TEFSİR:
Kureyş,
Resûlullah (s.a.s.)’in kabîlesidir. Mekke’de Kur’ân-ı Kerîm’e ilk muhatap olan
kimselerdir. Aralarından Peygamberimiz (s.a.s.) gibi bir insanın çıkmış olması
aslında onlar için en büyük bir şereftir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), “Sen, önce
yakın akrabanı uyar!” (Şuarâ 26/214) âyeti nâzil olunca ilk defa önce kendi
akrabaları olmak üzere bu kabileyi İslâm’a davet etmiştir. Fakat bir kısmı iman
etmekle birlikte, çoğu Efendimiz (a.s.)’ın davetini reddettiler, ona
inanmadılar. Hatta neticesi kanlı savaşlara varan çok şiddetli bir mücâdeleye
giriştiler. Bu mücâdele Mekke’nin fethine kadar sürdü. Mekke’nin fethiyle
birlikte Kureyş’in düşmanlığı da tamamen ortadan kalktı. Bundan itibaren,
İslâm’ın dünyaya yayılması için Kureyş hep ön saflarda mücadele vermiştir.
İşte
Cenâb-ı Hak bu sûreyi indirip, Kureyş’e olan büyük ihsanlarını hatırlatarak,
risâletin henüz ilk zamanlarında onları şirki terk edip yalnız kendine kulluğa
davet etmektedir.
Burada
Kureyşe verilen dört büyük nimete dikkat çekilir:
Birincisi;
Allah, Kureyşi bir araya getirip anlaştırmış, birbirine ülfet ettirip sevdirmiştir.
Âyette ا۪يلَافٌ (îlâf) kelimesi
kulanılır. “Îlâf”, “ülfet etmek, ısınmak, alışmak, ünsiyet etmek, uyuşup
kaynaşmak, anlaşmak, antlaşmak, ahitleşmek” gibi mânalar taşıyan şümullü bir
kelimedir. Burada ise “Kureyşi alıştırmak, ısındırmak; Kureyşin birbiriyle veya
başkalarıyla ahidleşmesi, antlaşması, anlaşması, îtilâf etmesi veya ettirmesi”
mânalarını da ifade eder. Nitekim tarihî bilgilerden öğrendiğimize göre Kureyş,
dedeleri Kilab oğlu Kusay zamanında Hicaz’ın her yerinde dağınık durumdaydılar.
İlk defa Kusay onları Mekke’de topladı. Geldiler, Beytullah’ın hizmetini
ellerine aldılar. Kusay’a bu hizmetinden dolayı “toplayıcı” lakabı verilmiştir.
Bu şahıs Mekke’de bir şehir devleti kurmuş, Arabistan’ın her yanından gelen
hacılara hizmet için en iyi idareyi tesis etmişti. Bundan dolayı Kureyş, Arap
kabileleri arasında ve her yerde güven sağlamıştır. Daha sonra Kâbe’nin de
insanlar nezdindeki itibarını kullanarak Kureyş çevre bölge ve ülkelerle
münâsebetlerini geliştirmiştir. Çevredeki kabileler ve devletler, kendileriyle
olan bu yumuşak, sıcak ve uyumlu ilişkilerinden dolayı Kureyşlilere اَصْحَابُ الإيلَافِ (ashâbu’l-îlâf) yani
“ülfet eden, ülfet edilen güzel insanlar” diyorlardı. Cenâb-ı Hak öncelikle
onlara bu nimetini hatırlatıyor. Eğer isteseydi onları bir araya getirmez,
aralarına fitne fesat girer, kendi aralarında boğuşurken çevrede hiçbir
itibarları kalmaz ve dünya ile bu ülfet ve anlaşma hâli gerçekleşmezdi.
İkincisi;
özellikle ticaret yapıp geçimlerini sağlamak için onlara kış ve yaz yolculuklarını
kolaylaştırmış, onları buna alıştırıp ısındırmıştır. Mekke dağlık ve çöllük bir
şehirdi. Geçimlerini sağlayacak ne ziraat, ne hayvancılık, ne de başka bir şeye
müsaitti. Kureyş kış ve yaz yaptıkları ticaret kervanlarıyla geçimlerini
sağlıyorlardı. Onların kervanları kış aylarında güneydeki Yemen’e, Kızıl
Deniz’in karşı yakasındaki Somali ve Habeşistan’a; yaz aylarında da kuzeyde
bulunan Şam’a, Mısır’a, hatta Irak’a ve İran’a gidiyorlardı. Buralardan ticarî
eşya ve erzak getirip Hicaz bölgesinde satıyorlardı. Bir kısım Kureyş
tüccarları, komşu ülkelerden ticâret serbestisi almışlardı. Oralara rahatlıkla
giderler, kendilerine engel olunmazdı. Yolda kendilerine karşı koyan olursa:
“Biz Allah’ın hareminin halkıyız” derler; artık kimse onlara dokunmazdı. Özellikle
Kâbe’yi yıkmaya gelen Fil ordusunun mûcizevî bir felâkete maruz kalarak
Kâbe’yi yıkma teşebbüslerinin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine
Kureyşlilerin hem çevre kabileler, hem de bu mûcizevî hâdiseyi duyan tüm bölge
halkları nezdindeki saygınlıkları iyice arttı. Hatta emirler, krallar,
sultanlar onlara saygı gösterir olmuşlardı. Bu sebepledir ki, başkaları
çöllerde haydutların saldırılarına uğrarken, Kureyşliler büyük bir emniyet
içinde yukarıda bahsedilen seferlerini ve ticaretlerini yaparlardı.
Üçüncüsü;
onlar aç idi, Allah Teâlâ onları doyurdu. Mekke bir zamanlar kuş konmaz kervan
geçmez dağlar arasında suyu, toprağı, bitkisi, ziraati olmayan kurak bir şehir
iken, Hz. İbrâhim’in duası ve Kâbe’nin hürmeti ile bereketlendi. O dua âyet-i kerîmelerde
şöyle bildirilir:
“Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını senin her türlü hürmete
lâyık Mukaddes Evin’in yanında ekin bitmeyen bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz,
namazı dosdoğru kılsınlar diye böyle yaptım. Sen de insanlardan bir kısmının
gönlünü onlara yönlendir ve onları çeşitli ürünlerle rızıklandır ki sana
şükretsinler.” (İbrâhim 14/37)
“Bir de İbrâhim: «Rabbim! Burayı emniyetli bir belde kıl;
halkından Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri de çeşit çeşit mahsullerle
rızıklandır!» diye yalvarmıştı.” (Bakara 2/126)
İbrâhim
(a.s.) bu dualarının bereketi ve Beytullâh’ın hürmeti ile yukarıda arz edildiği
gibi Allah Teâlâ Kureyşi, yaz ve kış ticaret seferlerine alıştırmış,
ısındırmış, böylece onları, o muhitte tabiî olması lazım gelen açlıktan
korumuştur.
Dördüncüsü;
onlar büyük bir korku içinde idiler; Allah onları emniyete kavuşturdu. Bundan
da maksat, ilk olarak Fil ashâbının kendilerinden defedilmiş olan korkusudur.
Bununla beraber Cenâb-ı Hak Mekke’yi emniyetli bir bölge kılmıştı. Bu bölgeye
“Harem” denmekteydi. Mekke’nin ismi اَلْبَلَدُ الأم۪ينُ
(el-Beledü’l-Emîn)di. Etraftaki şehirler, bölgeler anarşi ve terörle
sarsılırken, insanlar haksız yere yakalanıp öldürülürken, malları gasp
edilirken Mekke’de Kureyş büyük bir emniyet içinde yaşıyorlardı. Âyet-i kerîmede
bu durum şöyle haber verilir:
“Çevrelerindeki insanlar yakalanıp götürülürken ve malları yağma
edilirken, yaşadıkları Mekke’yi can ve mal emniyeti bakımından güvenilir ve
mukaddes bir Harem bölgesi kıldığımızı görmezler mi? Buna rağmen onlar hâla
saçma ve asılsız inançlar peşinde koşarak, Allah’ın nimetlerine karşı
nankörlüğe devam mı edecekler?” (Ankebût 29/67)
Cenâb-ı
Hak onlara lütfettiği bu büyük nimetlere bir şükür olmak üzere Kureyşi, çok iyi
bildikleri, hürmet ve bereketinden faydalandıkları Beytullah’ın Rabbi sıfatıyla
yalnızca kendisine kulluğa davet etmektedir. Putperestliği terk edip tevhidi
kabule çağırmaktadır. Peygamber (s.a.s.) ve Kur’an’a itaat davet etmektedir.
Onlardan, Beytullâh’a ve Belde-i Emîn’e layık insanlar olabilmeleri için
Allah’ın birliğini tanıyarak onun yolunda ve onun emirlerini yerine getirme
uğrunda mücahede etmelerini, O’na layık kul olmaya çalışmalarını, tevhid dini
olan İslâm’a kamil iman, sıdk u sadakatle sarılmalarını istemektedir. Zira
şimdi gelmekte olan Mâûn sûresinde de açıklanacağı üzere, tam bir teslimiyet ve
samimiyet içinde yapılmayan, içerisinde merhametsizlik, cimrilik ve gösteriş
gibi hakiki imana aykırı manevî hastlıklar barındıran bir kuluk insana faydadan
çok zarar getirecektir:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri