Tâhâ sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 135 âyettir. İsmini birinci âyetinde yer alan “Tâ. Hâ” mukataa harflerinden almıştır. Bazı kaynaklarda surenin “Mûsâ sûresi” ve “Kelîm sûresi” diye isimlendirildiği de görülür. Mushaf tertîbine göre 20, iniş sırasına göre 45. sûredir.
Hz. Ömer’in bu sûre vesilesiyle müslüman olduğu rivayet edilir. Hâdise özetle şöyle vuku bulmuştur:
Başlangıçta İslâm’ın yaman düşmanlarından biri olan Ömer b. Hattab, Resûlullah (s.a.s.)’i öldürmeye kastetmişti. Ömer bu niyetle yola çıktığında bir adama rastlar. Adam ona: “Sen önce kız kardeşinin ve eniştenin müslüman olduğunu bilmelisin” der. Bunu duyan Ömer doğruca kız kardeşinin evine gider. Orada kardeşi Fatma ve eniştesi Said b. Zeyd’in, Habbab b. Eret’in yanında yazılı bir kağıt parçasından bir şeyler öğrendiklerini görür. Fatma ağabeyinin geldiğini görünce kağıt parçasını hemen bir yere saklamaya çalışırsa da, okunanları duyan Ömer onlara sorular sormaya başlar. Daha sonra eniştesini döver ve kocasını korumaya çalışan kız kardeşini yaralar. Sonunda her ikisi de “Evet müslüman olduk, ne yaparsan yap!” derler. Ömer, kız kardeşinin başından akan kandan müteessir ve müteellim olarak: “Okuduğunuz şeyi bana gösterin” der. Kız kardeşi kağıdı yırtmayacağına dair ondan yemin alır ve “Temizlenmeden ona dokunamazsın” der. Bunun üzerine Ömer (r.a.) yıkanır ve Tâhâ sûresinin yazılı olduğu kağıdı okumaya başladığında: “Ne mükemmel bir şey!” diye nâra atmaktan kendini alamaz. Bunu duyan Habbâb, gizlendiği yerden çıkarak: “Allah’a yemin olsun ki, O sana Peygamberi’nin davetini tebliğe hizmet ettirecektir. Çünkü dün Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’in: «Rabbim, ya Hakem b. Hişâm[1] ya da Ömer b. Hattap’la İslâm’ı teyîd eyle!» diye dua ettiğini duydum. Ey Ömer Allah’a dön, Allah’a dön!” telkininde bulunur. Bu sözler o kadar ikna edici olur ki Hz. Ömer Habbab’la birlikte, İslâm’ı kabul etmek üzere Resûlullah (s.a.s.)’in yanına gider ve kelime-i şehâdet getirerek İslâm’la şereflenir. (İbn Hişam, es-Sîre, I, 271 vd.)
[1] Hakem b. Hişâm, Ebû Cehil diye meşhur olan müşriğin ismidir.
Sûre, Kur’ân-ı Kerîm’in indiriliş gâyesini belirterek, Resûlullah (s.a.s.)’i tesellî ederek ve her şeyin sahibi olan Allah Teâlâ’yı tanıtarak söze başlar. İçinde alınacak çok mühim dersler ve ibretler olan Hz. Mûsâ’nın kıssasını; hususiyle peygamber olduktan sonra hem Firavun hem de kendi kavmiyle olan mücâdelesini uzun uzadıya beyân eder. Arada kıyâmetin dehşetli sahnelerinden manzaralar arzederek münkirleri bekleyen hazin âkıbet ve korkunç azabı hatırlatır. Sonunda kısaca Âdem-İblîs kıssasına temas ederek, Allah’ı zikretmek, O’nu hiç unutmamak, dünyaya gönül bağlamamak, ibâdetlere, bunlar içinde de özellikle namaza fert, aile ve toplum olarak devam etmek, dinin tebliğinde sabır ve sebat göstermek gibi İslâm’ın cihanşumûl kaidelerini telkinle sözü nihâyete erdirir.
Mushaftaki sıralamada yirminci, iniş sırasına göre kırk beşinci sûredir. Meryem sûresinden sonra, Vâkıa sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 130 ve 131. âyetlerin Medine’de nâzil olduğuna dair bir rivayet de vardır. Hz. Ömer’in İslâmiyet’i kabul edişiyle ilgili meşhur rivayette Ömer’in, kız kardeşi ve eniştesinin evine baskın yaptığında işittiği ve çok etkilendiği âyetlerin Tâhâ sûresinin âyetleri olduğu ve bu olayın peygamberliğin beşinci yılında cereyan ettiği dikkate alınarak, genellikle Mekke döneminin ortalarına doğru indiği kabul edilir. Kaynaklarda nüzûlü için belirli bir sebepten söz edilmez. Geldiği dönemin şartları ve sûrenin içeriği, Hz. Peygamber’e ve müminlere teselli verip onların moralini yükseltmeyi amaçladığını göstermektedir.
Resûlullah (s.a.s.) buyurur:
“Tâhâ ve Yâsîn sûrelerini işiten melekler şöyle derler: «Bunların kendilerine gönderildiği ümmete ne mutlu, bunları taşıyan gönüllere ne mutlu, bunları okuyan dillere ne mutlu!»” (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’an 20)
1. Tâ. Hâ.
“Tâ. Hâ.”, mukataa harflerinden olup, bu haliyle sadece bu
sûrenin başında geçer. Bu harfler Allah Teâlâ ile Habib’i arasında bir şifre
olmakla birlikte, bunlar hakkında yapılan bir kısım tefsirler de olmuştur:
Bu, Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir.
Bu, Ahmed, Muhammed ve Yâsîn gibi Resûlullah (s.a.s.)’in
isimlerinden biridir. Cenâb-ı Hak bu isimle Efendimiz (s.a.s.)’e hitap ederek
söze başlar.
Peygamberimiz kastedilerek: “Ey Adam!” demektir.
“Tâ”, Peygamberimiz (s.a.s.)’in “Tâhir ve Tayyib” isimlerinin,
“Hâ” da onun “Hâdî” isminin başlangıcıdır.
“Tâ. Hâ.”, “Sen yeryüzüne bas”,
demektir. Çünkü Habîb-i Ekrem (s.a.s.) ayakları şişinceye kadar namazın
sıkıntılarına tahammül ediyor ve ayaklarını sırayla dinlendirmek lüzûmunu
hissediyordu. O bakımdan kendisine “Yere bas”, yani “Sen bu şekilde dinlenme
ihtiyacı görecek kadar kendini yorma!” buyruldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
XVI, 170-172; Kurtubî, el-Câmi‘, XI, 166)
“Tâ. Hâ.”, “Ey nübüvvet yaygısının
kendisiyle dürüldüğü, ey kendisiyle mükevvenâtın hüviyetimize büründüğü kimse”
demektir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 431)
Yapılan
izahlardan anlaşıldığı kadarıyla Res3ulullah (s.a.s.)’in çeşitli yönlerini
dikkate alarak yapılan hitaptan sonra Kur’an’ın niçin indirildiğini açıklamak
üzere buyruluyor ki:
2. Biz bu Kur’an’ı sana güçlük çekip bedbaht olasın diye indirmedik.
3. Onu ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik.
4. O Kur’an, yeri ve yüce gökleri Yaratan tarafından parça parça indirilmiştir.
Kur’ân-ı
Kerîm, Allah’tan korkan; âhiret hesâbından ve azâbından sakınanlara ilâhî
hakikatleri hatırlatan, gönülleri uyandırıp akıllara istikâmet veren tesirli
bir öğüttür. Yoksa Yüce Rabbimiz onu, Peygamberimiz’e ve ümmetine meşakkat
çektirmek, onları zahmete koşup netice itibariyle bedbaht kılmak için
indirmemiştir. Aksine onlara, maddi ve mânevî güçlerine, sahip oldukları
istidat ve kabiliyetlerine uygun olarak belli sorumluluklar yükleyip neticede
onları ebedî saadete eriştirmek için büyük bir rahmet tecellisi olarak
lutfetmiştir. Okunması, ezberlenmesi, anlaşılması ve yaşanması ümmet-i
Muhammed’e kolay gelsin diye de onu tedrîcî olarak, yavaş yavaş, peyderpey
indirmiştir. Eğer Kur’ân-ı Kerîm yekpâre bir bütün halinde inseydi, onu lâfız,
mâna ve muhtevâsıyla yüklenip taşımaya değil bir insanın, dağların bile takati
yetmezdi.
Âyet-i
kerîmelerin iniş sebebiyle ilgili olarak rivayet edilen şu ibretli hâdiseler,
bu hakîkatin daha iyi anlaşılmasını sağlar:
›
Kur’ân-ı Kerîm’in inmeye başlamasıyla birlikte Resûl-i Ekrem
(s.a.s.) ashâbıyla birlikte kalkıp gece namazı kılmaya başladılar. Efendimiz’in
uzun uzun ibâdet ettiğini, ibâdet ederken adeta kendini yorduğunu gören Kureyş
müşrikleri: “Bak, atalarının ve bizim dinimizi terk etmekle nasıl sıkıntıya
düşüyorsun, ne kadar bedbaht oluyorsun!” dediler. Peygamberimiz (s.a.s.) de: “Hayır,
aksine ben, âlemlere rahmet olarak gönderildim” buyurdu. Onların: “Hayır
tam tersine sen elbette bedbahtsın” demeleri üzerine Allah Tealâ bu âyet-i
kerîmeyi indirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 312; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
XXII, 4)
› Resûlullah
(s.a.s.)’e: “Ey örtünüp bürünen Rasûlüm! Geceleyin kalk, az bir kısmı
dışında geceyi ibâdetle geçir!” (Müzzemmil 73/1-2) âyet-i kerîmeleri nâzil
olunca geceleri kalkıp namaz kılmaya başladı. O kadar çok kıyamda duruyordu ki
ayakları şiştiğinden bir sağ ayağı üzerinde durup sol ayağını, bir sol ayağı
üzerinde durup sağ ayağını dinlendirmek zorunda kalıyordu. İşte bunun üzerine “Tâ.Hâ.
Biz bu Kur’an’ı sana güçlük çekip bedbaht olasın diye indirmedik....”
âyet-i kerîmeleri nâzil oldu. (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XVI,148)
Habîb-i
Ekrem (s.a.s.)’in âşıklarından İmam Bûsirî diyor ki:
“Ben,
ayakları şişinceye kadar namaz kılarak, gecelerini ibâdetle ihyâ eden
Resûlullah (s.a.s.)’in sünnetine tâbî olamadım, kendime zulmettim.”
›
Resûlullah (s.a.s.) ve ashâbı geceyi ihyâ ederken uzun süre namaz
kıldıklarından ötürü göğüslerine ip bağlıyorlardı. Daha sonra bu ve “Artık
Kur’an’dan kolayınıza gelen miktarı okuyun” (Müzzemmil 73/20) gibi âyet-i
kerîmeler nâzil olarak bu ibâdet onlara tahfif edildi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
XVI, 172)
Kur’ân-ı
Kerîm’in en önemli hedefi ise zat, isim ve sıfatlaryla Yüce Allah’ı tanıtmak ve
mü’minlerde yüksek bir mârifetullah bilgi ve şuurunu oluşturmaktır:
5. Rahmân arşa istivâ etmiştir.
Gökleri,
yeri ve bunlarda bulunan her şeyle birlikte bütün kâinatı yaratan, tanzîm eden
ve onu idâre eden Allah Teâlâ’dır. Kâinat insanın hizmetine âmâde kılınmış
olup, bu, yaratanın kullarına en büyük rahmet tecellisidir. Bu sebeple “Rahmân”
ismini kullanmayı tercih etmiştir. Allah Teâlâ, her türlü benzetmeden temiz ve
uzak olmakla birlikte, bir padişahın tahta çıkıp ülkesini idâre etmesi gibi,
arşa istivâ buyurup kâinatı her an idâre ve kontrol etmektedir. Bu ona asla güç
gelmemekte, herhangi bir yorgunlukta vermemektedir. Bu sebeple, Tevrat’ta ifade
edildiği üzere Allah’ın kâinatı altı günde yaratıp yedinci günde istirahat
ettiği düşüncesi İslâm’a göre tamâmen yanlıştır. Allah Teâlâ, yorgunluk ve
yorulmak gibi noksan sıfatlardan çok yücedir.
6.
âyette özellikle “nemli toprağın altında” bulunanlara dikkat çekilir. Toprağın
altı, özellikle nemli toprağın altı, yerin üstünden geri kalmayacak bir
zenginlikle hayatın kaynağı olan mükemmel bir ortamdır. Bebekler için anne
rahmi ne ise, bitkiler ve çeşitli canlılar için toprak altı da odur. Hatta
kışın çetin şartları altında, yer üzerinde herhangi bir hayat belirtisi
görülmezken, kar tabakası altında donmaktan korunmuş ve nemli kalması temin
edilmiş olan toprakta, gözle görünen ve görülmeyen çeşitli canlı türleri ile
hayat yine devam eder. Bu hummalı faaliyetler sayesindedir ki, bahar geldiğinde
yeryüzü dirilir ve tekrar eski canlılığına kavuşur. (bk. Kandemir ve diğerleri,
s. 1091)
Böyle
bir kâinatı yoktan var eden Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz bir kudreti ve sınırsız
bir ilmi olması gerekir. Bu sebeple burada O’nun ilmine dikkat çekilir. Allah,
gizli ve açık, yüksek ve alçak, görülen ve görülmeyen her şeyi aynı seviyede
bildiği gibi, “gizlinin daha gizlisini” de bilir. Bu bakımdan din yolunda
düşmanlarınızdan çektiğiniz sıkıntılar karşısında sızlanıp Allah’a sesli olarak
şikayette bulunmanıza gerek yoktur. Çünkü O, kalplerinizden geçenler dâhil
bütün halinizden haberdardır.
7.
âyette yer alan “gizlinin daha gizlisi”nden maksat şunlar olabilir:
“Gizli olan”, insanın kimsenin görmediği bir
yerde gizlice başkasına söylediği sözlerdir. “Daha gizli olan” ise insanın
kendisinden başka hiç kimseye sözünü etmediği, içinde sakladığı şeylerdir.
“Gizli
olan” kişinin içinden geçirdikleridir. “Ondan da gizli olan” ise, henüz olmamış
fakat ileride olacak ve hatırından geçecek olan şeylerdir. İnsan bugün içinden
ne geçirdiğini belki bilebilir ancak yarın içinden ne geçireceğini bilemez.
Yüce Allah ise hem bugün içimizden geçirip sakladığımızı, hem de yarın
içimizden geçirip saklayacağımızı bilir. Yine O bizim –tasavvufî bakış
açısıyla- kalbimizde, rûhumuzda, sırrımızda, hafîmizde ve ahfâmızda olup biten
her türlü hissiyât ve düşünceleri de bilir. “Allah sînelerde saklanan en gizli duyguları
dahi bilir” (Âl-i İmran 3/154) âyeti
de buna delâlet eder. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 174-176)
Nefis,
kalpte olup biteni bilemez. Kalp, rûhun esrârına vâkıf olamaz. Rûh da sırrın
hakikatlerini bilmek için bir yol bulamaz. Sırdan daha gizli olan ahfâya
gelince ona sadece Hak Teâlâ muttali olur. Sırdan daha gizli olanı şeytan ifsat
edemez, onu hafaza melekleri de yazamaz. Onu bilmek sadece Cebbâr olan Allah’a
aittir. Allah’ın dışındakilerin ondan haberi yoktur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât,
II, 254)
En
güzel isimler yalnız O’na aittir. Yani O, en mükemmel isim, sıfat ve
hususiyetlere sahiptir, hiçbir noksanı yoktur.[1]
İşte
bütün peygamberler, kendilerine vahyedilen ilâhî mesajlar ışığında bu
gerçekleri dile getirmiş, bu temel prensiplere dayalı bir inanç sistemi ortaya
koymaya çalışmış ve bunu yaparken de işin tabiatı gereği bir takım zorluklara
katlanmışlardır. Bunlar içinde dikkat çekici örneklerden biri şüphesiz Hz.
Mûsâ’nın ibret, hikmet ve öğütlerle dolu kıssasıdır:
[1] En güzel isimlerin Allah’a ait
olmasıyla ilgili yeterli miktarda izah için A‘râf 7/180. âyetin tefsirine bakılabilir. Burada,
sâlih bir zâtın hüsn-i hâtimesiyle alakalı bir Hocaefendi’den işittiğim ibretli
bir hâdiseyi hatırlatmakta fayda var: Aynı zamanda Kur’an hafızı olan o zat,
ihlasla Rabbinin kulluğuna devam ediyor, fırsat buldukça gece gündüz Allah
Kelâmı’nı okuyor. En son Tâhâ sûresinin 8. âyeti olan اَللّٰهُ لَاۤ اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ
الْاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى “Allah ki, kendisinden başka
hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler O’na aittir” sözleri dilinden dökülerek rûhunu
Rabbine teslim ediyor.
6. Bütün göklerdekiler, yerdekiler, göklerle yer arasında bulunanlar ve nemli toprağın altında olanlar yalnızca O’na aittir.
7. Sen sözü açıktan söylemiş olsan da gizli söylemiş olsan da Allah için birdir; çünkü O gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir.
8. Allah ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler O’na aittir.
Gökleri, yeri ve bunlarda bulunan her şeyle birlikte bütün kâinatı yaratan, tanzîm eden ve onu idâre eden Allah Teâlâ’dır. Kâinat insanın hizmetine âmâde kılınmış olup, bu, yaratanın kullarına en büyük rahmet tecellisidir. Bu sebeple “Rahmân” ismini kullanmayı tercih etmiştir. Allah Teâlâ, her türlü benzetmeden temiz ve uzak olmakla birlikte, bir padişahın tahta çıkıp ülkesini idâre etmesi gibi, arşa istivâ buyurup kâinatı her an idâre ve kontrol etmektedir. Bu ona asla güç gelmemekte, herhangi bir yorgunlukta vermemektedir. Bu sebeple, Tevrat’ta ifade edildiği üzere Allah’ın kâinatı altı günde yaratıp yedinci günde istirahat ettiği düşüncesi İslâm’a göre tamâmen yanlıştır. Allah Teâlâ, yorgunluk ve yorulmak gibi noksan sıfatlardan çok yücedir.
6. âyette özellikle “nemli toprağın altında” bulunanlara dikkat çekilir. Toprağın altı, özellikle nemli toprağın altı, yerin üstünden geri kalmayacak bir zenginlikle hayatın kaynağı olan mükemmel bir ortamdır. Bebekler için anne rahmi ne ise, bitkiler ve çeşitli canlılar için toprak altı da odur. Hatta kışın çetin şartları altında, yer üzerinde herhangi bir hayat belirtisi görülmezken, kar tabakası altında donmaktan korunmuş ve nemli kalması temin edilmiş olan toprakta, gözle görünen ve görülmeyen çeşitli canlı türleri ile hayat yine devam eder. Bu hummalı faaliyetler sayesindedir ki, bahar geldiğinde yeryüzü dirilir ve tekrar eski canlılığına kavuşur. (bk. Kandemir ve diğerleri, s. 1091)
Böyle bir kâinatı yoktan var eden Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz bir kudreti ve sınırsız bir ilmi olması gerekir. Bu sebeple burada O’nun ilmine dikkat çekilir. Allah, gizli ve açık, yüksek ve alçak, görülen ve görülmeyen her şeyi aynı seviyede bildiği gibi, “gizlinin daha gizlisini” de bilir. Bu bakımdan din yolunda düşmanlarınızdan çektiğiniz sıkıntılar karşısında sızlanıp Allah’a sesli olarak şikayette bulunmanıza gerek yoktur. Çünkü O, kalplerinizden geçenler dâhil bütün halinizden haberdardır.
7. âyette yer alan “gizlinin daha gizlisi”nden maksat şunlar olabilir:
“Gizli olan”, insanın kimsenin görmediği bir yerde gizlice başkasına söylediği sözlerdir. “Daha gizli olan” ise insanın kendisinden başka hiç kimseye sözünü etmediği, içinde sakladığı şeylerdir.
“Gizli olan” kişinin içinden geçirdikleridir. “Ondan da gizli olan” ise, henüz olmamış fakat ileride olacak ve hatırından geçecek olan şeylerdir. İnsan bugün içinden ne geçirdiğini belki bilebilir ancak yarın içinden ne geçireceğini bilemez. Yüce Allah ise hem bugün içimizden geçirip sakladığımızı, hem de yarın içimizden geçirip saklayacağımızı bilir. Yine O bizim –tasavvufî bakış açısıyla- kalbimizde, rûhumuzda, sırrımızda, hafîmizde ve ahfâmızda olup biten her türlü hissiyât ve düşünceleri de bilir. “Allah sînelerde saklanan en gizli duyguları dahi bilir” (Âl-i İmran 3/154) âyeti de buna delâlet eder. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 174-176)
Nefis, kalpte olup biteni bilemez. Kalp, rûhun esrârına vâkıf olamaz. Rûh da sırrın hakikatlerini bilmek için bir yol bulamaz. Sırdan daha gizli olan ahfâya gelince ona sadece Hak Teâlâ muttali olur. Sırdan daha gizli olanı şeytan ifsat edemez, onu hafaza melekleri de yazamaz. Onu bilmek sadece Cebbâr olan Allah’a aittir. Allah’ın dışındakilerin ondan haberi yoktur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 254)
En güzel isimler yalnız O’na aittir. Yani O, en mükemmel isim, sıfat ve hususiyetlere sahiptir, hiçbir noksanı yoktur.[1]
İşte bütün peygamberler, kendilerine vahyedilen ilâhî mesajlar ışığında bu gerçekleri dile getirmiş, bu temel prensiplere dayalı bir inanç sistemi ortaya koymaya çalışmış ve bunu yaparken de işin tabiatı gereği bir takım zorluklara katlanmışlardır. Bunlar içinde dikkat çekici örneklerden biri şüphesiz Hz. Mûsâ’nın ibret, hikmet ve öğütlerle dolu kıssasıdır:
[1] En güzel isimlerin Allah’a ait olmasıyla ilgili yeterli miktarda izah için A‘râf 7/180. âyetin tefsirine bakılabilir. Burada, sâlih bir zâtın hüsn-i hâtimesiyle alakalı bir Hocaefendi’den işittiğim ibretli bir hâdiseyi hatırlatmakta fayda var: Aynı zamanda Kur’an hafızı olan o zat, ihlasla Rabbinin kulluğuna devam ediyor, fırsat buldukça gece gündüz Allah Kelâmı’nı okuyor. En son Tâhâ sûresinin 8. âyeti olan اَللّٰهُ لَاۤ اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى “Allah ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler O’na aittir” sözleri dilinden dökülerek rûhunu Rabbine teslim ediyor.
9. Rasûlüm! Mûsâ’nın haberi sana geldi mi?
Hz.
Mûsâ Medyen’den çıkıp ailesiyle birlikte annesinin ve kardeşi Hârûn’un
bulunduğu Mısır’a gidiyordu. Mevsim kıştı. Tûr dağının yanında bulunan Tuvâ
vâdisine varınca soğuk ve karanlık bir gecede oğlu dünyaya geldi. Geceleyin
yolunu şaşırmış ve davarları dağılmıştı. Hz. Mûsâ’nın çok gayyûr[1]
bir insan olduğu, bu sebeple hanımını kimse görmesin diye geceleyin insanlarla
birlikte, gündüzün yalnız seyahat ettiği ve bu yüzden yolunu şaşırdığı
söylenir. Mûsâ (a.s.) yeni doğmuş bebeğini ve hasta olan hanımını ısıtabilmek
için ateş yakmak istedi. Çakmağını çaktı, fakat ateş çıkmadı. Bir taraftan ateş
yakmaya, bir taraftan da yolunu bulmaya çalışırken Tur dağı tarafında bir ateş
gözüne ilişti ve bunu çobanların ateşi zannetti. Ailesine bekleyip peşinden
gelmemelerini söyledi. Ateş yakmak için bir kor getirmek veya Mısır’a giden
yolu tarif edecek birini bulmak maksadıyla o tarafa gitti.
Cenâb-ı
Hakk’ın Mûsâ (a.s.)’a vahyini bildirmek için önce ona ateş sûretinde bir
tecellîde bulunmasının hikmeti, o an Hz. Mûsâ’nın en çok muhtaç olduğu nesnenin
ateş olması ve onu bulabilmek için büyük bir arayışa girmesidir. Dolayısıyla
mecazi olarak ateş suretinde tecelli etmekle Mûsâ’nın oraya bütün himmetiyle
yönelmesini sağlamıştır. Eğer başka bir sûrette tecelli etseydi, o zaman
Mûsâ’nın dikkati esas istediği şeyin üzerinde toplandığı için ona gereken
ilgiyi göstermeyebilir ve istenen netice hâsıl olmayabilirdi. Bu sebeple kul,
bütün himmetini Hakk’a kulluk ve O’na yönelme istikâmetinde teksif etmeli,
Rabbinden de o istikâmette tecellilerde bulunmasını talep etmelidir.
Aradığını
bulma arzu ve iştiyakıyla ateşin yanına koşan Mûsâ (a.s.) bakalım orada hangi
süprizlerle karşılaştı:
[1] Gayyûr: İffet ve
namusuna son derece düşkün, eşini kem gözlerden son derece kıskanan.
10. Hani o, gece çölde yol alırken uzaktan bir ateş görmüştü de âilesine: “Siz burada bekleyin. Gözüme bir ateş ilişti; belki size oradan bir kor parçası getiririm, yahut ateşin yanında bize yol gösterecek birini bulurum” demişti.
Hz. Mûsâ Medyen’den çıkıp ailesiyle birlikte annesinin ve kardeşi Hârûn’un bulunduğu Mısır’a gidiyordu. Mevsim kıştı. Tûr dağının yanında bulunan Tuvâ vâdisine varınca soğuk ve karanlık bir gecede oğlu dünyaya geldi. Geceleyin yolunu şaşırmış ve davarları dağılmıştı. Hz. Mûsâ’nın çok gayyûr[1] bir insan olduğu, bu sebeple hanımını kimse görmesin diye geceleyin insanlarla birlikte, gündüzün yalnız seyahat ettiği ve bu yüzden yolunu şaşırdığı söylenir. Mûsâ (a.s.) yeni doğmuş bebeğini ve hasta olan hanımını ısıtabilmek için ateş yakmak istedi. Çakmağını çaktı, fakat ateş çıkmadı. Bir taraftan ateş yakmaya, bir taraftan da yolunu bulmaya çalışırken Tur dağı tarafında bir ateş gözüne ilişti ve bunu çobanların ateşi zannetti. Ailesine bekleyip peşinden gelmemelerini söyledi. Ateş yakmak için bir kor getirmek veya Mısır’a giden yolu tarif edecek birini bulmak maksadıyla o tarafa gitti.
Cenâb-ı Hakk’ın Mûsâ (a.s.)’a vahyini bildirmek için önce ona ateş sûretinde bir tecellîde bulunmasının hikmeti, o an Hz. Mûsâ’nın en çok muhtaç olduğu nesnenin ateş olması ve onu bulabilmek için büyük bir arayışa girmesidir. Dolayısıyla mecazi olarak ateş suretinde tecelli etmekle Mûsâ’nın oraya bütün himmetiyle yönelmesini sağlamıştır. Eğer başka bir sûrette tecelli etseydi, o zaman Mûsâ’nın dikkati esas istediği şeyin üzerinde toplandığı için ona gereken ilgiyi göstermeyebilir ve istenen netice hâsıl olmayabilirdi. Bu sebeple kul, bütün himmetini Hakk’a kulluk ve O’na yönelme istikâmetinde teksif etmeli, Rabbinden de o istikâmette tecellilerde bulunmasını talep etmelidir.
Aradığını bulma arzu ve iştiyakıyla ateşin yanına koşan Mûsâ (a.s.) bakalım orada hangi süprizlerle karşılaştı:
[1] Gayyûr: İffet ve namusuna son derece düşkün, eşini kem gözlerden son derece kıskanan.
11. Ateşin yanına varınca kendisine: “Ey Mûsâ!” diye nidâ edildi:
Hz.
Mûsâ’dan ayakkabılarını çıkarmasını istenmesinin hikmeti neydi? Bununla ilgili
yapılan şu işârî izahlar meseleyi az da olsa kavramamıza yardımcı olmaktadır:
“İki
ayakkabı, dünya ve âhireti temsîl etmektedir. O halde kalbini dünya ve âhiretle
ilgili meşgûliyetlerden boşalt! Hak için her şeyden ayrılıp sıyrıl ve Allah’ın
mârifet ve müşâhedesinde fânî olmaya bak!..” (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât,
II, 255)
İnsan
idrâk ve anlayışının sınırları bellidir. Bu sınırlı anlama kapasitesiyle sonsuz
olan ilâhî azamet ve esrârı lâyıkıyla kavrayabilmek mümkün değildir. Bunun için
aklın nihâî vazîfesi teslîmiyettir. Mevlânâ (k.s.), aklın sınırını şu örnekle açıklar:
“Hasta
olan bir kimse, akılla ancak doktora kadar gider. Doktorun kapısında aklın
vazîfesi biter ve bundan sonra ona doktorun tavsiyelerine teslîmiyet düşer.
Nitekim mârifetullâha nâil olabilmek de, teslîmiyetin büyüklüğü nisbetindedir.”
Diğer
bir açıdan “iki ayakkabını çıkar” emri şu mânaya gelir:
“Sen
çamurdan getirdiğin tabîat ve nefsten sıyrıl! Nefsini ve ona bağlı şeyleri
düşünmeyi bırak; gel! Delîlin tefekküründen vazgeç! Çünkü müşahededen yani yâni
gözle ayan beyan gördükten sonra bunların faydası yoktur!”
Allah
Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya mukaddes Tuvâ vâdîsinde “Ayakkabılarını çıkar!” diye
emretti. Çünkü, orası Hak Teâlâ’nın huzûru, yaygısıydı ve oraya ayakkabıyla
basılması uygun değildi. Ayrıca orada yalınayak yürümek, tevâzû ve edeb
yönünden en münâsip olanıydı. Bu sebepledir ki, ümmet-i Muhammed’in
seçkinlerinden Bişr-i Hafî ve benzeri kişiler, yalınayak yürümüşlerdir. Selef-i
sâlihîn[1]
de, Kâbe’yi yalınayak tavâf ederlerdi.
Diğer
taraftan mukaddes mekânda ayakkabıların çıkarılması emri, Mûsâ (a.s.)’ın
ayaklarının, yerin bereketinden istifade edip, şerefyâb olması içindi. Ancak ne
ibretlidir ki, Resûlullah (s.a.s.)’e Mîrâc gecesi: “Ey Habîbim! Sen arş yaygısı
üzerinde ayakkabılarınla yürü ki, Arş senin ayakkabılarının tozuyla şereflensin
ve arşın nûru sana kavuşma nimetine nâil olsun!” denildiği rivayet
edilmektedir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 441)
Ayakkabıların
çıkarılıp ilâhî huzura kabul gerçekleştikten sonra Hz. Mûsâ’ya tebliğ edeceği
dinin temel esaslarını teşkil edecek emirler gelmeye başlıyor:
[1] Selef-i
sâlihîn: Sahâbe-i kiramdan sonra ahlâk ve yaşayışları itibariyle onların
yolunu tutan, Kur’an ve sünnet ölçüleri içinde yaşamaya özen gösteren tabiîn ve
tebe-i tabiîn gibi önceki salih şahsiyetler.
12. “Şüphesiz ben senin Rabbinim. Haydi ayakkabılarını çıkar; çünkü sen mukaddes Tuvâ Vâdisi’nde bulunuyorsun!”
Hz. Mûsâ’dan ayakkabılarını çıkarmasını istenmesinin hikmeti neydi? Bununla ilgili yapılan şu işârî izahlar meseleyi az da olsa kavramamıza yardımcı olmaktadır:
“İki ayakkabı, dünya ve âhireti temsîl etmektedir. O halde kalbini dünya ve âhiretle ilgili meşgûliyetlerden boşalt! Hak için her şeyden ayrılıp sıyrıl ve Allah’ın mârifet ve müşâhedesinde fânî olmaya bak!..” (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 255)
İnsan idrâk ve anlayışının sınırları bellidir. Bu sınırlı anlama kapasitesiyle sonsuz olan ilâhî azamet ve esrârı lâyıkıyla kavrayabilmek mümkün değildir. Bunun için aklın nihâî vazîfesi teslîmiyettir. Mevlânâ (k.s.), aklın sınırını şu örnekle açıklar:
“Hasta olan bir kimse, akılla ancak doktora kadar gider. Doktorun kapısında aklın vazîfesi biter ve bundan sonra ona doktorun tavsiyelerine teslîmiyet düşer. Nitekim mârifetullâha nâil olabilmek de, teslîmiyetin büyüklüğü nisbetindedir.”
Diğer bir açıdan “iki ayakkabını çıkar” emri şu mânaya gelir:
“Sen çamurdan getirdiğin tabîat ve nefsten sıyrıl! Nefsini ve ona bağlı şeyleri düşünmeyi bırak; gel! Delîlin tefekküründen vazgeç! Çünkü müşahededen yani yâni gözle ayan beyan gördükten sonra bunların faydası yoktur!”
Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya mukaddes Tuvâ vâdîsinde “Ayakkabılarını çıkar!” diye emretti. Çünkü, orası Hak Teâlâ’nın huzûru, yaygısıydı ve oraya ayakkabıyla basılması uygun değildi. Ayrıca orada yalınayak yürümek, tevâzû ve edeb yönünden en münâsip olanıydı. Bu sebepledir ki, ümmet-i Muhammed’in seçkinlerinden Bişr-i Hafî ve benzeri kişiler, yalınayak yürümüşlerdir. Selef-i sâlihîn[1] de, Kâbe’yi yalınayak tavâf ederlerdi.
Diğer taraftan mukaddes mekânda ayakkabıların çıkarılması emri, Mûsâ (a.s.)’ın ayaklarının, yerin bereketinden istifade edip, şerefyâb olması içindi. Ancak ne ibretlidir ki, Resûlullah (s.a.s.)’e Mîrâc gecesi: “Ey Habîbim! Sen arş yaygısı üzerinde ayakkabılarınla yürü ki, Arş senin ayakkabılarının tozuyla şereflensin ve arşın nûru sana kavuşma nimetine nâil olsun!” denildiği rivayet edilmektedir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 441)
Ayakkabıların çıkarılıp ilâhî huzura kabul gerçekleştikten sonra Hz. Mûsâ’ya tebliğ edeceği dinin temel esaslarını teşkil edecek emirler gelmeye başlıyor:
[1] Selef-i sâlihîn: Sahâbe-i kiramdan sonra ahlâk ve yaşayışları itibariyle onların yolunu tutan, Kur’an ve sünnet ölçüleri içinde yaşamaya özen gösteren tabiîn ve tebe-i tabiîn gibi önceki salih şahsiyetler.
13. “Ben seni peygamber seçtim. Şimdi sana vahyolunacakları dinle:”
14. “Şüphesiz ben Allahım. Benden başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız bana kulluk et, beni anmak için de namaz kıl!”
15. “Kıyâmet mutlaka kopacaktır. Ancak herkese dünyada yapıp ettiklerinin karşılığı en âdil biçimde verilmesi için onun vaktini gizli tutuyorum.”
16. “O halde kıyâmete inanmayan ve nefsânî arzularının peşinden gidenler, ona inanmaktan ve onunla ilgili gerçekleri anlatmaktan sakın seni alıkoymasın! Yoksa helâk olursun!”
Mukaddes
Tuvâ vâdisinde ateş halinde yanmakta olan ağacın arkasından gelen ilâhî vahiyle
Hz. Mûsâ’ya verilen ve can kulağıyla dinlemesi istenilen ilk tâlimatlar
şunlardır:
› Allah’tan
başka ilâh yoktur.
› Öyleyse
yalnız O’na kulluk yapılacaktır.
› Kulluk için
yapılacak ibâdetlerin başta geleni namazdır.
Allah’ı
kâmil mânada zikretmek için namaza ehemmiyet vererek devam şarttır. Çünkü
namazda hem dil, hem kalp hem de bütün azalar Allah’ı zikirle meşgul durumdadır.
Bu gerçek âyet-i kerîmede şöyle beyân edilir:
“Rasûlüm!
Sana kitaptan ne vahyediliyorsa onu okuyup başkalarına da anlat. Namazı da
dosdoğru kıl! Çünkü bütün şartlarına riâyet edilerek hakkiyle kılınan namaz,
insanı her türlü hayasızlıktan, dînin ve aklın kabul etmediği şeylerden
alıkoyar. Allah’ı zikretmek ise en büyük ibâdettir. Allah, bütün yaptıklarınızı
bilir.” (Ankebût
29/45)
› Dünyada
Allah’a kulluk imtihanından geçmenin çok mühim bir sebebi vardır. O da
kıyâmettir. Kıyâmet mutlaka kopacak ve herkes iyi ya da kötü yaptığının
karşılığını muhakkak görecektir. İmtihanın sırrı olarak Allah Teâlâ, hem fert
olarak insanların ölüm vakitlerini, hem de kâinatın ölümü demek olan kıyâmet
vaktini gizli tutmuştur. Bunların vakti bilinseydi belki sır bozulabilir, şifre
çözülebilirdi.
› Sevabıyla ve
azabıyla âhiret hayatını bir an bile hatırdan çıkarmamak lâzımdır. Ona imandan
uzaklaştıracak imansızlarla ve nefsânî arzularının zebûnu olmuş bedbahtlarla
münâsebetlere dikkat edilmelidir. Bu husustaki en küçük ihmal insanın helak
olması gibi feci bir âkıbete sebep teşkil edebilir.
Yüce
Allah, “Kur’an okunduğu zaman hemen dikkat kesilerek ona kulak verin, susup
dinleyin ki rahmete eresiniz” (A‘râf
7/204) emriyle gönderdiği âyetleri kullarının dinlemesini istemekte,
onları güzelce dinleyip gereğince amel edenleri de: “Onlar ki sözü can kulağıyla dinlerler ve
onun en güzel tarafını, sevabı en çok olanını tatbik ederler” (Zümer 39/18)
diye methetmektedir. Çünkü ancak bu yolla yüce Allah’tan gelen buyrukları
anlama ve uygulama lütfuna erişilir.
Sözü
güzelce dinleyebilmek için kişinin azalarının hareketsiz durması, gözünün sağa
sola bakmaması, söylenene kulak vermesi, dikkatini toplaması ve gereğince amel
etmeye karar vermesi şarttır. İşte Yüce Allah’ın sevdiği ve râzı olduğu
dinleyiş ancak böyle gerçekleşir. Şunu bilmek gerekir ki; ilmin başı dinlemek,
sonra anlamak, sonra bellemek, sonra amel etmek, sonra da onu tebliğ ve
neşretmektir. Kul Allah Teâlâ’nın kitabına, Peygamberi’nin sünnetine, Allah’ın
sevdiği üzere samimi bir niyet ile kulak verip dinleyecek olursa, Allah da
sevdiği şekilde ona duyduklarını kavratır ve kalbinde ona bir nur verir.
Derin
bir tefekkür nazarıyla bakıldığında Mûsâ (a.s.)’a yapılan bu ilk tâlimatlarda
şöyle dakîk bir işârî mâna bulunduğu sezilir:
Tasavvuf,
“mârifetullâh” ilmidir. Kulun mârifetullâha ermesinin iki mühim adımı vardır.
Birincisi, Allah’ın dışındaki tüm varlıklardan kalben irtibat ve alâkayı kesme,
yani “fenâ fillâh” makâmıdır. İkincisi de, Allah ile bâkî olma yani “bekâ
billâh” makâmıdır. Fenâ, bekâdan önce gelir. Zira üzeri yazılı bir levhaya, bir
şeyler yazmak isteyen kişi, ancak önceki yazıları sildiği takdirde bunu
yapabilir. Ancak o levhayı sildikten sonra, ikinciyi yazabilir. İşte Allah
Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya verdiği tâlimatlarda bu güzel sırayı göstermiştir. Önce
ayakkabılarını çıkarmasını emretmiştir ki yukarıda da izah edilmeye çalışıldığı
üzere bu, gönlü, Allah’ın dışında olan her şeyden, her şeyin sevgisinden
temizlemeye işarettir. Hak Teâlâ daha sonra Mûsâ (a.s.)’a yapması gereken
hususları emretmiştir ki bunların esası da şu üç şeye dayanır:
›
Mebde ilmi yani başlangıçta ilk olarak bilinmesi gereken ilim: Bu
ilim, Allah Teâlâ’yı tanımaktır. “Şüphesiz ben Allahım. Benden başka ilâh
yoktur. (Tâhâ 20/14) bunu bildirir.
›
Vasat ilmi yani ikinci olarak bilinmesi gereken ilim: Bu kulluk
ilmi demek olup, insanın dünya hayatında yapması gereken işlerle alakalıdır. “Öyleyse
yalnız bana kulluk et, beni anmak için de namaz kıl!” (Tâhâ 20/14) bunu
anlatır. Ayrıca burada “Bana kulluk et” kısmı maddî-bedenî amellere, “beni
anmak için” kısmı ise ruhânî amellere bir işarettir. Kulluğun başlangıcı bedenî
ameller, sonu da ruhânî amellerdir.
›
Me‘âd ilmi yani âhiret ve âhiret halleriyle ilgili bilinmesi
gereken ilim. Bu ilim ise “Kıyâmet mutlaka kopacaktır” (Tâhâ 20/15)
beyânıyla haber verilir.
Yüce
Allah, emirlerine, “Şüphesiz senin Rabbin benim” (Tâhâ 20/12) beyânıyla “lütfunu”
ifade ederek başlamış; tâlimatlarının sonunda da: “O halde kıyâmete
inanmayan ve nefsânî arzularının peşinden gidenler, ona inanmaktan ve onunla
ilgili gerçekleri anlatmaktan sakın seni alıkoymasın! Yoksa helâk olursun!”
(Tâhâ 20/16) buyruğuyla “kahrını”ni göstermiştir. Rabbimiz bununla, rahmetinin
gazab ve kahrının önüne geçtiğine dikkat çekmekte ve kulun, kulluğu esnasında
mutlaka havf ve recâ, korkuyla ümit arasında olması gerektiğine işaret
etmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 21)
Bu
ilk tâlimat ve öğütlerin ardından Yüce Allah Mûsâ (a.s.)’ı ruhen yatıştırıp
peygamberliğe hazırlamak üzere onunla konuşmaya başladı:
17. Allah: “Şu sağ elindeki de ne ey Mûsâ?” diye sordu.
Her
şeyi bilen Allah Teâlâ, şüphesiz ki Mûsâ (a.s.)’ın elindekinin ne olduğunu
öğrenmek için değil, ilâhî hitâbın dehşetiyle kendinden geçen Mûsâ’nın
dikkatini elindeki asa üzerinde toparlayabilmesi için böyle sual buyurmuştur.
Bir de onu asada ortaya çıkacak mûcizeyi tahammüle hazırlamak istemiştir. Eğer
Cenâb-ı Hak onu, kendisini saran ilâhî heybetin tesiri altında bırakıverseydi,
Mûsâ (a.s.)’ın kendi gayretiyle aklının başına gelmesi ve yapması gereken
işlere güç yetirmesi bir daha mümkün olmayabilirdi.
Abdülkâdir
Geylânî (k.s.), bu âyetleri şu şekilde açıklar:
“Âyetlerde
beyân olunan hâdiselerin maksadı, Mûsâ (a.s.)’ı Allah’ın kudretine muttalî
kılmaktı. Tâ ki, Firavun’un saltanatı, O’nun gözünde büyük ve kudretli
görünmesin! Diğer bir ilâhî gâye de, Firavun ve kavmiyle mücâdeleyi Mûsâ’ya
öğretmekti. Böylece Allah, O’nu Firavun ve ahâlîsiyle savaşmaya hazırladı ve
Mûsâ’yı hârikulâde şeylere muttalî kıldı. Zira önceleri o çekingen idi. Sonra
Allah, onun kalbini genişletti. Kendisine hüküm, peygamberlik ve ilim verdi.”
Hz.
Mûsâ’nın asâsını yere atmasının, onun iç dünyasına âit bir irşad mâhiyetinde
olduğu da anlaşılmaktadır. Şöyle ki:
Mûsâ
(a.s.), “Şu sağ elindeki de ne ey Mûsâ?” (Tâhâ 20/17) suâline cevâben “O
benim asamdır” (Tâhâ 20/18) diyerek onu kendine izâfe edince, yâni fânî
bağlılıkları zikredince, Allah Teâlâ bunların atılmasını, bırakılıp
terkedilmesini emretti. Nefs ve nefse ait olan kötü vasıflar, koca bir yılan
hâlinde temessül etti. Böylece Mûsâ’ya nefsin hakîkati gösterildi. O ise
korktu, ürktü ve ondan kaçtı. Bütün bunlarla ona bir bakıma şöyle denilmiş
oldu:
“Ey
Mûsâ! İşte bu yılan, Allah’tan başka şeylere bağlılık vasfının ta kendisidir.
Bu nefsânî vasıf, şekillenmiş bir sûrette sahibine gösterilince, ondan ürker ve
kaçar.”
“Asânı
yere at!”
(Tâhâ 20/19) emrinin diğer bir işârî mânası da şudur:
“Artık
sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir asâya dayanıp güvenmen, senin
için kendisine dayanacağın ve kendisinden yardım dileyeceğin fânî bir varlığın
olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir? Nasıl olur da sen, o asâ ile şöyle
yapıyorum, ondan istifade ediyorum ve onda benim için başka faydalar da var
diyorsun? Tevhîd yolunda ilk adım, sebepleri terktir. Yâni mutlak tevekkül ve
teslîmiyettir. O halde her türlü talep ve istekten vazgeç!” (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât,
II, 256-257)
Nitekim
Hz. İbrâhim, melekler dâhil bütün fânîlerin yardımından müstağnî kalarak
izâfetlerden sıyrılmıştı. Bu şekilde, yalnız Hakk’a tevekkül ve teslîmiyet
okyanusuna dalması ile ona ateş, serin ve selâmet olmuştu. Bu sebeple:
“Hakk’ın
nidâsını işiten ve O’nun cemâlinin nûrunu gören kişi, Allah’tan başka dayandığı
her şeyi bırakır. Allah’ın fazl u kereminden başka bir şeye dayanmaz. Nefsin
arzularından sıyrılır” denilmiştir.[1]
Hz.
Mûsâ’nın ayağında ayakkabısı, elinde asası vardı. Ayak kaçmanın, el ise
istemenin aletidir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’nın kaçmamasına bir işaret
olsun diye önce, “Ayakkabılarını çıkar” buyurmuş; sonra da “istemeyi
bırakması”na işaret olsun diye, “Ey Mûsâ asanı yere bırak” buyurmuştur. Buna
göre sanki Hak Teâlâ: “Sen, kaçma ve isteme makamında olduğun müddetçe,
nefsinle meşgul olmuş, kendin için pay aramış olursun. O zaman da mârifetullâha
uygun olacak şekilde, hâlis, saf ve sırf benim için olamazsın. Bu bakımdan,
kulluğunun sadece bana ait olması için, kaçışı ve isteyişi bırakman gerekir”
buyurmuş olmaktadır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 24)
Allah
Teâlâ Mûsâ (a.s.)’a hâriçte âfâkî bir mûcize olan asa mûcizesini gösterdikten
sonra ikinci bir mûcize olarak da bizzat kendi üzerinde cereyan eden enfüsî bir
mûcize göstermek istedi. Bu sebeple şöyle buyurdu:
[1] Allah Resûlü (s.a.s.)’in ümmetinin âlimlerini tekrîm
ve taltif için buyurduğu:“Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğularıl peygamberleri
gibidir!” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ,
II, 64/1744) hadis-i
şerifiyle alakalı olarak Şeyh Ebu’l-Hasen Şâzelî, sâdık
bir rüyâsını şöyle nakleder: Bir tahtın üzerine Resûlullah (s.a.s.) oturmuş,
diğer bütün peygamberler de etrafına dizilmişlerdi. Onların etrafında da sâlih âlimler
vardı. Ben de durup onlara bakmaya ve sözlerini dinlemeye başladım. Bir ara Hz.
Mûsâ, Efendimiz (s.a.s.)’e hitâben şöyle bir suâl sordu:
“–Ey Allah’ın
Rasûlü! ‘Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğulları peygamberleri gibidir!
buyurmuştunuz. Şimdi bana onlardan birini gösterir misiniz?” Bunun üzerine
Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.):
“–İşte
bu!” diyerek İmâm
Gazâlî’yi gösterdi. Mûsâ (a.s.) da Gazâlî’ye bir suâl sordu. Gazâlî, bu suâle
on tane cevap verdi. Mûsâ (a.s.), cevâbın suâle uygun olmadığını, suâlin bir
tane olduğu hâlde cevâbın on tane olduğunu söyleyerek îtirazda bulundu. O zaman
Gazâlî şöyle dedi:
“–Bu îtiraz
sizin için de vâriddir. Çünkü Allah Teâlâ da Siz’e, «Şu sağ elindeki de
ne ey Mûsâ?» diye sormuştu. Bu suâlin cevâbının Sadece «O benim
asâmdır!» olması gerekirken, siz de birçok sıfatlar daha saydınız!..”
İmam Şâzelî
(k.s) devamla der ki:
“Ben bu
sırada Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in kadrinin büyüklüğünü, onun tahtı üzerinde,
diğer peygamberlerin de yerde oturmalarını düşünürken, birisi, ayağı ile bana
öyle bir vurdu ki, derhal kendime geldim. Meğer Mescid-i Aksâ’nın kandillerini
yakmakta olan kayyım imiş. Bana:
«–Hayret etme! Her şey Hz. Muhammed Mustafâ’nın nûrundan yaratıldı» dedi. Bunu duyunca düşüp bayıldım. Ancak cemâat namazı kıldıktan sonra ayılabildim. Hemen kayyımı aradım. Fakat bugüne kadar bulamadım.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 446)
18. Mûsâ: “O benim asamdır; yürürken ona yaslanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim; ayrıca onunla daha pek çok ihtiyaçlarımı karşılarım” dedi.
19. Allah: “Onu yere at ey Mûsâ!” diye emretti.
20. Mûsâ da hemen onu yere attı. Bir de ne görsün: asa hızla kıvrılıp giden kocaman bir yılan oluvermiş!
21. Allah şöyle buyurdu: “Tut onu! Korkma! Biz onu tekrar eski hâline çevireceğiz.”
Her şeyi bilen Allah Teâlâ, şüphesiz ki Mûsâ (a.s.)’ın elindekinin ne olduğunu öğrenmek için değil, ilâhî hitâbın dehşetiyle kendinden geçen Mûsâ’nın dikkatini elindeki asa üzerinde toparlayabilmesi için böyle sual buyurmuştur. Bir de onu asada ortaya çıkacak mûcizeyi tahammüle hazırlamak istemiştir. Eğer Cenâb-ı Hak onu, kendisini saran ilâhî heybetin tesiri altında bırakıverseydi, Mûsâ (a.s.)’ın kendi gayretiyle aklının başına gelmesi ve yapması gereken işlere güç yetirmesi bir daha mümkün olmayabilirdi.
Abdülkâdir Geylânî (k.s.), bu âyetleri şu şekilde açıklar:
“Âyetlerde beyân olunan hâdiselerin maksadı, Mûsâ (a.s.)’ı Allah’ın kudretine muttalî kılmaktı. Tâ ki, Firavun’un saltanatı, O’nun gözünde büyük ve kudretli görünmesin! Diğer bir ilâhî gâye de, Firavun ve kavmiyle mücâdeleyi Mûsâ’ya öğretmekti. Böylece Allah, O’nu Firavun ve ahâlîsiyle savaşmaya hazırladı ve Mûsâ’yı hârikulâde şeylere muttalî kıldı. Zira önceleri o çekingen idi. Sonra Allah, onun kalbini genişletti. Kendisine hüküm, peygamberlik ve ilim verdi.”
Hz. Mûsâ’nın asâsını yere atmasının, onun iç dünyasına âit bir irşad mâhiyetinde olduğu da anlaşılmaktadır. Şöyle ki:
Mûsâ (a.s.), “Şu sağ elindeki de ne ey Mûsâ?” (Tâhâ 20/17) suâline cevâben “O benim asamdır” (Tâhâ 20/18) diyerek onu kendine izâfe edince, yâni fânî bağlılıkları zikredince, Allah Teâlâ bunların atılmasını, bırakılıp terkedilmesini emretti. Nefs ve nefse ait olan kötü vasıflar, koca bir yılan hâlinde temessül etti. Böylece Mûsâ’ya nefsin hakîkati gösterildi. O ise korktu, ürktü ve ondan kaçtı. Bütün bunlarla ona bir bakıma şöyle denilmiş oldu:
“Ey Mûsâ! İşte bu yılan, Allah’tan başka şeylere bağlılık vasfının ta kendisidir. Bu nefsânî vasıf, şekillenmiş bir sûrette sahibine gösterilince, ondan ürker ve kaçar.”
“Asânı yere at!” (Tâhâ 20/19) emrinin diğer bir işârî mânası da şudur:
“Artık sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir asâya dayanıp güvenmen, senin için kendisine dayanacağın ve kendisinden yardım dileyeceğin fânî bir varlığın olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir? Nasıl olur da sen, o asâ ile şöyle yapıyorum, ondan istifade ediyorum ve onda benim için başka faydalar da var diyorsun? Tevhîd yolunda ilk adım, sebepleri terktir. Yâni mutlak tevekkül ve teslîmiyettir. O halde her türlü talep ve istekten vazgeç!” (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 256-257)
Nitekim Hz. İbrâhim, melekler dâhil bütün fânîlerin yardımından müstağnî kalarak izâfetlerden sıyrılmıştı. Bu şekilde, yalnız Hakk’a tevekkül ve teslîmiyet okyanusuna dalması ile ona ateş, serin ve selâmet olmuştu. Bu sebeple:
“Hakk’ın nidâsını işiten ve O’nun cemâlinin nûrunu gören kişi, Allah’tan başka dayandığı her şeyi bırakır. Allah’ın fazl u kereminden başka bir şeye dayanmaz. Nefsin arzularından sıyrılır” denilmiştir.[1]
Hz. Mûsâ’nın ayağında ayakkabısı, elinde asası vardı. Ayak kaçmanın, el ise istemenin aletidir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’nın kaçmamasına bir işaret olsun diye önce, “Ayakkabılarını çıkar” buyurmuş; sonra da “istemeyi bırakması”na işaret olsun diye, “Ey Mûsâ asanı yere bırak” buyurmuştur. Buna göre sanki Hak Teâlâ: “Sen, kaçma ve isteme makamında olduğun müddetçe, nefsinle meşgul olmuş, kendin için pay aramış olursun. O zaman da mârifetullâha uygun olacak şekilde, hâlis, saf ve sırf benim için olamazsın. Bu bakımdan, kulluğunun sadece bana ait olması için, kaçışı ve isteyişi bırakman gerekir” buyurmuş olmaktadır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 24)
Allah Teâlâ Mûsâ (a.s.)’a hâriçte âfâkî bir mûcize olan asa mûcizesini gösterdikten sonra ikinci bir mûcize olarak da bizzat kendi üzerinde cereyan eden enfüsî bir mûcize göstermek istedi. Bu sebeple şöyle buyurdu:
[1] Allah Resûlü (s.a.s.)’in ümmetinin âlimlerini tekrîm ve taltif için buyurduğu:“Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğularıl peygamberleri gibidir!” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 64/1744) hadis-i şerifiyle alakalı olarak Şeyh Ebu’l-Hasen Şâzelî, sâdık bir rüyâsını şöyle nakleder: Bir tahtın üzerine Resûlullah (s.a.s.) oturmuş, diğer bütün peygamberler de etrafına dizilmişlerdi. Onların etrafında da sâlih âlimler vardı. Ben de durup onlara bakmaya ve sözlerini dinlemeye başladım. Bir ara Hz. Mûsâ, Efendimiz (s.a.s.)’e hitâben şöyle bir suâl sordu:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! ‘Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğulları peygamberleri gibidir! buyurmuştunuz. Şimdi bana onlardan birini gösterir misiniz?” Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.):
“–İşte bu!” diyerek İmâm Gazâlî’yi gösterdi. Mûsâ (a.s.) da Gazâlî’ye bir suâl sordu. Gazâlî, bu suâle on tane cevap verdi. Mûsâ (a.s.), cevâbın suâle uygun olmadığını, suâlin bir tane olduğu hâlde cevâbın on tane olduğunu söyleyerek îtirazda bulundu. O zaman Gazâlî şöyle dedi:
“–Bu îtiraz sizin için de vâriddir. Çünkü Allah Teâlâ da Siz’e, «Şu sağ elindeki de ne ey Mûsâ?» diye sormuştu. Bu suâlin cevâbının Sadece «O benim asâmdır!» olması gerekirken, siz de birçok sıfatlar daha saydınız!..”
İmam Şâzelî (k.s) devamla der ki:
“Ben bu sırada Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in kadrinin büyüklüğünü, onun tahtı üzerinde, diğer peygamberlerin de yerde oturmalarını düşünürken, birisi, ayağı ile bana öyle bir vurdu ki, derhal kendime geldim. Meğer Mescid-i Aksâ’nın kandillerini yakmakta olan kayyım imiş. Bana:
«–Hayret etme! Her şey Hz. Muhammed Mustafâ’nın nûrundan yaratıldı» dedi. Bunu duyunca düşüp bayıldım. Ancak cemâat namazı kıldıktan sonra ayılabildim. Hemen kayyımı aradım. Fakat bugüne kadar bulamadım.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 446)
22. “Şimdi de elini koynuna sok; bir başka mûcize olarak o, kusursuz ve lekesiz bir biçimde bembeyaz çıkıversin!”
23. “Tâ ki, böylece sana büyük âyetlerimizden bir kısmını göstermiş olalım.”
Hz.
Mûsâ bu ilâhî emri yerine getirince, eli, her türlü illet ve hastalıklardan
sâlim ve parlak bir güneş gibi bembeyaz bir hâle geldi. O, âdeta parıldayan bir
projektör gibi olmuştu. Çok şaşırdı. Sonra kendisine: “Elinin böyle parlak olmasından sana ve
başkalarına bir korku gelirse, elini tekrar koynuna sok! Böylece yine evvelki
şekline gelir!” buyruldu.
Mûsâ
(a.s.)’ın elini koynuna koyup bembeyaz olarak çıkarmasında şu işaret vardır:
Bu
hal, cömertlik, kerem, sehâvet ve îsârın hakikatini gerçekleştirdikten sonra
elden sadır olacak kerâmetlere işarettir. Cömertlik, istenmeden önce bir şeyi
vermendir. Kerem ise, senin de muhtaç olduğun şeyi vermendir. Dostluk ancak
vermekle gerçekleşir.
Rivayete
göre Allah Teâlâ Cebrâil (a.s.)’ı Hz. İbrâhim’e insan sûretinde gönderdi.
Cebrâil (a.s.):
“-
Ey İbrâhim! Kimseyi ayırmıyor, hem dosta hem de düşmana iyilik ediyorsun” dedi.
İbrâhim (a.s.):
“-
Ben ihsanı ve vermeyi Rabbimden öğrendim. Rabbimin dostu düşmanı ayırmadan
verdiğini gördüm. Bu yüzden verirken ben de kimseyi ayırmam” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Allah Teâlâ ona: “Ey İbrâhim! Sen benim gerçek dostumsun”
buyurdu. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 449)
Allah
Teâlâ, böylece Mûsâ (a.s.)’a iki büyük mûcizeyle birlikte peygamberlik
vazîfesini verdi. Dîni tebliğ etmesini istedi. Bunun için de önce Firavun’a
gitmesini emretti:
24. Allah: “Şimdi artık Firavun’a git. Çünkü o gerçekten çok azgınlaştı” buyurdu.
Allah
Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya vâsıtasız olarak kelâmını işittirdikten, onun makâmını
şerefli kılıp bol bol ikramlarda bulunduktan sonra, kendisini Hakk’a davet
etmek üzere Firavun’a gitmesini emretti. Halbuki Cenâb-ı Hak Firavun’un
inanmayacağını, davete icâbet edip gerçeği anlamaya meyletmeyeceğini çok iyi
biliyordu. Mûsâ (a.s.)’a ise, Allah Teâlâ’nın kelâmını işitip onun tarifsiz
halâvetini tattıktan sonra Firavun gibi azılı bir kâfirin yanına gidip onun
küfür ve inkâr dolu sözlerini dinlemek oldukça zor geliyordu. Ancak o, Rabbinin
emrini nefsinin arzusuna tercih etti.
Bu
âyette iki mânaya işaret vardır:
›
Dürüst, dikkatli ve samimi bir mürid, nefis tezkiyesi ve kalp
tasfiyesiyle birlikte gerekli mânevî terbiyesini tamamlayıp kemâl mertebesine
ulaştığı zaman Allah onu kullarına yol göstermek ve onları terbiye etmekle
vazifelendirir.
›
Erenlerin kemâli, tekrar halka dönmelerinde, onlara karışıp ezâ ve
cefâlarına sabretmelerindedir. Böylece kendi hilim, merhamet, cömertlik ve
affediciliklerini denemiş olurlar.
Mûsâ
(a.s.), bu meşakkatli vazifeyi yapmak için gereken bütün inâyet ve desteği
Rabbinden şöyle talep etti:
25. Mûsâ şöyle yalvardı: “Rabbim! Göğsüme genişlik ver.”
26. “İşimi kolaylaştır.”
27. “Dilimin düğümünü çöz.”
28. “Ta ki, sözümü iyi anlasınlar.”
Mûsâ
(a.s.) Rabbinden öncelikle risâlet yükünü taşıyabilmek, onun zorluklarına ve
insanların eziyetlerine sabredebilmek için göğsünü genişletmesini, yüreğini
cesâret ve emniyet hissiyâtıyla doldurmasını ve işini kolaylaştırmasını ister.
Çünkü hangi iş olursa olsun, onda başarılı olmanın birinci şartı göğüs
genişliğidir. Kişi, Allah’ın izniyle kendinde o işi yapacak bir cesâret ve
güvenin olduğuna inanmalıdır. Bu inanç, Yüce Allah’ın peygamberlere ve velî
kullarına en büyük ihsanlarından biridir. Dikkat çeken bir durum şudur ki,
burada Hz. Mûsâ, Cenâb-ı Hak’tan göğsünü genişletmesini isterken, Rabbimiz,
Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e katından bir lutuf olarak, onun yalvarmasına
ihtiyaç bırakmaksızın: “Rasûlüm! Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?” buyurur.
(İnşirah 94/1)
İkinci
olarak Mûsâ (a.s.) rahat, selis, tesirli ve iknâ edici konuşabilmesi ve
söylediklerini insanların kolaylıkla anlayabilmesi için dilindeki düğümü
çözmesini ister. Çünkü tebliğde başarılı olabilmek için hem hitâbetin
etkileyici, hem de konuşmanın beliğ ve fasîh olmasının çok büyük önemi vardır.
Mûsâ
(a.s.)’ın dilindeki düğüm hakkında iki farklı izah yapılır:
›
Bu, Cenâb-ı Hakk’ın onun dilinde yaratmış olduğu ve rahat
konuşmasına engelleyen bir düğümdü.
›
Rivayet göre Hz. Mûsâ, sarayında ihtimamla büyütülen bir çocukken
Firavun’un kendisini kucağına aldığı sırada ona bir tokat vurdu, arkasından
sakalını tutup yolmaya başladı. Firavun, hanımı Âsiye’ye: “Bu benim
düşmanımdır” deyip onun öldürülmesini emretti. Asiye ise: “Sakin ol, o daha
küçük bir çocuktur. Eşyayı birbirinden ayırt edemiyor” dedi. Sonra bunu ispat için
iki leğen getirtti. Bunlardan birisine kor ateş, diğerine mücevher koydurdu.
Cibrîl, Mûsâ’nın elini tutarak ateşe uzattırdı. O da ateşi kaldırıp dilinin
üzerine koydu. İşte dilindeki düğüm bundan oluşmuştu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
XVI, 199-200)
Hz.
Mûsâ duasına şöyle devam ediyor:
29. “Ailemden birini bana yardımcı kıl.”
29.
âyette yardımcı mânasında “vezir” kelimesi kullanılmıştır. اَلْوَز۪يرُ (vezir), padişahın işlerinin yapılmasına
yardımcı olan, yükünü taşıyan, görüşleriyle ona yardım eden yakın arkadaşıdır.
İşte Mûsâ (a.s.) yüklendiği ağır vazifenin taşınmasında kendine yardımcı olacak
bir vezir istemiştir. Bu, dinî hususlarda ve Allah’ın dinini tebliğde
yardımlaşmanın önemine dikkat çeker. Nitekim Hz. İsa: “«Allah’a davet
yolunda benim yardımcılarım kim olacak?” diye sorar. Havârîler de: «Allah
yolunda yardımcıların biziz. Allah’a inandık. Şahid ol ki, bizler müslümanız!»”
derler. (Âl-i İmran 3/52)
Cenâb-ı
Hak, Peygamberimiz (s.a.s.) için de: “Ey Peygamber! Allah sana da, sana tabi
olan mü’minlere de yeter!” müjdesini verir. (Enfâl 8/64)
Rasûlulâh
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Sizden
herhangi bir kimse bir işin idâresine getirildiğinde, eğer Allah o kimse
hakkında hayır murad ederse, ona sâlih bir vezir nasip eder. Zira o, unutunca
kendisine hatırlatır, hatırladığında kendisine yardımcı olur.” (Nesâî,
Bey‘at 33; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 70)
“Allah'ın
gönderdiği her bir peygamber ve işbaşına getirdiği her bir halifenin mutlaka
iki türlü sırdaşı vardır. Bir tür sırdaşlar ona iyiliği emreder ve onu iyiliğe
teşvik eder. Öbür tür sırdaşlar ise, ona kötülüğü emreder ve onu işlemeye
teşvik ederler. Günahtan korunan ise Allah’ın koruduğu kimselerdir.” (Buhârî,
Ahkâm 42; Nesâî, Bey‘at 32)
Enûşirvân
şöyle derdi: “En iyi kılıç bile cilâdan, en iyi hayvan bile kamçıdan müstağni[1]
olmadığı gibi, en bilgin padişah ve idâreci de, kendine yardım edecek bir
vezirden müstağni olamaz.”
Burada
şu latîf ve dakîk mânaya işaret etmekte fayda vardır: Hz. Mûsâ, Firavun’a
giderken kardeşi Hârûn’un kendisine arkadaşlık etmesini istedi. Fakat Tûr
dağına Rabbiyle buluşmaya ve O’nu kelâmını dinlemeye giderken böyle bir şeye
ihtiyaç duymadı. Çünkü muhabbet yalnızlığı ve tekliği gerektirir. Sevgiliyle
baş başa iken araya başkasının girmesi uygun düşmez. Halkla beraber olmakta ise
meşakkat ve sıkıntı vardır. İnsan orada sıkıntısını paylaşacak ve
meşakkatlerine ortak olacak birini arar. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II,
259)
Mûsâ
(a.s.), Cenab-ı Hak’tan bu yardımları isterken esas gayesinin Allah’a kulluk ve
O’nun rızası olduğunu şöyle ifade ediyor:
[1] Müstağni:
Zengin, ihtiyaçsız, yapacağı işlerde başkalrına muhtaç olmayan.
30. “Kardeşim Hârûn’u.”
31. “Onunla beni kuvvetlendir.”
32. “Onu bu mühim işime ortak kıl.”
29. âyette yardımcı mânasında “vezir” kelimesi kullanılmıştır. اَلْوَز۪يرُ (vezir), padişahın işlerinin yapılmasına yardımcı olan, yükünü taşıyan, görüşleriyle ona yardım eden yakın arkadaşıdır. İşte Mûsâ (a.s.) yüklendiği ağır vazifenin taşınmasında kendine yardımcı olacak bir vezir istemiştir. Bu, dinî hususlarda ve Allah’ın dinini tebliğde yardımlaşmanın önemine dikkat çeker. Nitekim Hz. İsa: “«Allah’a davet yolunda benim yardımcılarım kim olacak?” diye sorar. Havârîler de: «Allah yolunda yardımcıların biziz. Allah’a inandık. Şahid ol ki, bizler müslümanız!»” derler. (Âl-i İmran 3/52)
Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.) için de: “Ey Peygamber! Allah sana da, sana tabi olan mü’minlere de yeter!” müjdesini verir. (Enfâl 8/64)
Rasûlulâh (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Sizden herhangi bir kimse bir işin idâresine getirildiğinde, eğer Allah o kimse hakkında hayır murad ederse, ona sâlih bir vezir nasip eder. Zira o, unutunca kendisine hatırlatır, hatırladığında kendisine yardımcı olur.” (Nesâî, Bey‘at 33; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 70)
“Allah'ın gönderdiği her bir peygamber ve işbaşına getirdiği her bir halifenin mutlaka iki türlü sırdaşı vardır. Bir tür sırdaşlar ona iyiliği emreder ve onu iyiliğe teşvik eder. Öbür tür sırdaşlar ise, ona kötülüğü emreder ve onu işlemeye teşvik ederler. Günahtan korunan ise Allah’ın koruduğu kimselerdir.” (Buhârî, Ahkâm 42; Nesâî, Bey‘at 32)
Enûşirvân şöyle derdi: “En iyi kılıç bile cilâdan, en iyi hayvan bile kamçıdan müstağni[1] olmadığı gibi, en bilgin padişah ve idâreci de, kendine yardım edecek bir vezirden müstağni olamaz.”
Burada şu latîf ve dakîk mânaya işaret etmekte fayda vardır: Hz. Mûsâ, Firavun’a giderken kardeşi Hârûn’un kendisine arkadaşlık etmesini istedi. Fakat Tûr dağına Rabbiyle buluşmaya ve O’nu kelâmını dinlemeye giderken böyle bir şeye ihtiyaç duymadı. Çünkü muhabbet yalnızlığı ve tekliği gerektirir. Sevgiliyle baş başa iken araya başkasının girmesi uygun düşmez. Halkla beraber olmakta ise meşakkat ve sıkıntı vardır. İnsan orada sıkıntısını paylaşacak ve meşakkatlerine ortak olacak birini arar. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 259)
Mûsâ (a.s.), Cenab-ı Hak’tan bu yardımları isterken esas gayesinin Allah’a kulluk ve O’nun rızası olduğunu şöyle ifade ediyor:
[1] Müstağni: Zengin, ihtiyaçsız, yapacağı işlerde başkalrına muhtaç olmayan.
33. “Tâ ki seni bol bol tesbih edelim.”
34. “Seni çok çok zikredelim.”
35. “Sen, zâten bizi her halimizle çok iyi görmekte ve bilmektesin.”
Mûsâ
(a.s.)’ın bahsi geçen talepleri, Allah’a daha iyi kulluk yapabilmeleri, O’nu
noksan sıfatlardan tenzih edip daha çok zikredebilmeleri içindir. Çünkü
“tesbih”, Allah Teâlâ’yı zât, sıfat ve fiilleri hususunda şânına yakışmayan
noksanlıklardan tenzih edip aklamaktır. “Zikir” ise Cenâb-ı Hakk’ı en güzel ve
en üstün celâl ve kibriyâ sıfatlarıyla vasfetmektir. Bu sebeple önce “tesbih”,
sonra “zikr” gelmiştir. Âyetlerde şu mânaya işaret edildiği görülür: “İyilik ve
salih amelerin artırılması konusunda yardımlaşmada, Allah’a giden manevî yolun
engellerinin aşılıp mesafe alınmasında gönül gönüle verip birlikte yürüyecek
sâdık arkadaşın ve sâlih dostun ehemmiyeti büyüktür.” Nitekim Cenâb-ı Hak:
“İyilik
ve takvâda birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta ise yardımlaşmayın” buyurur.
(Mâide 5/2)
Mûsâ
(a.s.)’ın bu içli ve samimi niyazları yüce dergâhta kabule şâyan oluyor:
36. Allah şöyle buyurdu: “İstediklerin sana verildi, ey Mûsâ!”
Yüce
Allah, Hz. Mûsâ’nın duasını kabul ettiğini ve istediklerini kendisine
vereceğini müjdeler. Buna gönlünün mutmain olması için de daha önce ona ihsan
ettiği bir kısım husûsi nimetlerini ve zor zamanlarda ona olan ilâhî nusret ve
teyidini hatırlatır. Bunlardan biri, onu Firavun’un öldürmesinden
kurtarmasıdır. Hâdise kısaca şöyle vuku bulur:
Mûsâ
(a.s.)’ın annesi, diğer erkek çocuklar gibi Firavun’un kendi oğlunu da
öldürmesinden korkuyordu. Bu yüzden burada işaret edildiği üzere gönlüne düşen
ilâhî ilhama dayanarak oğlunu bir sandığa koyup Nil nehrine bıraktı. Hanımı
Âsiye ile bahçesinde gezinen Firavun, suda gördüğü sandığı çıkarttırıp içindeki
çocuğu görünce şaşırdı. Âyette beyân edildiği gibi, Allah’ın Mûsâ’ya bir lütfu
olarak çocuğa karşı kalbinde derin bir muhabbet hissetti. Çünkü onu hem Allah
sevmiş, hem de insanlara sevdirmişti. Yüzüne öyle bir güzellik vermiş, gözlerine
öyle bir şirinlik ve câzibe koymuştu ki gören onu sevmeden kendini alamazdı.
İşte âyetteki “Ayrıca bizzat benim gözetimimde yetişip eğitilmen için sana
kendimden gönülleri cezbeden bir güzellik ve sevecenlik vermiştim” (Tâhâ
20/39) beyânı buna işaret eder. Allah onu, kendi gözetimi ve koruması altında
olmak üzere düşmanının sarayında ve en güzel imkânlar içinde terbiye edip
yetiştirmiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki, kendisine ezelî yardım yetişen
kimse, bütün hallerinde inâyet nazarının gözetimi altında olur. Karşılaştığı
her durum, onun iyilik, güzellik ve mânevî tekâmülünün artmasına ve kendisi
için takdir buyrulan yüksek makamlara ulaşmasına vesile olur.
Bu
arada Hz. Mûsâ’nın ablası, kardeşinin başına neler geldiğini araştırıp
soruştururken, ona bir sütanne arandığını öğrendi. Bunu fırsat bilerek
Firavun’un sarayına gitti:
37. “Nitekim biz sana daha önce de lutufta bulunmuştuk.”
38. “O vakit biz annene ilham edilmesi gerekenleri ilham edip kalbini şöyle yönlendirmiştik:”
39. “Oğlun Mûsâ’yı sandığa koyup nehre bırak! Nehir onu kıyıya atsın da, hem benim hem de onun düşmanı olan Firavun onu yanına alsın!” Ey Mûsâ: “Ayrıca bizzat benim gözetimimde yetişip eğitilmen için sana kendimden gönülleri cezbeden bir güzellik ve sevecenlik vermiştim.”
Yüce
Allah, Hz. Mûsâ’nın duasını kabul ettiğini ve istediklerini kendisine
vereceğini müjdeler. Buna gönlünün mutmain olması için de daha önce ona ihsan
ettiği bir kısım husûsi nimetlerini ve zor zamanlarda ona olan ilâhî nusret ve
teyidini hatırlatır. Bunlardan biri, onu Firavun’un öldürmesinden
kurtarmasıdır. Hâdise kısaca şöyle vuku bulur:
Mûsâ
(a.s.)’ın annesi, diğer erkek çocuklar gibi Firavun’un kendi oğlunu da
öldürmesinden korkuyordu. Bu yüzden burada işaret edildiği üzere gönlüne düşen
ilâhî ilhama dayanarak oğlunu bir sandığa koyup Nil nehrine bıraktı. Hanımı
Âsiye ile bahçesinde gezinen Firavun, suda gördüğü sandığı çıkarttırıp içindeki
çocuğu görünce şaşırdı. Âyette beyân edildiği gibi, Allah’ın Mûsâ’ya bir lütfu
olarak çocuğa karşı kalbinde derin bir muhabbet hissetti. Çünkü onu hem Allah
sevmiş, hem de insanlara sevdirmişti. Yüzüne öyle bir güzellik vermiş, gözlerine
öyle bir şirinlik ve câzibe koymuştu ki gören onu sevmeden kendini alamazdı.
İşte âyetteki “Ayrıca bizzat benim gözetimimde yetişip eğitilmen için sana
kendimden gönülleri cezbeden bir güzellik ve sevecenlik vermiştim” (Tâhâ
20/39) beyânı buna işaret eder. Allah onu, kendi gözetimi ve koruması altında
olmak üzere düşmanının sarayında ve en güzel imkânlar içinde terbiye edip
yetiştirmiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki, kendisine ezelî yardım yetişen
kimse, bütün hallerinde inâyet nazarının gözetimi altında olur. Karşılaştığı
her durum, onun iyilik, güzellik ve mânevî tekâmülünün artmasına ve kendisi
için takdir buyrulan yüksek makamlara ulaşmasına vesile olur.
Bu
arada Hz. Mûsâ’nın ablası, kardeşinin başına neler geldiğini araştırıp
soruştururken, ona bir sütanne arandığını öğrendi. Bunu fırsat bilerek
Firavun’un sarayına gitti:
40. “Hani, kız kardeşin seni takip ederek gitmiş ve saray halkına: «Ona iyi bakacak birini size buluvereyim mi?» demişti. Böylece seni tekrar annene kavuşturduk ki, gözü gönlü aydınlık olsun ve üzülmesin! Yine sen, birini yanlışlıkla öldürmüştün de seni o gamdan kurtarmıştık. Ardından seni her bakımdan kemâle ermen için türlü türlü ibtilâlardan geçirdik. Bu yüzden senelerce Medyen halkı arasında kaldın. Sonra da takdir ettiğimiz şekilde Medyen’den Tûr’a döndün ey Mûsâ!”
Cenâb-ı
Hakk’ın Hz. Mûsâ’ya olan ikinci büyük ihsanı burada devreye girmektedir: Mûsâ,
Allah’ın hususi yasaklamasıyla başka hiçbir anneden süt emmiyordu. (bk. Kasas
28/12) Saraydaki bakıcılar onu beslemek için ne yapacaklarını şaşırmışlar, bir
çare arıyorlardı. Tam bu sırada oraya gelmiş bulunan Mûsâ’nın ablası, kendini
tanıtmadan ona bir sütanne bulma hususunda onlara yardımcı olabileceğini
söyledi. Onlar da mecburen bu teklifi kabul ettiler. O da yine kimsenin ruhu
duymadan Mûsâ’nın öz annesini tavsiye etti. Böylece Mûsâ annesine kavuşmuş; hem
kendi hem de annesi sıkıntılardan kurtularak huzura ermiş, gözleri ve gönülleri
aydınlık olmuş, mutluluk dolmuştu.
Dikkat
çeken bir husus şudur ki, belânın şiddeti, kişinin kuvvet veya zayıflığına göre
vuku bulmaktadır. Kişi ne kadar kuvvetli ise belâsı o kadar büyük, ne kadar
zayıf ise belâsı o kadar hafif olur. Nitekim Mûsâ’nın annesi zayıf olduğundan
Allah Teâlâ çocuğunu ona birkaç gün içinde geri döndürmüştür. Ona göre Hz.
Yâkub daha kuvvetli olduğundan oğlu Yûsuf’u ona ancak uzun seneler geçtikten
sonra iâde etmiştir. (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 261)
Üçüncü
büyük ihsanı, bir kıptîyi hatayla öldürmesi sonrasında tecelli etmiştir. Kasas sûresinin
15-22. âyetlerinde daha tafsilatlı anlatıldığı üzere Hz. Mûsâ,
İsrâiloğulları’ndan birisiyle kavga eden bir adamı istemeden öldürmüş; buna
mukâbil kendisini öldürmek isteyenlerin elinden Allah’ın yardımıyla Medyen’e
kaçıp kurtulmuştur. Cenâb-ı Hak hem onu affederek gamdan, sıkıntıdan kurtarmış,
hem de öldürülmekten korumuştur. Onu peygamberliğe salâhiyetli hale gelinceye
kadar çeşitli sıkıntı, zorluk ve ibtilâlarla imtihan edip denemiştir. Bu
imtihanlardan bazıları şunlardır:
Firavun’un erkek çocukları öldürdüğü bir senede dünyaya gelmesi,
Annesi tarafından suya atılması,
Annesinden başkasını emmemesi,
Firavun’un sakalını koparması, sonra mücevher yerine ateşi eline
alıp dilini yakarak tekrar Firavun’un öldürmesinden kurtulması,
Kıptîyi öldürmesi ve etrafını gözetleyerek öldürülme korkusu
içinde Mısır’dan çıkıp gitmesi,
Daha sonra insanları idâre etmeye alışmak üzere koyun çobanlığı
yapması.
Rivayete
göre koyun çobanlığı yaptığı sırada bir gün koyunlardan biri sürüden ayrılıp
kaçmaya başladı. Hz. Mûsâ epey bir müddet onun peşinden koştu ve yoruldu.
Sonunda onu yakaladı ama ona kızmadı, herhangi bir ceza vermedi. Aksine onu
öptü, bağrına bastı ve: “Hem beni yordun, hem kendini yordun” dedi. (Kurtubî, el-Câmi‘,
XI, 198)
İşte
Cenâb-ı Hak böylece onu arındırıp tertemiz hale getirmiş ve peygamber
yapmıştır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Rasûlüm!
Kitapta Mûsâ’nın kıssasını da zikret. Şüphesiz o, Allah tarafından seçilip
ihlâsa erdirilmiş bir kuldu; büyük bir resûl, bir nebî idi.” (Meryem
19/51)
Mûsâ (a.s.), işte böyle uzun, zor ve çileli bir
ilâhî terbiyenin ardından peygamberlik rütbesine yükseltilip halkı irşat etmeye
liyakat kazandı:
41. Allah devamla şöyle buyurdu: “Seni kendime peygamber seçip lutuflarımla yetiştirdim.”
42. “Şimdi, sen ve kardeşin size verdiğim mûcizelerimle gidin; beni anmakta ve imana dâvet vazîfenizde sakın gevşeklik ve üşengeçlik göstermeyin.”
43. “Firavun’a gidin; çünkü o, gerçekten çok azgınlaştı.”
44. “Ona yumuşak ve gönül alıcı sözler söyleyin. Belki o, böylece aklını başına alır veya hiç değilse biraz korkar.”
Allah
Teâlâ Mûsâ (a.s.)’ı ilâhî irade ve muhabbete tâbi olarak yüklendiği elçilik
vazifesini yerine getirmesi, her türlü tutum ve davranışında Rabbinin rızâsına
uygun bir hal üzere bulunması için seçmiştir. Bu mertebeye gelinceye kadar da
onu bir kısım sıkıntılara maruz kılarak çile çemberinden geçirmiştir. Zira
seçkin kul olmanın bir bedeli vardır. Bu yolda sabrı gerektiren, râzı olmayı
gerektiren durumlar olur. Sabır, kişinin, başa gelen musibetlerin acısını
yutması; rızâ ise takdirin acılığı karşısında kalbin sevinmesidir. Allah bir
kulunu kendine has kılmak isterse onu belâların ortasına atar, sonra da onun
cevherini kendine muhabbetten başka her şeyden temizler. Dolayısıyla bu yolun
pek çok zorluklarla dolu olduğu anlaşılmaktadır.
Bahsedilen
seçme neticesinde Cenâb-ı Hak Mûsâ (a.s.)’ı risâletle vazifelendirdi. Ona asâ
ve yed-i beyzâ gibi mûcizeler verdi. Bunlardan hareketle dinini tebliğ etmesini
istedi. Kardeşi Hârûn’u da peygamberlikle şereflendirip ona yardımcı kıldı.
Tebliğ yaparken dikkat etmeleri lâzım gelen şu hususları hatırlattı:
› Allah’ı
zikirde gevşeklik ve üşengeçlik göstermeyin. Dille, kalple Allah’ı devamlı
zikredin. Çünkü Allah’ı zikretmek başarıya ulaşmanın en mühim vasıtasıdır.
Bunun hikmeti şudur:
Allah’ı
zikreden kişi O’nun celâlini ve cemâlini hatırından çıkarmaz. O’nun celâlini ve
büyüklüğünü hatırlayan, başkasını küçük görür ve kimseden korkmaz. Bu
hatırlamadan dolayı ruhu kuvvetlenir ve gayesini gerçekleştirmede acziyete
düşmez. Allah’ın cemâlini ve lutfunu hatırlayan ise O’nun emirlerini yapma
hususunda gevşeklik göstermez. Buna dikkat çekmek üzere âyet-i kerîmede şöyle
buyrulur:
“Ey
iman edenler! Düşman ordusuyla karşılaştığınız zaman sebat edin, dayanın ve
Allah’ı çok çok zikredin ki başarıya erebilesiniz.” (Enfâl 8/45)
Aziz
Mahmud Hüdâyî (k.s.) Hazretleri: “Vaazdan önce kelime-i tevhidi söyletmek
cemaatin vaazı iyi dinlemesine ve Allah’ın izniyle irşâdın tesirli olmasına
vesile olur” derken de zikrin bu hususiyetine işarette bulunur.
› Firavun’a
gidin. Onu tatlı, yumuşak ve gönül okşayıcı sözlerle hakka davet edin.
Burada
tebliğde kullanılacak üslubun, hitap şeklinin ve söylenecek sözlerin nasıl
olması gerektiği açıklanır. Hitap, tebliğ yapılan şahsın makam ve şahsiyetine
uygun olacak; söz tatlı, yumuşak ve kalpleri tesir altına alacak bir keyfiyet
ve güzellikte olacaktır. Zira bir işte yumuşaklık o işi güzelleştirip
gerçekleşmesini kolaylaştırır. Sertlik ise o işi çirkinleştirir ve olmasını
zorlaştırır.
Tebliğde
yumuşak ve tatlı bir üslup kullanmaktan gâye muhatabın aklını başına alıp
tefekkür ederek faydalı bir sonuca ulaşmasını sağlamaktır. Bunu tam anlamıyla
başarmak mümkün olmasa bile, onu içinde bulunduğu katı kalplilikten
uzaklaştırıp kısa bir müddette olsa korkmasına ve ürpermesine vesile
olabilmektir. Yine onun bâtılda ısrarı bırakıp hakka doğru meyletmesine
yardımcı olmaktır.
Bu
ilâhî tâlimat istikâmetinde Hz. Mûsâ Firavun’a gittiği zaman yumuşak bir üslup
kullanmış ve:
“Arınmaya
gönlün var mı? İster misin, seni Rabbine giden yola ileteyim de O’nu tanıyıp
saygıyla O’na teslim olasın!” (Naziât 79/18-19) demiştir.
Bu
hususla alâkalı olarak Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in müşfik,
yumuşak, merhametli ve müsâmahakâr tebliğ metodunu, âyet-i kerîmede şöyle medh
ü senâ buyurmuştur:
“Allah
tarafından lutfedilen bir rahmet sâyesinde sen onlara
yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, insanlar etrafından dağılıp
giderlerdi…” (Âl-i İmrân 3/159)
Nitekim
şâirin şu beyti mes’elenin pek ince ve hikmetli bir yönüne dikkat çeker:
“Kalb-i
sengîne kelâm-ı nerm eder lâbüd eser
Kıt‘a-yı
elmâs dâim hâkkolur kurşun ile.” (Belîğ)
“Tatlı
söz en katı yürekleri bile mutlaka yumuşatır. Bilmez misiniz ki, gâyet sert
olan elması bile, yumuşak bir maden olan kurşunla kazır ve yontarlar.”
Firavun
gibi bir azılıya yumuşak söylemek emredildiğine göre, azgınlık bakımından ondan
daha aşağıda olanlara yumuşak söylemek elbette daha uygundur. Zaten Rabbimiz: “İnsanlara güzel söz söyleyin” (Bakara
2/83); “Rasûlüm! Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler” (İsrâ
17/53) buyurarak, iyiliği emredip kötülüğü yasaklarken de bu inceliğe dikkat
edilmesini istemektedir.
Hak
dostlarından Yezid er-Rakkâşî şöyle der:
“Ey
kendine düşmanlık edene bile merhametle muameleyi emreden Allahım! Kim bilir
dost olup insanları sana çağırana nasıl muamele edersin!”
Târihin
meşhur Haccâc-ı Zâlim’i, zulmüyle şöhret yapmış olsa da filozof tabiatli bir
insandı. Bir gün, Cuma namazında onu gören hatip, “Cihadın en faziletlisi,
zâlim sultanın karşısında hakkı ve adâleti söylemektir” (Ebû Dâvûd, Melâhim
17/4344) hadîsini dikkate alarak hutbede açtı ağzını yumdu gözünü ve Haccâc
hakkında pek çok ağır sözler söyledi. Haccâc-ı Zâlim, sükûnetle dinledi.
Namazdan sonra hatîbi huzûruna çağırtarak ona sordu:
“–Sen
öyle neler söyledin bakalım hutbede?!”
Hatib,
nasıl olsa kellesinin vurulacağı düşüncesiyle geri adım atmadan Haccâc’a
hutbedeki sözlerini biraz daha sert bir üslûb ile tekrar etti. Haccâc:
“Tuhaf
şey” dedi. “Sen bilgili bir adama benziyorsun. Lâkin İslâmî davetin
metotlarından haberin yok. Sen hiç Kur’ân okumuyor musun? Senden daha faziletli
olduğu muhakkak olan Mûsâ (a.s.)’ı, benden daha kusurlu ve üstelik küfür
ehlinden olduğu muhakkak olan Firavun’a gönderirken Cenâb-ı Hak, ona «leyyin»
yâni suyun akışı gibi yumuşak bir lisan kullanmasını emir buyurmadı mı?” dedi.
Hatib söyleyecek söz bulamadı. İrşâd metodundaki hatâsını anladı ve özür
diledi.
Hâsılı,
yumuşaklık mü’minlerin vazgeçilmez vasıflarından biridir. Hakk’a davet ve halka
hizmette en mühim düsturdur. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.): “Allah rıfk
sahibidir, rıfkla, yumuşaklıkla muameleyi sever. Sertliğe ve diğer şeylere
vermediği sevabı, rıfkla muameleye verir” buyurmuştur. (Müslim, Birr 77)
Mevlânâ
Hazretleri de şöyle buyurur: “Allah’ın: «Ey Mûsâ! Firavun’a karşı yumuşak
söz söyle, ona yumuşaklık göster!» sözünü iyi anla! Zira kaynayan yağa soğuk su
dökersen ocağı da harap edersin, tencereyi de...”
O
halde her insanı kaynayan bir yağ gibi görmek lâzımdır. Zîra herkeste izzet-i
nefis vardır. Sert sözlerden ve kabalıktan hoşlanmaz. Gönüllere girebilmenin
tek yolu yumuşaklık ve tevâzûdur.
Mûsâ
(a.s.), göğsünü genişletmesini ve işinin kolaylaştırmasını Rabbinden isteyip
duası kabul edilmesine rağmen, Allah Teâlâ’nın onu kardeşiyle beraber Firavun’a
gönderme emri karşısında tekrar korkusunu dile getirdi:
45. Mûsâ ve Hârûn: “Rabbimiz! Doğrusu onun bize fırsat vermeden saldırmasından veya büsbütün azgınlaşmasından endişe ediyoruz” dediler.
46. Allah buyurdu ki: “Korkmayın! Çünkü ben sizinle beraberim; her şeyi işitiyor ve görüyorum!”
47. “Haydi, ona gidin ve şöyle deyin: «Biz, senin Rabbinin elçileriyiz. İsrâiloğulları’nı artık bizimle gönder de onlara daha fazla işkence etme! Biz, sana Rabbinden bir mûcize getirdik. Selâm ve selâmet, doğru yolu tutanlara olsun!»”
48. “«Şüphesiz bize, azabın, peygamberleri yalanlayıp doğru yoldan yüz çevirenlerin tepesine ineceği vahyolundu.»”
Mûsâ
(a.s.) korkusuna gerekçe olarak:
›
Firavun’un kendilerini cezalandırmakta acele edeceğini, düşmanca
muamelesinde ileri gideceğini, daveti tamamlayıp mûcize gösterinceye kadar
sabredemeyeceğini, dolayısıyla da ona gitmenin hayırlı bir netice hâsıl
etmeyeceğini;
›
Veya bu sebeple onun azgınlığının büsbütün artacağını, zulüm ve
inkârında daha da ileri gideceğini belirtmiştir.
Demek
ki Firavun, yaptığı zulümler ve zorbalıklar sebebiyle herkesin gözünü
korkutmuştu ve gerçekten korkulacak bir mevkide bulunuyordu. Bunun üzerine
Cenâb-ı Hak, yardım ve desteğinin onlarla beraber olduğunu, her şeyi işitip
gördüğünü, dolayısıyla onları koruyup kollayacağını müjdeleyerek kalplerini
teskin buyurdu. Korkuyu bir kenara bırakarak Firavun’a gitmelerini,
kendilerinin Allah’ın peygamberi olduğunu söylemelerini ve artık
İsrâiloğullarına zulümden vazgeçip onları serbest bırakmasını istemelerini
emretti.
Hz.
Mûsâ ile Hârûn’un tebliğinin esası şuydu:
›
Allah’ın gösterdiği doğru yolda yürüyenler, hem dünyada hem de
âhirette selâmet, saadet ve emniyete kavuşacaklardır.
›
Peygamberi yalanlayan ve onun çağırdığı doğru yoldan yüz
çevirenler ise dünyada helâk edici musibetlere, âhirette de ebedi azaba
müstahak olacaklardır.
Hâsılı
Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn, büyük bir acziyet içinde ve tam bir teslimiyetle Allah’a
sığınmışlar, Allah da yardım ve korumasıyla onların imdâdına yetişmiştir.
Anlatıldığına
göre bir zamanlar Bağdat’ta bir kıtlık oldu. Halk toplandı ve şikâyetlerini bir
dilekçeyle vezir Ali b. İsa’ya arzettiler. Vezir dilekçeyi okudu ve arkasına
şöyle yazdı: “Ben gökyüzü değilim ki size su vereyim, yeryüzü değilim ki sizi
doyurayım. Siz iyisi mi Rabbinize müracaat edin!”
Hz.
Mûsâ ve Hz. Hârûn, Cenab-ı Hakk’ın istediği şekilde Firavun’a gidip onu İslâm’a
davet ettiler:
49. Firavun: “Söyleyin bakalım, sizin Rabbiniz de kimmiş, ey Mûsâ?” diye çıkıştı.
Firavun
Hz. Mûsâ’ya iki sual sorar:
İlk
olarak, dillerinden düşürmedikleri Rablerinin kim olduğu hakkında bilgi ister,
Mûsâ (a.s.) da O’nu sıfatlarıyla tanıtır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın zâtını tanımak
imkânsızdır. O, ancak sıfatları ve fiilleriyle tanınır. Buna göre hepimizin
Rabbi, her türlü varlığı yaratan, her birine yaratılış gayelerini,
ihtiyaçlarını ve onlardan sağlanacak faydaları dikkate alarak hususi şekil ve
özellikler veren, aynı zamanda her birine yürüyecekleri yolu gösteren,
yapacakları işi öğreten Allah’tır. Rahatlıkla görüleceği üzere Yüce Rabbimiz,
her bir varlığa kendisine münâsip ve ondan beklenen faydaya elverişli bir
tabiat vermiştir. Meselâ; eli tutmak, ayağı yürümek, dili konuşmak, gözü
görmek, kulağı işitmek için yaratmıştır. Her bir varlığın böyle özel yaratılış
sebep ve hikmeti vardır. Cenâb-ı Hak onları, bu hikmetlerin tgerçekleşmesi için
hareket ettirmektedir.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) bu mânaya işaret ederek şöyle buyurur:
“Amellere
sarılın; zira herkese niçin yaratıldıysa o şey kolaylaştırılmıştır.” (Buhârî,
Kader 4; Müslim, Kader 6) Hadis-i şerife göre Allah mü’mini iman feyzini kabule
hazır olarak yaratmış, sonra da onu peygamberlerin davetini kabule ve onlara
uymaya yönlendirmiştir. Kâfir ise kahrı, rüsvaylığı ve peygamberlere isyânı
kabule müsait halde bulunmaktadır.
İkinci
olarak Firavun, önceden gelip geçmiş olup Allah’ın birliğini inkâr eden ve
putlara tapan nesillerin hallerinin nice olduğunu sorar. Mûsâ (a.s.), büyük
ihtimalle konuyu değiştirmek için sorulan bu sorunun cevâbına fazla girmeden
yine fırsatı değerlendirerek, Firavun’u inanmaya çağırdığı Cenâb-ı Hakk’ın
sıfatlarını anlatmaya devam eder. Geçmiş ümmetlerin hali de dâhil her şeyin
ilminin Allah katında Levh-i Mahfûz’da kayıtlı olduğunu, yani Allah’ın her şeyi
çok iyi bildiğini, O’nun şaşırmasının, yanılmasının ve unutmasının söz konusu
olmadığını bildirir. Sonra da tabiattan Allah’ın birliğini, kudret ve azametini
gösteren canlı deliller ileri sürerek Firavun’un taştan katı kalbini
yumuşatmaya çalışır: Allah, yeryüzünü bizim için bir döşek, yani hayatımızın
idâmesi için lâzım gelen bütün imkânların hazırlandığı müsait bir mekan kılmış[1],
orada yürümemizi sağlayacak yollar var etmiş, canlılığın olmazsa olmaz şartı
olan suyu gökten indirmiştir. O su vasıtasıyla hem bizim hem de hayvanlarımızın
istifade edeceği bitkiler, mer’alar, meyve ve sebzeler bitirmektedir. Aklı olan
herkes[2]
bunlardan hareketle o Yüce Yaratan’ın varlığını, birliğini, ulûhiyet ve
rubûbiyetini tanır, O’na teslim olur. Hem o toprağa öyle kuru bir toprak
gözüyle bakmamak gerekir. Onda nice sırlar gizlidir. Burada sadece şunu
belirtmek yeterli olacaktır:
Allah
bütün insanları ondan yaratmıştır ve yaratmaktadır. Eceli gelip ölenleri oraya
döndürmekte, ruhsuz bedenleri çürümüş toprak haline getirmektedir. İşin en
dikkat çekici tarafı ise, vakti gelince bütün insanları ondan tekrar ruhlarıyla
ve bedenleriyle beraber çıkaracaktır! O halde kim olduğumuzun, nasıl bir dünyada
bulunduğumuzun, niçin yaratılıp niçin yaşatıldığımızın, nereden gelip nereye
gittiğimizin farkına varma vakti henüz gelmedi mi? Bu hususta Ömer b.
Abdülaziz’le alakalı şu hâdise çok ibretli ve fevkalade tesirlidir:
Muhammed
b. Kâ‘b el-Kurazî şöyle anlatır:
Ömer
b. Abdülaziz’le Medine-i Münevvere’de karşılaşmıştım. O zaman genç, yakışıklı,
ter ü tâze ve bolluk içindeydi. Daha sonra halîfe olunca yanına gittim, izin
istedim, izin verilince içeri girdim. Ömer b. Abdülaziz’i görünce şaşırdım ve
ona şaşkın şaşkın bakmaya başladım. Bana:
“–Ey
İbn Kâ‘b! Neden öyle şaşkın bir vaziyette bakıyorsun?” dedi.
“–Ey
Mü’minlerin Emîri! Renginiz uçmuş, bedeniniz yıpranmış, saçlarınız ağarmış ve
dökülmüş! Sizi bu hâlde görünce hayretimi gizleyemedim” dedim.
Bunun
üzerine bana şunları söyledi:
“–Ey
İbn Kâ‘b! Beni kabre konduktan üç gün sonra görsen kim bilir ne kadar
şaşıracaksın? O zaman karıncalar gözlerimi çıkarmış, gözlerim yanaklarımın
üzerine akmış, ağzım burnum da kan ve irinle dolmuş olur. İşte o zaman beni hiç
tanıyamaz ve daha çok şaşırırsın. Şimdi bunları bırak da sen bana İbn Abbas’ın
Resûlullah (s.a.s.)’den rivayet ettiği hadîsi tekrar et…” (Hâkim, el-Müstedrek,
IV, 300/7706)
Bütün bunlara rağmen şu da bir gerçek ki, kalp gözleri iyice körleşmiş öyle kâfirler var ki bu apaçık delillerin hiçbirini göremez, inkârları içinde tükenip giderler. İşte Firavun bunlardan biridir:
[1] Allah
yeryüzünü bedenler için bir karargâh, bedenleri kendine kulluk için bir
karargâh, kalpleri mârifeti için bir karargâh, ruhları muhabbeti için bir
karargâh ve sırları da müşâhedesi için bir karargâh kılmıştır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 265)
[2]
Âyette “akıl” mânasında اَلنُّهٰى (nühâ) kelimesi kullanılmıştır. Bu, اَلنُّهٰى (nühye)
kelimesinin çoğuludur ve “yasaklamak, alıkoymak” mânasına gelmektedir. Akıl
insanı bâtıla uymaktan, kötülük işlemekten alıkoyduğu için ona bu isim
verilmiştir. “Akıl” mânasına gelen diğer bir kelime de “hicr”dir. Bu kelimede
de yine yasaklama, engelleme ve alıkoyma mânaları vardır. Demek ki aklın en
mühim vazifesi, öncelikle kişiyi yanlış düşünce, söz, fiil ve davranışlardan
uzaklaştırmak, sonra da faydalı olan şeylere yönlendirmektir. Bu açıdan
bakıldığında “akıl” ile “takvâ” arasında ne derin bir irtibat olduğu rahatlıkla
anlaşılacaktır. O halde en akıllı kişiler, Allah’a karşı takvâsı yani O’na olan
korku ve muhabbeti en çok olan kimselerdir. Zaten Allah katında en değerli
insanların da takvâ bakımından en üstün kimseler olacağı beyân edilmektedir. (bk. Hucurât 49/13)
50. Mûsâ: “Rabbimiz, her şeye yaratılışındaki temel özellikleri veren, sonra onu yaratılış gâyesine uygun biçimde yola koyan Allah’tır” diye cevap verdi.
51. Firavun: “Öyle ise geçmiş nesillerin hâli ne olacak?” diye sordu.
52. Mûsâ şöyle cevap verdi: “Onlara dair bilgi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim asla şaşırmaz, yanlış yapmaz ve unutmaz.”
53. “Yeryüzünü size döşek yapan, orada sizin için yollar ve geçitler açan, gökten yağmur yağdırıp su indiren yine O’dur.” İşte biz o suyla türlü türlü bitkilerden çift çift bitiriyoruz.
54. O bitkilerden hem siz yiyin, hem de hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için nice dersler, nice deliller vardır.
55. Sizi topraktan yarattık, yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi diriltip oradan çıkaracağız.
Firavun Hz. Mûsâ’ya iki sual sorar:
İlk olarak, dillerinden düşürmedikleri Rablerinin kim olduğu hakkında bilgi ister, Mûsâ (a.s.) da O’nu sıfatlarıyla tanıtır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın zâtını tanımak imkânsızdır. O, ancak sıfatları ve fiilleriyle tanınır. Buna göre hepimizin Rabbi, her türlü varlığı yaratan, her birine yaratılış gayelerini, ihtiyaçlarını ve onlardan sağlanacak faydaları dikkate alarak hususi şekil ve özellikler veren, aynı zamanda her birine yürüyecekleri yolu gösteren, yapacakları işi öğreten Allah’tır. Rahatlıkla görüleceği üzere Yüce Rabbimiz, her bir varlığa kendisine münâsip ve ondan beklenen faydaya elverişli bir tabiat vermiştir. Meselâ; eli tutmak, ayağı yürümek, dili konuşmak, gözü görmek, kulağı işitmek için yaratmıştır. Her bir varlığın böyle özel yaratılış sebep ve hikmeti vardır. Cenâb-ı Hak onları, bu hikmetlerin tgerçekleşmesi için hareket ettirmektedir.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bu mânaya işaret ederek şöyle buyurur:
“Amellere sarılın; zira herkese niçin yaratıldıysa o şey kolaylaştırılmıştır.” (Buhârî, Kader 4; Müslim, Kader 6) Hadis-i şerife göre Allah mü’mini iman feyzini kabule hazır olarak yaratmış, sonra da onu peygamberlerin davetini kabule ve onlara uymaya yönlendirmiştir. Kâfir ise kahrı, rüsvaylığı ve peygamberlere isyânı kabule müsait halde bulunmaktadır.
İkinci olarak Firavun, önceden gelip geçmiş olup Allah’ın birliğini inkâr eden ve putlara tapan nesillerin hallerinin nice olduğunu sorar. Mûsâ (a.s.), büyük ihtimalle konuyu değiştirmek için sorulan bu sorunun cevâbına fazla girmeden yine fırsatı değerlendirerek, Firavun’u inanmaya çağırdığı Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını anlatmaya devam eder. Geçmiş ümmetlerin hali de dâhil her şeyin ilminin Allah katında Levh-i Mahfûz’da kayıtlı olduğunu, yani Allah’ın her şeyi çok iyi bildiğini, O’nun şaşırmasının, yanılmasının ve unutmasının söz konusu olmadığını bildirir. Sonra da tabiattan Allah’ın birliğini, kudret ve azametini gösteren canlı deliller ileri sürerek Firavun’un taştan katı kalbini yumuşatmaya çalışır: Allah, yeryüzünü bizim için bir döşek, yani hayatımızın idâmesi için lâzım gelen bütün imkânların hazırlandığı müsait bir mekan kılmış[1], orada yürümemizi sağlayacak yollar var etmiş, canlılığın olmazsa olmaz şartı olan suyu gökten indirmiştir. O su vasıtasıyla hem bizim hem de hayvanlarımızın istifade edeceği bitkiler, mer’alar, meyve ve sebzeler bitirmektedir. Aklı olan herkes[2] bunlardan hareketle o Yüce Yaratan’ın varlığını, birliğini, ulûhiyet ve rubûbiyetini tanır, O’na teslim olur. Hem o toprağa öyle kuru bir toprak gözüyle bakmamak gerekir. Onda nice sırlar gizlidir. Burada sadece şunu belirtmek yeterli olacaktır:
Allah bütün insanları ondan yaratmıştır ve yaratmaktadır. Eceli gelip ölenleri oraya döndürmekte, ruhsuz bedenleri çürümüş toprak haline getirmektedir. İşin en dikkat çekici tarafı ise, vakti gelince bütün insanları ondan tekrar ruhlarıyla ve bedenleriyle beraber çıkaracaktır! O halde kim olduğumuzun, nasıl bir dünyada bulunduğumuzun, niçin yaratılıp niçin yaşatıldığımızın, nereden gelip nereye gittiğimizin farkına varma vakti henüz gelmedi mi? Bu hususta Ömer b. Abdülaziz’le alakalı şu hâdise çok ibretli ve fevkalade tesirlidir:
Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî şöyle anlatır:
Ömer b. Abdülaziz’le Medine-i Münevvere’de karşılaşmıştım. O zaman genç, yakışıklı, ter ü tâze ve bolluk içindeydi. Daha sonra halîfe olunca yanına gittim, izin istedim, izin verilince içeri girdim. Ömer b. Abdülaziz’i görünce şaşırdım ve ona şaşkın şaşkın bakmaya başladım. Bana:
“–Ey İbn Kâ‘b! Neden öyle şaşkın bir vaziyette bakıyorsun?” dedi.
“–Ey Mü’minlerin Emîri! Renginiz uçmuş, bedeniniz yıpranmış, saçlarınız ağarmış ve dökülmüş! Sizi bu hâlde görünce hayretimi gizleyemedim” dedim.
Bunun üzerine bana şunları söyledi:
“–Ey İbn Kâ‘b! Beni kabre konduktan üç gün sonra görsen kim bilir ne kadar şaşıracaksın? O zaman karıncalar gözlerimi çıkarmış, gözlerim yanaklarımın üzerine akmış, ağzım burnum da kan ve irinle dolmuş olur. İşte o zaman beni hiç tanıyamaz ve daha çok şaşırırsın. Şimdi bunları bırak da sen bana İbn Abbas’ın Resûlullah (s.a.s.)’den rivayet ettiği hadîsi tekrar et…” (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 300/7706)
Bütün bunlara rağmen şu da bir gerçek ki, kalp gözleri iyice körleşmiş öyle kâfirler var ki bu apaçık delillerin hiçbirini göremez, inkârları içinde tükenip giderler. İşte Firavun bunlardan biridir:
[1] Allah yeryüzünü bedenler için bir karargâh, bedenleri kendine kulluk için bir karargâh, kalpleri mârifeti için bir karargâh, ruhları muhabbeti için bir karargâh ve sırları da müşâhedesi için bir karargâh kılmıştır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 265)
[2] Âyette “akıl” mânasında اَلنُّهٰى (nühâ) kelimesi kullanılmıştır. Bu, اَلنُّهٰى (nühye) kelimesinin çoğuludur ve “yasaklamak, alıkoymak” mânasına gelmektedir. Akıl insanı bâtıla uymaktan, kötülük işlemekten alıkoyduğu için ona bu isim verilmiştir. “Akıl” mânasına gelen diğer bir kelime de “hicr”dir. Bu kelimede de yine yasaklama, engelleme ve alıkoyma mânaları vardır. Demek ki aklın en mühim vazifesi, öncelikle kişiyi yanlış düşünce, söz, fiil ve davranışlardan uzaklaştırmak, sonra da faydalı olan şeylere yönlendirmektir. Bu açıdan bakıldığında “akıl” ile “takvâ” arasında ne derin bir irtibat olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır. O halde en akıllı kişiler, Allah’a karşı takvâsı yani O’na olan korku ve muhabbeti en çok olan kimselerdir. Zaten Allah katında en değerli insanların da takvâ bakımından en üstün kimseler olacağı beyân edilmektedir. (bk. Hucurât 49/13)
56. Yemin olsun ki, Firavun’a bütün mûcize ve delillerimizi gösterdik; fakat o yine de yalanladı ve gerçeği kabul etmemekte diretti.
57. Dedi ki: “Mûsâ! Yaptığın büyü ile bizi yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?”
58. “Madem öyle, biz de sana onun benzeri bir büyü ile karşı koyacağız. Öyleyse sen aramızda, sonradan katılmaktan caymayacağımız bir buluşma vakti ayarla da, düz ve geniş bir alanda karşılaşıp kozlarımızı paylaşalım!”
59. Mûsâ: “Buluşma zamanımız, bayram günü ve insanların toplandığı kuşluk vaktinde olsun” dedi.
Mûsâ
(a.s.), peygamberliğini ispat sadedinde Firavun’a asâ ve yed-i beyzâ
mûcizelerini gösterdi. Ona önceki âyetlerde beyân edildiği üzere tevhidin
delillerini haber verdi. Fakat basîret mahrumu Firavun bunların hiçbirini kabul
etmedi, hidâyete karşı inatçı eşekler gibi ayaklarını diretti. Hatta Hz.
Mûsâ’nın gösterdiği mûcizelerin “sihir” olduğunu iddia etti. Bunları, halkın
gözünü boyayıp kendisini ve kavmini Mısır’dan sürüp çıkarmak,
İsrâiloğulları’yla birlikte oraya yerleşerek Mısır’ın kralı olmak maksadıyla
yaptığını söyledi. Bununla kavminin Hz. Mûsâ’ya olan buğzunu, kin ve öfkesini
galeyâna getirmek istedi. Çünkü mal ve mülklerinin tamamen elden çıkması
korkusuyla kimse Hz. Mûsâ’ya tâbi olmayacak, aksine ona şiddetle karşı
koyacaklardı.
Firavun,
Mûsâ (a.s.) karşısında başarılı olabilmek için tek çıkar yol olarak onun
mûcizelerini sihir sayıp, benzeri bir sihirle ona karşı çıkmayı, onu mağlup
etmeyi, böylece insanlara bunların Allah’tan gelmediğini kabul ettirmeyi gördü.
Bu yüzden müsâbaka için Mûsâ (a.s.)’dan randevu talep etti. Ondan, aralarında
kimsenin yan çizemeyeceği uygun bir zaman ve her iki taraftan insanların kolay
toplanabilecekleri, olacak bitecekleri rahatlıkla izleyebilecekleri geniş, düz
bir mekân belirlemesini istedi. Arkasında te’yîd-i ilâhî bulunan ve bu sebeple
kendinden emin olan Hz. Mûsâ, Firavun’nun randevu talebine derhal müspet cevap
verdi. Bayram günü, insanların güzel elbiselerini giyip zînetlerini takınarak
toplandıkları kuşluk vakti “hodri meydan” yapabileceklerini bildirdi. Çünkü bu
şekilde daha kalabalık bir insan topluluğu olayı seyredebilecek ve kuşluk
vaktinin aydınlığında olan biteni daha net görebilme imkânına sahip
olacaklardı.
Mûsâ
(a.s.)’ın o günde onlarla karşılaşmak üzere sözleşmesindeki hedefi; Allah’ın
kelimesinin yücelmesi, dininin gâlibiyeti, kâfirin susturulması ve bâtılın can
çekişerek yok olmasının hıncahınç kalabalıkların gözü önünde gerçekleşmesini
istemesidir. Böylelikle, gerçeğin ortaya çıkmasını isteyenlerin bu talepleri
daha bir güçlenecek, bâtıl taraftarlarının ise keskin kılıçları körelecekti.
Göçebeler ve şehirliler arasında bu mühim hâdiseden çokça söz edilecek, bu
haber her tarafa yayılacaktı. Aslında bu Mûsâ (a.s.)’ın da çok istediği, belki
de arayıp bulamayacağı önemli bir fırsattı. Ahmak Firavun, farkında olmadan Hz.
Mûsâ’nın kalabalık kitlelere dâvasını tebliğ edebilmesi için böyle müsait bir
zemin hazırlamaktaydı:
60. Bunun üzerine Firavun dönüp gitti; her türlü hîleyi devreye soktu, en üstün sihirbazlarını topladı; sonra da buluşma yerine geldi.
61. Mûsâ sihirbazlara dedi ki: “Yazıklar olsun size! Sakın Allah hakkında yalanlar uydurmak suretiyle O’na iftirada bulunmayın! Yoksa korkunç bir azap ile kökünüzü kazır. Gerçek şu ki, her kim Allah’a iftirâda bulunursa muhakkak hüsrâna uğrar.”
62. Bunun üzerine sihirbazlar, yapacakları işleri aralarında tartıştılar ve gizli gizli fısıldaştılar.
63. Şöyle dediler: “Bakın, bu ikisi var ya, bunlar birer sihirbazdır; sihirleriyle sizi yurdunuzdan sürüp çıkarmak ve benimsediğiniz ideal hayat tarzınızı yok etmek istiyorlar.”
64. “Öyleyse bütün hîlenizi, hünerinizi toplayın, sonra merâsim düzeninde saf saf gelin. Çünkü bugün hangi taraf üstün gelirse, sonunda kazanacak ve gülecek olan da o taraftır.”
Firavun
dönüp gitti. En usta, işinde en mâhir sihirbazlarını topladı; sihir
malzemeleriyle birlikte Mûsâ’nın karşısına çıkardı. Hz. Hârûn da Mûsâ (a.s.)
ile birlikte orada idi. Bayram şenliği için toplanan halk, olacakları izlemek
için sabırsızlanıyordu. Mûsâ (a.s.), öncelikle sihirbazları uyardı. Allah’ın
mûcizelerine sihir demek suretiyle Allah’a yalan isnâdında bulunmalarının ve
ona sihirle karşı çıkmaya çalışmalarının çok tehlikeli bir cür’et olduğunu;
bunun helaklerini gerektirecek ilâhî bir azaba sebep olacağını hatırlattı.
Çünkü iftirâcılar, özellikle Allah’a iftira atanlar her defâsında mutlaka
hüsrâna uğramış ve pişman olmuşlardı. Bu ilâhî kanun onlar için de geçerli
olacaktı.
Mûsâ
(a.s.)’ın bu uyarısı üzerine sihirbazlar durumu kendi aralarında tartıştılar.
Ne konuştuklarına Hz. Mûsâ vâkıf olmasın diye gizli gizli fısıldaştılar;
konuşmalarını gizli tutmaya özellikle dikkat ettiler. İstişâreleri neticesinde
Hz. Mûsâ ile Hârûn’un ancak iki yalancı sihirbaz oldukları, yapacakları sihirle
halkı Mısır’dan çıkarmak ve mevcut hayat düzenini değiştirip kendilerine göre
bir düzen kurmak istedikleri, dolayısıyla bunlara mutlaka hadlerinin bildirilmesinin
lazım geldiği kararına vardılar. Bunun için sihirbazların bütün hile ve
tuzaklarını, mahâret ve hünerlerini bir araya getirip, saf düzeni içinde
birlikte hareket ederek gerekeni yapmaları istendi. Artık bugün ölüm kalım günü
idi; kim üstün gelirse o zafer ilan edecek, mağlup olan taraf ise büyük bir
yenilgiye uğrayacaktı.
Böylece
sihirbazlar, Firavun’un zorlamasıyla Hz. Mûsâ’nın karşısına çıktılar:
65. Sihirbazlar: “Ey Mûsâ! İster önce sen at asânı, ister ilk atan biz olalım” dediler.
66. Mûsâ: “Hayır, önce siz atın” dedi. Attılar; bir de baktı ki, sihirleri sayesinde onların ipleri ve değnekleri kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor.
67. Mûsâ birden içinde bir korku hissetti.
68. Ona: “Korkma!” diye seslendik, “çünkü, üstün gelecek olan kesinlikle sensin!”
69. “Sağ elinde tuttuğun asâyı yere at da, onların yaptıklarını yalayıp yutuversin. Çünkü onların bütün yaptıkları, sihirbaz oyunundan ibarettir. Sihirbaz ise nereye varsa, ne yapsa başarılı olamaz!”
Firavun’un
emriyle sihirbazlar tüm hazırlıklarını tamamladılar. İplerini ve değneklerini
alıp Hz. Mûsâ’nın karşısına çıktılar. Ne güzel bir tecellîdir ki, sihirbazlar
önce kimin atacağının belirlenmesini Mûsâ (a.s.)’a bıraktılar. Bir mânada ona
karşı tevâzu gösterdiler ve onun kararına saygı duyacaklarını ifade ettiler.
Allah’ın peygamberine olan bu saygıları sebebiyle neticede Cenâb-ı Hak da
onları iman şerefiyle şereflendirmiştir. Mûsâ (a.s.) da onların bu güzel
davranışlarına nezâketle mukâbelede bulunarak, önce onların atmasını istedi.
Onlar da iplerini ve değneklerini yere bırakıverdiler. Sihirbazlar iplerini
civaya batırmışlardı. Güneşin harâreti bunlara isabet edince kımıldamaya ve
hareket etmeye başladılar. Hz. Mûsâ bunların gerçek yılan olduklarını ve
hareket ettiklerini zannetti. Bu sebeple aniden içinde bir korku hissetti. Bu
da beşer tabiatının bir gereği olarak belki normal karşılanacak bir durumdu.
Fakat orası korkma yeri değil, kendine güvenip cesaretle hareket etmenin lâzım
geldiği bir yerdi. Bu sebeple Allah Teâlâ ona, korkmamasını, çünkü kesinlikle
kendisinin üstün geleceğini bildirdi. Bunun için ise, sağ elinde bulunan
asasını atması, onun kocaman bir ejderhaya dönüşüp sihirbazların kıpırdıyor
gibi gözüken tüm iplerini ve değneklerini yalayıp yutması kâfî gelecekti.
Gerçekten
de va‘dedilen gibi oldu. Mûsâ (a.s.) asâyı yere atınca kocaman bir ejderha oldu
ve ortalıkta ne kadar ip ve değnek varsa hepsini yutuverdi. O, hepsini yalıyor,
yutuyor, fakat kendisinde en küçük bir şişme olmuyordu.
Bakalım
bu durum karşısında sihirbazlar ne yaptılar:
70. Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar; “Hârûn ile Mûsâ’nın Rabbine iman ettik” dediler.
Sihirbazlar,
asânın ejderha hâline gelerek ipleri ve değnekleri yutmasının sihir olmadığını
hemen anladılar. Çünkü sihir, bir başka sihri bâtıl kılmaz. Kendi sihirlerini
yutup yok ettiğine göre bu, Cenâb-ı Hakk’ın kudretiyle Hz. Mûsâ elinde var
ettiği mûcizesidir. Bu sebeple sihirbazlar, sanki onları birileri yere atmış
gibi birden secdeye kapandılar, Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine inandıklarını ilan
ettiler.
Zemahşerî
der ki:
“Mûsâ
(a.s.)’la müsabakaya çıkan sihirbazların durumu gerçekten hayrete şâyândır.
Önce küfür ve inkâr için iplerini ve değneklerini yere attılar, sonra da şükür
ve secde için başlarını yere atıp secdeye kapandılar. Fakat bu iki atma arsında
ne büyük fark vardır.” (Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 39)
Sihirbazların
bu ani dönüşleri Firavun’u çıldırttı. Kelimenin tan anlamıyla şok olan;
71. Firavun şöyle dedi: “Ben size izin vermeden önce ona inandınız, ha? Demek ki, size sihri öğreten ustanız oymuş! Şimdi ellerinizi ve ayaklarınızı hiç tereddüt etmeden çaprazlama keseceğim ve sizi mutlaka hurma dallarına asacağım. Böylece hangimizin azabı daha şiddetli ve devamlıymış, o zaman anlayacaksınız!”
Firavun,
sihirbazların Mûsâ (a.s.) ile işbirliği yapıp onunla birlikte hareket
ettiklerini, hatta kendilerine sihri öğreten ustalarının Mûsâ olduğunu söylemek
suretiyle, halkın kafasını karıştırarak, onların iman bakımından sihirbazlara
uymalarını engellemek istedi. Nitekim A‘râf
sûresinde bu husus daha açık bir şekilde ifade edilir:
“Firavun,
tehditler savurarak şöyle dedi: «Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha! Bu
yaptığınız, halkı kendi memleketlerinden çıkarmak için şehirde birlikte
planladığınız bir oyundur. Ama başınıza neler gelecek, yakında göreceksiniz!»” (A‘râf 7/123)
Sonra
onları ellerini ve ayaklarını çaprazlama keserek hurma dallarına asmakla, yani
akıl almaz işkenceler yaparak öldürmekle tehdit etti. İman ettikleri Mûsâ’nın
Rabbinin mi, yoksa kendinin mi daha şiddetli azap edeceğini onlara göstereceğini
söyledi. Çünkü o, sadece dünya azabının şiddetini görüyordu. Âhiret azabının
şiddetinden ise kör, habersiz ve gaflet içinde bulunuyordu.
Firavun’un
bütün bu telâşı ve tehdidi, kendi mağlubiyetini örtbas ederek hem sihirbazları
hem de hâdiseyi dikkatle izleyen kalabalık halkı Hz. Mûsâ’ya uymaktan
vazgeçirmek, böylece son derece tehlike altında kalan kendi konumunu
güçlendirmek içindi.
Dikkat
etmek gerekir ki, menfaate dayanan birlik ve beraberliklerin ömrü de menfaate
bağlıdır. Menfaat bitince birlik dağılır, çıkarlar çatışınca görünüşte mevcut
dostluklar düşmanlığa dönüşür. Sihirbazlar iman etmeyip Firavun’u desteklemeye
devam etselerdi makbul kişiler olacak, nimetler içinde yüzeceklerdi. Fakat
imanla birlikte kalp gözleri açılınca bâkiyi fâniye tercih ettiler:
72. Sihirbazlar dediler ki: “İmkânı yok, bize gelen apaçık mûcizeleri ve bizi yaratan Allah’ı bırakıp da seni kesinlikle tercih etmeyeceğiz. Hakkımızda istediğin kararı ver, yapmak istediğini yap. Şunu unutma ki, senin hükmün ancak dünya hayatında geçer.”
73. “Şüphesiz biz, Rabbimize iman ettik. O’nun hatalarımızı ve bu arada bize zorla yaptırdığın sihir günahını bağışlayacağını umuyoruz. Allah’ın vereceği mükâfat seninkinden daha hayırlı, cezası da seninkinden daha devamlıdır.”
Böylece
sihirbazların, gördükleri âşikâr deliller ve kalplerine yerleşen iman-ı kâmil
sayesinde Firavun’un tehditlerine aldırış edecek halleri kalmadı. Cenâb-ı
Hakk’ın cezbe kadehinden mest olmuşlar; gönülleri üzerine dökülen, birbiri
ardınca zuhûr eden ilâhî iltifât ve ihsân nurlarından dolayı kendilerinden
geçmişlerdi. Onlar göreceklerini görmüşler, bulacaklarını bulmuşlardı.
Ulaştıkları ruhânî dereceler ve gördükleri manevî hakîkatler karşısında
Firavun’a ait değer verip tercih edecekleri hiçbir şey kalmamıştı. Rivayete
göre secdeye kapandıklarında Yüce Allah onlara cennetteki makamlarını
göstermişti. Bu sebeple Firavun’un “Asarım, keserim!..” tehditlerine karşı
büyük bir sabır ve metânetle şöyle dediler:
“Haydi
durma, ne yapacaksan yap. İster asmaya, ister kesmeye hükmet. Biz böyle
tehditlerden korkup da kararımızdan dönmeyiz. Çünkü sen ancak dünya hayatında
ve bizim fânî hayatımız müddetince istediğini yapabilir veya arzu ettiğin hükmü
verebilirsin. Senin de bu hükümranlığın pek yakında yok olup gidecektir. Bizim
artık dünyanın ne güzelliğine bir rağbetimiz, ne de azabından bir korkumuz
kalmıştır. Bugün sen bize hangi zulmü yaparsan yap, yarın da Allah Teâlâ sana
dilediği cezayı verecektir! Biz Rabbimize iman ettik; O’nun bizim her türlü
günahımızı, hatalarımızı bağışlamasını diliyoruz. Özellikle senin bizi
şehirlerden toplayıp getirerek Allah’ın seçkin bir peygamberi karşısında bize
zorla yaptırdığın sihir için de Rabbimizin af ve mağfiretine sığınıyoruz. O’nun
bizi affedeceğini, bağışlayacağını ve ebedi nimetlerine kavuşturacağını
umuyoruz. Bizim için Allah yani O’nun mükâfatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır.
Yine O’nun vereceği azap da senin azabından daha kalıcıdır. O halde ey Firavun,
müspet veya menfi senin hiçbir şeyini dikkate almaksızın, sadece Allah’ın
mükâfatını umarak O’na itaat etmemiz ve azabından korkarak O’na isyandan
kaçınmamız bizim için daha mühimdir.”
Şu
beyt, Firavun’un tehditleri karşısında dimdik duran şehîd adaylarının hâlini ne
güzel aksettirir:
“Etmez
tarîk-ı Hak’ta olan halka ser-fürû,
Eğmez
minâre kâmetini bâd eserse de.” (Râtib: Ahmet Paşa)
“Cenâb-ı
Hakk’ın dosdoğru yolu üzere bulunan kimse, bu yola aykırı talepleri karşısında
asla başka insanlara baş eğmez. Hiç rüzgâr esti diye minârenin boyun büktüğü,
öne arkaya eğildiği görülmüş müdür?”
Rivayete
göre Firavun’un hanımı Âsiye merakla: “Kim galip geldi?” diye soruyordu. Ona:
“Mûsâ ve Hârûn galip geldi”, denilince hemen: “Ben de Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine
iman ettim” dedi. Firavun ona adamlarını gönderdi ve şu talimatı verdi: “Büyük
bir kaya bulunuz, eğer inancını sürdürecek olursa o kayayı onun üzerine
bırakınız!” Yanına vardıklarında başını kaldırıp göğe baktı, cennetteki yerini
gördü ve imanını dile getiren sözler söylemeye devam etti. O sırada: “Rabbim!
Benim için katında, cennette bir köşk yap! Beni Firavun’dan ve yaptıklarından
kurtar; beni bu zâlimler topluluğundan halâs eyle!” diye dua ediyordu.
(Tahrim 66/11) Bu esnada da ruhu kabz edildi, cesedinde ruh olmadığı halde
kayayı üzerine bıraktılar. (Kurtubî, el-Câmi‘, XI, 225)
Netice
itibariyle:
74. Gerçek şu ki, kim Rabbine inkârcı bir suçlu olarak gelirse, onun hakkı cehennemdir. Orada ne ölür kurtulur, ne de rahat yaşar!
“Mücrim”den
maksat, ömrünü günah hasadıyla tamamlayıp Rabbinin huzuruna kâfir olarak gelen
kimsedir. Bunların cezası ebedî cehennemdir. Orada ne ölecek ne de
yaşayacaklar. Ölmeyecekler ki ölüp de kurtulsunlar, yaşamayacaklar ki yaşayıp
mutlu olsunlar. Aslında ölüp yok olmayı isteyecekler, fakat bu mümkün
olmayacaktır. Nitekim bu hususa temas eden âyetlerde şöyle buyrulur:
“Cehennemdekiler,
cehennem bekçisine: «Ey Mâlik! Rabbine dua et, öldürüp yok etmek suretiyle
bizim işimizi bitirsin!» diye feryat ederler. O ise: «Siz burada ebedî
kalacaksınız!» der.” (Zuhruf 43/77)
“Zincirlerle
elleri boyunlarına kelepçelenmiş, ayakları bukağılı olarak cehennemin dar bir
yerine tıkıldıkları vakit, hemen orada ölsek de kurtulsak diye helâk olmak için
can atacaklar. Kendilerine: «Bugün bir defa helâk olmayı istemeyin. İsterseniz
birçok defalar helâk olmayı isteyin; bunun size bir faydası olmaz!» denilecek.”
(Furkân
25/13-14)
Buna
karşılık:
75. Kim de Allah’a sâlih ameller işlemiş bir mü’min olarak varırsa, onlar için de öte dünyada pek yüksek dereceler vardır.
76. Onlar, altlarından ırmaklar akan Adn cennetlerinde ebedî kalacaklardır. Her türlü yanlış inançtan ve günahlardan arınanların mükâfatı işte budur!
İmanla
sâlih amelleri birleştirenlere cennette pek yüksek dereceler vardır. O yüksek
dereceler, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları Adn
cennetleridir. Bu cennetlere erişmek isteyenler, küfür, şirk ve isyan başta
olmak üzere her türlü günahlardan, kötülüklerden nefislerini arındırmalı;
Resûlullah (s.a.s.)’in canlı olarak temsil ettiği Kur’an ahlâkıyla ruhlarını
tezyin etmelidirler.
Burada
imanı olup sâlih amelleri olmayan veya eksik olan kimselerin, cennete girseler
de, o yüksek derecelerden mahrum kalacaklarına işaret bulunmaktadır.
Şimdi tekrar Hz. Mûsâ’nın kıssasına dönülerek buyruluyor
ki:
77. Biz Mûsâ’ya şöyle vahyetmiştik: “Kullarımla birlikte geceleyin Mısır’dan yola çık! Asanı yere vurarak onlara denizde kupkuru bir yol aç. Firavun’un ordusu yetişecek diye korkma ve denizde boğulacağız diye endîşe etme!”
78. Derken Firavun, askerleriyle Mûsâ ve kavminin peşine düştü. Ama deniz üzerlerine kapanıp, onları görülmedik bir şekilde yutuverdi.
79. Böylece Firavun, kavmini büsbütün yoldan çıkarmış, çıkmaza sürüklemişti; onları asla doğru yola iletemedi.
Hz.
Mûsâ, emredildiği gibi hareket etti. İsrâiloğulları’nı geceleyin gizlice
Mısır’dan çıkarıp yola devam etti. Durumdan haberdar olan Firavun, askerleriyle
birlikte onları takip etti, güneşin etrafı aydınlattığı işrak vaktinde
ordusuyla onlara yetişti. Mûsâ (a.s.) ve kavmi önde gidiyor; Firavun ve ordusu
arkadan onları kovalıyordu. Böylece Kızıl Deniz’in kıyısına ulaştılar. İki
topluluk birbirini görünce Mûsâ’nın ashâbı: “Eyvâh! İşte yakalandık!” dediler.
Mûsâ (a.s.): “Asla!” dedi, “Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol
gösterecektir.” Bunun üzerine Allah Teâlâ ona asasıyla denize vurmasını
emretti, o da vurdu, böylece deniz yarıldı, on iki yol açıldı. Her tarafı koca
bir dağ gibi oldu. İsrâiloğulları o yollardan yürümeye başladılar. Firavun ve
ordusu da peşlerinden denize daldı. Cenâb-ı Hak Mûsâ ve beraberindekileri
kurtardı. Firavun ve ordusunu ise deniz sularına gömerek helak etti. (bk. Şuarâ
26/63-66)
Firavun
kavmine daha önce: “Ben size sadece kendimce doğru bulduğum görüşü
bildiriyor ve size ancak tutulması gereken doğru yolu gösteriyorum” (Mü’min 40/29) demişti. Fakat netice,
Firavun’un onları doğru yola iletmediğini, aksine onları yanlış yola, sapıklığa
ve helâke sürüklediğini açıkça göstermiş oldu.
Burada
Mekke müşrikleri başta olmak üzere Firavun gibi önderlerin peşinden gidenlerin
âkıbetlerinin kötülüğü ile alakalı gizli bir ikaz yer almaktadır.
Cenab-ı
Hak, Firavun’un zulmünden kurtardığı İsrâiloğulları’na olan bu büyük
ihsanlarının karşılığında onlardan kulluk hayatlarına dikkat göstermelerini
istemektedir:
80. Ey İsrâiloğulları! Şüphesiz biz sizi düşmanınızdan kurtardık. Tûr’un bereketlerle dolu sağ yamacında Mûsâ vasıtasıyla sizinle emirlerime uyacağınıza dair sözleşme yaptık. Çölde aç kalmayasınız diye size gökten kudret helvası ve bıldırcın eti ihsân ettik.
81. Size rızık olarak verdiğimiz temiz ve helâl nimetlerden yiyin. Bu hususta azgınlık ve nankörlük yapmayın; aksi halde gazabım tepenize iner. Kimin de üzerine gazabım inerse, artık o helâk uçurumuna yuvarlanıp gider.
82. Şu da muhakkak ki ben, günahlarından tevbe ile vazgeçen, iman edip sâlih ameller işleyen, bundan böyle de doğru yol üzere hareket eden kimseyi elbette bağışlarım.
Yüce
Allah böylece İsrâiloğulları’nı, kendilerine her türlü zulmü revâ gören, erkek
çocuklarını öldüren, kızlarını sağ bırakan, kalanları en âdi ve en ağır işlerde
köle gibi çalıştıran düşmanları Firavun’dan kurtardı. Bunun ardından kendisiyle
konuşup Tevrat’ı vermek için Mûsâ (a.s.) ile sözleşti. Âyette bu sözleşmenin
İsrâiloğulları’yla olduğu belirtilir. Bunun sebebi, Hz. Mûsâ’ya verilecek
Tevrat’ın onlarla ilgili ve onların faydasına olmasıdır. Ayrıca burada
Tevrat’ın inzâli sırasında hazır bulunmak üzere yetmiş kişilik bir grubun
seçilip getirilmesine de işaret edilir. (bk. Bakara 2/57; A‘râf 7/155) Diğer taraftan onlara Tîh çölünde uzun
yıllar meccânen kudret helvası ve bıldırcın eti ihsan etmiştir. Verdiği
rızıkların temiz ve helâl olanlarından istifade edip O’na şükretmelerini, fakat
azgınlık ve nankörlük yapmamalarını istemiştir. Azgınlık ve nankörlüğe
saptıkları takdirde başlarına gazabının ineceği, bu durumda ise helak olup
gidecekleri tehdidinde bulunmuştur.
Ancak
Rabbimiz hem onlara hem de bütün kullarına tevbe kapısını açık tutmakta; iman,
tevbe, sâlih amellerle kendine yönelen, isyanı bırakıp itaat yolunu tutan, ömrü
boyunca o yolda yürüyen ve bundan başka bir yolda olmayı da arzu etmeyen
kullarını bağışlayacağını müjdelemektedir.
Allah
Teâlâ’nın hem اَلْغَفُورُ (Gafûr) hem de اَلْغَفَّارُ (Gaffâr) ism-i şerifi vardır. Gafûr,
mağfireti çok olan demektir. Mağfiret ise işlediği günahları affederek kulu
müstahak olduğu cezadan korumaktır. Bu, bir şeyi kirden koruyacak örtüyle
kaplamak mânasındaki اَلْغَفْرُ (gafr) kökünden
türemiştir. Gaffâr ise, harflerinin ziyâdeliği sebebiyle Gafûr’dan daha ileri
bir mânaya sahiptir.
Tevbe
sabun gibidir. Sabun görünen kirleri temizlediği gibi, tevbe de içimizdeki
kirleri yani günahları temizler.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.), bir hadis-i kudsîde Yüce Rabbimizin şöyle buyurduğunu haber
verir:
“Ey
Âdemoğlu! Sen bana dua ettiğin ve benden affını umduğun sürece, işlediğin
günahlar ne kadar çok olursa olsun, onları büyüklüğüne bakmadan seni
bağışlarım. Ey Âdemoğlu! Günahların gökleri dolduracak kadar olsa, sen benden
bağışlanmanı dilersen, günahlarını affederim. Ey Âdemoğlu! Bana hiçbir şeyi
ortak koşmamış, şirke bulaşmamış olduğun takdirde, yeryüzünü dolduracak kadar
günahla huzuruma gelsen bile, ben seni yeryüzü dolusu kadar mağfiretle
karşılarım.” (Tirmiz, Deavât 98)
Bir
adam Dîneverî’ye:
“-
Ben ne yapayım? Ne zaman tevbe edip Mevlânın kapısına dursam bir musîbet beni
O’ndan uzaklaştırıyor” der.
Dîneverî
ona şöyle cevap verir:
“-
Annesinin dövdüğü çocuk gibi ol. Onu her dövdüğünde kendisini annesinin
kucağına atar. Annesi onu bağrına basıncaya kadar böyle yapmaya devam eder.”
Hz.
Mûsâ, Rabbiyle buluşmanın hasreti ve derin vecdiyle bir an önce ilâhî huzura
kavuşmak için kavmini bırakıp Tûr dağına çıkmıştı. Halbuki asırlardır kölelik
hayatı yaşadıktan sonra henüz yeni yeni özgürlükle tanışmaya başlayan bu
insanların, kendilerinden beklenen olgunluk seviyesine ulaşıncaya dek başıboş
bırakılmamaları gerekiyordu:
83. Allah: “Kavmini bırakıp da aceleyle buraya gelmene sebep neydi, ey Mûsâ?” diye sordu.
84. Mûsâ dedi ki: “İşte onlar, hemen peşimdeler. Benden daha çok hoşnut ve râzı olasın diye aceleyle sana geldim ey Rabbim!”
Hz.
Mûsâ, kavmini Mısır’dan çıkarıp Sînâ’ya ulaştırdı. Cenâb-ı Hak ona, vahyini
bildirmek üzere Tûr’a gelmesini emretti. Mûsâ (a.s.) da kavmin idâresini Hârûn
(a.s.)’a bırakarak aceleyle Tûr’a geldi. Kavmine de kırk gün sonra döneceğini
ve bir kitap getireceğini va‘detti. Mûsâ (a.s.), Allah’ın huzuruna çıkma ve
O’nun kelâmını dinlemeye olan iştiyâkı sebebiyle belirlenen vakitten hayli önce
Tûr dağının tepesine çıktı. Bu yüzden Cenâb-ı Hak, ona niçin kavmini terk edip
buraya gelmede acele ettiğini sormuştu. O da, kavminin kendine yakın bir yerde
Hârûn’un kontrolünde bulunduklarını ve onun vahyi alıp aralarına dönmesini
beklediklerini söyledi. Acele etmesine gelince, sırf Rabbini daha çok hoşnut ve
râzı etmek niyetiyle böyle yaptığını belirtti. Elbette Yüce Allah bunun
sebebini biliyordu. Lâkin bu sözleriyle Mûsâ (a.s.)’a ikramda bulunmayı,
kalbine sükûnet vermeyi ve ona merhamet etmeyi murad etmiştir.
Bu
âyet-i kerîmelerde şu mânalara işaret edilir:
›
Hak yolcusu, Allah’a olan yolculukta gevşeklik göstermemelidir.
Allah’ın rızâsının O’na yönelişte acele etmekte olduğunu bilmelidir. Bu sebeple
dinin emirlerini yerine getirme ve yasaklarından kaçınmada acele davranmak
övülmüştür. Nitekim bu hususa delâlet eden âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“O
halde Allah’a koşun!” (Zâriyât 51/50)
“Rabbinizin
bağışlamasına ve genişliği göklerle yer kadar olup takvâ sahipleri için
hazırlanmış bulunan cennete yarışırcasına koşuşun.” (Âl-i İmran
3/133)
“Siz
hep hayırlı işler yapmada birbirinizle yarışın!” (Bakara
2/148)
›
Hak yolcusu, hiçbir mânevî menzilde duraklamamalı, ihlas ve
titizlikle kulluğa devam ederek Rabbine yaklaşabildikçe yaklaşmaya
çalışmalıdır. Nitekim Mûsâ (a.s.) kavmine takılıp kalmamış, Rabbinin huzuruna
varmada acele etmiş, böylece engeller ortadan kalkmıştı.
›
Allah’a ulaşma yolunda mesâfe almak isteyen kulun niyeti hâlis
olmalı ve sırf Rabbinin rızâsını talep etmelidir. Mûsâ (a.s.)’ın “Benden
daha çok hoşnut ve râzı olasın diye aceleyle sana geldim ey Rabbim!” (Tâhâ
20/84) sözü buna işaret etmektedir. Gerçekten de Hz. Mûsâ’nın kasdı
yalnız Rabbine ulaşmaktı.
›
Hak yolcusunun Allah’tan talebi, kendi nefsinin O’ndan râzı olması
değil, O’nun rızâsı olmalıdır. Hz. Mûsâ’nın “benden hoşnut ve râzı olasın”
(Tâhâ 20/84) sözünde bu mâna açıktır. (bk. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V,
492-493)
Şunu
untmamalı ki, Allah’a kavuşma yolu imtihan ve iptilalarla doludur. Nitekim Yüce
Allah, bu yolda Mûsâ (a.s.)’ın kavmiyle, kavmini de buzağıyla imtihan etmişti:
85. Allah şöyle buyurdu: “Fakat biz sen ayrıldıktan sonra geride bıraktığın kavmini imtihan ettik ve Sâmirî onları yoldan çıkardı.”
86. Bunun üzerine Mûsâ, son derece öfkeli ve üzüntülü olarak kavminin yanına döndü; onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaatte bulunmamış mıydı? Şu halde size verilen sözün üzerinden çok uzun bir zaman mı geçti, yoksa Rabbinizden bir gazabın tepenize inmesini mi istediniz de, bana verdiğiniz sözden döndünüz?”
87. Dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden bilerek ve isteyerek dönmüş değiliz. Fakat yanımızda Mısırlıların zînet eşyalarından birtakım ağırlıklar vardı. Onları eritmek için ateşe attık; Samirî de kendininkini atıverdi.”
88. Derken Sâmirî onlar için böğürebilen bir buzağı heykeli döküp çıkardı. Peşinden o ve avânesi: “İşte sizin de, Mûsâ’nın ilâhı da budur. Fakat Mûsâ bunu unuttu, başka ilâh aramak üzere kalkıp dağlara gitti” dediler.
89. Hayret doğrusu! Onlar görmüyorlar mıydı ki, o heykel kendilerine hiçbir sözle cevap veremiyor ve onlar için ne bir zarar ne de bir fayda sağlamaya güç yetirebiliyordu?
Mûsâ
(a.s.) kavmini bırakıp Tûr’a gelince Allah Teâlâ onları buzağı heykeliyle
imtihan etti. Sâmirî denen kişi onları doğru yoldan saptırmıştı. Rabbiyle
konuşup Tevrat levhalarını alan Hz. Mûsâ, bu gerçek haber üzerine çok öfkeli ve
üzgün bir halde kavminin yanına döndü. Onlara şu hakikatleri hatırlattı:
Allah Teâlâ onlara güzel bir vaatte bulunmuş; içinde hidâyet ve
nûr bulunan Tevrat’ı vereceğini müjdelemişti. Allah ise vaadinden dönmez,
mutlaka onu yerine getirir.
Verilen bu va‘di unutacak kadar aradan uzun bir zaman da geçmiş
değildi. Topu topu bekleyecekleri müddet kırk gündü. Fakat onlar kısa bir
müddet sonra, Samirî’nin ayartmasıyla Hz. Mûsâ’nın verdiği sözden döndüğü sû-i
zannında bulundular.
Yahut da onlar bu günahı Allah’ın gazabının tepelerine inmesi için
bilerek yaptılar ve Tûr’dan dönünceye kadar Hz. Mûsâ’nın tâlimatlarına uyacaklarına
dair verdikleri sözden caydılar.
Hz.
Mûsâ’nın öfke dolu konuşması karşısında kavmi, bunu kendi kudret ve
iradeleriyle yapmadıklarını belirterek suçu, günah işlemelerine sebep olan
Sâmirî’ye atmak istediler. Sâmirî, İsrâiloğullarının Sâmire kabilesine mensup
olup asıl adı Mûsâ idi. İsrâiloğulları kadınlarının Mısır’dan çıkarken, düğüne
veya eğlenceye gidiyormuş bahânesiyle Kıptî komşularından ödünç aldıkları süs
eşyalarını ve kendi elinde bulunan altın, gümüş gibi mücevherâtı ateşe atarak
eritmiş ve bunlardan bir buzağı heykeli yapmıştı. Heykelin içini boş bırakmış
ve rüzgârın esiş istikâmetine doğru yerleştirmişti. Rüzgâr estikçe ondan sığır
sesine benzer bir ses geliyordu. Bunu da bahâne ederek avânesiyle birlikte
halka, onun ilâh olduğunu telkin etmiş, onları Hz. Mûsâ ve Hârûn’un hak
dininden çevirmek istemişti. Hatta Mûsâ (a.s.)’ın ilâhının da bu olduğunu,
fakat onu unutup kendine ilâh aramak için dağlara gittiğini iddia etmişti. Bu
ahmaklar, öyle bir sapıklık ve şaşkınlığın içine düşmüşlerdi ki, konuşamayan,
kendi sözlerine bile bir mukabelede bulunamayan, hiçbir fayda veya zarar
vermeyen cansız bir varlığın ilâh olamayacağını düşünecek halleri bile
kalmamıştı.
Aslında
İsrâiloğulları’nın Kıptîlerden aldıkları o süs eşyalarını kullanmaları
kendilerine haramdı. Bu sebeple o eşyalar için “günahlar” mânasına gelen اَوْزَارًا (evzâren) kelimesini kullanmışlardır.
Çünkü onlara ganimet haram kılınmıştı. Ganimet olarak toplanan malların ve
eşyaların yakılması gerekiyordu. Onlar da bu sebeple günahtan kurtulmak için
yüklendikleri süs eşyalarını yakmak üzere ateşe atmışlardı. Fakat işin dikkat
çeken yönü aslı haram olan bu eşyaların nasıl bir netice ortaya çıkardığıdır.
Neticede bunlar Samirî’nin elinde buzağı heykeline dönüşmüş ve onların hak yolu
bırakıp puta tapmalarına sebep olmuştur. Dolayısıyla kim helâl olmayan yollarla
dünyalık elde etmek isterse, dinî hassâsiyet bakımdan kendini büyük bir
tehlikenin içine atmış olur. Nitekim âyet-i kerîmede: “Nefsinin kötü
arzularını kendine ilâh edinen kimseyi gördün mü?” (Câsiye 45/23)
buyrulmaktadır.
Bu
âyet-i kerîmelerde şu ince mânalara işaret edilmektedir:
›
İsrâiloğulları Kızıl denizi geçtikten sonra putlara tapan bir
kavme rastladılar ve Hz. Mûsâ’dan kendileri için de onlarınki gibi bir put
yapmasını istediler. (bk. A‘râf 7/138)
Bu buzağı sûretinde bir puttu ve gönülleri ona tapmaya meyletti. İşte Sâmirî,
yaptığı buzağı heykelini tam da onların gönüllerinde muhabbeti yerleşmiş olan
sûrette yaptı. Burada şu işaret vardır ki, nefsin gizli arzuları kalpte yer
tuttuğu zaman, temizleme ve arındırma kalemiyle o kir oradan iyice kazınmadığı
sürece fırsatını bulunca sahibini tehlikeye atmasından korkulur.
›
Hz. Mûsâ kavminden kırk günlüğüne ayrıldı, bu kadar az bir süreyi
bile beklemeye tahammül edemeyen kavmi hemen tevhidden vazgeçip buzağıya
taptılar. Bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in aramızdan ayrıldığı
asırlar oldu. Buna rağmen bu gün biri kalksa onun ümmetinden muvahhid ve
ihlaslı birinin yanında tevhide aykırı bir söz söyleyecek olsa, hemen ona affı
olmayan büyük bir günah işlediğini ve bundan tevbe etmesi gerektiğini söyler.
Buna asla müsamaha göstermez. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 271)
›
Allah bir toplumu bir belâ ile sınamayı murad ettiğinde, onların
akıl sahibi olanlarının başlarından akıllarını alır. Apaçık mûcizeleri
gördükten sonra gözlerini kör eder de, sanki hiçbir şey görmemiş gibi olurlar.
Bu sebepledir ki 89. âyette: “Onun konuşamayan, fayda ve zarar veremeyen bir
buzağı olduğunu görmezler mi?” buyrulur.
›
İlâhî gazap ve azabı celbeden sebeplerden biri de sözünden dönmek
ve ahdini bozmaktır. Dolayısıyla O’nun rahmetine talip olanlar istikâmet ve
sebattan ayrılmamalıdırlar.
›
Dünya malı aldanışın, fesat ve helâkin sebebidir. Görüldüğü üzere
Firavun dünyası yüzünden gurura düştü, aldandı ve helak oldu. Sâmirî de
mücevherlerden böğüren bir buzağı yaptı ve onunla kavmini ifsat etti. Eğer
İsrâiloğulları Mısır’dan çıktıklarında yanlarında o zînetleri götürmeselerdi,
buzağıya tapmaktan kurtulurlardı. Bundan dolayı tevbe etmekle de imtihan
olunmazlardı. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 496-497)
Acaba
Hârûn (a.s.) vazifesini tam yapamadığı için mi bu olanlar oldu:
90. Halbuki Hârûn daha önce onlara: “Ey kavmim! Bakın, siz bu heykel yüzünden bir imtihana maruz kaldınız. Şüphesiz sizin Rabbiniz, Rahmân olan Allah’tır. O halde gelin bana uyun ve emrime itaat edin!” demişti.
91. Onlar ise: “Mûsâ aramıza dönünceye kadar onun karşısında boyun büküp tapınmaktan asla vazgeçmeyeceğiz!” dediler.
Esasen
Hz. Hârûn, Sâmirî ve yandaşlarının bu saptırmalarına karşı çıktı ve kavmini bu
tehlikeden uzaklaştırmak istedi. Üzerinde dikkatlice düşünülürse Hârûn
(a.s.)’ın, yanlış yola sapan kavmine bu nasihatinde en güzel hitâbet üsûlünü
takip ettiği görülür. Öncelikle, “Ey kavmim!” (Tâhâ 20/90) hitabıyla
onlara olan muhabbet, merhamet ve şefkatini göstermiş, onların hissiyatını
harekete geçirmiştir. İkinci olarak “Bakın, siz bu heykel yüzünden
bir imtihana maruz kaldınız” (Tâhâ 20/90) diyerek, onları bâtıldan
menetmiş; üçüncü olarak, “Şüphesiz ki sizin gerçek Rabbiniz, Rahmân olan
Allah’tır” (Tâhâ 20/90) diyerek Allah’ı tanımaya davet etmiş; dördüncü
olarak “o halde gelin bana uyun” (Tâhâ 20/90) diyerek peygamberliği
tanıyıp kabul etmeye çağırmış ve son olarak da “emrime itaat edin” (Tâhâ
20/90) diyerek, onları şeriatı tatbike davet etmiştir ki en güzel tertib budur.
Çünkü her şeyden önce şüpheleri izâle etmek, sonra işin aslı olan mârifetullah,
sonra nübüvvet sonra da şeriat gelir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
XXII, 92)
Hz.
Hârûn, burada husûsiyle Allah’ın “Rahman” adını zikretmiştir. Böylece onlara,
ne zaman tevbe ederlerse nihâyetsiz merhamet sahibi olan Allah’ın tevbelerini
kabul edeceğini haber vermiştir. Zaten Allah’ın onları Firavun belâsından
kurtarışı da onlara olan en büyük bir rahmet tezâhürüdür. Fakat ne gariptir ki
o ahmak kavim, cahilliklerinden dolayı, Hârûn’un bu güzel nasihatlerine kulak
tıkayarak, Mûsâ (a.s.) aralarına dönünceye kadar buzağıya tapmakta devam
edeceklerini söylediler. Böylece işin taklit tarafına ağırlık vererek, sanki
Hârûn (a.s.)’a, “Senin dediklerini kabul etmeyiz, ancak Mûsâ’nın sözünü
dinleriz” demiş oldular.
Hz.
Mûsâ kavminin saptığını öğrenmişti. Fakat kardeşi Hârûn’la kavmi arasında olup
bitenlerden habersizdi. Bu sebeple döner dönmez, ilk olarak Hârûn’u hesaba
çekti:
92. Mûsâ döndüğünde olan bitenden habersiz kardeşine çıkıştı: “Ey Hârûn! Bunların sapıklığa düştüklerini gördüğünde sana ne engel oldu da,”
93. “Söylediklerime uymadın, benim yolumdan gitmedin? Yoksa bilerek emrime karşı mı geldin?”
94. Hârûn: “Ey anamın oğlu!” dedi, “sakalımı, başımı çekme! Doğrusu ben senin: «Sözümü dinlemedin de İsrâiloğulları arasına ayrılık soktun!» demenden korktum.”
Hz.
Mûsâ dönüp kavminin içine düştükleri rezâleti görünce öfkesi daha da arttı.
Kardeşi Hârûn’u görür görmez sağ eliyle başından, sol eliyle de sakalından
yakaladı. Bu rezâletin, Hârûn’un ihmalinden kaynaklandığını düşünerek öncelikle
onu hesaba çekmek istedi. Vazifesini niçin düzgün yapmadığını, verdiği
tâlimatlara niçin uymadığını sordu. Çünkü Hz. Mûsâ Tûra giderken yerine Hârûn’u
vazifelendirmiş ve: “Kavmim içinde benim yerime geç, onların hatalarını
düzelt; sakın ha bozguncuların yoluna uyma!” demişti. (A‘râf 7/142) Bu tâlimata göre Hârûn, onların
saptığını görünce ya onlarla savaşmalıydı veya onları terk edip oradan
ayrılmalıydı. O, öğüt vermeyi tercih ettiğinden dolayı Hz. Mûsâ’nın bu azarına
muhatap olmuştur.
Hz.
Hârûn, Mûsâ (a.s.)’ın öfkesini yatıştırıp kendisine karşı merhametle
davranmasını sağlamak üzere ona: “Ey anamın oğlu!” diye hitap etmiştir. Çünkü
ana, şefkat ve merhametin timsâlidir. Ayrıca öz kardeş olduklarını hatırlatarak
kardeşlik hukukuna da dikkat etmesini istemiştir.
Hz.
Hârûn’un “Sözümü dinlemedin de İsrâiloğulları arasına ayrılık soktun!”
denmesi endişesine gelince: Hz. Mûsâ ona kavmiyle birlikte kalmasını emretmişti.
Onları bırakıp çıkacak olsaydı, bir takım kimselerin arkasından gelecekleri,
bir takım kimselerin de buzağı ile birlikte kalacakları korkusu vardı. Belki
de iş birbirlerinin kanlarını dökecek raddeye gelebilirdi. Ayrıca “bu işten
vazgeçin” diye onları alıkoymaya kalkışsaydı, aralarında bir çarpışma çıkabilir
ve daha tehlikeli bir durum sözkonusu olabilirdi. İşte Hz. Hârûn’un Mûsâ
(a.s.)’ın “Yoksa emrime bilerek karşı mı geldin?” sözlerine cevabı budur.
A‘râf sûresinde ise bu durum karşısında
Hz. Hârûn’un:
“Anamın
oğlu! İnan ki bu topluluk beni bir hiç yerine koydu. Az kalsın beni
öldürüyorlardı. Şimdi kalkıp bana düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni
bu zalimler güruhuyla bir tutma” (A‘râf 7/150) dediği haber
verilir.
Hârûn’dan
sonra hesap verme sırası Sâmirî’de:
95. Mûsâ, bu kez Sâmirî’ye dönerek: “Nedir bu yaptığın korkunç şey, ey Sâmirî?” diye sordu.
97. Mûsâ: “Defol, git!” dedi, “Artık hayatın boyunca: «Bana dokunmayın!» diyerek insanlardan uzak duracak, yalnız yaşamaya mahkûm olacaksın! Ayrıca senin için bir ceza daha var ki, ondan asla kaçıp kurtulamayacaksın. Şimdi tapınıp durduğun şu tanrına bak! Yemin olsun ki, biz onu ateşte yakacağız; sonra da küllerini denize savuracağız!”
98. Şüphesiz sizin ilâhınız ancak Allah’tır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
Sonra
Mûsâ (a.s.) aynı hiddetle buzağı heykelini yapıp kavmin sapmasına sebep olan
Sâmirî’ye döndü. Niçin böyle bir şeye cür’et ettiğini sordu. O da itiraz
etmeden suçu kabullendi. Nakledildiğine göre Sâmirî’nin, İsrâiloğulları’nın
görmeyip de kendisinin gördüğünü ve izinden bir avuç toprak aldığını söylediği
elçi, Hz. Mûsâ’nın huzuruna gelen Cebrâil (a.s.) idi. Sâmirî, onun atının
bastığı yerlerin yeşerdiğini görmüş, izinin toprağından bir avuç alıp,
mücevherâtın eritildiği o ateşe atmıştı. Sâmirî’nin buradaki sözünü mecazi
mânaya hamledip, “Nefsim beni, Allah’ın bana ilham ettiği husûsi bir ilmi böyle
kullanmaya sevketti” şeklinde anlamak da mümkündür.
Rivayete
göre Hz. Mûsâ’nın, artık bundan böyle hayatın boyunca “bana dokunmayın, benden
uzak durun” diyeceksin, şeklindeki bedduasından sonra Sâmirî, hakikaten ağır
bir bulaşıcı hastalığa yakalanmış ve ömrü boyunca insanlardan uzak durmak
mecburiyetinde kalmıştır.
Hz.
Hârûn ve Sâmirî ile bu konuşmaları yaptığı esnâda Mûsâ (a.s.) yine aynı hiddet
ve öfkeyle yapılan buzağı heykelini ateşte cayır cayır yakacağı, sonra onun
küllerini denize atacağı tehdidinde bulundu. Sonra da Allah’ın tek ilâh
olduğunu, O’ndan başka ilâh olmadığını, O’nun ilminin her şeyi kuşattığını
vurguladı. Böylece tüm kavmini yeniden tevhid akîdesine davet etti.
Bu
davranış, ulu’l-azm bir peygamberin Allah’ın birliğine karşı işlenen bir suç
karşısında nasıl yüksek bir gayret-i diniyyeye sahip olduğunun açık bir
örneğidir. Allah’ın varlığına ve birliğine inanan ve bu inancı insanlara
ulaştırma vazifesi olan her mü’minin Mûsâ (a.s.)’ın bu hâlinden alması gereken
çok güzel örnekler vardır. Kur’ân-ı Kerîm geçmiş peygamberlerin kıssalarını
işte bu maksatla anlatmaktadır:
96. Sâmirî şöyle cevap verdi: “Ben, onların görmediği bir şeyi gördüm. Sana gelen elçi Cebrâil’in izinden bir avuç toprak alıp onu erimiş mücevheratın içine attım. Böyle bir şey yapmayı nefsim bana hoş gösterdi.”
Sonra
Mûsâ (a.s.) aynı hiddetle buzağı heykelini yapıp kavmin sapmasına sebep olan
Sâmirî’ye döndü. Niçin böyle bir şeye cür’et ettiğini sordu. O da itiraz
etmeden suçu kabullendi. Nakledildiğine göre Sâmirî’nin, İsrâiloğulları’nın
görmeyip de kendisinin gördüğünü ve izinden bir avuç toprak aldığını söylediği
elçi, Hz. Mûsâ’nın huzuruna gelen Cebrâil (a.s.) idi. Sâmirî, onun atının
bastığı yerlerin yeşerdiğini görmüş, izinin toprağından bir avuç alıp,
mücevherâtın eritildiği o ateşe atmıştı. Sâmirî’nin buradaki sözünü mecazi
mânaya hamledip, “Nefsim beni, Allah’ın bana ilham ettiği husûsi bir ilmi böyle
kullanmaya sevketti” şeklinde anlamak da mümkündür.
Rivayete
göre Hz. Mûsâ’nın, artık bundan böyle hayatın boyunca “bana dokunmayın, benden
uzak durun” diyeceksin, şeklindeki bedduasından sonra Sâmirî, hakikaten ağır
bir bulaşıcı hastalığa yakalanmış ve ömrü boyunca insanlardan uzak durmak
mecburiyetinde kalmıştır.
Hz.
Hârûn ve Sâmirî ile bu konuşmaları yaptığı esnâda Mûsâ (a.s.) yine aynı hiddet
ve öfkeyle yapılan buzağı heykelini ateşte cayır cayır yakacağı, sonra onun
küllerini denize atacağı tehdidinde bulundu. Sonra da Allah’ın tek ilâh
olduğunu, O’ndan başka ilâh olmadığını, O’nun ilminin her şeyi kuşattığını
vurguladı. Böylece tüm kavmini yeniden tevhid akîdesine davet etti.
Bu
davranış, ulu’l-azm bir peygamberin Allah’ın birliğine karşı işlenen bir suç
karşısında nasıl yüksek bir gayret-i diniyyeye sahip olduğunun açık bir
örneğidir. Allah’ın varlığına ve birliğine inanan ve bu inancı insanlara
ulaştırma vazifesi olan her mü’minin Mûsâ (a.s.)’ın bu hâlinden alması gereken
çok güzel örnekler vardır. Kur’ân-ı Kerîm geçmiş peygamberlerin kıssalarını
işte bu maksatla anlatmaktadır:
99. Rasûlüm! İşte böylece sana daha önce yaşanmış önemli hâdiselerden bir kısmını anlatıyoruz. Şüphesiz sana tarafımızdan bir zikir verdik.
100. Kim ondan yüz çevirirse, kıyâmet gününde ağır bir günah yükünün altına girecektir.
101. Onlar bu yükün altında devamlı kalacaklardır. Kıyâmet gününde onların payına düşecek bu yük, ne kötü bir yüktür!
Önceki
ümmetlere ait bu kıssaları Cenâb-ı Hak, muhataplarının anlayışsızlıkları ve
tebliğin zorluğu karşısında bunalan Habîb-i Ekrem’i için bir teselli olsun ve
onun doğruluğuna delil teşkil etsin diye anlatır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle
buyrulur:
“Peygamberlerin
mühim haberlerinden kalbini kuvvetlendireceğimiz kıssaların hepsini sana
anlatıyoruz.” (Hûd 11/120)
Allah
Teâlâ bu kıssaları ona, kendine vahyettiği Kur’an vasıtasıyla ulaştırmaktadır.
Bu sebeple mealde ifade edildiği üzere “Sana katımızdan zikir verdik” buyurur.
Dolayısıyla buradaki “zikir”den maksat Kur’an’dır. Ona, içinde son derece
muhtevalı ve tesirli öğütlerin, hatırlatmaların bulunması sebebiyle “zikir”
denilmiştir. Onda insanın dinî ve dünyevî işlerinde karşılaşacağı her türlü
meselenin izahı bulunmaktadır. “Zikr”in “şeref” mânası da vardır. O da yine
Efendimiz’e Kur’an’la verilen bir şereftir. Bu mânada âyet-i kerîmede: “Şüphesiz
bu Kur’an hem senin için hem de kavmin için bir hatırlatmadır ve bir şereftir” buyrulur.
(Zuhruf 43/44)
Yüce
Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’i, âyetleri üzerinde tefekkür ve tedebbür edilip her
türlü emirleri ve yasakları bakımından kendisine tâbi olunmak üzere
indirmiştir. (bk. Sād 38/29) Peygamberleri de ancak kendilerine itaat edilmek
üzere göndermiştir. (bk. Nisâ 4/64) Kur’an, Allah Teâlâ’nın muradını, râzı
olduğu ve olmadığı hususları bildirir. Dolayısıyla ona tâbi olan kurtulur; ona
sırt çeviren ise, yaptığı bütün işler Allah’ın rızâsına aykırı olacağı için
üzerine ağır bir günah yükü yüklenmiş olur. Günah işlemeye devam ettikçe bu yük
daha da ağırlaşır. Bu haliyle ölüp mahşer yerine gelince, şüphesiz o günah
yüklerinin altında ebediyen kalır ve cezasını çeker. Bunun, gerçekten çok fenâ
bir yük olduğu kesindir. O halde, henüz hayattayken ve fırsat varken iman ve
tevbe ederek Allah’tan bağışlanma dilemek suretiyle bu yüklerden kurtulmanın
çaresine bakmak gerekir. Zira kıyamet, gerçekten dehşetli bir gündür:
102. O gün sûra üflenecek. Biz o günde inkârcı suçluları, yorgunluk ve susuzluktan gözleri morarmış ve kör bir halde mahşerde toplayacağız.
103. O halin dehşeti içine aralarında gizli gizli fısıldaşarak: “Siz dünyada olsa olsa on gün kadar bir şey kaldınız” derler.
104. Aralarında konuştukları hususu elbette biz daha iyi biliriz. İçlerinden en mûtedili ve aklı başında olanı ise: “Hayır, belki orada sadece bir gün kaldınız” diye karşılık verir.
Kıyamet
günü sûra üflenecek, günahkârların korkudan gözleri belerecek, gömgök
olacaktır. زُرْقًا (zürkan) kelimesinin
Arapçada “susuzlar” ve “körler” mânası da vardır. Demek ki onlar büyük bir
korku içinde ve aynı zamanda hem kör hem de susuz olarak haşrolunacaklardır.
Onlar, âhiret hayatının ne kadar sonsuz olduğunu fark ettikleri sırada, artık
geç olsa da dünya hayatının ne kadar kısa ve fânî olduğunu anlayacaklar;
fısıltı halinde birbirlerine dünyada olsa olsa ancak on gün kaldıklarını
söyleyecekler. Daha akıllı olanları ise orada bir günden daha fazla
kalmadıklarını söyleyecektir. İşte âhiretin sonsuzluğu karşısında, içinde
yaşarken bize uzun gelen dünya hayatının hâli! Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Yoksa
âhiretten vazgeçip dünya hayatına mı râzı oldunuz? İyi bilin ki, âhiretin
yanında dünya hayatının zevki hiç denecek kadar azdır.” (Tevbe 9/38)
“Allah
dilediğine rızkı bolca bahşeder, dilediğine de sınırlı ölçüde verir. Fakat
inkârcılar, bu gerçeğin farkında olmadıkları için dünya hayatı ile sevinip
şımarırlar. Oysa âhiretin sonsuz nimetleri yanında dünya hayatı azıcık,
değersiz ve geçici bir geçimlikten ibarettir.” (Ra‘d 13/26)
İşte
size kıyâmet gününden ve mahşer meydanından kalpleri ürperten dehşetli manzaralar:
105. Rasûlüm! Sana kıyâmet gününde dağların ne halde olacağını soruyorlar. De ki: “Rabbim onları ufalayıp savuracak.”
106. “Böylece yerlerini dümdüz, bomboş bir halde bırakacak.”
107. Öyle ki, orada ne bir çukur görebilirsin, ne de bir tümsek!
Münkirlerin,
Resûlullah (s.a.s.)’e: “Sen dünyanın fenâ bulacağını iddia ediyorsun. Bu
dediğin doğru olsaydı, onun yok olmaya yüz tutması için bir taraflarından
eksilmeye başlaması gerekirdi. Fakat biz dünyada böyle bir noksanlaşma
göremiyoruz. Dağları oldukları gibi yerinde görüyoruz. Kıyâmet kopacaksa bu
kocaman dağlar ne olacak, nereye gidecek?” şeklindeki itirazlarına cevap
olarak bu âyetler inmiştir. (bk.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 101)
Cenâb-ı
Hak dağları kıyâmet günü köklerinden söküp koparacak, birbirine çarpıp unufak
edecek, sonra onları akabilecek şekilde kum haline dönüştürecek, sonra da
rüzgârların etrafa dağıtabilecekleri şekilde atılmış renkli yün gibi
yapacaktır. Bundan sonra dağlar, etrafa dağıtılmış toz zerreleri haline
gelecektir. Bu hususları beyân eden bazı âyet-i kerîmeler şöyledir:
“Artık
sûra şiddetli bir üfleyişle üflendiğinde… Yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp,
birbirine tek çarpışla çarpılıp paramparça edildiğinde…” (Hâkka
69/13-14)
“Dağlar
yerlerinden koparılıp yürütülür, bir serâp hâlini alır.” (Nebe 78/20)
“Dağlar
da atılmış rengârenk yünlere döner.” (Kâria 101/5)
“Yer
şiddetli bir sarsılışla sarsıldığı, dağlar parçalanıp darmadağın edildiği,
uçuşan toz zerreleri haline geldiği zaman…” (Vâkıa 56/4-6)
Sonra Yüce Allah, onların yerlerini
üzerlerinde hiçbir bitki ve binâ bulunmayan dümdüz, açık, geniş ve kaygan bir
zemine dönüştürecektir. O zemin öyle dümdüz olacak ki, bakan kişi orada ne bir
vâdi ne bir tepe, ne bir alçaklık ne bir yükseklik, ne bir iniş ne bir çıkış,
ne bir çukur ne bir tümsek, ne bir eğrilik ne bir yumruluk, ne bir çatlaklık ne
bir iz görebilecektir.
Mahşer
kalabalığının içinden esrarengiz bir davetçi çıkıp “Gelin!” diye seslenecek:
108. O gün insanlar, hiçbir tarafa sapmadan kendilerini çağıran dâvetçinin peşine düşecekler. Rahmân’ın azamet ve heybetinden bütün sesler kısılacak; sen de artık fısıltıdan başka bir ses duyamayacaksın!
109. O gün hiç kimsenin şefaati fayda vermeyecek; ancak Rahmân’ın izin verdiği ve konuşmasına râzı olduğu kimseninki müstesnâ.
110. Allah onların geleceğini de bilir, geçmişini de. Fakat onların bilgisi Allah’ı kuşatamaz.
“Davetçi”,
İsrâfîl (a.s.)’dır. İkinci kez sûra üflediği zaman herkes başka hiçbir tarafa
meyletmeksizin mecbûrî sûrette onun çağrısına uyarlar. Onun çağrısının geldiği
yöne doğru koşarlar ve onun bulunduğu yönden başkasına sapmazlar. Bu hususla
alakalı âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Nidâ
edicinin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver.” (Kâf 50/41)
“O
gün kabirlerinden süratle çıkarlar; sanki belli bir hedefe varmak istercesine
koşarlar.” (Meâric
70/43)
Koşarlar
ama sessizce, gürültü patırtı yapmadan koşarlar. Zira mahşer yerinde Rahman’ın
huzurunda, O’nun azamet ve heybetinden sesler kısılacak, sadece bir fısıltı
veya hışırtıdan başka bir şey işitilmeyecek. Bu ses, mahşere doğru sevk edilen
kalabalıkların ayak sesleridir. Bunun mahşer halkının dil ve dudaklarını
hareket ettirerek kendi aralarında çok alçak sesle fısıldaşmaları mânası da
vardır. Nitekim yukarıda geçen 103. âyette, onların dünyada ne kadar kaldıkları
konusunda kendi aralarında fısıldaştıkları haber verilmişti.
O
gün ancak Rahmân’ın şefaat etmesine izin verdiği ve konuşmasına râzı olduğu
kimseler şefaat edebilecek ve ancak onların şefaatleri fayda verecektir. Yine
bu şefaat, ancak Allah Teâlâ’nın müsaade buyurduğu kimselere fayda verecektir.
Âyetin üslûbundan her iki mâna da anlaşılabilir. Efendimiz (s.a.s.)’den
nakledilen şu rivayet âhiret günü yapılacak şefaatin farklı bir yönünü haber
vermektedir:
“Kıyâmet günü insanlar saf saf olurlar. Derken
cehennem ehlinden bir kişi cennet ehlinden birine rastlar ve:
«–Ey
filân! Hatırladın mı sen su istemiştin de ben sana bir içimlik su vermiştim?»
der, ve bu sûretle şefaat ister. Mü’min de o kimseye şefaat eder.
Cehennemlik
olan bir başka kimse, cennetlik olan birinin yanına varır ve ona:
«–Hatırlıyor
musun, sana birgün abdest suyu vermiştim?» diyerek şefaat ister. O da hatırlar
ve ona şefaat eder.
Yine
cehennemlik olanlardan biri, cennetlik birisine:
«–Ey
filân! Beni şöyle şöyle bir işe gönderdiğin günü hatırlıyor musun? Ben de o gün
senin için gitmiştim» der. Cennetlik olan kimse de ona şefaat eder.” (İbn Mâce,
Edeb 8)
Ancak
insanların geleceklerini ve geçmişlerini, yaptıklarını ve yapacaklarını yâni
her hallerini bilen Cenâb-ı Hak, kime şefaat yetkisi verip vermeyeceğine,
şefaatin kimler için faydalı olup olmayacağına karar verecek tek mercidir.
İnsanların O’nun ilmini kuşatması ve O’nun işine karışması mümkün değildir. O
halde gönüller yalnız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a bağlanmalı, bütün
dileklerini O’ndan istemeli ve yalnız O’nun rızâsına ermek için
çalışmalıdır. Çünkü sonuçta:
111. Bütün yüzler, her zaman diri, her şeyin varlığı kendisine bağlı olan ve kâinatı yöneten Allah’ın önünde eğilmiştir. Zulüm yüklenerek gelen kimse, gerçekten hüsrâna uğramıştır.
112. Mü’min olarak sâlih ameller işleyen kimse ise, ne bir haksızlığa uğramaktan korkar, ne de sevaplarını eksik almaktan.
O
dehşetli kıyâmet günü bütün yüzler, yâni bütün insanlar dâimî bir hayat sahibi
olan, hiçbir zaman ölmeyecek olan, her şeyin hâkimiyeti, idâre ve tasarrufu
kudret elinde bulunan Yüce Allah’a zilletle boyun eğeceklerdir. O’nun,
haklarında vereceği her hükme teslim olacaklardır. O gün, dünyadan zulüm
yüklenerek gelenler hüsrâna uğrayacaklardır. Bu zulmün en büyüğü şüphesiz ki
şirk günahıdır. Allah şirk günahını affetmeyecektir. Bu konuda Nebiyy-i Ekrem
(s.a.s.) şu ikazda bulunur: “Zulümden kaçının. Çünkü zulüm kıyâmet gününde
zâlime zifirî karanlık olacaktır. Cimrilikten de sakının. Çünkü cimrilik sizden
önceki toplumları helak etmiş, onları birbirlerinin haksız yere kanlarını
dökmeye, haramlarını helâl saymaya sevketmiştir.” (Müslim, Birr 56)
İmanla birlikte sâlih amel işleyenlere gelince,
onlara ne yaptıkları kötülüklere fazladan bir ilâve yapılır, ne de hak
ettikleri mükâfattan bir eksiltme yapılır. Böyle bir haksızlık olmayacağı gibi,
aksine belki de Allah onların günahlarını affedecek, amellerinin mükâfatını da
kat kat fazla verecektir. Kur’ân-ı Kerîm, akılla bilinmasi mümkün olmayan bu
gerçekleri insanlık âlemine bidirmek üzere lütfedilmiştir:
113. Rasûlüm! İşte biz kitabı Arapça bir Kur’an olarak indiriyor ve onda tehdit ve uyarılarımızı çeşitli açılardan farklı üsluplarla açıklıyoruz. Umulur ki onlar bu sâyede günahlardan sakınırlar, yahut Kur’an onlarda her defasında yepyeni bir şuur ve idrak uyanıklığı meydana getirir.
114. Hak olan, hâkimiyetin gerçek sahibi olan Allah yüceler yücesidir. Rasûlüm! Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan önce unutma endişesiyle Kur’an’ı okumakta acele etme! “Rabbim! Benim ilmimi artır!” diye dua et.
Kur’ân-ı
Kerîm’de ikâz ve tehdit ihtivâ eden âyetlerin tekrar tekrar zikredilmesinin, bunların
çeşitli yönlerden ve farklı üsluplarla açıklanmasının iki mühim hedefi vardır:
›
İnsanların dinin yasakladığı her türlü haram ve kötülüklerden
sakınmalarını sağlamak, böylece onlara takvâ sahibi güzel bir kul olmanın
yollarını açmak.
›
Anlattığı ibretli hâdiseler ve verdiği öğütlerle her defasında
insanların gönüllerinde yepyeni bir şuur ve idrak uyanıklığı meydana getirmek.
Bunun
için de öncelikle yapılması gereken en mühim iş, varlığı tartışılmaz bir
şekilde gerçek olan, bütün kâinatın yegâne padişâhı olan yüce Allah’a inanmak
ve O’nu tanımaktır. Onu tanımak için de Habîb-i Ekrem’ine indirmiş olduğu
Kur’an’ı acele etmeden iman gözüyle ağır ağır okumak, âyetleri üzerinde
tefekkür etmek ve mânalarını anlamaya çalışmak zaruridir. İşin temeli faydalı
ilimdir. Bu sebeple Yüce Rabbimiz, Peygamber Efendimiz’e vahiy alırken, henüz
vahiy tamamlanmadan, unutma endişesiyle inen Kur’an âyetlerinin alelacele
okumamasını, vahyin tam olarak gönlüne inmesini beklemesini emretmiş ve
“Rabbim! Benim ilmimi artır!” diye dua etmesini istemiştir. Buradan Rabbimizin
istediği en faydalı ilmin vahiyle gelen Kur’an ilmi olduğu anlaşılmaktadır.
Ancak Kur’an’ın nûruyla nurlanmak ve hakîkatlerini keşfetmek için Kur’an
okunurken susmak, onu dinlemek, mânalarını ve sırlarını düşünmek gerektiğine
işaret edilmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Kur’an okunduğu zaman
hemen dikkat kesilerek ona kulak verin, susup dinleyin ki rahmete eresiniz.” (A‘râf 7/204) Burada ayrıca mü’minlere, Kur’an’ı bir
bütün hâlinde dikkate almaları ve onu iyice kavramaları hususunda bir
yönlendirme vardır. Çünkü Kur’an’ın âyetleri birbirini tamamlar ve açıklar. Bu
âyetlerden bir veya ikisini alıp, Kur’an’ın geri kalan kısmından soyutlayarak
onlardan anlamlar çıkarmak, insanı ciddî yanlışlara sürükleyebilir. Nitekim
âyetin sonunda yer alan “ilmimi artır” ifadesinin, “Kur’an’ın hakîkatlerini
idrâk etmek, nûruyla nurlanmak ve ahlâkıyla ahlâklanmak için anlayışımı artır”
mânası da vardır. Çünkü Kur’an’ın hakîkatleri nihâyetsizdir. Nitekim Abdullah
b. Mesud (r.a.) bu âyeti okuduğu zaman: “Allahım! Sana olan imanımı ve yakînimi
artır!” diye dua ederdi. Bu mühim bir duadır. Çünkü o böylece Rabbinden,
ilimden hâsıl olacak en güzel neticeyi talep etmiştir.
İlim,
Allah’ın nurlarından bir nurdur. Onu kullarından dilediğinin kalbine bırakır.
İlim, kulun varlığında yer tutan ve onu eşyanın hakîkatlerine muttali kılan bir
mânadır. Eşyayı görmek üzere göz için güneş ışığı ne ise, eşyanın hakîkatini
idrak etmek için de ilim o mevkidedir. Hatta ondan daha önemlidir. Bu bakımdan
şu hadîs-i şerif ne kadar mânidardır:
Ashâb-ı
kirâm Resûlullah (s.a.s.)’e:
“−Yâ
Rasûlallah! Amellerin hangisi daha faziletlidir?” diye
sordular. O da:
“−Allah’ı
bilmektir!”
buyurdu.
“−Hangi
amel mertebeyi artırır?” diye sordular. Yine:
“−Allah’ı
bilmek!”
buyurdu. Bunun üzerine:
“−Yâ
Rasûlallah! Biz amelden soruyoruz, siz ilimden cevap veriyorsunuz!”
dediklerinde Resûlullah (s.a.s.):
“−Allah’ı
bilerek yapılan az amel fayda verir. Fakat cehâletle yapılan çok amel fayda
sağlamaz!”
buyurdular. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, IV,
688)
Allah
dostlarından Zünnûn-ı Mısrî (k.s.), ilimle birlikte kişide zühd ve takvâ
duygularının da artması gerektiğini şöyle dile getirir:
“Biz
öyle insanlara kavuştuk ki, onların her birinin ilmi arttıkça zühdü de
artıyordu. Dünyaya karşı gani gönüllü oluyor ve onu sevmiyorlardı. Ama bugün
sizin ilminiz arttıkça dünyaya karşı sevginiz artıyor. Ona kavuşmak için
birbirinizi iterek geçiyorsunuz. Onlr bir başkaydı. Dünyalık malı ilim elde
etmke için harcıyorlardı. Onları böyle gördük. Ama şimdi siz tam tersine, bir
bilginiz varsa, dünyalık sahibi olmak için ortalığa saçıyorsunuz.” (Velîler
Ansiklopedisi, I, 229)
Fıtraten
çok zâlim ve çok câhil olan insan, zulmünü adâlete, cehlini ise ilme
çevirebilme istidadına sahiptir. Bu istidatla o, aynı zamanda Rabbini tanıma
imkânı elde eder. Bunun ismi “mârifetullah”tır. Fakat insanın bu yolda mesafe
alabilmesi için, Rabbiyle yaptığı kulluk sözleşmesine bağlı kalması ve bu
hususta son derece azimli olması şart koşulmuştur. Ancak insanlığın atası Âdem
ve Havva ile ilgili olarak anlatılan şu kıssa, insanın özellikle azim ve
kararlılık imtihanında başarısız olduğunu belgelemekte, bizim bu yöndeki
zafiyetimiz üzerine parmak basılarak hatalarımızı düzeltip eksiğimizi tamamlama
yolu gösterilmektedir:
115. Doğrusu biz daha önce Âdem’den o ağaca yaklaşmaması konusunda söz almıştık, fakat o verdiği sözü çabucak unutuverdi. Onda bir azim ve sebât da bulamadık.
Allah
Teâlâ, Âdem’i yaratıp cennete yerleştirince, eşiyle birlikte cennetin bütün
nimetlerinden istifade etmesini, fakat yasaklanan ağaca yaklaşmamasını
emretmişti. Fakat şeytanın aldatmasına kanarak Allah’a verdikleri sözü unutup o
ağaçtan yediler. Böylece verdiği sözde durma ve haramlardan kaçınma hususunda
Âdem’de ciddi bir azim, sebât ve kararlılık eksikliğinin olduğu ortaya çıkmış
oldu. Dolayısıyla burada, insanlığın babası Âdem’in şahsında, insanın iki mühim
zaafiyetine dikkat çekilir:
› İnsan
unutkandır. Zaten insan, bir tahlile göre, “unutma” mânasındaki “nisyan”
kökünden gelmektedir. Bu sebeple ona “insan” denmiştir.
› İnsan zayıf
yaratılmıştır; bir işte azim, sebat ve istikrar gösterebilme bakımından onda
büyük bir zaafiyet vardır. “Azim”, kişinin bir işi yapmaya karar vermesi ve
kalbini bir işin başarılmasına bağlamasıdır. Âyetin beyânıyla Âdem, kendisine
emredileni yerine getirme konusunda gereken azim ve kararlılığı
gösterememiştir. Eğer istenen seviyede azimli olsaydı şeytan onun ayağını
kaydıramaz ve onu kandırmaya güç yetiremezdi.
Âdem’in
kıssasının bu şekilde anlatılmasında, hayatları hata ve unutkanlıklarla dolu
olan evlatları için bir teselli, kalplerini teskin ve Allah’ın rahmetinden ümit
kesmemeleri için bir telkin vardır. Çünkü o unutmuş, hata etmiş, sonra istiğfar
ederek tekrar bağışlanmış ve Allah’ın seçkin bir peygamberi olmuştur. Günah
içinde olan bütün insanlar için, tevbe ettikleri takdirde Allah’ın bu lütfu
geçerlidir. Ancak en büyük düşman olan şeytana karşı daima uyanık durmak
zarureti vardır:
116. Biz bir vakit meleklere: “Âdem’e secde edin” demiştik. Hepsi secde ettiler; ancak İblîs secde etmekten kaçındı.
117. Bunun üzerine şöyle buyurduk: “Ey Âdem! Şüphesiz bu İblîs, senin ve eşin için çok tehlikeli bir düşmandır. Dikkat edin de, sizi cennetten çıkarmasın! Yoksa ihtiyaçlar içinde koşturur durur, sıkıntı çeker, perişan olursun.”
118. “Şimdi cennette sen ne acıkıyor, ne de çıplak kalıyorsun.”
119. “Yine sen burada ne susuzluk çekiyor, ne de güneşin sıcağında kavruluyorsun.”
Şeytanın
düşmanlığı Âdem’in cennetten çıkmasına sebep olduğu gibi, ona aldanan
evlatlarının da cennete girmesine engel olacaktır. Bu sebeple Rabbimiz,
şeytanın apaçık düşmanımız olduğu, dolayısıyla onun telkinlerine kanmamamız ve
adımlarına uymamamız konusunda bizi tekrar tekrar ikaz buyurur. (bk. Bakara
2/168-169; Fatır 36/6)
Âyetlerde
insan hayatının dört temel ihtiyacı dile getirilmektedir:
Yeme,
İçme,
Giyinme,
Barınma; sıcak ve soğuktan korunma.
Cennette
bunlar Âdem ve eşine meccânen ikram ediliyordu. Bu bakımdan, şeytana aldanıp
buradan çıktıkları ve yeryüzüne indirildikleri takdirde bu nimetlerden mahrum
kalacakları ve bunları kazanabilmek için çok zahmet çekip yorulacakları
kendilerine hatırlatıldı. Gerçekten de insanoğlu bu zaruri ihtiyaçlarını
karşılamak için gece gündüz didinip durmakta ve nice yorgunluklara
katlanmaktadır.
Rivayete
göre, Âdem cennetten indirildikten sonra Cibrîl (a.s.) ona cennetten bir kaç
buğday dânesi getirdi. Âdem’e bunları toprağa ekmesini söyledi. O da toprağı
sürdü ve ekti. Daha sonra ekinleri biçti, topladı, ayıkladı. Sonra öğüttü.
Sonra bundan hamur yoğurup ekmek pişirdi. Bunca yorgunluktan sonra ekmeği
yemek üzere oturdu. Elindeki ekmek yuvarlanıp gitti, dağın dibine vardı. Âdem
de onun arkasından koşup gitti, yoruldu ve alnı terledi. Bunun üzerine Cibrîl
(a.s.): “Ey Âdem, dedi, işte senin rızkın bu şekilde yorgunluk ve sıkıntı ile
elde edilecektir. Senden sonra çocuklarının da rızkı dünyada kaldığınız sürece
hep böyle olacaktır. (Kurtubî, el-Câmi‘, XI, 253)
Bu
açıklamalardan şu anlaşılıyor ki, cennette Âdem’e ve eşine yapılan yasak teşriî
bir yasak değil, tekvinî bir yasaktı ve bunda onların hayatlarını ilgilendiren
irşâdî bir tembih bulunmaktaydı. Çünkü âyetlerden bu yasaklardaki önemli bir
hikmetin acıkmama, susamama, çıplak kalmama ve güneşte yanmama, yani dünya
hayatının zorluklarını çekmeme olduğu anlaşılıyor. Yasağa uymamanın cezasının
da acıkma, susama, çıplak kalma ver güneşte yanma, dünya hayatının zorluklarına
mahkûmiyet olduğu görülüyor.
Şeytan
Âdem’e iki zaafiyet noktasından yaklaşarak vesvese vermiştir:
120. Derken şeytan ona vesvese verip: “Ey Âdem! Ne dersin, sana ölümsüzlük ağacını ve asla yok olmayacak bir saltanatın yolunu göstereyim mi?” dedi.
121. Böylece Âdem ve Havva o yasak ağaçtan yediler. Bunun üzerine ayıp yerleri kendilerine açılıp belli oluverdi de oraları hemen cennet yapraklarıyla örtmeye çalıştılar. Böylece Âdem, Rabbinin emrine karşı geldi ve şaşırıp kaldı.
122. Sonra Rabbi onu peygamber seçip kendine yaklaştırdı, tevbesini kabul buyurdu ve onu doğru yola iletti.
İnsanın
en önemli iki zafiyet noktası şudur:
›
Ebedî yaşama arzusu. Şeytan onlara, ölüm belâsının ilâcının
cennette olan o sonsuzluk ağacının meyvesinden yemeleri olduğunu söyledi.
›
Hiçbir zaman yıkılmayacak, yok olmayacak bir mülk ve saltanata
sahip olma hırsı.
Nitekim
A‘râf sûresi 20. âyette şeytanın onlara,
yasaklanmış ağacı göstererek: “Rabbiniz size bu ağacı, sırf melek olmamanız
veya burada ebediyen kalmamanız için yasakladı” dediği haber verilir.
Ancak
dikkat çeken bir husus şudur ki, âyetler, insan için ebediyet arzusunun karşı
cinse ve çocuklara duyulan sevgi ve tutku ile, dünya saltanatının yeme, içme,
giyinme ve sıcaktan korunma ihtiyaç ve tutkularının önünde geldiğini ve insan
için en büyük bir kayma noktası olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu ebediyet
arzusu, insanlarda çok defa tehlikeli bir şekilde dünya adına hiç
ölmeyecekmişçesine dünyevî hedefler taşıma olarak ortaya çıkmaktadır.
Böyle
zor bir imtihanla karşılaşan Âdem, yasak ağaçtan yemek sûretiyle Rabbinin
emrine karşı geldi ve düşmanının sözüne aldanarak doğru yoldan ayrıldı. Fakat
hatasını anlayıp tevbe ve istiğfar ettikten sonra Rabbi onu seçip kendine yakın
kıldı. Tevbesini kabul buyurdu ve onu hayırlı işlerde sebatkâr kıldı. Bundan
böyle günahlardan uzak durmada ona başarı verdi. Cennette başından geçen bu
imtihan, onun için mühim bir ders ve çok tesirli bir nasihat oldu. Fakat
kaderin ne cilvesidir ki, cennetten
sürülüp soyuyla beraber ağır kulluk imtihanına tâbi tutulmak üzere mecburi
istikamet yere inmesine de kimse engel olamadı:
123. Allah buyurdu ki: “Birbirinize düşman olarak hepiniz cennetten inin. Size benden doğru yolu gösteren bir rehber geldiği zaman, kim o rehberime uyarsa artık o, dünyada asla yolunu şaşırmayacak, âhirette de sıkıntı çekmeyecektir.”
Allah’tan
gelecek “hidâyet yani doğru yol rehberi”nden maksat, peygamber ve kitaptır.
Cenâb-ı Hak bunlar vasıtasıyla doğru yolunu insanlara bildirmektedir. Yaşadığı
dönem itibariyle kim Peygamber’i tasdik eder, getirdiği kitâba inanır ve
bunların gösterdiği yolda yürürse dünyada doğru yoldan sapmaz; âhirette de azab
olunmak sûretiyle bedbaht olmaz, sıkıntıya düşmez.
Buna
karşılık:
124. Kim de benim kitabıma sırt döner ve beni anmaktan uzak durursa, şüphesiz dünyada onun için sıkıntılı, dar bir geçim vardır; kıyâmet günü de onu kör olarak diriltip huzurumuza getireceğiz.
125. O: “Rabbim! Beni niçin kör olarak dirilttin? Oysa ben dünyada gözleri gören biriydim” diye itiraz edecek.
126. Allah şöyle buyuracak: “Evet, böyle! Âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları nasıl unutup bir kenara attıysan, bugün de sen işte öylece unutulur, bir kenara atılırsın!”
127. İşte biz kendilerine verilen her türlü kabiliyeti ve ömürlerini israf edip haddi aşan ve Rabbinin âyetlerine inanmayanları böyle cezalandırırız. Âhiret azabı, elbette daha şiddetli ve çok daha devamlıdır.
124.
âyette bahsedilen “Allah’ın zikri”nden maksat:
›
Kur’ân-ı Kerîm’dir. Çünkü Kur’an Allah’ı hatırlatan, O’nun emir ve
yasaklarını bildiren en büyük zikirdir. Zaten onun bir ismi de “Zikir”dir. (bk.
Hicr 15/9)
›
Allah’ı hatırlamak, onu dille ve kalple zikretmektir.
›
Peygamber’dir. Çünkü o da Allah tarafından gönderilmiş bir öğüt
verici ve hatırlatıcıdır.
Bu
üç mânanın da birbiriyle yakın irtibatı vardır. Buna göre Allah’ın zikrinden
yüzçevirenler, dar ve sıkıntılı bir yaşayışa mahkûm olurlar. Bunun izahı şöyle
yapılabilir: Yüce Allah teslimiyet, kanaat, kendine tevekkül edip kısmetine
rızâ göstermeyi İslâm’a uymanın muhtevası içerisine yerleştirmiştir. Bu sebeple
dindâr bir kimse Allah Teâlâ’nın kendisine vermiş olduğu rızka râzı olur,
bundan dolayı Rabbine şükreder, gönül hoşluğuyla ondan infak eder, bol, huzurlu
ve rahat bir geçim içerisinde yaşar, gider. Cenâb-ı Hak, böylelerini: “Erkek
olsun kadın olsun mü’min olarak kim sâlih amel işlerse ona dünyada elbette
temiz ve güzel bir hayat yaşatırız…” (Nahl 16/97) diyerek müjdeler. Allah’ı
unutan ve dinden yüz çeviren kimseyi ise hırs istilâ eder. Bu hırsın tesiri ile
devamlı olarak dünyalığının artmasına göz diker. Elde ettiğine bir türlü
memnun olmaz. Cimrilik hastalığına Musallat olur. İliklerine kadar işleyen
cimrilik marazı onun iyilik yolunda harcamasını engeller. İşte böylesinin,
zâhiren elinde bazı imkânlar olsa da yaşayışı dardır, sıkıntılıdır, hali
perişandır.
Allah
Teâlâ, zikrini terk edip ondan yüz çevirenleri, bunun bir cezası olarak kıyâmet
günü kör olarak diriltip huzuruna çıkaracaktır. Dünyada baş gözlerinin açık
olması onların bu şekilde haşredilmesini engellemeyecektir. Onların buradaki
Allah’ın âyetlerine karşı sergiledikleri kalp körlükleri, orada tam bir körlük
olarak karşılarına çıkacaktır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Kıyamet
günü onları kör, dilsiz, sağır olarak yüzükoyun haşrederiz. Sonunda varacakları
yer cehennemdir. Onun ateşi dindikçe, onlar için her defasında çılgın alevi
yeniden körükleriz.” (İsrâ 17/97)
Hak
Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’den yüz çevirenleri, Allah’ın varlığını ve birliğini
gösteren yaratılış delilleri üzerinde düşünmekten vazgeçip kendilerine verilen
ömrü, kabiliyet ve imkânları boşa harcayanları ve her türlü günahı işlemede
haddi aşanları işte böyle cezalandıracaktır. Cehennem azabı, hem dünyadaki dar
geçimden hem de kabir azabından daha korkunç, daha dehşetli ve daha devamlı
olacak; hiçbir zaman kesintiye uğramayacak ve bir daha sonu gelmeyecektir.
Oysa
Allah’ın zikrine, O’nun dinî ve kevnî delillerine sırtlarını dönen bu gâfiller,
insanlık tarihini gözden geçirip devletlerin ve medeniyetlerin yıkılış
sebepleri üzerinde düşünseler, zâlimlerin sonunun hep aynı olduğunu görürler:
128. Kendilerinden önce gelip geçmiş ve bugün meskenleri arasında dolaşıp durdukları onca zâlim nesilleri helâk etmiş olmamız, onların akıllarının başlarına gelmesine yetmiyor mu? Şüphesiz bunda, akıl sahipleri için pek çok dersler ve ibretler vardır.
129. Eğer Rabbin tarafından, cezalarının erteleneceğine dair daha önce verilmiş bir karar ve bu kararın gerçekleşmesi için belirlenmiş bir süre olmasaydı, elbette hak ettikleri azap onları çoktan yakalamış olurdu!
Kur’ân-ı
Kerîm, geçmiş ümmetlerin helak kıssalarını tekrar tekrar anlatır. Mekkeli
müşrikler, ticâret için gittikleri yerlerde, daha önce helâk edilen Âd, Semûd
gibi bu kavimlerin kalıntılarını görüyorlar, onların hazin âkıbetlerinden
haberdar oluyorlardı. Üzerinde saltanatların kurulduğu ve nice dünya zevk ü
safâsının sürüldüğü bu yurtların ıpıssız ve bomboş olduğuna gözleriyle şâhit
oluyorlardı. Bunların hâlinden ibret alıp, aynı durumun kendi başlarına da
geleceğini düşünmeleri ve akıllanmaları gerekmez mi? Fakat bunun için akl-i
selîm sahibi olmak lazımdır. Çünkü bunlarda ancak akıl sahiplerine hitap eden
ibretler ve deliller bulunmaktadır. Aslında Allah, inkâr ve günahta ileri giden
toplumları hemen helak etmeye muktedirdir. İstese azap hemen onların yakasına
yapışıverir. Fakat O, her ümmete belli bir ecel tayin etmiştir. O vakit
gelmeden azabını göndermemektedir. Yalnız Allah’ın böyle mühlet vermesine
aldanıp, nasıl olsa bir şey olmayacak dememeli, aslında bu mühleti tevbe,
istiğfar ve Allah’a kulluk için bir fırsat bilmelidir. Bunun da başında namaz
gelir:
130. Rasûlüm! Sen onların alay ve inkâr dolu sözlerine sabret! Güneş doğmadan ve batmadan önce Rabbini överek tesbih et. Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün bazı vakitlerinde de tesbihine devam et ki, Rabbinin hoşnutluğuna eresin.
Bu
âyet beş vakit namaza işaret eder. Şöyle ki:
“Güneşin doğmasından önce” sabah namazına,
“Batmasından önce” ikindi namazına,
“Gecenin bir kısım saatleri” yatsı namazına,
“Gündüzün etrafı yani iki ucu” akşam ve öğle namazına işaret eder.
Çünkü öğle namazı günün ilk bölümünün son vaktinde ve ikinci bölümünün ilk
vaktinde kılınır. O bakımdan bu namaz günün iki vaktinde yer almaktadır. Üçüncü
vakit ise güneşin batış vakti olup bu da akşam namazı vaktidir.
Bu
vakitlerde farz ve nâfile olan namazlara devam etmek, Cenâb-ı Hakk’ı zikir ve
tesbih etmek kulun Rabbin rızâsına erişmesi için en büyük vesilelerdir. Ancak
Allah’a kullukta başarılı olabilmek için gözü ve kulağı yanlış meyillerden
korumak, bunun neticesinde de kalbi dünya sevgisinden boşaltmak gerekmektedir:
131. Onlardan bazı kimselere verdiğimiz dünya hayatının süsü ve debdebesinden ibaret olan geçimliklere gözün kaymasın! Biz bu nimetlerle onları imtihan ediyoruz. Unutma ki, Rabbinin senin üzerindeki nimeti ve âhirette sana vereceği rızık hem daha hayırlı, hem çok daha devamlıdır.
Allah
Teâlâ, Rahmân sıfatının bir tecellisi olarak dünyada mü’min ve kâfir ayırımı
yapmaksızın herkesi rızıklandırır. Kimine az, kimine çok verir. Bazan en
sevdiği kullar olan peygamberlere ve mü’ninlere az verdiği halde, kâfirlere
daha çok verdiği de olur. Bu tamamen Rabbimizin takdirine ve hikmetine bağlı
bir durumdur. Mü’min kendisine verilen imkânlara râzı olur, onu Allah yolunda
kullanarak Rabbinin rızâsını kazanmaya çalışır. Kâfirler için ise bu mallar,
mülkler, zînet ve debdebeler birer fitne, mihnet ve iptilâ sebebidir. Bunlara
aldanıp, Allah’tan gâfil kalır ve sonsuz hayatlarını perişan ederler. Nitekim
bu hususta bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Onların
ne malları ne de evlatları sakın seni imrendirmesin! Çünkü Allah, onları daha
dünya hayatında bunlar yüzünden sıkıntılara düşürmeyi ve neticede kâfir olarak
can vermelerini istemektedir.” (Tevbe 9/55)
Bu
bakımdan âyet-i kerîme Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in şahsında mü’minlere, çiçek
gibi üç günlük ömrü olan dünya malına ve zînetine karşı müstağni bir gönülle
hareket etmelerini, hususiyle kâfirlerin tamamen başlarına belâ olacak zahiri
şa’şaa ve debdebelerine iltifat etmemelerini istemektedir. Allah’ın kendilerine
helâlinden ihsan edeceği dünya nimetleri onlar için daha hayırlı olacaktır.
Âhirette ihsan edeceği cennet nimetleri ise hem daha güzel, hem de ebedî
olacaktır. Şu âyet-i kerîme, herkesin peşinden koştuğu dünya mal ve
evlatlarının âkıbetini ne güzel beyân buyurur:
“Sizi
bize yaklaştıracak olan ne mallarınız ne de evlatlarınızdır. Ancak iman edip
sâlih ameller işleyenler müstesnâ. Onlara, yaptıklarına karşılık kat kat
mükâfat verilecek ve onlar cennetin yüksek köşklerinde güven ve huzur içinde
kalacaklardır.” (Sebe’ 34/37)
Bu
vesileyle tekrar namaza vurgu yapılarak özellikle fert, aile ve toplum olarak
namaz ibadetine daha fazla önem verilmesi istenmektedir:
132. Ailene ve ümmetine namazı emret. Kendin de onu kılmaya sabırla devam et. Biz senden rızık istemiyoruz; üstelik seni de biz rızıklandırıyoruz. İyi bilin ki, hayırlı son, kalpleri Allah’a saygı ile dopdolu olup günahlardan sakınan ve ilâhî buyruklara uyanların olacaktır.
Cenâb-ı
Hak, Peygamberimiz’e hem ailesine hem de ümmetine namazı kılmalarını
emretmesini, kendisinin de sabır ve sebatla namaza devam etmesini emir
buyurmuştur. Rızık endişesi ve maişet temini ibâdetlerin ifâsına, özellikle de
namaza mâni olmamalıdır. Bu konuda Cenâb-ı Hakk’ın garantisi vardır. O,
kimseden rızık istemediği gibi, hepsini de o rızıklandırmaktadır. Nitekim şu
âyetlerde de bu hususa dikkat çekildiği görülür:
“Ben
cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben
onlardan herhangi bir rızık istemiyorum; beni doyurmalarını da istemiyorum.
Muhakkak ki Allah, evet O, bütün rızıkları veren, sonsuz kudret ve sarsılmaz
kuvvet sahibi olandır.” (Zâriyât 51/56-58)
Bu
emir, namaz ibâdetinin ne kadar ehemmiyetli olduğuna dikkat çeker. “O erler
ki, ne ticaret ne de alış veriş onları Allah’ı zikretmekten, namazı dosdoğru
kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoyamaz. Onlar, kalplerin halden hale girip
alt üst olacağı, gözlerin dehşetten donakalacağı bir günden korkarlar” (Nûr
24/37) âyeti de, ticâret ve alışverişe dalıp Allah’ı unutmayan, namazı
ve zekâtı ihmal etmeyen gerçek mü’minlerin hallerini beyân eder. Bu bakımdan
müslümanın en mühim vazifesi, ibâdet ve takvâ hayatına ihtimam göstermektir.
Çünkü en hayırlı son, en güzel âkıbet olan cennet, kalpleri Allah korkusu ve
saygısı ile dopdolu olup her türlü günahtan sakınan ve ilâhî buyruklara
harfiyen uyan seçkin kulların olacaktır.
Bu
âyet indikten sonra Allah Resûlü (s.a.s.), kızı Fâtıma’nın evine gider ve
“Haydi namaza!” buyururdu. Buna aylarca devam ederdi. (Buhârî, Teheccüd 5;
Müslim, Misâfirîn 206)
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur: “Çocuklarınıza yedi yaşındayken namaz
kılmalarını söyleyin. On yaşına geldiklerinde kılmazlarsa onları cezalandırın
ve kız ve erkek çocukların yataklarını da ayırın.” (Ebû Dâvûd, Salât 26)
Yine
bu mânada Efendimiz (s.a.s.): “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz
sürüden sorumlusunuz” buyurmaktadır. (Buhârî, Cuma 11; Müslim, İmâret 20)
Unutmayalım
ki, Allah Resûlü (s.a.s.), ailesinin başına bir darlık ve sıkıntı geldiğinde,
onlara namaz kılmalarını emreder ve bu âyeti okurdu. (bk. Nesâî, Mevâkit 46;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 206)
Bu
hususta Peygamberimiz (s.av)’in Rabbinden rivayet ettiği şu hadis-i kudsî pek
dikkat çekicidir: “Ey Âdemoğlu! Sen kendini bana kulluğa ver ki, ben gönlünü
zenginlikle doldurayım, fakirliğini kapatayım. Eğer böyle yapmazsan gönlünü
meşguliyetle doldurur, fakirliğini de kapatmam.” (Tirmizî, Kıyâme 30; İbn
Mâce, Züh 2)
Namaz,
kulun bütün ihtiyaçlarını Rabbine arzettiği çok şumüllü, muhtevalı ve feyizli
bir ibâdettir. Önceki ümmetlerde de büyük sıkıntılar hep namazla def edilirdi.
Onlardan birine bir darlık ve sıkıntı geldi mi sığınağı hep namaz olurdu.
Nitekim Cenâb-ı Hak Yûnus (a.s.)’ın kıssasını anlatırken: “Eğer o, Allah’ı her dâim tesbih eden kullardan
olmasaydı, elbette insanların yeniden diriltileceği güne kadar o balığın
karnında kalacaktı” (Saffât 37/143-144) buyurmuştur. İbn Abbas (r.a.) bunu
“namaz kılanlardan olmasaydı” diye tefsir eder. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
V, 534)
Namazın,
insanın sahip olduğu mânevî melekeler ve merkezler itibariyle ayrı bir
derinliği ve feyzi vardır. Buna göre; cesedin namazı farzlar ve nâfilelerdir.
Nefsin namazı ise beşeriyet çukurundan kurtulup ruhâniyetin zirvesine
yükselmesidir. Kalbin namazı, murâkabeye devam etmek ve her an huzurda
bulunduğunun farkında olmaktır. “Onlar namazlarında tam bir tevazu,
teslimiyet ve derin bir saygı içindedirler” (Mü’minûn 23/2) âyeti buna
işaret eder. Sırrın namazı, müşâhede denizinde müstağrak olarak Allah’tan
gayrısına iltifat etmemektir. Efendimiz (s.a.s.)’in: “Allah’a, O’nu
görürcesine ibâdet et” (Buhârî, İman 37) emri bunu hatırlatır. Rûhun namazı,
Allah’ta fâni ve O’nda bâki olmasıdır. Âyette: “Peygamber’e itâat eden, Allah’a itaat etmiş olur” (Nisâ 4/80) buyrulur. Allah Resûlü (s.a.s.) ise nefsinden
fâni, Rabbi ile bâkîdir. Kim namazı işte bu muhtevada kılarsa, Allah onu
insanların elinde bulunandan müstağni kılar ve kendi katındaki nimetlerle
rızıklandırır. “Seni yoksul bulup zengin etmedi mi?” (Duha 93/8) âyeti
bu mânaya işaret ettiği gibi, Efendimiz (s.a.s.)’in: “Rabbimin katında
gecelerim. O, beni yedirir ve içirir” (Buhârî, Savm 20; Müslim, Sıyâm 57)
beyânı bu hakîkati açıkça ortaya koyar. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 534)
Böyle
manevî gerçeklerin ve derûnî sırların varlığına rağmen, kâfirler inatla aynı
inkâr sözlerini tekrar edip durmaktan vazgeçmezler:
133. İnkârcılar: “Muhammed bize Rabbinden bir mûcize getirse ya!” diyorlar. Kendilerine, önceki ilâhî kitaplarda bulunan bilgileri açıklayan Kur’an’ın gelmiş olması, onlar için yeterli değil midir?
134. Şayet biz, kitap ve peygamber göndermeden önce kendilerini aslında hak ettikleri bir felâketle helâk edecek olsaydık, bu takdirde: “Rabbimiz, ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, böyle rezil ve perişan olmadan önce senin âyetlerine uysaydık!” diyeceklerdi.
135. Rasûlüm! De ki: “Herkes gelecek adına bir beklenti içinde bulunuyor; madem öyle siz de beklemeye devam edin. Merak etmeyin: kim doğru yol üzerinde imiş ve kim beklentilerini doğru çıkaracak bir yol takip ediyormuş, elbette yakında bileceksiniz!”
Kur’ân-ı
Kerîm, önceki ilâhî sahifelerde ve kitaplarda bulunan dinin temel esaslarını
ihtivâ etmektedir. Onlara ilâveten özellikle şeriat sahasında yeni yeni
hükümler de getirmiştir. Ortada hidâyet, rahmet ve şifa kaynağı Kur’an gibi bir
kitap dururken, başka bir mûcizeye ihtiyaç yoktur. Zaten Peygamber (s.a.s.), o
münkirlerin talep ettiği mûcizeyi getirse bile yine iman edecek değillerdi.
Çünkü onların derdi gerçeği aramak değil, tamamen nefsâni ve şeytânî arzularına
tâbi olarak hakikatle alay etmekti. Cenâb-ı Hak onlara Peygamber göndermek
sûretiyle vâki olacak itiraz kapılarını kapatmıştır. Eğer bir peygamberin
davetine erişmeden hak ettikleri bir azaba uğrayıp helak olsalardı veya cehennem
azabıyla karşılaşsalardı, o zaman: “Rabbimiz, ne olurdu bize bir peygamber
gönderseydin de, böyle rezil ve perişan olmadan önce senin âyetlerine
uysaydık!” (Tâhâ 20/134) diyebilirlerdi. Fakat artık böyle bir
itiraz hakları yoktur. Bütün bu uyarılara rağmen hâla inkârda devam edecek
olurlarsa, geriye tek çıkar yol kalmaktadır: O da neticeyi beklemektir.
Neticede kimin doğru yolda, kimin yanlış yolda; kimin hidâyet üzere, kimin
dalâlet üzere olduğu açıkça ortaya çıkacak, herkes bunu yakında bilecektir. Münkirler,
“Size bir uyarıcı gelmedi mi?” sualine:
“Evet,
bize bir uyarıcı geldi. Fakat biz onu yalanladık ve onlara: «Allah’ın bir şey
indirdiği falan yok; siz ancak büyük bir sapıklık ve şaşkınlık içindesiniz»
dedik”
(Mülk 67/9) diyecekler ve:
“Eğer
uyarılara kulak vermiş veya aklımızı kullanıp gerçekler üzerinde düşünmüş
olsaydık, şimdi şu çılgın alevli ateşin yoldaşları arasında bulunmazdık!” (Mülk 67/10)
diye âh vâh edeceklerdir.
Allah
muhâfaza buyursun! Âmin.
Tâhâ sûresi,
herkesin hesap gününü beklemekten başka çaresi olmadığını, mutlaka bu güne
maruz kalacaklarını ifade ederek son bulurken, bir sonraki Enbiyâ’ suresi,
beklenen bu günün iyice yaklaştığını haber vererek söze başlayacaktır:
İsrâ Sûresi 78-84.Ayetler 78. Güneşin öğleyin batıya doğru kaydığı andan gece karanlığı bastırıncaya kadar belli vakitlerde namazı dosdo ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَجَٓاؤُ۫ عَلٰى قَم۪يصِه۪ بِدَمٍ كَذِبٍۜ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ اَنْفُسُكُمْ اَمْرًاۜ فَصَبْرٌ جَم۪يلٌۜ وَاللّٰهُ الْ ...
Âyetler “Sana uyan mü’minlere alçak gönüllü davran!” Şuarâ sûresi (26), 215 Allah Teâlâ İslâmiyet’e gönül veren kullarını Resûlullah Efendi ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: لَقَدْ كَانَ ف۪ي يُوسُفَ وَاِخْوَتِه۪ٓ اٰيَاتٌ لِلسَّٓائِل۪ينَ Andolsun ki Yûsuf ve kardeşlerinde, almak isteyenler için ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَلِلّٰهِ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاِلَيْهِ يُرْجَعُ الْاَمْرُ كُلُّهُ فَاعْبُدْهُ وَتَوَكَّلْ عَلَيْهِۜ وَمَا رَ ...
İslâm dininde rüya tabirine önem verilir. Allah Teâlâ’nın Hz. Yusuf’a (as.) bahşettiği mucizelerden biri rüyâ tabiri idi. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Yûsuf ...