıristiyanlar. (bk. Bakara 2/85)
›
Ra‘d 36. âyette geçtiği üzere hoşlarına giden bir kısmına inanıp,
bir kısmını da inkâr etmek şeklinde Kur’an’ı parça parça etmek isteyen ve kendi
içlerinde de muhtelif kısımlara ayrılmış bulunan yahudi ve hıristiyanlar.
›
Hac ve panayır zamanlarında Mekke sokaklarını taksim ederek,
insanları İslâm’dan uzaklaştırmaya çalışan Mekke müşrikleri.
Bunlar
hakkında hem önceki ilâhî kitaplarda hem de Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın azabıyla
uyarıcı ikaz ve tehditler bulunmaktadır. Böyle olanların başına er veya geç
kahr-ı ilâhî inecektir. Âhirette ise bütün yaptıklarının hesabını Allah’a
verecek ve cezalarını göreceklerdir.
Bu
yüzden henüz dünyadayken ve fırsat varken kafaları çatlatırcasına İslâmî
gerçekleri tebliğin önemine vurgu yapılarak buyruluyor ki:
94. Öyleyse, sana emredilen şeyi kafa çatlatırcasına açıkça anlat! Müşriklere aldırma!
95. O alaycılara karşı bizim sana destek olmamız elbette yeterlidir.
96. Onlar, Allah ile beraber başka bir ilâh uyduruyorlar. Fakat bunun feci sonunu yakında bilecekler.
Resûlullah
(s.a.s.) başlangıçta tebliğini gizliden gizliye yapıyordu. Bu âyetler geldikten
sonra açıktan tebliğe başladı. Çünkü burada Cenâb-ı Hak, beyinleri
çatlatırcasına, baş ağrıtırcasına, tam bir ısrar ile ve hiçbir şeyden
çekinmeyerek emredilen ilâhî talimatların açıkça tebliğini istemektedir. Bu
vazifeyi yaparken, Allah’a ortak koşup İslâm’la alay eden müşriklerin
engellemelerine takılmadan, sözlerine kulak vermeden ve yaptıklarına aldırmadan
yola devam etmek lâzımdır. Zira Cenâb-ı Hak, dinini tebliğ eden kullarına
yardımcı olacağını müjdelemektedir:
97. Doğrusu biz, onların ileri geri söyledikleri kötü sözler yüzünden canının sıkıldığını, göğsünün daraldığını çok iyi biliyoruz.
98. Sen şimdi Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol.
99. Gözlerden perdeyi kaldırıp her gerçeği ortaya çıkaracak ölüm sana gelip çatıncaya kadar da Rabbine kulluğa devam et!
Yaratılıştaki
hikmeti kavrayamayan, Allah Teâlâ’nın kâinata
koyduğu ilâhî kanunlardan haberdar olmayan fıtratları bozulmuş müşrikler
ve münkirler, Allah’ın insanlara peygamber göndermesindeki sırrı
anlayamamışlar; hem peygamber hem de getirdiği kitap hakkında asılsız ve saçma
sözler söylemişlerdir. Kur’an, müşriklerin söyledikleri bu sözleri detaylı bir
şekilde bize haber vermektedir. Onlar Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında şunları
söylüyorlardı:
“«Bu
nasıl Peygamber böyle? Bizim gibi yiyip içiyor, çarşı pazarda dolaşıyor. Bari,
yanısıra bir melek indirilmiş olsaydı da, kendisiyle birlikte gezip hem onun
peygamberliğini doğrulasa hem de bizi Allah’ın azabına karşı uyarsaydı ya?
Yahut kendisine bir hazine verilseydi veya kendisinin zahmetsizce yiyip
içeceği, geçimini temin edeceği bir bahçesi olsaydı» dediler…” (Furkan
25/7-8)
Onlar
yine Peygamberimiz (s.a.s.)’e kahin, mecnun, şair diyorlar; O’nun, zamanın
felaketlerine uğrayıp helak olmasını bekliyorlardı. (Tur 52/29-30) Kur’an
okuyup, onunla tebliğ yaparken gürültü çıkarıyorlar ve ona mani olmaya
çalışıyorlardı. (Fussılet 41/26)
Müşriklerin
bu tavırları ve söyledikleri bu sözler, bir insan olarak Resûlullah (s.a.s.)’i
üzmekte, canını sıkmakta ve göğsünü daraltmakta idi. Beşer ruhu, bu derece
cehalet karşısında sıkıntı duyar ve burkulur. Fakat Allah Teâlâ, bu noktada
yine Peygamberini teselli etmekte, kendisinin sadece bir uyarıcı olduğunu
bildirmekte, onların cehaletlerinden kaynaklanan bu nevi sözleri karşısında
sarsılmayıp risalet ve tebliğ görevine eksiksiz bir şekilde devam etmesini
emretmektedir. Ayrıca bu vesileyle göğsünde meydana gelen darlığın izalesi için
de Rabbini hamd ile tesbih edip secde edenlerden olmasını ve ölüm gelinceye
kadar Rabbine kulluğa devam etmesini istemektedir. Zira bu gibi ibâdetlerle
meşgul olana, rubûbiyet âleminin nurları açılır, dünya gözünde değersizleşir,
dünyevî hazlara temâyülden vazgeçerek bütünüyle Allah’a yönelir. Bu sayede de
göğsü açılır, inşirah bulur, huzûra erer; hizmetlerini gönül genişliği içinde
yapmaya devam eder.
“Gözlerden
perdeyi kaldırıp her gerçeği ortaya çıkaracak ölüm” (Hicr 15/99)
diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı اَلْيَق۪ينُ (yakîn)dir. Aslında bu kelimenin mânası “kesin
bilgi” demektir. Ancak burada “ölüm” anlamında kullanılmıştır. Çünkü ölüm
ânında gözlerden perdeler kalkmakta, gaybî olarak inanılan şeyler hakkında
kesin bilgiye ulaşılmaktadır. Nitekim Müddessir sûresi 47. âyette “yakîn”
kelimesinin “ölüm” mânasında kullanıldığı gâyet açık şekilde anlaşılmaktadır.
Muhâcir sahâbelerden Osman b. Maz’ûn vefat edince, Allah Resûlü (s.a.s.)’in: “Ona
yakîn gelmiştir” buyurması da bunu göstermektedir. (Buhârî, Cenâiz 3)
Hicr
sûresinin bu şekilde sona ermesini Nahl sûresi buna uygun güzel bir başlangıçla
takip edecektir:
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...
Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...
"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...
Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...
Enbiya suresinin 37. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 37. Ayet Arapça: خُلِقَ الْاِنْسَانُ مِنْ عَجَلٍۜ سَاُر۪يكُمْ اٰيَات۪ي فَلَا تَسْتَعْجِ ...
Saff sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 14 âyettir. İsmini, 4. ayetinde geçen صَفًّا (saffen) kelimesinden alır. Sûrenin “İsa” ve اَلْحَوَارِيُّونَ (Hav ...