Sure | Ayet | Karşılaştır |
---|---|---|
Bakara / 98 |
Allah’ın
lutfettiği elçilik vazifesini yapan bir meleğe düşmanlık beslemek, hakikatte
onun getirdiği vahye, vahyi gönderen Allah’a, peygamberlere, meleklere ve hatta
yahudilerin çok sevdiklerini söyledikleri Mîkâil (a.s.)’a düşman olmak
demektir. Kim böyle bir düşmanlıkta bulunursa, Allah da o kâfirlere düşman
olur. Onlara bir müddet mühlet verse de sonunda şiddetle yakalar ve cezalandırır. Âyetteki
ifadeden anlaşıldığına göre Allah Teâlâ, îman etmeyen insanların şahsına değil,
küfürlerine düşmandır. Küfrü bıraktıklarında onlara derhal dost oluverir.
(Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 83) Yahudilerin
bahaneleri ve mantıksız tavırları bitip tükenmez. Onlardan biri de Resûlullah (s.a.s.)’in
hiçbir mûcize getirmediğini iddia etmeleridir. Nitekim âlimlerinden İbn Sûriyâ,
Allah Resûlü (s.a.s.)’e:
“–Bize bildiğimiz bir şey getirmedin ve sana apaçık
bir mûcize verilmedi ki sana tâbî olalım” demişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak
şöyle buyurdu: (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 34) |
|
Bakara / 99 |
Yahudiler,
îman etmemek için sonunda bu bahaneyi ileri sürdüler. Ancak Cenâb-ı Hak,
Efendimiz’i tesellî ederek kendisine pek çok mûcizeler lutfettiğini ve bunları
ancak inatçı kâfirlerin inkâr edebileceğini bildirdi.
Yahudilerin
yerilen bir diğer sıfatları da sözleşme ve anlaşmalarına dikkat etmemeleridir: |
|
Bakara / 100 |
Mâlik
b. Sayf: “–Allah’a
yemin olsun ki kitabımızda bizden ne Muhammed’e iman edeceğimize dâir bir ahid
alınmıştır ne de başka bir söz!” demişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil
oldu. (Suyûtî, Lübâbu’n-nukûl, s. 18) Resûlullah
(s.a.s.)’in nübüvvetini inkâr eden bütün yahudiler, bu âyetin hükmüne dâhildir.
Zaten onların çoğu îman etmezler. (bk. Âl-i İmrân 3/110) İsrâiloğulları,
gerek daha önceki hayatlarında, gerekse Resûlullah (s.a.s.) zamanında (bk.
Enfâl 8/55-56; Mâide 5/13) verdikleri sözleri devamlı bozmuş, bu zulmü ve
hâinliği âdet hâline getirmişlerdi. Âyet-i kerîme, soru ile başlayarak onların
bu hâlini yadırgamış ve yaptıklarının ne büyük bir yanlış olduğunu
göstermiştir. Zira bu tür bir ifade, bahsedilen şeyin çirkinliğini ortaya koyma
ve bunu yapanları azarlama hususunda daha daha tesirlidir.
Yahudilerin
peygamber ve kitaba olan düşmanlıkları ise pek sinsi ve derindir: |
|
Bakara / 101 |
Kendi
dinlerine ve peygamberlerine karşı bu sadakatsizliği gösterenlerin, Allah
Resûlü’nün peygamberliğini reddetmesinde şaşılacak bir durum yoktur. Resûlullah
(s.a.s.), onların eski kitaplarını tasdik ettiği ve bu kitapları da Son
Peygamber’e inanmalarını emrettiği hâlde, Medine yahudileri bunu bilmezlikten
gelip, bir bakıma kendi kitaplarını da hiçe sayarak Allah Resûlü’nün peygamberliğini
kabul etmediler. Zaten onların âdeti; isyan, inkâr ve iftirâdır. Durmadan şeytana
uyar ve onun peşinden giderler: |
|
Bakara / 102 |
Kitap
ehlinin büyük bir kısmı, Allah’ın kitabını ihmâl ve terk ettikleri için bâtıl
inançlara sahip olur, şeytanların ve şeytanlaşmış insanların uydurduğu yalan
yanlış sözlerin peşinden giderler. Tahrif edilen Tevrat’a bakarak Süleyman (a.s.)’ın
sadece bir kral olduğu, hükümranlığını büyü ile sağladığı, kadınlara düşkünlüğü
sebebiyle âhir ömründe putlara taptığı gibi iftirâlara inanırlar. (Kitab-ı
Mukaddes, 1. Krallar, 11; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 35-36) Halbuki
Hz. Süleyman bir peygamberdi ve büyü ile alâkası yoktu. Onun ismi, Kur’ân-ı
Kerîm’de on altı defa zikredilir. Keskin zekâsı, engin ilim ve hikmetinden
bahsedilir. Bu meziyetleri sayesinde, girift hukûkî ve içtimâî meseleleri
hallettiği, kendisine kuşların ve diğer hayvanların dilinin öğretildiği;
bitkilere, rüzgâra, hayvanlara ve cinlere hükmettiği; erimiş bakırı kullanarak
muhtelif âlet ve edevât yaptığı bildirilir. (bk. Enbiyâ 21/82; Neml 27/15-44;
Sebe’ 34/12-21; Sād 38/30-40) Onun hakkında: “Biz, Dâvûd’a Süleyman’ı
lütfettik. O ne güzel bir kuldu. Gerçekten o, tam bir teslimiyet ve samimiyetle
sürekli Allah’a yönelir dururdu” buyrulur. (Sād 38/30) Allah
Resûlü (s.a.s.), Hz. Süleyman’ı peygamberler arasında zikredince bazı yahudi
hahamları: “–Muhammed,
Dâvud’un oğlunu peygamber sanıyor. Halbuki o sadece bir sihirbazdı” dediler.
Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Kurtubî, el-Câmi‘,
II, 41-42) Âyet-i
kerîmede; “Süleyman sihir yapmadı” mânası kastedilerek “Süleyman kâfir
olmadı” (Bakara 2/102) buyrulması,
sihrin ne kadar tehlikeli ve büyük bir günah olduğunu göstermektedir. Sihir ve
büyü, âdeta küfürle denk tutulmuş, sihri öğreten şeytanların kâfir olduğu ifade
edilmiştir. Sihir,
ne olursa olsun, sebebi gizli olan ince şey demektir. Sebebi gizli olduğu için
hakikatin zıddına tahayyül olunan yaldızcılık, şarlatanlık, göz boyama ve
aldatma şeklinde cereyan eden herhangi bir şeye sihir/büyü denir. Sihri iki
kısma ayırmak mümkündür: 1.
Sırf yalan ve aldatmadan ibaret olan söz ve fiillerle bir tesir icra etmek, 2.
Az çok bir hakikati kötüye kullanarak bir tesirde bulunmak ve bir şey
yapmaktır. Bu durumda, sebebi herkes tarafından bilinmeyen herhangi bir
hakikat, insanları kandırıp aldatmak için kullanıldığında sihir olur. İslâm’a
göre ilim değerlidir ve öğrenilmesi yasaklanan hiçbir bilgi yoktur. Hatta
şerrinden korunmak için sihir bile öğrenilebilir. Ancak hiçbir zaman ilmi
kötüye kullanmamak gerekir. Bu sebeple sihir yapmak haram, hatta küfürdür.
Maalesef günümüzde çok yaygın olan bir günah olarak dikkat çekmektedir. Nebî (s.a.s.) birgün: “–İnsanı helâke sürükleyen yedi
şeyden sakınınız!” buyurmuştu. Sahâbîler: “–Ey Allah’ın Rasûlü, onlar nelerdir?” diye
sordular. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle cevap verdi: “–Allah’a şirk koşmak, sihir ve büyü
yapmak, -dînî bir ceza ile usûlünce öldürülen müstesna- Allah’ın öldürülmesini
haram kıldığı bir insanı katletmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum
sırasında harpten kaçmak, hiçbir şeyden haberi olmayan iffetli müslüman
kadınlara zina iftirasında bulunmak.” (Buhârî, Vasâyâ 23; Tıb 48; Hudûd
44; Müslim, İman 145) Yine Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Kim bir düğüm atar ve ona
üfürürse sihir yapmış olur. Kim de sihir yaparsa şirke düşer. Kim fayda umarak
hayvan tırnağı, nazarlık gibi câhiliye âdetlerinden bir şeyi herhangi bir yere asarsa, o
astığı şeye havâle edilir. Yani Allah’ın
yardımından mahrûm bırakılır.”[1] (Nesâî, Tahrîmü’d-Dem 19/4076) Cenâb-ı
Hak, Hârût ve Mârût isminde iki meleği Bâbil’e indirmiş ve onlara bazı ince
ilmî hakikatleri vermişti. Bu iki melek, hayırda kullanarak istifade etmeleri
için ve bir de imtihan maksadıyla bu bilgileri İsrâiloğulları’na öğretmişlerdi.
Hayır için öğrettikleri hakikatler, fesat ehli tarafından kötüye
kullanılabilecek vasıfta olduğundan, melekler herkese kesin bir dille: “–Biz
imtihan için gönderildik, öğrettiğimiz şeyler fitneye müsaittir ve kötüye
kullanıldığında insanı küfre götürür. Sakın bunlarla sihir yaparak küfre girme!”
diye tavsiyede bulunurlardı. İnsanlardan ve cinlerden olan şeytanlar ise, böyle
hayır telkin edip nasihatte bulunmak bir tarafa, meleklerin öğrettiği
hakikatlerle insanlara sihir yapmasını öğretiyorlardı. İşte
yahudiler, gerek sihirbazlardan gerekse meleklerin öğrettiği hakîkatlerden,
kişiyle hanımının arasını ayıracak şeyler öğrendiler. Görüldüğü gibi sihir o
kadar büyük bir tehlikedir ki, âile gibi birbirine sıkıca bağlı en sağlam
yapıyı bile bozabilmektedir. Dünyanın en yakın insanlarını birbirinden ayıran
sihir, komşuları, akrabaları, toplumu ve milletleri ne hâle getirir?! Zira
sihir her şeyden evvel ruhlar üzerinde tesir icrâ eder, fikirleri târumâr eder,
kalpleri çeler, ahlâkı bozar ve cemiyetleri perişan eder. Âilede
koca ile eşinin arası iyi olursa, toplum da sağlam ve kuvvetli olur. Fakat
ikisi arasındaki münâsebetler kötü olursa, bütün toplum bozulur. Bu sebeple yahudiler,
en büyük kötülüğü yapıyor, kişiyle hanımının arasını ayırıyorlardı. Allah
Resûlü (s.a.s.), bu husûsun ehemmiyetini anlatmak için şöyle buyurur: “İblîs
tahtını suyun üzerine kurar, orayı merkez edinir. Sonra askerlerini dünyanın
her tarafına salar. Ona en yakın ve en sevimli asker, en büyük fitneyi
koparandır. Askerlerinden biri gelip: «–Bugün
ben şöyle şöyle yaptım!» der. İblîs: «–Hiç
bir şey yapmamışsın!» karşılığını verir. Bir diğeri gelir: «–Ben
birinin yakasına yapıştım ve hanımıyla arasını açıncaya kadar peşini
bırakmadım» der. Bunun üzerine İblîs onu kendine yaklaştırır, kucaklayıp
boynuna sarılır ve: «–Sen
ne iyisin, ne güzelsin!» der.” (Müslim,
Münafıkîn 67) Ancak,
söylenenlere bakarak sihri gözde büyütüp, sihirbazların her şeye kâdir olduğu
zannına kapılmamalıdır. Hakiki tesir ne sihirde, ne sihirbazda, ne tabiatta, ne
ruhta, ne şeytanda, ne de melektedir. Her şey Allah’ın kudret elindedir. Allah
Teâlâ, imtihan îcâbı korumasını kaldırırsa sihirbazlar zarar verebilir, yoksa
kendiliklerinden hiçbir şey yapamazlar. Bu sebeple, her şeyden evvel Allah’tan
korkmalı, O’na sığınmalı ve O’nun kitabı Kur’ân-ı Kerîm’e sarılmalıdır. Sihir insanlara hep zarar verir, onlara hiçbir faydası olmaz. Bu sebeple, Allah’ın kitabını ve hayırlı işleri bırakıp da sihir gibi zararı büyük bir günahla meşgul olan insanların, âhirette hiçbir nasibi olmayacağı âşikârdır. Böyle insanlar, şeytana ve nefislerine uyup sihirle meşgul olarak aslında kendilerini helâke sürüklemektedirler. Uğruna, ebedî hayatın fedâ edildiği bir anlık dünya zevki, ne kötü bir kazançtır! İnsanlar yaptıkları yanlışın büyüklüğünü ah bir bilseler: [1]
Hadis-i şerifte, fayda temin etmesi veya zararları defetmesi umularak boyna
veya herhangi bir yere, câhiliye devrine âit muska, nazarlık, hayvan tırnağı ve
kemiği gibi şeylerin asılması yasaklanmaktadır. Böyle şeyler yapanları Allah, o
güvendikleri şeylere havâle eder, yardım ve rahmetinden mahrum bırakır.
Kur’ân’dan ve ilâhî isimlerden yazıp teberrüken asmak ise, bu hükmün hâricinde
tutulmuş ve câiz görülmüştür. Nitekim Abdullah bin Amr (r.a.) küçük çocuklara
böyle şeyler takardı. Bunların bir fayda celbedip zararı defedeceğine inanmak
ise yine doğru görülmemiştir. Zira şifayı veren ve kötülükleri defeden ancak
Allah Teâlâ’dır. (Hâşiyetü’s-Sindî
ale’n-Nesâî, Haleb, 1986, VII, 112) |
|
Bakara / 103 |
Bütün
bunlara rağmen, Ehl-i kitap, Allah’a îman edip günahlardan sakınsalardı,
kendileri için daha hayırlı olurdu. Zira rahmeti bol olan Rabbimizin vereceği
küçücük bir ecir bile, onların çeşitli entrikalarla insanlardan sağladığı
menfaatlerden daha büyük ve daha hayırlıdır. Bu
âyet-i kerîme, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin genişliğini ve tevbe kapısının dâimâ
açık olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda, Allah’a îman etmekle birlikte,
günahlardan sakınmanın da ne kadar mühim olduğu gözler önüne serilmektedir.
Görüldüğü
gibi yahudiler, Allah Resûlü’nün peygamberliğine îman etmemek için bitmez
tükenmez bahaneler uydurmuş ve çeşitli yalanlara başvurmuşlardır. Bununla
birlikte sihrin her çeşidini tatbik ederek insanları aldatmış, Peygamber Efendimiz’e hürmetle hitap
ediyormuş gibi davranıp kendilerince ona hakaret etmeye çalışmışlardır.
Binaenaleyh mü’minler, o hasetçilere uymayıp Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e sahip
çıkmalı ve kıymetini bilmelidirler. Bunu ifade sadedinde Cenâb-ı Hak şöyle
buyurur: |
|
Bakara / 104 |
Kur’ân-ı
Kerîm’de, 88 yerde “Ey îman edenler” hitâbı geçer. Bu, müslümanlara
şeref veren çok kıymetli bir hitaptır. Bu ilâhî hitâbın gereklerini yerine
getiren mü’minler, dünyada emniyet ve huzur içinde yaşayacak, âhirette de büyük
lutuflara nâil olacaktır. Abdullah
b. Mes’ud (r.a.), kendisinden nasihat isteyen birine şöyle buyurmuştur: “Allah’ın:
«Ey iman edenler!» buyurduğunu işittiğinde hemen kulak ver ve onu
dikkatle dinle! Çünkü Allah Teâlâ, bu hitabın ardından ya bir iyiliği emreder
ya da bir fenâlıktan sakındırır.” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 148;
Ebû Nuaym, Hilye, I, 130) Burada
da Cenâb-ı Hak, mü’minlere, başta Resûlullah (s.a.s.) olmak üzere büyüklerle
münâsebetlerde dikkat edecekleri bir edebi öğretmektedir. Allah Resûlü (s.a.s.)
bir şey anlatırken, ashâb-ı kirâm zaman zaman: “–Râinâ:
Bizi gözet, teennî buyur, müsaade et ki anlayalım!” derlerdi. Ancak bu kelime,
Arapça’daki “Bizim çoban” mânasına gelen ve İbrânice veya Süryânicede “Dinle a
dinlemez olası, dinle a sözü dinlenmez herif!” gibi hakâret mânası ihtivâ eden
kelimelere benziyordu. Yahudiler bunu fırsat bilerek ağızlarını eğip bükmeye ve
kendilerince Peygamber Efendimiz’e
hakâret etmeye başladılar. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 36-37) Diğer
taraftan, “râinâ” sözü genellikle iki kişi veya iki zümre arasındaki karşılıklı
münâsebetleri, tutum ve davranışları ifade eder ve “Bizi kolla, gözet; sen bizi
gözetmezsen biz de seni gözetmeyiz” veya “Bizi can kulağıyla dinle; sen bizi
dinlemezsen biz de seni dinlemeyiz!” mânalarına gelir. Bu ise Peygamber
Efendimiz’e karşı takınılacak bir tavır değildir. Ayrıca
bu kelime ahmaklık, kabalık, hayvânî bir murâkabe ve güdülme gibi hoş olmayan mânaları
çağrıştırır. Bu
sebeple Cenâb-ı Hak, mü’minlere, “Râinâ” demeyi yasaklamış ve daha nezih bir
üslupla; “Ünzurnâ: Bize bak, bize ilgi göster, bize tebliğde bulunurken mühlet
ver, durumumuzu gözet ki sözünü daha iyi kavrayıp anlattıklarını öğrenebilelim!”
demelerini emretmiştir. Hatta, dikkatle dinleyip hemen itaat ederek, “Ünzurnâ”
demelerine bile ihtiyaç kalmamasını arzu buyurmuştur. Cenâb-ı
Hak, diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyurur: “Yahudilerden bir kısmı kelimelerin yerlerini değiştirerek tahrif
ederler. Peygamber’e de dillerini eğip bükerek ve din ile alay ederek: «Duyduk
ama itaat etmiyoruz», «Dinle, dinlenmez olası» ve «râinâ: bizim çoban» derler.
Eğer onlar «İşittik ve itaat ettik», «Dinle ve bizi gözet: ünzurnâ» deselerdi
şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı. Fakat küfürleri
sebebiyle Allah onları lânetlemiştir; artık onlardan pek azı inanır.” (Nisâ 4/46) Demek
ki Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’e karşı saygısızlık bir küfür alâmetidir ve
karşılığı elem verici bir azaptır. O hâlde bugünkü mü’minler, Peygamber Efendimiz’e ve onun Sünnet’ine
karşı son derece hürmetkâr davranmalıdırlar. Onun nazarına lâyık hâle gelmeye
ve onun ruhaniyeti içinde yaşamaya gayret etmelidirler.
Burada,
konuşup yazarken kelimelerin en güzelini ve mânaların en incesini tercih etmeye
de işaret vardır. Anlaşılması zor, yanlış anlamaya müsait târizli sözlerden ve
mahzurlu şeylere götüren mübahlardan uzak durmak gerekir. Ayrıca mü’minler,
konuşma, davranış, giyinme, âdet, ibâdet gibi her hususta kâfirlere benzemekten
şiddetle sakınmalıdırlar. Bunun da ötesinde onların hile ve düşmanlıklarına
karşı uyanık bulunmalıdırlar. Çünkü: |
|
Bakara / 105 |
Medineli
müslümanlar, anlaşmalı oldukları yahudilere: “Gelin
Muhammed’e îman edin!” dediklerinde, onlar: “–Şu
bizi çağırdığınız din, bizim dinimizden daha hayırlı değildir. Aslında biz de
onun hayır olmasını isterdik!” cevâbını verirlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak,
onları yalanlamak ve mü’minleri îkâz etmek üzere Bakara sûresinin bu 105.
âyet-i kerîmesini inzâl buyurdu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 37) Hem
yahudi ve hıristiyanlar hem de diğer müşrikler, hasetleri sebebiyle Efendimiz’e
peygamberlik vazîfesinin, mü’minlere de Kur’ân-ı Kerîm’in ihsân edilmesini
kabullenemediler. Kendilerinin buna daha lâyık olduğunu düşünerek
büyüklendiler. Bu haset ve kibirleri onların imanına mânî oldu. Ebû Cehil,
“bizim kabileden peygamber çıkmadı” diye inkârında inad etti. (İbn Kesîr, el-Bidâye,
III, 113) Yahudiler, “Peygamber bizim soyumuzdan olmalıydı” diye düşmanlık
ettiler. (bk. Bakara 2/89-90, 109; Nisâ 4/54; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
31) Müşriklerin
ileri gelenlerinden Velîd b. Muğîre: “–Kureyş’in
büyüğü ve efendisi olarak ben ve Sakîf’in efendisi Ebû Mes’ûd dururken Muhammed’e
mi vahiy indirilecek?! Halbuki biz bu iki şehrin büyüğüyüz!” diye kibirlendi.
(Zuhruf 43/31; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 385) Yani
onlar, Kur’ân’ın gerçek olduğunu vicdanlarıyla kabul ettiler. Fakat nefsânî
duyguların bastırması sonucunda, Allah’ın iradesinde yanlışlık bulacak kadar
bir alçaklığa düştüler. Cenâb-ı Hak buna ne güzel cevap vermiştir: “Ne o, Rabbinin rahmetini yoksa onlar mı bölüştürüyorlar da,
dilediklerine peygamberlik veriyor, istediklerini ondan mahrum ediyorlar?” (Zuhruf 43/32) Böylesine
kötü ve tehlikeli duygular taşıyan insanların, müslümanların iyiliğini istemesi
mümkün değildir. Dolayısıyla dikkatli olmak îcâb eder.
Gerek
peygamberlik ve kitap gibi mânevî nimetler olsun, gerek dünya mülk ve saltanatı
gibi maddî nimetler olsun, hepsi Allah’a âittir. Dilediğine dilediği gibi
lûtfeder. İnsanların elindeki nimetlere haset etmek yerine akıllı kişi,
Allah’ın fazlından istemelidir. Çünkü insan, Allah’a lâyık ihlaslı bir kul
olmaya gayret ettiğinde, O’nun sayısız lûtfuna mazhar olacağı muhakkaktır.
Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) bu ilâhî lutfa nâil olanların başında
gelmektedir: |
|
Bakara / 106 |
Bu
âyet-i kerîme, Allah Teâlâ’nın kullarını tedricî olarak terbiye etmek, onların
dünya ve âhiret işlerini düzene koymak için gönderdiği ilâhî dinlerdeki temel
bir kaideyi dile getirmektedir. O da “nesih” gerçeğidir. “Nesih” sözlük olarak
izale etmek, iptal etmek, değiştirmek, bir şeyin yerine başkasını geçirmek mânalarına
gelir. Nitekim Nahl sûresi 101. âyette nesih, tebdil yani birini diğeriyle
değiştirme olarak ifade edilmiştir. نَسَخَ الرّ۪يحُ الْاثْرَ (neseha’r-rîhu’l-isra) “Rüzgar izi neshetti”, yani onu
giderdi, sildi demektir. “Güneş gölgeyi neshetti” ibaresi de, onu izale etti,
yok etti, yerine geçti demektir. Dolayısıyla nesih kelimesinde, izale ve nakil
olmak üzere iki mâna vardır. Her iki mânanın da esası “tebdil” yani birini
kaldırıp diğerini onun yerine koymaktır. Dinî
bir terim olarak “nesih”, bir ayeti başka bir ayetle, bir dinî hükmü başka bir
dinî hükümle değiştirmek, sonrakini öncekinin yerine koymaktır. Günümüzde yeni
çıkarılan bir kanunla bir önceki kanunu yürürlükten kaldırmak neshi en güzel
şekilde anlatır. Allah Teâlâ’ya göre nesih, önceki hükmün süresinin sonunu beyândır.
Bize göre ise zahiren ebedi görünen o hükmün değiştirilip ortadan
kaldırılmasıdır. Nesih, sadece emir ve yasaklarda geçerlidir. Kur’an’da haber
verilen ve emir ya da yasak özelliği taşımayan hususlarda nesih sözkonusu
değildir. “Ayetin
unutturulması”, vahyedilmiş, okunmuş ve ezberlenmiş bir kısım ayetlerin
Allah’ın dilemesiyle zihinlerden silinip yok olmasıdır. “Ertelenmesi” ise o
ayetin neshinin ertelenmesi veya değiştirilmeden olduğu gibi bırakılmasıdır. Buradaki
hüküm, önceki şeriatleri, kitapları, sahifeleri içine aldığı gibi, “ayet”
kelimesi genel mâna ifade ettiğinden Kur’ân âyetlerini de açıkça içine
almaktadır. Şu halde Kur’ân âyetleri için de nâsih, mensûh[1],
unutturma ve erteleme mânaları geçerlidir. Kur’ân-ı Kerîm, önceki ilâhî
kitapların bir kısım hükümlerini neshettiği gibi, Resûlullah (s.a.s.)’ın peygamberlik
süresi içinde sonradan gelen bir kısım ayetler, önceden inmiş olan bazı
ayetleri neshetmiştir. Bir kısım ayetler de unutturulmuştur. Fakat
Peygamberimizin vefatı ile Kur’an vahyi gibi nesih ve unutturma hadisesi de son
bulmuştur. Şu
an elimizde mevcut bulunan Mushaf-ı Şerîf’te neshedilmiş âyetler bulunup
bulunmadığı hususunda iki görüş vardır. Çoğunluk, bâzı âyetlerin sonradan gelen
başka âyetler veya hadislerle neshedildiğini söyler. Bir kısım âlimler ise
elimizdeki Mushaf-ı Şerîf’te neshedilmiş herhangi bir ayetin olmadığını
savunurlar. İki görüşü şöyle bir izahla bir birbirine yaklaştırmak mümkün
olabilir: Kur’ân-ı Kerîm’de bir konuda iki farklı hüküm içeren iki âyet
olabilir. Bunlardan sonra gelenin öncekinin hükmünü tamamen ortadan
kaldırdığını kabul etmek yerine, her iki âyetin de kendi şartlarında geçerli
ve yürürlükte olduğunu düşünebiliriz. Şöyle ki, zaman ve zemin itibariyle
hangisinin indiği şartlar mevcutsa o ayetin hükmü uygulanır. Çünkü o, mütevatir[2]
olarak bize ulaşmış ve Allah Kelamı olduğunda şüphe olmayan bir ayettir.
Dolayısıyla duruma göre birinin veya ötekinin hükmü uygulanabilir. Eğer
birinin şartları artık sonsuz olarak tekrar doğmazsa pratikte o hükmü
uygulamaya da imkân bulunmaz. Sonraki ayetten, nihâî bir düzenleme getirme
maksadı açıkça anlaşıldığı durumlarda ise neshi kabul etme zarureti ortaya
çıkmaktadır. Bunda da dinen bir sakınca yoktur. Zira tefsir etmekte olduğumuz âyet-i
kerîme bunu açıkça beyân etmektedir. Cenab-ı
Hak, ayetin devamında, neshettiği veya unutturduğu ayetten daha hayırlısını, en
azından bir benzerini göndereceği müjdesini vermektedir. Çünkü O, istediği her
şeyi yapmaya güç ve kudret sahibidir. Bu böyle bilinmelidir. Bilmeyenler de
öğrenmelidir. Zira Peygamberimize nübüvvetin verilip Kur’an’ın vahyedilmesini
ve böylece kendi dinlerinin neshedilmesini bir türlü hazmedeyen yahudiler,
Allah nesih yapamaz; şu halde böyle yeni yeni hükümler getiren bir kitap
indiremez diyorlardı. Bu, onların kendiliklerinden uydurdukları bir yalandan
başka bir şey değildir. Zira Allah nesih yapabilir ve yapar. Yapmasında da
kendisi için hiçbir noksanlık söz konusu değildir. Varlıklar âleminde bu gün
yarattığını yarın yok ederek diğer bir şeye dönüştürmekle Cenab-ı Hakk’ın
ilmine, kudretine, iradesine hiçbir noksanlık ârız olmadığı gibi, aynı şekilde
kullarını terbiye etmek üzere gönderdiği şeriatlerde de başka başka zamanlarda
başka başka hükümler koymakla, mesela geçmiş zamandaki bir emrin yerine,
şimdiki zamanda yasak koyan bir nehiy indirmekle O’nun ilminde ve iradesinde
bir noksanlık meydana gelmez. Tam aksine her birinde bir hikmetinin tecellisini
ve kemalini göstermiş olur. Zira her şeyi en iyi bilen yüce Rabbimiz,
insanlığın her zaman ve mekana göre maddi mânevî gelişim ve problemlerini dikkate
alarak, onların dertlerine deva, yaralarına merhem olacak şer’i hükümler
göndermiştir. Nasıl ki bedenin hastalıklarıyla uğraşan doktorlar, mizâçların ve
zamânın farklılığına göre ilaçları ve gıdâları değiştiriyorlarsa, nefislerin
ıslah ve tedâvîsi ile uğraşan peygamberler de, nefisler ve ruhlar için bir nevi
ilaç konumunda olan bir kısım dînî hükümleri, Allah’ın emriyle
değiştirmektedirler. Bir ilaç beden için bir dönem devâ olabildiği gibi, bir
süre sonra hastalık getirebilmektedir. Aynı şekilde bâzı ameller de bir dönem
için iyi ve yararlı olabildiği halde zamanla insan için zararlı olabilmektedir.
Dolayısıyla nesih, böyle bir zaruretten doğmakta ve insanların menfaati
açısından büyük hikmetler taşımaktadır. Âyetteki
“daha hayırlısı” ifadesinden maksat, bir âyetin diğer bir âyetten daha hayırlı
olması mânasında değil, bu âyetlerden kulların elde edecekleri seva yönündendir.
“Bir dengini”, sözünün mânası ise, “sevap ve fayda bakımından onun bir dengi”
demektir. Yeni getirilen hüküm öncekinden daha kolay olabileceği gibi, daha zor
veya aynı seviyede olabilir. Daha kolay olanda, amel bakımından kolaylık
vardır. Ağır bir hüküm kaldırılıp, yerine daha hafîfi getirildiğinde insanlar
için kolaylık sağlanmaktadır. Boşanmış kadınların önceleri “bir yıl” (Bakara 2/240)
olan iddet bekleme süresinin “dört ay on gün”e (Bakara 2/234) indirilmesi buna örnektir.
Öncekinden daha zor olan hükümde ise sevap bakımından fazlalık vardır. Nitekim
savaş yasağının kaldırılıp, “savaşın meşrû kılınması” (Hac 22/39) buna
örnektir. Bazan da sonra gelen hüküm, öncekinin benzeri ve dengi olabilir.
Kıblenin Beyt-i Makdis’den Kâbe’ye çevrilmesi de (Bakara 2/144) buna örnektir. Şüphesiz Allah, bunları yapacak güç ve kuvvet sahibidir. Zira O’nun kudreti sınırsızdır: |
|
Bakara / 107 |
Cenab-ı
Hak, uçsuz bucaksız bu kâinatta her gün, her gece, her saat ve her an son
derece büyük tasarruflarda bulunmakta ve fevkalade büyük işler yapmaktadır.
Yapmaların yanında yıkmalar, icatların yanında imhalar, doğumların yanında
ölümler yer almaktadır. Öne alınanlarla
birlikte sonraya bırakılanlar, hatıra getirilenlerle birlikte izi silinenler ve
unutturulanlar da olmaktadır. Bütün bunlarda ne muazzam ilâhî azamet
tecellileri ve ne müthiş kudret akışları ortaya çıkmaktadır. Görüldüğü üzere
kâinatta cereyan eden değişmez ve bozulmaz ilâhî kanunlar yanında zaman zaman,
yer yer, an be an çeşitli oluşum ve dönüşümleri meydana getiren bir takım kevnî
hükümler ve hadiseler icra edilmektedir. Yıkılanların yerine peyderpey yenileri
gelmektedir. Hatta terbiye, peyderpey olgunluğa eriştirme ve seçme kurallarıyla
daha iyileri ortaya konmaktadır. Bunlar, varlıklar âlemi için nâsih ve mensuh
nevinden sayılabilecek durumlardır. Böyle sonsuz bir kudretin sahibi olan
Allah, şer‘î hükümler alanında da nesih yapar ve neshettiği bir hükmün yerine
daha iyisini, daha hayırlısını, en azından onun dengini getirir. Daha önce
gönderdiği Tevrat ve İncil’in bazı hükümlerini nesheden yeni bir kitap ve yeni
bir din vahyeder. Bu kitapta ve bu şeriatte nâsih ve mensuh hükümler
bulundurur. Zira o sınırsız devletin gidişatına uygun bir kâmil kitap ve bir
mükemmel din ihsan edilmiş olması için her zamanın, her mekanın, her muhitin
durum ve şartlarına uygulanabilen, sebepler ve maslahatlar çerçevesinde
teferruat sayılan meselelerde cereyan etmek üzere nâsihli-mensuhlu,
takdimli-tehirli, hem kalıcılık hem de değişkenlik özelliklerini taşıyan ilâhî
sünnetlere uygun hükümler koymak ilâhî hikmetin bir gereğidir. Göklerde ve yerde Allah’tan başka bir
hükümran, bir yönetici, başka bir kural koyucu olmadığı gibi, bu yaratılış
âleminde de sizin Allah’tan başka bir koruyucunuz ve yardımcınız da yoktur.
Üzerinizdeki gerçek velâyet ve yardım yalnızca Allah’a aittir. Mülk O’nun,
hüküm koyma yetkisi O’nun, kâinat O’nun ve söz söyleme hakkı sadece O’nundur. اَلْوَلِيُّ (velî) dost ve
koruyucu, اَلنَّص۪يرُ (nasîr)
ise yardımcı demektir. İkisi arasında şöyle bir fark vardır: Velî bâzan
yardımdan geri kalabilir veya yardım edemeyebilir. Nasîr ise bazan yardım
ettiğine yabancı olabilir. Burada ikisinin birlikte zikredilmesinden maksat,
Allah’ın mü’minlere hem dost hem de yardımcı olduğunu belirtmek, böylece
onların kalbine tesellî vermektir. Mü’minlerin dostu ve yardımcısı Sadece
Allah’tır; dolayısıyla O’ndan başkasına dayanıp ilticâ etmeleri doğru değildir. Ayetten
şu işârî mânayı anlamak da mümkündür: “Allah Teâlâ’nın kâinatta devamlı c3ari
olan şöyle bir adeti vardır: O, dostlarının elinden tutarak mülkünü seyretmekten
milkini yani bunun arkasındaki saltanatını
görmeye, saltanatını görmekten de zatının gerçek varlığını görmeye götürür.
Böylece onları ayetlerini görmekten sıfatlarını görmeye, sıfatlarını görmekten
de zatını görmeye ulaştırır.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 61)
Dolayısıyla
mü’minler, nasıl gerekiyorsa öylece Allah’ı tanımalı, O’na dayanmalı, emsalsiz
örnek şahsiyet olarak gönderdiği Peygamberine de edeple itaat etmelidirler. Edebe
aykırı sayılacak her husustan, özellikle mânasız sorular sormaktan uzak
durmalıdırlar: |
|
Bakara / 108 |
Bu
âyet-i kerîme, Kureyş müşriklerinden bir grubun, “Ya Muhammed! Bizim için şu
Safâ tepesini altın yap. Mekke arazisini biraz genişlet, etrafında da pınarlar
fışkırt ki sana iman edelim” demeleri üzerine inmiştir. Yine rivayetlere göre yahudiler
ve bir takım müşrikler Allah Resûlü (s.a.s.)’den bir takım isteklerde
bulundular. Bazısı: “Mûsâ’nın Tevrat’ı getirdiği gibi sen de bize gökten toplu
halde bir kitap getir” dedi. Bunlardan biri olan Abdullah b. Ebî Ümeyye: “Bana
gökten bir kitap getir. Onda, Âlemlerin Rabbinden İbn Ebî Ümeyye’ye hitaben,
«Şunu bil ki ben Muhammed’i bütün insanlara peygamber olarak gönderdim» diye
yazsın” dedi. Bir kısmı da: “Allah’ı ve melekleri kefil olarak getirmedikçe
sana iman etmeyeceğiz” dediler. Bu hadise üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 37-38) Nitekim
yahudiler de Hz. Mûsâ’ya eziyet etmişler (Ahzâb 33/69), ondan olur olmaz şeyler
istemişler, inek kıssasında olduğu gibi onu uzun uzadıya sorguya çekmişler
(Bakara 2/67-72) hatta kendilerine bir ilâh yapmasını (A‘râf 7/138) ve Allah’ı açıkça göstermesini (Nisâ
4/153) talep etmişlerdi. Bu tür sorular, samimiyetten ve gerçeği
öğrenme gayretinden doğan sorular değildir. Bilakis küfür ve isyândan
kaynaklanan sorulardır. Onlar inkârlarına sözde bir gerekçe bulma temâyülüyle
böyle bir yol tutmuşlardır. Dolayısıyla ayette onların, olur olmaz isteklerle
Peygamberi zor durumda bırakma teşebbüsleri, “imanı küfürle değişmek” olarak beyân
edilmiştir. Gerçekten de bu karakterdeki insanlar, iradelerini iman değil,
küfürde inat etme yönünde kullanmaktadırlar. Böylece doğru yolda yürümek
yerine, onu kaybetmeyi ve yoldan sapmayı tercih etmektedirler. Allah Teâlâ da
onların bu gizli niyetlerini ortaya çıkarmaktadır. Peygambere
gereksiz ve anlamsız soru sormanın doğru olmadığı ve sıkıntılara sebep olacağı konusunda
Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Size açıkladığım hususlarla yetinin. Beni sorguya çekmeyin, kendi
halime bırakın. Sizden öncekiler, ancak fazla soru sormaları ve peygamberlerine
karşı görüş ayrılığına düşmeleri yüzünden helak olmuşlardır. O halde size bir
şeyi emredersem onu gücünüz nispetinde yerine getirin. Sizi bir şeyden
menettiğim zaman ondan sakınıp uzaklaşın.” Resûl-i
Ekrem (s.a.s.)’in bu hadisi, haccın farz kılındığını haber verdiğinde,
oradakilerden birinin: “Her sene mi ya Resûlallah?” diye sormasına karşılık
sustuğu ve o adamın bu soruyu üç defa tekrar etmesine de: “Hayır, her sene
değil! Eğer «evet» deseydim size her sene farz olurdu. Farz olunca da buna güç
yetiremezdiniz” şeklindeki açıklaması üzerine varid olmuştur. (Müslim, Hac
412)
Ehl-i
kitabın, peygamberlerine karşı sergiledikleri edebe uygun olmayan tavırları
bilinen bir gerçektir ve savunulacak tarafı yoktur. Hatta peygamberlerini
öldürecek derecede bir cehalet ve zulüm içinde olmuşlardır. Bu bakımdan İslâm
ümmetinin daha dikkatli olmaları ve öncekilerin halinden ibret almaları
gerekmektedir. Bu noktada dost ve düşmanlarının kimler olduğunu iyice bilmelidirler.
Gelen âyetler bu hususta bizlere ışık tutmaktadır: |
|
Bakara / 109 |
Yahudiler,
insanların Allah Resûlü’ne inanmaları, onun etrafında kenetlenmeleri ve böylece
İslâm toplumunun güçlenmesini çekemiyorlardı. Bu sebeple müslümanları, imandan
vazgeçirip tekrar küfre döndürmeye çalışıyorlardı. Âyet-i kerîmenin iniş sebebi
olarak şöyle bir hâdise nakledilmektedir: Uhud
savaşından hemen sonra bir grup yahudi, Huzeyfe b. Yemân ve Ammar b. Yâsir’in
önüne geçerek: “Başınıza geleni görmüyor musunuz? Eğer doğru yol üzere
olsaydınız, hezîmete uğramazdınız. Siz, en iyisi bizim dînimize dönün, bu sizin
için daha hayırlı ve daha faziletlidir. Gittiğimiz yol da doğruya sizinkinden
daha yakındır” dediler. Ammar: “Sizce verilen sözü bozmak nasıl bir şeydir?”
diye sordu. Onlar da: “Çok kötüdür” dediler. Bunun üzerine Ammar: “Ben,
yaşadığım sürece Hz. Muhammed’i yalanlamayacağıma dâir söz verdim” dedi. Yahudiler:
“Ammar, ebediyen dönmeyecek şekilde dinimizden çıktı. Peki sen ne dersin ey
Huzeyfe, bize uymaz mısın?” dediler. Huzeyfe de: “Ben Rabb olarak Allah’ı, peygamber
olarak Muhammed’i, rehber olarak Kur’ân’ı, kıble olarak Kâbe’yi ve kardeşler
olarak da mü’minleri seçtim” dedi. Bunun üzerine yahudiler: “Mûsâ’nın ilâhına
yemin olsun ki, kalplerinize Muhammed’in sevgisi sindirilmiş” dediler. Ammar ve
Huzeyfe daha sonra Resûlullah’a gelip durumu haber verdiler. Bunun üzerine Allah
Resûlü: “En güzel olanı yapmış ve kurtuluşa ermişsiniz” buyurdu. (İbn
Hacer, Kâfî, I, 176) Dolayısıyla
müslümanlar, Ehl-i kitabın sözlerine kulak asmamalı, onların hile ve
desiselerine karşı uyanık davranmalıdırlar. Çünkü onların pek çoğu, mü’minlerin
imandan sonra küfre dönüp dinden çıkmalarını cân-u gönülden isterler. Bunun
için her hileye başvururlar. Bu ise hayırseverlik ve dindarlıklarından değil,
aksine nefsaniyetlerinden kaynaklanan hasetten ve kıskançlıktan ileri
gelmektedir. Halbuki onlar, İslâm dininin gerçek din, Peygamberimizin de gerçek
peygamber olduğunu bilmektedirler. Bu gerçeği bizzat ellerinde bulunan Tevrat bildirmektedir.
Buna rağmen kıskançlık belasından kendilerini kurtarıp gerçeği kabule
yanaşmamakta, üstelik insanları imandan caydırmaya çalışmaktadırlar. Ayette,
“Artık Allah’ın emri gelinceye kadar onları affedin ve serzenişte bulunmayın”
(Bakara 2/109) buyruğuyla,
en sinsi düşmanları karşısında bile müslümanların kendi ahlâkî değerlerinden
vazgeçmemeleri ve müsamahalı olmaları emredilir. اَلْعَفْوُ
(af), “kasıtlı ya da kasıtsız kötülük ve haksızlık eden, suç işleyen birini
bağışlamak, cezalandırmaktan vazgeçmek” demektir. Bu, suçluya karşı dille
yapılacak kınamayı ve serzenişi içine almaz. İnsan bazan affeder fakat
serzenişten geri duramaz. Bu sebeple ayette aftan sonra bir de “serzenişte
bulunmayın” buyrulmaktadır. Bu mânada kullanılan اَلصَّفْحُ
(safh), “bir kimsenin kendine kötülük edene aldırmaması, ondan yüz çevirmesi,
onu hoş görüp bağışlaması” anlamına gelmektedir. İşte Kur’an, mü’minlerden
böyle seviyeli bir gönül, yüksek bir ruh ve üstün bir ahlâk sahibi olmalarını
istemektedir. Âyette “Allah’ın emri gelinceye kadar” (Bakara 2/109) ifadesi,
“Allah hükmünü verinceye kadar” mânasına gelir. Bu hüküm ise, onlarla
savaşmaya, üzerlerine cizye konulmasına veya Benî Kurayza ile Benî Nadîr’in
ileri gelenlerinin öldürülmesine izin verilmesidir. Yahut kıyamet günü büyük
bir azaba düçar olmalarıdır. Bunda şüphe yoktur. Çünkü Allah’ın her şeye, va‘dettiği
her şeyi yerine getirmeye elbette gücü yeter. Dolayısıyla
siz şimdiki halde bağışlayıcı ve hoşgörülü olun; sabır, teenni ve sükûnetle
hareket edin. Güzel güzel namazınızı kılmaya, zekâtınızı vermeye devam edin.
Zira bunlar dinin temel esaslarındandır. Gerek kıldığınız namaz ve verdiğiniz zekâtı,
gerek kendiniz için yaptığınız daha başka her türlü iyilikleri; karşılığını
peşin olarak hemen istemeyip de ilerisi için amel defterinize kaydolmak üzere iyilik
cinsinden yaptığınız her şeyi Allah’ın yanında bulursunuz. Hesap görüldüğü gün
onların ecir ve mükâfatını eksiksiz olarak alırsınız. Zira Allah Teâlâ, iyi ve
kötü ne yaparsanız muhakkak hepsini görür, bilir ve hepsinden haberdar olur. Resûlullah
(s.a.s.) ashâbına: “Hanginizin, mirasçısına ait malı öz malından kendisine
daha sevimlidir?” diye sordu. Onlar: “Ya Resûlallah! Bizden hiç birimizin mirasçısnın
malı öz malından daha sevimli değildir” dediler. Bunun üzerine Sevgili
Peygamberimiz: “Hayır, hayır. Hepinizin de mirasçısnın malı, öz malından
kendisine daha sevimlidir. Çünkü senin malın ancak önden Allah için gönderdiğindir.
Mirasçının malı ise geriye bıraktığındır” buyurdu. (Buhârî, Rikâk 12) Rivayete
göre Hz. Ömer (r.a.), bir gün Bakî kabristanının yanından geçerken: “Allah’ın
selâmı üzerinize olsun ey kabir ehli! Buraları soracak olursanız, hanımlarınız
evlendi, evlerinize başkaları oturdu, mallarınız mirasçılara dağıtıldı” dedi.
Hâtiften bir ses “Ya Ömer! sen de buraları soracak olursan, önden ne
göndermişsek burada onu bulduk, Allah yolunda harcadığınız şeylerin karşılığını
fazlasıyla aldık, elimizden geldiği halde yapmadığımız şeyler konusunda da
hüsrâna uğradık” diye seslendi. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 73)
Ehl-i
kitabın asılsız iddialarından biri de şudur: |
|
Bakara / 111 |
Âyetin,
şöyle bir hâdise üzerine indiği rivayet edilmektedir: Hıristiyan Necran heyeti,
Resûlullah’ın meclisinde yahudilerle bir araya gelmişler ve cennete girip
girmeme konusunda birbirleriyle tartışmışlardı. Yahudiler Necranlılar’a:
“Cennete ancak yahudiler girecek” derken, Necranlılar da: “Cennete ancak hıristiyanlar
girecek” demişlerdi. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, I, 206) Ayetteki
هُودًا (hûden) اَلهَائِدُ(hâid)
kelimesinin çoğulu olup, “tevbe edenler” demektir. Bu isim, yahudilerden
buzağıya ibâdeti terkedenler için kullanılmıştır. Şerîatleri neshedildikten
sonra da kendileri için özel isim olarak kalmıştır. اَلنَّصَارٰي
(nasârâ), yardımcı anlamına gelen اَلنَّصْرَانُ
(nasrân)ın çoğuludur. اَلأمَان۪ي (emânî), ümniye kelimesinin çoğuludur. اَلأمْنِيَةُ (ümniyetü) ise, arzu edilen şey, delile dayanmayan söz,
aldanma ve sapıklık mânalarına gelir. Çoğul gelmesinin hikmeti şudur: Ehl-i kitabın asılsız arzuları tek değildir.
Önceki ayetlerde de geçtiği üzere mü’minlere Rablerinden bir iyilik
gelmeyeceğini ve mü’minleri tekrar küfre döndürebileceklerini sanmışlar; burada
da belirtildiği üzere kendilerinden başka hiç kimsenin cennete giremeyeceğini
söylemişlerdir. Onlar, sadece bir temenni ve kuruntudan ibaret olan bu
düşüncelerini gerçek sanmışlardır. Bunlar, ispatlanması gereken asılsız bir iddiadan
ibarettir. Şu bir gerçek ki, yalnızca boş bir düşünce, mesnetsiz bir temenni ve
hayalle bir yere varılamaz. Delilsiz, ispatsız, belgesiz ve kuru laflarla, sırf
gönülleri öyle arzu ediyor diye bir iddia kabule şayan olamaz. Böyle bir
kuruntuyla iman ve ihsânın feyzine nâil olunamayacağı gibi, Allah katında bir
mükâfata da erişilemez. Resûl-i
Ekrem (s.a.s.), akıllı ile ahmağı tarif buyururken bu hususa şöyle dikkat çeker:
“Asıl zeki ve anlayışlı, kendini kontrol eden ve ölümden sonrası için
çalışan kimsedir. Aciz ve ahmak ise, kendini kötü arzularının peşinde
sürükleyen ve buna rağmen Allah’tan boş temennilerde bulunandır.” (Tirmizî,
Kıyamet 25)
Bu
sebeple, Allah Teâlâ onlardan kendilerinin haklı olduğunu gösterecek kesin bir
delil getirmelerini istemektedir. Peşinden de cennete girmeye hak kazanacak
kişilerin nasıl bir keyfiyette ve hangi vasıfta olmaları gerektiğini haber
vermektedir: |
|
Bakara / 112 |
Cennet
ne sadece yahudilere ne de hıristiyanlara aittir. İşin gerçeği şudur: Cennete
varmak isteyen, Allah için kendini günah kirlerinden temiz tutmalı, nefsini her
türlü şirk emârelerinden temizleyerek ihlas ve samimiyetle Allah’a
yönelmelidir. Allah’ın birliğini gerçek mânada tanımalı ve bilmelidir. Bu
halinde de Allah’ı görüyormuş gibi kendini sürekli Allah’ın huzurunda
hissetmeli, yaptığı her ibâdeti de temiz bir kalp ile ve her yönüyle güzel bir
şekilde yapmaya gayret göstermelidir. Çünkü Peygamber Efendimiz ihsanı: “İhsan,
Allah’ı görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan
da O seni elbete görüyor.” (Buhârî, İman 37; Müslim, İman 57) şeklinde
tarif etmiştir. İşte
bu şekilde davrananlar için Rableri yanında büyük bir mükafat hazırlanmıştır.
Allah’ın cennetini lütfedeceği kullar, işte bunlardır. Onlara hiçbir korku
yoktur, mahzun da olmayacaklardır. Onlar korktuklarından emin, umduklarına nâil
olan kimselerdir. Bu kişiler müslüman, bunların tabi olduğu din de İslâm’dır.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in tebliğ ettiği din ve o dinin esası budur. Bu ise mahza
hakikatten ibaret olup, aslâ boş bir kuruntu değildir. Zira iman, ihlas ve
ihsan boyutları ile İslâm, gönüllerin kuru bir arzusu değil, o heva ve
hevesleri silip temizlemekle, emredilenleri yapıp yasaklardan kaçınmakla
ulaşılacak bir gayedir. Bu sebeple İslâm, kulun Allah’a karşı yüzünün ak,
alnının temiz olmasını hedefler. Bu ise kulun iç ve dış âleminin her türlü
niyet, düşünce, hareket ve davranışının temizliğini ifade eder.
Ehl-i
kitap, sadece müslümanlara karşı hırçınlık yapmamaktadır. Aynı zamanda kendi
aralarında da pek çok problem bulunmaktadır. Gelen âyet-i kerîme, o
problemlerden sadece birine temas etmektedir: |
|
Bakara / 113 |
Âyet-i
kerîme şöyle bir hâdise üzerine inmiştir: Necran hıristiyanlarından bir heyet
Peygamber Efendimiz’in huzuruna geldikleri zaman, Medine’deki yahudi bilginleri
de orada idiler. İki taraf birbirleriyle önce tartışmaya, sonra münakaşaya
başladılar. Yahudiler, hıristiyanlara “Siz hiçbir sağlam ve tuttarlı bir din üzerinde
değilsiniz!” dediler. Hz. İsa’ya ve İncil’e küfrettiler. Buna karşılık
Necranlılar da yahudilere “Asıl sizin sağlam ve tutarlı bir din üzerinde
değilsiniz!” dediler. Hz. Mûsâ’nın peygamberliğini yalanlayıp Tevrat’a
küfrettiler. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 39) Kur’an,
yahudi ve hıristiyanlar arasındaki bu problemi gündemine almakla bunun ferdî
bir mesele olmayıp, aralarında umûmen cereyan eden yaygın bir anlaşmazlık
olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Demek ki onlardan her biri diğerinin dinini
temelden inkâr edip geçersiz saymaktadır. Halbuki iki grup da aynı kitabı,
Tevrat ve İncil’i okuyup durmaktadırlar. Ayette “bilmeyenler” olarak
nitelendirilen müşrik Araplar, puta tapanlar, doğru bir bilgi ve itikada sahip
olmayanlar da din sahibi kimseler için benzer şekilde, “hiçbiri doğru ve
önemsemeye değer bir yolda değildir” derler. Buna göre, okuyarak gerçeği
öğrenme imkânı olanlarla böyle olmayanlar arasında bir fark kalmamaktadır.
Ancak şu fark olabilir: O cahil kimseler bilmedikleri ve akıl erdiremedikleri için;
Ehl-i kitap ise bilerek ve fakat sırf nefsanî arzularına uyduklarından böyle
söylemektedirler. Dolayısıyla burada kitap sahibi olan, okuma ve yazma bilen yahudi
ve hıristiyanlar kınanıp azarlanmaktadır. Diğer taraftan müslümanlar da
dikkatli olmaya, akıllı davranmaya ve dinlerinde ihlas ve samimiyeti elden
bırakmamaya davet edilmektedir. Yahudi ve hıristiyanlar gibi olmamaya, hepsi
aynı kitabı, Kur’an’ı okuyup dururken, ona en güzel şekilde uymayı bir yana
bırakarak, böyle fena bir anlaşmazlığa düşmemeleri öğütlenmektedir. Şayet
düşerlerse, Yüce Allah’ın kıyamet günü aralarındaki anlaşmazlıkları çözmede en
doğru kararı vereceği vurgulanmaktadır.
Dinlerinde
anlaşmazlığa düşenler, kendileri doğru yoldan ayrıldıkları gibi, başkalarının
da sapmasına sebep olmaktadırlar. Dolayısıyla hem kendi günahlarını hem de
saptırdıkları insanların günahını üstlenmiş oluyorlar. Bu günahların en
büyüklerinden biri de insanları Allah’ın mescitlerinde zikir ve ibâdetten
alıkoymaktır. Gelen ayetler, bu hususla alakalı açıklamalar yapmaktadır: |
|
Enbiya suresinin 94. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 94. Ayet Arapça: فَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا كُفْرَانَ لِس ...
"O Allah ki, ümmîlere kendi içlerinden, onlara âyetlerini okuyacak, onları her türlü günah kirlerinden temizleyip arındıracak, onlara kitabı ve hikm ...
Enbiya suresinin 89. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 89. Ayet Arapça: وَزَكَرِيَّٓا اِذْ نَادٰى رَبَّهُ رَبِّ لَا تَذَرْن۪ي فَرْدًا وَاَنْتَ ...
Enbiya suresinin 81. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 81. Ayet Arapça: وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ ...
"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Saf Sûresi ...
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...