6236 kayıt bulundu
Sure Ayet Karşılaştır
Bakara / 257

Velî; dost, yakın, sevgili, işleri üzerine alan kimse demektir. Bu bakımdan velî, velâyeti altındakini sahiplenir, sever, korur, yardımcısı olur ve menfaatini gözetir. Allah, iman edenlerin dostudur. Onları sever, işlerini yoluna koyar ve onların faydasına olacak şeyleri yapar. En faydalı iş, küfürden kurtulup doğru yola erişmektir. İşte Allah, dostluğun en büyük ikramı olarak mü’minleri küfür, şirk, günah, şek ve şüphe karanlıklarından kurtarıp iman, İslâm, ihsân aydınlığına ulaştırır. Kâfirlerin dostları ise, Allah’ı bırakıp peşinden gittikleri tâğûtlar yani putları, şeytanları, nefisleri, her türlü hevâ ve hevesleridir. Zira Allah’ı inkâr eden kimse, sadece bir değil yüzlerce tâğûtun kölesi olur. Bunlar ise velâyeti altında bulunanları bin bir türlü hîle, desîse ve vesveseyle hidâyet, iman, Kur’an nûrundan uzaklaştırıarak küfür, şirk, türlü türlü günahlar, sayısız şek ve şüphe karanlıklarına sürüklerler. Böylece içinde sonsuza dek kalmak üzere cehennem yoldaşı olmalarına neden olurlar.

Şimdi ise son derece dikkat çekici olaylarla birlikte şeytânî güçleri inkâr edip Allah’a inanmanın gerekliliğini ortaya koyan delilleri göstermek üzere buyruluyor ki:

Bakara / 258

Hz. İbrâhim’le Allah Teâla hakkında tartışmaya giren bedbahtın Nemrûd b. Ken’ân olduğu rivayet edilir. İnsanlık tarihinde kibirlenerek ilk kez rablik iddiâsında bulunan kimse odur. Allah kendisine büyük bir saltanat ve hükümranlık vermişti. Onu bolluk ve zenginlikle imtihan etmişti. Buna karşılık o, Rabbine çokça şükretmesi lâzım gelirken, aksine baş kaldırmış ve azgınlardan olmuştur.

Hz. İbrâhim yıldızlara, aya ve güneşe tapan putperest bir kavmi Allah’ın birliğine davet eden bir peygamberdir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu yönüyle daha çok öne çıkmaktadır. Bu sırada dönemin zalim hükümdarı Nemrud’u da tevhide davet etmiştir. Nemrud, “Bizi kendine inanmaya çağırdığın Rabbin kimdir?” diye sorunca Hz. İbrâhim, Cenâb-ı Hakk’ın en bilinen ve görünen iki sıfatını öne çıkararak “Benim Rabbim, canlıları dirilten, yoktan var edip onlara can veren, sonra ecelleri geldiği zaman da onları öldürendir” diye cevap vermiştir. Nemrud, bu apaçık gerçeği hemen kabul edip imana geleceği yerde, nefs-i emmâresinin gölgesinde kalarak ve gurura kapılarak: “Ben de diriltir ve öldürürüm” demiştir. Rivayete göre Nemrûd iki adam çağırtıp bunları hapsetmiş, sonra birini öldürüp diğerini serbest bırakmış ve “İşte ben bunu öldürdüm, şunu da dirilttim” demişti. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 36) Bu cevabı üzerine onun kör bir inat içinde olduğunu anlayan Hz. İbrâhim, bu hususta tartışmayı daha fazla uzatmadan Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren ikinci bir delil getirmiş: “Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu batıdan getir bakalım” (Bakara 2/258) demiştir. “Eğer kendini bu kadar güçlü hissediyorsan, Allah’ın yaptığı işleri yapmağa muktedir isen bu senin için gayet kolaydır ve hemen yapabilmen gerekir” demek istemiştir. Bu, Nemrud’un bir önceki gibi karışıklık ve göz boyayıcılık yapabileceği bir durum değildi. Dolayısıyla şaşırıp kaldı, söyleyecek söz bulamadı, dili tutuldu. İddiasının asılsızlığı açıkça ortaya çıkarak tartışmada yenilen ve kaybeden taraf oldu. Çünkü Allah zâlimleri; akıllarını Allah’ı tanıyıp, varlığının delilleri üzerinde düşünerek O’na kulluk etme yolunda değil, tam aksine O’nu tanımama ve baş kaldırma yolunda kullanmak suretiyle kendilerine zulmedenleri doğru yola erdirmez.

Allah’ın kudretini gösterip, ölüleri yeniden diriltmesine hiçbir engelin olmadığını kanıtlama bakımından şu örnek de pek dikkat çekicidir:

Bakara / 259

Âyet-i kerîme açıkça isim zikretmediğinden dolayı, hâdisenin kahramanının kim ve geçtiği yerin neresi olduğu pek fazla mühim değildir. Maksat, anlatılan kıssadan gerekli ibret ve hikmetleri çıkarabilmektir. O da, Allah Teâlâ’nın kudretini, dirilten ve öldürenin O olduğunu, dolayısıyla âhiret kesinlikle gerçekleşip ölüleri tekrar dirilteceğini ortaya koymaktır. Bununla beraber meşhur olan görüşe göre burada sözkonusu edilen kişi Üzeyr b. Serhıya, yer ise Beyt-i Makdis’tir.

Rivayete göre İsrâîloğulları günah, şer ve bozgunculukta ileri gidince Allah onların başına Bâbilli Buhtunnasr’ı musallat etti. Buhtunnasr Şam’ı ele geçirip Beyt-i Makdis’i yerle bir eder. İsrâîloğulları’nı üç gruba ayırıp bir grubu öldürür, bir grubu Şam’da bırakır, üçüncü grubu ise esir alır. Buhtunnasr bu esirleri, beraberinde bulunan meliklere taksîm eder. Hz. Üzeyr de esir edilenler arasındadır. Daha sonra Allah Teâlâ, bir yolla Üzeyr’i onların ellerinden kurtarır. Üzeyr, azığını almış, merkebine binmiş giderken evleri yıkılmış, harabe hâline gelmiş, orada oturanlardan kimse kalmamış bir kasaba veya köy kalıntılarının yanına gelir. Buranın Beyt-i Makdis olduğu söylenir. Orada bir müddet durur, kederli ve mahzun gözlerle etrafına bakar. Âh çekerek, iç geçirerek kendi kendine, “Allah, böyle yıkılmış, harap olmuş bir beldeyi yeniden nereden ve nasıl diriltir, eski görkemli hâline nasıl getirir” der. Yalnız o bu sözü, Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretinden şüphe ettiği için değil, o zamanın âdetine uygun olarak, böyle bir imâr ve ihyâyı uzak görmesi sebebiyle söyler. O anda uykusu gelir, yatar. Allah onu öldürür, yüz sene oracıkta öylece ölü olarak kalır, sonra diriltir. Yiyecekleri hiç bozulmamış, ancak merkebi çürümüş ve sadece kemikleri kalmıştır. O harap olmuş kasaba da imar edilmiştir. Uyandığı ilk anda bir gün veya daha az bir süre uyuduğunu zanneder. Yiyeceklerine bakınca gerçekten böyle olduğunu sanır. Fakat merkebine bakınca o zaman gerçeği anlar. Allah, Üzeyr’in gözü önünde merkebini yeniden diriltir. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın kudret, kuvvet ve azametini gözleriyle müşahede eder. Allah’ın her şeye gücü yettiğini yakînen bilir ve anlar. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 46 vd.)

Yüce Allah, akıl nimetiyle donattığı kullarını üç yolla hidâyet yollarına yöneltmekte ve gerçeği bul­malarını kolaylaştırmaktadır. Birincisi aklî deliller getirmektir. Nitekim bir önceki âyet-i kerîmede beyân edildiği gibi Hz. İbrâhim’in Nemrud’la tartışırken getirdiği deliller bunun güzel bir misâlini teşkil eder. İkincisi hakikatin ve haber verilen hâdisenin nereden ve nasıl gerçekleştiğini göstermektir. Nitekim bu âyette anlatılan Hz. Üzeyr kıssası da bunun misâlidir. Üçüncüsü ise bizzat yaptırarak, yaşatarak, sebep ve sonucu tecrübe halinde göstermektir. İşte gelecek âyette Hz. İbrâhim’le ilgili olarak bunun dikkat çekici bir misâli verilmekte ve canlı bir tatbikatı yapılmaktadır:

Bakara / 260

Hz. İbrâhim, önde gelen peygamberlerden biridir. Allah’a olan iman, teslimiyet ve yakarışı dillere destandır. Nemrud’a Allah Teâlâ’yı ilk olarak, “Benim Rabbim dirilten ve öldürendir” diye tanıtmaya başlamıştır. Dolayısıyla Allah’ın, bütün canlılara hayat veren, onları öldürüp tekrar diriltmeye gücü yeten bir zât olduğunda en küçük bir şüphesinin bulunması mümkün değildir. Sadece o, kalbinin iyice mutmain olması, gerçeği yakînen görerek gönlünün sükûnete ermesi, bu husustaki bilgi ve tecrübesinin “hakka’l-yakîn”[1] derecesine ulaşması için Rabbinden ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini talep etmiştir. Cenâb-ı Hak, “Yoksa iman etmedin mi?” sorup ondan “hayır, iman ettim, ben mü’minim, imanımda şüphe yok” cevabını alarak, böyle bir sual sebebiyle Hz. İbrâhim’in imanı hususunda kıyamete kadar gelecek insanların gönlünde oluşabilecek en küçük tereddütleri bile ortadan kaldırmıştır.

Rivayete göre, Allah Teâlâ İbrâhim (a.s.)’a yakaladığı bu dört kuşu kesmesini, tüylerini yolmasını ve etlerini sıyırıp parçalara bölmesini emretti. Sonra başlarını yanında saklamak suretiyle, her dağın başına onlardan birer parça koymasını istedi. İbrâhim, her bir kuşu dört parçaya ayırdı, hamur yapıp birbiriyle karıştırdı ve dağların tepesine bundan birer parça koydu. Sonra onları “Allah’ın izniyle bana gelin” diyerek çağırdı. Her bir parçanın bir diğerine doğru uçup, bir cüsse teşkil ettiğini ve gelip kendine âit başla birleşerek eski hâlini aldığını gördü. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 81-82) Şüphesiz Allah Azîz’dir; kudreti dâima üstün olandır, emrini yerine getirtir ve yapmak istediği şeye kimse engel olamaz. Hakîm’dir; her bir işinde ve hükmünde çok ince hikmetleri vardır.

Âyetin işârî tefsiriyle alakalı şu izah yapılabilir: Hz. İbrâhim, bu sualiyle Allah’tan kalbinin ihyasını istemiştir. Allah Teâlâ da ona, gönlünün başka şeylerle olan bağlantılarını kesmesi gerektiğini haber vermiştir. Buna göre dört kuş ile nefiste bulunan dört kötü sıfata işaret edilmiştir. Tavus zineti, karga uzun emeli, horoz şehveti ve kartal da hırsı temsil etmektedir. Dolayısıyla mücâhedeyle ve riyazatla nefsinin bu mezmûm sıfatlarını boğazlayamayanlar, müşâhedeyle kalbini diriltme imkânı bulamazlar. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 121)

Nefsin her türlü kötü sıfatlarını temizleyerek kalb-i selîm ve iman-ı kâmile ulaşabilmek, böylece Allah’ın yaratmak, diriltmek, öldürmek gibi kâinattaki ilâhî kudret akışlarını seyredebilmek için en güzel çâre Allah yolunda cömertçe infakta bulunmaktır. Nitekim gelen âyetler bu hususu pek etkili ve dikkat çekici örneklerle anlatır:

[1] Hakka’l-yakîn: Bir şeyin doğruluğunu bizzat yaşayıp tecrübe ederek bilmektir. Mesela balın tadını yiyerek ve ateşin yakıcılığını bizzat içinde yaşayıp tercüme ederek bilmek gibi.                                                                                                                                                      

Bakara / 261

Âyet-i kerîme, mü’minin Allah yolunda yaptığı harcamaların durumunu anlatmak üzere, duyguları coşturan ve duyarlı bir vicdanı derinden etkileyen şöyle canlı bir tabiat tablosu çizmektedir: Ekime hazır tarlasının başında bir adam ve elinde sadece bir buğday dânesi var. Onu toprağa ekiyor. Topraktan bir kök bitiyor. Bu kökten çatallanarak yedi başak çıkıyor. Her bir başağın içinde gizlenmiş yüz dâne bulunmaktadır. Hatta bir dânenin Allah’ın izniyle bundan daha fazla vermesi de mümkündür. Çünkü Allah vâsi‘dir; kullarına olan ikram ve ihsanı asla daralmaz, bitmez, tükenmez. Alîm’dir; kalplerin derinliklerine gizlenen niyet ve düşünceleri bilir, ona göre kat kat ve daha fazla verir. İşte mü’minin Allah yolunda verdiği sadakanın durumu da bunun gibidir. Yahut mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, böyle bir dâneyi toprağa eken karşılığında yedi yüz veya daha fazla dâne elde eden çiftçinin durumu gibidir.

Allah yolunda verilen sadakanın kat kat artırılmasını Peygamber Efendimiz de şöyle bir benzetmeyle izah etmektedir: “Her kim temiz ve helâl olan kazancından bir tek hurmaya denk olabilecek bir şey bile tasadduk ederse Allah onu kabul buyurur. Çünkü Allah ancak temiz olanı kabul eder. Sonra onu, sizden birinizin tayını terbiye edip büyüttüğü gibi, artırıp çoğaltır. Nihayet o sadaka dağ kadar olur.” (Buhârî, Zekât 8; Müslim, Zekât 63)

Bu örneklerle Allah yolunda koşacak ve O’nun yolunda infakta bulunacak kimselerin, Allah için sarfedilen ve ekilen dânelerin ne kadar feyizli, bereketli ve sevaplı olacağını anlamaları istenmektedir. Dolayısıyla mü’minler bir dâneyi bile küçük görmemeli, zayi etmemeli ve Allah’tan hiçbir şey kıskanmamalıdırlar. Ellerinde ne varsa, bir buğday dânesi bile olsa, Allah yolunda harcamalı ve bundan çekinmemelidirler. Allah’ın hikmet nizamı ve yeniden diriltiş sırrı ile toprağa atılan bir dâne, toprakta bitip filizlenerek yedi yüz veya daha fazla dâne verdiği gibi; insanlar da öldükten sonra dirilecekler ve dünyada Allah için yaptıkları fiiller böyle son derece bereketli bir şekilde artarak, temessül ederek terazi kefelerine konacaktır. Ayrıca bu örnekte, zıraat ilminde terakki edilip gerekli uygulamalar yapıldığı takdirde bir dâneye karşılık en az yedi yüz dâne alınabileceğine dair bir müjde de vardır. Bugün zıraat alanında kaydedilen teknik ilerlemeler sayesinde, bir buğday dânesinden çıkan çimleri çatallandıktan sonra ayırarak fide hâlinde dikmek sûretiyle bir dâneden 2000 dâneyi aşkın hâsılat alınabildiği tecrübe edilmiştir.

Cenâb-ı Hak, kendi yolunda ihlasla ve âdâbına uygun yapılan harcamalara büyük mükafatlar va‘dederek şöyle buyurur.

Bakara / 262

Allah yolunda ve Allah için yapılan harcamaların bir önceki âyette müjdelenen kat kat mükâfatını alabilmek için, onları, sevaplarını yok edip faydasız hâle getirecek âfetlerden korumak gerekir. Bu âfetlerin başında “başa kakma” ve “eziyet etme” gelmektedir.

Âyette geçen اَلْمَنُّ (menn), bir kimsenin iyilik yaptığı şahsa “sana şöyle şöyle iyilik yaptım” demek suretiyle o kimseye karşı iyiliğini bir şey sayması, az çok yaptığı iyiliğe gururlanması ve onun verecekli durumunda olduğunu hissettirmesidir. Bu tavır, gönül bulandırır, yapılan iyiliğin kıymetini eksiltir, hatta kesip yok eder. الْاَذٰى  (ezâ) ise tiksindirmek mânasına gelir. İyilik yaptığı kişinin bir kusuru sebebiyle şikayette bulunmak, dil uzatmak ve iyiliği yüze vurmak birer ezâdır. İyilik ettiği kimseye: “Ben sana iyilik ettim, sen bana teşekkür bile etmedin”, “Kaç kez gelip bana eziyet veriyorsun”, “Kaç defadır isteyip duruyorsun, utanmıyor musun” veya “Devamlı sıkıntılarla geliyorsun, Allah beni senden kurtarsın, seni benden uzak etsin” gibi sözler de ezâya örnek verilebilir. Allah için infakta bulunanlar eğer bu yanlış davranışlardan uzak durur, sadakalarını göz bebekleri gibi korur ve mükâfâtını sadece Allah’tan beklerlerse, Cenâb-ı Hak onlara ecirlerini en güzel şekilde verir. Âhirette onlara hiçbir korku olmaz, sevapların yok olması gibi herhangi bir sebeple de üzüntü duymazlar.

Rivayete göre bu âyet-i kerîme Hz. Osman ve Hz. Abdurrahman b. Avf hakkında inmiştir. Abdurrahman b. Avf (r.a.) malının yarısı olan dört bin dirhemi tasadduk etti ve: “Yanımda sekiz bin dirhem var. Bunun dörtbin dirhemini kendim ve çocuklarım için sakladım. Dört bin dirhemini de Rabbime güzel bir borç olarak verdim” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Sakladığını da verdiğini de Allah mübârek eylesin” buyurdu. Hz. Osman ise Tebük seferinde bin deve ve bin dinar yardımda bulundu. Rûme kuyusunu satın alıp müslümanlara vakfetti. Resûlullah (s.a.s.) ellerini kaldırarak: “Ya Rabbi ben ondan razı oldum. Sen de razı ol!” diye dua etti. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 89)

Verdiklerini Allah için vermeyip başa kakanlar şunu unutmasınlar ki:

Bakara / 263

Allah için verdikten sonra başa kakmaya ve eziyet etmeye gerek de yoktur. Çünkü bu zoraki ve mecbûrî değil, isteyerek, gönüllü olarak yapılan bir iştir. Kul bunu ancak sevap elde edebilmek ve ilâhî rızâya erebilmek için yapar. İstese yapmayabilir. Çünkü yardım isteyen veya yardım edilmesi gereken insanlara karşı tatlı dilli olmak, gönül alıcı güzel bir söz söylemek, herhangi bir kusur varsa onu da bağışlamak, başa kakarak ve eziyet ederek verilen sadakadan daha hayırlıdır. Boşa zahmet çekmeye gerek yoktur. Bu hususla ilgili olarak Yüce Rabbimiz, bir diğer âyet-i kerîmede şu tavsiyede bulunmaktadır:

“Rasûlüm! Muhtaçlara vermek üzere Rabbinden bir nimet beklerken, elinde vereceğin bir şey bulunmadığı için isteyenlerden yüz çevirmek mecburiyetinde kalırsan, o zaman hiç olmazsa onlara gönül alıcı bir söz söyle!” (İsrâ 17/28)

Aziz Mahmûd Hüdâyî (k.s.) şöyle der: “Dilenciyi güzel bir şekilde geri çevirmek, başa kakan ve eziyet eden kimsenin sadakasından daha hayırlıdır. Zira güzel söz, geri çevirmek için bile olsa dilencinin gönlünü ferahlatır, rûhunu şenlendirir. Sadaka, hem insanın maddî varlığına fayda vermek hem de kalbi mesrûr etmek sûretiyle kişiye menfaat sağlar. Cesede fayda veren şeyle, rûha eziyet verecek bir şey birleşince tam fayda temin edilmiş olmaz. Şüphesiz ki rûhu ferahlandıracak şey, cesede menfaat verenden daha hayırlıdır. Çünkü insanda rûhâniyet, çamurdan yapılmış bedene göre çok daha yüce ve şerefli bir mevkiye sahiptir.”

Nitekim Abdullah b. Zübeyr’in oğlu Âmir, fakir ve âbidlere yardım edeceği zaman, onları incitmemek için şu yolu tercih ederdi:

Yardım edeceği kimseler secdede iken para keselerini ayakkabılarının yanına hissedecekleri şekilde bırakır ve görünmeden uzaklaşırdı. Kendisine:

“–Neden yardımını, birisini göndererek yapmıyorsun?” diye sorulunca da şöyle cevap verirdi:

“–Onlardan birinin, gönderdiğim kişiyle veya benimle karşılaştığında yere bakmasını istemem, onun için böyle yapıyorum.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 411)

Şu kıssa da pek ibretlidir:

Hintli bir derviş Nişabur’lu bir tâcirin yol arkadaşı idi. Bu derviş tam bir feragatle yalınayak gidiyor, ayağını taştan ve dikenden sakınmıyordu. Tâcir ona acıdı, ayakkabısını verdi. Hintli ona dualar edip gayretle yola devam etti. Nişabur’lu her an:

“- Böyle git, şöyle git; ayağını taşlara yavaş bas, dikenin batmasından sakın!” diye tahakkümde bulundu. Hintli onun bu emirlerinden bıktı, ayakkabıyı çıkarıp tâcirin önüne koydu ve:

“- Al, bana kayıtlı bir iyilik lazım değildir. Hiçbir kayda tabi olmadan otuz senedir yalınayak dolaşıyorum. Şimdi bir ayakkabı için birinin kayıt ve hükmü altına giremem ve minnetini çekemem!” dedi. (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 414)

Şüphesiz Allah ganîdir; kullarının verecekleri sadaka ve yapacakları iyiliklere ihtiyacı yoktur. O sadakaya muhtaç fakirleri ve garipleri bol bol rızıklandırmaya, zengin olanları da fakir ve başkalarına el açar duruma düşürmeye kadirdir. Yine Allah halîmdir; her günah işleyeni anında cezalandırmaz. Başa kakan ve ezîyet edenlere de, tevbe edip yanlışlarından dönmeleri için mühlet verir.

Allah Teâla, kendi yolunda yapılan harcamaların başa kakma ve ezâdan arındırılması ve kulların yaptıkları iyiliklerin mükâfâtından mahrum kalmamaları için bu hususu ayrıca dikkat çekici bir örnekle şöylece açıklığa kavuşturmaktadır:

Bakara / 264

Burada öncelikle başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle sadaka veren, Allah’a ve âhirete inanmadığı halde insanlara gösteriş için sadaka verene; başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle verilen sadaka da Allah’a ve âhirete inanmayan bir kimsenin insanlara gösteriş için verdiği kabule şayan olmayan sadakaya benzetilmektedir. Böylece nifâk ve riyânın sadakaları boşa çıkarması gibi, başa kakma ve eziyetin de sadakaları boşa çıkaracağı bildirilmektedir. Zira her iki tür sadaka da Allah için verilmiş bir sadaka değildir.

Daha sonra da kendi rızâsı için olmayıp riya için verilen, karşılığında âhirette Allah’tan bir sevap beklenmeyen sadakanın ve bu sadaka sahibinin durumunu şu örnekle açıklıyor:

Ortada pürüzsüz bir taş, taşın üstünde de azıcık bir toprak var. Bu toprağa kuvvetli bir yağmur yağıyor ve taşın üstünde topraktan hiçbir iz kalmıyor. Taş da, üzerinde topraktan hiçbir nişane olmaksızın kaskatı bir halde kalıyor.

Bu misâl, Allah’a ve âhiret gününe inanmayıp insanlara gösteriş için malını harcayan kimsenin, imanın bahşettiği huzur ve saadetten habersiz olan, onu anlamayan kaskatı kalbini tasvir etmektedir. Ancak bu katılığı riyadan örtülmüş bir kabukla kapatmak istemektedir. Bu riya örtüsüne bürünmüş kaskatı kalbi, üzerinde biraz toprak bulunan pürüzsüz kaya temsil eder. Bu, yumuşaklıktan ve bitkiden eser bulunmayan bir taş parçasıdır. Katılığını gizlemek için üzeri hafif bir toprakla örtülmüştür. Tıpkı iman nurundan mahrum kalplerin katılığını riyanın örtüp kapattığı gibi. Şiddetli yağan yağmur o kaskatı kayanın üzerindeki toprağı silip götürdüğü ve onu üzerinde hiçbir bitkiden ve meyveden eser bulunmayan cascavlak bir kaya halinde bıraktığı gibi; insanlara gösteriş için malını infak eden kalpler de ne hayırlı bir meyve verir, ne de âhirette bir sevaba erişir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, I, 309)

Örneği şu şekilde izah etmek de mümkündür: Başa kakan ve inciten kimseyle münafık katı kaya gibi, bunların verdikleri sadakalar kaya üstündeki toprak gibi, kıyamet günü de şiddetli yağmur gibidir. Kıyamet günü geldiği zaman, bütün bu sadakalar, şiddetli yağmurun pürüzsüz bir taş üzerindeki toprağı giderdiği gibi kaybolur ve boşa çıkar. Çünkü o günde bu amellerin Allah’ın rızâsı için yapılmadıkları belli olur. İnanmadığı halde infak edenler; riya olsun diye, başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle sadaka verenler, yaptıkları bu amellerden o gün hiçbir fayda göremezler. Çünkü Allah kâfirler gürûhunu, âhirette kendilerine yarayacak iyilikler yapmaya muvaffak kılmaz. Bu bakımdan mü’minler de sadaka verirken dikkatli olmalı, sevaplarının boşa gitmesinden korkmalıdırlar.

Üçüncü olarak şu mâna verilebilir: Üzerinde az bir toprak bulunan çıplak düz kayaya tohum ekilip, üzerine bol yağmur yağdığı zaman, o tohum topraksız tek başına kalır. Hatta tohum da kalmaz o da oradan kaybolur gider. O kişi, ekinine ihtiyaç duyduğu zaman orada hiçbir şey bulamaz.

Kâfirlerin, münafıkların ve yaptığı amelleri sadece Allah rızâsı için yapmayanların, âhirette karşılaşacakları hüsranla alakalı olarak şu ilâhî beyânlar ne kadar ikâz edicidir:

“De ki: «Yaptıkları ameller yüzünden en çok zarara uğrayacakları size haber verelim mi? Onlar, güzel şeyler yaptıklarını zannetmelerine rağmen, dünya hayatında gerçekleştirdikleri çalışmalar boşa giden kimselerdir.»” (Kehf 18/103-104)

“Biz o gün onların yaptıkları bütün amellerin üzerine varıp, hepsini toz duman edeceğiz.” (Furkân 25/23)

Resûlullah (s.a.s.) de şöyle buyurur: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey gizli şirktir.” Ashâb-ı kirâm: “Ya Rasûlallah! Gizli şirk nedir?” diye sorunca Allah Resûlü: “Riyadır” buyurmuş, devamla: “Allah Teâlâ kullarına, amellerinin karşılığını vereceği gün: «Amellerinizi göstermek için yaptığınız kimselere gidin ve bakın onlardan bir karşılık görebilecek misiniz?» diyecektir” buyurarak riyanın ne kadar tehlikeli olduğunu ifade etmişlerdir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 428-429)

Yine Peygamber Efendimiz’in, kıyâmet günü ilk olarak hesap için çağrılan ve yaptıklarını Allah için değil de gösteriş için yapan Kur’an hâfızı, Allah yolunda öldürülen adam ve çok malı olan kimsenin hesabı kaybedip cehenneme atılmalarıyla ilgili verdiği bilgiler, gerçekten çok uyarıcı ve bizleri uyanık olmaya davet edicidir. (bk. Tirmizî, Zühd 48)

Peki mallarını Allah yolunda ihlasla harcayanların durumu nasıldır:

Bakara / 265

Burada, mallarını Allah rızâsı için, imanın kalbine iyice kökleşmesini sağlamak ve mükemmel bir İslâm toplumu oluşturmak üzere cömertçe harcayanların hâli yine dikkat çekici bir bahçe örneğiyle anlatılıyor: Hem yağmuru hem rüzgarı hem de güneşi, içindeki bitkilerin yetişmesine en faydalı bir şekilde alan bir muhitte güzel bir bahçe bulunmaktadır. İçerisinde her türlü sebze ve meyve bitkileri mevcuttur. Bu bahçeye kuvvetli bir yağmur düşüyor, rüzgar müsait yönlerden en faydalı bir şekilde esiyor, güneş ışınlarını yararlı bir tarzda aksettiriyor. Bu sayede bahçe meyve ve sebzelerini iki kat veriyor. Normal durumlarda mesela bin veren bu bahçe, bu yağmur sayesinde iki bin veriyor. Alelâde hallerde bir dâneye yediyüz dâne veren bu bostan, bu yağmur sebebiyle bir dâneye bin dört yüz dâne veriyor. Bu bahçe öyle bir bahçe ki, ona kuvvetli bir yağmur düşmese bile hafif bir yağmur, az bir nem, bir çisinti dahi yetiyor ve vereceği ürünü yine veriyor.

Bu örnek, mallarını Allah yolunda ve hayırlı işler gerçekleştirmek için harcayanların halini açıklamaktadır. Mallarını Allah’ın rızâsını kazanmak için ve bu sayede kendilerini, mallarını, amellerini, müslüman kardeşlerini bozucu temayüllerden ve her türlü sarsıntıdan koruyarak Allah yolunda sâbit kılmak; iyilik yapmayı ve hayr ü hasenatta bulunmayı kendilerinin ayrılmaz bir melekesi haline getirmek ve ondan sonra her türlü fazilet ve ibâdetleri kolaylıkla yapmak; hülasa ekecekleri tohumu tutturmak için ihtiyaç sahibi kimselere ve ihtiyaç bulunan yerlere adab ve erkanına uygun olarak can ü gönülden harcamada bulunanların durumları işte böyle bir bahçenin durumu gibidir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 55; Elmalılı, Hak Dini, II, 902)

Bir başka yoruma göre bu örnek mü’min bir kalbi anlatmaktadır: İmanla mâmur olmuş bir kalb, tebessümle güzelleşmiş bir gönül, sırf Allah’ın rızâsını kazanmak için harcıyor. Ve harcadığı şeyi de hayırlı olduğuna can ü gönülden inanarak veriyor. Harcadığı şey imanından coşup gelmekte, kökleri tâ vicdanın derinliklerine inmektedir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, I, 309) İşte böyle inanmış bir kalbi, üzerinde yığınlarla toprak bulunan, yağan kuvvetli bir yağmurla kabarıp canlanarak yemyeşil bir hal alan; bitkileri birbirine sarmaş dolaş olmuş verimli bir bahçe temsil etmektedir. Bu yağmur o toprağı canlandırıp yeşerttiği ve orada bol bol mahsulün yetişmesine vesile olduğu gibi, mü’minin Allah için verdiği sadakalar da onun gönlünü temizleyip arıtarak Yüce Allah ile olan alakalarını geliştirir; malını da temizleyip Allah Teâlâ’nın dilediği kadar artırır. Ayrıca bu sadakalar, yağmur sayesinde o bahçenin bütün ürünleriyle bir bütün olarak gelişmesi gibi, bir bütün olarak İslâm toplumunun hayatını ıslah eder, düzeltir ve geliştirir.

Toprağı bol o güzel bahçeye kuvvetli yağmur yağmayıp bir çisinti vursa dahi o yine vereceği ürünü verir. Aynı şekilde Allah için harcamaya hazır bir gönül, vereceği fazla bir şeyi olmayıp az bir şey verse bile o ona yeter. O gönlü cûş u hurûşa getirmeye, kendisini bütün mü’minlerle kardeş bilme, bütün bir İslâm toplumunun dertleriyle dertlenip sevinciyle sevinerek onların ayrılmaz bir parçası olma şuuruna götürmeye yeter. Çünkü Allah’a ulaşacak olan, ne etlerdir ne de kanlardır, ne de başka şeydir. Allah’a ulaşacak olan, kalplerin derinliklerinden kopup gelen “takvâ” duyguları, niyet temizliği ve ihlastır.

Böylesine güzel ve ulvî duygulardan mahrum olarak yapılan harcamaların hazin akıbeti de şu örnekle gözler önüne serilir :

Bakara / 266

Bu örnekte bir adamdan bahsedilir. Bu adamın hurma ve üzüm bağlarından oluşan bahçesi vardır. Bu, altından ırmaklar akan, ağaçlarının arasından sular çağlayan son derece güzel, mükemmel ve muhteşem bir bahçedir. Mevsim hasat mevsimi olup ağaçlar, bağlar meyveye durmuştur. O bahçede de her türlü meyve ve sebze mevcuttur, olmayan bir şey yoktur. Her taraf refah, sevinç ve neşe dolu; her yanda ruhâniyet, parlaklık ve güzellik kendini göstermektedir. Fakat ne yazık ki durum böyle devam etmiyor; iş tersine dönmeye başlıyor. Önce adam ihtiyarlıyor, son derece ihtiyaç sahibi olduğu halde çalışıp çabalayamayacak kadar aciz bir duruma düşüyor. Aynı zamanda onun elleri ermez, güçleri yetmez, zayıf, zavallı ve aciz yavruları da vardır. Onların bakımları ve geçimleri de kendisine düşmektedir. Dolayısıyla o, son derece sıkıntılı, muhtaç ve perişan bir durumdadır. Vaziyet bu noktada iken adamın o güzelim bahçesine ateşli bir kasırga isabet ediyor ve onu bir lahzada yakıp mahvediyor. Bu adamın yerinde olmayı kim ister? Bu durum karşısında adamın kalbindeki keder ve sıkıntının ne kadar büyük olacağını düşünmek gerekir. Bu bela ve sıkıntı, evvela şu güzelim bahçenin ve içindeki ürünlerin bir daha geri gelmeyecek şekilde heder olmasıyla ortaya çıkar. Ayrıca o kimse, çalışamayacak kadar aciz olup, başkalarının kendisine yardım etmelerinden ümitsiz oluşunun yanı sıra ihtiyaç içinde kalmıştır. Bir de başka insanların, yani çoluk çocuğunun, onun bakımına muhtaç bir durumda bulunmaları ve ondan yiyecek içecek istemeleri gibi sebeplerle ihtiyacı, dolayısıyla da sıkıntısı daha da artmaktadır.

Tıpkı burada bahsedilen adan gibi, malını Allah rızâsı için veren kimse, âhiretteki cenneti ümit etmesi bakımından, bütün ihtiyaçlarını karşılama hususunda tek dayanağı o bahçe olan adam gibidir. Fakat bu kimse, yaptığı iyiliğin peşinden başa kakıp fakiri incittiği zaman, bu durum, o bahçeyi yakıp kavuran kasırga gibi olur. Aslında iyilik olmayıp zâhiren iyilik gibi gözüken bu infâkı da pişmanlık, şaşkınlık ve keder takip eder. Bu kimse o iyiliğin sevabına son derece muhtaç olduğu kıyamet gününde ondan hiçbir fayda göremez. Böylece, üzüntü ve kederlerin en büyüğü ve ah vah etmelerin en şiddetlisi içinde kalır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 58)

Hasılı iman ile yapılan iyiliklerin mükâfatı böyle cennetler; bunların Allah için yapılmasına engel olan imansızlık, riya, minnet ve eza gibi kötülükler de o ateşli kasırga gibidir. Bu kasırga, yapılan iyilikleri yakar ve en muhtaç bir durumdayken onlardan istifade imkânını tamamen ortadan kaldırır. Bu bakımdan doğru tercihte bulunup çabuk davranmalı; meyveli, verimli, gölgelerle dolu bahçeye ateşle dolu kasırga gelip onu helak etmeden dikkatli olunmalıdır.

Allah yolunda yapılan harcamalarda gözetilmesi gereken diğer âdâb hususunda ilâhî uyarılar şöyle devam ediyor:

Bakara / 267

Allah yolunda verilecek şeyler hem kazanılarak elde edilen ticaret malları, hayvanlar ve paralar hem de yerden çıkan meyveler, sebzeler ve madenler gibi şeylerdir. Allah yolunda vermek önemli olduğu gibi, verilecek malın durumu, kaliteli veya kalitesiz oluşu da o kadar önemlidir. Bu âyet-i kerîme, malın kötüsünden değil, iyi, güzel ve hoşa gidenlerinden verilmesini emretmektedir. Kendimize verildiğinde hoşlanmayacağımız, tiksineceğimiz ve gözümüzü kapamadan almaya cesaret edemeyeceğimiz değersiz âdi şeylerin Allah’ın rızâsını umarak sadaka verilmemesini istemektedir. Buna göre eğer verilen zekât ise, malın kötüsünden vermek haram; sadaka ise kötüsünü vermek harama yakın mekruhtur.

Berâ b. Âzib (r.a.)’ın anlattığına göre Ensâr, hasat mevsiminde hurma salkımlarından getirerek Mescid-i Nebevî’deki iki direk arasına bağlanan bir ipe asar, fakir Muhâcirler de onlardan yerdi. Bazıları, oraya konan hurma hevenklerinin çokluğuna bakarak bir beis olmayacağı düşüncesiyle iyilerin arasına kötü hurmaları da koydular. Allah Tealâ böyle yapanlar hakkında bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 90)

Bir diğer âyet-i kerîmede iyiliğin kemâline erişebilmemiz için sevdiğimiz şeylerden vermemiz şöyle tavsiye edilir:

“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça gerçek iyiliğe erişemezsiniz. Küçük büyük her ne verirseniz, Allah onu kesinlikle bilir.” (Âl-i İmrân 3/92)

Avf b. Mâlik (r.a.)’ın anlattığına göre, Resûlullah (s.a.s.) elinde bir asâ ile yanımıza mescide geldi. Bir adam mescide sadaka olarak âdî bir kuru hurma salkımı asmıştı. Efendimiz (s.a.s.) asâ ile bu hurma salkımına dürttü ve şöyle buyurdu: “Bu sadakanın sahibi dileseydi, bundan daha iyisini vere­bilirdi. Bu sadakanın sahibi kıyamet günü âdi kuru hurma yiye­cektir.” (Ebû Dâvûd, Zekât 17/1608)

Hz. Âişe, Allah Resûlü’nün hoşlanmadığı bir yiyecek hakkında: “Ey Allah’ın Rasûlü, onu yoksullara verelim mi?” diye sormuştu. Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.): “Kendi yemediğiniz şeyleri başkalarına vermeyiniz!” buyurdular. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 105, 123; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, III, 113; IV, 37)

Bu ve bundan önceki âyet-i kerîmelerin de işaret ettiği gibi, Allah yolunda mal harcayan, sadaka veren kimse, bir çiftçiye benzer. Sahip olduğu arâzîden fevkalâde iyi ürün elde edeceğine inanan çiftçi, zirâata gereken önemi verir ve tohumun da en iyisini eker. Çünkü o, mahsûlün iyi ve bol olması için tohumun ne kadar mühim olduğunu pekâla bilir. Aynı şekilde, tasaddukta bulunan kişi de, Allah’a ve âhıret gününe imanı arttıkça, uhrevî sermâyesini artırmak üzere malın iyisinden bolca sadaka verir. Çünkü, Şu kesindir ki, Allah zerre kadar bile olsa kimseye zulmetmez. Ama zerre kadar bir iyilik yapılsa, onun sevabını kat kat artırır ve ayrıca kendi yüce katından pek büyük bir mükâfat verir. (Nisâ 4/40) Eğer kul Allah’a yanındaki en güzel şeyi verirse Allah Teâlâ da onu en güzel şekilde mükâfâtlandırır. Nitekim âyet-i kerîmede, İyiliğin mükâfatı iyilikten başka ne olabilir ki?” (Rahmân 55/60) buyrulur.

Gerçek böyle olmakla birlikte, şeytan bunu engellenek için var gücüyle uğraşır:

Bakara / 268

Şeytan insanın en büyük ve en açık düşmanıdır. Gâfil yakaladığı zaman ona her türlü vesvese ve kötü düşünceleri pompalar. Bir an olsun onun şerrinden emin olmak doğru değildir. Bu sebeple pek çok âyet-i kerîme, bizi şeytanın düşmanlığına karşı dikkatli ve uyanık olmaya çağırır. Burada da görüldüğü üzere şeytan insanı sürekli fakirlikle korkutur, “eğer malını ona buna harcarsan eli boş, muhtaç ve perişan kalırsın” der. Onun gözüne ihtiyacı olmayan şeyleri bile çok mühim ihtiyaçlarmış gibi gösterir. Kulu var gücüyle Allah yolunda vermekten engellemeye çalışır. Ona cimriliği, hasisliği, kötü ve çirkin fiilleri emreder. Malın nefsin hevâ ve hevesini tatmin için fenâ ve çirkef yollarda harcanmasını teşvik eder. Buna mukâbil Rabbimiz, kendi yolunda güzel niyetlerle harcamada bulunanların bu vesileyle önceki günahlarını bağışlayacağını ve onlara bol bol mükâfat vereceğini müjdelemektedir. Şüphesiz Allah, istediğini yapabilme ve dilediğini verebilme kudretine sahiptir. Bu bakımdan kulun, gönlüne doğan düşüncenin rahmânî mi, şeytânî mi olduğuna bakıp ona göre hareket tarzını belirleme mecburiyeti vardır. Bu hususta Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Âdemoğluna biri şeytandan diğeri melekten olmak üzere iki kanaldan düşünce gelir. Şeytandan gelen düşünce, kötülüğe yönlendirmek ve gerçeği yalanlamak istikâmetindedir. Melekten gelen düşünce ise iyiliğe yönlendirmek ve gerçeği doğrulamak yönündedir. İçinde melekten gelen düşünceyi hisseden kişi, onun Allah’tan olduğunu bilsin ve Allah’a hamdetsin. İçinde şeytandan gelen düşünceyi hisseden kimse de, şeytandan Allah’a sığınsın.” (Tirmizî, Tefsir 2/36)

Ancak kalbin bu inceliği yakalayabilmesi, bu ferâset ve basireti gösterebilmesi için “hikmet”le buluşması gerekir:

Bakara / 269

 “Menetmek, engellemek” mânasını taşıyan bir kökten gelen الْحِكْمَة (hikmet) sözlükte “sahibini yanılmaktan ve yanlış yollara sapmaktan koruyan şey” demektir. İnsanı yanlış yollardan koruyarak doğru yola eriştiren en mühim kaynak, dindir. Özellikle dînî bilginin temelini teşkil eden Kur’an ve sünnettir. Bu sebeple müfessirlerimiz âyette geçen hikmete şu mânaları vermişlerdir:

İbn Abbâs (r.a.) der ki: “Hikmet, Kur’an bilgisidir, onu iyice anlamaktır. O’nun nâsihini mensûhunu, muhkemini müteşâbihini[1], önce inenini, sonra inenini, helâl ve haramını ve mesellerini bilmektir.”

Mücâhid şöyle der: “Söz ve fiilde isâbet etmek, en doğru olanı söylemek ve yapmaktır.”

Mâlik ise şöyle demektedir: “Hikmet dini bilmek, onun hükümlerini en güzel şekilde anlamak ve ona tabi olmaktır.”

Süddî’ye göre ise hikmetten maksat, peygamberliktir.  (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 124-125)

Buna göre Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye gibi sağlam temel kaynaklarından hareketle dini öğrenmek, anlamak ve yaşamak hikmetin ta kendisidir. Çünkü böyle davranan her türlü yanlıştan kendini korumuş, yapılacak en doğru işleri yapmış, sözünde ve fiilinde tam isâbet etmiş olacaktır. Allah, bu nimetini dilediği kullarına ihsan eder. Şüphesiz Allah’ın bu lütfuna erişmek için de kulların gayret göstermesi ve bunun yollarına girmesi gerekir. Dini anlayıp yaşama nimetine nâil olanlara pek çok hayır, iyilik ve güzellik verilmiştir. Fakat bunu kavrayarak gerekli ibret ve öğüdü alabilmek için bozulmamış, temiz bir akıl sahibi olmak gerekir. Bu akıl, vahyin terbiyesinde ve imanın gölgesinde olgunlaşmış akıldır.

Böyle akıl sahipleri, Allah’ın yaptıkları her işten haberdar olduğunu bilerek hareket ederler:

[1] Nâsih: Sonradan gelip önceki bir âyetin hükmünü kaldıran âyet. Mensûh: Hükmü kaldırılan âyet. Müteşâbih: Mânası kapalı olan ve tam olarak anlaşılamayan âyet. Muhkem: Mânası açık seçik anlaşılan âyet.

Bakara / 270

Allah, açıkta olan şeyleri bildiği gibi gizliyi de bilen, kalplerde saklanan sırlara âşina olan yüce Yaratıcı’dır. Göklerin derinliğinde, yeryüzünün en tenha yerinde, okyanusların dibinde ve dağların içinde bile olsa küçük büyük ne varsa hepsi O’na malumdur, hiçbiri gizli kalamaz. Bu sebeple rızâsı için yapılan iyilikleri, adanan adakları ve bunların ne tür niyetlerle yapıldığını elbette Rabbimiz bilmektedir. Ona göre karşılık verecektir. Özellikle burada Allah’ın vermeye dair emirlerini tutmamak sûretiyle kendilerine zulmedenlere, âhirette ihtiyaç içinde kıvranırken yardım edebilecek hiçbir yardımcı olmayacaktır.

Yapılan iyiliklerin gizli ya da açık olmasının mükafat bakımından bir farkı var mıdır:

Bakara / 271

Farz olan zekâtı ve nafile olan sadakaları insanların göreceği şekilde açıktan vermek caizdir. Nitekim aşağıda gelecek olan 274. âyette geçen övgü sadedindeki “açıktan da verirler” ifadesi,  buna temas etmektedir. Böyle davranmak, belli bir noktaya kadar güzel de karşılanabilir. Hatta farz olan zekâtı açıktan vermek, kişiyi “acaba verdi mi, vermedi mi” şeklindeki bir töhmet altında bulunmaktan kurtaracağı gibi, başkaları için de bir teşvik unsuru olacaktır. Fakat iyiliği, gösteriş korkusundan uzak bir şekilde gizli yapmak, onu fakirin eline hiçbir şekilde rencide olmayacağı bir tarzda gizlice ulaştırmak şüphesiz sevap bakımından daha hayırlıdır. Şartlarına ve âdâbına riâyet edilerek yapılan harcamalar şüphesiz daha büyük faydalar sağlayacaktır. Allah Teâlâ bunları en güzel şekilde kabul buyuracak, bol bol karşılık verecek ve bu vesileyle sahiplerinin diğer günahlarını da bağışlayacaktır. Zira Allah yolunda vermenin, günahlardan arınarak nefsi tezkiye etmede çok büyük bir rolü vardır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Onların mallarından bir miktar zekât ve sadaka al ki, böylece kendilerini günahlarından arındırıp tertemiz kılasın.” (Tevbe 9/103)

İyiliklerin gizli yapılmasının faziletiyle alakalı olarak Resûlullah (s.a.s.)’in pek mühim tavsiyeleri bulunmaktadır. Efendimiz, “sağ eliyle verdiği sadakayı sol eli duymayan kimsenin kıyâmet günü Allah’ın gölgesi altında gölgeleneceklerden biri olacağını” haber vermiştir. (Buhâri, Hudûd 19; Müslim, Zekât 91)

 Ebû Zerr (r.a.), Peygamber Efendimiz’e:

“–Yâ Nebiyyallah! Hangi sadaka daha faziletlidir?” diye sorunca Allah Resûlü (s.a.s.):

“–Fakire gizlice verilen ve malı az olan kimsenin zorlanarak verdiği sadakadır” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 265, 178-179; Ebû Dâvûd, Zekât 40/1677)[1]

Zira gizli verilen sadaka, gösterişten ve duyulsun arzusundan daha uzaktır. Bu yolla kişi, “başkaları görsün, duysun ve beni takdir etsin; ne kadar cömert insan olduğumu bilsin” şeklindeki yanlış ve zararlı düşüncelerden gönlünü koruma imkânı bulur. Şöhrete giden yolu kapayarak, nefsini kontrol edip daha çok sevap kazanabilir.

Rabbimizin âyetlerini gönül kulağıyla dinleyip gereğini yapmak isteyenlerin yollarını aydınlatacak güzel bir örnek olması bakımından İslâm tarihinin parlak sîmâlarından Zeynelâbidîn (k.s.) Hazretleri’nin şu halini ibretle temâşâ etmek lâzımdır:

Hulefâ-i râşidîni takip eden yıllarda Medine-i Münevvere’de bâzı fakirlerin kapılarına meçhûl bir kimse her sabah bir çuval erzak bırakmaktaydı. Bir sabah o fakirler uyandıklarında baktılar ki, kapılarına erzak konmamış. Sebebini merak ederlerken, o esnâda içli bir salâ sesi duyuldu ve Medine-i Münevvere, Hz. Ali (r.a.)’ın torunu Zeynelâbidîn (k.s.)’un vefâtı haberiyle çalkalandı. Herkes derin bir mâteme büründü. Peygamberimiz (s.a.s.) bu kıymetli torununa karşı son vazîfeler îtinâ ile yapılmaya başlandı. Sıra mübârek nâşının yıkanmasına geldiğinde, bu şerefli vazîfeyi yapacak olan zât, mevtânın sırtında içi su toplamış büyükçe yaralar görünce şaşırdı. Sebebini anlayamadı. Yakınlarına sorduğunda ise, Ehl-i Beyt’ten orada bulunup bu sırra âşinâ olan bir kimse, şunları söyledi:

“–Zeynelâbidîn Hazretleri her sabah hazırladığı erzak çuvallarını sırtında taşıyarak erkenden fakirlerin kapısına götürür ve kimseye görünmeden geri dönerdi. Halk da bu çuvalları kimin bıraktığını bilmezdi. Sırtında gördüğünüz yaralar, işte o çuvalları taşımaktan ötürü oluşmuş yaralardır.” (bk. İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 112, 122; Ebû Nuaym, Hilye, III, 136)

Sadakayı gizlice vermenin bir örneği de Şâh Abdullah Dihlevî (k.s.)’dan:

Hazret verdiği sadakayı çok gizli tutardı. Kendisine bir yerden bir şey geldiğinde, o gelen şey para ise, talebelerine dağıtırdı. Ama bu işi onlar murakabe hâlinde iken yapardı. Tâ ki, onlara kimin ne verdiğini, kime ne kadar verildiğini ve ne verildiğini bilmeyeler…” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 849)

Bütün bunlar, İslâm’ı en derin yönleriyle ruhuna sindirmiş gönül ehli insanların güzel hallerinden yansımalardır. Şüphesiz bu güzel hallerin zirvedeki temsilcisi Peygamberimiz (s.a.s.)’dir. O, sözüyle ve haliyle bize örnek olmakta, güneş gibi ylumuzu aydınlatmaktadır. Ama hidayeti verecek olan da yalnız Allah’tır:

[1] Enes b. Mâlik (r.a.)’in nakline göre ise Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ yeri yarattığı vakit, yer sarsılmaya başladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak dağları yaratarak yeryüzüne yerleştirdi ve onu istikrâra kavuşturdu. Melekler dağların kuvvetine hayran kaldılar. «Ey Rabbimiz, dağlardan daha kuvvetli bir varlık yarattın mı?» diye sordular. «Evet, demiri yarattım» buyurdu. «Ey Rabbimiz, demirden daha kuvvetli bir şey yarattın mı?» dediler. Hak Teâlâ: «Evet, ateşi yarattım» buyurdu. «Ey Rabbimiz, ateşten daha kuvvetli bir şey yarattın mı?» diye yine sordular. Hak Teâlâ: «Evet, suyu yarattım!» buyurdu. «Ey Rabbimiz, sudan daha kuvvetli bir şey yarattın mı?» dediler. Hak Teâlâ: «Evet, rüzgârı yarattım» cevâbını verdi. «Ey Rabbimiz, rüzgârdan daha kuvvetli bir şey yarattın mı?» diye yine sordular. Bu sefer Hak Teâlâ: «Evet insanoğlunu yarattım. Eğer o, sağ eliyle sadaka verir ve bunu da sol eli bilmeyecek kadar gizlerse hepsinden daha kuvvetli olur» buyurdu.” (Tirmizî, Tefsir 113-114/3369; Beyhakî, Şuab, III, 244)

 



https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/enbiya-suresinin-81-ayeti-ne-anlatiyor-199155-m.jpg
Enbiya Suresinin 81. Ayeti Ne Anlatıyor?

Enbiya suresinin 81. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 81. Ayet Arapça: وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/butun-varligin-allahi-tesbih-etmesi-ne-anlama-geliyor-199160-m.jpg
Bütün Varlığın Allah'ı Tesbih Etmesi Ne Anlama Geliyor?

"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Saf Sûresi ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/peygamber-efendimizin-incildeki-ismi-nedir-199148-m.jpg
Peygamber Efendimiz'in İncil'deki İsmi Nedir?

"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/enbiya-suresinin-69-ayeti-ne-anlatiyor-199132-m.jpg
Enbiya Suresinin 69. Ayeti Ne Anlatıyor?

Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/adn-cenneti-nedir-199125-m.jpg
Adn Cenneti Nedir?

"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/enbiya-suresinin-46-ayeti-ne-anlatiyor-199120-m.jpg
Enbiya Suresinin 46. Ayeti Ne Anlatıyor?

Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...