Alak sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 19 âyettir. İlk beş âyeti, Hira dağında Peygamberimiz (s.a.s.)’e ilk kez nâzil olan âyetlerdir. İsmini ikinci âyette geçen ve “asılıp tutunan şey” mânasına gelen اَلْعَلَقُ (alak) kelimesinden alır. اِقْرَاْ (İkra’) veاِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ (İkra’ bismi Rabbike) isimleriyle de anılır. Mushaf tertîbine göre 96, iniş sırasına göre birinci sûredir.
Kur’ân-ı Kerîm’in ilk inen âyetleri olan ilk beş âyette, İslâm’ın tesis ettiği dünya ve âhiret nizamının esasının, yaratan Allah’ı tanımak, O’nun adına okumak ve yazmak olduğuna dikkat çekilir. İlmin ehemmiyeti vurgulanır. İslâm medeniyetinin temelinin okuma, yazma, ilim ve irfan olduğu belirtilir. Bunlardan mahrum olan insanın azgınlaşma sebepleri üzerinde durulur. Peşinden, Peygamber (s.a.s.)’i namazdan alıkoyan bedbahtın hali, azgınlaşmanın bir misali olarak takdim edilir ve böylesini bekleyen fecî âkibet haber verilir. Sonuç olarak, tüm varlık ve benlikten sıyrılıp tam bir hiçlik duygusu içinde Allah’ın huzurunda secdeye kapanarak O’na yaklaşmanın yolları gösterilir.
İlk Beş Âyetin İnişi
Bu âyetler, senelerdir ilâhî kudret tarafından hususi terbiyeye tâbi tutulup peygamberliğe hazırlanan Resûlullah (s.a.s.)’e Hira dağında ilk vahyedilen âyetlerdir. Bu hâdisenin nasıl gerçekleştiğini Hz. Aişe sormuş ve Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.) de anlatmıştı. Efendimiz (s.a.s.)’in anlattıklarını Aişe (r.a.) şöyle naklediyor:
“Resûlullah (s.a.s.)’e ilk vahyin başlaması sâdık rüyalar ile olmuştu. Onun gördüğü her rüya sabahın aydınlığı gibi açık ve net olarak aynen tahakkuk ederdi. Bu durum altı ay kadar devam etti. Sonra ona yalnızlık hali sevdirildi. Bu hal sebebiyle Hıra dağındaki mağarada halvete çekilmeye başladı. Birkaç gün bazan de günlerce orada kalıyor ve kendini ibâdete veriyordu. Zaman zaman ev halkının yanına gidiyor ve azığını alıp tekrar o mağaraya dönüyordu. Bu durum Hıra’da kendisine ilâhî vahiy gelinceye kadar bu şekilde devam etti. Yine bir gün Hira’da bulunuyordu ki ansızın vahiy meleği Cebrâil geldi ve «Oku!» dedi. O: «Ben okuma bilmiyorum» diye karşılık verdi.
Efendimiz olayın bundan sonraki seyrini şöyle anlatır:
“Melek beni yakalayıp takatim kesilinceye kadar sıktı ve sonra bırakıp tekrar «oku» dedi. Ben de ona «Ben okuma bilmiyorum» dedim. Bunun üzerine beni aynı şekilde tutup takatim kesilinceye kadar sıktı ve arkasından serbest bırakıp tekrar «oku» dedi. Ben yine ona «Ben okuma bilmem» diye cevap verdim. Bu cevap üzerine beni üçüncü kez tuttu ve takatim kesilinceye kadar sıkıp bıraktıktan sonra kendisi okumaya başladı. Alak sûresinin ilk beş âyetini okudu.”
Bu olaydan hemen sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in kalbi korkudan titrer bir halde eşi Hz. Hatice’nin yanına döndü ve “Beni örtün, beni örtün!” buyurdu. Korku hali dininceye kadar bu halde kaldı. Sonra başından geçenleri eşine bir bir anlatarak “Kendimden korktum” diye ilave etti. Bunun üzerine asil bir hanımefendi olan Hz. Hatice kâinatın efendisine şunları söyledi:
“Hayır, asla öyle düşünme! Cenâb-ı Hakk’a yemin ederim ki, Allah hiçbir zaman seni üzüp mahcup etmez. Zira sen akrabanı görüp gözetirsin, işini görmekten aciz olanların yükünü kaldırırsın, yokluk içinde kıvranan fakirlere iyilik eder, onlara son derece faydalı olursun. Misafiri ağırlar ve Hak yolunda ortaya çıkan mühim hadise ve musibetlerde insanlara yardım edersin.”
Bu sözlerden sonra Hz. Hatice Resûl-i Ekrem’i amcazadesi Varaka b. Nevfel’e götürdü. Cahiliyye döneminde hıristiyanlığı kabul eden Varaka İbranice yazı bilir ve İncil’den zaman zaman bazı şeyler yazardı. İleri yaşlarında gözleri görmez olmuştu.
Hz. Hatice Varaka’ya:
“- Amcazadem, dinle de bak yeğenin neler söylüyor” dedi. Varaka:
“- Hayrola yeğenim ne oldu, söyle bakalım” diye sorunca Resûlullah (s.a.s.) gördüğü şeyleri bir bir kendisine anlattı. Bunun üzerine Varaka dedi ki:
“- Bu gördüğün, Allah Teâlâ’nın Musâ (a.s.)’a gönderdiği Nâmûs diye adlandırılan Cebrâil’dir. Âh! Keşke senin davet günlerinde genç olaydım. Kavmin seni yurdundan çıkaracakları zaman keşke hayatta olsaydım!” Bu sözler üzerine Allah Resûlü:
“- Onlar beni çıkaracaklar mı ki?” diye sordu. O da:
“- Evet, zira senin gibi bir şey getirmiş yani vahiy tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine yetişirsem sana var gücümle yardım ederim” cevabını verdi. Ondan sonra çok geçmedi, Varaka vefat etti. (Buhârî, Bed’ül-vahy 3; Müslim, İman 252)
Mushaftaki sıralamada doksan altıncı, iniş sırasına göre birinci sûredir. Kalem sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Baştan beş âyeti Hz. Peygamber’e gelen ilk vahiy olduğundan ilk inen sûre kabul edilir. Geri kalan on dört âyetinin ise sonraları Ebû Cehil hakkında indiği rivayet edilmiştir. Bazı Kur’an tarihçileri ilk inen sûrenin Müddessir, bazıları da Fâtiha olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Buhârî ve Müslim’de Hz. Âişe’ye isnad edilen rivayete göre Hz. Peygamber, içinde yalnız kalmayı âdet edindiği Hira mağarasında iken Ramazan ayının 27. gecesi (Pazar-Pazartesi) tan yerinin ağarmaya başlamasından az önce ufukta nurdan bir şekil görmüş; o zamana kadar hiç karşılaşmadığı bu nuranî varlığın (Cebrâil) kendisine seslendiğini duymuştur. Hz. Peygamber olayı şöyle anlatır: “Melek bana okumamı emretti. Kendisine okuma bilmediğimi söyledim. Beni kollarının arasına alıp kuvvetle sıktı; sonra ‘oku!’ dedi. Ben yine, ‘Okuma bilmem’ dedim. Beni tekrar kollarının arasına aldı, kuvvetle sıktı ve ‘oku!’ diye tekrar etti. Ben yine ‘Okuma bilmem’ dedim. Üçüncü defa kollarının arasına alıp daha kuvvetlice sıktıktan sonra bıraktı ve şöyle dedi: ‘Yaratan rabbinin adıyla oku; O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretmiştir” (bk. Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 3; Müslim, “Îmân”,
Bu âyetler, lutuf ve keremi sınırsız olan Rabbimizin insana en büyük ikramlarından birinin onun ilimle donatılması olduğunu haber verir. Bu nimetin de insana ilâhî bir lutuf olduğunu hatırlatır. İlmiyle azıp sapıtmaması, yaptığı ve kazandığıyla ilgili olarak “kendi bilgimle yaptım”, “kendi bilgimle kazandım” gibi hezeyanlara düşmemesi için ikaz eder.
İnsan dünyaya hiçbir şey bilmez halde gelmekte, ona her şeyi Allah Teâlâ öğretmektedir. İnsanda olmayan kuvvetleri, melekeleri, kabiliyetleri yaratarak, deliller getirerek ve âyetler indirerek vehbî olarak da öğretmekte, kesbî olarak da öğretmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez halde çıkardı; size işitme özelliği, gözler ve gönüller verdi. Umulur ki şükredersiniz.” (Nahl 16/78)
O, işitme kâbiliyeti ile vahyi duyacak, vahyi işitecektir. Gözler, tefekküre yardımcı olacak, kalp kudret akışlarıyla hissiyat merkezi hâline gelecek, duyarlılık artacaktır. Gönüller de ilâhî idrak, mârifet ve muhabbetten nasibini alacaktır. Ancak bu öğrenmenin insanı mârifetullaha ulaştırması için kalbe bağlı bir öğrenme olması gerekir. Zâten öğrenmekten de maksat Kur’ân ve sünnetin zâhirini halledip mârifetullahta mesafe almak, derinleşmektir.
Hemen ilk âyetlerde “insana kalemle yazının ve bilginin öğretilmesi”ne temas edilmesi dikkat çekicidir. Burada kalem, yazı yoluyla kaydedilip insandan insana, nesilden nesile nakledilen bilgileri ifade etmektedir. Allah Teâla’nın her bir insana lütfettiği bilgi farklıdır. Tarih boyu Allah Teâlâ’nın insanlığa ikram ettiği bilgi, ilim ve irfandan, çağlar boyu herkesin istifadesi, ancak yazı ve benzeri kayıt yoluyla gerçekleşebilir. Bu hikmete binâen kalemle öğretme gerçeği hususi olarak zikredilir. Bu gerçek, ilâhî talimin bir kanunudur. Kalem olmasa insanların istikameti kaybolur. Zira suhuflar, mukaddes kitaplar hep kalemle devam etmiş, sonraki nesillere nakledilmiştir. İslâm’ın esası olan Kur’an ve sünnet de, ezber ve tatbikatla birlikte en sağlam şekilde kıyamete kadar yazıyla korunup devam edecektir.
Bu âyetlerde “Oku!” emrinin tekrar edilmesi, Kur’ân okurken, ilim öğrenirken, Cenâb-ı Hakk’ı zikrederken tekrarın ehemmiyetine işaret eder. Cenâb-ı Hak “yaratma” nimetinden bahsederken “Kerîm” sıfatını; “öğretme” nimetinden bahsederken ise “Ekrem: En Cömert” sıfatını zikretmiştir. Çünkü, en büyük kerem, cömertlik ve iyilik insana mânevî ikramlarda bulunmaktır. Bunun da başında hakiki ilim olan İslâm’ı ve mârifetullâhı öğretmek ve tebliğde bulunmak gelir.
Peki insan, kendine lütfedilen bu büyük nimetlerin kıymetini gereğince takdir edebiliyor mu:
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَاَنْذِرِ النَّاسَ يَوْمَ يَأْت۪يهِمُ الْعَذَابُۙ فَيَقُولُ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا رَبَّنَٓا اَخِّرْنَٓا اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يب ...
Kur’ân hizmetine koşan bu Kur’ân âşıkları, Rabbimiz’in rızâsına ve hatıra gelmeyecek ilâhî lûtuflara nâil olmuşlardır. Bu ilâhî lûtuf manzaralarından ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: رَبَّنَا اغْفِرْ ل۪ي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ۟ “Rabbimiz, hesabın yapılacağı gün, beni ...
Âyet-i kerîmede buyrulur: “Andolsun ki Biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur’ân’da insanlara her türlü misâli verdik.” (ez-Zümer, 27) Yine Cenâb-ı Hak âye ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: قُلْ لِعِبَادِيَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا يُق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَيُنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً مِنْ قَبْل ...
Âyet-i kerîmede buyrulur: “…Kur’ân’ı tâne tâne oku.” (el-Müzzemmil, 4) KUR’AN’I YÜZÜNDEN DOĞRU BİR ŞEKİLDE OKUMAK Hadîs-i şerîfte de Kur’ân’ı güzel ...