Sure | Ayet | Karşılaştır |
---|---|---|
Bakara / 257 |
Velî;
dost, yakın, sevgili, işleri üzerine alan kimse demektir. Bu bakımdan velî,
velâyeti altındakini sahiplenir, sever, korur, yardımcısı olur ve menfaatini
gözetir. Allah, iman edenlerin dostudur. Onları sever, işlerini yoluna koyar ve
onların faydasına olacak şeyleri yapar. En faydalı iş, küfürden kurtulup doğru
yola erişmektir. İşte Allah, dostluğun en büyük ikramı olarak mü’minleri küfür,
şirk, günah, şek ve şüphe karanlıklarından kurtarıp iman, İslâm, ihsân
aydınlığına ulaştırır. Kâfirlerin dostları ise, Allah’ı bırakıp peşinden
gittikleri tâğûtlar yani putları, şeytanları, nefisleri, her türlü hevâ ve
hevesleridir. Zira Allah’ı inkâr eden kimse, sadece bir değil yüzlerce tâğûtun
kölesi olur. Bunlar ise velâyeti altında bulunanları bin bir türlü hîle, desîse
ve vesveseyle hidâyet, iman, Kur’an nûrundan uzaklaştırıarak küfür, şirk, türlü
türlü günahlar, sayısız şek ve şüphe karanlıklarına sürüklerler. Böylece içinde
sonsuza dek kalmak üzere cehennem yoldaşı olmalarına neden olurlar.
Şimdi ise son derece dikkat çekici olaylarla
birlikte şeytânî güçleri inkâr edip Allah’a inanmanın gerekliliğini ortaya
koyan delilleri göstermek üzere buyruluyor ki: |
|
Bakara / 258 |
Hz.
İbrâhim’le Allah Teâla hakkında tartışmaya giren bedbahtın Nemrûd b. Ken’ân
olduğu rivayet edilir. İnsanlık tarihinde kibirlenerek ilk kez rablik
iddiâsında bulunan kimse odur. Allah kendisine büyük bir saltanat ve
hükümranlık vermişti. Onu bolluk ve zenginlikle imtihan etmişti. Buna karşılık
o, Rabbine çokça şükretmesi lâzım gelirken, aksine baş kaldırmış ve azgınlardan
olmuştur. Hz.
İbrâhim yıldızlara, aya ve güneşe tapan putperest bir kavmi Allah’ın birliğine
davet eden bir peygamberdir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu yönüyle daha çok öne
çıkmaktadır. Bu sırada dönemin zalim hükümdarı Nemrud’u da tevhide davet
etmiştir. Nemrud, “Bizi kendine inanmaya çağırdığın Rabbin kimdir?” diye
sorunca Hz. İbrâhim, Cenâb-ı Hakk’ın en bilinen ve görünen iki sıfatını öne
çıkararak “Benim Rabbim, canlıları dirilten, yoktan var edip onlara can veren,
sonra ecelleri geldiği zaman da onları öldürendir” diye cevap vermiştir.
Nemrud, bu apaçık gerçeği hemen kabul edip imana geleceği yerde, nefs-i
emmâresinin gölgesinde kalarak ve gurura kapılarak: “Ben de diriltir ve
öldürürüm” demiştir. Rivayete göre Nemrûd iki adam çağırtıp bunları hapsetmiş,
sonra birini öldürüp diğerini serbest bırakmış ve “İşte ben bunu öldürdüm, şunu
da dirilttim” demişti. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 36) Bu cevabı
üzerine onun kör bir inat içinde olduğunu anlayan Hz. İbrâhim, bu hususta
tartışmayı daha fazla uzatmadan Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren ikinci
bir delil getirmiş: “Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu
batıdan getir bakalım” (Bakara 2/258) demiştir. “Eğer kendini bu kadar
güçlü hissediyorsan, Allah’ın yaptığı işleri yapmağa muktedir isen bu senin
için gayet kolaydır ve hemen yapabilmen gerekir” demek istemiştir. Bu,
Nemrud’un bir önceki gibi karışıklık ve göz boyayıcılık yapabileceği bir durum değildi.
Dolayısıyla şaşırıp kaldı, söyleyecek söz bulamadı, dili tutuldu. İddiasının
asılsızlığı açıkça ortaya çıkarak tartışmada yenilen ve kaybeden taraf oldu.
Çünkü Allah zâlimleri; akıllarını Allah’ı tanıyıp, varlığının delilleri
üzerinde düşünerek O’na kulluk etme yolunda değil, tam aksine O’nu tanımama ve
baş kaldırma yolunda kullanmak suretiyle kendilerine zulmedenleri doğru yola
erdirmez.
Allah’ın
kudretini gösterip, ölüleri yeniden diriltmesine hiçbir engelin olmadığını
kanıtlama bakımından şu örnek de pek dikkat çekicidir: |
|
Bakara / 259 |
Âyet-i
kerîme açıkça isim zikretmediğinden dolayı, hâdisenin kahramanının kim ve
geçtiği yerin neresi olduğu pek fazla mühim değildir. Maksat, anlatılan kıssadan
gerekli ibret ve hikmetleri çıkarabilmektir. O da, Allah Teâlâ’nın kudretini,
dirilten ve öldürenin O olduğunu, dolayısıyla âhiret kesinlikle gerçekleşip
ölüleri tekrar dirilteceğini ortaya koymaktır. Bununla beraber meşhur olan
görüşe göre burada sözkonusu edilen kişi Üzeyr b. Serhıya, yer ise Beyt-i
Makdis’tir. Rivayete
göre İsrâîloğulları günah, şer ve bozgunculukta ileri gidince Allah onların
başına Bâbilli Buhtunnasr’ı musallat etti. Buhtunnasr Şam’ı ele geçirip Beyt-i
Makdis’i yerle bir eder. İsrâîloğulları’nı üç gruba ayırıp bir grubu öldürür,
bir grubu Şam’da bırakır, üçüncü grubu ise esir alır. Buhtunnasr bu esirleri,
beraberinde bulunan meliklere taksîm eder. Hz. Üzeyr de esir edilenler
arasındadır. Daha sonra Allah Teâlâ, bir yolla Üzeyr’i onların ellerinden
kurtarır. Üzeyr, azığını almış, merkebine binmiş giderken evleri yıkılmış,
harabe hâline gelmiş, orada oturanlardan kimse kalmamış bir kasaba veya köy
kalıntılarının yanına gelir. Buranın Beyt-i Makdis olduğu söylenir. Orada bir
müddet durur, kederli ve mahzun gözlerle etrafına bakar. Âh çekerek, iç
geçirerek kendi kendine, “Allah, böyle yıkılmış, harap olmuş bir beldeyi
yeniden nereden ve nasıl diriltir, eski görkemli hâline nasıl getirir” der.
Yalnız o bu sözü, Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretinden şüphe ettiği için değil, o
zamanın âdetine uygun olarak, böyle bir imâr ve ihyâyı uzak görmesi sebebiyle
söyler. O anda uykusu gelir, yatar. Allah onu öldürür, yüz sene oracıkta öylece
ölü olarak kalır, sonra diriltir. Yiyecekleri hiç bozulmamış, ancak merkebi
çürümüş ve sadece kemikleri kalmıştır. O harap olmuş kasaba da imar edilmiştir.
Uyandığı ilk anda bir gün veya daha az bir süre uyuduğunu zanneder.
Yiyeceklerine bakınca gerçekten böyle olduğunu sanır. Fakat merkebine bakınca o
zaman gerçeği anlar. Allah, Üzeyr’in gözü önünde merkebini yeniden diriltir.
Böylece Cenâb-ı Hakk’ın kudret, kuvvet ve azametini gözleriyle müşahede eder.
Allah’ın her şeye gücü yettiğini yakînen bilir ve anlar. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
III, 46 vd.)
Yüce
Allah, akıl nimetiyle donattığı kullarını üç yolla hidâyet yollarına
yöneltmekte ve gerçeği bulmalarını kolaylaştırmaktadır. Birincisi aklî
deliller getirmektir. Nitekim bir önceki âyet-i kerîmede beyân edildiği gibi
Hz. İbrâhim’in Nemrud’la tartışırken getirdiği deliller bunun güzel bir
misâlini teşkil eder. İkincisi hakikatin ve haber verilen hâdisenin nereden ve
nasıl gerçekleştiğini göstermektir. Nitekim bu âyette anlatılan Hz. Üzeyr
kıssası da bunun misâlidir. Üçüncüsü ise bizzat yaptırarak, yaşatarak, sebep ve
sonucu tecrübe halinde göstermektir. İşte gelecek âyette Hz. İbrâhim’le ilgili
olarak bunun dikkat çekici bir misâli verilmekte ve canlı bir tatbikatı
yapılmaktadır: |
|
Bakara / 260 |
Hz.
İbrâhim, önde gelen peygamberlerden biridir. Allah’a olan iman, teslimiyet ve
yakarışı dillere destandır. Nemrud’a Allah Teâlâ’yı ilk olarak, “Benim Rabbim
dirilten ve öldürendir” diye tanıtmaya başlamıştır. Dolayısıyla Allah’ın, bütün
canlılara hayat veren, onları öldürüp tekrar diriltmeye gücü yeten bir zât
olduğunda en küçük bir şüphesinin bulunması mümkün değildir. Sadece o, kalbinin
iyice mutmain olması, gerçeği yakînen görerek gönlünün sükûnete ermesi, bu
husustaki bilgi ve tecrübesinin “hakka’l-yakîn”[1]
derecesine ulaşması için Rabbinden ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine
göstermesini talep etmiştir. Cenâb-ı Hak, “Yoksa iman etmedin mi?” sorup
ondan “hayır, iman ettim, ben mü’minim, imanımda şüphe yok” cevabını alarak,
böyle bir sual sebebiyle Hz. İbrâhim’in imanı hususunda kıyamete kadar gelecek
insanların gönlünde oluşabilecek en küçük tereddütleri bile ortadan
kaldırmıştır. Rivayete
göre, Allah Teâlâ İbrâhim (a.s.)’a yakaladığı bu dört kuşu kesmesini, tüylerini
yolmasını ve etlerini sıyırıp parçalara bölmesini emretti. Sonra başlarını
yanında saklamak suretiyle, her dağın başına onlardan birer parça koymasını
istedi. İbrâhim, her bir kuşu dört parçaya ayırdı, hamur yapıp birbiriyle
karıştırdı ve dağların tepesine bundan birer parça koydu. Sonra onları
“Allah’ın izniyle bana gelin” diyerek çağırdı. Her bir parçanın bir diğerine
doğru uçup, bir cüsse teşkil ettiğini ve gelip kendine âit başla birleşerek
eski hâlini aldığını gördü. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 81-82)
Şüphesiz Allah Azîz’dir; kudreti dâima üstün olandır, emrini yerine getirtir ve
yapmak istediği şeye kimse engel olamaz. Hakîm’dir; her bir işinde ve hükmünde
çok ince hikmetleri vardır. Âyetin
işârî tefsiriyle alakalı şu izah yapılabilir: Hz. İbrâhim, bu sualiyle
Allah’tan kalbinin ihyasını istemiştir. Allah Teâlâ da ona, gönlünün başka
şeylerle olan bağlantılarını kesmesi gerektiğini haber vermiştir. Buna göre
dört kuş ile nefiste bulunan dört kötü sıfata işaret edilmiştir. Tavus zineti,
karga uzun emeli, horoz şehveti ve kartal da
hırsı temsil etmektedir. Dolayısıyla mücâhedeyle ve riyazatla nefsinin bu
mezmûm sıfatlarını boğazlayamayanlar, müşâhedeyle kalbini diriltme imkânı
bulamazlar. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 121) Nefsin her türlü kötü sıfatlarını temizleyerek kalb-i selîm ve iman-ı kâmile ulaşabilmek, böylece Allah’ın yaratmak, diriltmek, öldürmek gibi kâinattaki ilâhî kudret akışlarını seyredebilmek için en güzel çâre Allah yolunda cömertçe infakta bulunmaktır. Nitekim gelen âyetler bu hususu pek etkili ve dikkat çekici örneklerle anlatır: [1] Hakka’l-yakîn: Bir şeyin
doğruluğunu bizzat yaşayıp tecrübe ederek bilmektir. Mesela balın tadını
yiyerek ve ateşin yakıcılığını bizzat içinde yaşayıp tercüme ederek bilmek
gibi.
|
|
Bakara / 261 |
Âyet-i
kerîme, mü’minin Allah yolunda yaptığı harcamaların durumunu anlatmak üzere,
duyguları coşturan ve duyarlı bir vicdanı derinden etkileyen şöyle canlı bir
tabiat tablosu çizmektedir: Ekime hazır tarlasının başında bir adam ve elinde
sadece bir buğday dânesi var. Onu toprağa ekiyor. Topraktan bir kök bitiyor. Bu
kökten çatallanarak yedi başak çıkıyor. Her bir başağın içinde gizlenmiş yüz
dâne bulunmaktadır. Hatta bir dânenin Allah’ın izniyle bundan daha fazla
vermesi de mümkündür. Çünkü Allah vâsi‘dir; kullarına olan ikram ve ihsanı asla
daralmaz, bitmez, tükenmez. Alîm’dir; kalplerin derinliklerine gizlenen niyet
ve düşünceleri bilir, ona göre kat kat ve daha fazla verir. İşte mü’minin Allah
yolunda verdiği sadakanın durumu da bunun gibidir. Yahut mallarını Allah
yolunda harcayanların durumu, böyle bir dâneyi toprağa eken karşılığında yedi
yüz veya daha fazla dâne elde eden çiftçinin durumu gibidir. Allah
yolunda verilen sadakanın kat kat artırılmasını Peygamber Efendimiz de şöyle
bir benzetmeyle izah etmektedir: “Her kim temiz ve helâl olan kazancından
bir tek hurmaya denk olabilecek bir şey bile tasadduk ederse Allah onu kabul
buyurur. Çünkü Allah ancak temiz olanı kabul eder. Sonra onu, sizden birinizin
tayını terbiye edip büyüttüğü gibi, artırıp çoğaltır. Nihayet o sadaka dağ
kadar olur.” (Buhârî, Zekât 8; Müslim, Zekât 63) Bu
örneklerle Allah yolunda koşacak ve O’nun yolunda infakta bulunacak kimselerin,
Allah için sarfedilen ve ekilen dânelerin ne kadar feyizli, bereketli ve
sevaplı olacağını anlamaları istenmektedir. Dolayısıyla mü’minler bir dâneyi
bile küçük görmemeli, zayi etmemeli ve Allah’tan hiçbir şey kıskanmamalıdırlar.
Ellerinde ne varsa, bir buğday dânesi bile olsa, Allah yolunda harcamalı ve
bundan çekinmemelidirler. Allah’ın hikmet nizamı ve yeniden diriltiş sırrı ile
toprağa atılan bir dâne, toprakta bitip filizlenerek yedi yüz veya daha fazla
dâne verdiği gibi; insanlar da öldükten sonra dirilecekler ve dünyada Allah
için yaptıkları fiiller böyle son derece bereketli bir şekilde artarak,
temessül ederek terazi kefelerine konacaktır. Ayrıca bu örnekte, zıraat ilminde
terakki edilip gerekli uygulamalar yapıldığı takdirde bir dâneye karşılık en az
yedi yüz dâne alınabileceğine dair bir müjde de vardır. Bugün zıraat alanında
kaydedilen teknik ilerlemeler sayesinde, bir buğday dânesinden çıkan çimleri
çatallandıktan sonra ayırarak fide hâlinde dikmek sûretiyle bir dâneden 2000
dâneyi aşkın hâsılat alınabildiği tecrübe edilmiştir.
Cenâb-ı
Hak, kendi yolunda ihlasla ve âdâbına uygun yapılan harcamalara büyük
mükafatlar va‘dederek şöyle buyurur. |
|
Bakara / 262 |
Allah
yolunda ve Allah için yapılan harcamaların bir önceki âyette müjdelenen kat kat
mükâfatını alabilmek için, onları, sevaplarını yok edip faydasız hâle getirecek
âfetlerden korumak gerekir. Bu âfetlerin başında “başa kakma” ve “eziyet etme”
gelmektedir. Âyette
geçen اَلْمَنُّ (menn), bir kimsenin
iyilik yaptığı şahsa “sana şöyle şöyle iyilik yaptım” demek suretiyle o kimseye
karşı iyiliğini bir şey sayması, az çok yaptığı iyiliğe gururlanması ve onun
verecekli durumunda olduğunu hissettirmesidir. Bu tavır, gönül bulandırır,
yapılan iyiliğin kıymetini eksiltir, hatta kesip yok eder. الْاَذٰى (ezâ) ise tiksindirmek mânasına gelir. İyilik
yaptığı kişinin bir kusuru sebebiyle şikayette bulunmak, dil uzatmak ve iyiliği
yüze vurmak birer ezâdır. İyilik ettiği kimseye: “Ben sana iyilik ettim, sen
bana teşekkür bile etmedin”, “Kaç kez gelip bana eziyet veriyorsun”, “Kaç
defadır isteyip duruyorsun, utanmıyor musun” veya “Devamlı sıkıntılarla
geliyorsun, Allah beni senden kurtarsın, seni benden uzak etsin” gibi sözler de
ezâya örnek verilebilir. Allah için infakta bulunanlar eğer bu yanlış
davranışlardan uzak durur, sadakalarını göz bebekleri gibi korur ve mükâfâtını
sadece Allah’tan beklerlerse, Cenâb-ı Hak onlara ecirlerini en güzel şekilde
verir. Âhirette onlara hiçbir korku olmaz, sevapların yok olması gibi herhangi
bir sebeple de üzüntü duymazlar. Rivayete
göre bu âyet-i kerîme Hz. Osman ve Hz. Abdurrahman b. Avf hakkında inmiştir.
Abdurrahman b. Avf (r.a.) malının yarısı olan dört bin dirhemi tasadduk etti
ve: “Yanımda sekiz bin dirhem var. Bunun dörtbin dirhemini kendim ve çocuklarım
için sakladım. Dört bin dirhemini de Rabbime güzel bir borç olarak verdim”
dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Sakladığını da verdiğini
de Allah mübârek eylesin” buyurdu. Hz. Osman ise Tebük seferinde bin deve
ve bin dinar yardımda bulundu. Rûme kuyusunu satın alıp müslümanlara vakfetti. Resûlullah
(s.a.s.) ellerini kaldırarak: “Ya Rabbi ben ondan razı oldum. Sen de razı
ol!” diye dua etti. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 89)
Verdiklerini
Allah için vermeyip başa kakanlar şunu unutmasınlar ki: |
|
Bakara / 263 |
Allah
için verdikten sonra başa kakmaya ve eziyet etmeye gerek de yoktur. Çünkü bu
zoraki ve mecbûrî değil, isteyerek, gönüllü olarak yapılan bir iştir. Kul bunu
ancak sevap elde edebilmek ve ilâhî rızâya erebilmek için yapar. İstese
yapmayabilir. Çünkü yardım isteyen veya yardım edilmesi gereken insanlara karşı
tatlı dilli olmak, gönül alıcı güzel bir söz söylemek, herhangi bir kusur varsa
onu da bağışlamak, başa kakarak ve eziyet ederek verilen sadakadan daha
hayırlıdır. Boşa zahmet çekmeye gerek yoktur. Bu hususla ilgili olarak Yüce
Rabbimiz, bir diğer âyet-i kerîmede şu tavsiyede bulunmaktadır: “Rasûlüm! Muhtaçlara vermek üzere Rabbinden bir nimet beklerken, elinde
vereceğin bir şey bulunmadığı için isteyenlerden yüz çevirmek mecburiyetinde
kalırsan, o zaman hiç olmazsa onlara gönül alıcı bir söz söyle!” (İsrâ 17/28) Aziz
Mahmûd Hüdâyî (k.s.) şöyle der: “Dilenciyi güzel bir şekilde geri çevirmek,
başa kakan ve eziyet eden kimsenin sadakasından daha hayırlıdır. Zira güzel
söz, geri çevirmek için bile olsa dilencinin gönlünü ferahlatır, rûhunu
şenlendirir. Sadaka, hem insanın maddî varlığına fayda vermek hem de kalbi
mesrûr etmek sûretiyle kişiye menfaat sağlar. Cesede fayda veren şeyle, rûha
eziyet verecek bir şey birleşince tam fayda temin edilmiş olmaz. Şüphesiz ki
rûhu ferahlandıracak şey, cesede menfaat verenden daha hayırlıdır. Çünkü
insanda rûhâniyet, çamurdan yapılmış bedene göre çok daha yüce ve şerefli bir
mevkiye sahiptir.” Nitekim
Abdullah b. Zübeyr’in oğlu Âmir, fakir ve âbidlere yardım edeceği zaman, onları
incitmemek için şu yolu tercih ederdi: Yardım
edeceği kimseler secdede iken para keselerini ayakkabılarının yanına
hissedecekleri şekilde bırakır ve görünmeden uzaklaşırdı. Kendisine: “–Neden
yardımını, birisini göndererek yapmıyorsun?” diye sorulunca da şöyle cevap
verirdi: “–Onlardan
birinin, gönderdiğim kişiyle veya benimle karşılaştığında yere bakmasını
istemem, onun için böyle yapıyorum.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II,
411) Şu
kıssa da pek ibretlidir: Hintli
bir derviş Nişabur’lu bir tâcirin yol arkadaşı idi. Bu derviş tam bir feragatle
yalınayak gidiyor, ayağını taştan ve dikenden sakınmıyordu. Tâcir ona acıdı,
ayakkabısını verdi. Hintli ona dualar edip gayretle yola devam etti. Nişabur’lu
her an: “-
Böyle git, şöyle git; ayağını taşlara yavaş bas, dikenin batmasından sakın!”
diye tahakkümde bulundu. Hintli onun bu emirlerinden bıktı, ayakkabıyı çıkarıp tâcirin
önüne koydu ve: “-
Al, bana kayıtlı bir iyilik lazım değildir. Hiçbir kayda tabi olmadan otuz
senedir yalınayak dolaşıyorum. Şimdi bir ayakkabı için birinin kayıt ve hükmü
altına giremem ve minnetini çekemem!” dedi. (Ahmet Eflâkî, Âriflerin
Menkıbeleri, I, 414) Şüphesiz
Allah ganîdir; kullarının verecekleri sadaka ve yapacakları iyiliklere ihtiyacı
yoktur. O sadakaya muhtaç fakirleri ve garipleri bol bol rızıklandırmaya,
zengin olanları da fakir ve başkalarına el açar duruma düşürmeye kadirdir. Yine
Allah halîmdir; her günah işleyeni anında cezalandırmaz. Başa kakan ve ezîyet
edenlere de, tevbe edip yanlışlarından dönmeleri için mühlet verir.
Allah
Teâla, kendi yolunda yapılan harcamaların başa kakma ve ezâdan arındırılması ve
kulların yaptıkları iyiliklerin mükâfâtından mahrum kalmamaları için bu hususu
ayrıca dikkat çekici bir örnekle şöylece açıklığa kavuşturmaktadır: |
|
Bakara / 264 |
Burada
öncelikle başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle sadaka veren, Allah’a ve âhirete
inanmadığı halde insanlara gösteriş için sadaka verene; başa kakmak ve eziyet
etmek suretiyle verilen sadaka da Allah’a ve âhirete inanmayan bir kimsenin
insanlara gösteriş için verdiği kabule şayan olmayan sadakaya benzetilmektedir.
Böylece nifâk ve riyânın sadakaları boşa çıkarması gibi, başa kakma ve eziyetin
de sadakaları boşa çıkaracağı bildirilmektedir. Zira her iki tür sadaka da
Allah için verilmiş bir sadaka değildir. Daha
sonra da kendi rızâsı için olmayıp riya için verilen, karşılığında âhirette
Allah’tan bir sevap beklenmeyen sadakanın ve bu sadaka sahibinin durumunu şu örnekle
açıklıyor: Ortada
pürüzsüz bir taş, taşın üstünde de azıcık bir toprak var. Bu toprağa kuvvetli
bir yağmur yağıyor ve taşın üstünde topraktan hiçbir iz kalmıyor. Taş da,
üzerinde topraktan hiçbir nişane olmaksızın kaskatı bir halde kalıyor. Bu
misâl, Allah’a ve âhiret gününe inanmayıp insanlara gösteriş için malını
harcayan kimsenin, imanın bahşettiği huzur ve saadetten habersiz olan, onu
anlamayan kaskatı kalbini tasvir etmektedir. Ancak bu katılığı riyadan örtülmüş
bir kabukla kapatmak istemektedir. Bu riya örtüsüne bürünmüş kaskatı kalbi,
üzerinde biraz toprak bulunan pürüzsüz kaya temsil eder. Bu, yumuşaklıktan ve
bitkiden eser bulunmayan bir taş parçasıdır. Katılığını gizlemek için üzeri
hafif bir toprakla örtülmüştür. Tıpkı iman nurundan mahrum kalplerin katılığını
riyanın örtüp kapattığı gibi. Şiddetli yağan yağmur o kaskatı kayanın
üzerindeki toprağı silip götürdüğü ve onu üzerinde hiçbir bitkiden ve meyveden
eser bulunmayan cascavlak bir kaya halinde bıraktığı gibi; insanlara gösteriş
için malını infak eden kalpler de ne hayırlı bir meyve verir, ne de âhirette
bir sevaba erişir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, I, 309) Örneği şu şekilde izah etmek de mümkündür:
Başa kakan ve inciten kimseyle münafık katı kaya gibi, bunların verdikleri
sadakalar kaya üstündeki toprak gibi, kıyamet günü de şiddetli yağmur gibidir.
Kıyamet günü geldiği zaman, bütün bu sadakalar, şiddetli yağmurun pürüzsüz bir
taş üzerindeki toprağı giderdiği gibi kaybolur ve boşa çıkar. Çünkü o günde bu
amellerin Allah’ın rızâsı için yapılmadıkları belli olur. İnanmadığı halde
infak edenler; riya olsun diye, başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle sadaka
verenler, yaptıkları bu amellerden o gün hiçbir fayda göremezler. Çünkü Allah kâfirler
gürûhunu, âhirette kendilerine yarayacak iyilikler yapmaya muvaffak kılmaz. Bu
bakımdan mü’minler de sadaka verirken dikkatli olmalı, sevaplarının boşa
gitmesinden korkmalıdırlar. Üçüncü
olarak şu mâna verilebilir: Üzerinde az bir toprak bulunan çıplak düz kayaya
tohum ekilip, üzerine bol yağmur yağdığı zaman, o tohum topraksız tek başına
kalır. Hatta tohum da kalmaz o da oradan kaybolur gider. O kişi, ekinine
ihtiyaç duyduğu zaman orada hiçbir şey bulamaz. Kâfirlerin,
münafıkların ve yaptığı amelleri sadece Allah rızâsı için yapmayanların, âhirette
karşılaşacakları hüsranla alakalı olarak şu ilâhî beyânlar ne kadar ikâz
edicidir: “De ki: «Yaptıkları ameller yüzünden en çok zarara uğrayacakları size
haber verelim mi? Onlar, güzel şeyler yaptıklarını zannetmelerine rağmen, dünya
hayatında gerçekleştirdikleri çalışmalar boşa giden kimselerdir.»” (Kehf
18/103-104) “Biz o gün onların yaptıkları bütün amellerin üzerine varıp,
hepsini toz duman edeceğiz.” (Furkân 25/23) Resûlullah
(s.a.s.) de şöyle buyurur: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey gizli
şirktir.” Ashâb-ı kirâm: “Ya Rasûlallah! Gizli şirk nedir?” diye sorunca Allah
Resûlü: “Riyadır” buyurmuş, devamla: “Allah Teâlâ kullarına,
amellerinin karşılığını vereceği gün: «Amellerinizi göstermek için yaptığınız
kimselere gidin ve bakın onlardan bir karşılık görebilecek misiniz?»
diyecektir” buyurarak riyanın ne kadar tehlikeli olduğunu ifade
etmişlerdir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 428-429) Yine
Peygamber Efendimiz’in, kıyâmet günü ilk olarak hesap için çağrılan ve
yaptıklarını Allah için değil de gösteriş için yapan Kur’an hâfızı, Allah
yolunda öldürülen adam ve çok malı olan kimsenin hesabı kaybedip cehenneme
atılmalarıyla ilgili verdiği bilgiler, gerçekten çok uyarıcı ve bizleri uyanık
olmaya davet edicidir. (bk. Tirmizî, Zühd 48)
Peki
mallarını Allah yolunda ihlasla harcayanların durumu nasıldır: |
|
Bakara / 265 |
Burada,
mallarını Allah rızâsı için, imanın kalbine iyice kökleşmesini sağlamak ve mükemmel
bir İslâm toplumu oluşturmak üzere cömertçe harcayanların hâli yine dikkat
çekici bir bahçe örneğiyle anlatılıyor: Hem yağmuru hem rüzgarı hem de güneşi,
içindeki bitkilerin yetişmesine en faydalı bir şekilde alan bir muhitte güzel
bir bahçe bulunmaktadır. İçerisinde her türlü sebze ve meyve bitkileri
mevcuttur. Bu bahçeye kuvvetli bir yağmur düşüyor, rüzgar müsait yönlerden en
faydalı bir şekilde esiyor, güneş ışınlarını yararlı bir tarzda aksettiriyor.
Bu sayede bahçe meyve ve sebzelerini iki kat veriyor. Normal durumlarda mesela
bin veren bu bahçe, bu yağmur sayesinde iki bin veriyor. Alelâde hallerde bir
dâneye yediyüz dâne veren bu bostan, bu yağmur sebebiyle bir dâneye bin dört
yüz dâne veriyor. Bu bahçe öyle bir bahçe ki, ona kuvvetli bir yağmur düşmese
bile hafif bir yağmur, az bir nem, bir çisinti dahi yetiyor ve vereceği ürünü
yine veriyor. Bu
örnek, mallarını Allah yolunda ve hayırlı işler gerçekleştirmek için
harcayanların halini açıklamaktadır. Mallarını Allah’ın rızâsını kazanmak için
ve bu sayede kendilerini, mallarını, amellerini, müslüman kardeşlerini bozucu
temayüllerden ve her türlü sarsıntıdan koruyarak Allah yolunda sâbit kılmak;
iyilik yapmayı ve hayr ü hasenatta bulunmayı kendilerinin ayrılmaz bir melekesi
haline getirmek ve ondan sonra her türlü fazilet ve ibâdetleri kolaylıkla
yapmak; hülasa ekecekleri tohumu tutturmak için ihtiyaç sahibi kimselere ve
ihtiyaç bulunan yerlere adab ve erkanına uygun olarak can ü gönülden harcamada
bulunanların durumları işte böyle bir bahçenin durumu gibidir. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 55; Elmalılı, Hak Dini, II, 902) Bir
başka yoruma göre bu örnek mü’min bir kalbi anlatmaktadır: İmanla mâmur olmuş
bir kalb, tebessümle güzelleşmiş bir gönül, sırf Allah’ın rızâsını kazanmak
için harcıyor. Ve harcadığı şeyi de hayırlı olduğuna can ü gönülden inanarak
veriyor. Harcadığı şey imanından coşup gelmekte, kökleri tâ vicdanın
derinliklerine inmektedir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, I, 309) İşte böyle
inanmış bir kalbi, üzerinde yığınlarla toprak bulunan, yağan kuvvetli bir
yağmurla kabarıp canlanarak yemyeşil bir hal alan; bitkileri birbirine sarmaş
dolaş olmuş verimli bir bahçe temsil etmektedir. Bu yağmur o toprağı
canlandırıp yeşerttiği ve orada bol bol mahsulün yetişmesine vesile olduğu
gibi, mü’minin Allah için verdiği sadakalar da onun gönlünü temizleyip arıtarak
Yüce Allah ile olan alakalarını geliştirir; malını da temizleyip Allah Teâlâ’nın
dilediği kadar artırır. Ayrıca bu sadakalar, yağmur sayesinde o bahçenin bütün ürünleriyle
bir bütün olarak gelişmesi gibi, bir bütün olarak İslâm toplumunun hayatını
ıslah eder, düzeltir ve geliştirir. Toprağı
bol o güzel bahçeye kuvvetli yağmur yağmayıp bir çisinti vursa dahi o yine
vereceği ürünü verir. Aynı şekilde Allah için harcamaya hazır bir gönül, vereceği
fazla bir şeyi olmayıp az bir şey verse bile o ona yeter. O gönlü cûş u hurûşa
getirmeye, kendisini bütün mü’minlerle kardeş bilme, bütün bir İslâm toplumunun
dertleriyle dertlenip sevinciyle sevinerek onların ayrılmaz bir parçası olma
şuuruna götürmeye yeter. Çünkü Allah’a ulaşacak olan, ne etlerdir ne
de kanlardır, ne de başka şeydir. Allah’a ulaşacak olan, kalplerin
derinliklerinden kopup gelen “takvâ” duyguları, niyet temizliği ve ihlastır.
Böylesine güzel ve ulvî duygulardan mahrum
olarak yapılan harcamaların hazin akıbeti de şu örnekle gözler önüne
serilir : |
|
Bakara / 266 |
Bu örnekte bir adamdan bahsedilir. Bu adamın
hurma ve üzüm bağlarından oluşan bahçesi vardır. Bu, altından ırmaklar akan,
ağaçlarının arasından sular çağlayan son derece güzel, mükemmel ve muhteşem bir
bahçedir. Mevsim hasat mevsimi olup ağaçlar, bağlar meyveye durmuştur. O
bahçede de her türlü meyve ve sebze mevcuttur, olmayan bir şey yoktur. Her taraf
refah, sevinç ve neşe dolu; her yanda ruhâniyet, parlaklık ve güzellik kendini
göstermektedir. Fakat ne yazık ki durum böyle devam etmiyor; iş tersine dönmeye
başlıyor. Önce adam ihtiyarlıyor, son derece ihtiyaç sahibi olduğu halde
çalışıp çabalayamayacak kadar aciz bir duruma düşüyor. Aynı zamanda onun elleri
ermez, güçleri yetmez, zayıf, zavallı ve aciz yavruları da vardır. Onların
bakımları ve geçimleri de kendisine düşmektedir. Dolayısıyla o, son derece
sıkıntılı, muhtaç ve perişan bir durumdadır. Vaziyet bu noktada iken adamın o
güzelim bahçesine ateşli bir kasırga isabet ediyor ve onu bir lahzada yakıp
mahvediyor. Bu adamın yerinde olmayı kim ister? Bu durum karşısında adamın
kalbindeki keder ve sıkıntının ne kadar büyük olacağını düşünmek gerekir. Bu
bela ve sıkıntı, evvela şu güzelim bahçenin ve içindeki ürünlerin bir daha geri
gelmeyecek şekilde heder olmasıyla ortaya çıkar. Ayrıca o kimse, çalışamayacak
kadar aciz olup, başkalarının kendisine yardım etmelerinden ümitsiz oluşunun
yanı sıra ihtiyaç içinde kalmıştır. Bir de başka insanların, yani çoluk
çocuğunun, onun bakımına muhtaç bir durumda bulunmaları ve ondan yiyecek içecek
istemeleri gibi sebeplerle ihtiyacı, dolayısıyla da sıkıntısı daha da
artmaktadır. Tıpkı
burada bahsedilen adan gibi, malını Allah rızâsı için veren kimse, âhiretteki
cenneti ümit etmesi bakımından, bütün ihtiyaçlarını karşılama hususunda tek
dayanağı o bahçe olan adam gibidir. Fakat bu kimse, yaptığı iyiliğin peşinden
başa kakıp fakiri incittiği zaman, bu durum, o bahçeyi yakıp kavuran kasırga
gibi olur. Aslında iyilik olmayıp zâhiren iyilik gibi gözüken bu infâkı da
pişmanlık, şaşkınlık ve keder takip eder. Bu kimse o iyiliğin sevabına son
derece muhtaç olduğu kıyamet gününde ondan hiçbir fayda göremez. Böylece, üzüntü
ve kederlerin en büyüğü ve ah vah etmelerin en şiddetlisi içinde kalır. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 58) Hasılı
iman ile yapılan iyiliklerin mükâfatı böyle cennetler; bunların Allah için yapılmasına
engel olan imansızlık, riya, minnet ve eza gibi kötülükler de o ateşli kasırga
gibidir. Bu kasırga, yapılan iyilikleri yakar ve en muhtaç bir durumdayken
onlardan istifade imkânını tamamen ortadan kaldırır. Bu bakımdan doğru tercihte
bulunup çabuk davranmalı; meyveli, verimli, gölgelerle dolu bahçeye ateşle dolu
kasırga gelip onu helak etmeden dikkatli olunmalıdır.
Allah
yolunda yapılan harcamalarda gözetilmesi gereken diğer âdâb hususunda ilâhî uyarılar
şöyle devam ediyor: |
|
Bakara / 267 |
Allah
yolunda verilecek şeyler hem kazanılarak elde edilen ticaret malları, hayvanlar
ve paralar hem de yerden çıkan meyveler, sebzeler ve madenler gibi şeylerdir.
Allah yolunda vermek önemli olduğu gibi, verilecek malın durumu, kaliteli veya
kalitesiz oluşu da o kadar önemlidir. Bu âyet-i kerîme, malın kötüsünden değil,
iyi, güzel ve hoşa gidenlerinden verilmesini emretmektedir. Kendimize
verildiğinde hoşlanmayacağımız, tiksineceğimiz ve gözümüzü kapamadan almaya
cesaret edemeyeceğimiz değersiz âdi şeylerin Allah’ın rızâsını umarak sadaka
verilmemesini istemektedir. Buna göre eğer verilen zekât ise, malın kötüsünden
vermek haram; sadaka ise kötüsünü vermek harama yakın mekruhtur. Berâ
b. Âzib (r.a.)’ın anlattığına göre Ensâr, hasat mevsiminde hurma salkımlarından
getirerek Mescid-i Nebevî’deki iki direk arasına bağlanan bir ipe asar, fakir
Muhâcirler de onlardan yerdi. Bazıları, oraya konan hurma hevenklerinin
çokluğuna bakarak bir beis olmayacağı düşüncesiyle iyilerin arasına kötü
hurmaları da koydular. Allah Tealâ böyle yapanlar hakkında bu âyet-i kerîmeyi
indirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 90) Bir
diğer âyet-i kerîmede iyiliğin kemâline erişebilmemiz için sevdiğimiz şeylerden
vermemiz şöyle tavsiye edilir: “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça gerçek iyiliğe
erişemezsiniz. Küçük büyük her ne verirseniz, Allah onu kesinlikle bilir.” (Âl-i İmrân
3/92) Avf
b. Mâlik (r.a.)’ın anlattığına göre, Resûlullah (s.a.s.) elinde bir asâ ile yanımıza
mescide geldi. Bir adam mescide sadaka olarak âdî bir kuru hurma salkımı
asmıştı. Efendimiz (s.a.s.) asâ ile bu hurma salkımına dürttü ve şöyle buyurdu:
“Bu sadakanın sahibi dileseydi, bundan daha iyisini verebilirdi. Bu sadakanın
sahibi kıyamet günü âdi kuru hurma yiyecektir.” (Ebû Dâvûd, Zekât 17/1608) Hz. Âişe, Allah
Resûlü’nün hoşlanmadığı bir yiyecek hakkında: “Ey Allah’ın Rasûlü, onu
yoksullara verelim mi?” diye sormuştu. Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.): “Kendi
yemediğiniz şeyleri başkalarına vermeyiniz!” buyurdular. (Ahmed b. Hanbel, Müsned,
VI, 105, 123; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, III, 113; IV, 37) Bu ve bundan önceki
âyet-i kerîmelerin de işaret ettiği gibi, Allah yolunda mal harcayan, sadaka
veren kimse, bir çiftçiye benzer. Sahip olduğu arâzîden fevkalâde iyi ürün elde
edeceğine inanan çiftçi, zirâata gereken önemi verir ve tohumun da en iyisini
eker. Çünkü o, mahsûlün iyi ve bol olması için tohumun ne kadar mühim olduğunu
pekâla bilir. Aynı şekilde, tasaddukta bulunan kişi de, Allah’a ve âhıret
gününe imanı arttıkça, uhrevî sermâyesini artırmak üzere malın iyisinden bolca
sadaka verir. Çünkü, “Şu kesindir
ki, Allah zerre kadar bile olsa kimseye zulmetmez. Ama zerre kadar bir iyilik
yapılsa, onun sevabını kat kat artırır ve ayrıca kendi yüce katından pek büyük
bir mükâfat verir.” (Nisâ 4/40) Eğer kul Allah’a yanındaki
en güzel şeyi verirse Allah Teâlâ da onu en güzel şekilde mükâfâtlandırır.
Nitekim âyet-i kerîmede, “İyiliğin mükâfatı iyilikten başka ne olabilir ki?” (Rahmân 55/60) buyrulur.
Gerçek böyle
olmakla birlikte, şeytan bunu engellenek için var gücüyle uğraşır: |
|
Bakara / 268 |
Şeytan insanın en
büyük ve en açık düşmanıdır. Gâfil yakaladığı zaman ona her türlü vesvese ve
kötü düşünceleri pompalar. Bir an olsun onun şerrinden emin olmak doğru
değildir. Bu sebeple pek çok âyet-i kerîme, bizi şeytanın düşmanlığına karşı
dikkatli ve uyanık olmaya çağırır. Burada da görüldüğü üzere şeytan insanı
sürekli fakirlikle korkutur, “eğer malını ona buna harcarsan eli boş, muhtaç ve
perişan kalırsın” der. Onun gözüne ihtiyacı olmayan şeyleri bile çok mühim
ihtiyaçlarmış gibi gösterir. Kulu var gücüyle Allah yolunda vermekten
engellemeye çalışır. Ona cimriliği, hasisliği, kötü ve çirkin fiilleri emreder.
Malın nefsin hevâ ve hevesini tatmin için fenâ ve çirkef yollarda harcanmasını
teşvik eder. Buna mukâbil Rabbimiz, kendi yolunda güzel niyetlerle harcamada bulunanların
bu vesileyle önceki günahlarını bağışlayacağını ve onlara bol bol mükâfat
vereceğini müjdelemektedir. Şüphesiz Allah, istediğini yapabilme ve dilediğini
verebilme kudretine sahiptir. Bu bakımdan kulun, gönlüne doğan düşüncenin
rahmânî mi, şeytânî mi olduğuna bakıp ona göre hareket tarzını belirleme
mecburiyeti vardır. Bu hususta Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Âdemoğluna
biri şeytandan diğeri melekten olmak üzere iki kanaldan düşünce gelir.
Şeytandan gelen düşünce, kötülüğe yönlendirmek ve gerçeği yalanlamak
istikâmetindedir. Melekten gelen düşünce ise iyiliğe yönlendirmek ve gerçeği
doğrulamak yönündedir. İçinde melekten gelen düşünceyi hisseden kişi, onun
Allah’tan olduğunu bilsin ve Allah’a hamdetsin. İçinde şeytandan gelen düşünceyi
hisseden kimse de, şeytandan Allah’a sığınsın.” (Tirmizî, Tefsir 2/36)
Ancak kalbin bu
inceliği yakalayabilmesi, bu ferâset ve basireti gösterebilmesi için “hikmet”le
buluşması gerekir: |
|
Bakara / 269 |
“Menetmek, engellemek” mânasını taşıyan bir
kökten gelen الْحِكْمَة
(hikmet) sözlükte “sahibini yanılmaktan ve yanlış yollara sapmaktan koruyan
şey” demektir. İnsanı yanlış yollardan koruyarak doğru yola eriştiren en mühim
kaynak, dindir. Özellikle dînî bilginin temelini teşkil eden Kur’an ve
sünnettir. Bu sebeple müfessirlerimiz âyette geçen hikmete şu mânaları
vermişlerdir: İbn Abbâs (r.a.) der ki: “Hikmet, Kur’an
bilgisidir, onu iyice anlamaktır. O’nun nâsihini mensûhunu, muhkemini müteşâbihini[1],
önce inenini, sonra inenini, helâl ve haramını ve mesellerini bilmektir.” Mücâhid
şöyle der: “Söz ve fiilde isâbet etmek, en doğru olanı söylemek ve yapmaktır.” Mâlik
ise şöyle demektedir: “Hikmet dini bilmek, onun hükümlerini en güzel şekilde
anlamak ve ona tabi olmaktır.” Süddî’ye
göre ise hikmetten maksat, peygamberliktir.
(bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 124-125) Buna
göre Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye gibi sağlam temel kaynaklarından
hareketle dini öğrenmek, anlamak ve yaşamak hikmetin ta kendisidir. Çünkü böyle
davranan her türlü yanlıştan kendini korumuş, yapılacak en doğru işleri yapmış,
sözünde ve fiilinde tam isâbet etmiş olacaktır. Allah, bu nimetini dilediği
kullarına ihsan eder. Şüphesiz Allah’ın bu lütfuna erişmek için de kulların
gayret göstermesi ve bunun yollarına girmesi gerekir. Dini anlayıp yaşama
nimetine nâil olanlara pek çok hayır, iyilik ve güzellik verilmiştir. Fakat
bunu kavrayarak gerekli ibret ve öğüdü alabilmek için bozulmamış, temiz bir
akıl sahibi olmak gerekir. Bu akıl, vahyin terbiyesinde ve imanın gölgesinde
olgunlaşmış akıldır. Böyle
akıl sahipleri, Allah’ın yaptıkları her işten haberdar olduğunu bilerek hareket
ederler:
[1] Nâsih: Sonradan
gelip önceki bir âyetin hükmünü kaldıran âyet. Mensûh: Hükmü kaldırılan
âyet. Müteşâbih: Mânası kapalı olan ve tam olarak anlaşılamayan âyet. Muhkem:
Mânası açık seçik anlaşılan âyet. |
|
Bakara / 270 |
Allah,
açıkta olan şeyleri bildiği gibi gizliyi de bilen, kalplerde saklanan sırlara
âşina olan yüce Yaratıcı’dır. Göklerin derinliğinde, yeryüzünün en tenha
yerinde, okyanusların dibinde ve dağların içinde bile olsa küçük büyük ne varsa
hepsi O’na malumdur, hiçbiri gizli kalamaz. Bu sebeple rızâsı için yapılan
iyilikleri, adanan adakları ve bunların ne tür niyetlerle yapıldığını elbette
Rabbimiz bilmektedir. Ona göre karşılık verecektir. Özellikle burada Allah’ın
vermeye dair emirlerini tutmamak sûretiyle kendilerine zulmedenlere, âhirette
ihtiyaç içinde kıvranırken yardım edebilecek hiçbir yardımcı olmayacaktır.
Yapılan
iyiliklerin gizli ya da açık olmasının mükafat bakımından bir farkı var mıdır: |
|
Bakara / 271 |
Farz
olan zekâtı ve nafile olan sadakaları insanların göreceği şekilde açıktan
vermek caizdir. Nitekim aşağıda gelecek olan 274. âyette geçen övgü sadedindeki
“açıktan da verirler” ifadesi,
buna temas etmektedir. Böyle davranmak, belli bir noktaya kadar güzel de
karşılanabilir. Hatta farz olan zekâtı açıktan vermek, kişiyi “acaba verdi mi,
vermedi mi” şeklindeki bir töhmet altında bulunmaktan kurtaracağı gibi,
başkaları için de bir teşvik unsuru olacaktır. Fakat iyiliği, gösteriş
korkusundan uzak bir şekilde gizli yapmak, onu fakirin eline hiçbir şekilde
rencide olmayacağı bir tarzda gizlice ulaştırmak şüphesiz sevap bakımından daha
hayırlıdır. Şartlarına ve âdâbına riâyet edilerek yapılan harcamalar şüphesiz
daha büyük faydalar sağlayacaktır. Allah Teâlâ bunları en güzel şekilde kabul
buyuracak, bol bol karşılık verecek ve bu vesileyle sahiplerinin diğer
günahlarını da bağışlayacaktır. Zira Allah yolunda vermenin, günahlardan
arınarak nefsi tezkiye etmede çok büyük bir rolü vardır. Nitekim âyet-i kerîmede
şöyle buyrulur: “Onların mallarından bir miktar zekât ve sadaka al ki, böylece
kendilerini günahlarından arındırıp tertemiz kılasın.” (Tevbe 9/103) İyiliklerin
gizli yapılmasının faziletiyle alakalı olarak Resûlullah (s.a.s.)’in pek mühim
tavsiyeleri bulunmaktadır. Efendimiz, “sağ eliyle verdiği sadakayı sol eli
duymayan kimsenin kıyâmet günü Allah’ın gölgesi altında gölgeleneceklerden biri
olacağını” haber vermiştir. (Buhâri, Hudûd 19; Müslim, Zekât 91) Ebû Zerr (r.a.), Peygamber Efendimiz’e: “–Yâ
Nebiyyallah! Hangi sadaka daha faziletlidir?” diye sorunca Allah Resûlü (s.a.s.): “–Fakire gizlice verilen ve malı az olan kimsenin zorlanarak
verdiği sadakadır” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 265, 178-179;
Ebû Dâvûd, Zekât 40/1677)[1] Zira
gizli verilen sadaka, gösterişten ve duyulsun arzusundan daha uzaktır. Bu yolla
kişi, “başkaları görsün, duysun ve beni takdir etsin; ne kadar cömert insan
olduğumu bilsin” şeklindeki yanlış ve zararlı düşüncelerden gönlünü koruma imkânı
bulur. Şöhrete giden yolu kapayarak, nefsini kontrol edip daha çok sevap
kazanabilir. Rabbimizin
âyetlerini gönül kulağıyla dinleyip gereğini yapmak isteyenlerin yollarını
aydınlatacak güzel bir örnek olması bakımından İslâm tarihinin parlak
sîmâlarından Zeynelâbidîn (k.s.) Hazretleri’nin şu halini ibretle temâşâ etmek
lâzımdır: Hulefâ-i
râşidîni takip eden yıllarda Medine-i Münevvere’de bâzı fakirlerin kapılarına
meçhûl bir kimse her sabah bir çuval erzak bırakmaktaydı. Bir sabah o fakirler
uyandıklarında baktılar ki, kapılarına erzak konmamış. Sebebini merak
ederlerken, o esnâda içli bir salâ sesi duyuldu ve Medine-i Münevvere, Hz. Ali (r.a.)’ın
torunu Zeynelâbidîn (k.s.)’un vefâtı haberiyle çalkalandı. Herkes derin bir
mâteme büründü. Peygamberimiz (s.a.s.) bu kıymetli torununa karşı son vazîfeler
îtinâ ile yapılmaya başlandı. Sıra mübârek nâşının yıkanmasına geldiğinde, bu
şerefli vazîfeyi yapacak olan zât, mevtânın sırtında içi su toplamış büyükçe yaralar
görünce şaşırdı. Sebebini anlayamadı. Yakınlarına sorduğunda ise, Ehl-i
Beyt’ten orada bulunup bu sırra âşinâ olan bir kimse, şunları söyledi: “–Zeynelâbidîn
Hazretleri her sabah hazırladığı erzak çuvallarını sırtında taşıyarak erkenden
fakirlerin kapısına götürür ve kimseye görünmeden geri dönerdi. Halk da bu
çuvalları kimin bıraktığını bilmezdi. Sırtında gördüğünüz yaralar, işte o
çuvalları taşımaktan ötürü oluşmuş yaralardır.” (bk. İbn Kesîr, el-Bidâye,
IX, 112, 122; Ebû Nuaym, Hilye, III, 136) Sadakayı
gizlice vermenin bir örneği de Şâh Abdullah Dihlevî (k.s.)’dan: Hazret
verdiği sadakayı çok gizli tutardı. Kendisine bir yerden bir şey geldiğinde, o
gelen şey para ise, talebelerine dağıtırdı. Ama bu işi onlar murakabe hâlinde
iken yapardı. Tâ ki, onlara kimin ne verdiğini, kime ne kadar verildiğini ve ne
verildiğini bilmeyeler…” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 849) Bütün
bunlar, İslâm’ı en derin yönleriyle ruhuna sindirmiş gönül ehli insanların
güzel hallerinden yansımalardır. Şüphesiz bu güzel hallerin zirvedeki
temsilcisi Peygamberimiz (s.a.s.)’dir. O, sözüyle ve haliyle bize örnek
olmakta, güneş gibi ylumuzu aydınlatmaktadır. Ama hidayeti verecek olan da
yalnız Allah’tır:
[1] Enes b. Mâlik (r.a.)’in
nakline göre ise Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ yeri yarattığı vakit, yer sarsılmaya başladı.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak dağları yaratarak yeryüzüne yerleştirdi ve onu
istikrâra kavuşturdu. Melekler dağların kuvvetine hayran kaldılar. «Ey
Rabbimiz, dağlardan daha kuvvetli bir varlık yarattın mı?» diye sordular. «Evet,
demiri yarattım» buyurdu. «Ey Rabbimiz, demirden daha kuvvetli bir şey yarattın
mı?» dediler. Hak Teâlâ: «Evet, ateşi yarattım» buyurdu. «Ey Rabbimiz, ateşten
daha kuvvetli bir şey yarattın mı?» diye yine sordular. Hak Teâlâ: «Evet, suyu
yarattım!» buyurdu. «Ey Rabbimiz, sudan daha kuvvetli bir şey yarattın mı?»
dediler. Hak Teâlâ: «Evet, rüzgârı yarattım» cevâbını verdi. «Ey Rabbimiz,
rüzgârdan daha kuvvetli bir şey yarattın mı?» diye yine sordular. Bu sefer Hak
Teâlâ: «Evet insanoğlunu yarattım. Eğer o, sağ eliyle sadaka verir ve bunu da
sol eli bilmeyecek kadar gizlerse hepsinden daha kuvvetli olur» buyurdu.”
(Tirmizî,
Tefsir 113-114/3369; Beyhakî,
Şuab, III, 244) |
|
Enbiya suresinin 81. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 81. Ayet Arapça: وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ ...
"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Saf Sûresi ...
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...
Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...
"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...
Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...