Sure | Ayet | Karşılaştır |
---|---|---|
Âl-i İmrân / 173 |
Peygamber
Efendimiz’in tâkibe çıktığını haber alan Ebû Süfyan, geri dönmekten vazgeçerek
Mekke’ye doğru yöneldi. Bu esnâda Abdülkays Oğulları’ndan Medine’ye yiyecek
almaya giden bir kâfileye rastladı. Onlara: “–Benim
sözlerimi Muhammed’e ulaştırmak üzere elçilik yapsanız, buna karşılık ben de
Ukaz panayırında develerinize kuru üzüm yükleyiversem olur mu?” dedi. Abdülkays
Oğulları bu teklifi kabul edince Ebû Süfyan: “–Yanına
vardığınızda ona; bizim üzerlerine yürümek ve köklerini kazımak için
toplandığımızı haber verin!” dedi. Abdülkays
Oğulları, Peygamber Efendimiz’e Hamrâü’l-Esed’de rastlayıp, Ebû Süfyan’ın
sözlerini naklettiler. Resûlullah (s.a.s.): حَسْبُنَا
اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ (Hasbünallahü
ve ni‘mel vekîl) “Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!” buyurdu. (İbn Hişâm, es-Sîre, III, 55-56; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 340) Peygamber
Efendimiz, pazartesi, salı ve çarşamba günlerini Hamrâü’l-Esed’de geçirdi,
müşriklerin gittiğinden emin olduktan sonra Medine’ye döndü. (İbn Hişâm, es-Sîre, III, 53) Ebû Süfyân,
Uhud’dan ayrılmadan önce müslümanlara bir sene sonra Bedir’de tekrar karşılaşmayı
teklif etmiş, Resûlullah (s.a.s.) de bu teklife müsbet cevap vermişti. Allah Resûlü (s.a.s.),
hicretin dördüncü yılında Zâtürrikâ gazvesinden dönünce, vermiş olduğu sözü
yerine getirmek üzere müslümanlarla birlikte Bedir’e çıktı. Ebû Süfyân da
çıkmak için hazırlanmıştı fakat hareket edeceği gün kararını değiştirdi. O
esnâda henüz İslâm’a girmemiş olan Nuaym b. Mesûd’un umre için Medine’den
geldiğini öğrendi. Ona: “–Ben
Muhammed’in ashâbına «Bedir’de buluşup savaşalım» diye söz vermiştim. Vakit
geldi lâkin bu sene kuraklık ve kıtlık var. Bizim için sert ve kurak bir yıl
değil, belki yumuşak, otlu, sulu ve bolluk olan bir yıl daha iyi ve elverişlidir.
Ben bu yıl Muhammed’le karşılaşmak istemiyorum. Fakat, karşılaşmadığım
takdirde, o bize karşı cesaretlenecektir. Sen hemen Medine’ye yetiş ve dayanamayacakları
kadar kuvvet topladığımı bildirerek onları Bedir’e çıkmaktan vazgeçir. Bu işi
başarırsan sana yetişkin yirmi deve verelim” dedi. Ebû Süfyan
sadece Nuaym ile değil, Mekke’den Medine’ye gidecek kimi bulursa aynı şekilde
haberler gönderiyordu. Bir taraftan da Medine’deki münafıklar çalışıyor ve
müslümanları seferden vazgeçirmeye uğraşıyorlardı. Bu gayretler neticesinde bir
kısım müslümanlarda sefere çıkma hususunda isteksizlik belirmeye başladı. Cesaret
ve metanet âbidesi Resûl-i Ekrem (s.a.s.) durumu öğrenince: “–Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, yanımda
hiç kimse olmasa bile, ben tek başıma Bedir’e gideceğim!” buyurdu. Bunun üzerine
Allah Teâlâ müslümanlara yardım edip kalplerine sebat verdi. Nihâyet İslâm
ordusu ticaret mallarını da yanlarına alarak Bedir’e vardı. O dönemde Bedir’de
panayır kurulurdu. Efendimiz’in Bedir’e geldiğini haber alan Ebû Süfyan da yola
çıktı. Mekke yakınlarındaki Merru’z-Zahrân’a gelince, Cenâb-ı Hak kalbine bir
korku düşürdü. Kuraklığı bahane ederek geri dönmeye karar verdi. Ebû Süfyan,
ordusuyla birlikte geri dönünce, Mekke halkı: “Siz sevik
yani kavut yemek için yola çıkmışsınız!” diyerek onlara “Sevik Ordusu” adını
taktılar. Bu durumda
mü’minlere ticâretten başka yapılacak bir iş kalmamıştı. müslümanlar ticâret
mallarını satarak bol kâr elde ettiler. Resûlullah (s.a.s.), Bedir’de sekiz gün
Ebû Süfyân ve ordusunu bekledikten sonra hiçbir nâhoş durumla karşılaşmadan Medine’ye
döndü. (bk. İbn Hişâm, es-Sîre, III, 221-222;
İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 59-60; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 384-389) Şüphesiz ki
bu durum, civâr kabileler üzerinde müslümanların lehine müthiş bir tesir meydana
getirdi. Nitekim
âyet-i kerîme bu hâdiseye de işaret etmektedir. Müşriklerin yalan yanlış
propagandaları karşısında müslümanlar حَسْبُنَا
اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ (Hasbünallahü
ve ni‘me’l-vekîl) “Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!” diyerek Allah’a
tevekkül edip yola çıkmışlardır. Bu davranışlarıyla yegâne yardımcı olarak
Allah’ı görmüşler ve Allah’tan başka hiç kimseye ihtiyaçlarının olmadığını
ortaya koymuşlardır. Aynı şekilde çok
önceleri İbrâhim (a.s.) da, kendisi için yakılan büyük ateşe atılacağı zaman benzeri
duygular içinde “Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!” demiştir .(Buhârî, Tefsir
3/13)
Allah’ı ve
Resûlü’nü razı etmek üzere gösterilen bu gayretin ve çıkılan bu seferin dönüşü
de muhteşem oldu: |
|
Âl-i İmrân / 175 |
Artık bundan sonra mü’minler çok dikkatli ve uyanık olmalı, gürültüye
pabuç bırakmamalıdırlar. Zira insan ve cin şeytanları onları kendi dostlarıyla
korkutmak isterler. Nasıl ki Ebû Süfyan ve onun gönderdiği adamları, düşmanın
çok kuvvetli olduğunu söyleyerek müslümanları cihâda çıkmaktan alıkoymaya çalışmışlarsa,
bugün de çeşitli şeytanlar müslümanların iyiliğe koşmasına mânî olmak ve
gözlerini korkutmak isteyebilirler. Lâkin bu şeytanlar ancak kendi yüreksiz
dostlarını korkutabilir, imanı sağlam olan sebatkâr mü’minlere bir şey yapamazlar.
Çünkü gerçek mü’minler yaratıklardan değil sadece Allah’tan korkar, O’nun
emirlerini yerine getirirler. Allah’ın rızâsını kazanmak için mallarını ve
canlarını seve seve fedâ edebilirler. Nitekim şeytanın ve şeytan tıynetli
insanların gayretleri neticesinde münafıklar savaştan geri kalırken,
müslümanların îmanı artmış ve Allah’a güvenerek yola çıkmışlardır.
Buraya kadar mü’minlerin davranışları övülmüş ve eriştikleri nimetler
zikredilmişti. Şimdi de inkâra saplananlar uyarılarak mâruz kalacakları
şiddetli azap haber verilecektir. Yaşanan üzücü olaylardan sonra, Resûlullah (s.a.s.)’i
tesellî etmek için hitap tarzı değiştirilerek buyruluyor ki: |
|
Âl-i İmrân / 176 |
Kureyş müşrikleri, münafıklar, mürtedler ve yahudiler gibi
inkârcılığın canlı kalması ve îmanın sönmesi için gayret sarfedenler, ne kadar
çok ve kuvvetli görünseler de, Allah’a, O’nun dostlarına ve İslâm’a hiçbir
zarar veremezler. Onların zararı kendilerinedir. Bütün çırpınmalarına rağmen
zayıflamakta ve batağa saplanmaktadırlar. Cenâb-ı Hak onları bulundukları hâl
üzere bırakıyor ve dünya nimetlerinden istifade ettiriyor ki, bütün paylarını,
zevk ve lezzetlerini bu dünyada bitirsinler ve âhirette iyilik adına alacakları
bir şey kalmasın. Diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “O gün, dünyada iken küfre batmış olanlar ateşe sunulacak ve
kendilerine şöyle denecek: «Siz bütün zevklerinizi dünya hayatınızda hoyratça
harcayıp tükettiniz ve bunlarla safâ sürdünüz. Âhirete eli boş geldiniz. Bu gün
ise, hiç hakkınız olmadığı halde yeryüzünde büyüklük taslamanız ve doğru yoldan
çıkmanız sebebiyle alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız!»” (Ahkâf
46/20)
Bunlar, imanı verip küfrü satın alanlardır. Oysa: |
|
Âl-i İmrân / 192 |
Mü’minlere lûtfedilen nimetlerin en büyüklerinden biri,
cehennemden kurtulup cennete girebilmektir. Cenâb-ı Hakk’ın gazap ve kahır
tecellîsinin mazharı olan cehennem, maddî ve mânevî azapların mekânıdır. Orada
bedenler ızdırap görecektir. Lâkin rûhların mânevî azap ve ızdırabı daha büyük
ve daha şiddetli olacaktır. Nitekim âyet-i kerîmede cehenneme giren insanların
son derece rezil rüsvâ olacağı beyân edilerek, kıyâmet günü hor ve hakîr
düşmenin, başa gelebilecek en büyük belâlardan biri olduğu hissettirilmektedir.
Akl-ı selim sahibi mü’minler burada cehennem azâbından Allah’a
sığınmaktadırlar. Ancak dualarından anlaşıldığına göre onların asıl maksadı
huzûr-i ilâhîde rezil olmaktan kurtulmaktır. Zira bütün kemâl sıfatlarla
muttasıf olan Allah Teâlâ’nın karşısına suçlu olarak çıkmak ve O’nun tarafından
cehennemde cezalandırılmak kul için ne büyük bir utanç vesilesidir. Duralı ve
içli gönüller için bundan büyük bir azap olabilir mi! Asıl helâk da budur
zaten. Bu sebeple hemen 194. âyette, kıyâmet günü rezil rüsvâ etmemesi için
Yüce Rabbimize nasıl dua edeceğimiz öğretilmektedir. Nitekim İbrâhim (a.s.) da,
tekrar diriltildiğimiz gün rezil olmamak için Allah’a yalvarmıştı. (bk. Şuarâ
26/87)
Kıyamet günü hüküm verme
yetkisi yalnız Allah’a ait olacaktır. Bu ilâhî hükme göre küfür üzere devam
ederek kendilerine zulmedenlere orada yardım edebilecek kimse bulunmayacaktır.
Bu bakımdan mü’minler niyazlarına şöyle devam ederler: |
|
Âl-i İmrân / 200 |
Sûrenin
son ayetinde, dünya hayatında düşmanlara karşı muzaffer olmanın ve âhiret
nimetlerini elde ederek kurtuluşa ermenin yolunu gösteren, mânası geniş lafzı
çok özlü tavsiyeler yer almıştır. Burada aynı zamanda Bakara sûresinin
nihâyetindeki “Kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle!” (Bakara 2/286)
duasına da cevap verilmiştir. İnsan
için en büyük fazilet sabırdır. Ahlâkî melekelerin hiçbiri sabırla boy
ölçüşemez. Onun için Allah’ın kitabında sabır kadar çok zikredilen, sabır kadar
çok emredilen başka bir seciye yoktur. Ancak sabır, zillete katlanmak değil,
meşakkatlere tahammül etmektir. Sonunda katlanılmayacak acılarla yüz yüze
gelmemek için önceden her türlü zorluklara ve sıkıntılara mertçe ve insanca
tahammül göstermektir. Allah yolunda, din uğruna, millet için rahatını,
uykusunu, malını, canını fedâ edivermektir. Yoksa bu fedâkârlıkların semtine
uğramadan miskin miskin oturup, sonra da hissesine düşen rüsvâlığı “Ne yapalım,
kader böyleymiş, tahammül etmeli…” diye hazmetmeye çalışmak hiçbir zaman sabırla
telif edilemez. Resûlullah
(s.a.s.), sabrın çeşitlerini ve faziletini beyân ederek şöyle buyurmuştur: “Sabır üçtür: Musîbetlere karşı sabır, kullukta sabır ve günah
işlememekte sabır. Kim, kaldırılıncaya kadar musîbete güzelce sabrederse Allah
ona üç yüz derece yazar. Her iki derece arasında gökle yer arası kadar mesâfe
vardır. Kim de tâatte sabrederse Allah ona altı yüz derece yazar. Her iki derece
arasında yeryüzü ile yerin yedi kat altı arası kadar mesâfe vardır. Kim de günaha
karşı sabrederse Allah ona dokuz yüz derece yazar. İki derece arasında yerle arş
arası kadar mesâfe vardır.” (Suyûtî, II, 42; Deylemî, II, 416) Âyetteki
وَصَابِرُوا (ve sâbirû) kelimesinin
iki mânası vardır: Birincisi;
hakkı müdâfaa ederken, kâfirlerin bâtıl dâvâları uğruna sarfettiği gayretten
daha fazla gayret gösterin ve sebât edin! Sabır yarışında düşmanlarınızı geçin! İkincisi;
kâfirlerle savaşırken şecaat, yiğitlik ve kahramanlık gösterme husûsunda
birbirinizle yarışın! Hasan
Basrî Hazretleri, “Sabır ve sebât gösterin” emrinden kastın, beş vakit namaza
sebat ile devam etmek olduğunu ifade etmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV,
323) Şöyle
de açıklanmıştır: “Musâbere; nefsin arzularına devamlı muhalefet etmektir.
Nefis, bir şeye davet ederken, kişinin ona gitmeyip vazgeçmesidir. (Kurtubî, el-Câmi‘,
IV, 323) Sözlükte
“düşmanın geleceği yeri bekleyip korumak” mânasına gelen اَلرِّبَاطُ (ribât), terim olarak “Allah yolundan ayrılmamak,
düşmana karşı uyanık ve hazırlıklı bulunmak” anlamlarına gelir. İster süvari
ister piyade olsun, sınır boylarında bekleyen kimseye “nöbetçi, nöbet bekleyen”
anlamında “murâbıt” denilmiştir. Murâbıt, “bir müddet beklemek için sınıra
giden kimse” demek olup, silah altında bulunan, kışla ve karakollarda duran ve
nöbet bekleyen asker için kullanılır. Bir
namazdan sonra diğerini beklemeye de ribât denilmiştir. Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet
edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) bir gün: “–Size, Allah’ın kendisiyle günahları
yok edip, dereceleri yükselttiği amelleri haber vereyim mi?” buyurmuştu. Ashâb-ı
kirâm: “–Evet, haber verin ey Allah’ın Rasûlü!” karşılığını verdiler. Resûlullah
(s.a.s.) Efendimiz: “–Güçlüklere rağmen abdesti güzelce
almak, mescitlere doğru çokça adım atmak ve bir namazdan sonra diğerini
gözlemektir. İşte, bekleyeceğiniz en faziletli nöbet budur” buyurdu.
(Müslim, Tahâret 41) Takvâ, kişinin Allah’ın gazabından ve azabından kendini
korumasıdır. Bu da ancak Allah’ı tanımak, O’nu razı edecek ve gadaplandıracak
şeyleri bilmekle mümkündür. Bunları bilmek ise Allah’ın kitabını anlamaya,
Peygamberi’nin sünnetini ve bu ümmetin “selef-i sâlihîn” denilen büyüklerinin
hayatını bilmeye ve onları örnek almaya bağlıdır. Kim hakkı ve ehlini korumak,
davetini yaymak uğrunda sabreder, engellere direnir, tehlikelere karşı uyanık
olup gerekeni yapar ve Allah’ın emrine saygısızlıktan sakınır, diğer işlerinde
de bu kâideleri göz önünde bulundurursa kurtuluşa erer ve Allah katındaki saadete
nâil olur. Geçen iki sûre olan Bakara ve Âl-i İmrân’ı hulâsa etmek gerekirse: Bakara sûresinde umûmiyetle ulûhiyet konusu işlenmiş, Âl-i
İmrân’da ise peygamberlik konusu ele alınarak bütün yönleriyle ortaya konmuştur. Bakara sûresinde yahudilikle, bu sûrede ise hıristiyanlıkla ilgili
hususlara ağırlık verilmiştir. Bakara sûresinde Hz. Âdem’in, bu sûrede ise Hz. İsa’nın yaratılışı
konu edilmiş ve iki yaratılış arasındaki benzerliğe dikkat çekilmiştir.
Şimdi ise Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerinde yeri geldikçe kısa kısa
temas edilen rabbânî terbiye gereği insanın yaratılışı ve kardeşliğinden başlayarak
toplumun oluşumu ve sağlam ağlarla birbirine bağlanmasının bir rüknü olan aile
hayatıyla ilgili hukuk ve vazifelerin açıklanması ve dinî terbiyenin
tamamlanması bağlamında Nisâ sûresi başlayacaktır: |
|
Nisâ / 43 |
Hicretin
başlarında, henüz içki haram kılınmadan önce “Rasûlüm! Sana içki ve kumarın
hükmünü soruyorlar. Şöyle de: «Onlarda büyük bir günah ve zarar, bununla
birlikte insanlar için birtakım faydalar da vardır; fakat günah ve zararları
faydalarından daha büyüktür»” (Bakara 2/219) meâlindeki âyet nâzil olunca,
sahâbeden bazıları “Biz onu zararı ve kötülüğü için değil, faydalarından dolayı
içiyoruz” diyerek içmeye devam ettiler. Bundan üç yıl sonra bir gün,
Abdurrahman b. Avf bir yemek hazırlamış, arkadaşlarını da davet etmişti.
Yediler, içki içtiler, sarhoş oldular. Akşam namazı vakti girince aralarından
biri imam oldu, namaza durdular. İmam, namazda Kâfirûn suresindeki “Bundan
böyle ben sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Siz de benim taptığıma
tapacak değilsiniz” (Kâfirûn 109/4-5) âyetlerini “Ben sizin
taptıklarınıza kulluk ederim, siz de benim kulluk ettiğime taparsınız”
şeklinde yanlış okudu. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. (Ebû Dâvûd, Eşribe 1;
Tirmizî, Tefsir 4/12) müslümanlardan şarap içmeye devam edenler, bu âyetin
nüzûlünden sonra ancak sabah ve yatsı namazlarından sonra içmeye başladılar.
Çünkü bu namazlardan sonra içtikleri zaman bir sonraki namaz vaktine kadar
sarhoşluktan ayılmaya vakit bulabiliyorlardı. Bu
âyet içkinin tedrîcen haram kılınışında, yukarıda zikri geçen Bakara sûresi
219. âyettten sonra ikinci adım olup, içki kesin bir ifadeyle Mâide sûresi 90.
âyetle haram kılınmıştır. Âyet-i
kerîmede sarhoşken ve cünüplük durumunda namaza yaklaşılmaması emredilmekte,
ancak cünüplük durumuyla ilgili olarak “yolcu olan” istisnâ edilmektedir. Yani
yolculuk halinde su kolay bulunamadığı takdirde, cünüp olanlar teyemmüm ederek
namaz kılabilecektir. Burada yolcu olanları ifade ederken kullanılan ibare عَابِر۪ي سَب۪يلٍ (âbirî
sebîl)dir ki bunun tam kelime karşılığı “yolu geçenler” demektir. Âyetin
aşağısında, teyemmümle ilgili olarak yine yolculardan bahsederken عَلٰى سَفَرٍ (alâ
sefer) kelimesi kullanılmıştır. Yolcuların iki kere zikredilmemesi gerektiğini
düşünen bazı müfessirler, ilkine farklı bir mâna vermişlerdir. Bu görüşe göre
“âbirî sebîl” ifadesi, “yolu mescid”den geçenler, mescidde oturmadan bir
tarafından girip diğer tarafından geçenler hakkında olup, buna göre evlerinin
ana yola ulaştıran kapısı mescide açıldığı için yolu mecburen mescidden
geçenlerin cünüpken geçmelerine izin verilmiş olmaktadır. Diğer görüşü
benimseyen âlimler ise, yolcuların iki kere zikredilmesini, su kıtlığının ve
ihtiyacının yolculuk durumunda daha fazla olmasıyla açıklamaktadırlar. Bu
âyet sefer halinde, Mâide sûresinin 6. âyeti ise hazar halinde, gerekli
durumlarda teyemmümün gusül ve abdest yerine geçtiğini ifade etmek suretiyle
birbirini tamamlamaktadır. Hicretin 6. yılında Müreysî seferinde Hz. Âişe’nin
gerdanlığı kaybolmuş, aramak için vakit harcanmış, suyun bulunduğu menzile
ulaşma imkânı kalmamıştı. Abdest için su bulamayan halk durumu Hz. Ebubekir’e
şikayet etmiş, o da kızı Hz. Âişe’ye çıkışmıştı. Bu sırada Resûlullah Efendimiz
Hz. Âişe’nin dizine başını koymuş istirahat etmekte iken teyemmüm âyeti nâzil
oldu. (bk. Buhârî, Teyemmüm 1; Tefsir 4/10) Ancak bu esnada nâzil olan âyetin
tefsiri yapılmakta olan âyet mi, yoksa Mâide sûresi 6. âyet mi olduğu hususunda
müfessirler ve âlimler arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır. Teyemmüm,
sözlükte “kasdetmek, niyet etmek” anlamına gelen bir kelime olup, dinî bir terim
olarak hususî bir mâna kazanmıştır. Bununla birlikte, teyemmümün sözlük anlamı
olan “niyet” onun mâhiyetine dâhil olmuş ve niyetsiz teyemmüm geçerli
görülmemiştir. Teyemmüm şöyle yapılır: Niyet edildikten sonra yer kabuğuna ait
temiz toprak, kil, kum, taş gibi bir nesneye iki elin içi ile dokunup yüz,
sonra bir defa daha dokunup dirseklere kadar kollar meshedilir. Bu hem abdest,
hem de cünüpler için gusül yerine geçer. Dokunularak
teyemmüm yapılacak toprağın “tayyib” yani “tertemiz” olması gerektiği beyân
buyrulur. Teyemmüm esasen bedeni temizleyen bir uygulama olmamakla birlikte,
temizlik şuurunu daima diri tutması bakımından önemli bir manevî tesire
sahiptir. Abdest veya gusül edilemediği takdirde hükmen bunların yerine geçen
sembolik bir temizlik uygulaması olan teyemmümün verdiği en önemli ders,
müminin hiçbir şart altında zâhiren ve bâtınen temizliği bırakmaması
gerektiğidir. “Bir şeyin tamamı elde edilemeyince, tamamının da terkedilmesi
gerekmez” şeklindeki umumi kaide, burada da geçerlidir. “Kadınlarla
cinsî münâsebette bulunmak” diye tercüme edilen اَللَّمْسُ
وَ الْمُلَامَسَةُ(lems/mülâmese) kelimesinin hakiki mânası
el veya bedenin bir kısmıyla dokunmak, mecazi mânası ise cinsî temasta
bulunmaktır. “Lems” ile eşanlamlı olan “mess” kelimesi de Kur’ân’da cinsî münâsebet anlamında kullanılmıştır.
(bk. Bakara 2/236-237) Aralarında İmam Şâfiî’nin de bulunduğu bazı âlimler
yalnız deri temasının abdesti bozacağını kabul etmişlerse de, Peygamberimiz ve
sahâbîlerin uygulamasıyla da desteklenen genel kanaat, burada “lems” ile kastedilenin cinsî temas olduğudur.
Fert,
aile ve toplum hayatını yakından ilgilendiren bir kısım esaslara yer
verildikten sonra söz, İslâm’ın kabul edilip yayılması önünde büyük bir engel
teşkil eden Ehl-i kitabın yanlış tutum ve davranışlarına getirilerek şöyle
buyruluyor: |
|
Nisâ / 46 |
Yazılı
bir metnin lafzını veya anlamını çarpıtmaya
“tahrîf” denir. Lafzî tahrîfte bir kelimenin yerine bir başkası geçirilir.
Yahudi âlimlerinden bazılarının Tevrat’ta böyle keyfî değişiklikler yaptığına
dair rivayetler vardır. Mâna ile ilgili tahrîf, bir dilden başka dile çeviri
yapıldığı zaman veya muğlak bir ibare tefsir edilirken sözkonusu olur.
Yahudilerin bütün bu tahrif çeşitlerini uyguladıkları kaynaklarda beyân
edilmiştir. Bazı bid’at fırkalarının kendi hevâlarına tâbi olarak yaptıkları
tefsirler de bu kısma girer. İbn Abbas der ki: “Kimsenin Allah kelâmını tahrif
etmeye gücü yetmez, ancak sözü yanlış bir şekilde tefsir edebilirler.”
Yahudiler,
yaptıkları bütün bu tahriflerle de kalmamışlar, bazıları tahrifin sözlü olan
bir başka çeşidini uygulayarak, aradaki ses benzerliği dolayısıyla müminlerin
söyledikleri bazı kelimelere kötü anlam yükleyerek Resûlullah’a hakaret kastı
gütmüşlerdir. Mesela müminler zaman zaman Peygamberimize رَاعِنَا (râ‘inâ) derler ve bununla “bizi gözet, durumumuza uygun söz
söyle” demek isterlerdi. Bunu duyan bir kısım yahudiler ise İbrânice’de bu
kelimeye benzeyen ve “kalın kafalı, ahmak” anlamlarına gelen “râ‘ûnâ”yı
kastederek “râ‘inâ” demişler, bunu derken sarhoş gibi dillerini eğip bükmüşler,
bir de buna çift anlamlı غَيْرَ مُسْمَعٍ (gayra
müsma‘) ibaresini eklemişler, bununla da “dinlemeyez olası” diye bir başka
hakareti kastetmişler, bütün bu hareketlerinde de hak dine tânetme, onu küçük
düşürme amacını gütmüşlerdi. müslümanlar gibi “işittik ve itaat ettik”
diyecekleri yerde de “işittik ve isyan ettik” diyerek küfürdeki inatlarını
iyice ortaya koymuşlardı. Kötü niyetle, gerçeği bile bile yaptıkları bütün bu
edepsizlikleriyle Allah’ın lanetine müstahak olmuşlardır. (bk. Bakara 2/104) Bu
sebeple şöyle bir tehdidi haketmişlerdir: |
|
Nisâ / 66 |
Allah
Teâlâ daha önceki ümmetlere, ezcümle İsrâiloğulları’na, kalp katılıklarının
giderilmesi, işledikleri ağır günahların affı gibi çeşitli hikmetlere binaen
kimi zaman çok ağır tekliflerle sorumlu kılmıştır. İslâm ise fıtrata uygunluk
ve kolaylık dini olup insan tabiatına aykırı, mutad olandan fazla teklifler
getirmemiştir. Hak Teâlâ 66. âyette, daha önceki âyetlerde beyân buyrulan itaat
esasının bir zeyli olmak üzere, İslâm’daki bütün emir ve yasakların kolaylıkla
itaat edilebilir cinsten olduğunu dolaylı bir biçimde beyân buyurmaktadır. Daha
önemlisi İslâmî emir ve yasaklara uymanın neticesi çok parlaktır: |
|
Nisâ / 71 |
Önceki
âyetlerde Allah ve Rasûlü’ne itaatın önemi izah edildikten sonra bu âyette en
mühim tâlimatlardan biri olan savaş konusuna temas edilir. Burada teşvik edilen
savaş büyük ihtimalle Mekke fethidir. Hudeybiye antlaşmasından sonraki sulh ve
rahatlık devrinde Mekkeli müşriklerle Medineli münafıklar boş durmayıp müslümanların
kökünü kazımak için planlar yapıyorlardı. Ayrıca Mekke’de ve başka yerlerde,
kâfirler arasında kalmış, baskı altında yaşayan müminler, zayıf ve mazlum
insanlar bulunuyordu. Hem kendilerini korumak hem de bu insanları kurtarmak
için müminlerin devamlı teyakkuzda bulunmaları, tedbirli olmaları istenmekte,
gerektiğinde savaşmaları ve küçük gruplar halinde taciz ve vurkaç hareketleri
yapmaları yahut topyekün muharebe etmeleri emredilmektedir. Ancak savaşa çıkarken
içlerinde zayıf karakterli bir kısım münafıkların olabileceğini ve bunlara
karşı dikkatli olmaları gerektiğini hatırlatmak üzere buyruluyor ki: |
|
Nisâ / 74 |
Dînî hizmetleri îfada, özellikle cihad ve savaş gibi candan ve
maldan fedakârlık gerektiren ilâhî buyrukları yerine getirmede ağır davranan “münafık”
karakterin karşısına “mü’min” şahsiyet konur. Cihadı yalnız Allah için yapan böyle
sağlam imanlı kişiler, savaşa çağrıldıklarında herhangi bir hesap kitap yapmaz
ve hemen emre icâbet ederler. Çünkü onlar, her daim ebedî âhiret mutluluğu için
dünyayı fedâ etmeye hazırdırlar. İster galip gelsinler, isterse şehit olsunlar,
her hâlükârda Allah katında büyük mükâfatlara kavuşacaklardır.
Allah yolunda canını seve seve verecek böyle mücahidlere her zaman
ihtiyaç olacaktır. Çünkü yeryüzünde haksızlıkların sona ermesi ve zulme uğramış
çaresiz insanların imdat feryatlarının dinmesi zor gözükmektedir: |
|
Nisâ / 82 |
Âyette geçen اَلتَّدَبُّرُ (tedebbür)
kelimesi, sahibini, istenilen mânaları anlayıp kavramaya ulaştıran düşünce,
tefekkür ve teemmül mânasına gelir. Bu tefekkür ancak, lafzı az, fakat bu
lafızlara yerleştirilen yüklü mânaları içeren sözleri anlamada söz konusudur.
Böyle bir söz üzerinde düşünceyi yoğunlaştırdıkça hiç de basit olmayan daha
değişik ve orijinal mânalar ortaya çıkar. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XXIII, 252) Tefekkür, derinlemesine düşünmektir. Tedebbür ise
okunan ayetin bir sonrasında, onun bir sonrasında… bir bütün olarak Kur’an’ın
başından sonuna kadar ne var ve bunların her biri sistem içinde nasıl bir
konumda diye takib ederek okumaktır. Bu olmadan Kur’ân-ı Kerîm’de bir
çelişkinin olup olmadığını kimse fark edemez. Ancak layıkıyla “tedebbür” yapan
kişi, sistemin bütününü anlar ve işin tadına varır. Zaten ayetin devamında da
Kur’an’da hiçbir çelişki bulunmadığı vurgulanmaktadır.
Bu
sebepledir ki, mümin olsun veya olmasın makul düşünebilen, selim akıl sahibi
herkes, âyet ve surelerinin inişi uzun yıllara yayılmış bulunan Kur’an’ın hem
iç tutarlılığında, hem de ifadelerindeki muhkemlik ve güzellik noktasında hemfikirdirler.
Resûlullah devrinde İslâm’a karşı her türlü fırsatı kullanmak isteyen müşrik, Ehl-i
kitap ve münafıklar, Kur’an’ın tutarsızlık veya insan sözlerinde bulunan
herhangi bir kusur içerdiğini ileri sürememişlerdir. Gayr-i müslimlerin yalnız
kendilerinin bildiği düşünce ve niyetlerini açıkça ortaya koyan, insanları hak
ve hayra, tevhid ve fazilete sevkeden, ileriye yönelik verdiği haberleri
gerçekleşen ve gerçekleşmekte devam eden; insan, varlık, ahlâk, tarih, dünya ve
evren gibi tek bir insanın herbirinde doğru ve tutarlı şeyler söylemekten aciz
kalacağı çok büyük meseleleri içeren bu ilâhî kitap, kıyamete kadar her türlü
kontrole açıktır ve kaynağının Hak olduğu hakîkatini tekrarlayıp durmaktadır.
İşte bu ilâhî kitap, İslâm toplum düzeninin sağlanması ve onun yıkıcı
taaruzlardan korunması için şu önemli tâlimatı vermektedir: |
|
Nisâ / 129 |
129.
âyette ne kadar çalışılsa çalışılsın eşler arasında tam olarak adâleti
sağlamanın mümkün olmadığı bildirilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm, çok evliliği
yasaklamadığına göre her iki âyette bahsedilen “adâlet”e farklı mânalar vermek
gerekir. Anlaşılan o ki, kadınlar hakkında iki çeşit adâletten söz etmek
mümkündür: Birincisi;
nafaka yani yiyecek, içecek, giyecek ve barınma ihtiyaçları ile gece birlikte
kalma gibi hukukta adâlet ve eşitliktir. Bunlar insanın güç yetirebileceği;
istek ve iradesine bağlı olan işlerdir. Yerine getirilmesi emredilen adâlet de
budur. Sakınılması gereken adâletsizlik ise birine bütünüyle meyledip diğerini
hanımlık muamelesinden tamamen mahrum etmek, büsbütün terk ve ihmal edilmiş
gibi bırakarak eziyet etmektir. İkincisi;
gönül ilişkisi, sevgi ve bağlılıkta adâlet ve eşitliktir ki, bu insanın güç ve
iktidarının dışındadır. Âyet-i kerîmede bu gerçeğe temas edilerek, erkekler bu
hususta mazur görülmekte, bir bakıma işin böyle bir derûnî ciheti olduğu göz
ardı edilmeksizin, buna rağmen luzûmu hâlinde çok evliliğe ışık yakılmaktadır.
Ancak birden çok evlilik yapan erkeğin, gönül ilişkilerini bir tarafa
bırakırsak, hususiyle maddî konularda, iradeye bağlı ve ölçülebilir hak ve
menfaatlerde hanımların hepsine adâletle muamele etmesi, birine teveccüh
gösterip diğerini ne kocalı ne kocasız sayılabilecek şekilde askıda bırakmaması
istenmektedir. Allah
Resûlü (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “İki hanımı olup da birine
büsbütün meyleden ve diğerini ihmal eden kimse kıyamet gününde bir tarafı eğik
olarak gelir.” (Ebû Dâvûd, Nikah 38; Tirmizî, Nikah 42)
Zaruri
sebepler yüzünden hanımlar arasında adâletsiz bir uygulama söz konusu olduğunda
hemen aralarını düzelttiğiniz, bozulan tarafları tamir edip iyileştirdiğiniz,
bundan böyle de yanlış meyillerden sakındığınız takdirde, Cenâb-ı Hak çok
bağışlayıcı ve çok merhamet edici olduğundan, geçmişte yaptıklarınızı affedecek
ve sizi rahmetiyle bu hususta başarıya eriştirecektir. Ancak eşler arasında bir
sıkıntı olduğunda ıslah için tavsiye edilen bu çare yolarına başvurmanın her
seferinde mutlaka müspet bir netice vermesi mümkün olmayabilir. Dolayısıyla
yapılan girişimler sonuçsuz kalır, herhangi bir yolla eşler arasında barış ve
anlaşma sağlanamaz, her ikisi de kendi istekleriyle birbirlerinden
ayrılırlarsa, Allah Teâlâ kendi kudret, kuvvet ve zenginliği ile her birine
ikramda bulunur, ihtiyaçlarını karşılar ve birini diğerine muhtaç etmez. Çünkü
Allah’ın ilmi, kudreti ve rahmeti sonsuz geniştir; hazineleri bitip tükenmez.
O’nun her hükmü ve işi sağlam ve hikmetlidir. Dolayısıyla Allah’ı iyi tanımalı,
her türlü hal ve harekette O’na karşı gelmekten sakınılmalıdır. Zâten takvâ,
bütün insanlardan istenilen açık bir ilâhî emirdir: |
|
Nisâ / 131 |
Müslümanları
kadınlara ve yetimlere karşı merhametli, şefkatli ve adâletli olmaya teşvik
etmek için Allah Teâlâ, anlatılan konunun neticesi sayılabilecek bu âyetlerde
kısa fakat son derece tesirli bir tavsiyede bulunarak şu hususları yeniden
hatırlatmaktadır: Birincisi;
Allah önceki Ehl-i kitaba ve onlardan sonra gelen bütün mü’minlere, hatta tüm
insanlara her türlü işlerini yaparken kalplerinde Allah korkusu olmasını, O’nun
azabından ve sevgisini kaybetmekten sakınmalarını emretmiştir. Bu emir, Allah
için değil, şüphesiz insanların iyiliği içindir. Eğer bu emirlere uygun
davranırlarsa, doğacak netice onların iyiliğine olacaktır. Eğer uymazlarsa,
Allah’a hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Zira kâinatın yaratıcısı ve hakimi olan
Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah’ın emirlerini uygulamadıkları
takdirde, ilâhî emirlere bigâne kalan ve isyankâr bir tutum içine giren o
topluluğu yok edip devreden çıkarır ve yerlerine başka bir topluluk getirir.
Allah buna elbette hakkiyle güç yetirecek bir kudrete sahiptir. Ayrıca bazı
grupların helak edilip ortadan kaldırılması, Allah’ın mülkünün büyüklüğünden
hiçbir şey eksiltmez.
İkincisi;
Allah hem dünyanın fâni hem de âhiretin bâkî tüm nimet, fayda ve mükâfatlarının
yegâne sahibidir. Bunlardan kâbiliyet, istidat, gayret ve cesaretleri ölçüsünde
seçim yapmak insanlara düşmektedir. Eğer insanlar bu dünyanın geçici
nimetlerini isterlerse, hatta âhiretin ebedi saadetini bunlara feda ederlerse,
Allah onlardan dilediğine istediği kadar dünyalık nasip eder. Fakat onlar için âhirette
bir nasip olmayacaktır. (bk. Bakara 2/200; İsrâ 17/18) Böyle davrananlar, kendi
akılsızlıkları ve basîretsizlikleri yüzünden Allah’ın lutuf deryasından sadece
bir damlayı seçtiklerini unutmamalıdırlar. O halde onların, hem bu dünyanın hem
de âhiretin sonsuz nimetlerine kavuşmalarını sağlayacak olan, iman ve itaat
yolunu tercih etmeleri şüphesiz daha hayırlı olacaktır. Bu tavsiyelerin, “Allah,
her şeyi hakkiyle işiten ve kemâliyle görendir” (Nisâ 4/134) ifadesiyle
bitirilmesi çok mânidârdır. Allah hakkiyle işiten ve kemâliyle gören bir Zât olduğu
için rahmet ve lütfunu kimlere nasıl taksim edeceği hususunda en ince
ayrıntıları hesaplama kudretine sahiptir. Şüphesiz O, her şeyi bilmektedir,
herkesin niyet ve gayretlerinden haberdardır. O halde, Allah’a âsi olan kimse,
O’nun mü’min, müttakî ve itaatkâr kullarına tahsis ettiği nimet ve lutuftan pay
beklememelidir. Bu ebedî sermayeden pay almak isteyenler de, gelen âyetlerde beyân
edildiği şekilde kâmil bir imanla birlikte hak ve adâlet ölçülerine azami
dikkat göstermelidir: |
|
Nisâ / 136 |
Rivayet
edildiğine göre yahudi âlimlerden bir topluluk, Peygamber Efendimiz’e gelerek:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Biz sana, kitabına, Mûsâ’ya, Tevrat’a ve Üzeyr’e iman
ediyoruz ve bunlardan başka kitapları ve peygamberleri tanımıyoruz” demişlerdi.
Allah Resûlü (s.a.s.) de: “Hayır, Allah’a, bütün peygamberlerine, Muhammed’e
ve kitabı Kur’an’a ve ondan önceki kitaplara iman ediniz” buyurdu.
“Yapmayız” dediklerinde bu âyet nâzil oldu ve hepsi iman ettiler. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 60)
Âyet-i
kerîme iman etmek isteyen kimselerin, nelere ve nasıl inanmaları gerektiğini
bildirmektedir. Buna göre son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) gönderildikten
ve ona Kur’ân-ı Kerîm indirildikten sonra yeryüzünde yaşayan ve iman etmek
isteyen kimseler Allah’a, meleklere, Kur’ân-ı Kerîm’e ve ondan önce gönderilen
kitaplara, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e, ondan önce gönderilen bütün
peygamberlere ve âhiret gününe iman etmek mecburiyetindedirler. Bunlardan
birine bile inanmayan kimsenin imanı geçerli değildir, bunlardan birini bile
inkâr eden kimse geçerli ve kurtarıcı imana kavuşamamış, dolayısıyla hak
dinden sapmış ve yolunu bulamayacak derecede şaşırmış sayılır. Böylelerini
bekleyen âkıbet, dünyada alçaklık, âhirette ise elim bir azaptır: |
|
Nisâ / 141 |
Münafıklar,
her dönemde sadece dilleriyle müslüman olduklarını söyleyerek ve sözde İslâm
toplumuna katılarak İslâm’ın sağladığı kolaylıklardan faydalanmaya
çalışmışlardır. Bir taraftan böyle yaparken diğer taraftan da kâfirlerin
arasına karışıp: “Biz menfaatimiz icabı onlarla beraber görünsek de gerçekte müslüman
değiliz. Düşünce, inanç ve hayat tarzı bakımından size daha yakınız. Bu sebeple
müslümanlarla olan mücadelenizde sizin yanınızda bulunduğunuzdan emin olun”
diyerek onlardan da istifadeye çalışırlar. Âyetin,
“Allah, mü’minler aleyhinde kâfirlere kalıcı bir gâlibiyet için kesinlikle
fırsat tanımayacaktır” (Nisâ 4/141) kısmının hem dünya hem de âhiret
hayatını ilgilendiren yönü vardır. Allah, kıyâmet günü mü’minler ve münafıklar
arasında hükmünü verecek, orada mü’minlerin üstünlükleri ve elde ettikleri en
büyük başarı ortaya çıkacaktır. Nitekim şu âyet-i kerîme bu hakîkati beyân
etmektedir: “Dünya hayatı kâfirlere süslü ve sevimli
gösterildi. Bu sebeple iman edenlerle alay edip dururlar. Halbuki Allah’a karşı
gelmekten sakınanlar, kıyâmet günü onlardan üstün olacaklardır.” (Bakara
2/212) Dünya hayatına gelince, “Biz, bu gâlibiyet ve mağlubiyet günlerini
insanlar arasında döndürür dururuz” (Âl-i İmrân 3/140) şeklindeki ilâhî kanun gereğince
gâlibiyet zaman zaman müslümanların, zaman zaman da kâfirlerin olsa da Allah,
mü’minlerin devletini sona erdirme ve izlerini silme fırsatını kâfirlere asla
vermeyecektir. Bununla birlikte kâfirlerin eline fırsat geçmemesi için
mü’minlerin kendi aralarında tefrikaya düşüp savaşmamaları, iyiliği emir ve
kötülükten sakındırma vazifelerini ihmal etmemeleri ve günah girdabına
gömülmemeleri gerekir. Nitekim bu hususa ışık tutacak şekilde Allah Resûlü (s.a.s.)
şöyle buyurmaktadır: “Allah bana doğusuyla batısıyla bütün dünyayı toplu olarak
gösterdi. Doğuda ve batıda, ondan bana gösterilen tüm yerlere ümmetimin sahip
ve hâkim olacağını gördüm. Bana biri kırmızı, diğeri beyaz iki hazine verildi. Altın
ve gümüş, Roma ve İran, Suriye ve Irak hazineleri önüme serildi. Rabbimden
«Ümmetimi genel bir kıtlıkla helak etmemesini, kendilerinden başka bir düşmanı
üzerlerine salıp köklerini kazımamalarını ve istiklâllerine son vermemelerini»
istedim. Rabbim de şöyle buyurdu: «Rasûlüm! Ben bir hüküm verdiğimde bu geri
çevrilmez. Ben sana ümmetinle ilgili olarak onları bir genel kıtlıkla yok
etmemeyi, kendileri bölünüp bir grubu diğerini öldürmedikçe ve esir almadıkça
dünya üzerlerine gelse -kendilerinden başka- onların varlıklarına ve
istiklâllerine son verecek bir düşmanı onlara musallat kılmayacağımı va‘dediyorum.»” (Müslim,
Fiten 19-20)
Münafıkların diğer özelliklerine gelince: |
|
YAPMAKTA OLDUĞU İYİLİĞİ DEVAM ETTİRMEKLE İLGİLİ ÂYETLER “Bir toplum inanç ve davranışlarını değiştirmedikçe, Allah da onların durumunu değiştirme ...
Müminûn suresinin 84. ayetinde şöyle buyrulur: Müminûn Suresi 84. Ayet Arapça: قُلْ لِمَنِ الْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهَٓا اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ Müm ...
Teğâbün sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 18 âyettir. İsmini, 9. âyette geçen ve “aldanma, aldatma, kar-zarar” mânasına gelen اَلتَّغَابُنُ (teğâbün) k ...
Müminûn suresinin 62. ayetinde şöyle buyrulur: Müminûn Suresi 62. Ayet Arapça: ِ وَلَا نُكَلِّفُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا وَلَدَيْنَا كِتَابٌ يَنْطِ ...
Müminûn suresinin 53. ayetinde şöyle buyrulur: Müminûn Suresi 53. Ayet Arapça: ِ فَتَقَطَّعُٓوا اَمْرَهُمْ بَيْنَهُمْ زُبُرًاۜ كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَ ...
Yâsîn sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. 83 âyettir. İsmini birinci âyette geçen يٰسٓ (Yâsîn) kelimesinden alır. Resmî sıralamada 36, iniş sırasına gör ...