Asr sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 3 âyettir. İsmini, birinci âyette geçen ve “zaman, çağ, devir, insan ömrü, ikindi vakti, asır” gibi mânalara gelen اَلْعَصْرُ (asr) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 103, iniş sırasına göre ise 13. sûredir.
Zamanın ehemmiyetine dikkat çekilir. İnsanı ebedî zarar ve ziyandan kurtaracak yollar gösterilir.
Mushaftaki sıralamada yüz üçüncü, iniş sırasına göre on üçüncü sûredir. İnşirah sûresinden sonra, Âdiyât sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (bk. Şevkânî, V, 579).
Rivayete göre, ashâb-ı kirâm (r.a.)’dan iki kişi bir araya geldiklerinde, Asr sûresini okumadan ve birbirlerine selam vermeden ayrılmazlardı. (bk. Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VIII, 272; Beyhakî, Şuabü’l-İman, no: 4676)
1. Asra yemîn olsun ki,
2. İnsan gerçekten ziyândadır.
3. Ancak iman edip sâlih ameller yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabretmeyi öğütleyenler müstesnâ!
Cenâb-ı
Hak “asr”a yemin ederek, insanın büyük bir zarar ve ziyan içinde olduğunu haber
verir. Buna göre “asr” ile “insanın ziyanı” arasında çok yakın bir münâsebetin
olduğu anlaşılır.
اَلْعَصْرُ (asr) kelimesi;
Mutlak zaman,
İkindiden güneşin batmasına kadar olan zaman,
Seksen veya yüz yıllık zaman, çağ,
İnsan ömrü,
Resûlullah (s.a.s.)’in yaşadığı asr-ı saadet gibi mânalara gelir.
Âyet-i
kerîme için bu mânaların her biri geçerli olup, ona göre de bir tefsir
yapılabilir. Ancak bunlar içinden “mutlak zaman” mânası tercih edildiği
takdirde bu, diğer bütün mânaları da şümûlüne alır. Çünkü zaman insan ömrünün
esasıdır. İnsan bütün işlerini zaman içinde yapar. Geçen her an insan ömrünü
azaltır ve onu ölüme yaklaştırır. İnsan, kendisine tanınan zamanı
değerlendirmesi için imtihan edilir. Onu değerlendirip değerlendirmemesine göre
de bir netice elde eder.
Bu
gerçeği şöyle bir misalle daha açık izah etmek mümkündür:
Bir
imtihan sınıfında öğrencilere sorular verilmiştir. Zaman çok hızlı geçmektedir.
Saatimizin durmadan akan saniye göstergesi, zamanın ne kadar hızlı geçtiğine
dair yeterli bir fikir verebilir. Burada bir saniyelik zaman bile uzun bir
süredir. İşte ömür dediğimiz sınırları belirli süre de bize dünyada bir fırsat
olarak verilmiştir. Asıl sermayemizin çok hızlı geçen zaman olduğunu bir an
önce farketmek zorundayız. Bu sebeple geçen zamana yemin edilmesinin mânası,
hızla geçen zamanın, söz konusu dört özellikten yani “iman, sâlih amel, hakkı
tavsiye ve sabrı öğütleme”den mahrum insanın dünyada ne işle meşgul olursa
olsun hayatını boşa harcadığına ve zararda olduğuna şehâdet etmesidir. Kârlı
çıkanlar ancak bu dört özelliği taşıyanlar ve bu dünyada ona göre davrananlar
olacaktır. Bu, misâlin başında değindiğimiz üzere imtihan sınıfında kendisine
belli bir süre tanınan öğrencinin, o süre içinde sorulara cevap vermek yerine
başka işlerle uğraşması gibidir. Öğrenciye, yakınındaki saate işaret edilerek
geçen zamanın zararına olduğu ve ziyana uğrayacağı belirtilir. Rabbimizin
zamana yemin etmesi aslında bizim için böyle bir jesttir. Kârlı çıkacak öğrenciler
ise, kendilerine tanınan zamanın her anını soruları cevaplamak için
kullananlardır.
Fahreddin
er-Râzî (r.h.) der ki:
“Buz
satan birisi pazarda şöyle bağırıyordu:
«-
Sermayesi eriyen bu şahsa merhamet edin!...»
Onun
bu sözünü duyunca, «İşte bu söz Asr sûresinin mânasını izah etmektedir» dedim.
Aslında insana verilen ömür güneşin altında bir buz gibi hızla erimektedir.
Eğer bunu ziyan eder veya yanlış yere harcarsa insanın hüsranına sebep olur.” (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXXII, 81)
Bilinmelidir
ki, zamanı değerlendirmede ne kadar dikkatli olursa olsun insanın kendisini
zarardan ve hüsrandan bütünüyle kurtarması mümkün değildir. Şöyle ki:
İnsanın
sermayesi ömrüdür. Ömür ise her saniye, her nefes, her dakika, her saat
harcanıp tükenmektedir. Her nefes geçtikçe bu nimetin sonu ve hesabı
yaklaşmaktadır. Ömürden her geçen an, her harcanan nefes, ya bir iş için
harcanır veya boşa geçer. Boşa geçtiyse bu elbette bir zarardır. Bir işe
harcandıysa, o iş ya iyi ve güzel olan bir itaattir yahut kötü ve çirkin olan
bir günahtır. Ya da ne iyi ne kötü; ikisi ortası mubâh olan bir iştir. Bir
“mubah” ise, ona harcanan vaktin istikbâlde faydalı bir eseri kalmaması
itibarıyla boşuna geçmiş gibidir. Bir “kötülük” ise zaten kesin bir zarardır.
Eğer yapılan, “bir ibâdet ve itaat” ise, ona harcanan vakit içinde onu veya bir
başka ibâdeti ondan daha güzel, daha mükemmel bir şekilde yapabilmek elbette
mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ’ya ihlas ve tevazu içinde kulluğun dereceleri
sayısızdır. Zira Allah Teâlâ’nın yücelik mertebeleri ve mutlak güzellik
tecellileri nihâyetsizdir. Bu sebeple insanın Allah’ı mârifeti ne kadar çok
olursa korku ve muhabbeti de o nispette çok; Cenâb-ı Hakk’a olan itaat ve
kulluğu da o nispette daha tamam ve mükemmel olur. O halde her nefeste daha
güzelini yapamayıp, daha düşük seviyede kalmakta, zâhiren kâr gözükse bile,
yine bir tür ziyan olduğu görülür. Bu itibarla insanın her an bir şekilde ziyan
içinde olduğu ve kendini ziyandan tamamen kurtarmasının mümkün olmadığı
anlaşılır.
Ancak
insan, hüsrandan kurtuluşun yolu olarak gösterilen şu dört hususu ne kadar
kâmil mânada yerine getirebilirse, o nispette zarar ve ziyandan kurtulma imkânı
bulur:
Birincisi;
iman etmek: Allah’a, âhirete, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in
haber verdiği bütün esaslara kâmil mânada inanmak. Bunlar hakkında zerre kadar
bir şüphe ve tereddüt taşımamak. Çünkü ancak böyle bir iman insanı, tüm
kötülüklerden alıkor, onu Allah ve
Rasûlü’ne itaata, Kur’an ve sünnete uymaya sevk eder.
İkincisi;
sâlih ameller yapmak: İbadet, muamelât ve ahlâkâ dair bütün güzel ve hayırlı
işler amel-i sâlihtir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’ya ibâdet sâlih amel olduğu
gibi, muhtaçlara iyilik, yardım, İslâm’ı tebliğ, Allah yolunda cihad, zulme ve
zâlimlere karşı mücadele etmek; hak, adâlet, doğruluk, emânet, iyilik ve takvâ
üzerinde yardımlaşmak; helâl kazanmak; ailesine, akrabasına, komşularına ve
topluma karşı vazifelerini yerine getirmek; insanlara faydalı olmak ve onlara
güzel davranmak hep amel-i sâlihtir. Bu sebepledir ki İmam Şafi (r.h.) şöyle
buyurur:
“Şâyet,
bütün bir Kur’ân-ı Kerîm yerine sadece Asr sûresi indirilmiş olsaydı, bu bile
yeterdi. Çünkü onda İslâm’ın bütün esaslarını bulmak mümkündür...”
Hüsrandan
kurtuluş için “iman ve sâlih amel”, her fertte olmalıdır. Ancak hüsrandan
kurtulmak için bu iki esasa ilaveten lüzumlu iki esas daha belirtilir. Bunlar,
iman edip sâlih amel işledikten sonra, mü’minlerin birbirlerine hakkı ve sabrı
tavsiye etmeleridirr. Bunun iki hikmeti olabilir: Birincisi, iman edenler ve sâlih
amel işleyenler bunu ferdî olarak yapmakla kalmamalı, aynı zamanda mü’min ve
sâlih bir toplum meydana getirmelidirler. İkincisi, bu toplumu bozulmaktan
koruyabilmek için her fert kendi mesuliyetini idrak etmelidir. Onun için toplumunun
bütün üyelerine, birbirlerine hakkı ve sabrı telkin etmeleri farzdır:
Üçüncüsü;
hakkı tavsiyeleşmek: “Hak” gerçek ve doğru demektir. Allah Teâlâ’nın güzel
isimlerinden biridir. Hak, bâtılın zıddıdır. Genellikle şu iki mânada
kullanılır: Birincisi, doğruya, adâlete uygun ve gerçek sözdür. İster dinî,
ister dünyevî meseleler hakkında olsun aynıdır. İkincisi, insanın yerine
getirmesi vacip olan haktır. Bu, Allah’ın hakkı, insanların hakkı veya nefsinin
hakkı olabilir. “Hakkı tavsiye etme”nin mânası ise, mü’minlerden oluşan İslâm
toplumunun, hakka karşı bâtılın yayılmasına seyirci kalmayacak kadar duyarlı
olmasıdır. İslâm toplumunda ne zaman ve nerede bâtıl baş kaldırsa, hakkın
yanında olanlar seslerini yükseltmelidirler. Toplumda her fert sadece kendisi
hakkı, doğruluğu ve adâleti yerine getirmekle kalmamalı, aynı zamanda bunu
başkalarına da tavsiye etmelidir. Zira bir toplumu ahlâkî düşüş, çözülme ve yok
olmaktan korumak ancak bu yolla mümkün olabilir. Eğer fert ve cemiyette bu ruh
kaybolmuşsa toplum hüsrandan kurtulamaz. Şahsî olarak hak üzerinde bulunanlar,
toplumun bozulmasına seyirci kalırlarsa, neticede kendileri de hak üzere devam
edemezler. Hüsrandan kurtulamazlar.
Kur’ân-ı
Kerîm bunun câlib-i dikkat misallerini verir. Toplumlarında yaygın olan günah,
kötülük, haksızlık ve zulümlerden birbirlerini menetmemeleri sebebiyle İsrâiloğulları
Hz. Dâvûd ve Hz. İsa diliyle lanetlenmişlerdir. (bk. Mâide 5/78-79) Yine İsrâiloğullarından
Cumartesi yasağını çiğneyerek balık tutmaya başlayanlar üzerine azap inmiş,
hepsi cezaya çarptırılmış, bu azaptan sadece günahı önlemeye çalışanlar
kurtulabilmiştir. (bk. A‘râf 7/163-166)
Cenâb-ı
Hak bizleri şöyle ikaz buyurmaktadır:
“Öyle bir fitneden sakının ki, geldiği
zaman içinizden sadece zulmedenlere dokunmaz, herkesi kuşatır. Yine bilin ki
Allah’ın cezalandırması çok şiddetlidir.” (Enfâl 8/25)
Bu
sebepledir ki iyilikleri emretmek ve kötülükleri yasaklamak ümmete farz
kılınmış (bk. Âl-i İmrân 3/104); bu farızâyı
yerine getiren bu ümmete, bunu devam ettirmeleri şartıyla “en hayırlı ümmet”
denmiştir. (bk. Âl-i İmrân 110)
Dördüncüsü;
sabrı tavsiyeleşmek: Birbirlerine hakkı tavsiyenin yanı sıra, mü’minlerin fert
ve toplum olarak hüsrandan kurtulabilmeleri için, birbirlerine sabrı da telkin
ve tavsiye etmeleri şart koşulmuştur. Onlar hak ve onu koruma uğrunda
karşılaştıkları bütün zorluk, musibet, meşakkat, zarar ve mahrumiyetler
karşısında birbirlerine sabırlı olmayı ve sebat göstermeyi telkin etmelidirler.
Her fert, bu şartlara karşı sebat göstermesi için diğerine cesaret vermelidir.
Çünkü zamanın fitneleri, dünyanın aldatması, nefislerin bâtıl temâyülleri,
hüsrana uğrayanların çokluğu karşısında hayır yapmak, doğru söylemek, Hak
yolunda gitmek mü’minleri bir çok acılar çekmeye, zorluklara katlanmaya,
mücâdele etmeye mecbûr kılar. Bunları başarabilmek de bütünüyle sabırlı olmaya
dayanmaktadır. Nitekim Lokmân (a.s.)’ın oğluna nasihati söz konusu edilerek
şöyle buyrulur:
“Evlâdım! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten sakındır
ve bu uğurda başına gelecek musîbetlere sabret. Çünkü bunlar azim ve kararlılık
gerektiren mühim işlerdir.” (Lokmân 31/17)
Mü’minler,
zamanlarını bu dört güzel amelle doldurdukları nispette hüsrandan kurtulacak ve
kendilerine ebedî kurtuluşun yollarını aralayabileceklerdir. Hem fert hem de
toplum olarak kötülüklerden uzaklaşıp Allah’ın rızâsı istikâmetinde mesafe alma
imkânı bulacaklardır. Böylece insanlığı şefkat ve merhametle kucaklayacak,
onlara hak ve adâlet tevzi edecek, her din, ırk ve milletten insanların İslâmla
buluşmasına zemin hazırlayacak ve onları İslâm’ın ebedî huzur ikliminde
buluşturacak mükemmel bir İslâm toplumu inşâ edebileceklerdir. Mehmed Âkif’in
şu mısraları bu hakîkati ne güzel dile getiri:
Hâlık’ın
nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak.
Ne
büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak!
Hani,
Ashâb-ı Kirâm, ayrılalım derlerken,
Mutlaka
Sûre-i ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden?
Çünkü
meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh;
Başta
iman-ı hakiki geliyor, sonra salâh,
Sonra
hak, sonra sebât, işte kuzum insanlık.
Dördü
birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.[1]
Şimdi
de, böylece iman edip sâlih ameller işleyen, insanların iyiliği için çalışan,
hakkı ve sabrı tavsiye eden mü’minlerle alay edip eğlenenlerin fecî akibetini
ve uğrayacakları hüsranın şiddetini haber vermek üzere Hümeze sûresi geliyor:
[1] Nâ-mütenâhî:
Sayısız. Meknûn: Saklı, gizli. Esrâr-ı felâh: Kurtuluşun sırları,
yolları. İman-ı hakikî: Gerçek iman. Salat: Namaz. Hüsrân:
Zarar, ziyan, kayıp.
Cenâb-ı Hak “asr”a yemin ederek, insanın büyük bir zarar ve ziyan içinde olduğunu haber verir. Buna göre “asr” ile “insanın ziyanı” arasında çok yakın bir münâsebetin olduğu anlaşılır.
اَلْعَصْرُ (asr) kelimesi;
Mutlak zaman,
İkindiden güneşin batmasına kadar olan zaman,
Seksen veya yüz yıllık zaman, çağ,
İnsan ömrü,
Resûlullah (s.a.s.)’in yaşadığı asr-ı saadet gibi mânalara gelir.
Âyet-i kerîme için bu mânaların her biri geçerli olup, ona göre de bir tefsir yapılabilir. Ancak bunlar içinden “mutlak zaman” mânası tercih edildiği takdirde bu, diğer bütün mânaları da şümûlüne alır. Çünkü zaman insan ömrünün esasıdır. İnsan bütün işlerini zaman içinde yapar. Geçen her an insan ömrünü azaltır ve onu ölüme yaklaştırır. İnsan, kendisine tanınan zamanı değerlendirmesi için imtihan edilir. Onu değerlendirip değerlendirmemesine göre de bir netice elde eder.
Bu gerçeği şöyle bir misalle daha açık izah etmek mümkündür:
Bir imtihan sınıfında öğrencilere sorular verilmiştir. Zaman çok hızlı geçmektedir. Saatimizin durmadan akan saniye göstergesi, zamanın ne kadar hızlı geçtiğine dair yeterli bir fikir verebilir. Burada bir saniyelik zaman bile uzun bir süredir. İşte ömür dediğimiz sınırları belirli süre de bize dünyada bir fırsat olarak verilmiştir. Asıl sermayemizin çok hızlı geçen zaman olduğunu bir an önce farketmek zorundayız. Bu sebeple geçen zamana yemin edilmesinin mânası, hızla geçen zamanın, söz konusu dört özellikten yani “iman, sâlih amel, hakkı tavsiye ve sabrı öğütleme”den mahrum insanın dünyada ne işle meşgul olursa olsun hayatını boşa harcadığına ve zararda olduğuna şehâdet etmesidir. Kârlı çıkanlar ancak bu dört özelliği taşıyanlar ve bu dünyada ona göre davrananlar olacaktır. Bu, misâlin başında değindiğimiz üzere imtihan sınıfında kendisine belli bir süre tanınan öğrencinin, o süre içinde sorulara cevap vermek yerine başka işlerle uğraşması gibidir. Öğrenciye, yakınındaki saate işaret edilerek geçen zamanın zararına olduğu ve ziyana uğrayacağı belirtilir. Rabbimizin zamana yemin etmesi aslında bizim için böyle bir jesttir. Kârlı çıkacak öğrenciler ise, kendilerine tanınan zamanın her anını soruları cevaplamak için kullananlardır.
Fahreddin er-Râzî (r.h.) der ki:
“Buz satan birisi pazarda şöyle bağırıyordu:
«- Sermayesi eriyen bu şahsa merhamet edin!...»
Onun bu sözünü duyunca, «İşte bu söz Asr sûresinin mânasını izah etmektedir» dedim. Aslında insana verilen ömür güneşin altında bir buz gibi hızla erimektedir. Eğer bunu ziyan eder veya yanlış yere harcarsa insanın hüsranına sebep olur.” (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXXII, 81)
Bilinmelidir ki, zamanı değerlendirmede ne kadar dikkatli olursa olsun insanın kendisini zarardan ve hüsrandan bütünüyle kurtarması mümkün değildir. Şöyle ki:
İnsanın sermayesi ömrüdür. Ömür ise her saniye, her nefes, her dakika, her saat harcanıp tükenmektedir. Her nefes geçtikçe bu nimetin sonu ve hesabı yaklaşmaktadır. Ömürden her geçen an, her harcanan nefes, ya bir iş için harcanır veya boşa geçer. Boşa geçtiyse bu elbette bir zarardır. Bir işe harcandıysa, o iş ya iyi ve güzel olan bir itaattir yahut kötü ve çirkin olan bir günahtır. Ya da ne iyi ne kötü; ikisi ortası mubâh olan bir iştir. Bir “mubah” ise, ona harcanan vaktin istikbâlde faydalı bir eseri kalmaması itibarıyla boşuna geçmiş gibidir. Bir “kötülük” ise zaten kesin bir zarardır. Eğer yapılan, “bir ibâdet ve itaat” ise, ona harcanan vakit içinde onu veya bir başka ibâdeti ondan daha güzel, daha mükemmel bir şekilde yapabilmek elbette mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ’ya ihlas ve tevazu içinde kulluğun dereceleri sayısızdır. Zira Allah Teâlâ’nın yücelik mertebeleri ve mutlak güzellik tecellileri nihâyetsizdir. Bu sebeple insanın Allah’ı mârifeti ne kadar çok olursa korku ve muhabbeti de o nispette çok; Cenâb-ı Hakk’a olan itaat ve kulluğu da o nispette daha tamam ve mükemmel olur. O halde her nefeste daha güzelini yapamayıp, daha düşük seviyede kalmakta, zâhiren kâr gözükse bile, yine bir tür ziyan olduğu görülür. Bu itibarla insanın her an bir şekilde ziyan içinde olduğu ve kendini ziyandan tamamen kurtarmasının mümkün olmadığı anlaşılır.
Ancak insan, hüsrandan kurtuluşun yolu olarak gösterilen şu dört hususu ne kadar kâmil mânada yerine getirebilirse, o nispette zarar ve ziyandan kurtulma imkânı bulur:
Birincisi; iman etmek: Allah’a, âhirete, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in haber verdiği bütün esaslara kâmil mânada inanmak. Bunlar hakkında zerre kadar bir şüphe ve tereddüt taşımamak. Çünkü ancak böyle bir iman insanı, tüm kötülüklerden alıkor, onu Allah ve Rasûlü’ne itaata, Kur’an ve sünnete uymaya sevk eder.
İkincisi; sâlih ameller yapmak: İbadet, muamelât ve ahlâkâ dair bütün güzel ve hayırlı işler amel-i sâlihtir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’ya ibâdet sâlih amel olduğu gibi, muhtaçlara iyilik, yardım, İslâm’ı tebliğ, Allah yolunda cihad, zulme ve zâlimlere karşı mücadele etmek; hak, adâlet, doğruluk, emânet, iyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşmak; helâl kazanmak; ailesine, akrabasına, komşularına ve topluma karşı vazifelerini yerine getirmek; insanlara faydalı olmak ve onlara güzel davranmak hep amel-i sâlihtir. Bu sebepledir ki İmam Şafi (r.h.) şöyle buyurur:
“Şâyet, bütün bir Kur’ân-ı Kerîm yerine sadece Asr sûresi indirilmiş olsaydı, bu bile yeterdi. Çünkü onda İslâm’ın bütün esaslarını bulmak mümkündür...”
Hüsrandan kurtuluş için “iman ve sâlih amel”, her fertte olmalıdır. Ancak hüsrandan kurtulmak için bu iki esasa ilaveten lüzumlu iki esas daha belirtilir. Bunlar, iman edip sâlih amel işledikten sonra, mü’minlerin birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeleridirr. Bunun iki hikmeti olabilir: Birincisi, iman edenler ve sâlih amel işleyenler bunu ferdî olarak yapmakla kalmamalı, aynı zamanda mü’min ve sâlih bir toplum meydana getirmelidirler. İkincisi, bu toplumu bozulmaktan koruyabilmek için her fert kendi mesuliyetini idrak etmelidir. Onun için toplumunun bütün üyelerine, birbirlerine hakkı ve sabrı telkin etmeleri farzdır:
Üçüncüsü; hakkı tavsiyeleşmek: “Hak” gerçek ve doğru demektir. Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden biridir. Hak, bâtılın zıddıdır. Genellikle şu iki mânada kullanılır: Birincisi, doğruya, adâlete uygun ve gerçek sözdür. İster dinî, ister dünyevî meseleler hakkında olsun aynıdır. İkincisi, insanın yerine getirmesi vacip olan haktır. Bu, Allah’ın hakkı, insanların hakkı veya nefsinin hakkı olabilir. “Hakkı tavsiye etme”nin mânası ise, mü’minlerden oluşan İslâm toplumunun, hakka karşı bâtılın yayılmasına seyirci kalmayacak kadar duyarlı olmasıdır. İslâm toplumunda ne zaman ve nerede bâtıl baş kaldırsa, hakkın yanında olanlar seslerini yükseltmelidirler. Toplumda her fert sadece kendisi hakkı, doğruluğu ve adâleti yerine getirmekle kalmamalı, aynı zamanda bunu başkalarına da tavsiye etmelidir. Zira bir toplumu ahlâkî düşüş, çözülme ve yok olmaktan korumak ancak bu yolla mümkün olabilir. Eğer fert ve cemiyette bu ruh kaybolmuşsa toplum hüsrandan kurtulamaz. Şahsî olarak hak üzerinde bulunanlar, toplumun bozulmasına seyirci kalırlarsa, neticede kendileri de hak üzere devam edemezler. Hüsrandan kurtulamazlar.
Kur’ân-ı Kerîm bunun câlib-i dikkat misallerini verir. Toplumlarında yaygın olan günah, kötülük, haksızlık ve zulümlerden birbirlerini menetmemeleri sebebiyle İsrâiloğulları Hz. Dâvûd ve Hz. İsa diliyle lanetlenmişlerdir. (bk. Mâide 5/78-79) Yine İsrâiloğullarından Cumartesi yasağını çiğneyerek balık tutmaya başlayanlar üzerine azap inmiş, hepsi cezaya çarptırılmış, bu azaptan sadece günahı önlemeye çalışanlar kurtulabilmiştir. (bk. A‘râf 7/163-166)
Cenâb-ı Hak bizleri şöyle ikaz buyurmaktadır:
“Öyle bir fitneden sakının ki, geldiği zaman içinizden sadece zulmedenlere dokunmaz, herkesi kuşatır. Yine bilin ki Allah’ın cezalandırması çok şiddetlidir.” (Enfâl 8/25)
Bu sebepledir ki iyilikleri emretmek ve kötülükleri yasaklamak ümmete farz kılınmış (bk. Âl-i İmrân 3/104); bu farızâyı yerine getiren bu ümmete, bunu devam ettirmeleri şartıyla “en hayırlı ümmet” denmiştir. (bk. Âl-i İmrân 110)
Dördüncüsü; sabrı tavsiyeleşmek: Birbirlerine hakkı tavsiyenin yanı sıra, mü’minlerin fert ve toplum olarak hüsrandan kurtulabilmeleri için, birbirlerine sabrı da telkin ve tavsiye etmeleri şart koşulmuştur. Onlar hak ve onu koruma uğrunda karşılaştıkları bütün zorluk, musibet, meşakkat, zarar ve mahrumiyetler karşısında birbirlerine sabırlı olmayı ve sebat göstermeyi telkin etmelidirler. Her fert, bu şartlara karşı sebat göstermesi için diğerine cesaret vermelidir. Çünkü zamanın fitneleri, dünyanın aldatması, nefislerin bâtıl temâyülleri, hüsrana uğrayanların çokluğu karşısında hayır yapmak, doğru söylemek, Hak yolunda gitmek mü’minleri bir çok acılar çekmeye, zorluklara katlanmaya, mücâdele etmeye mecbûr kılar. Bunları başarabilmek de bütünüyle sabırlı olmaya dayanmaktadır. Nitekim Lokmân (a.s.)’ın oğluna nasihati söz konusu edilerek şöyle buyrulur:
“Evlâdım! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten sakındır ve bu uğurda başına gelecek musîbetlere sabret. Çünkü bunlar azim ve kararlılık gerektiren mühim işlerdir.” (Lokmân 31/17)
Mü’minler, zamanlarını bu dört güzel amelle doldurdukları nispette hüsrandan kurtulacak ve kendilerine ebedî kurtuluşun yollarını aralayabileceklerdir. Hem fert hem de toplum olarak kötülüklerden uzaklaşıp Allah’ın rızâsı istikâmetinde mesafe alma imkânı bulacaklardır. Böylece insanlığı şefkat ve merhametle kucaklayacak, onlara hak ve adâlet tevzi edecek, her din, ırk ve milletten insanların İslâmla buluşmasına zemin hazırlayacak ve onları İslâm’ın ebedî huzur ikliminde buluşturacak mükemmel bir İslâm toplumu inşâ edebileceklerdir. Mehmed Âkif’in şu mısraları bu hakîkati ne güzel dile getiri:
Hâlık’ın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak.
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak!
Hani, Ashâb-ı Kirâm, ayrılalım derlerken,
Mutlaka Sûre-i ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden?
Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh;
Başta iman-ı hakiki geliyor, sonra salâh,
Sonra hak, sonra sebât, işte kuzum insanlık.
Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.[1]
Şimdi de, böylece iman edip sâlih ameller işleyen, insanların iyiliği için çalışan, hakkı ve sabrı tavsiye eden mü’minlerle alay edip eğlenenlerin fecî akibetini ve uğrayacakları hüsranın şiddetini haber vermek üzere Hümeze sûresi geliyor:
[1] Nâ-mütenâhî: Sayısız. Meknûn: Saklı, gizli. Esrâr-ı felâh: Kurtuluşun sırları, yolları. İman-ı hakikî: Gerçek iman. Salat: Namaz. Hüsrân: Zarar, ziyan, kayıp.
Kur’an’da şöyle buyrulur: اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَاَخْبَتُٓوا اِلٰى رَبِّهِمْۙ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِۚ هُمْ ف۪ ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: اَمْ يَقُولُونَ افْتَرٰيهُۜ قُلْ فَأْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِه۪ مُفْتَرَيَاتٍ وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ ا ...
Zebâniler, insanları cehenneme sevkeden ve cehennemi yöneten meleklerdir. Kur’an-ı Kerim’de zebânilerden bahseden ayetler şunlardır: ZEBANİLER İLE İL ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِي الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَاۜ كُلٌّ ف۪ي ك ...
Ayet-i kerimede buyrulur: وَاِنْ يَمْسَسْكَ اللّٰهُ بِضُرٍّ فَلَا كَاشِفَ لَهُٓ اِلَّا هُوَۚ وَاِنْ يُرِدْكَ بِخَيْرٍ فَلَا رَٓادَّ لِفَضْلِه۪ۜ يُص۪ ...
Ayet-i kerimede buyrulur: وَاَنْ اَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفًاۚ وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ “Ve yüzünü hak dine çevir, sakın müşrikler ...