Tahrîm sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 12 âyettir. “Tahrîm”, “haram kılmak” demektir. Birinci âyette Resûlullah (s.a.s.)’in, bazı helâl gıdaları, geçici bir süre kendine haram kılmasından bahsedildiği için bu ismi almıştır. Mushaf tertîbine göre 66, nüzûl sırasına göre ise 106. sûredir.
Resûlullah (s.a.s.) ile hanımları arasında vuku bulan bir hâdiseden hareketle aile içi münâsebetler ele alınır. Hem Efendimiz (s.a.s.)’in hanımları, hem de diğer mü’minlere öğütler verilir. Dikkat çekici iki örnekle, inanan ve inanmayan kadınların âkıbetleri gözler önüne serilir.
Mushaftaki sıralamada altmış altıncı, iniş sırasına göre yüz yedinci sûredir. Hucurât sûresinden sonra, Tegåbün sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.
1. Ey Peygamber! Allah’ın sana helâl kıldığı bir şeyi, hanımlarının hoşnutluğunu gözeterek, niçin kendine haram kılıyorsun? Oysa Allah, çok bağışlayıcıdır, sonsuz merhamet sahibidir.
Bir şeyi haram veya helâl kılma hakkı sadece Allah’a aittir. Peygamber de, kendi inisiyatifiyle değil, ancak Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle bir şeyin helâlliğine ya da haramlığına hükmeder. Âyet-i kerîmelerin hitap tarzından şu anlaşılıyor ki, Resûlullah (s.a.s.), hanımlarını hoşnut etmek için normalde helâl olan bir şeyi kendine haram kılmıştır. Dinin tebliğcisi ve ümmetin örneği olması hasebiyle, böyle bir tasarrufu uygun bulunmadığından, Cenâb-ı Hak kendini uyarmış ve böyle yapmaktan vazgeçmesini istemiştir. Helâl olan bir şeyi haram kılmak için yapılan yeminlerin, kefaretini ödeyerek bozulmasını emretmiştir. Nitekim Mâide sûresi 89. âyette yemin kefareti:
Kişinin ailesine yedirdiği yemeğin orta hallisinden on fakiri doyurmak,
Veya onları giydirmek,
Yahut bir köle azat etmek,
Bunlardan birini yapamazsa üç gün oruç tutmak, olarak hükme bağlanmıştır.
Resûlullah (s.a.s.)’in kendisine haram kıldığı şey hakkında gelen rivayetlerin en sahih olanı, Hz. Aişe’nin anlattığı şu hâdisedir:
İkindi namazı sonrası hanımlarının odalarına uğramak Resûlullah (s.a.s.)’in âdetiydi. Efendimiz (a.s.) bir süredir eşi Zeynep bint-i Cahş’ın odasında daha fazla kalmaya başlamıştı. Çünkü ona bir yerden bal gelmişti. Allah Resûlü (s.a.s.) de balı çok sevdiğinden, orada bal şerbeti içiyordu. Aişe (r.a.) şöyle anlatıyor: “Bu durumu çok kıskandım. Hafsa ile anlaşıp, Rasulüllah (s.a.s.) yanımıza geldiğinde, ağzından meğafir kokusu geldiğini söylemeyi kararlaştırdık.[1] Her birimiz, Peygamber (s.a.s.)’in çok titiz olduğunu ve kendisinden kötü bir koku yayıldığında, bundan çok rahatsız olacağını biliyorduk. Bu yüzden Efendimiz’in Zeyneb’in yanında çok kalmaması için bu hileye başvurduk.” Gerçekten de hile tesirini gösterdi. Hanımlarının “ağzından meğafir kokusu geliyor” demeleri üzerine, Peygamberimiz (s.a.s.) bir daha bal yememeye söz verdi ve meseleyi arzettiği hanımına, konuştuklarını kimseye söylememesini tembih etti. Fakat Hz. Hafsa durumu Hz. Aişe’ye iletince, Tahrîm sûresinin olup bitenleri haber veren ilk âyetleri nâzil oldu. (bk. Buhârî, Tefsir 66/1; Eymân 25; Müslim, Talâk 20, 21; Tirmizî, Tefsir 66)
Bahsedilen olay gelen âyetlerde şöyle hülasa edilerek bundan gereken dersin çıkarılması istenmektedir:[1] Meğafir, özel kokusu olan bir çiçektir. Şayet arı, balını bu çiçekten alırsa, balında meğafir kokusu olur.
2. Allah, kefaretini ödemek şartıyla uygun olmayan yeminlerinizi bozmayı size meşrû kılmıştır. Sizin dostunuz ve yardımcınız Allah’tır. O, her şeyi hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Bir şeyi haram veya helâl kılma hakkı sadece Allah’a aittir. Peygamber de, kendi inisiyatifiyle değil, ancak Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle bir şeyin helâlliğine ya da haramlığına hükmeder. Âyet-i kerîmelerin hitap tarzından şu anlaşılıyor ki, Resûlullah (s.a.s.), hanımlarını hoşnut etmek için normalde helâl olan bir şeyi kendine haram kılmıştır. Dinin tebliğcisi ve ümmetin örneği olması hasebiyle, böyle bir tasarrufu uygun bulunmadığından, Cenâb-ı Hak kendini uyarmış ve böyle yapmaktan vazgeçmesini istemiştir. Helâl olan bir şeyi haram kılmak için yapılan yeminlerin, kefaretini ödeyerek bozulmasını emretmiştir. Nitekim Mâide sûresi 89. âyette yemin kefareti:
Kişinin ailesine yedirdiği yemeğin orta hallisinden on fakiri doyurmak,
Veya onları giydirmek,
Yahut bir köle azat etmek,
Bunlardan birini yapamazsa üç gün oruç tutmak, olarak hükme bağlanmıştır.
Resûlullah (s.a.s.)’in kendisine haram kıldığı şey hakkında gelen rivayetlerin en sahih olanı, Hz. Aişe’nin anlattığı şu hâdisedir:
İkindi namazı sonrası hanımlarının odalarına uğramak Resûlullah (s.a.s.)’in âdetiydi. Efendimiz (a.s.) bir süredir eşi Zeynep bint-i Cahş’ın odasında daha fazla kalmaya başlamıştı. Çünkü ona bir yerden bal gelmişti. Allah Resûlü (s.a.s.) de balı çok sevdiğinden, orada bal şerbeti içiyordu. Aişe (r.a.) şöyle anlatıyor: “Bu durumu çok kıskandım. Hafsa ile anlaşıp, Rasulüllah (s.a.s.) yanımıza geldiğinde, ağzından meğafir kokusu geldiğini söylemeyi kararlaştırdık.[1] Her birimiz, Peygamber (s.a.s.)’in çok titiz olduğunu ve kendisinden kötü bir koku yayıldığında, bundan çok rahatsız olacağını biliyorduk. Bu yüzden Efendimiz’in Zeyneb’in yanında çok kalmaması için bu hileye başvurduk.” Gerçekten de hile tesirini gösterdi. Hanımlarının “ağzından meğafir kokusu geliyor” demeleri üzerine, Peygamberimiz (s.a.s.) bir daha bal yememeye söz verdi ve meseleyi arzettiği hanımına, konuştuklarını kimseye söylememesini tembih etti. Fakat Hz. Hafsa durumu Hz. Aişe’ye iletince, Tahrîm sûresinin olup bitenleri haber veren ilk âyetleri nâzil oldu. (bk. Buhârî, Tefsir 66/1; Eymân 25; Müslim, Talâk 20, 21; Tirmizî, Tefsir 66)
Bahsedilen olay gelen âyetlerde şöyle hülasa edilerek bundan gereken dersin çıkarılması istenmektedir:[1] Meğafir, özel kokusu olan bir çiçektir. Şayet arı, balını bu çiçekten alırsa, balında meğafir kokusu olur.
3. Bir vakit Peygamber hanımlarından birine sır olarak bir söz söylemiş ve bundan kimseye bahsetmemesini iyice tembihlemişti. Fakat hanımı o sözü, kumalarından birine aktarınca, Allah da durumdan Peygamberi’ni haberdar kıldı. Peygamber de o hanımına yaptığının bir kısmını anlattı, bir kısmına ise onu daha fazla üzüp utandırmamak için hiç değinmedi. Peygamber olup bitenden hanımını bu şekilde haberdar edince, hanımı: “Bunu sana kim söyledi?” diye sordu. Peygamber de: “Onu bana her şeyi hakkıyla bilen, her şeyden haberdar olan Allah bildirdi” diye cevap verdi.
4. Ey Peygamber hanımları! Siz ikiniz Allah’a tevbe ederseniz, bu sizin için hayırlı olacaktır; çünkü kalpleriniz haksızlığa doğru kaymış bulunuyor. Şâyet Peygamber’e karşı birbirinize arka çıkarsanız, şunu bilin ki Allah onun dostu, yardımcısı ve koruyucusudur. Cebrâil ve sâlih mü’minler de. Bundan başka, melekler de onun yardımcısı ve koruyucusudur.
5. Peygamber sizi boşayacak olursa, bakarsınız sizin yerinize Rabbi ona sizden daha hayırlı olan, Allah’a teslimiyet gösteren, inanan, gönülden itaat eden, tevbe eden, ibâdete düşkün, oruç tutan dul ve bâkire başka eşler nasip eder.
Resûlullah (s.a.s.)’in sırrını açtığı hanımının ismi ve ona ne söylediği âyette açıkça belirtilmeyip sadece bunlara işaret edilir. Eğer bizim için faydalı ve gerekli bir şey olsaydı elbette bu açıkça bildirilirdi. Dolayısıyla eşler arası ve aile mahremiyetine ait olduğu anlaşılan bu sırrın ne olduğunu araştırıp ifşâ etmek bizim için doğru bir davranış değildir. Esas vazifemiz, verilmesi istenen mesajlar üzerine tefekkür edip derinleşmektir. Nitekim burada gözetilen maksat, Peygamberimiz (s.a.s.)’in hanımlarını, yapılan bir hata yüzünden ikaz etmek ve kendilerine çok önemli bir şahsın hanımları olduklarını hatırlatmaktır. Özellikle “sırrın ifşâsı” çok büyük bir hatadır. Çünkü Resûlullah (s.a.s.), dünyaya istikâmet veren bir davanın temsilcisi idi. Bir taraftan mü’minleri terbiye edip sağlam bir İslâm cemiyeti teşekkül ettiriyor, bir taraftan da İslâm düşmanlarıyla amansız bir mücâdele yürütüyordu. Bu açıdan bakıldığında, dâvanın merkez karargâhı mevkiinde bulunan Efendimiz (s.a.s.)’in devlethanesinde konuşulan sözlerin ve tutulması gereken sırların apayrı bir ehemmiyeti vardı. Bu hususta hanımlarından birinin göstereceği ihmal, büyük zararlara yol açabilirdi. Bu sebeple Kur’an, mes’elenin üzerine büyük bir ciddiyet ve dikkatle eğilmiş ve bunu, tüm müslümanlara kıyamete kadar okuyacakları bir ibret dersi olmak üzere ebedîleştirmiştir.
4. âyetteki “siz ikiniz” hitabının, ilgili rivayetlere bakıldığında, Hz. Aişe ile Hz. Hafsa’ya yapıldığı görülür. (bk. Buhârî, Tefsir 66/2; Müslim, Talâk 31-34) Bunlardan Resûlullah (s.a.s.)’in gönlünü almaları istenir. Ayrıca kıskançlık, sır yayma ve Efendimiz (s.a.s.)’in hoşlanmayacağı her türlü aşırılıktan uzak durma konusunda ikaz edilirler. Hem peygamberleri hem de kocaları olan Allah Resûlü (s.a.s.)’e karşı vazife ve sorumluluklarını tam olarak îfâ etmeleri, bu konuda ciddi olmaları ve ihmalkâr davranmamaları öğütlenir. Her hususta ona yardımcı ve destekçi olmaları talep edilir. Nitekim Allah’ın, Cebrâil’in, sâlih mü’minlerin ve meleklerin Resûlullah (s.a.s.)’in yardımcısı, destekçisi ve dostu olduğu bildirilerek, işin ne kadar önemli ve ciddi olduğu gösterilmektedir. Daha sonra hitap, Efendimiz’in bütün hanımlarına çevrilerek, onlara Resûlullah (s.a.s.)’e eş olmanın kıymet ve ehemmiyetini anlamaları öğütlenir. Teslimiyet, iman, ahlâk, ibâdet, zühd ve itaatleriyle Peygamber’e layık birer eş olmaları talep edilir. (bk. Ahzâb 33/27-34) Eğer bu hususta ihmalkâr davranırlarsa, Peygamber de boşama hakkını kullandığı takdirde, ona burada güzel vasıfları bir bir sayılan kendilerinden daha hayırlı eşler lütfedeceği haber verilir.
Şimdi de, nesilleri dünyada kötülüklerden, kıyâmet gününde de Allah’ın azabından koruyabilmek için İslâm’ın sağlam temelleri üzerine kurulmuş âile yapısının önemine dikkat çekmek üzere buyruluyor ki:
6. Ey iman edenler! Hem kendinizi hem de âilenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan o müthiş cehennem ateşinden koruyun! Onun başında, Allah’ın emirlerine asla karşı gelmeyen ve kendilerine verilen her emri eksiksiz yerine getiren son derece acımasız, güçlü ve sert tabiatlı melekler vardır.
7. Ey inkâr edenler! Bu gün boşuna mazeret ileri sürmeye kalkmayın! Çünkü siz dünyada ne yaptıysanız ancak onun cezasını çekeceksiniz.
Kişinin, sadece kendisini Allah’ın azabından kurtarmaya çalışması yeterli değildir. O, aynı zamanda, gücü yettiğince aile fertlerini de Allah’ın sevdiği kullar olacak şekilde yetiştirmekten sorumludur. Eğer onlar yanlış inanç, hal ve hareketleriyle cehennem yolunu tutmuşlarsa, gücü ölçüsünde buna engel olmaya çalışmalıdır. Onların sadece bu dünyadaki yeme, içme, barınma, huzur ve refahlarını değil, bundan daha fazla onların âhirette cehennem yakıtı olmamalarını da düşünmelidir. Bu hususa işaret etmek üzere Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi çobandır ve sürüsünden sorumludur. Erkek, âilesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malından ve sürüsünden sorumludur.” (Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâret 20)
Âyet-i kerîme ve hadis-i şerife göre, âile fertlerinin ve bilhassa çocukların gözetilip korunmasından ve dînî terbiyesinden, daha ziyâde babanın sorumlu olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu âyet-i kerîme nâzil olduğunda ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlallah! Kendimizi ateşten koruyabiliriz, ya ehlimizi nasıl koruyacağız?” diye sordular. Resûlullah (s.a.s.) şu cevâbı verdi:
“–Onlara Allah’a kul olmayı, tâat ve ibâdeti emredersiniz. Allah’a isyân etmekten ve günah işlemekten de sakındırırsınız. İşte bu onları korumak demektir.” (Âlûsî, XXVIII, 156)
Hak Dostu Ahmed er-Rufâî hazretlerinin çocuklara olan şu ilgi ve merhameti onlaru terbiyede mühim bir düstûru ortaya koymaktadır:
Hazretin yolu bir gün çocuklar topluluğuna uğradı. Her nedense çocuklar bundan korkup kaçtılar. O da çocukların peşine düştü; şöyle diyordu:
“- Hakkınızı helâl edin. Sizi korkuttum. Yine dönüp oyununuza devam edin.” (Velîler Ansiklopedisi, II, 512)
Dolayısıyla anne babaların, özellikle ailenin reisi olmaları hasebiyle, aile fertlerinin dinî terbiyesi açısından mesuliyetleri çok büyüktür. Bu konu hiç ihmal ve gevşeklik götürmeyecek derecede ciddidir. Çünkü özellikle gençlerin dini duygularını silip süpüren, nefsânî duygularını kamçılayan, onları mânevîyattan koparıp nefsin kulu kölesi yapan çok güçlü haricî tesirler söz konusudur. Okul, sokak ve çevre de bu açıdan faydadan çok zarar verecek bir mâhiyet taşımaktadır. Yazılı ve görsel medyanın, özellikle internetin yıkıcı tesirleri ifadeye sığmaz boyuttadır. Bütün bunlar karşısında nasıl bir dikkat ve gayretle çocuklarımızın dini terbiyelerine eğilmemiz gerektiği ortadadır. Eğer bunu başaramazsak, Cenâb-ı Hak bizleri küfre sürüklenip cehennemi boylamakla korkutmaktadır. Oraya varıldığında artık çok geç kalınmış olacak ve hiçbir mazeret kabul edilmeyecektir.
O halde tek çare çok ciddi ve samimi bir tevbedir:8. Ey iman edenler! İçten ve samimi bir tevbe ile Allah’a yönelin. Umulur ki Rabbiniz günahlarınızı örter ve sizi içinde ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. O gün Allah Peygamber’i ve onunla beraberindeki mü’minleri utandırmayacak, hayal kırıklığına uğratmayacaktır. Onların nurları önlerinde ve sağlarında koşturup yollarını aydınlatır. Onlar da: “Rabbimiz! Nûrumuzu tamamla ve bizi bağışla! Şüphesiz senin her şeye gücün yeter!” diye dua ederler.
“Nasûh tevbe”, samimiyetle yapılan, sahibine günahları terk etmesini çokça öğütleyen, böylece onu günahtan kurtaran temiz, hâlis bir tevbedir. “Nasûh” kelimesinin “elbiseyi dikmek” anlamı da vardır. Buna göre “nasûh tevbe”, yırtılan dini buyrukları diken, ruh elbisesinde açılan yırtıkları onaran bir tevbedir. Günahlara bir daha dönmemek üzere yapılan tevbedir. Rivayete göre Hz. Ali, bedevînin birinin istiğfar kelimelerini çabuk çabuk tekrarladığını işitince “Bu sahte bir tevbe!” dedi. Bedevî “Peki gerçek tevbe nasıl olur?” deyince, Ali (r.a.) “Tevbenin sahih olması için altı şart vardır” buyurdu ve şunları saydı:
İşlenen günahlardan dolayı ciddî mânada pişman olmalı,
Farz olan vazifeleri yerine getirmeli, kaçırdıklarını kaza etmeli,
Üzerinde bulunan hakları, hak sahiplerine geri vermeli,
Eziyet ettiğin ve düşmanlık yaptığın kimselerle özür dileyip helâlleşmeli,
Bir daha günah işlememeye karar vermeli,
Nefsini isyanda büyüttüğün gibi, Allah’a itaatte de eritmeli ve ona günahların tadını tattırdığın gibi ibâdetlerin acısını da tattırmalısın. (Alûsi, Rûhu’l-me‘ânî, XXVIII, 160)
Şâir ne güzel söyler:
“Bir günah eden kişi bin gün âh etmek gerek,
Bin günahım var iken bir gün âhım yok benim.”
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri ilâç yaparken rastladığı bir hekime:
“–Ey hekim! Sende benim hastalığıma da ilâç var mı?” dedi. Hekim:
“–Hastalığın nedir?” diye sorunca Bâyezîd Hazretleri:
“–Günah hastalığı...” cevabını verdi. Hekim ellerini iki yana açarak:
“–Ben günah hastalığının ilâcını bilmem” dedi. O esnâda orada bulunmakta olan meczûb bir genç söze karışıp:
“–Baba, senin hastalığının ilâcını ben biliyorum” dedi. Bâyezîd Hazretleri de sevinçle:
“–Söyle ey delikanlı!” dedi. Halkın meczûb gördüğü, ancak hakîkatte ârif biri olan genç, günah hastalığının ilâcını şöyle tarif etti:
“–On dirhem tevbe kökü ile on dirhem istiğfar yaprağı al! Bunları kalp havanına koy! Tevhîd tokmağı ile döv! İnsaf eleğinden geçir! Gözyaşlarıyla yoğur! Aşk ve nedâmet fırınında pişir! Böylece oluşacak olan macundan her gün beş kaşık al; hastalığından eser kalmaz!..”
Bunları dinleyen Bâyezîd-i Bistâmî, içini çekti ve:
“–Senin gibi âriflere mecnûn diyerek kendilerini akıllı sananlara eyvahlar olsun!..” dedi.
İnsanlara gerçek bir tevbenin ve bunun hayırlı bir sonucu olarak cennetin kapılarını açmak için:9. Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla zaman ve şartların gerektirdiği tarzda mücâhede et; onlara karşı sert davran! Onların varacağı yer cehennemdir. Varılacak ne kötü bir yerdir orası!
“Mücâhede”; cihad etmek, savaşmak, mücâdele etmek, uğraşmak demektir. İslâm’ın öğretilmesi, yaşanması, yaşatılması ve yayılması için bütün gücümüzü ortaya koyarak uğraşmaktır. Ezici güç ve susturucu delillerle onun önündeki engelleri kaldırmaya çalışmaktır. Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.)’e ve onun şahsında bütün mü’minlere din hususunda işi sıkı tutmayı emretmektedir. Bunun başında da din düşmanlarına karşı dikkatli ve uyanık olmak, dini faaliyetleri onların zararlarından korumak gelir. Dolayısıyla kâfirlere karşı öncelikle onları Allah’ın dinine davet etmekle ve gerektiğinde savaşmak suretiyle cihad edilmelidir. Münafıklara karşı ise sertlikle, delilleri ortaya koymakla ve onlara âhiretteki hallerini öğretmekle cihad edilmelidir. Bu hususta olabildiği kadar kararlı ve sert bir tavır takınılmalıdır. Çünkü kâfir ve münafıklar, din düşmanlığı yaparak sadece kendilerine zarar vermemekte, aynı zamanda Allah yolundan uzaklaşmalarına sebep oldukları başka insanlara da büyük zarar vermektedirler.
Şimdi, sûrenin başından beri anlatılmakta olan konunun daha iyi anlaşılması için biri olumsuz diğeri olumlu iki örnek verilir. İlki olumsuz:10. Allah, inkâr edenlere Nûh’un karısı ile Lût’un karısını örnek verir. Her ikisi de, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında idiler, fakat onlara ihânet ettiler. Peygamber olan kocalarının Allah karşısında onlara hiçbir yardımı dokunmadı. Onlara: “Haydin, cehenneme girenlerle beraber siz de ateşe girin!” denildi.
Allah, kâfirlere Hz. Nûh ve Hz. Lut’un hanımlarını örnek gösterir. Bunlar iki sâlih kişinin, iki Peygamber’in nikahlı hanımları idiler. Dolayısıyla dünya ve âhiret mutluluğunu kazanabilecek bir mevkide bulunuyorlardı. Fakat onlar bulundukları bu mevkiin kıymetini bilemediler ve fırsatı değerlendiremediler. Bilakis onlara hıyanet ettiler. Nankörlük, küfür ve imansızlık yolunu tercih ettiler. Nûh’un karısı ona deli demiş, arabozuculuk yapmış ve Nûh’un sır olarak telakki ettiği vahiy haberlerini müşriklere duyurmuştu. Lût’un karısı da münafıklık etmiş, evinde duyduğunu kavmine ulaştırmıştı. Lût’un gizli gelen misafirlerini de haber vermişti. Dolayısıyla bunların yaptığı “hıyânet”ten maksat, münafıklık ederek emanete hıyanet etmeleridir. Yoksa “ahlâksızlık ve zina” değildir. Fakat bir peygambere karşı en küçük bir hıyanet bile küfür olacağından, bunlar az önce belirtildiği gibi, imana karşı küfrü tercih etmek ve peygambere karşı kâfirlere destek olmak suretiyle en büyük hıyâneti yapmışlar ve böylece Allah’ın gazabına uğramışlardır.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Allah’ın sâlih kulu olan o iki peygamber, hanımlarını Allah’ın azabından kurtaramamışlardır. O kadınlara, kocalarının iyi kimseler olması, peygamberliği ve kurtarmak için gösterdikleri gayretler zerre kadar fayda vermemiştir. Nûh (a.s.) hanımını gemisine alamamış (bk. Hûd, 11/40), Lût (a.s.) da hanımını kendi şehrinden, helak olacakların arasından dışarı çıkaramamıştır. (bk. Hûd, 11/81) Her ikisi de cehennemlik olmuştur. İşte bu, bütün kâfirler için darb-ı mesel olmuş bir nümûnedir. Peygamberler her ne kadar küfredenleri ıslah etmek, kurtarmak isteseler de imana gelmeyen, küfür ve hıyanete tevbe etmeyenleri, eşleri bile olsa Allah’ın azabından kurtaramazlar. Herkes kendi ameline göre karşılık görür. Onun için gerek peygamberlerin, gerek diğer iyi insanların eşleri, bütün kadınlar, kocalarının ve yakınlarının derecelerine, Allah katındaki makamlarına aldanmayıp Allah’tan korkmalı ve kendileri iyiliğe çalışmalıdırlar.
Olumlu örneğe gelince:11. Allah, iman edenlere de Firavun’un hanımını örnek verir. O: “Rabbim! Benim için katında, cennette bir köşk yap! Beni Firavun’dan ve yaptıklarından kurtar; beni bu zâlimler topluluğundan halâs eyle!” diye niyâz etmişti.
Cenab-ı Hakk’ın, iman edenler için verdiği iki misalden birincisi, Firavun’un hanımıdır. İsmi, Müzâhim’in kızı Âsiye olarak bilinir. Hz. Mûsâ Firavun’a karşı âsasını salıverdiği zaman iman etmiş, Firavun da iman etmesinden dolayı onu şiddetli bir şekilde cezalandırmıştı. Nakledildiğine göre güneşe karşı dört çivi ile çiviletip üzerine kocaman bir kaya koydurtmuştu. İşte o vakit Hz. Asiye: “Rabbim! Benim için katında, cennette bir köşk yap!” (Tahrîm 66/11) diye yalvarmıştı. Ruhunun, Allah yolunda iman ile şehîd olarak alınıp, bu sebeple Allah’ın yanında rahmete erişmesini ve cennette kendisine ebedi bir dinlenme yeri inşâ edilmesini istemişti. Devamında da Rabbine, kendisini hem Firavun’un pis nefsinden, hem onun kötü işinden, hem de Firavun’a taraf olan zalim kavimden koruması için yalvarmıştı. Rivayete göre bu duası üzerine ona derhal cennetteki makamı gösterilmiş ve hiçbir acı duymaksızın ruhu alınmış, üstüne konulan kaya ruhsuz kalan cesedinin üstüne düşmüştür. Bu da, doğrudan doğruya cennetlik olarak Allah’ın rahmetine ve rızâsına kavuşmuştur.
İman edenlere ikinci misal olarak da bâkire bir hanım olan Hz. Meryem verilir:12. Bir de İmrân kızı Meryem’i de örnek verir. O, iffetini çok iyi korumuş, biz de ona rûhumuzdan üflemiştik. O, Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdîk etmişti. O, Allah’a bütün samimiyetiyle boyun eğen, O’nun emirlerine gönülden itaat eden biriydi.
Meryem, ırzını sağlam korumuş, iffetini iyi muhafaza etmiş, yakasını ve eteğini kale gibi sağlam tutup kimseye açmamıştı. Hatta Cebrâil kendisine göründüğü vakit bile: “Şüphesiz ben senden Rahman’a sığınırım! Eğer sende Allah korkusu varsa çekil yanımdan!” (Meryem 19/18) diyerek yüce dergâha sığınmıştı. O, kendisine iftira etmek isteyenlerin zannettikleri gibi değil, bilakis son derece temiz ve iffetli bir kızdı. Allah Teâlâ ona ruhundan üfürdü. Cebrâil (a.s.) tam bir beşer sûretinde gelip ona İsa’yı hibe etti. (bk. Meryem 19/17-21) Hz. Meryem, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etmiş, onlara inanmıştır. Kitaplar, peygamberlere indirilmiş bütün kitaplardır. Kelimeler de, onlarda ifade edilen ve Allah’ın her şeye kadir olduğunu, dilediğini yaratıcı olduğunu anlatan olağanüstü olaylar ve mûcizelerle ilgili vahiy haberleridir. Hz. Meryem bütün bunlara inanmış olduğu gibi bu şekilde İsa’ya hamile kalarak kendisi de onlardan bir kısmına fiilen muhatab olup o haberleri doğru çıkarmıştır. Hz. Meryem aynı zamanda “kânitîn”den, yani itaate, namaz ve ibâdete devam eden itaatkâr kullardandı. Nitekim “Meryem! Rabbine gönülden itaat et, secdeye kapan ve rukû edenlerle beraber sen de rukû et” (Al-i İmrân 3/43) âyetinde de Hz. Meryem’in ibâdet ve kulluğa müdavim biri olduğu zikredilir.
Bu üç örnekten çıkarılması gereken netice şudur: Her insan kendi yaptığından sorumludur. Dolayısıyla kişiyi kurtaracak olan da sadece kendi amelidir. Kendi imanı, sâlih ameli ve takvâsı olmadıktan sonra herhangi bir peygambere, veliye veya sâlih insana akraba olması ona bir fayda sağlamaz. Eğer imanı ve sâlih ameli varsa, bir kâfirin veya zorbanın akrabası olması da ona bir zarar veremez. İnsan iyi ve dürüst olduktan sonra başkalarının iftiraları ve dedikoduları da onun iyiliğine bir halel getirmez. O halde herkes kendi niyet, irade, azim ve gayretini ortaya koyarak Allah’ın sevdiği ve razı olduğu bir kul olmaya çalışmalıdır.
Tahrim sûresinin sonunda verilen örneklerin muhtevasında yer alan ibret noktalarını teşkil eden “Rabbin kelimelerini”n bir açıklaması, bir de Firavun gibi zâlimlere , kâfirlere ve münafıklara karşı mücahede ile korunulması emrolunan cehennem ateşinin şiddetinin beyânı sadedinde şimdi Mülk sûresi geliyor:Kur’an’da şöyle buyrulur: نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَنْ نَشَٓاءُۜ وَفَوْقَ كُلِّ ذ۪ي عِلْمٍ عَل۪يمٌ Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim s ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًاۖ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ “Allah en iyi koruyandır ve O, merhametlilerin en merhametlisid ...
A'râf Sûresi 40-43. Ayetler 40: "Şüphesiz ki âyetlerimizi yalanlayan ve büyüklenip onlardan yüz çevirenler yok mu, göğün kapıları onlar içi ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْس۪يۚ اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪يۜ اِنَّ رَبّ۪ي غَفُورٌ رَح۪يمٌ ...
er-Riaye tecvid konusunda günümüze ulaşan ilk çalışma olduğu kabul edilen eserdir. Müellifi Mekki b. Ebi Talib'dir. MEKKÎ b. EBÛ TÂLİB KİMDİR? 23 ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدّ۪يقُ “Yûsuf! Ey özü sözü doğru arkadaş!” (Yûsuf, 12/46) EY DOĞRU ARKADAŞ! Bilgi: Zindan arkada ...