Sure | Ayet | Karşılaştır |
---|---|---|
Bakara / 83 |
Bu âyette hitap, başta olduğu gibi yeniden İsrâiloğulları’na
yöneltilmiş, doğru yoldan sapmalarına yeni örnekler verilmiş ve atalarının
isyânı üzere devam ettiklerine dikkat çekilmiştir. Hâl-i hazırdaki yahudilerin
kötü vasıflarından bahsedilerek, onların çirkin işleri ve sözleri çeşitli vesilelerle
beyân edilmiştir. Öyle ki, artık onların îman edeceğine kimsenin ümîdi
kalmamıştır. Bu sûrede sayılan kötü vasıfların bir kısmı muhatap alınan yahudilere
ait iken, bir kısmı da atalarıyla, hıristiyan ve putperestler arasında ortaktır. Âyette ifade edilen ve yahudilerden söz
alındığı bildirilen maddeler, aynı zamanda İslâm’ın da esasları ve hükümleri
arasında yer alır. (bk. Nisâ 4/36; En‘âm 6/151-153; İsrâ 17/23-39; Tirmizî, Tefsir
17/3144; Nesâî, Tahrîmü’d-Dem 18/4075) “Sadece Allah’a kulluk yapılması” emri aslında
bütün insanlara yöneliktir ve onlar bunun için yaratılmışlardır. (bk. Enbiyâ
21/25; Nahl 16/36) Allah’a ait olan bu hak, hakların en üstünü ve en yücesidir.
Sonra diğer varlıkların hakları gelir. Yaratıklar içinde ise en mühim hak, anne-babaya
âittir. Bu sebeple Kur’ân’ın pek çok yerinde ve hadis-i şeriflerde Allah’ın
hakkı olan “şirk koşmamak”tan hemen sonra anne-baba hakkı zikredilir. Cenâb-ı
Hak bizi yaratmış, anne-babamız da dünyaya gelmemize vâsıta olmuş, büyük bir
ihtimamla bizi büyütüp terbiye etmiştir. Dolayısıyla, âlimlerin çoğunluğu,
kâfir bile olsa, şirk koşmayı emretmediği müddetçe, anne-babaya hürmet ve itaat
etmenin zarûrî olduğu hususunda aynı fikirdedirler. Anne-babadan sonra akrabaya iyilik gelir.
Dinimiz sıla-i rahim denilen akrabayla münâsebetleri devam ettirip onlara
yardımda bulunmayı ısrarla teşvik etmiş ve bu konuda vazgeçilmez haklar ve sorumluluklar
koymuştur. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), “Allah’a ve âhiret gününe inanan
kimse akrabasına iyilik etsin” buyurmuştur. (Müslim, İman 74, 75) “Beni
cehennemden uzaklaştırıp cennete götürecek davranışı haber ver” diyen birine
Efendimiz (s.a.s.): “Allah’a kulluk edip O’ndan başkasına ilâh diye
tapmazsın, namazı gerektiği gibi kılar, zekâtı tam olarak verir ve akrabanı
koruyup gözetirsin” telkininde bulunmuştur. (Buhârî, Edeb 10; Müslim, İman
14) Bir sahâbînin: “Ya Rasûlallah! Benim akrabam var. Ben kendilerini ziyaret
ediyorum, onlar gelip gitmiyorlar. Ben onlara iyilik ediyorum, onlar bana
kötülük ediyorlar. Ben onlara anlayışlı davranıyorum, onlar bana kaba
davranıyorlar” demesi üzerine de Af ve Rahmet Peygamberi (s.a.s.): “Sen
böyle davrandıkça Allah’ın yardımı seninledir” buyurmuştur. (Müslim, Birr
22) Yetimler, kendilerine bakacak babaları olmayan
küçük çocuklardır. Yetimlere iyilik ve yardımda bulunmak çok önemli bir içtimâî
ibâdettir. Bu sebeple pek çok âyet ve hadiste insanlar yetimlere bakmaya teşvik
edilirler. Yoksullar ise, kendileri ve âileleri için
harcayacak bir şey bulamayan kişilerdir. Cenâb-ı Hak, yoksullara en güzel
şekilde davranmayı, onlara iyilikte bulunmayı emretmektedir. Cenâb-ı Hak, daha sonra insanlara güzel ve
istifade edilecek söz söylemeyi, yumuşak ve tatlı bir lisanla konuşmayı, ince,
kibar ve nâzik olmayı, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamayı insanların
kusurlarını affedip olabildiğince müsamahalı davranmayı emretmektedir. Şâir, Allah’ın sevgili kulu olması gereken
müslümanın ağzına iyi sözden başkasının yakışmayacağını ince bir nükte ile
şöyle dile getirir: “Düşmez leb-i şîrînine yârin
sühân-i telh Helvâcı dükânında piyâzın yeri
yoktur.” (Nâbî) “Sevgilinin tatlı dudaklarına acı söz söylemek
hiç de yakışmaz. Helvacı dükkanında soğanın veya piyazın ne işi var?” Cenâb-ı Hak, insanlara iyi davranmayı
emrettikten sonra, yine insanlara güzel söz söylemeyi emrederek uygulamalı ve sözlü
iyiliği büyük bir uyum içinde bir araya getirmiştir. Yani insan hem diliyle hem
de uygulamalarıyla iyilik üzere olmalı, devamlı iyilik düşünüp iyilik konuşmalı
ve herkese güzel muamele etmelidir. Daha sonra âyette, Allah’a ibâdetle
insanlara iyilik mevzûları birer misalle müşahhas hâle getirilerek namazın doğru
kılınması ve zekâtın verilmesi emredilmiştir. Allah Teâlâ, İsrâiloğullarından bu şekilde söz
almış, ancak onlar, pek azı hâriç, verdikleri sözlerinden dönmüşlerdir. Sonradan
gelen yahudiler de atalarının izini tâkip ederek aynı isyan hâlini devam
ettirdikleri için, hitap onlara yöneltilerek; “Sözünüzden döndünüz!” (Bakara
2/83) buyrulmuş ve geçmişlerin yanlış davranışı bunlara da nispet edilmiştir. En son gelen ve “devamlılığ”a delâlet eden
isim cümlesiyle de yahudilerin, ataları gibi sözlerinden dönmeye devam
ettikleri ve bu kötü davranışı âdet hâline getirdikleri ifade edilmektedir. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 78; Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî,
I, 310)
Hatta yahudiler insanlara verdikleri sözlerden
döndükleri gibi doğrudan doğruya kendi hayatlarıyla alâkalı sözleri husûsunda
da aynı şekilde davranmaktadırlar. Bunu açıklama sadedinde şöyle buyrulur: |
|
Bakara / 84 |
“Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz!” ifadesi şu mânaya
gelir: “Kendi milletinizden olan insanları, akrabalarınızı ve din
kardeşlerinizi öldürmeyin! Haksız yere adam öldürüp, buna karşılık kısas
edilerek kendi canınıza kıymayın! Bir de kanınızı mübah kılacak günahlar
işlemeyin!” İsrâiloğulları,
Tevrat’ta mevcut olan ilâhî ahdi bildikleri için bu konuda Allah’a verdikleri
sözü ikrar etmişlerdir. Bunun kesinlikle kendilerinden alınan bir söz olduğunu
itiraf etmişlerdir. Önceki yahudiler, bu sözü kabul ederken birbirlerine şâhit
olmuşlardı. Bugünküler de o sözün ikrar edildiğine şâhitlik yaparlar. Bu
ve devam eden âyet-i kerîmelerde geçmişle hâl iç içe sunulmakta, böylece geçmiş
hâdiseler adeta şimdiki hâle getirilmekte ve hâl geçmişe girmekte, böylece
tarih mânasız bir hâdiseler yığını olmaktan çıkıp, devam eden tesirleriyle hâlâ
yaşanan ve ibret veren bir hayat olmaktadır. Ayrıca, burada anlatılan geçmiş olayların
kahramanları ile, âyetlerin indiği anda yaşanan olayların kahramanları aynı
karakterde birleşmekte, dolayısıyla geçmişten hâle bütün olaylar aynı
karakterdeki kişiler etrafında dönmektedir. Böylece kuru tarihî hâdislerden
ziyâde karakterler, niyetler, sıfatlar, tutum ve davranışlar öne çıkarılmakta, olaylar
bu aslî unsurun ortaya çımasına yardımcı olan vasıta mevkiinde tutulmaktadır. Kur’ân-ı
Kerîm, kıssaları ve tarihî olayları anlatırken bu etkileyici üslûbu fevkalâde
başarılı bir şekilde kullanmaktadır. (bk. Ünal, s. 56)
Ancak
yahudiler yine sözlerinde durmamış, Allah’a verdikleri söze uymamış ve
birbirlerini öldürmeye, yurtlarından çıkarıp sürgün etmeye ve kardeşleri
aleyhine başkalarıyla ittifak kurup kötülük üzere yardımlaşmaya davam
etmişlerdir: |
|
Bakara / 85 |
Medine’de
Araplardan Evs ve Hazrec kabileleri bulunuyordu.
Bunlar putlara tapıyorlardı. Aralarında son derece şiddetli bir düşmanlık hüküm
sürüyordu. Ayrıca, Medine’de yirmibir yahudi kabilesi bulunuyordu. Bunlardan
bir kısmı Evs’le, diğerleri de Hazrec’le anlaşmıştı. Evs ile Hazrec savaşa
tutuştuğunda, yahudiler de müttefiklerinin yanında yer alır ve birbirleriyle
savaşırlardı. Böylece dindaşlarını öldürür, kendi müttefikleri galip
geldiğinde, karşı taraftaki yahudileri esir alır, yurtlarından sürer, mallarını
da yağma ederlerdi. Halbuki Allah Teâlâ, bütün bunları yasaklamıştı. Savaş
bitince de karşı tarafa esir düşen dindaşları için fidye verip onları kurtarırlardı.
Bu da Allah’ın onlara emri idi. Yine
bir yahudi kabilesi, diğer yahudi kabilesinden savaş esiri aldığında, onları
ancak fidye karşılığında serbest bırakıyor ve kitapta buna izin verildiğini
söyleyerek kendilerini haklı çıkarmaya çalışıyordu. Fakat onlar, kitaplarının
kendi kardeşleriyle savaşmamaları husûsundaki emrine uymuyorlardı. İşte Cenâb-ı
Hak, yahudilerin bu tür çelişkilerine dikkat çekerek: “Yoksa siz, kitabın
bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara 2/85) buyurmaktadır.
Böyle
Allah’ın emrine itaat etmeyen isyankârların âkıbeti, dünyada rezil rüsvâ olmak,
âhirette de daha şiddetli bir azâba mâruz kalmaktır. Nitekim Medine’deki yahudi
kabileleri, ihânetleri sebebiyle kimi sürülerek, kimi de katledilerek dünyadaki
rezilliği tatmışlardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanların yaptığı her şeyi görüp
bilmektedir. O’nun ilminden hiçbir şey gizli kalmaz. Bütün söz ve fiilleri
kaydeder ve tam bir adâletle karşılığını verir: |
|
Bakara / 86 |
Yahudilerin
dünya ve âhirette azâba uğratılmalarının en mühim sebebi, âhireti fedâ ederek
dünyevî bir takım menfaatlerin peşine düşmeleridir. Onlar, ölüm ve ötesini
düşünmez, âhiret için hazırlık yapmazlar. Bilâkis üç günlük dünya için her
türlü fenâlığı yapar, beş on kuruş için Allah’ın kitabını bile tahrif ederler.
Bir de kalkar, “Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmayacak” (Bakara
2/80) derler.
Böyle
davrananlardan azabın kaldırılması bir tarafa, hafifletilmez bile. Onlara
hiçbir sûrette yardım da edilmez. Çünkü hiçbir mâzeretleri kalmadığı gibi, işledikleri
cürümler de had safhaya ulaşmıştır: |
|
Bakara / 87 |
Cenâb-ı
Hak, İsrâîloğulları’na bir nimet olarak Mûsâ (a.s.)’ı gönderdi ve ona Tevrat’ı
verdi. Ondan sonra da pek çok peygamberler lutfetti. Bunlar Dâvûd, Süleyman,
Uzeyr, İlyâs, Elyesa‘, Yûnus, Zekeriyya, Yahyâ ve diğerleriydi. Daha sonra da
Îsâ (a.s.)’ı gönderip ona inkâr edilmesi mümkün olmayan apaçık mûcizeler
lûtfetti. Onu Rûhu’l-Kudüs ile destekleyip kuvvetlendirdi. “Rûhu’l-Kudüs”
kelime olarak fevkalâde temizlik, nezahet, bereket rûhu ve mukaddes ruh mânalarına
gelip, Cebrâil (a.s.)’ın bir ismidir. (bk. Nahl 16/102; Şuarâ 26/193; Meryem
19/17) Bu da gösteriyor ki, Rûhu’l-Kudüs, Hz. İsa’nın şahsiyetinden bir parça değil,
sadece onun destekleyicisidir. Şu hâlde hıristiyanların, Rûhu’l-Kudüs’ü, Îsâ (a.s.)’ın
öz şahsiyetinin bir parçası gibi tasavvur etmeleri, bâtıl bir inançtır. Cebrâil
(a.s.), diğer peygamberlere de vahiy getirmiş olmakla birlikte Hz. İsa’ya daha
çok destek vermiştir. Hz. Meryem’e onun doğumunu müjdeleyen, Cebrâil (a.s.)’dır.
Hz. İsa, onun üflemesi ile doğmuş, onun terbiye ve desteğiyle büyümüş, her
nereye gittiyse Cebrâil (a.s.)’ı yanında bulmuştur. Allah’ın
insanlara peygamber gönderme âdeti ve bilhassa bu konuda İsrâiloğullarına
yönelik lutufları hatırlatıldıktan sonra, Allah’a ve peygamberlerine isyanı
âdet hâline getiren yahudilerin inkâr ve zulümleri yüzlerine vurulmaktadır.
Cenâb-ı Hak onları azarlayarak ve yaptıkları çirkinlikleri ayıplayarak şöyle sormaktadır: “Benim
peygamberlerim, sizin keyfinize uymayan ilâhî emirlerle geldiğinde, onlara tâbî
olmayı kibrinize yediremeyip kafa tutacaksınız, sonunda bir kısmını yalanlayıp
bir kısmını da öldürecek misiniz?” İsrâiloğulları’nın
tarih boyunca yaptığı bundan ibarettir. Kendilerine gelen peygamberlere tâbî
olmamış, onları yalanlamış, kimine hayat boyu zulmetmiş, kimini de şehîd
etmişlerdir. Son Peygamber Resûlullah (s.a.s.)
gelince yine kibirlenmişler, onu yalanlamakla kalmayıp şehîd etmeyi bile
defalarca planlamışlardır. Zira bu âyet-i kerîmede, Peygamber Efendimiz’i
öldürme azminde olduklarına açık bir işaret vardır.
Yahudiler,
Cenâb-ı Hakk’ın bu tesirli irşâdına, acı tatlı hatırlatmalarına, îkaz ve
azarlamalarına karşı küstahça cevap verdiler: |
|
Bakara / 88 |
Bu
âyetten 121. âyete kadar, yahudilerin isyankâr tavırları anlatılarak bunlar on
beş madde hâlinde sıralanmaktadır. (Draz, en-Nebe, s. 289-293) Yahudiler,
tarihte olduğu gibi Peygamber Efendimiz
zamanında da inkâr ve inatlarını sürdürdüler. Kibir, inat ve önyargıyla hareket
ederek, İslâm’ın hakikatini öğrenmeden reddetme yoluna gittiler. Resûlullah (s.a.s.)
Efendimiz’in davetine karşı alaycı bir ifade ile; “Kalplerimiz perdelidir,
kilitlidir, kaşarlanmıştır, söylediklerinden bir şey anlamıyoruz” dediler. Bu
tavırlarıyla; “Kendi dinimize o kadar bağlıyız ki, bizi inancımızdan uzaklaştıracak
hiçbir sözü, üzerinde düşünmeye değer bile görmeyiz, hemen reddederiz” demek
istiyorlardı. Bir
de böylece kalplerinin ilimle dolu olduğunu, başkalarının bilgisine ihtiyaç
duymadıklarını ve bundan müstağnî olduklarını hissettiriyorlardı. Ehl-i kitap
olmaları sebebiyle her şeyi kendilerinin bildiğini zannediyor ve semâvî
bilgilerin yegâne mercii olduklarına inanıyorlardı. Yani onların ayağını
kaydıran en büyük hastalık, şeytanı itaatten uzaklaştıran “kibir” idi. Cenâb-ı
Hak, yahudilerin bütün iddiâlarını reddetti. İman etmeyişlerinin, dinlerine
bağlılıkları veya ilimleri sebebiyle değil, küfürde ısrar etmeleri neticesinde
Allah’ın yardım ve rahmetinden mahrum kalmaları yüzünden olduğunu bildirdi. Bu
tabiatları sebebiyle yahudilerden iman eden kimse pek azdır. Cenâb-ı Hak şöyle
buyurur: “Fakat verdikleri sözden dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr
etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz perdelidir”
demeleri yüzünden biz onları lânetledik. Aslında Allah, onların kalplerini
inkârları yüzünden mühürlemiştir. Artık pek azı dışında onlar iman etmezler.” (Nisâ 4/155) Kalbin
kilitli olması; taassubu, ön yargıyı ve kendine güvensizliğin bir neticesi
olarak yeniliğe ve farklı fikirlere kapalı olmayı da ifade eder. İlâhî rahmet
ve hidâyetten uzaklaşan insanlar, bu tür hastalıklara müptelâ olurlar.
Yahudiler
son derece akıl ve mantık dışı bir davranışta bulundular. Çünkü: |
|
Bakara / 89 |
Aslında
onlar, Âhirzaman Nebîsi’nin geleceğinden bahsediyor, bunu insanlara haber
veriyor ve onunla kuvvetlenip düşmanlarını mağlup edecekleri zamanı
bekliyorlardı. Hatta onun hürmetine Allah’tan, düşmanlarına karşı yardım
istiyor ve onun bir an evvel gelmesi için dua ediyorlardı. İbn
Abbas (r.a.) şöyle anlatır: Hayber
yahudileri ile Gatafan kabilesi arasında savaş vardı ve Hayber yahudileri ne
zaman Gatafan’la karşılaşsalar yeniliyorlardı. Sonunda: “Ey Rabbimiz! Âhir zamanda göndermeyi va‘dettiğin o ümmî Peygamber
hakkı için senden bizi muzaffer kılmanı istiyoruz!” duasına
sığınmayı kararlaştırdılar ve Gatafan’la karşılaşınca bu duayı yaptılar. Savaşın
netîcesinde Gatafan’ı bozguna uğrattılar. Fakat dualarında vesîle edindikleri
Hz. Muhammed (s.a.s.), peygamber olarak gönderilince onu inkâr ettiler. Bunun
üzerine Allah Teâlâ, Bakara sûresinin 89. âyet-i kerîmesini vahyetti. (Kurtubî,
el-Câmi‘, II, 27; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 31; Hâkim, el-Müstedrek,
II, 289/3042) Mevlânâ
Hazretleri bu hususta şunları söyler: “Karamsarlığı bırak, ümitsiz olma! Sayısız ümit kapısı vardır.
Cihan güneşlerle dolu iken karanlıklara gitme! Eğer kulak verirsen, gönlün seni gönül ehilleri tarafına çeker.
Bedenine sorarsan da seni su ve çamur zindanına hapsetmek ister. Öyleyse bir gönül dostunun sohbetiyle kalbini gıdâlandır! Vakit
kaybetmeden, makamı yüce bir Allah dostundan seni Allah’a yöneltmesini iste!
Bir gönül ehlinin eteklerine sımsıkı sarıl ki, onun himmeti seni zilletten
kurtarsın, yüceliğe eriştirsin. İncil’de, Hz. Mustafâ’nın, o peygamberler şâhının, o safâ
denizinin vasfı vardır. Ona salât ü selam olsun! Şemaili, durumu, savaşları,
orucu ve yiyip içmesi yazılıydı. Hıristiyanlardan bir kısmı İncil okurken onun
adı ve sıfatları gelince, sevap kazanmak için o şerefli ismi öperler, o yüce
vasfa yüzlerini sürerlerdi. Roma zulmü koptuğu zaman, bunlar o kargaşalıktan
emin kaldılar, tehlikesiz ve zararsız kurtuldular. Cenab-ı Ahmed’in bu şerefli
isminin himâyesine sığındıkları için, hıristiyan beylerinin ve yahudi vezirin
kötülüklerinden korundular. Sonra onların nesilleri de çoğaldı. Ahmed’in nuru
onların dostu ve yardımcısı oldu. Hıristiyanlardan bir başka topluluk, Cenâb-ı Ahmed’in şerefli
ismine hürmet etmezlerdi. Hor tutarlardı. Bunlar da, bütün görüşleri ve
davranışları hayırsız olan vezirin fitnesiyle hor ve hakir oldular. Dinlerini
ve yollarını karmakarışık ettiler, fesada uğradılar. Cenâb-ı Ahmed’in sadece ismi bu sûretle yardım ederse, onun peygamberlik
nûrunun kendisi acaba nasıl yardım eder? O Ahmed ism-i şerifi, bir insana böyle
muhkem bir kale olursa, o Rûhu’l-Emîn’in bizzat kendisi acaba ne olur?” (Mevlânâ, Mesnevî,
c. I, beyt: 750-765)
Hâsılı,
Son Peygamber’in
geleceğinden bahsedip dururken, o kendilerinden çıkmadığı için, bile bile ve
inatla inkâra saplanan yahudiler, Allah’ın lânetine uğradılar ve kendilerini
çok kötü bir şey karşılığında hebâ ettiler: |
|
Bakara / 90 |
Yahudilerin
bu mantık dışı tavrı, Allah’ın taksimine rızâ göstermeyip, îtiraz etme mânası
taşımaktadır. Onları bu alçaklığa iten sebep de içlerinde kaynayan haset
duygusu olmuştur. Târih boyunca pek çok peygamber onların soyundan geldiği için
yine öyle olacağını düşünüyor, hatta buna kesin gözüyle bakıyorlardı. Peygamber Efendimiz, İsrâiloğulları’ndan
değil de İsmâil (a.s.)’ın neslinden gelince, bunu kıskanarak azgınlığa ve
taşkınlığa saptılar. Efendimiz’in peygamberliğine ve getirdiği kitaba iman
etmediler. Bu küfürlerinin karşılığı ise onların ebedî olarak cehennem azâbına
mâruz kalmalarıdır. Haset ve küfürleri sebebiyle düştükleri bu acı âkıbet ne
kötüdür. Zira daha önce uğradıkları ilâhî gazaptan, Peygamberimiz’e iman ederek
kurtulabilecekken, inkârları sebebiyle bir gazaba daha uğradılar ve ebedî
olarak cehennemde kalmaya müstahak oldular. İstikballerini ve âhiretteki ebedî saadetlerini
satarak, karşılığında zillet, meskenet ve gazab-ı ilâhîyi satın aldılar. Ne
kötü bir alışveriş!
Bu sebepledir ki: |
|
Bakara / 91 |
Yahudilere
nasihat edilerek: “–Kime
gelmiş olursa olsun, Allah’ın indirdiği kitaplara îman edin! Kur’an da Tevrat
gibi Allah tarafından gönderilmiştir. O hâlde Tevrat’a inandığınız gibi
Kur’an’a da îman edin!” denildiğinde onlar: “–Bizi
Tevrat’a inanmaya sevk eden sadece onu Allah’ın indirmiş olması değil, bununla
birlikte bize göndermiş olmasıdır. Oysa Kur’an bize indirilmiş değildir”
cevabını verirler. Tevrat’tan
sonra indirilen İncil’i ve Kur’an’ı inkâr ederler. Tevrat’tan önce
indirilenleri ise kabul ederler. Kur’an, efrâdını câmi ağyârını mâni olan “مَا وَرَاءَهُ: Ondan başkası” (Bakara 2/91) tâbirini
kullanarak İsrâiloğulları’nın suçunu tam olarak sınırlamıştır. Bu da, insafın
ve itham esnasında dürüstlüğün en ileri derecesidir. Daha
sonra onların iddialarına cevap verilmeye başlanmış, kendi kitaplarına
inanmalarının, hak olan başka bir kitaba imanı engellemeyeceği ve tahrif ettikleri
kitaptan yanlarında kalan doğrulara bakarak Kur’an’ın hak olduğunu anlayabilecekleri
ifade edilmiştir. Tevrat’a iman ettikleri yönündeki iddianın asılsız olduğu,
zira gerçekten iman etmiş olsalardı, onu tasdik eden Kur’an’ı kabul etmeleri
gerektiği anlatılmıştır. Çünkü Tevrat’ta, Âhirzaman Peygamberi’nin geleceği ve
hangi vasıflarda olacağı bildirilmiş ve ona inanma hususunda kendilerinden söz
de alınmıştı. Buna rağmen, Cenâb-ı Hak son kitabını indirip: “Elinizdeki
Tevrât’ı doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur’an’a inanın. Onu ilk inkâr eden siz
olmayın!” (Bakara 2/41) buyurunca “Bizim kalplerimiz örtülüdür,
söylediklerini anlamıyoruz” (Bakara 2/88) dediler. Öyleyse onların; “Biz
sadece bize indirilene inanırız” (Bakara 2/91) sözleri de yalandır. Bunun
delili de, Zekeriyâ ve Yahyâ (a.s.) gibi Allah’ın peygamberlerini öldürmeleridir.
Zira bırakın peygamber öldürmeyi, herhangi bir insanı bile haksız yere öldürmek
Tevrat’ta yasaklanmıştır.
Yahudilerin
bu tür çelişkili halleri ve inkârları çoktur: |
|
Bakara / 92 |
İsrâîloğulları,
Mûsâ (a.s.)’ın getirdiği çeşitli mûcizelere şâhit olmalarına rağmen bir müddet
sonra en ağır günahlara bulaştılar. Hz. Mûsâ Allah Teâlâ ile konuşmak için Tûr
dağına çıkınca, hemen altından bir buzağı heykeli yapıp ilâh diye ona tapınmaya
başladılar. Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurur: “Tevrat’ı vermek üzere Mûsâ ile kırk gece sözleşmiştik. Siz de o
ayrılıp Tûr’a gittikten sonra buzağıyı ilâh edinip zâlim olmuştunuz.” (Bakara
2/51)
Îman
etmek böyle mi olur? Bu, îman değil, zulümdür. Yani gerçeğe aykırı davranmak,
bir şeyi olması gerektiği şekilde yapmamaktır. Siz, itaat etmeniz gerekirken
isyan ettiniz, Allah’a ibâdet etmeniz gerekirken buzağıya taptınız. Hz.
Muhammed (s.a.s.)’i herkesten önce siz kabul etmeniz gerekirken, ilk inkâr eden
siz oldunuz. Dahası Allah’a verdiğiniz en sağlam sözü fazla zaman geçmeden
hemen bozdunuz: |
|
Bakara / 93 |
Cenâb-ı
Hak büyük bir mûcize gösterip Tûr Dağı’nı şemsiye gibi üzerlerine kaldırmıştı.
(bk. Bakara 2/63; Nisâ 4/154) İsrâiloğulları bu ilâhî kahır tecellisi
karşısında zorla îman ettiler ve söz verdiler. Bu ilâhî mûcizeler ve tehditler
altında onlara “Tevrat’ta size emredilen şeylere bütün gücünüzle sarılın ve
güzelce dinleyip itaat edin!” denildi. Ancak onlar, “Duyduk, ama itaat
etmiyoruz” (Bakara 2/93) deyip günahkâr tavırlarına devam ettiler. Bu
küfürleri onları öyle kötü bir hâle sürükledi ki, fıtratları, düşünme ve anlama
kabiliyetleri bozuldu. Altından yaptıkları bir buzağıya tapacak kadar aklî ve
mantıkî fesâda uğradılar. (bk. Bakara 2/51, 54; Nisâ 4/153; A‘râf 7/152) Doğru yoldan ayrılınca, kendilerini
altın buzağı sevdâsına kaptırdılar. Bütün düşünce, konuşma, hareket ve
görünüşleri putperestlikle doldu. Boyanın elbiseye içirilmesi gibi, buzağı
şeklinde yaptıkları altın puta tapmanın rengine boyandılar. Nasıl ki su,
topraktan çıkan bitkilerin hayat kaynağıysa, aynen bunun gibi buzağıya tapma
sevgisi de onlardan çıkan davranışların kaynağı oldu. İşte küfür, insanı bu
şekilde durmadan alçaltır ve nihâyetinde aşağıların en aşağısına sürükleyip
perişan eder. İsrâiloğulları’nın
altından bir buzağı yapıp onu ilâh edinmeleri, onların âhireti terk edip
tamamen dünyalık toplamaya yöneldiklerini göstermektedir. Bir müddet sonra,
âdeta parayı ilâh edindiler. Bu yanlış yolda o kadar ileri gittiler ki, sonunda
altından bir put yapıp ona tapınmaya başladılar ve böylece içlerindeki duyguyu
herkesin göreceği şekilde müşahhaslaştırdılar. Bugün de “altın” denildiğinde yahudilerin
akla gelmesi, herhalde bu anlayışın bir devamıdır. Burada,
sevgi cevherini yerinde kullanmanın önemi bir kez daha kendini göstermektedir.
İnsan, sevgisini lâyık olan şeye yöneltirse yükselir; lâyık olmayan şeye
yöneltirse zelil olur. Yani sevgi, ilâhî bir sermayedir. Mü’min, sevgisini
nereye sarfedeceğini ve nerede kullanacağını çok iyi bilmelidir. İlâhî iradenin
bu lûtfunu ziyân etmemelidir. Yahudiler Allah’ı ve peygamberlerini sevmeleri gerekirken,
dünyalığı ve putları sevdiler, böylece “duyduk ama itaat etmiyoruz” (Bakara
2/93) diyecek kadar dipsiz bir alçaklığa düştüler. Bile bile isyân etmek,
nesiller boyu devam eden tabiatları hâline geldi. (bk. Nisâ 4/46) Eğer
bu hâlleriyle hâlâ îman ettiklerini iddia ediyorlarsa, onların îmanı
kendilerine ne kötü şeyler emrediyor! Allah’a ve peygamberlerine karşı
yaptıkları rezillikleri îmanın gereği zannediyorlarsa, bilsinler ki onlar
yanlış ve kötü şeylerdir, kendilerine ebedî zararlar verir. O hâlde, bu hatâlı
davranışların kaynağı olan yanlış îmanlarını derhâl kontrol edip ıslâh yoluna
gitmeleri gerekir.
Aynı
şekilde, yahudilerin sahip olduğu âhiret inancının da düzeltilmesi lazımdır.
Bunu ifade için buyruluyor ki: |
|
Bakara / 94 |
Yahudiler
ve hıristiyanlar, dünyada; “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz”
(Mâide 5/18) diye kendilerini diğer insanlardan üstün görmektedirler.
Aynı şekilde âhirette de imtiyazlı olacaklarına inanarak şöyle demektedirler: “Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmayacak.” (Bakara
2/80) “Yahudi veya hıristiyanlardan başkası aslâ cennete giremeyecek …” (Bakara
2/111) Cenâb-ı
Hak ise: “Bu, onların boş kuruntularıdır” (Bakara 2/111) buyurarak, işin
gerçek yüzünü haber vermektedir. Tefsiri
sadedinde olduğumuz 94. âyet-i kerîme, onların yalan ve yanlışlarını en güzel
şekilde ortaya çıkarmaktadır. Hakikaten, Cenâb-ı Hakk’ın vaad ettiği; hiçbir
gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve akla hayâle gelmeyen âhiret
nimetlerine kavuşacağı kesin olan bir insanın, bu meşakkatler âleminde çile
çekip durması anlamsızdır. Onunla bu muhteşem nimetler arasında sadece bir ölüm
perdesi vardır. O perdeyi aralayıp rahat ve huzûra kavuşması beklenir. Böyle
kimseler en azından ölümden aslâ korkmamalıdırlar. Nitekim Aşere-i Mübeşşere
(cennetle müjdelenen on kişi) başta olmak üzere pek çok sahâbî, ölmekten hiç
korkmamış, âhirete kavuşmayı canlarına minnet bilmişlerdir.[1]
Muhammed bin Münkedir (r.a.)’in şu sözü
ne kadar ibretlidir: “Câbir bin Abdullah (r.a.) vefat etmek üzereyken
ziyâretine gittim ve: «–Resûlullah (s.a.s.)’e selâm söyle!” dedim. (İbn
Mâce, Cenâiz 4) Yani,
ashâb-ı kirâm, cennete girecekleri ve Resûlullah’a kavuşacakları inancıyla,
ölümün zorluklarını unutuyorlardı. Yahudi ve hıristiyanlar böyle değildir:
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 349; Hâkim, IV, 547/8533; Ebû Nuaym, Hilye, I, 142; Zehebî, Siyer,
I, 359; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 81. |
|
Bakara / 95 |
Onlar,
ölümü kesinlikle istemez, hatırlarına bile getirmezler. Yanlarında ölümden bahseden
biri olsa, “Huzurumuzu kaçırma!” diye onu hemen sustururlar. Çünkü pek çok
günah işlemekte ve yaptıklarından Allah’ın râzı olmadığını bilmektedirler.
Ancak hevâ ve heveslerine uydukları için yanlış davranışlardan vazgeçmeyip
bâtıl îtikatlarla tesellî bulmaya çalışmaktadırlar. Allah Teâlâ, bu zâlimlerin
düşüncelerini ve hâllerini çok iyi bildiği için, onlara “ölümü istemeyi” teklif
etmiş ve böylece sözlerinin hakikatten ne kadar uzak olduğunu herkese
göstermiştir. (bk. Cuma 62/6-7) Günümüzde
bazı inanç gruplarının büyük nimetlere kavuşma hayâliyle zaman zaman topluca
intihar ettiklerini duyuyoruz. Onların bu davranışı, inançlarının doğruluğunu
göstermez. Sayıları çok az olan bu insanlar, yaşadıkları buhranlar neticesinde,
yanlış bir inanç uğruna ölüp gitmektedirler. Bu intiharları kendilerine fayda
değil zarar verecektir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Yahudiler ölümü temennî etmiş olsalardı, ölür ve cehennemdeki
yerlerini görürlerdi.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 248)
Yahudilerin
ölümü istemesi bir tarafa, aksine onlar dünya hayatına karşı insanların en
düşkünüdürler: |
|
Bakara / 96 |
Peygamber
ve kitaptan haberdar oldukları için bazı şeyleri bilmesi gereken bu insanlar,
ilâhî hakikatlerden hiç haberi olmayan câhil müşriklerden bile daha çok dünyaya
sarılırlar. Nitekim
Mâlik b. Dinar, Hasan-ı Basrî’ye sorar: “−Âlime
verilen ceza nedir?” “−Kalbinin
ölmesi.” “−Kalbin
ölümü nedir?” “−Dünya
sevgisi ve hırsı.” (Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 67) Aslında
onların bu uzun yaşama isteklerinin ardında, âhirete imanlarının zayıflığı ve
yaptıkları zulümlerin cezasını çekme korkusu yatmaktadır. Diğer insanlara
karşı, “Allah katında imtiyazlı olduklarını” söyleyerek övünürken, kendi içlerinde
Allah’ın azabından kaçmak için çareler ararlar. Ancak, ne kadar dünyaya
sarılsalar, hatta bin yıl da yaşasalar, sonunda yine ilâhî azâba dûçâr
olacaklardır. Asırlarca yaşamalarının, karşılaşacakları şiddetli azabı
hafifletmede en ufak bir tesiri olmayacaktır. Çünkü Allah, onların yaptığı
işlere her yönüyle vâkıftır. İşlerinin zâhirini, bâtınını ve ledünniyâtını tam
olarak bilir.
Yahudiler, Peygamber
Efendimiz’e ve müslümanlara o kadar haset ederler ki, düşmanlıklarını Cebrâil (a.s.)’a
kadar götürürler. Peygamberlik vazifesini bize getirmedi diye ona kin güdecek
kadar saldırganlaşırlar: |
|
Bakara / 97 |
Bu
âyetler, yahudiler ve onlar gibi çeşitli bahanelerle Âhirzaman Peygamberi’ne iman etmemekte direnenler
hakkında nâzil olmuştur. Yahudiler Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’e gelerek bir
takım sualler sordular. Peygamberden başka hiç kimsenin bilemeyeceği doğru
cevapları alınca, bu sefer de vahyi getiren Cebrâil (a.s.)’a düşman olduklarını
ileri sürdüler. “Vahyi Mikâil (a.s.) getirseydi sana iman ederdik” dediler. Kendilerince,
Cebrâil (a.s.)’ın şiddeti, harbi, zorluğu, ağır mes’ûliyetleri, kıtlığı, azâbı
ve kan dökmeyi getirdiğini; Mikâil (a.s.)’ın da rahmet, yumuşaklık, yağmur,
bolluk ve kolaylaştırma meleği olduğunu söylediler. Hatta düşmanlıklarının asıl
sebebini biraz daha itiraf ederek: “Cibrîl
bizim düşmanımızdır. Çünkü peygamberliği bizden birine getirmekle
emrolunmuşken, başkasına götürdü” dediler. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
34) Onlar
aslında Peygamber Efendimiz’in
risâletine hased ediyor, onu kabul etmek istemiyorlardı. Halbuki Cebrâil (a.s.)
sadece bir memur idi. Allah onu kime gönderirse ona giderdi. Kur’an’ı da
Allah’ın emriyle Peygamber Efendimiz’in
kalbine indirmişti. Böylece insanlığa en büyük hayrı getirmişti. Kur’ân-ı
Kerîm, kendinden önceki kitapları doğrulamaktadır. Yahudiler bunu bildikleri
hâlde inatla direnmişlerdir. Diğer taraftan Kur’an, kendisine îman eden
insanları, en doğru yola sevkeder ve onlara ebedî bir saadet bahşeder. Yahudilerin
Allah Resûlü’ne ve Kur’an’a iman etmeleri için, bu sebeplerden biri bile kâfî
gelir.
Vahiy hâdisesinde normalde Cebrâil (a.s.), vahyi Allah
Resûlü’ne okuyor, işittiği âyetler mânalarıyla birlikte Efendimiz’in kalbine
iyice yerleşiyordu. (bk. Kıyâme 75/16-19; Tâ-hâ 2/114) Burada ise Kur’an’ın Peygamber
Efendimiz’in “kalbine” indirildiği ifade edilerek, vahyin tesirine ve kuvvetine
dikkat çekilmektedir. Vahiy, kalbin üzerine yani şuur ve şuuraltının bütün
bölümlerine inerek oraya sağlam bir şekilde yerleşir. Böylece, kalbi her yönden
tamamen kaplayıp istîlâ ederek büyük bir kesinlik ve karşı konulamaz bir hüküm
ifade eder. Vahiy, diğer bütün his ve idrakleri devre dışı bırakarak kalbe
yerleşince onunla amel etmek ve onu diğer insanlara ulaştırmak bir zarûret
hâline gelir. (bk. Şuarâ 26/193-194) |
|
Enbiya suresinin 94. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 94. Ayet Arapça: فَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا كُفْرَانَ لِس ...
"O Allah ki, ümmîlere kendi içlerinden, onlara âyetlerini okuyacak, onları her türlü günah kirlerinden temizleyip arındıracak, onlara kitabı ve hikm ...
Enbiya suresinin 89. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 89. Ayet Arapça: وَزَكَرِيَّٓا اِذْ نَادٰى رَبَّهُ رَبِّ لَا تَذَرْن۪ي فَرْدًا وَاَنْتَ ...
Enbiya suresinin 81. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 81. Ayet Arapça: وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ ...
"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Saf Sûresi ...
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...