Sure | Ayet | Karşılaştır |
---|---|---|
Bakara / 35 |
Âdem ile eşinin yerleştiği cennet, pek çok müfessirin ortak kanaatine göre öldükten sonra mü’minlerin varacağı ebediyet yurdudur. Âhiretteki cennettir. Allah Teâlâ, o ikisini yerde yaratmış, ruh üflemiş, sonra da cennete yerleştirmiştir. Bunlar oraya devamlı kalmak için değil, misafir olarak girmişlerdir. Bu sebeple, bazı yasakların konması, şeytanın oraya girebilmesi, vesvese verebilmesi gibi hususi durumlar söz konusu olmuştur. Cenab-ı Hak, Âdem ve eşine cennete yerleşmelerini söylemiş ve meyvelerinden istedikleri yerde, istedikleri zaman ve arzu ettikleri kadar bol bol yemelerine müsaade etmiştir. Meyveler bitecek diye sıkıntıya düşmemelerini tavsiye buyurmuştur. Onlara büyük bir hürriyet vermekle beraber, yine de bir sınır tayin etmiş, yasaklanan ağaca yaklaşmamalarını istemiş, aksi takdirde zalimlerden olacakları ihtarında bulunmuştur. Bu gerçek, insana verilen hilafetin mutlak olmadığını göstermektedir. Bunun belli bir sınırı vardır ki, o sınırı aşmak zulümdür. Ayette “ağaçtan yemeyin” değil de “ona yaklaşmayın” buyrulması, bu yasağa uymanın ne kadar önemli olduğunu gösterir. Yasaklanan ağaçtan maksadın, buğday, üzüm veya incir olduğu nakledilir. Sûfîler bunun, buğday ve buğday başağı olduğunu kabul ederler. Çünkü bunun, insanoğlunun beslenmesinde çok mühim bir yeri vardır. Ancak en güzeli, kesin bir nass olmadığı için bu ağacın ne olduğunu tayin etmemektir. Allah Teâlâ bunu Kur’ân’da bize ismiyle bildirmemiş, ancak cennette belli bir ağaç olduğunu, Âdem’in kurtuluş ve saadetinin bozulmasına sebep olabilecek bir özellik taşıdığını haber vermiştir. Bu ağaç cennete yenilmek için değil, tahdit ve kulluk için konulmuştur. Ona yaklaşmak zulmü gerektiren bir durumdur. Zulüm ise haddini aşıp bir hakkı, olması gereken yerden başka bir yere koymaktır. “Yasak ağaca yaklaşırsanız zâlimlerden olursunuz” (Bakara 2/35) ifadesi, Âdem ve eşinin, bu yasağı çiğnemeleri durumunda işledikleri günahın ve uğrayacakları cezanın büyüklüğünü açıklamaktadır. Gerçekten de cennetteki huzur ve saadet hayatı uzun sürmedi. Düşmanlığını açıkça ilân eden İblîs, oraya girerek vazifesini yaptı. Âdem ve eşini yanılttı, yasak ağaca yaklaştırarak günah işlemelerine ve ayaklarının kaymasına sebep oldu. Sahip oldukları itaat halinden ayırıp masiyete yönlendirdi. Böylece ikisini de her türlü nimet, bolluk ve refah içinde yaşadıkları cennetten uzaklaştırdı. Zira o zaman kovulmuş bulunuyor olsa da kendisine Âdem’i ve neslini azdırması için imkân ve mühlet tanınmıştı. İnsanın yaratılış hikmeti asıl bununla ortaya çıkacak ve hilafet tasarrufu bizzat bu yolla gerçekleşme imkânı bulabilecekti. Yasak ağaca yaklaşmakla Âdem ve eşinin fıtratlarında bir değişme ve bir bozulma meydana geldi. Bu halleriyle cennette kalabilmeleri imkânsızlaştı. Sonunda ilâhî hikmet, onların birbirlerine düşman olarak yeryüzüne inmelerini gerektirdi. İnenler; Âdem, Havva, şeytan ve bunların potansiyel olarak içlerinde taşıdıkları zürriyetleridir. Bunlar, yeryüzünde birbirlerine düşmanlık yapacak şekilde indirildiler. “Adüvv”, düşman demektir ve dostun zıddıdır. Zulmetmek ve haksızlık yapmak mânasındaki bir kökten gelmektedir. “Udvân” da, apaçık zulüm, haddi aşmak ve haksızlık mânasındadır. Karşı tarafın hoşuna gitmeyecek işlerde haddi aştığından dolayı düşmana “adüvv” ismi verilmiştir. Kişinin, bizzat kendine düşman olması da mümkündür. Dünya hayatında şeytan insana düşmanlık yapacak, insanları birbirine düşman edecek, müspet ve menfi karakterler ortaya çıkacak, kardeş kardeşi öldürecek ve insanlık tarihi boyunca bu düşmanlık asla bitmeyecektir. Hatta insan, şeytana tabi olup Rabbine isyan etmek suretiyle bizzat kendine düşmanlık yapacaktır. Dünyaya imtihan için gönderilen Âdem ve nesli, yeryüzünde belli bir zamana, ölüm ve kıyamete kadar kalacak ve buranın nimetlerinden faydalanacaklardır. Dünyada ebedi olarak kalmayacaklardır. Bu hayat fanîdir, ona göre davranmaları gerekecektir. Ayette geçen “metâ”, kendisi ile faydalanılan yiyecek, içecek, giyecek, barınacak ve ünsiyet edilecek dünya nimetlerdir. Âdem ve eşi, insan neslinin devam etmesi, bunlara çeşitli mükellefiyetler yüklenerek imtihan edilmeleri ve içlerinden kimin daha güzel amel işleyeceğinin belirlenmesi için yeryüzüne indirilmişlerdir. Yine bu sayede Rabbimizin, “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım” (Bakara 2/30) va’di gerçekleşmiş ve Âdem’in halîfe olması mümkün olabilmiştir. Şeytanın aldatmasıyla büyük bir hata işleyen ve bu sebeple dünyaya inmesi emredilen Âdem, Rabbinin kendine vahyettiği bir kısım dualarla hemen tevbe ve istiğfar etti. Âyetin başındaki ki “fâ” harfi; Âdem’in yeryüzüne inmesinin emredilişinin hemen ardından, hatta daha yeryüzüne inmeden tevbe ettiğini gösterir. Buradan; Âdem’in önce tevbe ettiği daha sonra yeryüzüne indiği mânasını çıkarmak da mümkündür. Zaten bir sonraki âyette ikinci kez tekrar edilen “İnin” (Bakara 2/38) emri buna işaret etmektedir. Ayette zikredilen اَلتَّلَقّ۪ي (telakki) kelimesi, belleyip almak, farkına varmak ve kabul etmek gibi mânalara gelmektedir. Bu kelime Kur’an’ın vahyedilmesi mânasında da kullanılmıştır. (bk. Neml 27/6) Âdem’in Rabbinden aldığı kelimelerin neler olduğu ise A‘râf sûresinde haber verilir: “Rabbimiz! Biz kendi kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen hiç şüphesiz ebedî kaybedenlerden oluruz.” (A‘râf 7/23) İşte Âdem ve eşi bu ilticâ ve niyâz dolu kelimelerle tevbe edince, Allah da onların tevbesini kabul buyurdu. اَلتَّوْبَةُ (tevbe), lügat olarak dönmek ve yönelmek anlamındadır. Kulun vasfı olarak tevbe, günahtan taata yönelmek; Allah’a izâfe olunduğunda ise O’nun kulu cezalandırmaktan vazgeçip affa yönelmesi mânasına gelir. Şüphesiz Allah, tevbeleri çok kabul eden ve kullarına nihayetsiz merhamet edendir. Kulun tevbesi şu şartlarla tamam ve makbûl olur. Bunlar; işlediği günaha pişman olmak, hâlihâzırda günahı terketmek, ileride aynı günahı tekrar işlememeye azmetmek ve üzerinde hakkı bulunanların haklarını ödeyerek helâlleşmektir. Tevbe sabun gibidir. Sabun zâhirî kirleri temizlediği gibi, tevbe de bâtınî kirleri ve günahları temizler. Kul, günahtan vazgeçip amellerini düzeltirse Allah da onun hâlini ıslah eder. Elden kaçırdığı nimetleri tekrar ona ihsan eder. Gelen âyet-i kerîmelerde, yeryüzüne inip orada yerleşen insanoğluna doğru yolu gösterecek rehberlerin gelmesi ve bu rehberlere yapılan muameleye göre birbirine zıt iki farklı neticenin ortaya çıkması ele alınır: |
|
Bakara / 38 |
“Hepiniz oradan inin!” (Bakara
2/38) emri ikinci kez tekrarlanmaktadır. Halbuki hitap, yine aynı kişilere
yapılmaktadır. Bunda bir takım incelikler ve hikmetler mevcuttur. Şöyle ki: ·
Birisine “Kalk, kalk!” demek gibi burada iniş emri ikinci bir defa
vurgulanmak ve pekiştirilmek üzere tekrar edilmiştir. ·
İkisinde farklı hükümler vardır. Birincide düşmanlıktan, ikincide
ise doğru yolu gösterecek rehberden bahsedilmiştir. ·
Birincisi, “Ebedî olmayan, kavga ve mücâdelelerle dolu olan bir dünyaya
imtihan için inin!” mânasına gelirken ikincisi, “Emir ve yasaklardan sorumlu
olmak için dünyaya inin!” mânasına işaret etmektedir. Allah’tan
gelen doğru yol rehberinden maksat, Allah’ın emirlerini insanlara getirip
açıklayan peygamberler ve kitaplardır. Bunların tebliğ ettikleri hükümlere tabi
olan ve gösterdikleri yolda gidenlere hiçbir korku yoktur. Bunlar asla
üzülmeyeceklerdir ve pişman olmayacaklardır. اَلْخَوْفُ
(havf), korku demektir ve gelecekle ilgili olur. اَلْحُزْنُ
(hüzün) ise, sevincin zıddı olup, üzülmek ve kederlenmek demektir. Bu ise ancak
geçmişe ait hususlarla ilgili olur. Dolayısıyla ayetin mânası şöyledir: “Allah’tan
gelen doğru yol rehberine uyan kimseler için âhirette karşılaşacakları
hususlarda korkulacak bir şey yoktur. Önceden yaptıkları ve dünyada geri
bıraktıkları şeyler için de kederlenmeyeceklerdir.” Nitekim cennetlikler şöyle
diyeceklerdir: “Bizden her türlü üzüntüyü ve endişeyi gideren Allah’a hamdolsun.
Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayan, her güzel iş ve davranışın karşılığını bol
bol verendir.” (Fâtır 35/34) Âdem’in
zürriyetinden doğru yolu bulup ona uyanlara karşılık bir de tam aksine hareket
edenler, böylece küfre saplanıp Allah’ın ayetlerini yalanlayanlar olacaktır.
Bunların akıbeti çok fenâ ve pek hazindir. Onlar, cehennemin arkadaşları,
ateşin dostları olacaklardır. Ayette geçen اَلْأصْحَابُ
(ashâb) kelimesi “sohbet”ten gelir. Sohbet, herhangi bir halde ve herhangi bir
zamanda bir şey ile birlikte olmak anlamındadır. Bunun sürekli ve her şeyiyle
iç içe olunduğu durumlar, arkadaşlığın en yüksek derecesini teşkil eder. İşte
ateş ashâbının cehennemle arkadaşlığı böyle olacaktır. Bu sebeple onlar
hakkında اَصْحَابُ النَّارِ (ashâbu’n-nâr) ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca
sohbet kelimesinde vuslat mânası da vardır. Dolayısıyla kâfirler, cehennemde
toplanacak, orada ebedi kalacak ve âdeta cehennem onların mülkü olacaktır.
Bakara
sûresinin 1-39. âyetleri, bütün insanlara hitap eden, insanlığın başlangıcını
açıklayan, inanç ve amellerine göre farklı insan gruplarını anlatan bir giriş mâhiyetindedir.
Buradan itibaren 123. âyete kadar, özellikle İsrâiloğulları’na hitap eden ve
onların daha önceden devam edegelen bir kısım yanlışlarını ortaya koyup düzelten
bir bölüm yer almaktadır: |
|
Bakara / 40 |
Öncelikle
onlardan, Allah’ın kendilerine olan nimetini hatırlamaları istenmektedir. Bu
nimet, Allah Teâlâ’nın geçmişte İsrâiloğulları arasından peygamberler
göndermesi, onlara kitaplar indirmesi, onları Firavun ve onun zalim halkından
çektikleri pek çok sıkıntı ve belâlardan kurtararak mukaddes topraklara
yerleştirmesi gibi ilâhî yardımlardır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 356)
Bunlara ilave olarak en büyük ilâhî nimet ise şüphesiz onları doğru yola davet
eden yeni bir Peygamber’in gelmesi ve ona Kur’an gibi bir kitabın inmesidir.
(bk. Elmalılı, Hak Dini, I, 334) Bu nimetleri hatırlamaktan maksat,
onların varlığının farkında olmak, kıymetlerini bilmek ve onlara en iyi şekilde
şükretmeye çalışmaktır. İkinci
olarak Allah’a olan sözlerini tutmaları talep edilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de
Allah Teâlâ’nın yahudilerden ne tür sözler aldığına dair açıklamalar yer almaktadır.
Buna göre Cenâb-ı Hak onlardan Tevrat’a sımsıkı sarılacaklarına (bk. Bakara
2/63), namazı kılacaklarına, zekâtı vereceklerine, peygamberlere inanacaklarına,
muhtaçlara Allah nzası için borç vereceklerine (bk. Mâide 5/12), kendilerine indirilen
kitabı gizlemeyip insanlara okuyacaklarına (bk. Al-i İmrân 3/187) dair söz almıştır.
Fakat buradaki ahitten maksat daha ziyade, yahudilerden, kutsal kitaplarında
hakkında önemli bilgiler verilmiş olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini
tanıyıp ona inanmaları ve bu hakikati insanlara da açıklamaları hususunda
alınan sözdür. Bir sonraki âyet de buna delâlet etmektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 357; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 65; Elmalılı, Hak Dini, I, 334)
Onlar Allah’a olan sözlerini yerine getirdikleri takdirde Allah da onlara
yardım edecek, yaptıkları amel-i sâlihlere bol bol mükâfat verip onları
cennetine ulaştıracaktır. O halde sadece Allah’tan korkmak, emir ve yasaklarına
dikkat etmek ve verilen sözün gereğini yerine getirmek lazımdır. Nitekim zamanın
vezirlerinden biri, büyük mutasavvıf Zünnûn-ı
Mısrî Hazretleri’yle görüşür ve: “–Bana
himmet buyur, gece-gündüz pâdişâhın hizmetiyle meşgulüm, iyiliğini umuyorum,
fakat darılıp azarlamasından da korkuyorum” der. Zünnûn Hazretleri ağlar ve şu
ibretli cevabı verir: “–Eğer
ben, senin pâdişahtan korktuğun kadar Allah’tan korksaydım sıddîklar
zümresinden olurdum.” Ukayl-i
Menbicî (k.s.), çeşitli mertebedeki insanların Allah’tan korkusunu şöyle izah
eder: “Korku
her işin başıdır. Ama korku şekli herkeste bir başkadır. Şöyle ki: Âriflerin
korkusu, ilâhî fiil tecellileri arasında bir rahat arzusu beslemek. İşte bundan
korkarlar. Velîlerin korkusu, bir ilâhî emrin icrâsında nefsânî bir korku
duymak. Onlar, bu yanlış duygudan çok korkarlar. Müttekîlerin korkusu, halka
bakarken nefislerine bir payın çıkmasıdır. Baktıklarına Hak için bakarlar.
Bunun aksi onları çok korkutur.” (Velîler Ansiklopedisi, II, 488) İmam
Kuşeyrî âyete şöyle bir mâna vermektedir: “… Siz bu perdelerle örtülü ve gizli dünyada
sözünüzü yerine getirin. Ben de yakınlık âlemi olan âhirette sözümü yerine
getireyim. Sevgi ve hoşnutluğuma kavuşma sergisi üzerinde benimle ünsiyet ve cemalimi
görmenin devamını size ikrâm edeyim. Siz her iş ve hâlinizde «Rabbim, Rabbim!»
deyin. Ben de her an size «kulum! kulum!» diyeyim. Aksi hâlde benden korkun.” (Kuşeyrî,
Letâifü’l-işârât, I, 41)
Allah
Teâlâ’nın İsrâiloğulların’dan aldığı sözlerin başında Resûlullah (s.a.v)’e ve
ona indirilen Kur’an’a inanmalarıydı: |
|
Bakara / 41 |
Kur’ân-ı
Kerîm, yahudilerin elinde bulunan Tevrât’ı doğrulayıcı olarak indirilmiştir.
Kur’an onun Allah kelâmı olduğunu vurgular; ondaki tevhid akidesi,
peygamberlere ve âhirete iman, Allah’ın emirlerini yapmak, yasaklarından
sakınmak gibi temel esasları tanır ve muhataplarına öğretir. Tevrat gibi Kur’an
da Allah’tan gelen ilâhî bir kitaptır. Bu vesileyle yahudiler Tevrat’a
inandıkları gibi Kur’an’a da inanmaya davet edilmektedirler. Peygamberliğin,
vahyin ve kutsal kitabın ne olduğunu iyi bildiklerinden onların Peygamberimiz’e
ve Kur’an’a inanmalarının, böyle bir alt yapıya sahip olmayan müşriklerden daha
kolay olması gerekir. Bu sebeple “Onu ilk inkâr eden siz olmayın” (Bakara 2/41) buyrularak,
Kur’an âyetleri üzerinde tefekkür etmeleri, onun Tevrât’ın mâhiyetine
uygunluğunu düşünmeleri ve onu herkesten önce acelece inkâr etmemeleri
öğütlenmektedir. Yahudiler,
Tevrât’ın verdiği bilgilerden hareketle son olarak bir peygamberin geleceğini
ve ona bir kitap indirileceğini bekliyorlar, fakat bunun kendilerinden biri
olacağını zannediyorlardı. Hatta bu vesileyle inkâr edenlere karşı zafer elde
edeceklerini bile düşünüyorlardı. Ancak hakikat istedikleri gibi vuku
bulmayınca inkâr yoluna sapmışlardır. Şu âyet-i kerîme bu gerçeği beyân
etmektedir: “Allah tarafından onlara ellerindeki Tevrat’ı doğrulayan bir kitap
gelince, onu inkâr ettiler. Halbuki daha önce bu kitabı getirecek peygamberi
bekliyor ve onun hürmetine inkârcılara karşı gâlibiyet ve fetih dileyip
duruyorlardı. İşte Tevrat’tan öğrendikleri o bilgileri muşahhas halde
karşılarında görünce, onu inkâr ettiler. Allah’ın lâneti bu kâfirlerin
üzerinedir.” (Bakara 2/89)
“Âyetlerimi küçük bir dünya menfaati için satıvermeyin” (Bakara
2/41) emri, Allah’ın indirdiği âyetlerin ifade ettiği hakikatlerin hiçbir
şekilde değiştirilmesinin, gizlenmesinin veya eğilip bükülmesinin caiz
olmadığını bildirir. Bu hitap, daha çok âyetleri anlayabilecek, onların
tefsirini yapabilecek ve âyetler hakkında söz söyleyebilecek âlimleri hedef
almaktadır. Onlardan, nimetlerin en büyüğü olan Allah’ın âyetlerini, onların açıkladığı
gerçekleri terk edip âhiret kurtuluşundan mahrum kalma pahasına, bunlarla
mukayese edildiğinde hiçbir değer ve anlam ifade etmeyen dünya malı, dünyevî
mevki ve itibar peşinde koşmamaları istenmektedir. Gerçekten de Allah’ın
âyetleri ve ilâhî hakikatlerin bilinmesi, olduğu gibi dosdoğru bir şekilde
tebliğ edilmesi, yaşanması ve yaşatılması yanında, ne kadar çok olsa da dünya
malının fazla bir değeri yoktur. Bu son derece ulvî gerçeğe göre çok olan az,
büyük olan da küçük ve değersiz hükmündedir. Öyleyse gerçeği olduğu gibi
kabullenmek ve ona göre davranmak gerekmektedir: |
|
Bakara / 42 |
“Hak”,
Allah’tan geldiği şekilde Tevrat’ın ve Kur’an’ın verdiği bilgilerdir. “Bâtıl”
ise, bilinçli bir şekilde bu ilâhî bilgilere aykırı olarak ortaya konulan
nefsânî görüşlerdir. Âyet-i kerîme, bunların birbirine karıştırılmasını ve
gerçeğin gizli tutulmasını yasaklamaktadır. Bununla birlikte Allah’ın
âyetlerinin tefsiri, tercümesi ve açıklanmasında, diğer ilmî hususların
incelenip ortaya konmasında tâkip edilmesi gereken en doğru ve güvenilir yolu beyân
etmektedir. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’in tercüme ve tefsirini yaparken, Kur’an’ı
Kur’an, tercümeyi tercüme, tefsirini de tefsir olarak öğrenmek ve öğretmek farz
mesâbesinde mühim bir vazîfedir. Rivayete
göre bir kısım yahudi âlimleri, şahsî fikir ve kanaatlerini kaleme alır,
bunları Tevrat’ın aslı ile karıştırır ve birbirinden seçilmez hale
getirirlerdi. Böylece doğru ile yanlış birbirine karışır ve doğrunun ne
olduğunu tespit etmek güçleşirdi. Bazan de Peygamber Efendimiz’in vasıflarını
anlatan âyetleri ve dünyevî çıkarları açısından işlerine gelmeyen bir kısım
hususları gizlerlerdi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 363-365) Nitekim
bu hususta bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Yazıklar olsun şu kimselere ki, kitabı kendi elleriyle yazarlar,
sonra da küçük bir dünya menfaati için: “Bu Allah tarafından gönderilmiştir!”
derler. Yazıklar olsun elleriyle yazdıkları yüzünden onlara, yazıklar olsun
kazandıkları yüzünden onlara!” (Bakara 2/79) Bilinen gerçeklerin gizlenmesinin uhrevî cezasıyla
alakâlı olarak da Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır: “Bir kimseye bildiği bir konu
sorulur da cevap vermezse, kıyamet günü Allah onun ağzına ateşten bir gem
vurur.” (Ebû Dâvûd, İlim 9/3658; Tirmizî, İlim 3/2649) Bile
bile hak ile bâtılın karıştırılmaması ve hakkın gizlenmemesi talep edildikten
sonra, insanın bu hususta sağlam bir ihlas ve dinî şuura sahip olmasına vesile
olacak ibâdetlere devam istenmektedir. Bunların da başında namazın dosdoğru
kılınması, mümkün mertebe cemaatle edâ edilmesi ve zekâtın tam olarak verilmesi
gelir. Zira bedenî ibâdetlerin en önemlisi namaz, mâlî ibâdetlerin en önemlisi
de zekâttır. Âyetteki “rukû edenlerle beraber siz de rukû edin” (Bakara
2/43) kısmı, söz konusu namazın İslâm’ın emrettiği namaz olduğunu göstermekte,
bununla yahudiler İslâm’a davet edilip, onlardan müslümanlığın şartlarını
yerine getirmeleri istenmektedir.
Cenâb-ı
Hakk’ın şu suali ise gerek Ehl-i kitap âlimlerini gerekse Allah’ın kelamını
okuyup anlayabilen herkesi derinden sarsacak ve içinde bulundukları çelişkili
durumun farkına varmalarını sağlayacak bir keyfiyettedir: |
|
Bakara / 44 |
Âyet-i
kerîmenin nüzûl sebebi ile alakâlı şu rivayetler vardır: Peygamberimiz
zamanında Medine’deki yahudi âlimlerinden bazıları, kendilerine gizlice gelip:
“Muhammed hakkında ne dersin?” diye soranlara: “Doğrudur, haktır” derler,
Resulullah’a uymalarını emrederlerdi. Fakat kendileri, emirleri altında
bulunanlardan ellerine geçmekte olan hediye ve vergilerden mahrum kalmak
endişesiyle ona uyma arzularını açıklamazlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
III, 43) Bazıları da insanlara: “Allah’a itaat edin, O’ndan korkun ve iyilik
yapın” diye öğütler, fakat kendileri buna aykırı davranırlardı. Onların bu
yanlış ve çarpık davranışlarını ayıplamak üzere bu âyet-i kerîme inmiştir. (Taberî,
Câmi‘u’l-beyân, I, 368) İniş
sebebi bu şekilde olmakla birlikte âyet-i kerîme, kendini unutup ihmal ederek
insanlara iyiliği ve doğruyu emretmeye çalışan herkesi şumûlüne almaktadır.
Âyet-i kerîmede “iyiliği emretmek” değil, başkalarına iyiliği emrederken
kendini ihmal etmek ve söylediklerine ters düşmek yasaklanmakta ve bunun akılla
bağdaşmayacak bir tutum olduğu bildirilmektedir. Çünkü: -
İyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamaktan maksat, doğru olanı göstermek
suretiyle başkalarını bundan istifade ettirmektir. Halbuki başkasını irşad edip
de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşattan mahrum etmek, başkalarını
selamete çıkarmaya çalışıp kendini ateşe atmak demektir. Bu, selîm aklın kabul
etmeyeceği çelişkili bir durumdur. -
Bir kimsenin, insanlara ders ve öğüt vererek ilmini ortaya koyup da, kendi
söylediğini bizzat kendisinin dinlememesi, söylediklerini fiilen yalanlamak mânasına
gelir. Bu, çelişkili bir durum olduğundan, insanları bir taraftan aydınlatmak
isterken, diğer taraftan onların sapmasına, mâsiyete düşmesine ve dini
emirlerini hafife almasına sebep teşkil edebilir. -
Söylenen sözün ve verilen nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin
olması arzu edilir. Boşu boşuna konuşmak, emir vermek ve gevezelik etmek akla
uygun bir iş değildir. Kişinin verdiği emir ve öğüdün tersini yapması, onun
kıymetini azaltmaya ve herkesi ondan nefret ettirmeye sebep teşkil eder. Daha
açıkçası bu, bindiği dalı kesmek ve oturduğu evi yıkmaktır. Bundan daha büyük
akılsızlık ve budalalık olmaz. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, III,
44) Peygamber
Efendimiz, bu hususta şu ibretli hâdiseyi haber vermektedir: “Kıyamet günü bir adam getirilir
ve cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı çıkar ve onlarla birlikte
değirmen döndüren merkeb gibi döner durur. Cehennem halkı onun başına toplanır
ve: «–Yahu sen dünyadayken iyiliği
emredip kötülükten sakındırmaz mıydın?» diye sorarlar. O da: «–Evet, iyiliği emrederdim, fakat
kendim yapmazdım, kötülüklerden sakındırırdım, fakat kendim yapardım» der.” (Müslim, Zühd 51; Buhârî, Bed’ü’l-halk 10) Yine
Resûlullah (s.a.s.) Miraç gecesindeki bir müşâhedesini şöyle nakleder: “İsrâ gecesi dudakları ateşten makaslarla
kesilen bir grup insan gördüm. «Ey Cebrâil! Bunlar kimdir» diye sordum. «İlâhî
kitabı okuyup başkalarına iyiliği emrettikleri halde kendilerini unutan dünya ehli
hatiplerdir» buyurdu.” (Ahmed b. Hanbel,
Müsned, III, 120, 231, 239)
Allah Teâlâ’ya verilen kulluk sözünü layıkıyla
yerine getirebilmenin zor bir iş olduğu anlaşılmaktadır. Bunu başarmanın yolunu
göstermek üzere buyruluyor ki: |
|
Bakara / 45 |
Sabır,
ahlâkî güzelliklerin temelidir. Kalbî amellerin en zorudur. Nefsin arzularını
frenleyebilmenin, günahlardan uzak durabilmenin ve her türlü bela ve
musibetlere göğüs gerebilmenin yegane ilacıdır. İmandan sonra takip edilecek
yolun başı sabır, ahlâkın başı sabır, ilmin başı sabır, amelin başı sabır,
kısaca bütün başarıların başı sabırdır. İnsan hem ruhen hem de bedenen nefsini
terbiye edecek; sabır ve tahammüle, kararlı ve metin olmaya alışacak, böylece
Allah’ın yardımının ilk sebeplerinden birini elde etmiş olacaktır. Aksi halde
en ufak bir sıkıntı ve acı karşısında korkmak, sızlanmak, ümitsizliğe ve
gevşekliğe düşmek gibi ahlâki zafiyetler baş gösterir. Sabır iki yönlüdür.
Birincisi hoşa gitmeyecek durumların acısına tahammül göstererek onların güzel
neticelerini beklemektir. Bu, acı ilaçlarla tedavi olmaya benzer. Hoşumuza
gitmese de onları kullanırız. İkincisi ise çabucak gelecek olan lezzet ve
şehvetlerden uzak durarak onların hazin sonuçlarından sakınmaktır. Bu ise
zehirli tatlılardan sakınmak gibidir. Görüldüğü üzere sabır kalbi amellerin,
namaz ise yapılması emredilen zahiri amellerin en önemlisi ve aynı zamanda en
zorudur. Namaz, mü’minin miracıdır. İlâhî yardımın celbi için en mühim
vasıtalardan biridir. Bu sebeple yüce Rabbimiz, bu iki yolla sonsuz kudretinden
yardım talep edilmesini emir buyurmaktadır. Bu sayede kula ilâhî yardım
ulaşacak, dinin emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak daha kolay
hâle gelecektir. Nitekim namazın bu hususiyeti ile alakalı olarak âyet-i kerîmede: “Namazı da dosdoğru kıl! Çünkü bütün şartlarına riâyet edilerek
hakkiyle kılınan namaz, insanı her türlü hayasızlıktan, dînin ve aklın kabul
etmediği şeylerden alıkoyar.” (Ankebût 29/45) buyrulur. Şu
kadar var ki sabır ve namaza devam edebilmek ve bu yolla Allah’tan yardım
isteyebilmek sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Bilakis son derece büyük,
ağır, çetin ve zor bir durumdur. Ancak “huşû” sahiplerine ağır ve zor gelmez.
“Huşû”, “Allah’a gönülden saygı duyup bağlanmak, boyun eğip itaat etmektir.”
“Huşû”, Allah korkusunun ve saygısının kalbe iyice yerleşmesi, vücudun dışına
da aksederek sahibini edepli, mütevâzı ve boynu bükük yapmasıdır. Dolayısıyla
huşû sahibi olanlar, dâimî bir kulluk şuuru içinde ve Rablerine hep niyâz
hâlinde olduklarından, ibâdetlerin yorgunluk ve meşakkatini hissetmezler.
Onlar, bir gün mutlaka Rablerine kavuşacaklarına ve O’nun huzûruna döneceklerine
yakînen inanmaktadırlar. Bütün tutum ve davranışlarının temelinde hep bu köklü
düşünce yer almaktadır. Nitekim Abdullah b. Zübeyr (r.a.), sahâbe-i kirâmın
çokça ibâdet edenleri arasında sayılırdı. Namazda o kadar huzura dalardı ki,
dikilir kalırdı... Secdeye varır, dalar giderdi… Serçe kuşları onu duvar
zanneder, üzerine konardı…” (Velîler Ansiklopedisi, I, 79) Âyet-i
kerîmede bu gibi mü’minlerin hâlleri şöyle haber verilir: “Onlar, yaptıkları her iyiliği ve işledikleri her ameli, kalpleri
her an Rablerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek yaparlar. İşte onlardır
hayırlı işlerde koşuşarak yarışanlar ve onlardır bu işlerde hep önde gidenler!” (Mü’minûn
18/60-61) Onlar
işte bu inanç sayesinde Allah’a kavuşmayı, O’nun rızâsına ermeyi ve böylece
âhiret kurtuluşunu dünyanın bütün nimetlerinden daha ehemmiyetli görerek, bu
uğurda her türlü zorluklara kolaylıkla sabreder ve tahammül gösterebilirler.
Şimdi
de İsrâiloğulları, önceden kendilerine ihsan edilen nimetleri hatırlamaya, bu
nimetlerin ellerinden çıkmasının sebepleri üzerinde düşünmeye ve İslâm’ı seçmek
sûretiyle gelecekte, husûsiyle hiç kimsenin kimseye bir fayda sağlayamayacağı
âhirette daha büyük nimetlere ermeye davet edilmektedirler: |
|
Bakara / 47 |
Allah
Teâlâ, İsrâiloğulları’na bir kısım husûsi nimetler ihsan etmek suretiyle
onları, yaşadıkları dönemlerdeki diğer insanlara üstün kılmıştır. Bu konuyu
açıklayan diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “Bir zamanlar Mûsâ kavmine şöyle demişti: «Ey kavmim! Allah’ın
size olan nimetini hatırlayın: O, içinizden peygamberler gönderdi; sizi
hükümdarlar yapıp daha önce köle iken hür insanlar haline getirdi. Dünyada hiç
kimseye vermediği şeyleri size verdi.»” (Mâide 5/20) “Biz İsrâiloğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik verdik; onları
temiz ve hoş nimetlerle rızıklandırdık ve kendilerini o zamanki diğer
topluluklara üstün kıldık.” (Câsiye 45/16) Bu
ve benzeri âyet-i kerîmeler, diğer nimetlerin yanında özellikle peygamberlik ve
kitap nimetine dikkat çekmektedir. Dolayısıyla İsrâiloğulları, içlerinden
peygamberlerin çıkması, onlara ilâhî kitapların indirilmesi ve bu vesileyle din
nimetine erişmeleri sebebiyle, kendi dönemlerindeki inkâr ve sapıklık içinde
yaşayan kavimlere üstün tutulmuşlardır. Din emânetine sahip çıktıkları sürece
de bu üstünlükleri devam etmiştir. Bu kutsal emâneti terk edip peygamberlere
karşı geldikten ve tevhid inancından uzaklaşmaya başladıktan sonra sözkonusu
üstünlüklerini kaybettikleri gibi, Kur’an’ın da haber verdiği üzere zillete
düşmüş ve lânete uğramışlardır. (bk. Bakara 2/61; Âl-i İmrân 3/112) Diğer
taraftan Peygamberimizin bütün peygamberlerden, onun ümmetinin de bütün
ümmetlerden hayırlı olduğunda şüphe yoktur. Çünkü âyet-i kerîmede bu ümmete
hitâben şöyle buyrulmuştur: “Ey mü’minler! Siz, insanların iyiliği için
yeryüzüne çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz usûlünce iyilikleri ve
güzellikleri teşvik edip yayar; kötülük ve çirkinlikleri yasaklayıp önüne geçmeye
çalışırsınız. Bunu da zaten Allah’a inandığınızdan dolayı, onun bir gereği
olarak yaparsınız. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbette kendileri için hayırlı
olurdu. Gerçi içlerinde inananlar da var, fakat onların çoğu dinden çıkmış
fâsıklardır.” (Âl-i İmrân 3/110) Bu âyette de yine dolaylı olarak
müslümanların “en hayırlı ümmet” vasfını korumalarının “Allah’a inanma,
O’na itaat edip emirlerine uyma ve yasaklarından sakınmalarına” bağlı olduğu
anlaşılmaktadır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 378)
Kulun
en çok gündemine alıp üzerine eğilmesi gereken konu ise zorluk ve dehşeti
âşikâr olan kıyamet günü olmalıdır: |
|
Bakara / 48 |
Bahsedilen
gün, son derece korkunç, şiddetli ve dehşetli kıyâmet günüdür. Burada,
insanların o günde içine düşecekleri perişanlık, acizlik ve çaresizlikten bir
tablo sunulmaktadır. O gün, hiç kimsenin kimseye zerre kadar fayda
sağlayamayacağı bir gündür. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Rasûlüm! Hesap ve ceza gününün ne olduğunu sen bilir misin? Sonra
bilir misin sen, nedir o hesap ve ceza günü? O, kimsenin kimseye faydası
olmayacağı bir gündür. O gün bütün emir, hüküm ve yetki yalnız Allah’ındır! ” (İnfitâr
82/17-19) “Şefaat”,
“günahkâr bir mü’minin affedilmesi veya daha yüksek derecelere yükselmesi için
mânevî mertebesi yüksek olan birinin ona dua etmesi ve dilekte bulunması” mânasına
gelir. Bir kısım âyet-i kerîmeler ve hadis-i şerifler kıyâmet günü Allah’ın
izniyle günahkâr mü’minler için şefaatin geçerli olduğunu haber vermektedir.
(bk. Bakara 2/255; Tâhâ 20/109) İlgili âyetlerin tefsirinde bu hususa temas
edilecektir. Dolayısıyla burada şefaatin kabul olunmaması, özellikle kâfirler
hakkında olup âyetin hitâbı onlara mahsustur. (Kurtubî, el-Câmi‘, I,
379; Elmalılı, Hak Dini, I, 345) Âyetin
nüzul sebebi şöyledir: İsrâiloğulları: “Bizler Allah’ın oğulları, dostları ve
peygamberlerinin çocuklarıyız. Bu sebeple babalarımız bize şefaatçi
olacaklardır” diyorlardı. Allah Tealâ bu âyetle, kıyamet günü onlardan fidyenin
de şefaatlerin de kabul edilmeyeceğini bildirmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘,
I, 381) Âyette
özellikle “şefaat, fidye ve yardım”ın olmayacağı sözkonusu edilmiştir. Zira
bunlar, insanların dünyada çok önem verdikleri hususlardır. Zor durumda kalan
bir kimse ya şefaat veya fidye yahut da birinin yardım etmesiyle ancak kendini
kurtarma imkânı bulabilir. Bunların hiçbirinin bulunmadığı kıyamet gününde,
kâfirlerin asla kurtulma imkânı olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.
Allah
Teâlâ’nın İsrâiloğulları’na verdiği diğer nimetlere gelince: |
|
Bakara / 49 |
Mısır
krallarına, zorbalıkları ve azgınlıkları sebebiyle “Firavun” lakabı
verilmiştir. “Âl-i Firavun” ise, Firavun’un kavmi, hânedânı, etrafındaki şan ve
şöhret sahibi kimseler ve özellikle onun her dediğini yerine getiren itaatkâr
kimselerdir. Firavun
ve hânedânı, ülkelerinde yaşamak mecburiyetinde kalan yahudileri, çok kötü ve
ağır şartlar altında köle gibi çalıştırmışlardır. Onları, her türlü işlerini
gördürmek için çeşitli sınıflara ayırmışlardı. Güçlü kuvvetli olanların dağlarda
taş kazımaktan, kazdıklarını taşımaktan boyunları, sırtları ve elleri yara
oluyordu. Bir kısmı, taş ve çamur taşıyor, Firavun’a saraylar yapıyorlardı.
Başka bir grup tuğla yapıp pişiriyordu. Kimine demircilik, kimine marangozluk,
kimine çiftçilik yaptırılıyordu. Bu işleri yapamayacak durumda olanlara ise her
gün ödemek zorunda oldukları bir haraç yani vergi konulmuştu. Güneş batmadan
haracını ödeyemeyenlerin sağ elleri, bir ay boyunca boyunlarına bağlı
kalıyordu. Kadınları da keten eğirip, kumaş dokuyorlardı. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 387) Bu
kadar işkence ve zorbalık yetmiyormuş gibi, Firavun’un gördüğü bir rüyanın
kâhinler tarafından “İsrâiloğulları’ndan bir çocuk doğacak, seni ve mülkünü yok
edecek” şeklinde tâbir edilmesi üzerine durum ayrı bir boyut kazandı. Firavun, İsrâiloğulları
kabîlelerinde doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti. Bu şekilde
doğan erkek çocuklar hemen öldürülüyor, kız çocuklar sağ bırakılıyordu.
Kızların ve kadınların sağ bırakılması ise hayır için değildi. Erkekleri
öldürülmüş bir milletin kızları ve kadınları yabancıların elinde kalacak ve
kısa bir müddet sonra nesil yok olup gidecekti. Ayrıca âyette “kadınlarınızın
rahimlerini yokluyorlar, çocuk alıyorlardı” ve “kadınlarınıza utandıracak
şeyler yapıyorlardı” mânaları da vardır. Şüphesiz
Allah Teâlâ, İsrâiloğulları’nı bu şekilde büyük bir imtihana tâbi tutmuştur.
Burada hem azap hem de kurtuluş ile imtihan sözkonusudur. Nitekim başka bir
âyet-i kerîmede: “Biz sizi, gerçek değerinizi ortaya çıkarmak için şerle de
hayırla da imtihan ediyoruz. Sonunda zâten bize döneceksiniz” (Enbiyâ
21/35) buyrulur. Azap ile imtihan, onları, kurtuluş sebeplerini hazırlamak için
denemektir. Kurtuluş ile imtihan ise kendi başlarına bir millet ve devlet
oluşturarak, yeryüzündeki diğer devletlere üstün bir şekilde güzel amel ve
ahlâk ile yaşamalarına imkân tanımaktır.
İşte
İsrâiloğulları’na verilen birinci nimet, onların Firavun’un zulmünden
kurtarılmalarıdır. İkincisi ise denizin yarılıp Firavun ve hânedânının orada
boğulmasıdır: |
|
Bakara / 50 |
Bahsedilen
denizin bugünkü “Kızıl Deniz” olması mümkündür. Mûsâ (a.s.), Allah’ın emri
gereğince bir gece İsrâiloğulları’nı yanına alarak, Sina’ya geçmek üzere
gizlice Kızıl Deniz’e doğru yola çıkar. Sabahleyin durumu öğrenen Firavun da
kuvvet toplayarak peşlerine düşer. Cenâb-ı Hak, bir mûcize olarak denizi yarar, denizin ortasında yollar
açılır. Böylece İsrâiloğulları selâmetle karşıya geçerler. Onların peşinden
karşıya geçmeye çalışan Firavun ve beraberindekiler ise denizin azgın suları
arasında boğulup giderler. (bk. Şuarâ 26/52-68) Âyet yahudilere, gözleri önünde
cereyan eden bu mühim hâdiseyi ve kendilerine olan ilâhî yardımı
hatırlatmaktadır.
Hatırlatılan
bir diğer husus da şudur: |
|
Bakara / 51 |
Cenâb-ı
Hak, Hz. Mûsâ’ya Zilkâde ayında “otuz” gün oruç tutmasını emretmiş, sonra bunun
üzerine Zilhicce’den “on” gün daha ilâve etmişti. Nitekim “Tûr Dağı’nda ibâdet
etmesi için Mûsâ ile otuz gece için sözleşmiş, sonra ona on gece daha ilâve
etmiştik. Böylece Rabbinin belirlediği süre kırk geceye tamamlanmış oldu.…”
(A‘râf 7/142) âyeti bunu haber
vermektedir. Âyette “gündüz” yerine “gece” denilmesinin sebebi, Arabî aylara
göre güne gece ile başlanması ve gündüzün geceye tâbi olmasıdır. Burada
bir incelik daha vardır: İlâhî
tecelliler fecir gibi daima geceleri takip eder. Kara günler de geceden
sayılır. Tarikat erbâbı kırk günlük sülûkü bu âyetlerden almıştır. Dilimizde
kullanılan ve Farsça kırk mânasına gelen “çile” tabirinin de aslı yine budur.
Hz. Mûsâ kırk günlük bu süreyi oruç ve ibâdetle geçirmiş ve kendisine Tevrat
levhaları inzal buyrulmuştur. Bu mevzu daha geniş bir şekilde başka sûrelerde
gelecektir. (bk. A‘râf 7/142-145) Ne
yazık ki, Hz. Mûsâ Tur’da ilâhî emre uygun olarak çile çıkarırken onlar
Samirî’nin yaptığı buzağıya tapmaya başlamışlardı. (bk. Tâhâ 20/91) Bu, son
derece haksız, zalimce ve nankörce bir davranıştı. Bununla beraber sınırsız
merhamet sahibi olan Allah onları affetti. İşte burada onlara özellikle bu af
nimeti hatırlatılmakta ve Allah’ın ihsanlarına şükretmeleri istenmektedir.
Tevrat,
onlara verilen nimetlerin en büyüğünü teşkil eder: |
|
Bakara / 53 |
Hz.
Mûsâ’ya verilen kitap, Tevrat’tır. “Furkân” aslında iki şey arasını kesin
olarak ayırmak mânasına gelir. Bu sebeple hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı,
küfür ile imanı, helâl ile haramı birbirinden ayıran her şeye furkân denilir.
Bu yönüyle “Furkân”, Kur’ân-ı Kerîm’in özel lakabı olmuştur. (bk. Furkân 25/1)
Tevrat dahi esasen hak ile bâtılı ayıran ilâhî bir furkandır. Dolayısıyla onun
Tevrat’ın bir sıfatı olması veya Tevrat’taki şer‘î hükümler yahut “yed-i beyzâ”
ve “asâ” gibi mûcizeler ya da bir zafer ve ferah olması da mümkündür. Burada
atıf yapılmış olması sebebiyle furkânın Hz. Mûsâ’ya kitap ile birlikte verilmiş
olan “kudret ve hâkimiyet” lütfu olması daha münasip görünmektedir. (Elmalılı, Hak
Dini, I, 353)
Buzağıyı
ilâh edinen kavime Hz. Mûsâ’nın tepkisine gelince: |
|
Bakara / 54 |
A‘râf
sûresi 83-98. âyetlerin tefsirinde daha
genişçe açıklanacağı üzere, Hz. Mûsâ, kardeşi Hârûn’u yerine vekil bırakıp
Tûr’a Rabbiyle mülâkata gidince, Sâmirî adında biri, kavmin zînet eşyalarını
ateşte eriterek altın bir buzağı yapmış, bunun hem Mûsâ’nın hem de kavminin
ilâhı olduğunu söylemiş ve orada bulunanları buna ikna etmişti. Hz. Hârûn, onları
bu işten vazgeçirmeye çalışmış ise de muvaffak olamamıştı. Hz. Mûsâ Tur’dan
döndüğünde ise artık iş işten geçmiş, insanlar buzağıya tapmaya başlamışlardı.
Buradaki âyet-i kerîme, işte bu hâdiseye işaret etmektedir. Gerçekten
de İsrâiloğulları, Sâmirî’nin sözünü dinleyip buzağıyı ilâh edinmekle açıktan
açığa şirk gibi büyük bir günah işlemişler ve bu sebeple nefislerine
zulmetmişlerdi. Toplum içerisinde müthiş bir bozulmaya ve karışıklığa sebep
olmuşlardı. Bu günahtan tevbe etmeleri
ve temizlenmeleri gerekiyordu. Bunun gerçekleşebilmesi için de “kendilerini
öldürmeleri” isteniyordu. Âyetteki “nefislerinizi öldürün” (Bakara 2/54)
ifadesine üç farklı mâna verilmiştir: Birincisi;
hakikat anlamı ki, herkesin kendi kendini öldürmesi, yani intihar etmesidir.
Fakat böyle olduğu takdirde, emre karşı gelecek olan âsiler hâricinde ortada
hiç kimse kalmazdı. Dolayısıyla bu mânanın kastedilmesi mümkün değildir. İkincisi;
kavmin fertlerinin birbirlerini öldürmeleridir. Müfessirlerin pek çoğu bu mâna
üzerinde durmuşlardır. Buna göre Hz. Mûsâ hem buzağıya tapanlara, hem de
tapanlara ses çıkarmayıp bekleyenlere, bu günahlarından dolayı hemen tevbe
etmelerini ve tevbe edenlerin, etmeyenleri derhal öldürmelerini emretmiştir.
Böylelikle kavim arasında vuku bulan bu iç savaş Allah’ın izniyle zaferle
sonuçlanmış, İsrâiloğulları da hallerini ıslah edip uslanmışlardır. İşte burada
bu hâdiseye bir hatırlatmada bulunulmuştur. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 408-409) Üçüncüsü;
işârî mânadır. Buna göre “Nefislerinizi öldürün”, işlediğiniz günahınıza son
derece pişmanlık duyarak üzüntü, gam ve kederinizden canınızı çıkarın; yahut
sıkı bir perhiz ve riyazât ile nefislerinizi şehvevî arzu ve isteklerden men
edin, mânasına gelir. İmam Kuşeyrî nefsi öldürmekle yapılan tevbenin Muhammed ümmeti
için de gerekli olduğunu, ancak İsrâîloğulları kendi canlarına kıyarken, bizim
içimizdeki nefsi mânen öldürmemizle tevbenin gerçekleşeceğini söylemektedir. Bu
hususta ilk adım Allah için insanın nefsinden sıyrılıp Rabbine yönelmesidir.
İsrâîloğulları’nın tevbesi bizimkinden daha zor zannedilebilir. Ancak gerçek
durum böyle değildir. Zira onlar nefislerini bir kez öldürüp kurtuldular. Bu
ümmetin seçkinleri ise nefislerini her an öldürürler. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 47) Âyet-i
kerîmede Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden özellikle “Bâri” ismi
kullanılmıştır. “Bâri”, eksiklik, noksanlık ve ayıplardan sâlim olarak yaratan,
yarattıklarına değişik sûretler vererek onları birbirinden ayıran zat demektir.
İsrâiloğulları’nın, kendilerini ayıpsız ve noksansız yaratan, alîm ve hakîm
olan Allah’ı bırakıp, ahmaklığın timsali olan ineğe tapınmaya koşmalarından
dolayı, bir taraftan içine düştükleri cehâlet ve aptallığı, diğer taraftan da
yaptıkları işin fecaatini gözler önüne sermek için Allah yerine “Bâri” ismi
kullanılmıştır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 69)
İsrâiloğulları’nın
Hz. Mûsâ’ya karşı sergiledikleri büyük küstahlıklarından biri, Allah’ı açıkça
görme istekleridir: |
|
Bakara / 55 |
Bu
hâdise A‘râf sûresinin 155-156.
âyetlerinde biraz daha teferruatlı olarak anlatılır. Buna göre Hz. Mûsâ,
kavmini temsilen yetmiş kişiyi seçip Tûr dağına götürür. Bunlar orada Allah
Teâlâ ile Hz. Mûsâ arasındaki konuşmayı işitince bununla yetinmez ve bu âyette ifade
buyrulduğu üzere Allah’ı baş gözleriyle ve açıkça görmedikçe Mûsâ’ya asla
inanmayacaklarını söylerler. Bunun üzerine orada şiddetli bir deprem olur. Bu
asi adamları da yıldırım çarpar ve bayılıp düşerler. Ölecek hale gelirler. Hz. Mûsâ’nın
Allah’a yalvarmasıyla bu afet başlarından kalkar ve tekrar ayılıp kendilerine
gelirler. İşte burada bu büyük ilâhî lutfa dikkat çekilmektedir.
Azgınlıklarına
rağmen İsrâioğulları’na olan ilâhî lutuflar kesilmez: |
|
Enbiya suresinin 94. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 94. Ayet Arapça: فَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا كُفْرَانَ لِس ...
"O Allah ki, ümmîlere kendi içlerinden, onlara âyetlerini okuyacak, onları her türlü günah kirlerinden temizleyip arındıracak, onlara kitabı ve hikm ...
Enbiya suresinin 89. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 89. Ayet Arapça: وَزَكَرِيَّٓا اِذْ نَادٰى رَبَّهُ رَبِّ لَا تَذَرْن۪ي فَرْدًا وَاَنْتَ ...
Enbiya suresinin 81. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 81. Ayet Arapça: وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ ...
"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Saf Sûresi ...
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...