Sure | Ayet | Karşılaştır |
---|---|---|
Bakara / 114 |
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebiyle alakalı iki farklı rivayet vardır. Bunlardan birine
göre âyet Romalı Titos ve onunla birlikte olan hıristiyanlar hakkında inmiştir.
Bu hükümdar ve beraberindekiler İsrâiloğullarına hücum etmiş, savaşanlarını
öldürmüş, kadın ve çocuklarını esir almış, Tevrat’ı tahkir etmiş,
Beytü’l-Makdisi yıkmış ve oraya leş atmışlardır. İkinci rivayete göre âyet-i
kerîme, Mekke müşriklerinin müslümanları Mescid-i Haram’da ibâdet edip Yüce
Allah’ın ismini zikretmekten engellemeleri üzerine nâzil olmuştur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 696-697) اَلْمَسْجِدُ (mescid)in çoğulu olan اَلْمَسَاجِدُ (mesâcid), secde
edilen mübârek mekanların adıdır. Allah’a ibâdet edilen, özellikle namaz
kılınıp secde edilen her yer mescittir. Allah’a kulluğa tahsis edilmiş bu
mukaddes yerlerde ibâdeti engellemek, Allah’ın zikredilmesine mani olmak, bunun
da ötesinde onları tahrip edip yıkmaya çalışmak en büyük zulümlerden biridir.
Çünkü böyle bir davranış, Allah’a karşı bir başkaldırı ve isyandır. Dinin saygı
duyulmasını istediği sınırları hiçe saymak ve çiğnemektir. Cenâb-ı Hakk’ın
zikrinin hatıralardan silinmesine, böylece insanlar arasında çeşitli
kötülüklerin yayılmasına zemin hazırlamaktır. Bu ise, pek büyük bir zulüm ve
günahtır. Âyet-i
kerîme öncesi ve sonrası itibariyle hem yahudi, hem hıristiyan, hem de
müşriklere temas ederek, mescitlere hürmet gösterilmesi gerektiği prensibini
genelleştirmiştir. Hangi dinden olursa olsun, hatta isterse dinsiz ve putperest
olsun, Allah’ın adı anılan mescitlere ve mabetlere herkesin saygılı olması
gerektiği vurgulanmıştır. Böylece Mekke müşriklerinin Peygamber Efendimiz’i ve
müslümanları Kâbe’de ibâdet etmekten engellemeleri, baştan sona bütün mescitler
hakkında yapılmış ve yapılacak olan her türlü engelleme ve yıkımların da içine dâhil
olacağı büyük bir zulümdür. Mescitlere
böyle düşmanca bir tavır içinde olanların; o güvenli, huzurlu ve güzel
mekanlara korka korka girmekten başka bir giriş hakları yoktur. Onlar yıkmaya
çalıştıkları o mescitlere yanaşamamalı, el sürememeli, şayet girerlerse can
korkusuyla titreye titreye girebilmelidirler. Onların hakkı budur. Dolayısıyla
müslümanlar güçlü, kuvvetli olmalı; mescit ve mabetlerini, kötü niyetli
kimselerin oraları tahribe ve ibâdet edilmesini engellemeye cesaret edemeyecekleri
şekilde güvence altında tutmalıdırlar. Nitekim Kur’ân’ın bu mûcizevî haberi
zuhur etmiş, Kudüs Bizanslılar’ın elinden çıkmış, müslümanların eline geçmiş,
Beytü’l-Makdis yeniden imar edilip mescit haline getirilmiş, o zalimler de
oraya korka korka girebilir olmuşlardır. (Elmalılı, Hak Dini, I, 476) Bu
tür zulümleri işleyenler, dünya hayatında rezil ve zelil olacaklardır. Onları
büyük bir felaket, bir perişanlık, bir mahrumiyet beklemektedir. Bir gün
gelecek devletleri parçalanacak, saltanatları son bulacaktır. Çok aşağı ve
bayağı bir derekeye sürükleneceklerdir. Âhirette ise bunları çetin ve ağır bir
azap beklemektedir. Roma imparatorluğunun bu sebeple paramparça olduğu tarihi
bir gerçektir. Nitekim Müfessir Süddî, dünyadaki bu sefalet ve perişanlıktan
maksadın, Romalıların elinden İstanbul’un çıkması ve müslümanlar tarafından
fethedilmesi olduğunu söylemektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 699) Bu
bilgi, Taberî ve Keşşâf gibi kadim tefsirlerde yer almaktadır. Bu tefsirler
İstanbul’un fethinden asırlarca önce yazılmış olduğuna ve hele ilk
müfessirlerden sayılan Süddî'nin fetihten beş-altı asır önce yaşamış
bulunduğuna göre, bu şekildeki tefsirin kaynağının Peygamberimiz (s.a.s) ve
bunun da bir mûcize olduğunda asla şüphe etmemek gerekir.
İmam Kuşeyrî âyet-i kerîmeye şöyle bir işârî mâna
verir: “Âbidlerin ibâdet yuvası demek olan nefislerini şehvetlerle, âriflerin
mârifet yurdu demek olan kalplerini dünyevî beklentilerle, vecd ehlinin
muhabbet yurdu demek olan ruhlarını haz ve sükûna konmakla, tevhîd ehlinin
müşâhede yurdu olan gönüllerini yakınlık duygusuna takılıp aldanmakla tahrîb
etmelerinden daha büyük hangi zulüm olabilir?” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât,
I, 63) O halde her türlü zulümden uzak durup Allah’a yönelmek gerekir. Çünkü: |
|
Bakara / 115 |
Doğusuyla
batısıyla yeryüzünün tamamı Allah’ındır. Orada bir yönün diğer yöne üstünlüğü
yoktur. İbadet esnasında belli bir yöne dönmenin ise sembolik bir anlamı
vardır. Nitekim müslümanlar önceleri Beytü’l-Makdis’e yönelerek ibâdet
etmişler, daha sonra Bakara suresi 144. ayetin emriyle Kâbe’ye yönelerek namaz
kılmaya başlamışlardır. Bu ayetin verdiği en önemli mesaj şudur: Eğer bir
şekilde mescitlerde ibâdet etmek engellenirse bilinmelidir ki müslüman
yeryüzünün temiz olan her yerinde namazını kılabilir. Namaz kılarken nereye
yönelirse, Yüce Allah’a yönelmiş olur. Allah onun namazını kabul eder. Ayet
aynı zamanda kıblenin hangi tarafta olduğu bilinmemesi, bilinse bile yolculuk,
hastalık, savaş gibi hususi durumlar sebebiyle o yöne dönmenin zor, tehlikeli
veya imkânsız olması halinde bir ruhsat tanımaktadır. Normal durumlarda Kâbe’ye
yönelerek namaz kılmak farz, zaruri durumlar da ise istenilen yere yönelmek
ruhsattır. Şüphesiz Allah’ın ilmi, rahmeti
ve lütfu çok geniştir. O her şeyi, özellikle kullarının menfaatine olan
durumları en iyi bilir.
Fakat
insanlar, yüce yaratıcıları ve rableri olan Allah’ın değerini takdir edemiyor,
O’na gerektiği gibi kulluk yapamıyor ve hatta O’na asla yakışmayacak sözler
söyleyebiliyorlar. Halbuki O, sonsuz kudret ve kuvvet sahibi olan, varlığı
yoktan en iyi şekilde yaratan Ulu Allah’tır: |
|
Bakara / 116 |
Kur’an’ın
öğrettiği Allah inancı ve tevhid anlayışından mahrum olan talihsiz grupların
doğru bir inanca sahip olmaları zordur. Bu bakımdan yahudi, hıristiyan ve
müşrik Arapların Cenab-ı Hak hakkında yanlış düşüncelere saplandıkları
görülmektedir. Yahudiler Hz. Uzeyr’in, hıristiyanlar Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu
olduğunu (Tevbe 9/30), müşrik Araplar ise meleklerin Allah’ın kızları olduğunu
(Nahl 16/57) söylemişlerdir. Ayet, onların bu yanlış düşüncelerini tashih etmek
üzere inmiştir. Çünkü Yüce Mevlâmız, yaratıklara mahsus olan bu nevi benzetme,
bir ihtiyaç ve fânilik şaibelerinden uzaktır. O, yücelerin en yücesi, ötelerin
en ötesidir. O, çocuk edinmekten uzak ve temizdir. Buna ihtiyacı da yoktur.
Zira göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun mülkü ve yaratığıdır. Allah ile
yarattığı varlıklar arasında, babalık-evlâtlık gibi biyolojik bir ilişki
değil, hâlık-mahlûk[1]
ilişkisi, daha açık bir ifadeyle yaratma-itaat etme ilişkisi bulunmaktadır.
Dolayısıyla bütün varlıklar Allah tarafından yaratılmış olup, hepsi de O’na
saygıyla boyun eğmişlerdir. Hiçbiri O’nun iradesinin ve yaratmasının dışına
çıkamaz. Bu bakımdan her varlık, sürekli bir biçimde O’nun kanunlarına itaat
etmekte ve kendine ait hal diliyle O’na kulluk etmektedir. Allah’a
hâşa çocuk isnat etmenin ne kadar büyük bir cürüm olduğu ile alakalı olarak bir
kudsî hadiste Hak Teâlâ şöyle buyurur: “Âdem oğlu beni yalanladı; halbuki bu
onun hakkı değildir. O bana sövüp saydı; buna da hakkı yoktur. Beni
yalanlamasına gelince: Onu daha önce yarattığım gibi öldükten sonra yeniden diriltmeye
güç yetiremezmişim! Bana sövüp saymasına gelince: Benim çocuğum olduğunu iddia
etmesidir. Ben, bir eş ve çocuk edinmekten pak ve uzağım.” (Buhârî, Tefsir
2/8) Allah’a böyle noksan sıfatlar ve ortaklar izafe etmek nasıl mümkün olabilir ki: [1] Hālık: Her şeyi
yoktan yaratan Allah. Mahluk: Allah tarafından yaratılan şeyler. |
|
Bakara / 117 |
Fakat
işin hakikatini bilmeyenler, doğruyu araştırıp ona tabi olacakları yerde, dinin
temel değerleri hakkında ileri geri konuşmaya devam etmektedirler. Allah’ın
kendileri ile açıktan açığa konuşmasını; Hz. Muhammed’in gerçek peygamber,
Kur’an’ın da Allah kelamı olduğunu alenen bildirmesini istemektedirler. Hiç
değilse, bunu ispat edecek açık bir mûcizenin gelmesini beklemektedirler.
Buradaki “bilmeyenler”den maksat, ilâhî kitap bilgisinden mahrum müşrik Araplar
olabileceği gibi, bildikleriyle amel etmeyen Ehl-i kitap da bunlara dâhildir.
Çünkü Kur’an’ın beyânına göre müşrikler gibi onlar da Peygamber Efendimiz’den
bu tür isteklerde bulunmuşlardır. (bk. Nisâ 4/153) Önceki peygamberlerin
kavimleri de aynı şeyleri tekrarlayıp durmuşlardı. Bu sözleri, samimiyetten
mahrumdu. Niyetleri iman etmek değil, bilakis küfürlerinde inat ve ısrar
etmekti. Dolayısıyla önceki ve sonraki münkirlerin kalpleri bir noktada
buluşuyordu. Mânevî körlük, kasvet, hastalık ve inatta birbirine benziyordu.
Sözlerinin birbirine benzemesi, kalplerinin de birbirine benzemesine sebep
olmuştu. Zira diller, kalplerin tercümanıdır. Kalp kabında ne varsa dil
musluğundan akacak olan odur.
Allah
Teâlâ indirdiği kitaplar, gönderdiği peygamberler vasıtasıyla ve kâinatta
sergilediği ilâhî azamet tecellileriyle varlığının delillerini beyân
etmektedir. Ancak bu delillerden, yakinî bir bilgi, doğru bir iman ve mârifete
ermek isteyenler istifade edebilirler. Bu yönde samimi bir irade ortaya
koyamayanlar için, bu deliller bir mâna ifade etmez. Bu sebeple Cenab-ı Hak,
peygamberini rahmetiyle müjdelemek, azabıyla korkutmak üzere göndermiştir. Onun
yegane görevi, dinin esaslarını açıkça tebliğ etmek, örnek hayatıyla göstermek,
yapılan iyilik ya da kötülüklere Allah’ın nasıl bir mukabelede bulunacağını
haber vermektir. Bunun ötesinde yapacağı bir şey yoktur. Dolayısıyla davetini
kabul etmeyip cehennemlik olanlardan dolayı ona bir sorumluluk sözkonusu
değildir. Herkes yaptığı işlerden kendisi sorumludur. Bu bakımdan ey Resûlüm,
sen görevini tam olarak yerine getirerek Rabbinin rızâsını kazanmaya çalış;
insanların rızâsını değil: |
|
Bakara / 118 |
Fakat işin hakikatini bilmeyenler, doğruyu araştırıp ona tabi olacakları yerde, dinin temel değerleri hakkında ileri geri konuşmaya devam etmektedirler. Allah’ın kendileri ile açıktan açığa konuşmasını; Hz. Muhammed’in gerçek peygamber, Kur’an’ın da Allah kelamı olduğunu alenen bildirmesini istemektedirler. Hiç değilse, bunu ispat edecek açık bir mûcizenin gelmesini beklemektedirler. Buradaki “bilmeyenler”den maksat, ilâhî kitap bilgisinden mahrum müşrik Araplar olabileceği gibi, bildikleriyle amel etmeyen Ehl-i kitap da bunlara dâhildir. Çünkü Kur’an’ın beyânına göre müşrikler gibi onlar da Peygamber Efendimiz’den bu tür isteklerde bulunmuşlardır. (bk. Nisâ 4/153) Önceki peygamberlerin kavimleri de aynı şeyleri tekrarlayıp durmuşlardı. Bu sözleri, samimiyetten mahrumdu. Niyetleri iman etmek değil, bilakis küfürlerinde inat ve ısrar etmekti. Dolayısıyla önceki ve sonraki münkirlerin kalpleri bir noktada buluşuyordu. Mânevî körlük, kasvet, hastalık ve inatta birbirine benziyordu. Sözlerinin birbirine benzemesi, kalplerinin de birbirine benzemesine sebep olmuştu. Zira diller, kalplerin tercümanıdır. Kalp kabında ne varsa dil musluğundan akacak olan odur. Allah Teâlâ indirdiği kitaplar, gönderdiği peygamberler vasıtasıyla ve kâinatta sergilediği ilâhî azamet tecellileriyle varlığının delillerini beyân etmektedir. Ancak bu delillerden, yakinî bir bilgi, doğru bir iman ve mârifete ermek isteyenler istifade edebilirler. Bu yönde samimi bir irade ortaya koyamayanlar için, bu deliller bir mâna ifade etmez. Bu sebeple Cenab-ı Hak, peygamberini rahmetiyle müjdelemek, azabıyla korkutmak üzere göndermiştir. Onun yegane görevi, dinin esaslarını açıkça tebliğ etmek, örnek hayatıyla göstermek, yapılan iyilik ya da kötülüklere Allah’ın nasıl bir mukabelede bulunacağını haber vermektir. Bunun ötesinde yapacağı bir şey yoktur. Dolayısıyla davetini kabul etmeyip cehennemlik olanlardan dolayı ona bir sorumluluk sözkonusu değildir. Herkes yaptığı işlerden kendisi sorumludur. Bu bakımdan ey Resûlüm, sen görevini tam olarak yerine getirerek Rabbinin rızâsını kazanmaya çalış; insanların rızâsını değil: |
|
Bakara / 120 |
Ehl-i
kitap, Resûlullah (s.a.s.)’a: “Gel bizimle bir müddet hoş geçin, bizi memnun et
de sana tabi olalım” diye bir teklifte bulunmuşlardı. Bu teklifteki kötü
niyetlerini ve samimiyetsizliklerini ortaya koymak için bu âyet inmiştir. (Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 43) Yahudiler
ve hıristiyanlar, kendi dinlerine uymadıkça, Peygamber Efendimiz başta olmak
üzere müslümanlardan aslâ hoşnut olmayacaklardır. Onları memnun etmenin tek
yolu, dinlerine girmektir. Halbuki iki grubun da dinine aynı anda tabi olmak
mümkün değildir. Çünkü, önceki ayetlerde geçtiği üzere birbirlerine “hiçbir
şey değil” (bk. Bakara 2/113) diyen bu iki fırka, aslında birbirlerine
zıttır. İki zıddın birleşmesi mümkün olmadığına göre, ikisine birden tabi olmak
ve ikisini birden razı etmek de mümkün değildir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 721) Ayette
geçen اَلْمِلَّةُ (millet) kelimesi,
“tutulup gidilen yol” demektir. Bu mânadan hareketle din ve şeriat mânasında
kullanılmıştır. Fakat “millet”te ictimai yön daha ağır basmaktadır. Dolayısıyla
“millet”, toplum fertlerinin etrafında toplandığı, üzerinde yürüdüğü, diğer bir
ifadeyle, içtimaî duygu ve anlayışların bağlı bulunduğu temel kaideler ve takip
edilen yoldur. Bu yolun doğru olanı olduğu gibi eğri olanı da vardır. Nitekim
âyette bu kelime, ikisi de tahrife uğrayarak gerçekliğini kaybetmiş olan yahudilik
ve hıristiyanlık için kullanılmıştır. Bu halleriyle onlar, tabi olunacak bir mâhiyete
sahip değildir. Dolayısıyla onlara, uyulmaya layık en doğru yolu göstermek
gerekmektedir. O da şudur:
Tabi
olunacak gerçek yol, Allah’ın dosdoğru yoludur. “Hidâyet”, başka şeye değil
ancak ona denilir. Peşinden yürünecek gerçek rehber, Allah Teâlâ’nın rehber
olarak tayin ettikleridir. Bu ise Allah’ın Resûlü, Allah’ın kitabı ve bunların öğrettiği
şekilde Allah’ın dini olan İslâm’dır. Bu yoldan başkasına tabi olmak
sapıklıktır. O halde bütün insanlık, kurtuluşa erebilmek için Peygamber
Efendimiz’e ve onun açıkladığı yola uymak zorundadır. Onun bildirdiği iman
esaslarını, ibâdet ve hayat tarzını benimseyip yaşamak gerekmektedir. Allah
Teâlâ Resulü’ne vahiy yoluyla hak dini, doğru yolu ve onun esaslarını
bildirdikten sonra artık yahudilerin veya hıristiyanlann arzularına uymak,
İslâm’la bağdaşmayan inanç, ibâdet ve hayat tarzlarını benimsemek mümkün
değildir. Böyle davranan bir kimse, Peygamber bile olsa, Allah’ın dostluğu ve
yardımından tamamen mahrum kalmış olur. Ona Allah adına sahip çıkacak ne bir
dost, ne de bir yardımcı bulunur. Ancak bu ikaz ve sakındırma, Resûl-i Ekrem’den
ziyade onun ümmetine yönlendirilmiştir. Bunun için Allah’ın doğru yol rehberi
olarak indirdiği Kur’an’ı hakkını vererek okumak gerekir: |
|
Bakara / 121 |
“Kendilerine
kitap verilenler”in kimler olduğuyla alakalı iki görüş vardır. Birincisine göre
kitaptan maksat Kur’ân-ı Kerîm, kitap verilenler ise Hz. Muhammed ümmetidir.
Diğerine göre kitap Tevrat, kitap verilenler de Tevrat’ı hakkıyla okuyarak
onunla amel eden, özellikle Peygamberimizin geleceğine dair Tevrat’ta geçen
bilgileri dikkate alarak onun peygamberliğini tasdik eden yahudilerdir. (Taberî,
Câmi‘u’l-beyân, I, 723) Kur’ân-ı Kerîm, bu vasıfları sebebiyle onları
methetmektedir. Bunlar, kendilerine bir ihsan-ı ilâhî olarak lütfedilen kitabı
hakkını vererek tilavet ederler. اَلتِّلَاوَةُ (tilâvet) sözlükte “birine, bir şeye
uymak, onu yakından takip etmek” demektir. Terim olarak ise “hem ağır ağır
okumak hem de emir ve yasaklarını, teşvik ve uyarılarını hayata geçirmek suretiyle
Allah’ın kitabına tabi olmak” mânasına gelir. “Kıraat” ise sadece “okumak”
anlamı taşır. Bu sebeple tilâvet genellikle yalnızca ilâhî kitabın okunması
için kullanılır. (Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “telâ” md.) Onlar,
Allah’ın kitabını dikkatle, tane tane ve devamlı okurlar. Hakkıyle tilavet
ederek ve tilavetinin hakkını vererek okurlar. Onu tahriften, karıştırmaktan
koruyarak, heva ve heveslerden uzak kalarak, kelimelerinin telaffuzunu, mânasını
ve hükümlerini gözeterek, dikkatlice, saygılı ve devamlı bir şekilde;
bilmediklerini ve anlamadıklarını ehlinden sora sora, iyi niyetle, temiz bir
kalp ve temiz bir ağızla okurlar. Gelişi güzel ve bir eğlence gibi okumazlar.
Onu şarkı, gazel, türkü, mânî, roman, hikaye yerine koymazlar. Kemal-i hürmet,
ta’zîm ve edeple okurlar. (Elmalılı, Hak Dini, I, 485) Bir
defasında Zünnûn-ı Mısrî’ye Kur’an âlimlerinin durumu soruldu. Şöyle anlattı: “Onlar
bu yolda diz çürüttü. Yıllarını bu yolda harcadılar. Bedenlerini erittiler.
İşte bu şekilde Kur’an ilmine sahip oldular. Onların Kur’an ilmini öğrenmek
için sarf ettikleri emek sadece bu kadar değil. Dudaklarında kan kalmadı;
inceldi. Göz yaşları sel olup aktı. Âh çektikçe ciğerleri kebap oldu. Kur’an
ilmini onlar böyle buldu. Hidâyete erenler de onlar oldu. İmanlarını emniyet
altına bunlar aldı.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 233) İşte
Kur’ân-ı Kerîm’i böyle okuyanlar, ona kamil mânada iman ederler. Aynı zamanda
imanlarının gereğini yaparlar. Gerçekten kitap sahibi olanlar da bu
kimselerdir. Fakat o kitaba inanmayan, onu inkâr eden, Allah’ın bu büyük
nimetine nankörlükte bulunan; onu hakkiyle okumayıp kendi arzusuna göre bozan
ve değiştirenler ise pek büyük bir zarara uğrayacaklardır.
Şimdi
İsrâiloğulları’na, bir taraftan yukarıdan beri sürüp gelen hitapları
tamamlamak, diğer taraftan da az sonra gelecek olan Hz. İbrâhim kıssasına
geçişe hazırlık mâhiyetinde yeni bir hitap daha yöneltilmektedir: |
|
Bakara / 122 |
Bu
âyet-i kerîmeler, aynı sûrenin 47-48. ayetlerinde, ikinci ayetteki küçük bir
farkla, tekrar edildiğinden ilgili açıklamalar orada yapılmıştır. Burada
Cenâb-ı Hak, İsrâiloğulları’na verdiği nimetleri yeniden hatırlatmaktadır. Bu
hatırlatma; onların gayretlerini tazelemek, kalplerinde imana doğru bir
canlanış sağlamak ve kendilerine en büyük bir nimet olarak gönderilen Peygamber
Efendimiz’e tabi olmaya teşvik etmek maksadıyla yapılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in
beyânlarına göre bu nimetlerden bazıları şunlardır: Allah Teâlâ’nın onları
Firavun’un elinden kurtarması, üzerlerine zahmet çekmeden karınlarını
doyuracakları bıldırcın eti ve kudret helvası indirmesi, zillet ve baskıdan
kurtarıp ülkelerinde iktidar vermesi, içlerinden peygamberler göndermesi,
Tevrat’ı indirmesi, peygamberlerine itaat ettikleri dönemlerde onları diğer
bütün kavimlere üstün kılmasıdır. Bu
kadar büyük ve muazzam nimetlerin kıymetini bilememek ve şükrünü ifâ etmemek,
şüphesiz azâb-ı ilâhîyi celbeder. Bu sebeple hemen akabinden şiddetli bir uyarı
gelmektedir. Yüce Rabbimiz onları ve onlar vesilesiyle bütün kullarını şiddetli
ve belalı bir gün olan kıyamet gününden sakındırmaktadır. Gerçekten o günden
korkulmalıdır. Çünkü hiç kimse başkası adına bir şey yapamayacak, ne başkasına
günahını verebilecek ne de başkasının günahını alabilecektir. Günahlarının affı
ve cehennemden kurtulması için kimseden fidye kabul edilmeyecektir. Allah’ın
müsaadesi hariç hiçbir şefaat fayda vermeyecektir. Günahkârlara hiçbir taraftan
herhangi bir yardım da gelmeyecektir. İşte o gün, böyle sıkıntı ve
çaresizliklerin had safhada olduğu bir gündür. Dolayısıyla dünyada iken o günün
azabından korunmak için gereken her türlü hazırlığı yapma zarureti vardır.
Bu hazırlığı yaparken mahşer aydınlığında bir hayat
sürmüş, örnek alınacak model şahsiyetlere ve onların sergiledikleri örnek davranışlara
ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun en güzel misallerinden biri şüphesiz Hz. İbrâhim’dir.
Şimdi sıra onun dikkat çekici hallerinin beyân edildiği kıssaya gelmektedir: |
|
Bakara / 123 |
Bu âyet-i kerîmeler, aynı sûrenin 47-48. ayetlerinde, ikinci ayetteki küçük bir farkla, tekrar edildiğinden ilgili açıklamalar orada yapılmıştır. Burada Cenâb-ı Hak, İsrâiloğulları’na verdiği nimetleri yeniden hatırlatmaktadır. Bu hatırlatma; onların gayretlerini tazelemek, kalplerinde imana doğru bir canlanış sağlamak ve kendilerine en büyük bir nimet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz’e tabi olmaya teşvik etmek maksadıyla yapılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in beyânlarına göre bu nimetlerden bazıları şunlardır: Allah Teâlâ’nın onları Firavun’un elinden kurtarması, üzerlerine zahmet çekmeden karınlarını doyuracakları bıldırcın eti ve kudret helvası indirmesi, zillet ve baskıdan kurtarıp ülkelerinde iktidar vermesi, içlerinden peygamberler göndermesi, Tevrat’ı indirmesi, peygamberlerine itaat ettikleri dönemlerde onları diğer bütün kavimlere üstün kılmasıdır. Bu kadar büyük ve muazzam nimetlerin kıymetini bilememek ve şükrünü ifâ etmemek, şüphesiz azâb-ı ilâhîyi celbeder. Bu sebeple hemen akabinden şiddetli bir uyarı gelmektedir. Yüce Rabbimiz onları ve onlar vesilesiyle bütün kullarını şiddetli ve belalı bir gün olan kıyamet gününden sakındırmaktadır. Gerçekten o günden korkulmalıdır. Çünkü hiç kimse başkası adına bir şey yapamayacak, ne başkasına günahını verebilecek ne de başkasının günahını alabilecektir. Günahlarının affı ve cehennemden kurtulması için kimseden fidye kabul edilmeyecektir. Allah’ın müsaadesi hariç hiçbir şefaat fayda vermeyecektir. Günahkârlara hiçbir taraftan herhangi bir yardım da gelmeyecektir. İşte o gün, böyle sıkıntı ve çaresizliklerin had safhada olduğu bir gündür. Dolayısıyla dünyada iken o günün azabından korunmak için gereken her türlü hazırlığı yapma zarureti vardır. Bu hazırlığı yaparken mahşer aydınlığında bir hayat sürmüş, örnek alınacak model şahsiyetlere ve onların sergiledikleri örnek davranışlara ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun en güzel misallerinden biri şüphesiz Hz. İbrâhim’dir. Şimdi sıra onun dikkat çekici hallerinin beyân edildiği kıssaya gelmektedir: |
|
Bakara / 124 |
Hz.
İbrâhim, önde gelen peygamberlerden biridir. Peygamberler babasıdır. “İbrâhim”
ismi Süryânice olup, bunun Arapça karşılığı أَبٌ رَح۪يمٌ
(Ebun Rahîmun) “Merhametli baba” demektir. O, yaşadığı emsalsiz bir kullukla
Allah’ın dostluğuna nâil olmuş ve “Halîlullâh” ünvanını almıştır. “Allah, İbrâhim’i
dost edindi” (Nisâ 4/125) ayeti, onun bu rütbesini ebedileştirmiştir. İbrâhim
(a.s.); müslüman, yahudi ve hıristiyan bütün inanç gruplarının kendine saygı
duyduğu bir şahsiyettir. Bu sebeple Cenab-ı Hak onu örnek vermektedir. Eğer
gerçekten onu seviyor ve ona saygı duyuyorlarsa onu iyi tanımaları gerekir. O,
tevhid akidesini nasıl canlandırdı, Allah’ın emir ve yasaklarına nasıl sarıldı
ve kulluk imtihanını nasıl başardıysa onların da aynı şekilde davranmalarını
istemektedir. Allah
Teâlâ’nın İbrâhim’i imtihana tabi tuttuğu “kelimeler”, ona vahyettiği şeriat ve
onu sorumlu tuttuğu bütün emir ve yasaklardır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 730) Bununla birlikte bu “kelimeler”le alakalı bazı tahsis edici izahlar da
yapılmıştır. İbn Abbas (r.a.), bu kelimelerin İbrâhim (a.s.)’ın şerîatında
farz, bizde ise sünnet olan on özellik olduğunu söyler. Bunların beş tanesi başla
ilgilidir: Bunlar; ağzı su ile çalkalamak, burnu iyice yıkamak, saçları ortadan
ayırmak, bıyıkları kısaltmak ve misvak kullanmaktır. Beş tanesi ise bedenle
ilgilidir: Bunlar da; sünnet olmak, etek ve koltuk altını temizlemek, tırnakları
kesmek, büyük ve küçük abdestten sonra suyla istincâ yapmak yani necâsetten
temizlenmektir. Yine İbn Abbas’tan gelen bir açıklama şöyledir: “Hz. İbrâhim’in
denendiği kelimelerden maksat şunlardır:
Allah emrettiği vakit kavminden ayrılıp vatanından hicret etmesi, Allah Teâlâ
hakkında Nemrud’a karşı kesin deliller ortaya koyması, kavminin kendini ateşe
atmalarına sabredip katlanması ve oğlunu kurban etmekle imtihana tabi
kılınmasıdır.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 731, 734) Hz.
İbrâhim, Cenab-ı Hakk’ın her emrini, her yasağını, özel olarak da imtihana tabi
tuttuğu bütün hususları olması gereken en iyi şekilde yerine getirdi. Böylece
imtihanı geçip Hakk’ın rızâsını kazandı. “Çok vefakâr İbrâhim’in” (Necm
53/37) medhine erişti. Bu sebeple Hak Teâlâ, kendisini bütün insanlar için
uyulması gereken bir imam ve büyük bir önder kılacağına söz verdi. İhsan ettiği
nübüvvet, vahyettiği sahifeler ve emrettiği şeriatle onu insanlara müstakim bir
rehber yapacağını bildirdi. İbrâhim’in kendi soyundan da önderler yetişmesi
yönünde dilekte bulunması üzerine ise “Benim verdiğim söz, zâlimler için
geçerli değildir!” (Bakara 2/124)
buyurdu. Dolayısıyla üstünlüğün, nesep ve kan bağına değil, dinî ve
ahlâkî liyakate bağlı olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. Buna göre zalimler İbrâhim’in
soyundan da olsalar, Allah’ın vaadettiği önderlik, liderlik, üstünlük gibi
ayrıcalıklara sahip olamazlar. Çünkü zalimler dinî ve ahlâkî konularda
Allah’ın belirlemiş olduğu sınırları aşar; özellikle şirk ve inkâra sapar; adâlet,
hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine aykırı davranır; kör bir inatçılıkla hakikate
karşı direnip savaşırlar. Bu sebeple Allah’ın bu husustaki şarta bağlı va‘di
onlar için geçerli değildir. Halbuki önderler, zulmü ortadan kaldırmak için
vardır. Kendileri zalim olurlarsa, insanların halinin nasıl olacağı
düşünülmelidir. Belki çobanı kurt olan bir koyun sürüsünün haline benzerler.
Ayette
aynı zamanda Medine yahudilerine, Peygamber Efendimiz ve müslümanlara karşı
haksız yere bir üstünlük ve seçkinlik taslamalarının boş bir hayalden ibaret
olduğu hatırlatılmaktadır. Sûrenin başından beri İsrâiloğulları’nın tarih
boyunca işlemiş oldukları suçların sayılıp dökülmesindeki esas maksat ve hikmet
de, onlara bu zulümlerini ispat etmektir. Onlar, o altın buzağıya tapma
hadisesinden itibaren zulme başladılar, git gide bütün hareketlerinde bu zulüm
nihayet onların genel karakteri haline geldi. Zalimlerden ise imam ve peygamber
olmaz. Böylece onlardan imamet kesilmiş ve İbrâhim zürriyetinin öbür koluna
yani İsmâil (a.s.) nesline geçmiş oldu. Neticede Tevrat’ta geleceği va‘dedilen
ahir zaman peygamberi de İsrâiloğulları’ndan değil, İsrâil’in amcası olan Hz. İsmâil
evladından geldi. Onun neş’et ettiği yer Mekke ve Beytullah’ın yanı oldu: |
|
Bakara / 125 |
Cenab-ı
Hak, Beytullah olan Kâbe’yi insanların uzak diyarlardan gelerek toplandıkları, ibâdet
edip sevap kazandıkları, kendilerini emniyette hissettikleri bir hac mahalli,
kutsal bir mekan yapmıştır. İnsanlar gelip orayı ziyaret ederler, gidip tekrar
döner gelirler. Asırlardır bu böylece artarak devam etmektedir. Kâbe, aynı
zamanda en emniyetli bölgedir. Çünkü müşrikler bile: “Ev Allah’ın evidir, oraya
ziyarete gelip oturanlar da Allah evinin sakinleridir” derler ve harem
sınırları içinde bulunan kişilere saldırmazlardı. Gerçekten de Kâbe, Hz. İbrâhim’den
itibaren tarih boyunca bir hac ve ziyaret mahallî olarak devam etmiş, bu durum
başta Mekkeliler olmak üzere Araplar için maddî ve manevî faydalar sağlamış, bu
sebeple orada bulunan insanların, hatta bütün canlıların güvenliğine de özel
bir itina gösterilmiştir. Kâbe,
Allah’ın taştan yaptırdığı, fakat zâtına
izafe ettiği evdir. Onun zahirine bakan Hak’tan uzaklaşır; Allah’a izafe edilen
cihetine bakan Hakk’a vasıl olur. Bu Beyt’e günahlardan tevbe ederek hürmet ve tâzim
hisleriyle sığınanlar, âhiret azabından emniyette olurlar. (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât,
I, 67) Beytullah’a
giren kişinin nasıl bir düşünce içinde olması gerektiği hususunda Ebû Vâsıl
Şakîk b. Seleme’nin şu hâli pek ibretlidir: Arkadaşları
arasında konuşurken şöyle derdi: “-
Ben şu hâlimle Kâbe’nin dışında dahi dolaşmaktan utanıyorum. Çünkü o ayaklarla
günah işlemişim. Nice helâl olmayan şeye yürüdüler. Buna rağmen ben
Beytullah’ın yanına nasıl varayım ve Hicr’e kadar nasıl gideyim.” (Velîler
Ansiklopedisi, I, 130-131) Âyette
bahsi geçen مَقَامُ اِبْرٰه۪يمَ (Makam-ı İbrâhim), Hz. İbrâhim’in Kabe’yi inşa
ederken veya insanları hacca davet ederken üstüne bastığı, üzerine ayak
izlerinin çıktığına inanıldığı taş veya bu taşın bulunduğu yerdir. Günümüzde
de burası, “Makam-ı İbrâhim” adıyla bilinmektedir. Kabe’ye yaklaşık “Siz de İbrâhim’in makâmını namazgâh edinin” (Bakara
2/125) emrinin muhatabı hem ümmet-i Muhammed (s.a.s.) hem de İbrâhim (a.s.)’ın
ümmeti olabilir. müslümanlar, orada namaz kılmaya ve dua etmeye teşvik
edilmektedir. Zira, makamın faziletinden dolayı orada yapılacak ibâdetler daha
çok kabule şayan olacaktır. Kâbe,
Beytullah’tır, Allah’ın evidir. Cenab-ı Hak, Hz. İbrâhim ve İsmâil’e evinin
temiz tutulmasını emretmiştir. Çünkü bu kutsal mekan, insanların ibâdet
ettikleri, Allah’a yöneldikleri, ruku ve secdeyle namaz kıldıkları yerdir. Bu
haliyle temiz tutulmaya en layık mekandır. Dolayısıyla bu kutsal mekânın namazın
sıhhatine engel olan maddî pisliklerden; insanın imanını, ihlâsını ve
kulluğunu Allah’a arzettiği yer olduğu için putperestliği çağrıştıran her türlü
tutum ve davranışlardan; bütün milletlerden müslümanların bir araya gelerek
tanışıp kaynaşmaları, sevgi ve şefkatin en güzel örneklerini vermeleri gereken
yer olduğu için de insanları incitici söz ve hareketlerden, hatta hayvanlara,
bitkilere zarar veren, mekânın kudsiyetiyle bağdaşmayan her türlü ahlâk dışı
tutum ve davranışlardan arındırılması istenmektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 749; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IV, 47-48) Kâbe’nin birer
şubesi mevkiindeki bütün cami ve mescitler de aynı şekilde temiz tutulmalıdır.
Ayette, Allah’ı zikir ve O’na muhabbet merkezi olan kalplerin her türlü masiva
ve günah düşüncesinden temiz tutulmasına da işaret vardır. Ayetteki “tavaf
edenler”den maksat, hac ve umre niyetiyle Kabe’yi ziyarete gelip Beytullah’ın
etrafını usulüne uygun dolaşanlar; الْعَاكِف۪ينَ (âkifîn)den maksat, ibâdet etmek gayesiyle
Harem-i şerifte bulunanlar, “rükû ve secde edenler”den maksat da orada özellikle
namaz kılanlardır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IV, 48)
Hz. İbrâhim, duaları Kur’ân-ı Kerîm’de en çok
zikredilen bir peygamberdir. O, her vesileyle Allah’a yönelir ve içli içli dua
eder. Gelen âyet-i kerîmede yer alan duayı da Mekke’ye ilk geldiğinde yapmıştı: |
|
Bakara / 126 |
Hz. İbrâhi, İsmâil ve Hacer’i Mekke’ye yerleştirdi.
Halbuki bu bölge ne ziraata ne de başka bir şeye müsaitti. Açlıktan ve
susuzluktan helak olmamaları için Allah’a sığındı ve korkulacak şeylerden de
onları emniyette kılmasını istedi. Dolayısıyla “beldenin emin kılınması”ndan
murâd; halkının, kuraklık, kıtlık, tufan, zelzele, düşman saldırısı, delilik,
cüzzam gibi maddî ve mânevî âfetlerden emin olmasıdır. “Ürünler”den maksat ise,
topraktan ve ağaçlardan elde edilen meyve ve sebze cinsinden her türlü
yiyeceklerdir. İbrâhim (a.s.)’ın bu duası bereketiyle o zamandan beri dünyanın
her bir tarafından Mekke’ye birçok meyve ve sebze gelmektedir. Öyle ki, burada
bir günde hem yaz, hem güz, hem de ilkbahar meyvesini bir arada bulmak
mümkündür. Hz. İbrâhim, rızık meselesini de imamet gibi bir nimet
kabul ederek, teeddüben Rabbinden sadece mü’minleri rızıklandırmasını istemişti.
Rızkı, iman şartına bağlamıştı. Allah Teâlâ ise “inkâr edeni” de ilave ederek
dünyada mü’mine de kâfire de rızık vereceğini beyân buyurdu. Fakat bu dünyada kâfire
sağlanan fayda sınırlı, geçici ve az bir faydadır. Âhirette o, ebediyen ateş
azabına atılacak ve belasını bulacaktır. Cehenneme girmeye mecbur tutulacaktır.
Çünkü başka alternatifi yoktur. Zira ayette kullanılan اَلإضْطِرَارُ
(ıztırâr), zorunluluk ifade etmekte olup özgür olarak seçmenin zıddıdır. Buna
göre insanların dünya hayatında iman veya inkârı seçip ona göre bir hayat yaşamaları
kendi iradelerine bağlı olmakla birlikte, bu tercihlerinin sonucunda hak
ettikleri akıbeti kabul edip etmemek hususunda özgür değil, zorunludurlar. Buna
göre Allah’ı ve âhîret gününü inkâr edenleri, inkârlarının kaçınılmaz sonucu
olarak Allah cehenneme sürecektir. Bu, yaptığından mesul olmayan Allah için
değil, kul için kaçınılmaz bir sonuçtur. Yani insan, “Ben imanı veya inkârı
tercih ediyorum” diyebilir; fakat kâfir olmayı seçmiş biri artık, “Ben cehenneme
gitmeyi tercih etmiyorum” diyemez. İşte bu husus âyette “ıztırar” kelimesiyle
ifade edilmiştir. (Kur’an Yolu, I, 210)
Kâfirlerin kaçınılmaz sonu olan o azap ne fena bir son ve ona gidiş ne
fena bir gidiştir. Orası, varılacak çok kötü bir yer, berbat bir duraktır.
Allah Teâlâ, önceki ayetlerde Beytullah, Mekke ve
onların bir kısım hususiyetlerini beyân ettikten sonra, Kâbe’yi inşa eden Hz. İbrâhim
ve oğlu İsmâil’in örnek hallerine dikkat çekmektedir: |
|
Bakara / 127 |
Kaynaklarımızın verdiği bilgilere göre Kâbe, ilk
olarak Allah’ın emri ve meleklerin yardımıyla Hz. Âdem tarafından inşa
edilmiştir. Tarih boyunca zaman zaman yıkıldığı ve yeniden yapıldığı olmuştur.
Aynı şekilde Nûh tufanı ve buna benzer hadiselerle tahrip olan ve temelleri
kapanan Beytullah’ı, Hz. İbrâhim oğlu İsmâil’le birlikte eski temelleri üzerine
yeniden yapmıştır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I,
760-763; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 94) Şu âyet-i kerîmeler Kâbe’nin, Hz. İbrâhim’den
çok önceleri mevcut olduğuna işaret eder: “Yeryüzünde insanlar için yapılan
ilk mâbed, bütün insanlık için bir bereket kaynağı, bir hidâyet rehberi ve bir
yönelme merkezi olan Mekke’deki Kâbe’dir.” (Âl-i İmrân 3/96) “Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir
kısmını senin her türlü hürmete lâyık Mukaddes Evinin yanında ekin bitmeyen bir
vâdiye yerleştirdim…” (İbrâhim
14/37) “Bir vakit İbrâhim’e Kâbe’nin
yerini hazırlayıp göstermiştik…” (Hac
22/26) Hz. İbrâhim ve oğlu İsmâil, bir taraftan Kâbe’nin
temellerini yükseltiyor, diğer taraftan da Cenâb-ı Hakk’tan, yaptıkları bu işi
kabul buyurmasını istiyorlardı. “Rabbimiz, bunu bizden kabul et!” diyorlardı.
Çünkü yegâne işiten ve bilen O’ydu. Yapılan duaları işitiyor ve her şeyi, hatta
gönüllerden geçen niyetleri bile biliyordu. Onlar âdeta, “Ya Rab! Bu mübârek
beyti, nasıl bir duygu ve düşünceyle yapmaya çalıştığımızı sen biliyorsun.
Dilimizden dökülen niyazlarımızı duyuyorsun. Bize ona göre rahmet ve
bereketinle muamele et!” diyorlardı. Sonra dualarına şöyle devam ediyorlardı: “Rabbimiz! İkimizi sana kâmil mânasıyla teslim olan,
bütün varlığıyla emrine boyun eğen, takdir buyurduğun her şeye rızâ gösteren ve
bildirdiğin itikadî, amelî hükümleri tartışmasız kabul ederek uygulayan
kimselerden eyle! Öyle ki bizim bir damarımız bile senin arzunun hilafına
atmasın ve bir kılımız bile senin hükmünün aksine kıpırdamasın! Bu lütfunu
sadece ikimizle sınırlı tutma. Zürriyetimizden de sana hakkiyle teslim olacak
ve emrine kayıtsız şartsız itaat edecek bir ümmet, bir topluluk var et! Bizden
sonra onlar senin hukukunu yerine getirsin ve emrine râm olsunlar. Bize nasıl ibâdet
edeceğimizi öğret. Hac ve kurbanla alakalı vazifelerimizi ve onları ifa
edeceğimiz yerleri bize göster. Bizlere tevbe etmeyi, her an sana yönelmeyi
nasip et. Sen de tevbelerimizi ve yönelişlerimizi kabul buyur. Çünkü sen
tevbeleri çokça kabul eden ve kullarına sonsuz merhamet edensin!” Hz. İbrâhim ve İsmâil, kendilerinden sonra kıyamete
kadar devam edecek nesillerinin iyiliğine son olarak şöyle dua ettiler:
“Rabbimiz! Sana teslim olacak zürriyetimiz içinden bir de Peygamber gönder! O
Peygamber, kendine inanıp tabi olanlara senin âyetlerini okusun, onlara Kitab’ı
ve hikmeti öğretsin ve onları günah kirlerinden tertemiz kılsın. Çünkü sen
Azîz’sin; hiçbir zaman mağlup olamayacak bir izzet ve kuvvet sahibisin.
Hakîm’sin; her işi hikmetle yapan, her hükmü hikmetin ta kendisi olan ve
yaptığını en sağlam ve en mükemmel yapan sadece sensin!” Bu duada bahsedilen Peygamber, Peygamberimiz Hz.
Muhammed (s.a.s.)’dir. Dolayısıyla İbrâhim (a.s.)’ın duası kabul edilmiş ve son
Peygamber onun soyundan gelmiştir. Bununla ilgili olarak Resûlullah (s.a.s.)
şöyle buyurur: “Âdem daha çamur hâlinde iken ben; Allah katında «Hâtemü’n-nebiyyîn»[1]
diye yazılmıştım. Size bunun ilk işaretlerini haber vereceğim: Bunlar, babam İbrâhim’in
duası (Bakara 2/129), Îsa’nın müjdesi (Saf 61/6) ve annemin gördüğü rüyâdır. Bütün
peygamberlerin anneleri bu şekilde rüya görmüşlerdir. O rüyâda annem kendinden
bir nûr çıktığını ve Şam saraylarını aydınlattığını görmüştü.” (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, IV, 127) Hz. İbrâhim’in
duasında gelecek Peygamberin ifa edeceği önemli vazifeler; “Allah’ın âyetlerini
okumak, kitabı ve hikmeti öğretmek ve insanları tezkiye etmek” şeklinde hülasa
edilmektedir. Bunlar, bir peygamberin pek çok vazifesi yanında özellikle dinin
tebliği ve insanların terbiyesi açısından büyük önem arzetmektedir. Buradaki
“âyetler”den “vahyedilen bilgiler, Allah’ın birliğini ve peygamberlerin
doğruluğunu gösteren deliller”; “kitap”tan “Kur’ân-ı Kerîm”, “hikmet”ten “Peygamberimizin
sünneti, din ve dinî hükümlerle ilgili bilgiler, söz ve yaşayışta doğruluk”;
“tezkiye”den de “temizleme yani inkâr, şirk, kötü huylar ve günah kirlerinden
arındırma” mânaları anlaşılabilir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I,
774-776; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 94) O Peygamber’in tebliğ ettiği din, tevhid inancını temsil eden Hz. İbrâhim’in dinidir. O dinin kıymetini bilip ona tabi olmak gerekir. Bundan gâfil olanlar ise, büyük bir hazineden mahrum kalmaktadırlar: [1] Hâtemü’n-nebiyyîn:
Peygamberlerin sonuncusu, son peygamber, peygamberlerin isimlerinin yazılı
bulunduğu sayfanın mührü. |
|
Bakara / 128 |
Kaynaklarımızın verdiği bilgilere göre Kâbe, ilk olarak Allah’ın emri ve meleklerin yardımıyla Hz. Âdem tarafından inşa edilmiştir. Tarih boyunca zaman zaman yıkıldığı ve yeniden yapıldığı olmuştur. Aynı şekilde Nûh tufanı ve buna benzer hadiselerle tahrip olan ve temelleri kapanan Beytullah’ı, Hz. İbrâhim oğlu İsmâil’le birlikte eski temelleri üzerine yeniden yapmıştır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 760-763; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 94) Şu âyet-i kerîmeler Kâbe’nin, Hz. İbrâhim’den çok önceleri mevcut olduğuna işaret eder: “Yeryüzünde insanlar için yapılan ilk mâbed, bütün insanlık için bir bereket kaynağı, bir hidâyet rehberi ve bir yönelme merkezi olan Mekke’deki Kâbe’dir.” (Âl-i İmrân 3/96) “Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını senin her türlü hürmete lâyık Mukaddes Evinin yanında ekin bitmeyen bir vâdiye yerleştirdim…” (İbrâhim 14/37) “Bir vakit İbrâhim’e Kâbe’nin yerini hazırlayıp göstermiştik…” (Hac 22/26) Hz. İbrâhim ve oğlu İsmâil, bir taraftan Kâbe’nin temellerini yükseltiyor, diğer taraftan da Cenâb-ı Hakk’tan, yaptıkları bu işi kabul buyurmasını istiyorlardı. “Rabbimiz, bunu bizden kabul et!” diyorlardı. Çünkü yegâne işiten ve bilen O’ydu. Yapılan duaları işitiyor ve her şeyi, hatta gönüllerden geçen niyetleri bile biliyordu. Onlar âdeta, “Ya Rab! Bu mübârek beyti, nasıl bir duygu ve düşünceyle yapmaya çalıştığımızı sen biliyorsun. Dilimizden dökülen niyazlarımızı duyuyorsun. Bize ona göre rahmet ve bereketinle muamele et!” diyorlardı. Sonra dualarına şöyle devam ediyorlardı: “Rabbimiz! İkimizi sana kâmil mânasıyla teslim olan, bütün varlığıyla emrine boyun eğen, takdir buyurduğun her şeye rızâ gösteren ve bildirdiğin itikadî, amelî hükümleri tartışmasız kabul ederek uygulayan kimselerden eyle! Öyle ki bizim bir damarımız bile senin arzunun hilafına atmasın ve bir kılımız bile senin hükmünün aksine kıpırdamasın! Bu lütfunu sadece ikimizle sınırlı tutma. Zürriyetimizden de sana hakkiyle teslim olacak ve emrine kayıtsız şartsız itaat edecek bir ümmet, bir topluluk var et! Bizden sonra onlar senin hukukunu yerine getirsin ve emrine râm olsunlar. Bize nasıl ibâdet edeceğimizi öğret. Hac ve kurbanla alakalı vazifelerimizi ve onları ifa edeceğimiz yerleri bize göster. Bizlere tevbe etmeyi, her an sana yönelmeyi nasip et. Sen de tevbelerimizi ve yönelişlerimizi kabul buyur. Çünkü sen tevbeleri çokça kabul eden ve kullarına sonsuz merhamet edensin!” Hz. İbrâhim ve İsmâil, kendilerinden sonra kıyamete kadar devam edecek nesillerinin iyiliğine son olarak şöyle dua ettiler: “Rabbimiz! Sana teslim olacak zürriyetimiz içinden bir de Peygamber gönder! O Peygamber, kendine inanıp tabi olanlara senin âyetlerini okusun, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretsin ve onları günah kirlerinden tertemiz kılsın. Çünkü sen Azîz’sin; hiçbir zaman mağlup olamayacak bir izzet ve kuvvet sahibisin. Hakîm’sin; her işi hikmetle yapan, her hükmü hikmetin ta kendisi olan ve yaptığını en sağlam ve en mükemmel yapan sadece sensin!” Bu duada bahsedilen Peygamber, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Dolayısıyla İbrâhim (a.s.)’ın duası kabul edilmiş ve son Peygamber onun soyundan gelmiştir. Bununla ilgili olarak Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Âdem daha çamur hâlinde iken ben; Allah katında «Hâtemü’n-nebiyyîn»[1] diye yazılmıştım. Size bunun ilk işaretlerini haber vereceğim: Bunlar, babam İbrâhim’in duası (Bakara 2/129), Îsa’nın müjdesi (Saf 61/6) ve annemin gördüğü rüyâdır. Bütün peygamberlerin anneleri bu şekilde rüya görmüşlerdir. O rüyâda annem kendinden bir nûr çıktığını ve Şam saraylarını aydınlattığını görmüştü.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127) Hz. İbrâhim’in duasında gelecek Peygamberin ifa edeceği önemli vazifeler; “Allah’ın âyetlerini okumak, kitabı ve hikmeti öğretmek ve insanları tezkiye etmek” şeklinde hülasa edilmektedir. Bunlar, bir peygamberin pek çok vazifesi yanında özellikle dinin tebliği ve insanların terbiyesi açısından büyük önem arzetmektedir. Buradaki “âyetler”den “vahyedilen bilgiler, Allah’ın birliğini ve peygamberlerin doğruluğunu gösteren deliller”; “kitap”tan “Kur’ân-ı Kerîm”, “hikmet”ten “Peygamberimizin sünneti, din ve dinî hükümlerle ilgili bilgiler, söz ve yaşayışta doğruluk”; “tezkiye”den de “temizleme yani inkâr, şirk, kötü huylar ve günah kirlerinden arındırma” mânaları anlaşılabilir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 774-776; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 94) O Peygamber’in tebliğ ettiği din, tevhid inancını temsil eden Hz. İbrâhim’in dinidir. O dinin kıymetini bilip ona tabi olmak gerekir. Bundan gâfil olanlar ise, büyük bir hazineden mahrum kalmaktadırlar: [1] Hâtemü’n-nebiyyîn: Peygamberlerin sonuncusu, son peygamber, peygamberlerin isimlerinin yazılı bulunduğu sayfanın mührü. |
|
Bakara / 130 |
130. âyetin iniş sebebi olarak şöyle bir hadise
nakledilir: Abdullah b. Selâm, amcaoğulları olan Seleme ile Muhâcir’i İslâm’a davet
eder. Onlara Allah Teâlâ’nın Tevrât’taki: “Muhakkak ki, İsmâil’in soyundan adı
Ahmed olan bir peygamber göndereceğim. Ona iman eden doğru yolu bulur. Ona
inanmayanlar ise lânete uğrar” buyruğunu hatırlatır. Bunun üzerine Seleme
müslüman olur, Muhâcir ise imana yanaşmaz. Bahsedilen hadise üzerine bu ayet
nâzil olur. (Suyûtî, Lübâbu’n-nukûl, s. 24) مِلَّةُ
اِبْرٰه۪يمَ (Milletu İbrâhim)den maksat, Hz. İbrâhim’in getirdiği din ve tebliğ
ettiği inanç sistemidir. O da Allah’ın birliğini tanımak, O’na yönelip teslim
olmak, sadece O’na kulluk etmek, Beytullah’ı maddi mânevî bütün kirlerden
temizlemek ve emredilen ibâdet ve muâmelâtı tatbik etmektir. İşte son Peygamber
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirdiği din de bu dinin devamıdır. Aynı esaslar
üzerine kurulmuştur. Cenab-ı Hak bütün insanlara “Tek Allah’a inanan ve
hiçbir zaman müşriklerden olmayan İbrâhim’in dinine” uymalarını istediği ayetiyle
(bk. Bakara 2/135) bu gerçeğe işaret etmektedir. Bu öyle yüce, öyle şerefli ve
öyle mübârek bir dindir ki, bundan ancak aşağılık, cahil, kendini bilmez, ahmak
ve beyinsiz kişiler yüz çevirir. Onlar cehâlete maruz kalmak, tefekkür ve
teemmülden yüz çevirmek suretiyle nefsini zelîl ve hakîr duruma düşürmüş
kimselerdir. Halbuki zerre kadar ilmi, irfanı, aklı ve iz’anı olan, var gücüyle
bu dine sarılır ve onun sınırsız bereketinden istifade etmeye çalışır. Bu
yönüyle ayet, Peygamber Efendimiz’e inanmayan bütün yahudi, hıristiyan ve
müşriklere hitap etmektedir. Cenab-ı Hak, İbrâhim’i dünyada seçkin bir kul yapmış,
insanlar arasında temizlik ve sâfiyetle mümtaz kılmış, terbiye edip güzel
huylarla donatmış ve onu kendine dost edinmiştir. Ona peygamberlik ve hikmet
verip, yüce derecelere eriştirmiştir. Şüphe yok ki o, âhirette de, elbette
Allah’ın sâlih kullarından olacaktır. Doğruluğu, dürüstlüğü ve hayır
severliğiyle maruf olan makbul kullar arasına girecektir. Dünya ve âhirette bu
kadar nimete nâil olmuş böyle bir zâtın dininden yüz çevirmemek, tam aksine ona
canla başla sarılmak icab eder. Akl-ı selîmin gereği budur. Hz. İbrâhim,
gerçekten seçkin ve şerefli bir kuldur. Bu yüceliği, bütün varlığıyla Allah’a
teslimiyetle elde etmiştir. Rabbi ondan kendi emrine iman, ihlas ve en samimi
duygularla teslim olmasını istemiş, o da hiçbir fütûr göstermeksizin kayıtsız
şartsız teslimiyetini arzetmiştir. Canı, malı ve evladı ile imtihan olmuş ve
hepsini başarıyla tamamlamıştır. Büyük bir ihlasla Allah’a kulluğa devam
etmiştir. O’nun “Şunu bilin ki ben, dupduru bir iman ve teslimiyetle yüzümü gökleri
ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim. Ben müşriklerden değilim” (En‘âm 6/79) sözü de, bu teslimiyetini beyân
etmektedir. Allah’a teslimiyet, dinin esasını teşkil eder. Bu
sebeple peygamberler öncelikle kendileri Allah’a teslim olmuşlar, sonra
yakınlarını ve ümmetlerini buna davet etmişlerdir. Hz. İbrâhim ve torunu Hz.
Yakup’ta da bu durumu görmekteyiz. Her ikisi de çocuklarına Allah’a teslimiyeti
vasiyet ve tavsiye etmişlerdir. Onlara, Allah’ın kendileri için seçtiği hak
dine tabi olmalarını, imanlı ve ihlaslı bir hayat yaşamalarını ve ancak müslüman
olarak can vermelerini, bunun için de İslâm’dan kıl payı ayrılmamalarını
öğütlemişlerdir. Bu, Allah Teâlâ’nın dinin tebliği ile alakalı olarak, “Önce
en yakın akrabanı uyar” (Şuarâ 26/214) ilâhî buyruğuna uygun bir
davranıştır. Çünkü ilgi, sevgi ve şefkate en layık olanlar; diğer taraftan
söyleneni dinleyip kabul etmeye en müsait olanlar, akrabalardır. Peygambere
yakın olanların kabul ettikleri bir mesajı, diğer insanlar daha kolaylıkla
kabul edeceklerdir. Onların hallerinin düzgün olması, diğer insanların da
hallerinin düzgün olmasına sebep teşkil edecektir. Nitekim Peygamber Efendimiz,
açıktan ilk tebliği, evvela akrabalarını toplayarak onlara yapmıştır. (bk.
Müslim, İman 348) Sonra peyderpey diğer insanlara tebliğ etmiştir.
Gelen âyet-i kerîmeler, Hz. İbrâhim’in tevhid dîninden
yüz çeviren Ehl-i kitaba, özellikle yahudilere hitap etmektedir: |
|
Enbiya suresinin 107. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 107. Ayet Arapça: وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ Enbiya Suresi 1 ...
Enbiya suresinin 94. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 94. Ayet Arapça: فَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا كُفْرَانَ لِس ...
"O Allah ki, ümmîlere kendi içlerinden, onlara âyetlerini okuyacak, onları her türlü günah kirlerinden temizleyip arındıracak, onlara kitabı ve hikm ...
Enbiya suresinin 89. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 89. Ayet Arapça: وَزَكَرِيَّٓا اِذْ نَادٰى رَبَّهُ رَبِّ لَا تَذَرْن۪ي فَرْدًا وَاَنْتَ ...
Enbiya suresinin 81. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 81. Ayet Arapça: وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ ...
"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Saf Sûresi ...