Enbiyâ sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 112 âyettir. اَلأنْبِيَاءُ (enbiyâ), kelime olarak “nebî” kelimesinin çoğulu olup “peygamberler” anlamına gelir. Bir kısım peygamberlerin kıssalarından ibretli sahneler beyân etmesi sebebiyle “Enbiyâ sûresi” ismini almıştır. Mushaf tertîbine göre 21, iniş sırasına göre 73. sûredir.
Sûrenin başlangıcında, Resûlullah (s.a.s.) ve Kur’an’a iman etmeyenlerin, artık hesap vakitlerinin iyice yaklaşmış olmasıyla birlikte hakikat karşısındaki derin gafletleri, şaşkınlıkları, perişan âkıbetleri dile getirilir ve başlarına helak edici musîbetler geldiğinde onların bundan kurtuluşlarının mümkün olmayacağı belirtilir. Allah’ın ulûhiyette tekliğine, birliğine ve kudretine en büyük delilin, kâinattaki emsalsiz âhenk olduğuna; Allah’tan başka bir ilâhın varsayılması durumunda bu ahengin yerini anarşi ve bozukluğun alacağına dikkat çekilir. Göklerle yerin yoktan var edilmesi, her canlı varlığın sudan yaratılması, yeryüzündeki dağlar, yollar, gece, gündüz, güneş ve ay birer ilâhî kudret nişânesi olarak zikredilir. Ölüm, âhiret, hesap, cennet, cehennem vurgusu yapılır. Sonra da Hz. Mûsâ, Hz. İbrâhim, Hz. Lût, Hz. Nûh, Hz. Dâvûd, Hz. Süleyman, Hz. İsmâil, Hz. İdris, Hz. Zülkifl, Hz. Yûnus, Hz. Zekeriya, Hz. Meryem ve Hz. İsa’nın kıssalarından pek ibretli birer, ikişer kesit sunulur. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (s.a.s.)’in risâletinden istifade ile, göklerin kağıt tomarı gibi dürüleceği kıyamet gününde, ebedî azaba düçar olanlardan değil, o dehşetli manzaraların kendilerini tasalandırmadığı, meleklerin kendilerini cennetle müjdelediği bahtiyâr insanlardan olmak tavsiye edilir.
Mushaftaki sıralamada yirmi birinci, iniş sırasına göre yetmiş üçüncü sûredir. İbrâhim sûresinden sonra, Mü’minûn sûresinden önce Mekke döneminde inmiştir. Abdullah b. Mes‘ûd, “Benî İsrâil (İsrâ), Kehf, Meryem, Tâhâ ve Enbiyâ sûreleri, benim Mekke’de ilk öğrendiğim güzel sûrelerdir” demiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 21/1). Bazı müfessirler 44. âyetinin Medine döneminde nâzil olduğu kanaatindedir.
1. İnsanların hesap verme vakti iyice yaklaştı; fakat onlar hâlâ koyu bir gaflet ve umursamazlık içinde gerçeklerden inatla yüz çeviriyorlar.
Kıyâmetin
kopması, mahşer yerinde şaşmaz terâzilerin konup amellerin tartılarak
hesapların görülme vakti çok yaklaşmıştır. Kur’an’ın ifadesiyle bu, her an
gerçekleşebilir. Ve bu, göz açıp kapayacak kadar kısa bir süre içinde vuku
bulacaktır. Bu yüzden ona “saat” ismi verilmiştir. (bk. Nahl 16/77) Resûlullah
(s.a.s.)’in son peygamber olarak gönderilmesi, insanlık tarihinin büyük bir
bölümünün geride kaldığını gösterir. Nitekim Efendimiz (s.a.s.), bir defasında şehadet parmağıyla orta parmağını bir araya getirerek: “Benimle kıyametin arası şu iki parmağın
arası kadar yaklaştığı sırada ben peygamber olarak gönderildim”
(Müslim, Cum‘a 43) buyurmuştur. Bu açıklamasıyla Allah
Resûlü (s.a.s.), kendisinden sonra kıyamete kadar başka peygamber
gelmeyeceğini, bu sebeple insanların, başka bir uyarıcı beklemeksizin şimdiden
hallerini düzeltmeleri lazım geldiğini haber vermiştir. Buna rağmen, kâfirler
ve günahkârlar o dehşetli günden koyu bir gaflet ve umursamazlık içinde
yaşarlar. İlâhî davetten ve hesaba hazırlıktan yüz çevirirler. Bu hiç de doğru
bir hareket değildir. Doğru olan hesâbın yakınlığına inanarak ona göre
hazırlıklı olmaktır. Zira hesabın yakın olduğunu bilenin emeli kısa, ameli
güzel olur. Hemen tevbeye yönelir. Dünyaya gönül bağlamaz. Ayrıca ölüm de
kaçınılmaz olarak gelecektir. Her insanın ölümü ise onun kıyametinin
kopmasıdır. Onun da ne zaman ve nerede geleceği bilinmemektedir. Bütün bu
gerekçelere rağmen:
2. Rablerinden kendilerine ne zaman yeni bir uyarı gelse, onlar bunu hep alaya alarak dinlerler.
4. Peygamber şöyle dedi: “Rabbim, gökte ve yerde söylenen bütün sözleri bilir. Çünkü O, her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla bilendir.”
5. Kâfirler kafaları karışık bir halde: “Hayır, onun Kur’an diye getirdiği şeyler bir büyü değil, saçma sapan rüyâlardan ibarettir. Hayır, hayır belki de onu kendisi uyduruyor. Yok yok, gâliba o peygamber değil, belki de bir şâirdir. Bunların hiçbiri değil de eğer gerçekten peygamberse, o zaman daha önce gönderilmiş peygamberler gibi o da bir mûcize gösterse ya!” dediler.
6. Oysa ki, onlardan önce helâk ettiğimiz hiçbir ülke halkı, kendilerine mûcize geldiğinde iman etmemişti. Şimdi bunlar mı senin göstereceğin mûcizeye iman edecek?
Kur’ân-ı
Kerîm, Peygamber (s.a.s.)’e parça parça indiriliyordu. Bu bazan bir sûre, bazan
bir âyet grubu, bazan de bir âyet şeklinde olabiliyordu. Kur’an’ın daha kolay
okunabilmesi, ezberlenebilmesi, anlaşılabilmesi ve yaşanabilmesi için Rabbimiz
tarafından böyle bir üsulun takip edilmesi gerçekten büyük bir rahmet tecellisi
idi. Bununla birlikte, vahyedilen her bir Kur’an bölümünün, indiği zamandaki
dinî ve içtimâî şartlarla çok yakın ve derin bir münâsebeti vardı. İşte âyette
bahsedildiği üzere Allah Teâlâ’dan gelen her “yeni uyarı”dan maksat, Kur’an’dan
peyderpey nâzil olan âyetlerdir. Resûlullah (s.a.s.) bunları insanlara okuyor
ve izah ediyordu. Mü’minler, Mevlâlarından gelen bu tâlimatları can kulağıyla
dinlerken; şirke bulaşmış zâlimler onu:
›
Alaya alarak,
›
Nefsânî arzuların peşinde oyalanarak,
›
Kalpleri başka şeylerle meşgul olarak,
›
Onları dikkatlice düşünüp kavramaktan uzaklaşıp başka şeylerle
uğraşarak dinliyorlardı.
›
Peygamberin kendileri gibi sıradan bir insan; getirdiği Kur’an’ın
da bir sihir olduğunu, dolayısıyla göz göre göre sihre kapılmanın bir aptallık
olduğunu söylüyorlardı.
Bununla
da yetinmeyip Kur’an hakkındaki iftiralarına devam ederek ona:
›
Karmakarışık rüyalar, hayal
ve kuruntu mahsulü şeyler,
›
Muhammed (s.a.s.)’in kendiliğinden uydurup Allah’a mal etmeye çalıştığı
şeyler diyorlardı.
›
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in de, peygamber değil, şiire benzer etkili
sözler söyleyen bir şâir olduğunu iddia ediyorlardı.
Görüldüğü
üzere, müşrikler Kur’ân-ı Kerîm karşısında o kadar şaşkın bir hale gelmişlerdi
ki, ona ne diyeceklerine kendileri de net bir karar veremiyor, son derece
dehşetli bir hâdise karşısında insanın dili tutulup afallaması ve kekelemesi
gibi bunlar da âyetlerde yer verilen yaftaları saçmalayıp duruyorlardı. Bu
durum onların, Hakk’ın kelâmı Kur’an karşısında nasıl bir mağlup olma hissi ve
panik içinde olduklarını sergilemektedir. Bunun psikolojik bir sonucu olarak,
hakikat karşısındaki mağlubiyetlerini örtmek üzere Peygamberimiz (s.a.s.)’den,
önceki peygamberlere verilen asâ, yed-i beyzâ ve dişi deve gibi bir mûcize
getirmesini istediler. Halbuki bu tür mûcizelere öncekiler iman etmeyip helak
oldukları gibi, getirildiği takdirde bunlar da iman etmeyecek ve helake maruz
kalacaklardı. Allah’ın kanunu böyle işlemekteydi. Fakat Allah onların
soylarından dindar nesiller gelmesini, onların eliyle İslâmiyetin kıyamete
kadar yaşamasını murad etmiş, bu sebeple bu ümmet içinden inkârcıların, sırf
inkâr ve alay maksatlı mûcize isteklerine müspet yönde mukâbelede
bulunmamıştır.
Müşriklerin,
Peygamber’in insanüstü özelliklere sahip olması gerektiği yönündeki düşünceleri
de şöyle reddedilmektedir:
3. Kalpleri de bu uyarının mânasından gâfil bir halde geçici zevklere dalıp gitmiş. O zâlimler aralarında gizlice fısıldaşarak: “Muhammed, sizin gibi bir insan değil mi? Öyleyse siz, göz göre göre bir büyüye mi boyun eğeceksiniz?” dediler.
Kur’ân-ı
Kerîm, Peygamber (s.a.s.)’e parça parça indiriliyordu. Bu bazan bir sûre, bazan
bir âyet grubu, bazan de bir âyet şeklinde olabiliyordu. Kur’an’ın daha kolay
okunabilmesi, ezberlenebilmesi, anlaşılabilmesi ve yaşanabilmesi için Rabbimiz
tarafından böyle bir üsulun takip edilmesi gerçekten büyük bir rahmet tecellisi
idi. Bununla birlikte, vahyedilen her bir Kur’an bölümünün, indiği zamandaki
dinî ve içtimâî şartlarla çok yakın ve derin bir münâsebeti vardı. İşte âyette
bahsedildiği üzere Allah Teâlâ’dan gelen her “yeni uyarı”dan maksat, Kur’an’dan
peyderpey nâzil olan âyetlerdir. Resûlullah (s.a.s.) bunları insanlara okuyor
ve izah ediyordu. Mü’minler, Mevlâlarından gelen bu tâlimatları can kulağıyla
dinlerken; şirke bulaşmış zâlimler onu:
›
Alaya alarak,
›
Nefsânî arzuların peşinde oyalanarak,
›
Kalpleri başka şeylerle meşgul olarak,
›
Onları dikkatlice düşünüp kavramaktan uzaklaşıp başka şeylerle
uğraşarak dinliyorlardı.
›
Peygamberin kendileri gibi sıradan bir insan; getirdiği Kur’an’ın
da bir sihir olduğunu, dolayısıyla göz göre göre sihre kapılmanın bir aptallık
olduğunu söylüyorlardı.
Bununla
da yetinmeyip Kur’an hakkındaki iftiralarına devam ederek ona:
›
Karmakarışık rüyalar, hayal
ve kuruntu mahsulü şeyler,
›
Muhammed (s.a.s.)’in kendiliğinden uydurup Allah’a mal etmeye çalıştığı
şeyler diyorlardı.
›
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in de, peygamber değil, şiire benzer etkili
sözler söyleyen bir şâir olduğunu iddia ediyorlardı.
Görüldüğü
üzere, müşrikler Kur’ân-ı Kerîm karşısında o kadar şaşkın bir hale gelmişlerdi
ki, ona ne diyeceklerine kendileri de net bir karar veremiyor, son derece
dehşetli bir hâdise karşısında insanın dili tutulup afallaması ve kekelemesi
gibi bunlar da âyetlerde yer verilen yaftaları saçmalayıp duruyorlardı. Bu
durum onların, Hakk’ın kelâmı Kur’an karşısında nasıl bir mağlup olma hissi ve
panik içinde olduklarını sergilemektedir. Bunun psikolojik bir sonucu olarak,
hakikat karşısındaki mağlubiyetlerini örtmek üzere Peygamberimiz (s.a.s.)’den,
önceki peygamberlere verilen asâ, yed-i beyzâ ve dişi deve gibi bir mûcize
getirmesini istediler. Halbuki bu tür mûcizelere öncekiler iman etmeyip helak
oldukları gibi, getirildiği takdirde bunlar da iman etmeyecek ve helake maruz
kalacaklardı. Allah’ın kanunu böyle işlemekteydi. Fakat Allah onların
soylarından dindar nesiller gelmesini, onların eliyle İslâmiyetin kıyamete
kadar yaşamasını murad etmiş, bu sebeple bu ümmet içinden inkârcıların, sırf
inkâr ve alay maksatlı mûcize isteklerine müspet yönde mukâbelede
bulunmamıştır.
Müşriklerin,
Peygamber’in insanüstü özelliklere sahip olması gerektiği yönündeki düşünceleri
de şöyle reddedilmektedir:
7. Rasûlüm! Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de, kendilerine vahyettiğimiz bir kısım adamlardan başkası değildi. Bilmiyorsanız, bilenlere sorun!
8. Biz peygamberleri, yeme içme ihtiyacı olmayan birer bedenden ibaret kılmadık. Hem onlar ölümsüz de değildiler.
9. Sonra peygamberlere verdiğimiz yardım sözünü yerine getirdik. Böylece hem onları hem de dilediğimiz kimseleri azaptan kurtardık. Sahip oldukları imkân ve sermayeleri boşa harcayıp haddi aşanları ise helâk ettik.
Hz.
Muhammed (s.a.s.) bir insan olduğu gibi, ondan önce gönderilen peygamberler de
yiyen, içen, evlenen, çoğalan ve ölen birer insan idiler. Hiçbiri ebedi
yaşamamış; vakti gelince ruhlarını teslim etmişlerdir. Allah onlara
tâlimatlarını vahyetti, onlar da bu ilâhî tâlimatları olduğu gibi insanlara
tebliğ ettiler. Tarih boyunca insanlara melek bir peygamberin geldiği hiç vâki
olmuş bir durum değildir. Bilmeyenlerin, bu konuları bilenlerden sorup
öğrenmesi mümkündür. Meselâ bir âyet-i kerîmede Allah Teâlâ Peygamber Efendimiz
(s.a.s.)’e şöyle söylemesini emreder: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım.
Şu farkla ki bana, ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyedilmektedir. Artık kim
Rabbine kavuşmayı umuyorsa, sâlih amel işlesin ve Rabbine kulluk ederken hiçbir
şeyi O’na ortak koşmasın!” (Kehf 18/110) Şu da bir gerçek ki, dinini tebliğ
ederken Allah peygamberlerini yardımsız bırakmamış, onları muvaffak kılmış ve
düşmanlarını da helak etmiştir.
Peygamber’e
inen Kur’an’ın mahiyetini ve iniş gayesini öğrenmek isterseniz:
10. Şimdi size öyle bir kitap indiriyoruz ki, uymanız gereken bütün kâideler onun içinde yer aldığı gibi, bütün şerefiniz de o kâideleri tatbik etmenize bağlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?
Kur’ân-ı
Kerîm’de dinin emirleri, şeriatin hükümleri, âhirette karşılaşılacak mükâfat ve
cezalar açıkça izah edilmektedir. Akıllı olanlara düşen vazife, bunlar üzerinde
tefekkür edip doğru yolu bulabilmektir. Kur’an’ın hayatı tanzim eden her türlü
kanun, kaide ve hükümlerini gerektiği şekilde tatbik edebilmektir. Bunu
başarabilenlere Kur’an’ın çok büyük bir izzet ve şeref kazandıracağında şüphe
yoktur. Onun tâlimatlarına iman ve itaatten yüz çevirenler ise bu şereften
mahrum kalacaklardır. Resûlullah (s.a.s.)’in: “Kur’an ya senin lehine, yahut
aleyhine bir delildir” (Müslim, Tahâret 1) hadis-i şerifi bu gerçeği
hatırlatır.
Dolayısıyla
insanların önünde iki seçenek vardır. Ya Kur’an’a sımsıkı sarılıp kurtuluşa
ererler. Ya da onu inkâr edip bunun cezasını çekerler:
11. Biz, halkı zulümde ısrar eden nice memleketleri kırıp geçirdik ve onlardan sonra yerlerine başka toplumlar getirdik.
12. Onlar, hak ettikleri cezanın bir baskın şeklinde gelmekte olduğunu hisseder etmez, derhal bozgun hâlinde oradan kaçmaya başladılar.
13. Nereye gitseler azap melekleri karşılarına dikiliyor: “Hayır, kaçmayın! İçine gömülüp şımardığınız refah ve konfora, hiç ölmeyecekmiş gibi dayayıp döşediğiniz o lüks evlerinize, saraylarınıza dönün! Dönün ki, bakarsınız ihtiyaç sahipleri bir şey istemek için başınıza üşüşür, size bir şey danışmak, bir şey sormak için gelenler olur(!)” diyorlardı.
14. Onlar ise: “Eyvahlar olsun bize! Gerçekten biz kendimize yazık etmişiz” diye feryat ediyorlardı.
15. Biz onları biçilmiş ekin ve sönmüş ateşe çevirinceye kadar böylece feryat edip durdular.
Cenâb-ı
Hak, sahip oldukları fâni dünya malına, mülk ve saltanatına aldanarak şımaran,
azgınlaşan, zulmeden ve günahlara batan nice toplumları, bu zulümleri
sebebiyle helak etmiş, kırıp geçirmiştir. Bunları hatırlatarak Allah Resûlü
(s.a.s.)’i yalancılık ve sihirbazlıkla suçlayan müşrikleri ve kıyâmete kadar
onun getirdiği İslâm davasına karşı cephe alacak olanları son derece tesirli
bir üslupla tehdit etmektedir. İşte o geçmiş toplumlar zulüm ve haksızlıkları
sebebiyle helak edilip tarih sahnesinden silindiler. Başlarına belâ gelince ne
kadar imkânları varsa bunları kullanarak kaçmaya çalıştılar, fakat
kurtulamadılar. Haksızlıklarını itiraf etmekten, kendilerini kınamaktan başka
çare bulamadılar. Ekinin biçilip kuruması gibi kuruyup, ateşin sönmesi gibi
söndüler. Onlarda ne bir his ne de bir hareket kaldı. İşte küfür, zulüm ve
azgınlıkta ileri giden fert ve toplumlar, onların bu hallerinden ders alarak,
gittikleri bu yanlış yoldan derhal dönmelidirler. Yoksa onların da, öncekilerin
uğradıkları helâke uğramaları kaçınılmaz olacaktır.
“Hayır,
kaçmayın! İçine gömülüp şımardığınız refah ve konfora, hiç ölmeyecekmiş gibi
dayayıp döşediğiniz o lüks evlerinize, saraylarınıza dönün! Dönün ki,
bakarsınız ihtiyaç sahipleri bir şey istemek için başınıza üşüşür, size bir şey
danışmak, bir şey sormak için gelenler olur(!)” (Enbiyâ
21/13) sözünde, helak edilecek o azgınlarla alay üzere alay, hakaret
üzere hakaret vardır. Şöyle ki:
› Başınıza inen
bu azabı iyice düşünün ki, biri size onun hakkında soru sorduğunda, ayrıntılı
ve kesin bir hesap verebilesiniz.
› Her zamanki
gibi büyük toplantılarınızı yapın. Belki köleleriniz el pençe divan durup
emirlerinizi almak, isteğinizi sormak için gelebilirler.
› Eskisi gibi
toplantılarınıza devam edin, belki insanlar yine gelip size bir şeyler
danışabilirler.
› Malınızın
mülkünüzün başında kibrinizden deve kuşu gibi kabarıp bekleyin, belki fakirler,
ihtiyaç sahipleri korka korka yanınıza gelip, sizden rica minnet bir şey
isteyebilirler.
Zulüm
pâyidâr olmaz. Allah Teâlâ, belki zâlime belli bir süre mühlet verebilir, fakat
fazla geçmeden onu kahır ve intikam pençesiyle şiddetle yakalar. Çünkü O,
zâlimlerin yurtlarını, meskenlerini yıkıp târumâr edeceğine karar vermiştir. Bu
hakikate binâen şu söz meşhur olmuştur: “Eğer zulüm cennette bir ev olsaydı,
orada bile mutlaka harap olurdu.” Kul nefsine zulmederse, Allah ona başarının
yollarını kapatır ve onu bir kaybedişler mekânı kılar. Gaflete düşerek kalbine
zulmederse oraya şeytanın vesvesesi olan ve günaha teşvik eden alçak
düşünceleri Musallat eder. Ruh harap olduğu zaman ise, ilâhî hakikatler ve
gerçek sevgililer onu terk eder; orayı bayağı alakalar ve ruhu öldüren
âdilikler istilâ eder.
İnsanın öncelikle en büyük zulüm olan şirkten,
sonra da küçük büyük her türlü zulüm ve haksızlıktan sıyrılabilmesi, ancak
varlık âlemi üzerinde ciddî bir tefekkürle bu kâinatın oyun ve eğlence olsun
diye yaratılmadığını idrak etmesine bağlıdır. Bu sebeple buyruluyor ki:
16. Biz göğü, yeri ve aralarında bulunan şeyleri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.
17. Eğer biz eğlence edinmek isteseydik, bunların hiçbirini yaratmadan, onu kendi katımızda edinirdik. Fakat biz böyle bir şey yapmayız.
Cenâb-ı
Hak, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan bütün varlıkları oyun ve eğlence
olsun diye yaratmamıştır. Eğer böyle bir arzusu olsaydı, gökleri ve yeri yaratmadan,
insan gibi akıllı ve sorumlu mükemmel bir varlığı vücûda getirmeden, gözlerden
tamâmen uzak bir şekilde kendi katında bunu yapardı. Hiç kimsenin buna bir
müdâhalesi söz konusu olamazdı. Fakat böyle bir şey yapmak Allah’ın şânına
yakışmaz. Cenâb-ı Hak bütün varlığı dinî ve dünyevî sayısız hikmet, ibret ve
sebeplerle yaratmıştır:
›
Dinî hikmet, insanın onların nasıl yaratıldığı üzerinde tefekkür
ederek Allah’ı tanıması, O’na kulluk etmesi, O’nu zikredip şükretmesidir.
Kâinat kadar geniş imtihan salonunda ve orada kendine sunulan imkânlar
çerçevesinde imtihana tâbi tutulması; neticede ya kazananlardan veya
kaybedenlerden olmasıdır.
Nitekim
âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün
birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için pek çok delil ve
ibretler vardır.” (Âl-i İmrân 3/190)
“Düşünüp
öğüt almak, bir de Rabbine şükretmek isteyenler için geceyle gündüzü peş peşe
getiren de O’dur.” (Furkân 25/62)
Şâir
der ki:
Akıllılar
nazarında yeşil ağaçların yaprağı,
Hakk’ın
mârifetinin bir divânıdır.
Kâinatta
her şey Allah’ın ya lütfunun veya kahrının bir tecelli mekanıdır. Her zerrede
hayret verici sırlar vardır. Şu mısra bu hakîkati ne güzel ifade eder:
Tefekkür
gözüyle bak, arştan yeryüzüne dek,
Şaşırtıcı
sırra sahip olmayan hiçbir zerre yok!
›
Dünyevî hikmetine gelince, özellikle insanın dünya üzerinde
yaşayabilmesi ve ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için bunlarda rakamlarla ifade
edilemeyecek kadar faydalar vardır.
Âyet-i
kerîmede şöyle buyrulur:
“O
Allah ki, içinde gemiler O’nun koyduğu kanunlara göre akıp gitsin ve siz de
O’nun lütfundan nasibinizi arayasınız diye denizleri sizin hizmetinize verdi.
Umulur ki şükredersiniz. Ayrıca O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi
tarafından bir lutuf olarak sizin hizmetinize verdi. Bütün bunlarda düşünen bir
toplum için elbette nice dersler ve ibretler vardır.” (Câsiye
45/12-13)
Aslında
bu âyetlerde; kâinatın hiçbir ciddi sebebe dayanmaksızın yaratıldığı, insanın
her istediğini yapmakta serbest olduğu, ona hesap soracak hiç kimsenin
olmadığı, yani kişinin iyi amellerinin mükafatlandırılıp kötü amellerinin
cezalandırıldığı bir âhiret yurdunun olmadığı, dolayısıyla bir peygamberin
davetine kulak asmanın gereksiz olduğu zannına dayanan bütün dünya görüşleri reddedilmektedir.
Bu fikri zihinlere iyice perçinlemek üzere de şöyle buyrulmaktadır:
18. Bilakis biz gerçek bir yaratışla hakkı bâtılın tepesine indiririz de, hak onun beynini darmadağın eder, bir de görürsün ki bâtıl can çekişerek yok olup gitmiştir. Allah’a yakıştırdığınız o çirkin vasıflardan dolayı vay sizin hâlinize!
Allah
Teâlâ, abesle iştigal etmekten temiz ve uzaktır. O’nun boş ve mânasız olan
hiçbir fiili, hiçbir tecellisi yoktur. O, oynayıp eğlenmekten nihâyetsiz
yücedir. O’na yakışan vasıf, oyun eğlence değil; oyunu ciddiyetle mağlup etmek,
bâtılı hak ile ezip geçmektir. “Hak”tan maksat Kur’ân-ı Kerîm, “bâtıl”dan
maksat şeytan ve ona bağlı olan şeylerdir. Cenâb-ı Hak, hakkın beyânı olan
Kur’ân-ı Kerîm vasıtasıyla ne kadar bâtıl, yalan ve yanlış şeyler varsa
hepsini, beyinlerini parçalayıp öldürürcesine darmadağın edip ortadan
kaldırmaktadır. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm karşısında hiçbir bâtılın tutunması,
varlığını devam ettirmesi ve başarılı olması mümkün değildir. Bu ise, İslâm’ın
en büyük cihad vasıtasının Kur’an olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Nitekim
şu âyet-i kerîme de buna işaret eder:
“Biz
dileseydik her şehre elbette Allah’ın azabıyla uyarıcı bir peygamber
gönderirdik. Fakat Rasûlüm, biz senin cihanşumûl son uyarıcı olmanı diledik. Bu
sebeple kâfirlere asla itaat etme! Kur’an’ı esas alarak onlara karşı büyük bir
gayretle, çok yönlü ve çok kapsamlı bir şekilde cihad et.” (Furkân
25/51-52)
Tefsiri
sadedinde olduğumuz âyet-i kerîmeden işârî olarak şöyle bir mâna anlamak
mümkündür:
“Biz,
dinî gerçekleri bir bütün olarak kesin bir bilgiyle kavrama gündüzünü,
karanlıklar gibi insan ruhunu saran vehim geceleri tepesine indiririz de kulu
Allah’tan perdeleyen bulutlar dağılır, gerçeği anlamasına engel olan şüphe
kilitleri çözülür, yakîn güneşi doğar ve ilâhî gerçeklerin birer güneş gibi
parıldadığı gönül semâsı bütün töhmet tozlarından temizlenir.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât,
II, 288)
Böyle
bir manevî terakkiye eren kul, gelen âyetlerde haber verildiği üzere Cenab-ı
Hakk’ı devamlı surette ve hiç bıkmadan zikredebilecek bir duruma gelir:
19. Göklerde ve yerde kim varsa hepsi Allah’a aittir. O’nun yakınında bulunan melekler ise, ne büyüklenip O’na ibâdetten yüz çevirirler, ne de yorulurlar.
20. Gece gündüz usanmadan, ara vermeden Allah’ı tesbih ederler.
Göklerde
ve yerde olan herkes, hem yaratma hem de mülkiyet itibariyle Allah’a ait
olduklarına göre, bunların Allah’a ortak koşulması nasıl mümkün olabilir? Hiç
yaratılmış olan, yaratana ortak olabilir mi? Müşriklerin Allah’ın kızları
olduklarını iddia ettikleri meleklere gelince, onlar Allah’ın sırf kendine
ibâdet etmeleri için yarattığı seçkin kullarıdır. Ne O’na ibâdet etmeye karşı
büyüklenirler, ne de O’na ibâdetten usanırlar. Gece gündüz hiç ara vermeksizin
ve yorulmaksızın Allah’ı tesbih ederler. Onların tesbihi, bizim nefes alıp
vermemiz gibidir. Nasıl ki yaptığımız işler bizim nefes alıp vermemize mâni
olmuyorsa, onların yaptıkları işler de onların tesbihlerine mâni olamaz.
Allah
dostlarının hali de meleklerin haline benzer. Allah’a olan şiddetli
muhabbetlerinden ve neticede mücâhedelerinin yerini ilâhî muhabbete
bırakmasından dolayı, sıradan insanlar için geçerli olan dinî sorumlulukların
zorluğu onlardan kalkmıştır. Çünkü artık onlar bu sorumlulukların değerini anlamış
ve onların ruhanî ve uhrevî hayatları için son derece faydalı ilâhî tecellîler
olduğu gerçeği güneş gibi ortaya çıkmıştır. Buradan şu anlaşılmaktadır ki;
ancak Allah Teâlâ’ya tam bir muhabbet ve O’nunla alakalı kâmil bir müşâhededen
sonra kulluğun tadı mümkün olur. Seyislik yapan kişi hükümdarla konuşmanın
lezzetine eremeyeceği gibi, hicap ehlinin ibâdeti de gevşeklik, sıkıntı ve
zorluktan uzak değildir. İlâhî keşf ehlinin hâli ise onların aksinedir. Çünkü
bu gibiler için ibâdet, kolayca yerine getirilme bakımından başkalarına
nispetle artık bir tabiat-i asliye haline gelmiştir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
V, 552)
Allah’a
kulluğun hazzını tatmada böylesine zirvelere tırmanan seçkin kulların yanında,
henüz tevhid gibi en temel inanç mes’elelerinde bocalayan, İslâm’ın öğrettiği
ve Allah’ın birliği esasına dayalı doğru inanç sistemini bir türlü
kabullenemeyen nasipsizler de vardır:
21. Yoksa müşrikler, göklerden ümitlerini kesip, bu defa yerden bir takım varlıkları ilâh edindiler de, onlar mı ölüleri tekrar diriltip kabirden kaldıracaklar?
22. Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisinin de dengesi ve düzeni kesinlikle bozulur giderdi. Arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdığı her türlü çirkin vasıflardan uzaktır, yücedir!
Allah’ın
varlığını ortaya koyan en kuvvetli delillerden biri ölüden diri, diriden ölü
çıkarmasıdır. Âhirette de ölüleri yeniden diriltecek olan O’dur. O’nun dışında
kimsenin buna gücü yetmez. İkinci kuvvetli delil ise kâinatta müşâhede edilen
eşsiz nizam delilidir. Eğer burada Allah’tan başka ilâh olsaydı, ya bunlar
birbiriyle anlaşır veya anlaşamazlardı. Birbiriyle anlaştıkları, beraberce aynı
şeyi yaptıkları, yarattıkları, âleme beraberce nizam verdikleri takdirde, ya
biri diğerine muhtaç olurdu ki, muhtaç olan ilâh olamaz. Veya yardıma muhtaç
olmazdı, bu durumda da diğerlerinin varlığı gereksiz olurdu. Buna göre
Allah’tan başka bir ilâhın olması mümkün değildir. Öte yandan bu ilâhlar
birbirleriyle anlaşamazlar, birinin yaptığına veya yarattığına diğeri karşı
çıkarsa, âyette beyân buyrulduğu gibi, o zaman da âlemde nizamdan eser kalmaz,
göklerle yerin dengesi ve ahengi bozulup giderdi. Halbuki âlemde eşsiz bir
nizam mevcuttur. Buna göre de Allah vardır ve birdir. Nitekim bir diğer âyet-i
kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah
aslâ çocuk edinmemiştir. O’nunla birlikte başka bir ilâh da yoktur. Eğer olsaydı,
o takdirde her bir ilâh kendi yarattıklarını yanına alır ve mutlaka biri
diğerine üstünlük kurmaya çalışırdı. Allah, onların uydurduğu noksan
sıfatlardan münezzehtir.” (Mü’minûn 23/91)
Hakkıyla
ilâh olabilmenin bir şartı da, kendisi başkalarını sorguya çektiği halde
başkaları tarafından sorguya çekilmekten uzak olmaktır:
23. Allah, yaptığından sorumlu tutulmaz; fakat onların ilâh edindikleri şuurlu varlıklar yaptıklarından sorguya çekileceklerdir. (Şu halde bunların ilâh olması mümkün mü?)
Sorguya
çekenin, sorguya çekilenden daha üstün olması gerekir. Allah’tan daha üstün bir
varlık tasavvur etmek mümkün olmadığına göre, O’nun birileri tarafından sorguya
çekilmesi düşünülemez. Ayrıca “sorumluluk”, dürüstlük ve adâletinden şüphe
edilen kimseler için geçerlidir. Cenâb-ı Hak ise bu nevi noksanlıklardan pak ve
uzaktır. Fakat insanlar ve onların putlaştırdıkları şuurlu varlıklar için her
iki durum da geçerli olduğu için onlar yaptıklarından sorguya çekileceklerdir.
Dolayısıyla birileri tarafından sorguya çekilen, birilerine hesap verme
mecburiyetinde olan varlıkların ilâh olması düşünülemez.
Bu
gerçeklere rağmen:
24. Yoksa Allah’tan başka bir takım ilâhlar mı edindiler? De ki: “Madem öyle, haydi delillerinizi getirin! İşte bu tevhid inancı, hem benim ve benimle beraber bulunan müslümanların bağlı olduğu, hem de benden önce gelen tüm peygamberlerin ilan ettiği en temel dinî esastır! Hayır, onların çoğu gerçeği yanlıştan ayırt edebilecek seviyede bir bilgiye sahip değildir, bu sebeple de ondan yüz çeviriyorlar.
25. Biz, senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere: “Gerçek şu ki, benden başka ilâh yoktur. Öyleyse sadece bana kulluk edin!” diye vahyetmişizdir.
Hak
katında yegâne makbul din olan İslâm’ın en temel esası tevhid akîdesidir.
Resûlullah (s.a.s.) ve onunla birlikte bulunan mü’minlere indirilen Kur’an bu
akîdeyi apaçık bir şekilde bildirdiği gibi, daha önce gelip geçen tüm
peygamberlere gelen ilâhî kitaplar da aynı akîdeyi ortaya koymuştur. Cenâb-ı
Hak, gönderdiği her bir peygambere, kendinden başka ilâh olmadığını, bu sebeple
yalnızca kendisine kulluk etmesini emretmiştir. Bu gerçeğe temas eden diğer
âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Sana
da senden öncekilere de şu gerçek vahyedildi: «Eğer Allah’a ortak koşarsan
bütün amellerin kesinlikle boşa gider ve elbette ziyana uğrayanlardan
olursun!»” (Zümer
39/65)
“Senden
önce gönderdiğimiz peygamberlere sor bakalım: Acaba Rahman’ın dışında ibâdet
edilecek başka ilâhlar göstermiş miyiz? Hayır, böyle bir şey asla olmamıştır!” (Zuhruf
43/45).
Görüldüğü üzere tevhid akîdesinin hem aklî hem
de naklî delilleri ortadadır. Bunun aksini iddia edenler varsa, onlar da
delillerini getirmeleri gerekir.
Âyet-i
kerîmelerin açıkça bildirdiği gibi bütün peygamberler insanlığa hep tevhid
inancını öğrettikleri halde, zamanla insanlar bu esastan uzaklaşmışlar ve çok
saçma iddialarda bulunmuşlardır:
26. Bazıları da kalkıp: “Rahmân bir çocuk edindi” dediler. Hâşâ! O, bütün noksanlıklardan temiz ve uzaktır! Bilakis onların çocuk diye nitelendirdikleri melekler, Allah’ın ikram ve takdirine mazhar olmuş kullarıdır.
27. Onlar, Allah izin vermeden konuşmazlar ve sadece O’nun emrine göre hareket ederler.
28. Allah, onların geleceğini de, geçmişini de bilir. Onlar ancak Allah’ın râzı olduğu kimselere şefaat edebilirler. Hepsi de O’na duydukları derin korku ve saygı sebebiyle tir tir titrerler.
29. İçlerinden biri kalkıp da: “Allah’ın yanı sıra ben de bir ilâhım!” diyecek olursa, ona vereceğimiz ceza cehennemdir. İşte biz, zâlimleri böyle cezalandıracağız!
Müşrikler,
meleklerin Allah’ın kızları olduğunu söylüyor, kendilerine şefaat edecekleri
umuduyla onlara tapıyorlardı. Halbuki melekler Allah’ın kızları değil, hususi
hikmetlere binâen yarattığı seçkin ve şerefli kullarıdır. Burada meleklerin
bazı mühim özelliklerinden bahsedilir. Şöyle ki:
Onlar Allah tarafından yaratılmış, O’na yakın kılınmış ve
hepsinden olmasa da kulların pek çoğundan üstün ve şerefli varlıklardır.
Allah’ın sözünün önüne geçmezler. Allah müsaade buyurmadan
konuşmazlar. Allah’a karşı kendiliklerinden bir irade ortaya koymazlar.
Sadece Allah’ın emirlerine uygun olarak hareket ederler; ilâhî
emirlere aykırı herhangi bir eylem içinde olmazlar.
Yaptıkları ve yapacakları her şeyi Allah bilir. Her şeyleriyle
Allah’ın kontrolü ve murâkabesi altındadırlar.
Onlar ancak Allah’ın râzı olduğu ve izin verdiği kişilere şefaat
ederler. Bunlar ise tevhid ehli kimselerdir. Çünkü Allah kâfirlerden ve
müşriklerden râzı olmaz. Bunların “lâ ilâhe illallah” diye şehâdet getiren
kimseler olduğu da söylenmiştir. Melekler âhirette şefaat edecekleri gibi
dünyada da mü’minlerin bağışlanması için dua ve istiğfar etmektedirler. (bk.
Mü’min 40/7-9)
Melekler, Allah’tan çok korkarlar. Kendileri için bir azabın veya
tehlikenin saklanmış olup olmadığından emin değildirler. Allah’ın emrine aykırı
bir iş yapıp ilâhî kahra uğramaktan dolayı titrerler.
Bütün bunlara rağmen ola ki içlerinden herhangi biri ilâhlık
iddiasında bulunursa, en büyük günah olan şirk zulmünü işlemiş olacağı için
cezası cehennemdir. Burada aynı zamanda İblîs’in durumuna bir gönderme
yapılmaktadır.
Şimdi
de, Kur’an’ın ilâhî bir kelâm olduğunu gösteren ve onun öğrettiği Allah’ın
birliği ve kudretinin sonsuzluğu inancının doğruluğunu ispatlayan bir takım
kevnî deliller serdedilerek buyruluyor ki:
30. Kâfirler görmezler mi ki, göklerle yer bitişik halde idi de biz onları birbirinden ayırdık ve canlı olan her şeyi sudan meydana getirdik. Bu gerçek karşısında, hâlâ mı iman etmeyecekler?
Günümüzde
ulaşılan ilmî tespitlere göre, uzaydaki cisimler vaktiyle bir gaz kütlesi
halinde idi. Zamanla bu gaz kütlesinden küreler halinde parçalar kopmuş ve uzay
boşluğuna fırlamıştır. Aynı şekilde dünyamız da, bir gaz kütlesi olan güneşten
kopmuş ve zaman içinde soğuyarak kabuk bağlamıştır. Bu arada dünyamızdan
yükselen gazlar ve buharlar, yoğunlaşarak yağmur şeklinde tekrar dünyaya
dökülmüş, böylece denizler ve okyanuslar meydana gelmiştir. Suda yosunlaşma ile
başlayan canlılar, ilâhî kanunlara göre gelişmiştir. Allah, en mükemmel canlı
olarak da yine içinde suyun bulunduğu özel bir çamurdan insanı yaratmıştır.
Canlıların
hayatı, gıdâ itibariyle “gökten gelen su” iledir. Bunun gibi kalplerin hayatı
“rahmet suyu” ile, sırların hayatı ise “tâzim suyu” iledir. Bir kısım var ki,
onların hayatı “hayâ suyu” iledir. Fakat onlar sayıca çok azdır.
Dağların
yaratılış hikmetine gelince:
31. Biz, kendilerini sarsmasın diye yeryüzüne sapasağlam dağlar yerleştirdik ve şaşırmadan seyahat edip istedikleri yere ulaşabilmeleri için o dağlarda geniş geniş yollar, geçitler açtık.
Yapılan
ilmî araştırmalar dağların yer altındaki köklerinin yer üzerinde bulunan
kısımlarına nispetle daha derin ve büyük olduğunu ortaya koymuştur. Bu tespit,
dağların yeryüzüne ne kadar sağlam bir şekilde yerleştirildiğini
göstermektedir. Bunlar sebebiyle yeryüzü sarsılmadan dönmekte, üzerinde
insanlar rahatlıkla yaşayabilmektedirler. Yine Rabbimiz, insanların gidecekleri
yerlere kolaylıkla gidebilmeleri için yeryüzünde ve dağlar arasında geniş
yollar ve geçitler açmıştır. Bunun gibi,
peygamberleri vasıtasıyla Hakk’a varacak yolları göstermiş ve o yollarda
yürüyenlerin kendine ulaşacağını haber vermiştir.
Şimdi
de dikkatinizi gökyüzüne çevirin:
32. Gökyüzünü de korunmuş bir tavan halinde yarattık. Böyle iken inkârcılar, gökyüzünde ilâhî kudret ve azameti gösteren bunca delil ve mûcizeyi görmek istemiyor, onlardan yüz çeviriyorlar.
Dünyayı
saran atmosfer ve onun ötesindeki gök cisimleri akılları hayrete düşürecek bir
nizam ve âhenk içinde yaratılmıştır ve bu nizam muhafaza edilmektedir. Allah
göğü tavan şeklinde yapmış olup, onu düşmekten ve çökmekten korumaktadır.
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Kendi
izni olmadan yerin üzerine düşmesin diye göğü de Allah tutmaktadır.” (Hac 22/65)
“Allah’ın
varlığının delillerinden biri de, göğün ve yerin O’nun emir ve kanunları
sâyesinde mevcut halleriyle ayakta durmasıdır.” (Rûm 30/25)
Cenâb-ı
Hak göğü şeytanların çıkıp oranın esrarına vakıf olmalarından da korumaktadır.
Nitekim: “Biz, göğü taşlanan ve kovulan bütün şeytanlardan koruduk”
(Hicr 15/17) âyeti bunu beyân eder.
Âyet-i
kerîmeden şu işâri mâna anlaşılabilir: “Zâhiren baktığımızda kâinatta gök
vardır, yer vardır. Gök, içinde aydınlatıcı cisimlerin de bulunduğu tavan
şeklinde, yer ise insanların üzerinde yaşayacağı bir döşek şeklinde
yaratılmıştır. Aynı şekilde nefislerin, taâtin meskeni olan yerleri vardır.
Kalp semâsında ise akıl yıldızı, ilim ayı, tevhid ve irfân güneşi vardır.
Yıldızların gökteki şeytanları taşlamak vazifesi olduğu gibi, ilim ve irfan da
kalbe arız olan şeytanları taşlar. İnsanlar gökte olup biten ibretli
hadiselerden gafil olup onlar üzerinde tefekkür etmedikleri gibi, avamdan olan
kimseler de kalp âleminde olup biten ibretli ve esrârengiz hadiselerden
bihaberdirler. Bunu ancak bilse bilse çok seçkin insanlar bilebilir. (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât,
II, 291)
Günümüzdeki
ilmî tespitler ışığında hâdiseye bakıldığında atmosferle ilgili şu dikkat
çekici gerçekler karşımıza çıkar:
Atmosfer; kabaca, % 77 azot, % 21 oksijen ve % 1 nispetinde
karbondioksit ve argon gibi diğer gazların karışımından ibarettir. Oksijen %
21’in üzerinde her yüzde bir arttığında, bir yıldırımın orman yangını başlatma
ihtimali % 70 artar. %25’ten yüksek bir oksijen nispeti ise, şu an
kullandığımız bitkisel gıdaların büyük bir çoğunluğunun yanıp kül olması
demektir. Oksijen ve karbondioksit sürekli kullanılıyor olmasına rağmen
havadaki nispetleri devamlı muhâfaza edilmektedir.
Devamlı olarak ciğerlerimize havayı çeker, sonra da geri veririz.
Atmosferdeki oksijen nispetinin teneffüs için ideal yoğunlukta bulunması, bu
işin tesadüfle alâkalı olmadığını gösterir. Vücudumuzu oksijene muhtaç yaratan
Rabbimiz, onu bize en güzel şekilde bahşetmiştir. Hava almak için uzağa gitmeye
çalışıp çabalamaya, ücret ödemeye gerek yoktur, ihtiyaç hissedince hemen
burnumuzun dibindedir.
Atmosferi teşkil eden gazlar, santimetrekare alan başına yaklaşık
1 kg’lık bir kuvvetle tesir etmektedir. Bu, insan vücudunun yaklaşık 15 ton
havanın ağırlığı altında olması demektir. Dışta hava basıncı ne kadarsa,
içimizden dışarıya doğru da tam o kadar basınç vardır. Bu denge bozulduğu
takdirde insan hayatı tehlikeye girer.
Güneşin yeryüzüne farklı şiddetlerde ısı vermesi, atmosfer
sahnesindeki hava kütlelerinin de farklı surette ısınmasına yol açar ve ısınan
hava aldığı emirle derhal yukarı çıkar. Sonra yerine soğuk hava gelir. Neticede
minik hava zerreleri rüzgâr hâlinde dağ, dere, çöl, orman koşmaya başlar.
Zerreler bu seyahatleri esnasında binlerce tohumu diyardan diyara taşırken, her
biri bir vazife ile yaratılan bitkilerin çoğalıp yayılmasına da vesile olurlar.
Hava, zarif omuzlarında binlerce ton suyu taşıdığı gibi, binlerce kişilik
uçakları da taşır; ışığı yayar, harareti dağıtır; kulağımıza yüzlerce farklı
dalga boyunda sesi, burnumuza çeşit çeşit kokuları birbirine karıştırmadan
getirir.
Jüpiter, satürn ve ay engelini geçen göktaşları yerin çekimine
kapılınca müthiş bir süratle atmosfere girer. Yıldız kayması da dediğimiz bu
hâdisede göktaşları havayla temas edince yanar ve mezosfer içinde toz hâline
gelir. Eğer korunmuş tavan olan atmosfer gibi bir kalkana sahip olmasaydık,
başımıza, tam deyimiyle taş yağardı. Halbuki Cenâb-ı Hakk’ın nihâyetsiz
merhametinin eseri olarak başımıza gökten yağan bu gülleler daha yere ulaşmadan
toz hâline getirilir. Sonra bu toz zerreciklerinin her biri bir yağmur
taneciğine çekirdek olur. (bk. Bir Çekirdekti Kâinat, s. 118-128)
Bütün
bunlara rağmen inkâr edenler gökteki bu ibret işaretlerinden, Allah’ın
varlığını ve birliğini gösteren apaçık delillerden, O’nun âşikâr kudret
nişânelerinden yüz çevirmektedirler. Halbuki bu ibretli varlıklar ve olaylar,
dillerinden anlayabilenler için Yaratan’larının nihâyetsiz kudret ve azameti
hakkında neler anlatırlar neler!..
Gece
ve gündüz, güneş ve ay da böyle:
33. Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan da Allah’tır. Onların her biri kendi yörüngesinde yüzüp durmaktadır.
Gece,
gündüz, güneş ve ay da böyledir. Bu muazzam varlık ve olayları yaratan da Allah
Teâlâ’dır. Bunlar, kendilerine mahsus yörüngelerinde yüzmekte, akıp gitmekte,
dönüp durmaktadırlar. Rabbimizin bunları ne zaman yarattığını ve ne zaman
vazifelerine son vereceğini bilmemiz mümkün değildir. Fakat her birinin çok
büyük bir kudret nişânesi ve azamet göstergesi olduğu açıktır. İnsan, kendine
emanet edilen kısacık ömründe bu gerçekleri kavramalı, Rabbini tanıyıp O’na
kullukta kusur etmemeli ve her an gelip ruhunu bedeninden ayıracak ölüm sırrını
hatırından çıkarmamalıdır:
34. Rasûlüm! Senden önce biz hiçbir insana ölümsüzlük vermedik. Şimdi, sen öleceksin de, senin ölümünü dört gözle bekleyen o inkârcılar dünyada ebedî mi kalacaklar?
Müşrikler,
Resûlullah (s.a.s.)’in ölmesini, başına helak edici musibetlerin gelmesini ve
etrafındaki insanların dağılıp yok olmasını bekliyorlardı. Bunu hararetle
istiyorlardı. Âyette haber verildiğine göre: “O, şâirin biri! Bekliyoruz,
zamanın felâketlerine uğrayacak, helâk olup gidecek” (Tûr 52/30)
diyorlardı. Onların bu tür konuşma ve talepleri üzerine bu âyet nâzil olmuştur.
Hz. Muhammed (s.a.s.) de bir insandır. Kendisinden önce gelen tüm insanlar gibi
o da bir gün ölecektir. Fakat, o öleceği gibi, onun ölümünü bekleyen o gafiller
de ebedî kalmayacak, onlar da mutlaka öleceklerdir. Dolayısıyla Peygamber’in
ölmesiyle sevinilecek bir durum söz konusu değildir. O halde akıllı insanın,
başkasının ölümünü bekleyeceği yerde, kendisi öldüğü zaman nereye gideceğini ve
âkıbetinin nasıl olacağını düşünmesi gerekmez mi?
Nihâyetinde
her bir nefis[1] ölümü
tadacaktır. Bu, mecbûri bir istikâmet, kaçınılmaz bir sondur. Ancak Allah
Teâlâ, yaşadıkları müddetçe insanları hem fakirlik, hastalık, acı ve
ıstıraplarla, hem de zenginlik, lezzet ve sevinçli hallerle dener, imtihan
eder. Şâirin ifadesiyle:
“Bu
cihân kimine kasr-ı tarab ü ayş ü safâ
Kiminin
mihnet ile bâşına zindân ancak.” (Bâkî)
“Bu
dünya, bahtı gülenler için zevk ve safâ âlemi; tâlii küskün olanlar için ise
sıkıntılı, meşakkatli bir zindandan ibârettir.”
Çünkü
Allah Teâlâ böylece kimin sabrettiğini ve kimin şükrettiğini ortaya çıkarmak
ister. Bu sebeple insan, ne zenginlik ne de fakirliğe aldanmalı; bunların birer
imtihan olduğunu göz önünde bulundurmalı ve imtihanı başarmaya çalışmalıdır.
Ancak
ölüm, hastalık ve benzeri gibi musibetlere uğrayan din kardeşlerimizi kendi
hallerine bırakmayıp onları teselli ve taziye etmenin mühim bir sünnet olduğunu
unutmamak gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in Medine dışında bulunan Muâz
b. Cebel’e, oğlunun vefâtı sebebiyle yazdığı şu mektup, ne güzel bir tâziye
misâlidir:
“Bismillâhirrahmânirrahîm.
Allah’ın
Rasûlü Muhammed’den Muâz b. Cebel’e...
Allah’ın
selâmı üzerine olsun!
Kendisinden
başka ilâh bulunmayan Allah’a hamdolsun. İmdi; Allah ecrini artırsın, buna
karşılık sana büyük mükâfatlar ihsân etsin ve sabretme gücü versin. Bizi ve
seni şükre muvaffak kılsın. Zira canlarımız, mallarımız, evlâd ü iyâlimiz, Azîz
ve Celîl olan Allah’ın bize tatlı hibeleri, geçici bir süre için yanımıza bıraktığı
emânetleri cümlesindendir. Allah sana o çocuğu vermekle seni sevindirdi. Şimdi
de onu büyük bir ecir karşılığında senden aldı. Onun karşılığında Allah’tan
rahmet, mağfiret ve hidâyet bekliyorsan, sabret!.. Üzüntü ve kederin, ecrini
yok etmesin! Sonra pişman olursun! Bil ki ağlayıp sızlamak hiçbir şeyi geri
getirmez, hüzün ve kederi de defedemez. Başa gelecek olan zaten gelmiştir,
vesselâm.”
(Hâkim, el-Müstedrek, III, 306/5193)
Hz.
Ebûbekir (r.a.) da herhangi bir musîbete uğrayan insanlara şöyle tâziyede
bulunurdu:
“Sabır,
musîbetin elemini hafifletir, sızlanmanın ise faydası yoktur. Ölüm öncesi hayat
basittir, çetin olan ölüm sonrasıdır. Resûlullah’ı kaybedişinizi hatırlayınız
ki, musîbetiniz gözünüzde küçülsün ve Allah ecrinizi artırsın.” (Ali el-Müttekî,
Kenzu’l-ummâl, XV, 744/42958)
İyilik
ve kötülükleriyle imtihandan ibaret olan ölümlü dünyada bütün himmet ve
gayretlerin imtihanı kazanmaya yönlendirilmesi gerekir:
[1]
“Nefis” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de değişik mânaları ifade için kullanılır.
Birincisi, zat, yani şahsın kendisi demektir. Bu mânada Allah Teâlâ için de söz
konusu edilir. (bk. Âl-i İmran 3/28) İkincisi, insanda maddî hayatın kaynağı
olan cevher, bir anlamda maddî, ayrıca hayvanî hayatın esası olan boyutuyla
ruhtur, candır. (bk. En‘âm 6/93) Üçüncüsü, nefis, maddî/dünyevî hayatın esası
olarak, bu hayatın ihtiyaçlarını duyan, zevklerini tadan ve insanı bu zevklere,
bu ihtiyaçları gidermeye teşvik eden, bir mânada kötülükleri de emreden
cevherdir. Nitekim, “Nefis insana sürekli kötülüğü emreder” (Yûsuf
12/53) âyeti nefsin bu yönünü haber verir. Bu nefis, terbiye ve tezkiye gördüğü
takdirde insanı devamlı kötülüğe ve şehvetlere çeken nefis olmaktan, artık
imanda, amel-i sâlihte ve Allah’ın rızâsında tatmin olmuş, huzur ve sükûna
ermiş nefs-i mutmaine olmaya yükselebilir. Râziye ve merziye makamlarına
geçebilir. (bk. Fecr 89/27-28) Dördüncüsü, belki de bütün bu mânaları içine
alacak şekilde, insan için kullanıldığında insanın mâhiyetidir, insanı insan
yapan şeydir. (bk. Nisâ 4/1)
35. Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır. Biz sizi, gerçek değerinizi ortaya çıkarmak için şerle de hayırla da imtihan ediyoruz. Sonunda zâten bize döneceksiniz.
Müşrikler, Resûlullah (s.a.s.)’in ölmesini, başına helak edici musibetlerin gelmesini ve etrafındaki insanların dağılıp yok olmasını bekliyorlardı. Bunu hararetle istiyorlardı. Âyette haber verildiğine göre: “O, şâirin biri! Bekliyoruz, zamanın felâketlerine uğrayacak, helâk olup gidecek” (Tûr 52/30) diyorlardı. Onların bu tür konuşma ve talepleri üzerine bu âyet nâzil olmuştur. Hz. Muhammed (s.a.s.) de bir insandır. Kendisinden önce gelen tüm insanlar gibi o da bir gün ölecektir. Fakat, o öleceği gibi, onun ölümünü bekleyen o gafiller de ebedî kalmayacak, onlar da mutlaka öleceklerdir. Dolayısıyla Peygamber’in ölmesiyle sevinilecek bir durum söz konusu değildir. O halde akıllı insanın, başkasının ölümünü bekleyeceği yerde, kendisi öldüğü zaman nereye gideceğini ve âkıbetinin nasıl olacağını düşünmesi gerekmez mi?
Nihâyetinde her bir nefis[1] ölümü tadacaktır. Bu, mecbûri bir istikâmet, kaçınılmaz bir sondur. Ancak Allah Teâlâ, yaşadıkları müddetçe insanları hem fakirlik, hastalık, acı ve ıstıraplarla, hem de zenginlik, lezzet ve sevinçli hallerle dener, imtihan eder. Şâirin ifadesiyle:
“Bu cihân kimine kasr-ı tarab ü ayş ü safâ
Kiminin mihnet ile bâşına zindân ancak.” (Bâkî)
“Bu dünya, bahtı gülenler için zevk ve safâ âlemi; tâlii küskün olanlar için ise sıkıntılı, meşakkatli bir zindandan ibârettir.”
Çünkü Allah Teâlâ böylece kimin sabrettiğini ve kimin şükrettiğini ortaya çıkarmak ister. Bu sebeple insan, ne zenginlik ne de fakirliğe aldanmalı; bunların birer imtihan olduğunu göz önünde bulundurmalı ve imtihanı başarmaya çalışmalıdır.
Ancak ölüm, hastalık ve benzeri gibi musibetlere uğrayan din kardeşlerimizi kendi hallerine bırakmayıp onları teselli ve taziye etmenin mühim bir sünnet olduğunu unutmamak gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in Medine dışında bulunan Muâz b. Cebel’e, oğlunun vefâtı sebebiyle yazdığı şu mektup, ne güzel bir tâziye misâlidir:
“Bismillâhirrahmânirrahîm.
Allah’ın Rasûlü Muhammed’den Muâz b. Cebel’e...
Allah’ın selâmı üzerine olsun!
Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah’a hamdolsun. İmdi; Allah ecrini artırsın, buna karşılık sana büyük mükâfatlar ihsân etsin ve sabretme gücü versin. Bizi ve seni şükre muvaffak kılsın. Zira canlarımız, mallarımız, evlâd ü iyâlimiz, Azîz ve Celîl olan Allah’ın bize tatlı hibeleri, geçici bir süre için yanımıza bıraktığı emânetleri cümlesindendir. Allah sana o çocuğu vermekle seni sevindirdi. Şimdi de onu büyük bir ecir karşılığında senden aldı. Onun karşılığında Allah’tan rahmet, mağfiret ve hidâyet bekliyorsan, sabret!.. Üzüntü ve kederin, ecrini yok etmesin! Sonra pişman olursun! Bil ki ağlayıp sızlamak hiçbir şeyi geri getirmez, hüzün ve kederi de defedemez. Başa gelecek olan zaten gelmiştir, vesselâm.” (Hâkim, el-Müstedrek, III, 306/5193)
Hz. Ebûbekir (r.a.) da herhangi bir musîbete uğrayan insanlara şöyle tâziyede bulunurdu:
“Sabır, musîbetin elemini hafifletir, sızlanmanın ise faydası yoktur. Ölüm öncesi hayat basittir, çetin olan ölüm sonrasıdır. Resûlullah’ı kaybedişinizi hatırlayınız ki, musîbetiniz gözünüzde küçülsün ve Allah ecrinizi artırsın.” (Ali el-Müttekî, Kenzu’l-ummâl, XV, 744/42958)
İyilik ve kötülükleriyle imtihandan ibaret olan ölümlü dünyada bütün himmet ve gayretlerin imtihanı kazanmaya yönlendirilmesi gerekir:
[1] “Nefis” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de değişik mânaları ifade için kullanılır. Birincisi, zat, yani şahsın kendisi demektir. Bu mânada Allah Teâlâ için de söz konusu edilir. (bk. Âl-i İmran 3/28) İkincisi, insanda maddî hayatın kaynağı olan cevher, bir anlamda maddî, ayrıca hayvanî hayatın esası olan boyutuyla ruhtur, candır. (bk. En‘âm 6/93) Üçüncüsü, nefis, maddî/dünyevî hayatın esası olarak, bu hayatın ihtiyaçlarını duyan, zevklerini tadan ve insanı bu zevklere, bu ihtiyaçları gidermeye teşvik eden, bir mânada kötülükleri de emreden cevherdir. Nitekim, “Nefis insana sürekli kötülüğü emreder” (Yûsuf 12/53) âyeti nefsin bu yönünü haber verir. Bu nefis, terbiye ve tezkiye gördüğü takdirde insanı devamlı kötülüğe ve şehvetlere çeken nefis olmaktan, artık imanda, amel-i sâlihte ve Allah’ın rızâsında tatmin olmuş, huzur ve sükûna ermiş nefs-i mutmaine olmaya yükselebilir. Râziye ve merziye makamlarına geçebilir. (bk. Fecr 89/27-28) Dördüncüsü, belki de bütün bu mânaları içine alacak şekilde, insan için kullanıldığında insanın mâhiyetidir, insanı insan yapan şeydir. (bk. Nisâ 4/1)
36. Kâfirler seni her gördükleri zaman: “İlâhlarınızı diline dolayan adam bu mu?” diyerek seninle alay ediyorlar. Halbuki onlar, kendilerini merhametiyle sarıp sarmalayan Rahmân’ın anılmasına dayanamıyor, O’nun kitabını inkâr ediyorlar.
37. İnsan öyle acelecidir ki sanki aceleden yaratılmıştır. Sabırlı olun; yakında size âyetlerimi, delillerimi göstereceğim. O halde benden azabın bir an önce gelmesini istemeyin.
38. Onlar yine de: “Eğer doğru söylüyorsanız, peki bu tehdidiniz ne zaman gerçekleşecek?” diyorlar.
Müşrikler,
her gördükleri yerde Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’i alaya alıyorlardı. Ona mecnûn,
şâir, kâhin gibi yaftalarda bulunuyorlardı. Peygamberimiz (s.a.s.), tevhid
akîdesini yaymaya çalışıp putları reddettiğinden, onların ne fayda ne de zarar
veren cansız nesneler olduğunu söylediğinden bu onlara tapan müşrikleri
kızdırıyordu. Şüphesiz kendi aralarında bunu tartışıyor, müzâkere ediyorlar,
Efendimiz (s.a.s.)’i görünce de alayvârî bir şekilde: “İlâhlarınızı diline
dolayan adam bu mu?” (Enbiyâ 21/36) diyorlardı. Rivayetlerde belirtildiğine
göre onlar, Allah Resûlü (s.a.s.)’e bundan başka çeşitli sözlü ve fiilî
hakaretlerde bulunuyor, eziyetler yapıyorlardı. İşin hayret edilecek yönü şu
ki, onlar, elleriyle yaptıkları putlara ve sahte ilâhlarına o seviyede bir
muhabbet besliyorlardı ki, onlara karşı yapılan menfi en küçük bir şeye bile
müsâmaha göstermiyorlardı. Hatta bu yüzden Allah Resûlü (s.a.s.) ile alay
ediyorlardı. Buna mukâbil kendilerini yaratan, rızıklandıran, öldüren, dirilten
Rahmân’ın adını, zikrini, O’nun indirdiği âyetleri duyduklarında aceleye
kapılarak kibirleniyor; O’nu anmayı ve O’nun hatırlatmalarına kulak vermeyi bir
tarafa bırakıyorlardı. İşte insanın aceleci bir yapıya sahip olması, o menfi
vasfını yeterince tezkiye ve terbiye edememesi bu kötü neticenin doğmasına
sebep oluyordu. Üstelik bu inançsızlar, Peygamber’in kendilerini ikazda
bulunduğu Allah’ın azabı, kıyâmet ve cehennem gibi tehditlerin hemen başlarına
inmesini bekliyor; inkâr psikolojisi içinde aslında bütün bunların birer
palavra olduğunu ve bunların vuku bulmayacağını söylemek istiyorlardı. Fakat
işin aslının böyle olmadığını pek yakında anlayacaklar:
39. O kâfirler yüzlerinden ve sırtlarından ateşi savamayacakları, üstelik ondan kurtulmak için de hiçbir yardım göremeyecekleri zamanı bir bilselerdi, onu böyle acele istemezlerdi!
40. Bilakis o kıyâmet kendilerine ansızın gelecek ve onları şaşkına çevirecektir. Artık ne onu geri çevirmeye güçleri yetecek, ne de kendilerine en küçük bir mühlet verilecektir.
41. Rasûlüm! Senden önceki peygamberlerle de alay edilmişti. Fakat, alay konusu yaptıkları o azap, sonunda alay edenleri her taraftan kuşatıp mahvetmişti.
Kıyâmet
ansızın kopacak, ona inanmayanları ve kopacağını sanmayanları büyük bir
şaşkınlık içinde bırakacaktır. Onu durdurmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. O
dehşetli vakit geldiğinde ne bir soluk alabilmek, ne de bir çareye
başvurabilmek için hiç kimseye azıcık da olsa bir mühlet verilmeyecektir.
Mizandan, hesaptan sonra kâfirler cehenneme atılacaklar; orada yüzlerini ve
sırtlarını saran yakıp kavurucu cehennem ateşini savmaları mümkün olmayacaktır.
Bu konuda onlara yardım edecek, sahiplik yapacak kimse de yoktur. Eğer kâfirler
dünyada yaşarken bunun farkında olsalardı, küfür içinde kalmaz, kesinlikle iman
ederlerdi. Peygamberimiz (s.a.s.)’e karşı başkaldırıp: “Bizi tehdit edip
durduğun o azap ne zaman? Haydi onu başımıza indirsene!” diye münâsebetsizlik
etmezlerdi. Ancak bu bir ilâhî kanundu. Bir kısım talihsizler peygamberlerin
davetine karşı çıkacaklar, onlarla alay edecekler ve sonunda alay konusu
yaptıkları o azapla mutlaka karşılaşacaklardı. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın
küllî iradesine teslim olup kendimizi teselli etmek, üzerimize düşen vazifeyi
yaptıktan sonra gerisini Yüce Rabbimize havale etmek lâzımdır.
İşin
gerçek yüzünü açıklamak üzere:
42. De ki: “Eğer gece veya gündüz size azap göndermek istese sizi Rahmân’a karşı kim koruyabilir?” Buna rağmen, korkup O’na yönelecekleri yerde, Rablerinin zikrinden ve kitabından yüz çeviriyorlar.
43. Ne o, yoksa onları, bizim azâbımızdan koruyacak bizden başka ilâhları mı var? Oysa ilâhlaştırdıkları o varlıkların kendi kendilerine yardımları olmadığı gibi, bizden de görecekleri hiçbir dostluk, hiçbir yakınlık yoktur.
Ölüm,
savaş, esâret, zelzele, sel, yangın, toprak kayması, yanardağ patlaması,
yıldırım çarpması, trafik kazaları, açlık ve kıtlık gibi pek çok musîbetler ve
felâketler gece veya gündüz devamlı vuku bulmaktadır. Eğer Allah Teâlâ istese
bunlardan biriyle insanları helak edebilir. Veya kâfirlerin küfür ve isyanları
sebebiyle hak ettikleri cezaları gece veya gündüz hemen başlarına indirebilir.
Bunu Allah’tan başka engelleyebilecek hiçbir kudret yoktur. Bu bir hakîkat
olmakla birlikte, imansızlar ve gâfiller, içinde bulundukları huzûr ve emniyeti
kendilerine bahşeden sonsuz merhamet sahibi Rablerine inanıp şükredecekleri
yerde, Allah’ı zikirden, O’nun isim, sıfat ve fiillerini hatırlamaktan ve ilâhî
hakîkatleri beyân etmek üzere gönderdiği en büyük zikir olan Kur’an’ı dinleyip
muktezâsınca amel etmekten yüz çevirirler. Şunu unutmasınlar ki, Allah’tan
başka gönül bağladıkları sahte ilâhlar, bizzat kendilerine bile bir fayda
sağlamaya güç yetiremedikleri halde, onlara nasıl yardım edecekler? Kendine
faydası olmayanın başkasına nasıl faydası olacak? Zaten Allah da onlara yardım
etmeyecek, onları korumayacak, hayır nâmına onlara bir şey vermeyecek ve
rahmetini onlara arkadaş kılmayacaktır. Böylece onlar, bütün umutları boşa
çıkmış mahrumlar olarak yapayalnız azabın içinde kalacaklardır. Bu yüzden Yüce
Rabbimiz insanı düşünmeye davet ederek şöyle buyuruyor:
44. Kaldı ki, biz onları da babalarını da dünya nimetlerinden faydalandırdık. Öyle ki ömürleri kendilerine uzun geldi de ölmeyeceklerini sandılar. Onlar çevrelerine bakıp da, bizim yeryüzünü kenarlarından yavaş yavaş eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Şu halde gâlip gelecek olan onlar mı, yoksa biz mi?
Âyet-i
kerîme yer alan “bizim yeryüzünü kenarlarından yavaş yavaş eksilttiğimizi
görmüyorlar mı?” (Enbiyâ 21/44) ifadesine üç farklı mâna verilebilir:
› Allah’ın,
kudretiyle gelip çevresinden eksilteceği yer, müşriklerin o zaman üzerinde
yaşadıkları topraklardır. Bu âyet-i kerîme Mekke’de indiğine göre, Allah
Teâlâ’nın Rasûlüne, müşriklerin yaşadığı toprakların, bir zaman sonra
müslümanların eline geçeceğini müjdelemesi, Kur’an’ın bir mûcizesidir.
› Yeryüzünün
ileri gelenleri, âlimleri ve iyi insanları gittikçe azalmaktadır. Nitekim Vâkıa
sûresinde “mukarreb” yani Allah’a yakın kullardan bahseden âyetlerde bu mânaya
bir işaret vardır. Çünkü o mukarreb kulların pek çoğunun öncekilerden azının
sonrakilerden olduğu haber verilir. (bk. Vâkıa 56/10-14) Yâni gün geçtikçe
sâlih ve Allah’a yakın kulların sayılarının azaldığı anlaşılmaktadır.
› Yeryüzünde
her an her yerde salgın hastalıklar, kıtlık, fırtına, deprem ve diğer âfetler
şeklinde Cenâb-ı Hak kudret ve kahır tecellilerini göstermektedir. Milyonlarca
insan ölmekte, yerleşim bölgeleri ve araziler yok olmakta ve insanların
düzenini bozan daha nice zararlı şeyler meydana gelmektedir.
› Âyete fennî
tefsir açısından bakıldığında şu söylenebilir: Yağmurların, sellerin ve
rüzgarların tesiriyle dağlar aşınmaktadır. Veya bununla kutup bölgelerinin
basıklığına işaret edilmektedir.
Bütün
bunlar, Allah Teâlâ’nın kudret elinde olduğuna ve bunları dilediği gibi azaltıp
çoğaltabildiğine göre, acaba onlar, Cenab-ı Hakk’ın cezalandırmasına karşı
kendilerini koruyacak bir güç ve kuvvete sahipler midir? Hayır, nereden sahip
olacaklar? O halde artık sahip oldukları fani güçlerinin, zenginliklerinin ve
diğer imkânlarının sonsuz olmadığını ve kendilerini hesaba çekip cezalandıracak
bir Allah’ın var olduğunu kabul etmeleri gerekmez mi?
Bunu
gerçekleştirmek için ilâhî uyarılar şöyle devam ediyor:
45. Rasûlüm! De ki: “Ben sizi sadece vahiyle uyarıyorum. Fakat belli ki sağırlar, uyarıldıkları zaman bu çağrıyı duymazlar.”
Peygamber,
insanları kendiliğinden değil, Allah’ın kendisine vahyettiği Kur’an ile
uyarmaktadır. Uyarma emrini veren Allah’tır. Peygamber onun elçilik vazifesini
yerine getirmektedir. İlâhî daveti kabul etmeyenleri bekleyen tehlikeleri haber
vererek insanları korkutmaktadır. Ancak müşrikler bunca çok ve ardı ardına
gelen uyarılardan istifade etmedikleri için tıpkı sağırlar gibi olmuşlardır.
Çünkü ikazdan maksat, onu kuru kuruya duymak değil, aksine ilâhî tâlimâtları
tanıma, emirleri yapma ve haramlardan sakınmada gereğini yapmaktır. Bu maksat
gerçekleşmediği takdirde, insan o uyarıyı hiç duymamış sayılır.
İlâhî
ikazlara böylesine vurdumduymaz bir tavırla yaklaşmalarına rağmen:
46. Onlara Rabbinin azabından azıcık bir esinti bile dokunuverse, derhal: “Eyvâhlar olsun bize! Gerçekten biz, kendimize yazık etmişiz” diye feryadı basarlar.
Fakat
gerçeğe karşı böyle sağır davranmak fayda değil zarar getirecektir. Bu âyette
beyân buyrulduğu üzere küçük bir azabın en basit bir dokunuşu karşısında
vâveylâ koparıp ah vâh edecek olanlar, acaba bizzat yaratıcısı tarafından
“şiddetli”, “büyük”, “can yakıcı” gibi vasıflarla anlatılan cehennem azabına
atıldıkları zaman halleri nice olacak?
Bu
âyet-i kerîme Kur’an’ın i’câzına, pek vecîz ve özlü beyânına açık misallerden
birini teşkil eder. Bu cümlede, azabın dehşetini
göstermek için onun en hafifinin dahi zâlimlere nasıl bir şiddetle tesir ettiği
anlatılmaktadır. Cümlenin bütün unsurları dokunan azabın ne kadar az olduğunu
ifadeye hizmet etmekte ve ona kuvvet vermektedir. Şöyle ki:
لَئِنْ (lein), şek bildirir. Şek ise azlık ifade
eder. مَسَّ (messe), azıcık dokunmaktır, yine azlığı
ifade eder. نَفْحَةٌ (nefhatün), “bir kokucuk” demek olup
azlığı ifade eder. Aynı zamanda bu kelime sonundaki tenvin ile azabın
önemsizliğini imâ eder. مِنْ (min), teb‘iziyedir ve
bir parça demektir. Dolayısıyla bu da azlık ifadesidir. عَذَابٌ (azâb); نَكَالٌ (nekâl) ve عِقَابٌ
(ikâb)a nisbetle hafif bir ceza çeşididir ki o da azlığı anlatmaktadır. رَبِّكَ lâfzı;
Rabbimizin Kahhâr, Cebbâr, Müntakim gibi isimlerine nazaran şefkâti ihsas
etmekle yine azlığa işaret eder. İşte, bu derece az bir azap bile böyle tesirli
olduğuna göre, Allah’ın “ikâb”, “nekâl” kelimeleriyle haber verilen şiddetli
azaplarının ne kadar dehşetli olacağını ve bu azaba uğrayacak olanların perişan
hallerini tefekkür etmek gerekir.
Zira:
47. Kıyâmet günü biz adâlet terâzilerini kuracağız da hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacak. Yapılan iş hardal tanesi kadar bile olsa, biz onu getirip mizana koyacağız. Hesap görücü olarak biz yeteriz!
Dünyadaki
terâzilerin bazan doğru bazan yanlış olabilme ihtimâli vardır. Fakat âhirette
Cenâb-ı Hakk’ın o güne mahsus koyacağı terâziler doğru ve âdil terâziler
olacak, kulların amelleri orada tartılacak, hesaplar zerre miktarı üzere
yapılacak ve kimseye en küçük bir haksızlık edilmeyecektir. Rabbimiz, ihsan
sahiplerinin mükâfatını zâyi etmeyeceği gibi, kötülük yapanı belki affedecek,
fakat hak ettiği cezaya asla bir ilâvede bulunmayacaktır. Çünkü Allah, en iyi
ve en seri hesap görücüdür.
Ameller
“ihlâs” terazisiyle tartılır da içinde ihlas olmayanları kabul edilmez. Haller
“sıdk” terazisiyle tartılır da içinde ucub yani kendini beğenme illeti
bulunanları kabul edilmez. Nefesler “zikir ve uyanıklık” terazisiyle tartılır
da bunlardan dünyevî haz ve lezzetlere harcananları kabul edilmez. Herkes orada
ameline göre karşılık görür. Dünyada Allah’ın kullarına merhamet etmeyenlere
Allah merhamet etmez. Allah’ın kullarına ihsanı az olanların da orada bulacağı
ihsan az olacaktır. Kim de birine zulmetmişse, amelinin kötülüğüne mukâbil ceza
görecektir.
Rivayete
göre bir adam Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’in önünde oturdu ve:
“-
Ey Allah’ın Resûlü, benim iki kölem var. Bana yalan söylüyor, hainlik ediyor,
emirlerime karşı geliyorlar. Ben de onlara zaman zaman uygunsuz sözler
söylüyor ve onları cezalandırıyorum. Benim halim ne olacak?” dedi.
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurdu:
“-
Mahşer günü onların sana yaptıkları ihânetleri, karşı gelmeleri, yalan
söylemeleri ile senin onlara verdiğin ceza hesap edilecek. Eğer onlara verdiğin
ceza onların suçları kadarsa, karşılıklı olarak bir alıp vereceğiniz yoktur.
Şayet senin onlara verdiğin ceza, onların suçundan daha az ise senin onlardan
alacağın var demektir. Eğer senin onlara verdiğin ceza hak ettiklerinden daha
fazla ise, o fazlalık kısas yoluyla
senden alınacaktır.”
Bu
sefer adam bir kenara çekilip ağlamaya ve kendi kendine konuşmaya başladı.
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“-
Sen yüce Allah’ın kitabını ve oradaki: «Kıyâmet günü biz adâlet terâzilerini
kuracağız da hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacak» (Enbiyâ
21/47) buyruğunu okumuyor musun?”
O
zaman adam:
“-
Allah’a yemin ederim ki, yâ Rasûlallah, ben hem kendim hem de onlar için
onlardan ayrılmaktan daha hayırlı bir şey göremiyorum. Şâhit olun ki, ben
oların hepsini azat ediyorum” dedi. (Tirmizî, Tefsir 21/2; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
IV, 280-281)
İşte peygamberlerin gönderilmesinin ve kitapların
indirilmesinin yegâne gâyesi insanlığı o büyük gündeki hesap ve cezaya karşı
uyarmaktır:
48. Doğrusu biz Mûsâ ve Hârûn’a hakkı bâtıldan ayıran Tevrat’ı verdik ve onu kalpleri Allah’a saygıyla dopdolu olup günahlardan sakınanlar için baştan aşağı bir ışık ve öğüt kaynağı kıldık.
Kur’ân-ı
Kerîm’e gelince:
49. O takvâ sahipleri ki, görmedikleri halde Rablerinden korkarlar ve kıyâmetten de tir tir titrerler.
Kur’ân-ı Kerîm’e gelince:
50. İşte bu Kur’an da bizim indirdiğimiz çok şerefli, her bakımdan bereket yüklü, öğüt kaynağı bir kitaptır. Hal böyleyken siz onu inkâr mı ediyorsunuz?
Yüce
Allah, Hz. Mûsâ’ya Tevrat’ı verdiği gibi Habîb-i Ekrem (s.a.s.)’e de Kur’ân-ı
Kerîm’i vermiştir. O zikirdir; Allah’ı tanıtır, hatırlatır, anlatır. O’nun emir
ve yasaklarını, sevdiklerini ve sevmediklerini, râzı olduklarını ve
olmadıklarını bildirir. O mübârektir; bereketlidir, devamlıdır, faydası çok ve
ihtivâ ettiği ilimler boldur. Onun indirilmesinde ve ondaki hayranlık veren
üslup ve beyânda, belâgat ve fesahatta yadırganacak, hoş karşılanmayacak hiçbir
şey yoktur. O, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in en büyük mûcizesidir. Böyle bir kitabı
yalanlamak ve inkâr etmek olacak şey değildir.
Sûrenin
başından buraya kadar Allah’ın birliği, âhiret ve peygamberlik gibi dinin esas
mevzuları hakkında bilgiler verildikten sonra şimdi de hem bu esasları
pekiştirmek, hem Resûlullah (s.a.s.) ve mü’minleri teselli etmek, hem de
muhatapların ders ve ibret almalarını sağlamak maksadıyla peygamberlerin
kıssalarından dikkat çekici kesitler sunulmaktadır. Bu kıssalar, anlatıldıkları
çerçeve içinde ele alındığında, şu mühim hususlara temas etmek üzere burada yer
aldıkları açığa çıkar:
›
Daha önce gönderilen tüm peygamberler birer insandı. Bu sebeple
Hz. Muhammed (s.a.s.) gibi bir insanın peygamber olarak gönderilmesinde
şaşılacak bir şey yoktur.
›
Bu Peygamberin vazifesi ve tâlimatları da kendisinden önce
gönderilen peygamberlerinkinin aynısıdır.
›
Bütün peygamberlere, kendilerine husûsî nimetler bahşeden Allah
tarafından asil ve yüksek bir mevki verilmiştir. Mesela peygamberler, yıllarca
işkence ve zorluklar çekmelerine rağmen, en sonunda Allah onların dualarını
kabul etmiş ve düşmanlarına karşı onlara mûcizevî yollardan yardım etmiştir.
›
Allah’ın ihsan buyurduğu tüm mümtâz nimetlere rağmen, onlar,
Allah’ın alçak gönüllü, mütevazı kulları idiler. İlahlıkta Allah’a ortak olma
gibi bir özellikleri yoktu. Hatta onlar da bazan hüküm verirken hata ederler,
hasta olurlar, imtihana tabi tutulurlar ve Allah’a hesap verecekleri zelleler
işlerlerdi.
Hz. Mûsâ’nın kıssasına kısa bir temastan sonra şimdi
İbrâhim (a.s.)’ın putlarla ve putperestlerle olan o muazzam mücâdelesine yer
verilmektedir:
51. Yemin olsun biz daha önce İbrâhim’e de doğru yolu bulma kâbiliyetini vermiştik. Biz onun her bakımdan bu lutfa lâyık olduğunu biliyorduk.
İbrâhim
(a.s.)’a verildiği bildirilen اَلرُّشْدُ
(rüşd), doğruluk, düşünce ve davranışta tutulan doğru yol ve isabetli görüş,
hakla bâtılı ayırt etme kâbiliyeti mânalarına gelir. “Doğru yoldan sapma”
mânasındaki اَلْغَيُّ (ğayy) kelimesinin
zıddıdır. “Dinde zorlama yoktur. Gerçekten doğru eğriden ayrılıp iyice belli
olmuştur” (Bakara 2/256) âyeti bunu beyân eder. Rüşd, kişinin doğru yolu
bulması, din ve dünyası bakımından faydasına olan şeyleri tercih etmesi ve ona
ulaşmasıdır. Bunun kemâli, ancak peygamberlikle gerçekleşir. İşte Cenâb-ı Hak,
diğer peygamberlere verdiği gibi, İbrâhim (a.s.)’a da peygamberlik rüşdünü
vermiştir. Onun buna lâyık olduğunu en iyi bilen de şüphesiz Allah Teâlâ’dır. Zira
âyet-i kerîmede: “Allah peygamberlik vazîfesini kime vereceğini herkesten
iyi bilir” (En‘âm 6/124) buyrulur.
Hz.
İbrâhim, kendisine lütfedilen bu peygamberlik ışığıyla putperest olan babasını
ve kavmini irşada başladı:
52. O vakit babasına ve kavmine: “Nedir şu karşısına geçip taptığınız heykeller?” diye sormuştu.
53. Onlar da: “Atalarımızı bunlara tapar halde bulduk; biz de onlara uyarak böyle yapıyoruz” diye karşılık vermişlerdi.
54. İbrâhim: “Doğrusu siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içine sürüklenmişsiniz” dedi.
55. Bunun üzerine: “Senin bu söylediklerin gerçek mi, yoksa bizimle oyun mu oynuyorsun?” dediler.
56. İbrâhim şöyle dedi: “Hayır, hayır! Sizin Rabbiniz, göklerin ve yerin Rabbidir; onları yoktan O yaratmıştır. Ben de bu gerçeğe şâhitlik edenlerdenim.”
57. Sonra içinden: “Allah’a yemin olsun ki, siz dönüp gittikten sonra putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım!” diye karar verdi.
52. âyette geçen اَلتِّمْثَالُ
(timsâl), Allah Teâlâ’nın yarattığı şeylere benzetilerek yapılan heykellerdir.
Hz. İbrâhim’in peygamber gönderildiği toplum, insan, hayvan, yıldız ve benzeri
şekillerde yapılmış çeşitli putlara tapıyorlardı. İbrâhim (a.s.), öncelikle “Nedir
şu karşısına geçip taptığınız heykeller?” (Enbiyâ 21/52) diye
sorarak söze başlar. Böylece onların zihinlerini sarsarak yaptıkları işin
mâhiyeti hakkında düşünmelerini sağlamak ister. Ayrıca bu soru karşısında ileri
sürecekleri şüpheleri öğrenip onları iptal etmek için tatbik edeceği yolu
belirlemeyi düşünür. Kavmi, ileri sürebilecekleri sağlam bir delile sahip
olmadıkları için, ancak taklit yoluna başvurarak, atalarını o putlara tapar
halde bulduklarını, dolayısıyla kendilerinin de onların yollarını takip
etmelerinden daha tabii bir durum olmadığını söylerler. İbrâhim (a.s.), hiç
çekinmeden hem onların hem de putperest atalarının apaçık bir sapıklık içinde
olduklarını haber verince, alışık olmadıkları bu tavır karşısında şaşırır
kalırlar. Böyle bir şeyi daha önce hiç akıllarına getirmedikleri için, Hz.
İbrâhim’e bunun gerçek mi yoksa bir şaka mı olduğunu sorar, kendileriyle dalga
geçip geçmediğini öğrenmek isterler. İbrâhim (a.s.) ise işin ciddiyetini
belirtmek üzere, onlara hak dinin tevhid akîdesini anlatmaya, bunun temel
esasının, gökleri ve yeri yaratan ve her şeyin Rabbi olan Allah’ın tek olduğunu
ve kendileri de dâhil bütün insanların Rabbinin O olduğunu ilan etmeye başlar.
Tevhid akîdesinin kabulü ve yerleşmesi için putların ve putperestliğin ortadan
kalkması gerektiğinden dolayı da putlarla alakalı olarak tatbik edeceği planı
netleştirir. Bu yöndeki niyet ve himmetini kesinleştirerek kararını alır. Bu
kararını ya sadece içinden geçirir veya kavmi oradan ayrılıp gidince geride
kalan bir kısım zayıf ve hasta kimselerle de paylaşır. Sonra verdiği bu kararı
uygulamaya koyar:
58. Nihâyet İbrâhim o putları paramparça etti; ancak, belki olup bitenler hakkında kendine müracaat ederler diye onların büyüğünü bıraktı.
59. Dönüp durumu gördüklerinde: “Bunu ilâhlarımıza revâ gören kim? Her kimse, onun zâlimlerden biri olduğunda şüphe yok!” diye bağrıştılar.
60. İçlerinden bir kısmı: “Sahi, İbrâhim denilen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk” dedi.
61. “Öyleyse” dedi diğerleri, “onu bulup insanların huzuruna getirin, belki onun yaptığına şâhitlik ederler.”
Anlatıldığına
göre Hz. İbrâhim’in kavminin dinî bir bayramı vardı. Her sene kırda toplanarak
bu bayramı kutlarlardı. Bir gün yine bayram şenliğine giderken İbrâhim’i de
götürmek istediler. İbrâhim (a.s.) hasta olduğunu ileri sürerek bayrama
katılmadı ve halk kıra çıktıktan sonra puthaneye gidip, içlerinden büyük bir
tanesi hariç putların hepsini kırdı, paramparça etti. Baltayı da kalan o büyük
putun boynuna astı. Maksadı, kavmi ona başvurup putları kimin kırdığını
sorduklarında büyük putun kırmış olabileceğini söylemek, böylece putların
acizliğini ortaya çıkarmaktı. Halk bayram yerinden döndüklerinde putlarının
başına gelenleri gördüler. Bu işi kimin yaptığını araştırdılar. Daha önce Hz.
İbrâhim’in putlar aleyhinde konuşmalarını işitmiş olanlar durumdan halkı
haberdar etti. Bunun üzerine halk, İbrâhim’in getirilip hesaba çekilmesini ve
ona verilecek cezanın başkalarına da ibret olmasını istediler. İbrâhim’le
aralarında şöyle bir konuşma geçti:
62. İbrâhim’i getirdikten sonra, ona: “Söyle bakalım İbrâhim, ilâhlarımıza bunu yapan sen misin?” diye sordular.
63. İbrâhim: “Belki de onu şu büyükleri yapmıştır; eğer konuşabiliyorlarsa onlara bir sorun bakalım” dedi.
64. Vicdanlarının sesini dinlediklerinde aralarında: “Asıl zâlim olan İbrâhim değil, bu âciz putlara tapan biziz!” diye itirafta bulundular.
65. Sonra yine eski inançlarına dönerek: “İbrâhim! Sen de pekâlâ bilirsin ki bunlar konuşamazlar” diye çıkıştılar.
66. İbrâhim şöyle dedi: “Allah’ı bırakıp da size hiçbir faydası ve zararı dokunmayan bu putlara mı tapıyorsunuz?”
67. “Yuh olsun size de, Allah’tan başka o taptıklarınıza da! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”
Hz.
İbrâhim’i halkın huzuruna getirip, bu işi kendinin yapıp yapmadığını sordular.
Kırmayıp bıraktığı ve omzunda balta bulunan o büyük putu göstererek, belki de
bu işi onun yapmış olabileceğini, bunu öğrenmek için de paramparça olup yerlere
saçılmış putlarına durum hakkında sormalarının kâfi geleceğini bildirdi. Fakat
bu bilgiyi alabilmek için putların konuşuyor olmaları gerekiyordu. Bu sebeple
Hz. İbrâhim: “eğer konuşabiliyorlarsa” (Enbiyâ 21/63) kaydını getirdi.
Bu kayıt, o putperestlerin vicdanlarını harekete geçirip neredeyse gerçeği
anlamalarına vesile olacaktı. Çünkü Hz. İbrâhim’in konuşması karşısında bir an
durup düşündüler; kendilerini ciddi bir muhasebeye tâbi tutup yanlış yolda
olduklarını fark ettiler. Fakat bu durum fazla uzun sürmedi. Tekrar eski
kafalarına, eski kökleşmiş ve köhneleşmiş inançlarına döndüler. Gerçi
İbrâhim’e: “Sen de pekâlâ bilirsin ki bunlar konuşamazlar” (Enbiyâ
21/65) demeleri, açıkça putlarının acizliğini bir itiraf olsa da, onlara
tapmaktan vazgeçtikleri anlamına gelmiyordu. Hatta kör bir inatçılık sâikiyle:
“Biz onlara konuşamadıklarını bile bile tapıyoruz” demek istiyorlardı. Yine de
Hz. İbrâhim, onların bu itiraflarını da fırsat bilerek, sahip oldukları
inançlarının ne kadar anlamsız, mesnetsiz, saçma ve boş olduğunu yüzlerine
haykırdı. Böyle akıl almaz bir yanlışın içinde olmaları sebebiyle onları
yuhaladı. Bir peygamberin edebine uygun olarak söylenebilecek en ağır sözü
söyledi. Bu yaptıklarının bir akılsızlık olduğunu, artık akıllarını
çalıştırmanın zamanının çoktan geldiğini ve geçmekte olduğunu hatırlattı:
68. Bu sözler üzerine çılgına dönen putperestler, halkı kışkırtarak: “Eğer bir şey yapacaksanız, İbrâhim’i ateşe atıp yakın, böylece ilâhlarınızın imdâdına yetişin!” dediler.
69. Onu ateşe attıklarında ise biz: “Ey ateş! İbrâhim’e serin ve selâmet ol!” diye emrettik.
70. Evet, bu zâlimler İbrâhim’i tuzağa düşürmek istediler; fakat biz onları daha fazla zarara uğrattık.
71. Ardından biz İbrâhim’i ve Lût’u kâfirlerin elinden kurtarıp, tüm insanlık için feyiz ve bereket kaynağı kıldığımız bir ülkeye ulaştırdık.
Hz.
İbrâhim’in bu açık tebliğine karşı söyleyecek makul hiçbir söz bulamayan o
bedbaht kavim, kuvvetçe üstünlüklerine güvenerek zorbalık yolunu tuttular ve
İbrâhim (a.s.)’ı ateşte yakma kararı aldılar. Çünkü putlarını diline dolayan ve
onlara hakaret eden birinin cezası ancak bu olmalıydı.
Rivayete
göre putperestler durumu kralları Nemrûd’a bildirdiler. Bunun üzerine Nemrûd,
İbrâhim (a.s.)’ı çağırttı. Nemrûd’un huzûruna giren herkes, öncelikle ona secde
ederdi. Hz. İbrâhim ise, secde etmedi. Nemrûd, merak ve hiddetle sebebini
sorunca da:
“–Seni
ve beni Yaratan’dan başkasına secde etmem!” dedi. Nemrûd:
“–Senin
Rabbin kim?” deyince, İbrâhim (a.s.):
“–Benim
Rabbim, dirilten ve öldüren Allah’tır” dedi. Nemrûd:
“–Ben
de diriltir ve öldürürüm” dedi. Zindandan iki kişi getirtti. Birini öldürdü,
diğerini ise serbest bıraktı. Sonra da:
“–Bak,
ben de bu işi yapıyorum” dedi. Lâkin ahmak Nemrûd, diriltmenin rûh vermek;
öldürmenin ise rûh almak olduğunu bilmiyordu. Bu kez İbrâhim (a.s.):
“–Benim
Rabbim, güneşi doğudan doğdurur. Gücün yetiyorsa sen de batıdan doğdur!” dedi.
O melun kâfir apışıp kaldı. (bk. Bakara 2/258)
Karşılıklı
bu konuşmalar ve tartışmalar üzerine son derece hiddetlenen Nemrûd, ona nasıl
bir ceza verileceği husûsunda avânesini toplayıp istişâre etti. İçlerinden
biri:
“–Onu
büyük bir ateşte yakalım!” teklifinde bulundu.
Bu
teklif kabul edildi. Ateş için hazırlıklar başlatıldı. Bir ay odun taşındı.
Câhil ve ahmak halk, “Bu, bizim putlarımıza karşı çıkıyor!” diye odun taşıma
işinde seferber oldular. Dağ gibi odun yığıldı. Yakılan ateşin alevleri
semâlara çıkıyordu. Harâretinden dolayı, kuşlar yakınından bile geçemiyordu.
Bütün hazırlıklar bitince halk, ateşin başına toplandı. Hz. İbrâhim elleri
kelepçeli ve ayakları prangalı bir şekilde oraya getirildi. Ancak o büyük
peygamber “Halîl” olduğu için çok zor bir durumda olmasına rağmen büyük bir
teslîmiyet ve tevekkül içinde idi. Gönlünde en ufak bir korku ve endişe yoktu.
Nemrûd ve cemâati, O’nun ateşe nasıl atılacağını müzâkere ettiler. Nihâyet,
mancınıkla atılmasına karar verdiler. Yerdeki ve gökteki melekler, hayret
içinde:
“–Aman
yâ Rabbî! Seni en çok zikreden İbrâhim (a.s.) ateşe atılıyor! O seni bir an
bile unutmayan bir peygamberdir. Ona yardım etmek için bize izin verir misin
Allahım?” diye yalvardılar. Allah Teâlâ’nın izin vermesi üzerine bir melek Hz.
İbrâhim’e gelerek:
“–Rüzgârlar
emrime verildi. Arzu edersen ateşi darmadağın edeyim!” dedi.
Diğer
bir melek:
“–Sular
emrime verildi. İstersen ateşi bir anda söndüreyim!” teklifinde bulundu.
Bir
başka melek:
“–Toprak
emrime verildi. Dilersen ateşi yere batırayım!” dedi.
İbrâhim
(a.s.) ise, bu meleklere:
“–Dost
ile dostun arasına girmeyin! Rabbim ne dilerse ben ona râzıyım! Kurtarır ise,
lutfundandır. Eğer yakar ise, kusûrumdandır. Sabredici olurum inşallah!” diye
mukâbelede bulundu. Mancınığa konup ateşe atılmak üzere iken de İbrâhim (a.s.):
حَسْبُنَا
اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
“Allah
bize yeter, o ne güzel vekîldir” diyordu. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
XVII, 57-58; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 162-163; Kurtubî,
el-Câmi‘, XI, 303)
İbn
Abbâs (r.a.)’ın rivayetine göre Hz. İbrâhim bu sözü, ateşe atılırken
söylemiştir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) de bu sözü, “Müşrikler size karşı
toplandılar, başınızın çâresine bakın!” denildiğinde söylemiştir. Bunun üzerine
müslümanların imanları artmış ve hep birlikte: “Allah bize yeter, O ne güzel
vekîldir!” diyerek (bk. Âl-i İmrân 3/173) Allah’a karşı eşsiz bir teslîmiyet
örneği sergilemişlerdir. (Buhârî, Tefsir 3/13)
İbrâhim
(a.s.) tam ateşe atılmak üzereyken Cebrâil (a.s.) geldi ve:
“–Bir
dileğin var mı?” diye sordu. Hz. İbrâhim:
“–Evet,
bir dileğim var, fakat senden değil!” cevâbını verdi.
Cebrâil,
İbrâhim (a.s.)’a hayretle:
“–Niçin
Allah’tan kurtuluş istemiyorsun?” dedi.
O
da:
“–Hâlimi
O biliyor! Ateş kimin emri ile yanıyor? Yakma kimin işidir?” diye cevap verdi.
(bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 162)
Şâir
bu cevâbı, “Âgâh olunca hâle, hâcet mi kalır suâle!” şeklinde mısrâya
dökmüştür.
Allah
Teâlâ, Hz. İbrâhim’in meleklerden bile müstağnî davranıp bütün talebini Hakk’a
yöneltmesinden râzı olmuş, onu Kur’ân-ı Kerîm’de: “O çok vefakâr İbrâhim”
(Necm 53/37) âyet-i kerîmesiyle senâ etmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, O’nu: “Rabbi ona: «Teslim ol!» buyurmuş, o da: «Bütün varlığımla Âlemlerin
Rabbine teslim oldum» demişti” (Bakara 2/131) âyet-i kerîmesiyle de, teslîmiyet timsâli olarak
takdîm ve taltîf etmiştir.
İbrâhim
Halîlullâh’ın bu yüce teslîmiyeti ve yalnız Hakk’a tevekkülü üzerine, o daha
ateşin içine düşmeden Allah Teâlâ, ateşe “Ey Ateş! İbrâhim’e serin ve
selâmet ol!” (Enbiyâ 21/69) diye emretti. Bu emirle birlikte İbrâhim (a.s.)’ın
düştüğü yer bir anda gülistâna döndü. Hatta bu emirle birlikte, yeryüzünde
bütün ateşlerin belli bir müddet serin hâle geldiği söylenir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
XVII, 58)
Nakledildiğine
göre orada tatlı bir pınar kaynayıp akmaya başladı. Bir rivayete göre,
cennetten bir gömlek indirildi ve İbrâhim (a.s.)’a giydirildi. Bu gömlek, daha
sonra İshâk (a.s.)’a, ondan Yâkub (a.s.)’a, ondan da Yûsuf (a.s.)’a intikâl
etti. Hz. Yâkub’un gözleri âmâ olduğu zaman, Yûsuf (a.s.)’ın gönderip de
gözlerinin açılmasına vesîle olan gömlek, işte bu gömlekti.
Hz.
İbrâhim’i ateşe atmalarından sonra Allah onların üzerine en zayıf yaratığı olan
sivrisineği Musallat etti. Aradan vakit geçmeden Nemrut, arkadaşlarının ve
atlarının parıldayan kemiklerini gördü. Bu sinekler onların etlerini yemiş,
kanlarını içmişti. Bir tanesi de Nemrud’un burun deliğine girdi ve beynine
ulaşıncaya kadar önüne geleni kemirip durdu. İnsanlar arasında en değerli kabul
ettiği kişi, demir bir balyozla kafasına vuran kişi oluyordu. O yaklaşık kırk
yıl bu şekilde kaldı ve sonunda telef olup gitti.
Allah’ın
Halîli’ne düşmanlığın sonu böylesine felâket oldu. Cenâb-ı Hak dostu İbrâhim’e
ve onun amcası oğlu Lût (a.s.)’a ise şu ihsanlarda bulundu:
72. İbrâhim’e İshâk’ı lutfettik, ayrıca torun olarak da İshâk’ın oğlu Yâkub’u ihsân ettik. Her birini dürüst, erdemli ve ıslaha yönelik işler yapan kimseler kıldık.
73. Biz onları, emrimizle insanlara doğru yolu gösteren önderler yaptık. Onlara hayırlı işler yapmayı, namazı dosdoğru kılmayı ve zekâtı vermeyi emrettik. Onlar, kendilerini sadece bize kulluğa adamış kimselerdi.
Hz.
İbrâhim, yanında eşi Hz. Sâre ve amca oğlu Hz. Lût’u alarak huzur ve emniyet
içerisinde Allah’a kulluk edebilecekleri bir bölgeye hicret ettiler. Burası
“Etrafının mübârek kılındığı” âyet-i kerîmede bildirilen (bk. İsrâ 17/1) Şam
diyârı yani Suriye, Filistin, Kudüs ve etrafıdır. Bu bölge dinî bakımdan
bereketli kılınmıştır. Çünkü peygamberlerin çoğu burada gönderilmiş; insanları
kemâlâta, dünya ve âhiret mutluluğuna erdirecek hakîki mânada bereket olan
şeriatlerini burada neşretmişlerdir. Dünyevî bakımdan da bereketli kılınmıştır.
Çünkü burası suları, ağaçları, meyveleri, ürünleri bol olan bir bölgeydi.
Halkının zengin olduğu ve fakirinin rahat hayat sürdüğü bir yerdi. Hatta
İbrâhim (a.s.), “Nereye gidiyorsun?” sorusuna: “Torbanın bir dirheme dolduğu
yere gidiyorum” demişti.
Allah
Teâlâ, Hz. İbrâhim’in sâlih bir erkek çocuk talebi üzere (bk. Saffât 37/100)
yaşlılığına rağmen ona İshâk’ı ihsan etmiştir. Hz. İshâk’tan da torunu Yâkub
dünyaya gelmiştir. Bunların hepsi, yani burada ismi geçen dört peygamber de
Allah’ın emirlerini tutan ve haramlarından kaçınan sâlih kimselerdi. Allah’ın
izniyle insanları hidâyete davet eden hakîkat rehberleriydi. Cenâb-ı Hak onlara
bütün hayırlı, iyi ve güzel işleri yapmalarını emretmiştir. Namaz ve zekât da
bu hayırlı işler içinde olmakla birlikte ehemmiyetlerine binâen ayrıca
zikredilmiştir. Çünkü namaz bedenî ibâdetlerin en şereflisi, zekât da mâlî
ibâdetlerin en şereflisidir. Bu ikisinin toplamı ise Allah’ın emrini tâzim ve
O’nun kullarına şefkat ve merhameti ifade eder.
İbrâhim
(a.s.)’ın amca oğlu Hz. Lût’a gelince:
74. Lût’a da hüküm ve ilim verdik. Onu, halkı pek iğrenç işler yapan memleketten kurtardık. Gerçekten o halk, bütünüyle yoldan çıkmış çok kötü bir topluluk idiler.
75. Böylece onu rahmetimizle sarıp sarmaladık. Doğrusu o, dürüst, erdemli ve ıslaha yönelik işler yapan seçkin bir kimseydi.
Allah
Teâlâ Hz. Lût’a da hüküm ve ilim verdi. Hüküm; yargı, hikmet, doğruyu yanlıştan
ayıran ölçü, her mes’elede doğru ve yerinde karar verbilme, Allah’tan gelen bir
yetki gibi mânalar ifade eder. İlim de, kendine vahyolunan gerçek bilgi yani
din ilmidir. Dolayısıyla bu ifade, Hz. Lût’un peygamber kılındığını
göstermektedir. Cenâb-ı Hak Lût (a.s.)’ı اَلْمُؤْتَفِكَةُ(mü’tefike)
diye isimlendirilen sonunda altı üstüne getirilmiş yedi kasabaya peygamber
olarak göndermişti. Bunların içinde en büyüğü Sodom idi. Sodom halkı gerçekten
çok çirkin günahlar işliyorlardı. Bu çirkin fiillerin başında livata
gelmekteydi. Doğrusu onlar, küfür ve isyan bataklığına dalmış ve bunda fazlasıyla
ileri gitmiş fâsık bir toplum idiler. Allah Teâlâ Lut’u onların arasından
kurtardı ve onu çok özel rahmetiyle sarıp sarmaladı. Çünkü o, günahlardan uzak kalıp Allah’a kulluk etmeyi
isteyen, hem kendini hem de toplumu ıslaha çalışan güzel bir insandı.
Kıssası
ibretlerle dolu bir diğer peygamber Hz. Nûh’tur:
76. Nûh’u da hatırla. Hani o daha önce bize yalvarmış, biz de onun duasını kabul etmiştik. Sonunda hem kendisini hem de iman eden ailesini o çok büyük felâketten kurtarmıştık.
77. Âyetlerimizi yalanlayan topluluğa karşı ona yardım edip intikamını aldık. Gerçekten onlar çok kötü bir topluluktu. Bu yüzden biz de onların hepsini suda boğuverdik.
Hz.
Nûh, uzun yıllar Allah’ın dinini tebliğ etti. Fakat içinde yaşadığı toplum onun
tebliğine kulak asmadı. Küfür ve isyanda inatla direndiler. Hz. Nûh’a yapmadık
eziyet bırakmadılar. Nihâyet Hz. Nûh Cenâb-ı Hakk’a:
“Ben
mağlup düştüm. Artık dinine yardım et, intikâmımı sen al!” (Kamer
54/10)
“Rabbim!
Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!” (Nûh 71/26)
diye dua etti. Allah Teâlâ da onun duasını kabul etti. Yapmasını emrettiği gemi
ile onu ve kendine iman eden ailesini, mü’minleri kurtardı. Küfür ve günahta
ileri gitmiş o kötü kavmi de azgın sularda boğup helak etti.
Hz.
Dâvûd ve oğlu Hz. Süleyman’a gelince:
78. Dâvûd ile Süleyman’ı da hatırla. Hani onlar, bir grup insana ait koyun sürüsünün geceleyin girip ürünlerini telef ettiği bir ekin tarlası hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de onların verdikleri hükme şâhit idik.
79. Biz, sözkonusu dâvada en isabetli hükmü Süleyman’a bildirdik. Zâten biz, her birine hüküm ve ilim vermiştik. Dağları ve kuşları Dâvûd’un emrine râm ettik; onunla beraber Allah’ı tesbih ediyorlardı. Gerçekten biz, dilediğimiz her şeyi yapma kudretine sahibiz.
80. Bir de Dâvûd’a, sizi savaşın şiddeti ve silahların darbesinden koruması için zırh yapma sanatını öğrettik. Peki siz, bunca nimetler için Rabbinize gereğince şükrediyor musunuz?
Hz.
Süleymân, çocukluğundan itibâren yüksek bir anlayışa sahip, çok zeki biriydi.
Bir gece, bir koyun sürüsü bir tarlayı harâb etmişti. Tarla sahipleri, Dâvûd
(a.s.)’a gelip şikâyetçi oldular. Telef olan tarla, kıymet bakımından koyun
sürüsüne müsâvî idi. Bunun üzerine Hz. Dâvûd, koyunların tarla sahibine
verilmesine hükmetti. Süleymân (a.s.), o sırada küçük yaşta olmasına rağmen:
“–Babacığım,
bir yol daha var! Koyunları tarla sahibine borç olarak verelim; sütünden ve
yününden istifade etsin. Bu arada tarlayı düzenlesin. Tarla eski hâline
gelinceye kadar koyunlar kendisinde kalsın. İşleri yoluna girince de, sürüyü
sahibine teslîm etsin!” dedi.
Dâvûd
(a.s.) bu teklifi çok beğendi ve öyle hükmetti.
Hz.
Süleymân’ın firâsetiyle alâkalı bir başka hâdiseyi de Resûlullah (s.a.s.) şöyle
anlatır:
“…Vaktiyle
iki kadın ve beraberlerinde iki oğlan vardı. Yolda giderlerken bir kurt gelip
kadınlardan büyük olanın çocuğunu alıp götürdü. Bunun üzerine bu kadın,
arkadaşı olan küçük kadına:
«–Kurt,
senin çocuğunu götürdü» dedi.
Öbür
kadın:
«–Hayır,
senin çocuğunu götürdü» dedi.
Nihâyet
bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Dâvûd (a.s.)’a mürâcaat ettiler. Hz.
Dâvûd, çocuğun büyük kadına âit olduğuna hükmetti. Onlar muhâkemeden çıkıp, Hz.
Dâvûd’un oğlu Süleymân (a.s.)’a gittiler. Dâvûd (a.s.)’ın hükmünü söylediler.
Hz. Süleymân da:
«–Bana
bir bıçak getirin! Çocuğu bu iki kadın arasında paylaştırayım!» dedi.
Bunun
üzerine küçük kadın:
«–Aman!
Allah aşkına böyle bir şey yapma! Çocuk bu kadınındır!» dedi.
Bunun
üzerine Süleymân (a.s.), çocuğun küçük kadına âit olduğuna hükmetti.” (Buhârî,
Enbiyâ 40; Müslim, Akdiye 20)
Çünkü
analık şefkati, evlâdının ölmesine râzı gelemezdi.
Hz.
Dâvûd da, Hz. Süleyman da birer peygamberdi. Allah onlara hüküm ve ilim
vermişti. Ancak her birinin ayrı ayrı mümeyyiz vasıfları vardı. Hz. Süleyman’a
isabetli hüküm verme konusunda bir imtiyaz bahşettiği gibi, Hz. Dâvûd’a dağları
ve kuşları emrine vermişti, onunla beraber Allah’ı tesbih ederlerdi. Dâvûd
(a.s.), tesbih ederek dağların yanından geçer, dağlar da tesbih ile ona
karşılık verirlerdi. Kuşlar da öyleydi. Başka bir rivayete göre, Hz. Dâvûd
zikir ve tesbihatta kendisinde biraz yorgunluk hissettiğinde dağlara emreder,
onlar tesbih ederlerdi. Bu hal, kendisi tesbihi özleyinceye kadar devam ederdi.
Ayrıca
Cenâb-ı Hak Dâvûd (a.s.)’a savaşlarda giyilmek üzere zırh yapma sanatını
öğretmişti. O, zırh yaparak hem ordularını düşmanlarından muhâfaza etmiş hem de
rızkını elinin emeğiyle kazanmıştır. Mülk ve siyâsî otorite sahibi, iktisâdî
imkânları bol bir peygamber olmasına rağmen, elinin emeğiyle geçinme yolunu
tercih etmiştir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Hiçbir
kimse, asla kendi kazancından daha hayırlı bir rızık yememiştir. Allah’ın
Peygamberi Dâvûd (a.s.) da kendi elinin emeğini yerdi.” (Buhârî,
Büyû‘ 15; Enbiyâ 37)
Hz.
Dâvûd, ilâhî yardıma nâil olmak, kendisine birçok muhâfız verilerek büyük
ordulara kumanda etmek ve heybet sahibi olmak gibi yüksek pâyelerle
güçlendirilmişti. Ayrıca peygamberlik, isâbetli görüş, kitap, şerîat, ilim,
amel, güzel konuşma ve hikmete sahip olmuştu. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Biz
onun hâkimiyetini güçlendirdik; kendisine hikmet, nübüvvet, adâletle hükmetme
ve yerli yerince söz söyleme kâbiliyeti verdik.” (Sād 38/20)
Hz. Süleyman’a da ayrı olarak şu lutuflarda
bulunmuştu:
81. Süleyman’ın emrine de fırtına şeklinde esen rüzgârı boyun eğdirdik. Onun isteğine göre, insanlar için feyiz ve bereketlerle donattığımız topraklara doğru akıp giderdi. Her şeyin gerçek mâhiyetini biz bilmekteyiz.
82. Şeytanlar ve cinlerden bazıları da onun için dalgıçlık edip denizaltındaki cevherleri çıkarıyor ve daha başka işler de yapıyorlardı. Onları zaptedip gözetim altında tutan da bizdik.
Hz.
Süleyman’ın emrine verilen rüzgar çok hızlı bir şekilde eserdi. Onun tahtını
kısa zamanda çok uzun mesafelere götürürdü. Mesela Süleyman (a.s.)’ı sabah
Şam’dan alır ve öğleye kadar Şam ile arasında bir aylık yürüyüş mesafesi olan
arzın başka bir yerine götürürdü. Öğleden sonra da gün batımı sırasında onu
alır tekrar Şam’a getirirdi. Nitekim âyet-i kerîmede: “Süleyman’ın emrine de
rüzgârı verdik. Onunla sabah gidişte bir aylık, akşam dönüşte de bir aylık yol
alırdı” (Sebe’ 34/12) buyrulur.
Hz.
Süleyman’ın emrine verilen şeytanlar, cinlerden bir gruptur. Onlar Süleyman
(a.s.) için denize dalıyor, mücevherler çıkarıyorlardı. Bu işi onlar, çeşitli
zanaatlara, şehirler ve köşkler kurmaya ve hayranlık uyandıran sanat eserleri
yapmaya kadar vardırıyorlardı. Nitekim Allah Teâlâ: “Cinler Süleyman’ın
isteğine göre mâbetler, kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar,
leğenler, yerinden sökülemez sabit kazanlar yapıyorlardı” (Sebe’ 34/13)
buyurmaktadır. Onları Hz. Süleyman’ın emri altında tutan şüphesiz Cenâb-ı
Hak’tı. Onların kalplerine Süleyman (a.s.)’ın korkusunu ve heybetini
yerleştirmişti. Bu sebeple Süleyman (a.s.) onları çok ağır işlerde çalıştırdığı
halde emrinden dışarı çıkamıyorlardı.
Şimdi
de, hastalıklar ve dertlerle müptelâ kılınan Eyyûb (a.s.)’ın yanık niyazlarına
kulak verelim:
83. Eyyûb’u da hatırla. Hani o Rabbine: “Hastalanıp sıkıntıya düştüm. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin!” diye yalvarmıştı.
84. Biz de onun duasını kabul buyurduk; bütün dert ve sıkıntılarını giderdik; katımızdan bir rahmet ve bize kulluk yapanlara bir ders olmak üzere ona aile efradını ve bir o kadarını daha bağışladık.
Hz.
Eyyûb, Allah’tan korkan, kötülükten uzak duran kâmil bir insandı. Aile efradı,
çocukları, malı ve mülkü çok olan zengin bir kimseydi. Daha sonra, aslında
ilâhî bir imtihan olarak, fakat zâhirde gerek tabiî afetler, gerekse düşman
kavimler tarafından çocukları ile bütün malı mülkü telef edildi. Kendisi de
ağır bir hastalığa yakalandı. Ancak o, bu felaketleri büyük bir sabır ve
tevekkülle karşılayarak Allah’a secde eder ve: “Anamın bağrından çıplak çıktım
ve toprağın bağrına çıplak döneceğim; Allah verdi ve Allah aldı. O’nun ismi
mübârek olsun” der, hastalıktan şifa bulmak için Allah’a dua ederdi. Nihâyet
Allah Teâlâ onu sağlığına kavuşturdu, kendisine önceki çocuklarının sayısı
kadar çocuk ve önceki malından daha fazla mal verdi. (bk. Sād 38/41-44)
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kul
hastalanınca, Allah Teâlâ ona iki melek gönderir ve onlara:
«–Gidin
bakın, kulum yardımcılarına ne diyor bir dinleyin!» diye emreder.
Eğer
o kul, melekler geldiği zaman Allah’a hamd ediyor ve senâda bulunuyor ise,
onlar kulun bu hâlini, her şeyi zâten en iyi bilmekte olan Allah’a
yükseltirler. Meleklerini sırf kulunun ameline şâhid olsunlar diye gönderen
Allah Teâlâ:
«–Kulumun
rûhunu kabzedersem, onu cennete koymak, kulumun üzerimdeki hakkı olmuştur.
Şâyet şifa verirsem, onun etini daha hayırlı bir etle, kanını daha hayırlı bir
kanla değiştirmek ve günahlarını da affetmek, üzerimde hakkı olmuştur»
buyurur.”
(Muvatta, Ayn 5)
Şunu
belirtelim ki, peygamberlerin ve derecelerine göre mü’minlerin çeşitli
imtihanlara maruz kaldıkları bir gerçektir. Nitekim Peygamber Efendimiz
(s.a.s.), Sa’d b. Ebî Vakkâs (r.a.)’ın “ En ağır belâ kimin başına gelir?”
sualine şöyle cevap vermiştir:
“En
ağır belâlar peygamberlerin, sonra sırasıyla onlara yakın olanların başına
gelir. İnsan dindarlığına göre belâya uğrar; dini sağlamsa başına gelen belâ
ağır olur, dini zayıfsa başına gelen belâ hafif olur. Kul, yeryüzünde günahsız
olarak yürüyüp gidinceye kadar başına belâ gelmeye devam eder.” (Tirmizî,
Zühd 56; İbn Mâce, Fiten 23)
Ancak
onlar bu imtihan ve iptilâları sabır ve tahammülle karşılayarak, Allah Teâlâ’ya
karşı sû-i edep sayılacak söz ve davranışlardan uzak dururlar. Bu bakımdan, Hz.
Eyyûb’un burada bahsedilen niyâzı görünüşte sızlanma gibi ise de, gerçekte bir
duadır. Çünkü sızlanma, insanlara yapılan şikâyete denir. Allah Teâlâ’ya
yöneliş, bir sızlanma değildir. Nitekim Yakup (a.s.) da, oğlu Yûsuf’un ayrılık
ıztırâbı ve hasretiyle büyük bir elem içindeydi ve âyet-i kerîmede buyrulduğu
gibi: “Ben bütün dertlerimi, keder ve hüznümü Allah’a arz ediyorum ve ben,
Allah’tan gelen vahiyle sizin bilmediğiniz nice şeyleri biliyorum.” (Yûsuf
12/86) demişti.
Abdülkadir
Geylânî (k.s.) hastalığı üçe böler: “Ceza, kefâret, derece almak…
›
Ceza: sert ve sabırsız kimseye.
›
Kefâret: Hâline râzı olup sabır ve tahammül gösterene.
›
Derece almak: Hastalıktan sonra içi ferahlayana, her halinde
Allah’ın emrine boyun eğip razı olana.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 78)
Nitekim
Eyyûb (a.s.), “Ya Rabbi, bana katından bir rahmet ver, beni sıhhate kavuştur”
dememiş, “Sen merhametlilerin en merhametlisisin” diyerek, Allah’a muhtaç
olduğunu ihsas ettirmiş, O’ndan imâ yoluyla sıhhat ve afiyet istemiştir.
Böylece talepte nazik davranmış ve Rabbine hitap ederken edebi korumuştur.
Çünkü peygamberlerin belâların kendilerinden kaldırılması hususunda duaları
ekseriyetle imâ yoluyla olmuştur. Allah’tan lutuf ve ihsan talebinde ise imâya
gerek yoktur. Açık beyânda bulunmak edeptir. Nitekim Zekeriyâ (a.s.)’ın Rabbine
gizli gizli: “Ne olur, bana lütf-u kereminden bir yardımcı oğul ihsan eyle!”
(Meryem 19/5) niyazı buna güzel bir misaldir.
Hz.
Eyyûb’un niyâzı kabul edildi. Cebrâil (a.s.) gelerek Cenâb-ı Hak’tan:
“–Ey
Eyyûb! Belâ verdim, sabrettin. Şimdi de tekrar sıhhat ve nimet vereceğim!”
haberi ile şu emri getirdi:
“Ayağını
yere vur. İşte sana yıkanacağın, içip şifa bulacağın serin bir su!” (Sād 38/42)
Eyyûb
(a.s.), ilâhî emir mûcibince ayağını yere vurdu. Hemen bir pınar fışkırdı. O da
bu su ile yıkandı ve böylece mûcize olarak iç ve dış hastalıklarının hepsinden
kurtuldu. Bir başka rivayete göre, Hz. Eyyûb
ayağını yere vurduğunda biri sıcak, diğeri soğuk iki kaynak çıkmış, O
da, sıcak olan suyla yıkanmış, soğuk olandan da içmiştir. Böylece büyük bir edeb ve tâzîm içinde Cenâb-ı Hakk’a yönelişi netîcesinde duası
kabul olmuş ve kendisine şifa, rahmet ve lutuf kapıları açılmıştı.
Hz. Eyyûb’un o şifalı su ile yıkanması ile
alakalı Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Eyyûb, mûcizeli suda yıkandığı sırada, önüne
bir sürü altın çekirge düşmüştü. Eyyûb, bunları hemen toplayıp elbisesine
doldurmaya başladı. Bunun üzerine Allah Teâlâ:
«– Eyyûb! Görüyorsun, ben malını sana iâde
etmek sûretiyle seni zengin kılmadım mı?» buyurdu. Hz. Eyyûb:
«–Evet yâ Rabbî! Beni o sûretle zengin
kıldın. Fakat senin hayır ve bereket hazînelerinden müstağnî kalamam. Bu
sebeple ind-i ilâhîden her ne buyrulursa kabulümdür. Çünkü veren sensin, senin
verdiğin şeyi nasıl reddederim?!» dedi.” (Buhârî, Gusl 20; Enbiyâ 20; Nesâî, Gusl 7)
Rivayete
göre Eyyûb (a.s.) hastalıktan âfiyete kavuşmuş olarak geçirdiği ilk gecenin
sabahında derinden bir «Ââh!» çekti. Sebebini sordular. Dedi ki:
“–Her
gece seher vaktinde: «Ey bizim hasta kulumuz Eyyûb, nasılsın?» diye bir ses
duyardım. Şimdi yine o vakit geldi, fakat: «Ey bizim sıhhatli kulumuz,
nasılsın?» sesini duymadım. Bunun için ağlıyorum.”
Hâdiselerin
perde arkasına ne derin bir bakış! Aynı firâset, aynı idrak, sabır ve salah
timsâli şu peygamberler de bulunmaktadır:
85. İsmâil, İdrîs ve Zülkifl’i de hatırla. Onların her biri sabırla bütünleşmiş kullarımızdandı.
86. Onları da rahmetimizle sarıp sarmaladık. Gerçekten onlar dürüst, erdemli ve ıslaha yönelik işler yapan seçkin kimselerdi.
Hz.
İsmâil, Hz. İdris ve Hz. Zülkifl de Allah’ın seçkin kılıp insanları irşad için
gönderdiği peygamberlerdendir. Burada bu üç peygamberin üç mühim vasfına işaret
edilmektedir:
› Sabır:
Bunlar, tebliğ vazifelerini aksatmadan yapabilecek ve bu uğurda karşılaşabilecekleri
zorluklara göğüs gerebilecek derecede sabırlı insanlardı. Âdeta sabırla
bütünleşmişlerdi. Çünkü bütün başarıların ve ahlâkî yücelişin esası sabırdır.
› İlâhî rahmete
nâiliyet: Allah onları hususi rahmeti içine almıştır. Bunlar nihâyetsiz ilâhî
rahmetten daha büyük nasip alan, Allah Teâlâ’nin müstesnâ lutuflarına nâil olan
talihli kullardı.
› Sâlih
olmaları: Hepsi Allah’a ihlâsla kulluğa, O’nun dinini tebliğe, insanların
hâlini ıslaha liyakatli, dürüst, erdemli kimselerdi.
Hz.
İsmâil ile Hz. İdris’in daha önce isimleri geçmişti. (bk. Meryem 19/54-58) Hz.
Zülkifl’in ismi ise ilk defa burada yer almaktadır. Bir defa da Sād sûresi 48.
âyette “İsmâil’i, Elyesa‘yı, Zülkifl’i de hatırla. Onların hepsi de hayırlı
insanlardı” şeklinde geçmektedir. Hz. Zülkifl, İsrâîloğulları’na gönderilen
peygamberlerden biridir. Rivayete göre, ismi Bişr olup Zülkifl lakâbıdır. Bu
lakab, kendisine Elyesa‘ (a.s.)’dan sonra, dînin emirlerini İsrâîloğulları’na
bildirmeye kefîl olup, bir de zamanındaki peygamberlerin amellerini işleyip
kat-kat sevaba nâil olduğu için verilmiştir. Nitekim Arapça’da “zü” sahip,
“kifl” de kefillik, nasîb, kısmet, kat kat gibi mânalara gelir. Bu lakap ile,
dünyevî zenginlik ve kısmetler değil, üstün kişilik husûsiyetleri ve âhiretteki
yüksek dereceler kastedilmektedir. Hz. Zülkifl de, Mûsâ (a.s.)’ın şerîati ile
amel etmiş, insanlara Tevrât’ın emir ve yasaklarını bildirmiştir.
Bakınız,
denizin dibinde, balığın karnında, karanlıklar içindeki Yûnus (a.s.)’ın niyâzı
nasıl arş-ı alâyı titretiyor:
87. Balık Sahibi’ni de hatırla. Hani o kavmine kızarak gitmiş; bizim kendisini hiçbir zaman darda bırakmayacağımızı zannetmişti. Balığın karnına girince karanlıklar içinde: “Senden başka ilâh yoktur. Sen her türlü kusurdan, eşi-ortağı olmaktan uzaksın. Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden oldum” diye yakardı.
Yûnus
(a.s.) uzun bir zaman kavmini dine davet etmiş, fakat artık iman
etmeyeceklerine kanaat getirerek öfkeli bir halde, onların başına inecek
musibetten kendini kurtarmak için onları terk edip gitmişti. Başka bir rivayete
göre kavmine, iman etmedikleri takdirde ilâhî bir azaba uğrayacaklarını
bildirmiş, ancak onlar tevbe edip imana geldikleri için bu azap tahakkuk
etmemişti. Onların imana geldiğinden habersiz olan Hz. Yûnus, haber verdiği
azabın vaktinde tahakkuk etmediğini görünce kendisinin alay mevzuu olacağını
düşünerek kızgın bir halde ayrılıp gitmişti. Bir gemi yolculuğunda, fazla
yükten gemi batmak üzere iken, yükünü hafifleterek gemiyi kurtarmak için
çekilen kur’a sonucu denize atlamak zorunda kaldı. Onu büyük bir balık yuttu.
İşte bu balığın karnında iken:
لَاۤ اِلٰهَ اِلَّاۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّ۪ي كُنْتُ مِنَ
الظَّالِم۪ينَ
“Senden
başka ilâh yoktur. Sen her türlü noksanlıktan, eşi-ortağı olmaktan uzaksın.
Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden oldum” (Enbiyâ 21/87) niyâzında
bulunmuştu. Eğer o, böylece tesbih edenlerden olmasaydı, insanların yeniden
diriltilecekleri kıyamet gününe kadar balığın karnında kalacaktı. Fakat tesbih,
tevbe ve duaya sarıldı. Allah Teâlâ da duasına icâbetle onu hem balığın
karnından, hem de suçluluk duygusuyla ruhunu saran gam ve kederden kurtardı.
(bk. Saffât 37/139-148; Kalem 68/50)
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Yûnus’un
balığın karnındaki duası لَاۤ اِلٰهَ اِلَّاۤ اَنْتَ
سُبْحَانَكَ اِنّ۪ي كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ şeklinde idi.
Sıkıntıya düşmüş ve başı belâya düçâr olmuş hangi müslüman bu duayı yaparsa,
Allah Teâlâ mutlaka onun duasını kabul buyurur.” (Tirmizî,
Deavât 81; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 170)
Zikre
değer bir diğer yakarış Hz. Zekeriya’nın şu niyazıdır:
88. Biz de onun duasını kabul buyurduk; kendisini gam ve kederden kurtardık. İşte biz mü’minleri böyle kurtarırız.
Yûnus (a.s.) uzun bir zaman kavmini dine davet etmiş, fakat artık iman etmeyeceklerine kanaat getirerek öfkeli bir halde, onların başına inecek musibetten kendini kurtarmak için onları terk edip gitmişti. Başka bir rivayete göre kavmine, iman etmedikleri takdirde ilâhî bir azaba uğrayacaklarını bildirmiş, ancak onlar tevbe edip imana geldikleri için bu azap tahakkuk etmemişti. Onların imana geldiğinden habersiz olan Hz. Yûnus, haber verdiği azabın vaktinde tahakkuk etmediğini görünce kendisinin alay mevzuu olacağını düşünerek kızgın bir halde ayrılıp gitmişti. Bir gemi yolculuğunda, fazla yükten gemi batmak üzere iken, yükünü hafifleterek gemiyi kurtarmak için çekilen kur’a sonucu denize atlamak zorunda kaldı. Onu büyük bir balık yuttu. İşte bu balığın karnında iken:
لَاۤ اِلٰهَ اِلَّاۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّ۪ي كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ
“Senden başka ilâh yoktur. Sen her türlü noksanlıktan, eşi-ortağı olmaktan uzaksın. Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden oldum” (Enbiyâ 21/87) niyâzında bulunmuştu. Eğer o, böylece tesbih edenlerden olmasaydı, insanların yeniden diriltilecekleri kıyamet gününe kadar balığın karnında kalacaktı. Fakat tesbih, tevbe ve duaya sarıldı. Allah Teâlâ da duasına icâbetle onu hem balığın karnından, hem de suçluluk duygusuyla ruhunu saran gam ve kederden kurtardı. (bk. Saffât 37/139-148; Kalem 68/50)
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Yûnus’un balığın karnındaki duası لَاۤ اِلٰهَ اِلَّاۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّ۪ي كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ şeklinde idi. Sıkıntıya düşmüş ve başı belâya düçâr olmuş hangi müslüman bu duayı yaparsa, Allah Teâlâ mutlaka onun duasını kabul buyurur.” (Tirmizî, Deavât 81; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 170)
Zikre değer bir diğer yakarış Hz. Zekeriya’nın şu niyazıdır:
89. Zekeriya’yı da hatırla. Hani o Rabbine: “Rabbim! Beni tek başıma, yapayalnız bırakma; bana bir evlat lutfet. Vârislerin en hayırlısı sensin!” diye yalvarmıştı.
90. Biz de onun duasını kabul buyurduk; hanımını doğuma elverişli hâle getirerek ona Yahya’yı bağışladık. Gerçekten onlar, hayırlı işler yapmakta birbiriyle yarışan, sevap umarak ve azabımızdan korkarak bize yalvaran, bize karşı pek derin bir korku ve saygı içinde bulunan kimselerdi.
Hz.
Zekeriya, iyice yaşlanıp saçı başı ağarınca, akrabalarının manevî durumlarını
da beğenmediğinden, Cenâb-ı Hak’tan kendisine yoldaş olacak, din ve dünya
işlerinde kendisine yardım edecek, öldüğünde de yerine geçecek bir oğul ihsan
etmesini istemişti. (bk. Âl-i İmrân
3/37-41; Meryem 19/1-11) Fakat burada o, yine Mevlâsı’nın iradesine
teslim olup işi ona havale ederek: “Vârislerin en hayırlısı sensin!”
(Enbiyâ 21/89) demiştir. Yani her şeyin fani olduğunu, kendisine bir evlat
bağışlasa da onun da bir gün öleceğini ve neticede her şeyin Allah’a
kalacağını, dolayısıyla vârisi olacak birini kendine lütfetmese de Rabbinin
kendine kafî geleceğini ifade etmek istemiştir. Allah Teâlâ ise yaşlı olmasına
rağmen hanımını doğuma elverişli hale getirmiş ve ona Yahyâ (a.s.)’ı lütfetmiştir.
Burada, umûmi mânada sûrede ismi yâd edilen
peygamberlerin, husûsi mânada da Zekeriyâ (a.s.)’ın aile efradının üç mühim
kulluk husûsiyetlerine dikkat çekilir:
› Onlar hayırlı
işlerde yarışırlardı. Allah’a taat bu hayırlı işlerin başında gelir. Onlarda
Allah’ın emirlerine itaat, yasaklarından kaçınma ve insanların hayrına olan
işleri yapma hususunda pek büyük bir arzu ve iştiyak vardı.
Nitekim
Mâruf-ı Kerhî (k.s.), Hak dostu âriflerin iç âlemlerinin temizliği ve
amellerinin güzelliğini şöyle anlatır:
“Âriflerin
kalbinde dünya sevgisi yoktur. Öyle bir sevgi kalsaydı onlar hayır işleri
yapmaya güç yetiremezlerdi. Hakka taat kılamazlardı. Onların kalbinde zerre
kadar dünya sevgisi olsaydı, tek secdeleri dahî sıhhatli olmazdı.” (Velîler
Ansiklopedisi, I, 236)
› Rahmet,
mağfiret ve cennetini umarak; azabından ve gazabından korkarak, ümitle korku
dengesi içinde Allah’a devamlı dua ve niyâz halinde idiler.
› Cenâb-ı
Hakk’a karşı büyük bir huşû, korku ve saygı içinde bulunuyorlardı. Huşû, kalpte
iyice kökleşmiş korku demektir. Huşû duyan kişi, günahtan korktuğu için,
yaptığı işlere, her türlü hal ve hareketlerine dikkat eder.
Bu
vasıflara sahip örnek bir kadın olarak da Hz. Meryem’den bahsediliyor:
91. İffet ve namusunu örnek bir tarzda korumuş Meryem’i de hatırla. Biz ona rûhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu bütün âlemlere bir ibret, kudretimizi gösteren bir alâmet kıldık.
Hz.
Meryem, iffet ve namusun timsali olan bir kadındır. Kur’ân-ı Kerîm’in her
defasında medh ü senâ ettiği örnek bir şahsiyettir. O, ırzını haram ve helâl
bütün münâsebetlerden korumuş, kendini tertemiz tutmuş ve hiçbir kimsenin eli
onun iffet ve namusuna uzanmamıştır. Cebrâil (a.s.)’ın kendisine üflediği ruh
ile Hz. İsa’ya hamile kalmıştır. (bk. Meryem 19/16-36)
Hz.
Meryem ve oğlu Hz. İsa’nın durumu gerçekten ibrete şâyandır. Hem o asırda
yaşayanlara, hem de sonrakilere ilâhî kudretin ihtişamını gösteren açık bir
delildir. Çünkü bâkire bir kız olan Meryem’in, bir erkeğin tavassutu olmadan
Îsâ’yı dünyaya getirmesini düşünen bir kimse, Allah Teâlâ’nın kudretinin
büyüklüğünü ve kemâlini idrak etme imkânı bulur. Bunun dışında Hz. Meryem ve
Hz. İsa’nın pek çok mûcizevî halleri vardır. Hz. Meryem doğar doğmaz hizmet ve
ibâdet için mâbede adanmış ve orada Allah tarafından özel rızıklarla
rızıklandırılmıştır. (bk. Âl-i İmrân 3/36-37) Hz. İsa’nın ise ölüleri diriltme,
hastaları iyileştirme ve gaybten haber verme gibi mûcizeleri bilinmektedir.
(bk. Âl-i İmrân 3/49)
Bir
kısım peygamberlerin hayatlarından nakledilen bu ibretli kıssaların bir
hülâsasını yapmak gerekirse:
92. Şüphesiz tevhid dîni olan İslâm, hepinizin tek dinidir. Ben de sizin Rabbinizim; o halde yalnız bana kulluk edin!
Âyette
geçen اَلأمَّةُ (ümmet) kelimesinden
maksat, tevhid akîdesini esas alan İslâm dinidir. Bütün peygamberler ittifakla
hep bu dini tebliğ etmişlerdir. Bu dinin, insanları kulluğa davet ettiği tek
Rab Allah’tır. O’na şirk koşmayı ve O’ndan başkasına ibâdet etmeyi
yasaklamaktadır. Bu dinin hak katında geçerli tek din olduğu hususunda âyet-i
kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Şüphesiz
Allah katında tek makbul din İslâm’dır.” (Âl-i İmrân 3/19)
“Kim
İslâm’dan başka bir din ararsa, şunu bilsin ki, aradığı din ondan asla kabul
edilmeyecektir; o, âhirette de
kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân 3/85)
Hak
katında geçerli tek din İslâm olmakla birlikte, bütün insanlar bu dine teslim
olmazlar:
93. Ne var ki, peygamberlerden sonra gelen insanlar, aralarındaki bu din bağını paramparça ettiler. Oysa, hepsi dönüp dolaşıp bizim huzurumuza gelecektir.
94. Mü’min olmak şartıyla kim sâlih ameller işlerse, onun gayretleri karşılıksız kalmayacaktır. Çünkü biz bütün yaptıklarını onun hesabına yazmaktayız.
95. Helâk ettiğimiz bir ülke halkının ise tekrar dünyaya dönmesi imkânsız olduğu gibi, mahşer günü bize dönmemesi de imkânsızdır.
Onların
bir kısmı İslâm’ı kabul ettiği halde, büyük bir kısmı da kabul etmeyip kendi
aralarında ayrılığa düşmüşlerdir. Müşrikler putlarını Allah’a ortak koşarak;
yahudiler Uzeyr’i Allah’ın oğlu kabul edip, Allah’tan bağımsız olarak haram ve
helâli belirleme hususunda din âlimlerini rabler edinerek; Hıristiyanlar da Hz.
İsa’yı Allah’ın oğlu sayıp tanrı edinerek tevhitten sapmışlardır. Buna göre
İslâm dinini kabul edip, onun belirlediği çerçeve içerisinde iman ederek, bu
imanla birlikte sâlih ameller, hayırlı ve güzel işler yapanlar Allah katında
mükâfat göreceklerdir. Allah Teâlâ onların her türlü amellerini yazarak kayıt
altına almaktadır. Bu sebeple yapılan hiçbir iyilikleri inkâr edilmeyecek,
mutlaka karşılığı verilecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ben, erkek olsun
kadın olsun içinizden çalışan hiç kimsenin amelini boşa çıkarmayacağım.”
(Âl-i İmran 3/195) Diğer taraftan İslâm dinine teslim olmayıp, gayr-i İslâmî
bir hayat süren fert ve toplumları Allah Teâlâ er veya geç helak edecektir.
Fakat dünyada helak edilmekle onların işleri tamamlanmayacak, bir de meselenin
âhiret boyutu ortaya çıkacaktır. Onların yeniden dünyaya dönüp hatalarını
telâfi etmeleri mümkün olmadığı gibi, kıyamet günü yeniden diriltilip Allah’ın
huzuruna çıkmamaları da imkânsızdır. Yani onlar mutlaka diriltilecek, Allah’ın
huzuruna varacak ve İslâm dışı sürdükleri hayatın bedeli olarak ebedi cehennem
azabına düçâr kalacaklardır.
İşte size o dehşetli âhiret ahvâlinden bir takım
acı manzaralar:
96. Nihâyet bir zaman gelecek, Ye’cûc ve Me’cûc’un seddi açılacak, her tepeden yığın yığın akın etmeye başlayacaklar.
97. Artık gerçekleşeceği kesin olan kıyâmetin de vakti gelip çatmıştır. İşte o zaman, hayatları boyu küfürde ısrar etmiş olanların gözleri dehşetten donup kalacak: “Yazıklar olsun bize! Doğrusu biz bu ânı hiç hesaba katmıyor, sanki o hiç gelmeyecekmiş gibi tam bir umursamazlık içinde davranıyorduk. Meğer biz ne yanlışlık yapmış, kendimize yazık etmişiz!” diye feryat edecekler.
Ye’cûc
ve Me’cûc’un kimler olduğu ve Hz. Zülkarneyn’in onların şerrini engellemek için
yaptığı seddin mâhiyeti hakkında gerekli açıklama Kehf sûresinin 94-98.
âyetlerinin tefsirinde yapılmıştı. Orada kıyamete yakın o seddin yıkılacağı ve
bir kıyamet alameti olarak Ye’cûc ve Me’cûc’un yeryüzüne yayılacaklarına işaret
edilmişti. (bk. Kehf 18/98-99) İşte burada tekrar o mevzuya temas edilmekte,
kıyâmetin büyük alametlerinden biri olarak önlerindeki set açılıp Ye’cûc ve
Me’cûc’un her tepeden, her taraftan dünyayı sarmalarına, orada büyük bir fitne
ve bozgunculuk çıkarmalarına yer verilmektedir. Bunu hakikat mânasında
değerlendirmek mümkün olduğu gibi, buradan “kıyâmet gelip çatmadan önce top
yekün insanlığı kuşatacak olan içtimâî, siyâsî, iktisâdi ve kültürel
karışıklığı veya bu felâketin karşı durulmaz mâhiyetini” anlamak da mümkündür.
İşte her yönden büyük bir karışıklığın yaşandığı, kesinlikle gerçekleşecek bir
va’d olan kıyamet vaktinin iyice yaklaştığı ve o kaçınılmaz sonun artık gelmeye
başladığı an kâfirlerin korkudan gözleri dışarı fırlayıp donakalacak ve âh vâh
ederek daha önce ne büyük bir gaflet içinde olduklarını, hatta kendilerine
yazık ettiklerini itiraf edeceklerdir. Ne var ki, bunlar faydasız vâhlar ve
hiçbir derde çâre olmayacak itiraflardan öteye geçmeyecektir. Zira:
98. Allah şöyle buyuracak: “Ey zâlimler! Şüphesiz siz de, Allah’ı bırakıp taptığınız putlar da birer cehennem odunusunuz. Hepiniz birlikte oraya varacaksınız.”
99. “Eğer bu taptıklarınız gerçekten ilâh olsalardı cehenneme girmezlerdi. Halbuki hepsi orada ebedî kalacaktır.”
100. Onlar orada inim inim inleyecek, acı acı soluyacak ve azabın dehşetinden hiçbir şey duymayacaklardır.
Müşrikler
ve onların taptıkları putlar cehennem birer odunu olacaktır. Cehenneme atılan o
putlarla ateş kızdırılacak, böylece putperestlerin azabı daha da
artırılacaktır. Hz. İsa, Hz. Üzeyr, bir kısım sâlih insanlar ve melekler gibi,
kendileri imanlı ve Allah’ın sevgili kulları oldukları halde, bazı insanlar
tarafından Allah’a ortak koşulan kişilerin bu âyetin muhtevasında
değerlendirilmeyeceği açıktır. Buradaki “taptıklarınız”dan maksat, hem taştan
ve ağaçtan yapılan putlar hem de Firavun ve Nemrut gibi kendisini rab olarak ilan
eden, bu sebeple hayvanlardan ve taşlardan daha değersiz bir duruma düşen
kimselerdir. Bunlar birlikte cehenneme atılacak ve orada ebedi kalacaklardır.
Hiç gerçek bir ilâh cehenneme girmek gibi zilletin zirvesinde bir perişanlığa
mecbur kalır mı? Böyle birine hiç ilâh denilip kulluk edilebilir mi? 100.
âyette cehennemde azap çeken bedbahtların iç parçalayan hallerinden acı bir
manzara arzedilmektedir: Onlar orada âh edip inim inim inleyecekler, acı acı
derinden soluyacaklar ve rahat bir nefes bile alamayacaklardır. Orada hiçbir
şey duymayacaklardır. Çünkü sağır olarak haşredileceklerdir. Âyet-i kerîmede: “Kıyamet
günü onları kör, dilsiz, sağır olarak yüzükoyun haşrederiz” (İsrâ 17/97)
buyrulur. Dolayısıyla onların orada kendilerini rahatlatacak herhangi bir ses
duymaları da mümkün olmayacaktır.
İman
edip sâlih ameller işleyenlere gelince:
101. Buna karşılık kendilerine tarafımızdan ebedî mutluluk takdir edilmiş olanlara gelince, onlar cehennemden uzak tutulacaklardır.
102. Onlar cehennemin hışırtısını bile duymayacak; cennette canlarının çektiği nimetler içinde ebedî kalacaklardır.
103. Kıyâmetin yol açtığı en büyük korku dahi onları üzmeyecek ve melekler kendilerini: “Size va‘dedilen o mutlu gün işte bu gündür” diyerek karşılayacak.
Allah
Teâlâ dünyada iman edip sâlih amel işleyen ve mü’min olarak âhirete göçebilen
kullarına en güzel bir âkıbet olan, ebedî mutluluk diyârı cenneti
va‘detmektedir. Böyle kullar, kıyamet günü cehennemden uzak tutulacaklardır.
Öyle ki, rahatsız edilmemek için onun çıkardığı gizli sesini, hışırtısını ve
uğultusunu bile duymayacaklardır. Herkesin korkudan ödlerinin koptuğu sûra
üfürmenin, kıyâmetin, yeniden dirilişin, mahşer yerine sevkedilişin ve
cehenneme atılışın sebep olduğu o en büyük korkular onları hiç mahzun
etmeyecek, kaygılandırmayacak, endişelendirmeyecektir. Çünkü onları hem ölüm
anlarında, hem kabirlerinden kalkarken, hem mahşere sevkedilirken, hem de
hesapları tamamlanıp cennete girerken melekler karşılayacak ve onları cennetle müjdeleyeceklerdir.
Cennette, canlarının çektiği nimetler içinde ebedî yaşayacaklardır. Bu husus
başka âyet-i kerîmelerde şöyle haber verilmektedir:
“«Rabbimiz
Allah’tır!» diye ikrarda bulunup, sonra da özde ve sözde dosdoğru olarak inanç,
amel ve ahlâkta sapmadan doğru yolu takip edenlerin üzerine melekler iner ve
şöyle derler: «Korkmayın ve üzülmeyin! Size va‘dolunan cennetle sevinin! Biz
dünya hayatında da, âhirette de size dostuz. Cennette canınızın çektiği her şey
vardır; orada istediğiniz her şey sizindir. Çok bağışlayıcı, sonsuz merhamet
sahibi Allah’tan bir ikram olarak!»” (Fussılet 41/30-32)
“Kalpleri
Allah saygısıyla dopdolu olup Rablerine karşı gelmekten sakınanlar da bölük
bölük cennete sevk edilecekler. Oraya geldiklerinde cennetin kapıları açılacak
ve cennetin bekçileri: «Selâm olsun size! Ne mutlu size! Tertemiz geldiniz!
Haydi, ebediyen kalmak üzere girin cennete!» diye buyur edecekler.” (Zümer 39/73)
Resûlullah
(s.a.s.), o büyük korkudan emniyette olacak kişilere misal olması bakımından
şöyle buyurur:
“Kıyamet
gününde üç kişi vardır ki; bunlar en değerli miskten bir tepenin üzerinde
olacaklardır. «O en büyük korku» da kendilerini mahzun etmeyecektir. Bunlar;
Allah için bir topluluğa imamlık yapan ve arkasından namaz kılanların da
imamlığından razı olduğu kişi, bir kavme ecrini Allah’tan bekleyerek ezan
okuyan kişi, bir de dünyada köle olmakla imtihan olunduğu halde, bu hali
kendisini Rabbine itaatten alıkoymayan kişidir.” (Tirmizî,
Birr 48)
Kıyamey
günü öylesine dehşetli bir gündür ki:
104. O gün biz gökyüzünü yazılı kağıt tomarlarını dürer gibi düreceğiz. Bütün varlığı başlangıçta nasıl kolayca yaratmışsak, onları aynı şekilde tekrar dirilteceğiz. Bu, bizim verdiğimiz kesin bir sözdür. Biz ne söz verdiysek, onu mutlaka yaparız.
Bir
yazarın yazdığı kağıtları rulo yapıp dürdüğü gibi Allah Teâlâ kıyamet günü,
içindeki bütün güneş, ay ve yıldızlarıyla gökyüzünü öyle dürecektir. Bu ifade,
hem Cenâb-ı Hakk’ın nihâyetsiz kudretini, hem de kıyametin gökleri ve yeri
saran akıl almaz dehşetini gözler önüne sermektedir. Bu hususa işaret eden
başka âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur.
“Onlar
Allah’ı, kudret ve azametine yaraşır bir şekilde tanıyamadılar. Oysa kıyâmet
günü yeryüzü bütünüyle O’nun avucunda ezilip un ufak olacak, gökler de yine
O’nun elinde dürülmüş bir hâle gelecektir. Bu üstün sıfatların sahibi olan
Allah, onların koştukları ortaklardan çok uzak, çok yücedir.” (Zümer 39/67)
“O
gün yer başka bir yerle, gökler de başka göklerle değiştirilir. İnsanlar da
kabirlerinden kalkıp bir olan, her şeyi kudret ve hâkimiyeti altına alan
Allah’ın huzurunda toplanırlar.” (İbrâhim 14/48)
“Güneş
dürülüp ışığı söndüğü zaman. Yıldızlar kararıp döküldüğü zaman…” (Tekvîr
81/1-2)
O
gün Cenâb-ı Hak hem gökleri ve yeri, hem de insanlar dâhil tüm varlıkları yok
edip silecek, sonra onları ilk defa nasıl yarattı ise âhiret âlemine uygun
tarzda öylece yeniden yaratacaktır. Bu, kesin olarak va‘dettiği bir hakikat
olup, mutlaka yerine getirecektir. Bu mânada diğer âyet-i kerîmelerde şöyle
buyrulur:
“Onlar
sıra sıra dizilerek Rabbinin huzuruna çıkarılacak. Onlara: «Yemin olsun ki,
sizi ilk defa nasıl yaratmışsak, aynen öyle mal, evlat, makam gibi dünyevî
hiçbir şeye sahip olmaksızın bize geldiniz. Oysa siz, yaptıklarınızın hesabını
soracağımız belli bir zaman ve mekan tayin etmeyeceğimizi sanmıştınız!» diye
nidâ edilecek.” (Kehf 18/48)
“Andolsun
ki, sizi başta nasıl tek tek yaratmışsak, şimdi de tek tek yapayalnız
huzurumuza geldiniz ve dünyada size verip hayaline daldırdığımız her şeyi
arkanızda bıraktınız…” (En‘âm 6/94)
Amelleriyle
baş başa kalacağı o yalnızlık gününde kulun imdadına yetişecek şeylerden biri
dünyada kespettiği sâlihlik, ikincisi de âlemlere rahmet olan Peygamberimiz
(s.a.s.)’in şefaatine nâiliyettir:
105. Yemin olsun ki biz Zikir’den sonra Zebûr’da da: “Yeryüzüne ancak sâlih kullarım vâris olacaktır” diye yazdık.
106. Şüphesiz bu Kur’an’da Allah’a kulluk etmek isteyen kimseler için yeterli bilgi ve öğüt vardır.
105.
âyetteki اَلذِّكْرُ (zikir)den maksat
Tevrat’tır. Zebûr ise Hz. Dâvûd’a verilen kitabın ismidir. (bk. Nisâ 4/163)
“Arz”ın hangi arz, oraya vâris olacak “sâlih kullar”ın hangi kullar olduğu
hususunda şu izahlar yapılabilir:
›
Ayetteki arz ile, “cennet arazisi”, “sâlih kullarım” ifadesi ile
de, Allah’a itaat eden mü’minler kastedilmiştir. Buna göre mâna, Allah Teâlâ,
peygamberlere indirdiği kitaplara ve Levh-i Mahfûz’a, cennete ancak sâlih
kullarını vâris kılacağını yazmıştır.
Nitekim
bu mânaya işaret eden bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Bize
verdiği sözü yerine getiren ve cennette istediğimiz yerde oturmak üzere bizi bu
ebediyet yurduna vâris kılan Allah’a hamdolsun! Sâlih ameller işleyenlerin
mükâfatı ne güzel!” (Zümer 39/ 74)
› Buradaki
“arz” ile, yeryüzü kastedilmiştir. Çünkü Hak Teâlâ, ona dünyada mü’minleri
vâris kılacaktır. Bu mânada Hak Teâlâ: “Allah, sizlerden iman edip sâlih
ameller işleyenlere yeminle şunları va‘detti: Kendilerinden önceki mü’minleri
kâfirlerin yerine geçirip hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hâkim
kılacaktır…” (Nûr 24/55) buyurmuştur. Yine Hz. Mûsâ’nın dilinden: ““Allah’tan
yardım isteyin ve sabredin! Şüphesiz bütün yeryüzü Allah’ındır; ona kullarından
dilediğini vâris kılar” (A‘râf
7/128) müjdesini vermiştir.
›
Bu “arz”, sâlih kulların vâris olduğu arz-ı mukaddestir. Allah
Teâlâ buyurur: “Asırlardır hor görülüp ezilmekte olan İsrâiloğulları halkını
da, feyiz ve bereketlerle donattığımız o toprakların doğusuna ve batısına vâris
kıldık.” (A‘râf 7/137) Nihâyet Hz.
İsa indiğinde Cenâb-ı Hak oraya Ümmet-i Muhammed’i mirasçı kılacaktır.
(Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 199)
Hem
önceki ilâhî kitaplarda yer alan bu müjdelerde, hem de hepsinin bir hülâsası,
tasdik edicisi ve tamamlayıcısı olarak indirilen Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah’a
kulluk yapmak isteyenler için yeterli bir öğüt, kafî bir ikaz ve umduklarına
ulaşmalarını sağlayacak doğru yollar ve müessir çareler yer almaktadır. Bu
çareleri kendi hayatında en güzel şekilde tatbik edip tüm insanlığa rahmet
olarak sunan da Resûlullah (s.a.s.)’dir:
107. Rasûlüm! Biz, seni bütün varlıklar için ancak eşsiz bir rahmet olarak gönderdik.
Allah
Resûlü (s.a.s.)’in peygamber olarak gönderilmesi, Allah Teâlâ’nın, âlemlere
özellikle akıl sahibi varlıklara olan sonsuz merhametinin bir neticesidir. Bu
âyet-i kerîme, Mekke müşriklerinin, Peygamberi bir bela ve felâket olarak kabul
etmeleri ve: “Bu adam aramıza ayrılık tohumları ekti; yakınları, akrabaları
birbirinden ayırdı” demeleri üzerine nâzil olmuş, böyle düşünmekle onların
hataya düştüklerini, aslında onun bir rahmet ve bereket olduğunu beyân
buyurmuştur. (Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 336)
Resûlullah
(s.a.s.) de muhtelif vesilelerle kendisinin mü’min-kâfir herkese ve her şeye
rahmet olduğunu haber ermiştir. Bir vesileyle kendilerine: “Müşriklere beddua
et!” denildiğinde:
“Ben
ancak rahmet olarak gönderildim, lânetçi olarak gönderilmedim” (Müslim, Birr 87) buyurmuştur.
Diğer
bir hadîs-i şeriflerinde de:
“Allahım!
Ben de ancak bir beşerim. Dolayısıyla her kime kötü söz söylemiş, lânet etmiş
veya değnek vurmuş isem, Allahım sen onu, onun için bir temizlik vesilesi ve
rahmet kıl”
(Müslim, Birr 89) buyurmuştur.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) kendisini bir kısım isimlerle isimlendirir ve şöyle buyururdu: “Ben
Muhammedim, Ahmedim, Mukaffîyim (son gelen, önceki peygamberlerin yoluna tabi
olan peygamber), Hâşirim (insanlar benim sancağım altında haşrolunacaklar);
tevbe ve rahmet peygamberiyim.” (Müslim,
Fezâil 126)
Peygamberimiz
(s.a.s.)’in rahmet olması, hem dinî hem de dünyevî olmak üzere iki boyutlu
olarak mütalaa edilebilir. O, dinî bakımdan rahmettir. Çünkü o, insanlık tam
bir câhiliyet, sapıklık ve şaşkınlık içinde bocalarken; insanların
bağlanacakları güvenilir hiç bir ilâhî kaynak kalmamışken gönderilmiştir.
İnsanları hakka çağırıp onlara mükâfât yollarını açıklamış, Allah’ın
hükümlerini göstermiş, helâl ve haram şeyleri haber vermiştir. Bu ise
insanların dinleri ve âhiretleri bakımından tam bir rahmet olmuştur. O, dünyevî
bakımdan rahmettir. Çünkü insanlar onun sayesinde pek çok zilletlerden ve
savaşlardan kurtulmuşlar ve onun dininin bereketi sayesinde yardıma mazhar
olmuşlardır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 230)
Onun
mü’min-kâfir bütün herkese rahmet olmasına gelince; Yüce Allah mü’minleri,
Peygamberi vasıtasıyla hidâyete erdirecek, ona inanıp getirdikleriyle amel
etmeleri sebebiyle onları cennete sokacaktır. Kâfirler ise, peygamberlerini yalanlamış önceki ümmetlerin
başına gelen ânî musibetlerden onun rahmet oluşu sayesinde mahfuz kalmışlar,
yerin dibine geçirilmekten ve hayvan sûretine çevrilmekten emîn olmuşlardır.
(bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVII, 83)
Efendimiz (a.s.) bütün yaratılmışlara, hayvanlara,
bitkilere, dağa taşa rahmetti. Bütün canlılar, onun merhamet ummanında şefkat
ve merhamete nâil oldular. İnsanca muameleye kavuştular.
Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) Ensâr’dan bir kimsenin
bahçesine uğramış, orada bir deve görmüştü. Deve, Peygamber Efendimiz’i görünce
inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. Efendimiz, devenin yanına gitti,
kulaklarının arkasını şefkatle okşadı. Deve sâkinleşti. Bunun üzerine Rahmet
Peygamberi (s.a.s.):
“–Bu deve kimindir?” diye sordu. Medineli bir delikanlı yaklaştı ve:
“–Bu deve benimdir ey Allah’ın Rasûlü!” dedi. Fahr-i
Kâinat Efendimiz:
“–Sana lutfettiği şu hayvan hakkında Allah’tan korkmuyor
musun? O senin, kendisini aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet ediyor” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Cihâd 44/2549)
Fahr-i
Kâinat Efendimiz’in rahmet rahlesinde terbiye gören ümmeti, özellikle ümmet
içinde ilim ve irfanıyla temâyüz eden Allah dostları tüm mahlükâta aynı
peygamberî rahmet ve merhameti sergilemişlerdir. Nitekim büyük velî Ahmed
er-Rufâî (k.s.)’un şu davranışları çağlara ışık tutacak güzel örneklerdir:
Güneşte
yürüdüğü zaman, üzerine bir çekirge konsa ve geçip gölgeli bir yerinde dursa,
onu o halde bırakırdı. Uçurmazdı. Tâ kendi kendine uçup gidinceye kadar.
Sebebini soranlara da şöyle derdi:
“-
O bize gölgelenmeye geldi.”
Yine
vücudunda herhangi bir yere bir sivrisinek konsa, onu uçurmak istemezdi.
Başkasının uçurmasına da imkân vermezdi. Şöyle derdi:
“-
Bırakın… Hakk’ın ona taksim ettiği kanı içsin.”
Bir
defasında yanına bir kedi geldi. Eteğine yattı ve uyudu. Namaz vakti oldu; kedi
uyanmadı. Onu uyandırmamak için eteğini kesti, namaza gitti. Dönüşte kedi
kalkmıştı. Kestiği parçayı aldı, yerine dikti…”
Bir
uyuz olmuş köpek vardı. Ümmüabîde halkı onu şehrin dışına çıkarmıştı. Büyük
velî orada ona bir gölgelik yaptı. Sonra geldi, şehirden yağ aldı. Götürüp ona
yedirdi. Su götürüp içirdi. Bir bezle de yaralı yerlerini siler, temizler,
kapatırdı. İyileştikten sonra sıcak su bulup getirdi. Yıkadı, saldı…
Hazret
bunları seve seve yapardı. Çünkü Cenâb-ı Hak ona cümle kurda kuşa bakma emrini
vermişti. (Velîler Ansiklopedisi, II, 511-512)
Şunu
unutmayalım ki, gönüllere nüfûz edecek en tesirli dil rahmet dili, kalpleri
fethedecek en efsunlu iksir merhamet iksiridir. Bu dilden anlamayacak âlemde
canlı cansız hiçbir varlık yoktur. Asıl mesele böyle şefkat ve merhametle
dopdolu, içinde ummanlar gibi merhamet kaynayan bir gönle sahip olabilmektir.
Nitekim Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’nin bizzat şâhit olup anlattığı şu hâdise
fevkalâde ibretlidir:
“Mahmûd
Sâmî Ramazanoğlu hazretlerinin Erenköyde’ki köşkün bahçesini bekleyen bir
köpeği vardı. Sadakatle vazifesini yapardı. Sâmî Efendi’yi sabah uğurlar, akşam
geldiğinde karşılardı. Bir gün beklenmedik bir kaza sebebiyle köpeğin bir ayağı
kırıldı. Acı ve ızdırabı son derece şiddetliydi. Sâmî Efendi (k.s.) onun hemen
hastaneye götürülüp tedavi edilmesini istedi. Öyle yaptılar ve kısa zamanda
iyileşti. Bu olay üzerine zavallı hayvancağızın aile fertlerine olan bağlılığı
kat kat arttı. Sâmî Efendi’yi sabahları tâ tren istasyonuna kadar götürmeye,
akşamleyin de orada karşılamaya başladı. Birgün bir ikindi vakti bahçede
amansız bir havlama sesi duyuldu. Bahçenin köpeği var gücüyle havlıyor, adetâ
yalvarırcasına sesler çıkarıyordu. Aile halkı merak edip, koşa koşa aşağı
indiler. Gördükleri manzara gerçekten kalpleri yerinden oynatacak ve
yüreklerdeki merhamet hislerini şâha kaldıracak cinsten bir manzaraydı. Bahçenin
köpeği, hizmet ettiği insanların son derece merhametli insanlar olduğunu artık
iyice öğrendiği için, kendisi gibi ayağı kırık bir köpeği alıp getirmiş, onun
da tedavî ettirilmesi için yalvarıyordu… Öyle de oldu…”
Gelen
âyetlerde, sûrede ele alınan tevhid, nübüvvet ve âhiret gibi esas mevzular
yeniden hülâsa edilmektedir:
108. De ki: “Bana, sizin ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık şirki terk edip Allah’a teslim olacak mısınız?”
109. Her şeye rağmen yine de yüz çevirirlerse onlara de ki: “Ben size bildirilmesi gereken şeyleri eşit olarak bildirdim. Artık tehdit edilmekte olduğunuz azap veya hesap gününün yakın mı, yoksa uzak mı olduğunu bilemem.”
110. “Şüphesiz Allah, açıktan söylediklerinizi bildiği gibi, gizlice söylediklerinizi de bilir.”
111. “Ne bileyim, belki de başınıza gelecek azabın ertelenmesi sizin için bir imtihan ve bir zamana kadar daha dünyadan yararlanmanız için bir fırsattır.”
Bu
âyetlerde Allah’ın tek ilâh olduğu ve O’na teslim olmanın gereği
vurgulanmaktadır. Peygamberin vazifesi sadece tebliğdir. İnsanlara, tevhid ve
üzerlerine vacip olan diğer dinî hususları eşit bir şekilde bildirmek, hesap
günüyle onları korkutmaktır. Fakat o günün yakın mı, uzak mı ve ne zaman
geleceği de net olarak belli değildir. Bunu peygamber de bilmemektedir. Onca
inkâr ve isyanlarına rağmen kâfirlere dünyada verilen mühlete gelince, aslında
bu bir imtihan sırrıdır. O mühlet içerisinde nice kâfir kimseler imanla
şerefyâb olmakta ve kendilerini ebedî hüsrandan kurtarma fırsatı
bulmaktadırlar. Dolayısıyla âyet, kâfirlere ömür fırsatını iyi
değerlendirmeleri çağrısında bulunmaktadır. Ömür fırsatını hidâyet
istikâmetinde değerlendiremeyenler için ise bu mühlet, yeme, içme, giyme ve
diğer lezzetleriyle dünyadan geçici bir faydalanmadan başka bir şey değildir.
Bunun
için:
112. Peygamber sonunda şöyle dedi: “Rabbim! İnkârcılarla aramızdaki gerçek olan hükmünü ver! Rabbimiz Rahmân’dır; sizin bunca isnat ve iftiralarınıza karşı kendisine sığınılacak olan Allah’tır!”
Müşrikler,
Kur’ân-ı Kerîm’i sihir, şiir, kehânet, karışık rüyâlar, uydurulmuş sözler gibi
yanlış vasıflarla vasıflandırarak onun geniş halk kitleleri üzerindeki
tesirini kırmaya çalışıyorlardı. Yine Cenâb-ı Hak hakkında da münâsebetsiz
sözler sarfediyor, O’na ortak koşuyor ve O’nun çocuk edindiğini iddia
ediyorlardı. Resûlullah (s.a.s.) hakkında ise sihirbaz, şair, mecnun, kâhin
gibi onun şanına yakışmayacak çirkin iftiralarda bulunuyorlardı. Yine
müşrikler, müslümanların ileride zillet ve mağlûbiyete uğrayacaklarını, kısa
zamanda zayıflayacaklarını, sonra da İslâm’ın büsbütün ortadan kalkacağını umuyorlardı.
İşte bu haksız ve çirkin isnatlar ve boş kuruntular karşısında Efendimiz
(s.a.s.), hâkimler hâkimi olan Allah’ın merhametine ve yardımına sığınarak
imansızlar ile kendisi arasında adâletle hükmetmesini Rabbinden istemiştir.
Enbiyâ’
suresinin son taraflarında yer alan 97. ayet ölüm ve kıyametin geleceğini ve
dehşetini haber vermekteydi. Gelen Hac suresi ise kıyametin sarsıntısının
şiddetinden bahsederek söze başlayacaktır:
Taha suresinin 25-28. ayetlerinde şöyle buyrulur: Taha Suresi 25-28. Ayetleri Arapça: قَالَ رَبِّ اشْرَحْ ل۪ي صَدْر۪يۙ وَيَسِّرْ ل۪ٓي اَمْر۪يۙ وَاح ...
Önceleri, mürekkeple yazılan yazılar silinmek istendiğinde, su ile yıkanırdı. KUR’AN AYETLERİNİN YIKANDIĞI SULAR Enes -radıyallâhu anh-, Hulefâ-i Râ ...
Taha Suresinin 7. ayetinde şöyle buyrulur: Taha Suresi 7. Ayet Arapça: وَاِنْ تَجْهَرْ بِالْقَوْلِ فَاِنَّهُ يَعْلَمُ السِّرَّ وَاَخْفٰى Taha Sur ...
Sahabe, Kur’ân’a her zaman hürmet gösterir, ona olan saygılarını değişik şekillerde gösterirlerdi. SAHABENİN KUR’AN’A OLAN SAYGISI Hazret-i Ömer ve ...
Kul hakları içinde en mühim olanı ana-baba hakkıdır. Allah ve Resûlü’ne itaatten sonra ana-babaya itaat gelir. Çünkü anne ve babalarımız varlık sebebi ...
Kadir gecesinin faziletinden bahseden, Kadir sûresinin 3. ayetinde şöyle buyrulur: BİN AYDAN HAYIRLI GECE! Kadir Suresi 3. Ayet Arapça: “لَيْلَةُ ا ...