6236 kayıt bulundu
Sure Ayet Karşılaştır
Âl-i İmrân / 173

Peygamber Efendimiz’in tâkibe çıktığını haber alan Ebû Süfyan, geri dönmekten vazgeçerek Mekke’ye doğru yöneldi. Bu esnâda Abdülkays Oğulları’ndan Medine’ye yiyecek almaya giden bir kâfileye rastladı. Onlara:

“–Benim sözlerimi Muhammed’e ulaştırmak üzere elçilik yapsanız, buna karşılık ben de Ukaz panayırında develerinize kuru üzüm yükleyiversem olur mu?” dedi.

Abdülkays Oğulları bu teklifi kabul edince Ebû Süfyan:

“–Yanına vardığınızda ona; bizim üzerlerine yürümek ve köklerini kazımak için toplandığımızı haber verin!” dedi.

Abdülkays Oğulları, Peygamber Efendimiz’e Hamrâü’l-Esed’de rastlayıp, Ebû Süfyan’ın sözlerini naklettiler. Resûlullah (s.a.s.):

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ  (Hasbünallahü ve ni‘mel vekîl) “Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!” buyurdu. (İbn Hişâm, es-Sîre, III, 55-56; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 340)

Peygamber Efendimiz, pazartesi, salı ve çarşamba günlerini Hamrâü’l-Esed’de geçirdi, müşriklerin gittiğinden emin olduktan sonra Medine’ye döndü. (İbn Hişâm, es-Sîre, III, 53)

Ebû Süfyân, Uhud’dan ayrılmadan önce müslümanlara bir sene sonra Bedir’de tekrar karşılaşmayı teklif etmiş, Resûlullah (s.a.s.) de bu teklife müsbet cevap vermişti.

Allah Resûlü (s.a.s.), hicretin dördüncü yılında Zâtürrikâ gazvesinden dönünce, vermiş olduğu sözü yerine getirmek üzere müslümanlarla birlikte Bedir’e çıktı. Ebû Süfyân da çıkmak için hazırlanmıştı fakat hareket edeceği gün kararını değiştirdi. O esnâda henüz İslâm’a girmemiş olan Nuaym b. Mesûd’un umre için Medine’den geldiğini öğrendi. Ona:

“–Ben Muhammed’in ashâbına «Bedir’de buluşup savaşalım» diye söz vermiştim. Vakit geldi lâkin bu sene kuraklık ve kıtlık var. Bizim için sert ve kurak bir yıl değil, belki yumuşak, otlu, sulu ve bolluk olan bir yıl daha iyi ve elverişlidir. Ben bu yıl Muhammed’le karşılaşmak istemiyorum. Fakat, karşılaşmadığım takdirde, o bize karşı cesaretlenecektir. Sen hemen Medine’ye yetiş ve dayanamayacakları kadar kuvvet topladığımı bildirerek onları Bedir’e çıkmaktan vazgeçir. Bu işi başarırsan sana yetişkin yirmi deve verelim” dedi.

Ebû Süfyan sadece Nuaym ile değil, Mekke’den Medine’ye gidecek kimi bulursa aynı şekilde haberler gönderiyordu. Bir taraftan da Medine’deki münafıklar çalışıyor ve müslümanları seferden vazgeçirmeye uğraşıyorlardı. Bu gayretler neticesinde bir kısım müslümanlarda sefere çıkma hususunda isteksizlik belirmeye başladı. Cesaret ve metanet âbidesi Resûl-i Ekrem (s.a.s.) durumu öğrenince:

“–Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, yanımda hiç kimse olmasa bile, ben tek başıma Bedir’e gideceğim!” buyurdu.

Bunun üzerine Allah Teâlâ müslümanlara yardım edip kalplerine sebat verdi. Nihâyet İslâm ordusu ticaret mallarını da yanlarına alarak Bedir’e vardı. O dönemde Bedir’de panayır kurulurdu. Efendimiz’in Bedir’e geldiğini haber alan Ebû Süfyan da yola çıktı. Mekke yakınlarındaki Merru’z-Zahrân’a gelince, Cenâb-ı Hak kalbine bir korku düşürdü. Kuraklığı bahane ederek geri dönmeye karar verdi. Ebû Süfyan, ordusuyla birlikte geri dönünce, Mekke halkı:

“Siz sevik yani kavut yemek için yola çıkmışsınız!” diyerek onlara “Sevik Ordusu” adını taktılar.

Bu durumda mü’minlere ticâ­retten başka yapılacak bir iş kalmamıştı. müslümanlar ticâret mallarını satarak bol kâr elde ettiler. Resûlullah (s.a.s.), Bedir’de sekiz gün Ebû Süfyân ve ordusunu bekledikten sonra hiçbir nâhoş durumla karşılaşmadan Medine’ye döndü. (bk. İbn Hişâm, es-Sîre, III, 221-222; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 59-60; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 384-389)

Şüphesiz ki bu durum, civâr kabileler üzerinde müslümanların lehine müthiş bir tesir meydana getirdi.

Nitekim âyet-i kerîme bu hâdiseye de işaret etmektedir. Müşriklerin yalan yanlış propagandaları karşısında müslümanlar حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ  (Hasbünallahü ve ni‘me’l-vekîl) “Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!” diyerek Allah’a tevekkül edip yola çıkmışlardır. Bu davranışlarıyla yegâne yardımcı olarak Allah’ı görmüşler ve Allah’tan başka hiç kimseye ihtiyaçlarının olmadığını ortaya koymuşlardır.

Aynı şekilde çok önceleri İbrâhim (a.s.) da, kendisi için yakılan büyük ateşe atılacağı zaman benzeri duygular içinde “Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!” demiştir .(Buhârî, Tefsir 3/13)

Allah’ı ve Resûlü’nü razı etmek üzere gösterilen bu gayretin ve çıkılan bu seferin dönüşü de muhteşem oldu:

Âl-i İmrân / 175

Artık bundan sonra mü’minler çok dikkatli ve uyanık olmalı, gürültüye pabuç bırakmamalıdırlar. Zira insan ve cin şeytanları onları kendi dostlarıyla korkutmak isterler. Nasıl ki Ebû Süfyan ve onun gönderdiği adamları, düşmanın çok kuvvetli olduğunu söyleyerek müslümanları cihâda çıkmaktan alıkoymaya çalışmışlarsa, bugün de çeşitli şeytanlar müslümanların iyiliğe koşmasına mânî olmak ve gözlerini korkutmak isteyebilirler. Lâkin bu şeytanlar ancak kendi yüreksiz dostlarını korkutabilir, imanı sağlam olan sebatkâr mü’minlere bir şey yapamazlar. Çünkü gerçek mü’minler yaratıklardan değil sadece Allah’tan korkar, O’nun emirlerini yerine getirirler. Allah’ın rızâsını kazanmak için mallarını ve canlarını seve seve fedâ edebilirler. Nitekim şeytanın ve şeytan tıynetli insanların gayretleri neticesinde münafıklar savaştan geri kalırken, müslümanların îmanı artmış ve Allah’a güvenerek yola çıkmışlardır.

Buraya kadar mü’minlerin davranışları övülmüş ve eriştikleri nimetler zikredilmişti. Şimdi de inkâra saplananlar uyarılarak mâruz kalacakları şiddetli azap haber verilecektir. Yaşanan üzücü olaylardan sonra, Resûlullah (s.a.s.)’i tesellî etmek için hitap tarzı değiştirilerek buyruluyor ki:

Âl-i İmrân / 176

Kureyş müşrikleri, münafıklar, mürtedler ve yahudiler gibi inkârcılığın canlı kalması ve îmanın sönmesi için gayret sarfedenler, ne kadar çok ve kuvvetli görünseler de, Allah’a, O’nun dostlarına ve İslâm’a hiçbir zarar veremezler. Onların zararı kendilerinedir. Bütün çırpınmalarına rağmen zayıflamakta ve batağa saplanmaktadırlar. Cenâb-ı Hak onları bulundukları hâl üzere bırakıyor ve dünya nimetlerinden istifade ettiriyor ki, bütün paylarını, zevk ve lezzetlerini bu dünyada bitirsinler ve âhirette iyilik adına alacakları bir şey kalmasın. Diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“O gün, dünyada iken küfre batmış olanlar ateşe sunulacak ve kendilerine şöyle denecek: «Siz bütün zevklerinizi dünya hayatınızda hoyratça harcayıp tükettiniz ve bunlarla safâ sürdünüz. Âhirete eli boş geldiniz. Bu gün ise, hiç hakkınız olmadığı halde yeryüzünde büyüklük taslamanız ve doğru yoldan çıkmanız sebebiyle alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız!»” (Ahkâf 46/20)

Bunlar, imanı verip küfrü satın alanlardır. Oysa:

Âl-i İmrân / 192

Mü’minlere lûtfedilen nimetlerin en büyüklerinden biri, cehennemden kurtulup cennete girebilmektir. Cenâb-ı Hakk’ın gazap ve kahır tecellîsinin mazharı olan cehennem, maddî ve mânevî azapların mekânıdır. Orada bedenler ızdırap görecektir. Lâkin rûhların mânevî azap ve ızdırabı daha büyük ve daha şiddetli olacaktır. Nitekim âyet-i kerîmede cehenneme giren insanların son derece rezil rüsvâ olacağı beyân edilerek, kıyâmet günü hor ve hakîr düşmenin, başa gelebilecek en büyük belâlardan biri olduğu hissettirilmektedir. Akl-ı selim sahibi mü’minler burada cehennem azâbından Allah’a sığınmaktadırlar. Ancak dualarından anlaşıldığına göre onların asıl maksadı huzûr-i ilâhîde rezil olmaktan kurtulmaktır. Zira bütün kemâl sıfatlarla muttasıf olan Allah Teâlâ’nın karşısına suçlu olarak çıkmak ve O’nun tarafından cehennemde cezalandırılmak kul için ne büyük bir utanç vesilesidir. Duralı ve içli gönüller için bundan büyük bir azap olabilir mi! Asıl helâk da budur zaten. Bu sebeple hemen 194. âyette, kıyâmet günü rezil rüsvâ etmemesi için Yüce Rabbimize nasıl dua edeceğimiz öğretilmektedir. Nitekim İbrâhim (a.s.) da, tekrar diriltildiğimiz gün rezil olmamak için Allah’a yalvarmıştı. (bk. Şuarâ 26/87)

 Kıyamet günü hüküm verme yetkisi yalnız Allah’a ait olacaktır. Bu ilâhî hükme göre küfür üzere devam ederek kendilerine zulmedenlere orada yardım edebilecek kimse bulunmayacaktır. Bu bakımdan mü’minler niyazlarına şöyle devam ederler:

Âl-i İmrân / 200

Sûrenin son ayetinde, dünya hayatında düşmanlara karşı mu­zaffer olmanın ve âhiret nimetlerini elde ederek kurtuluşa ermenin yolunu gösteren, mânası geniş lafzı çok özlü tavsiyeler yer almıştır. Burada aynı zamanda Bakara sûresinin nihâyetindeki “Kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle!” (Bakara 2/286) duasına da cevap verilmiştir.

İnsan için en büyük fazilet sabırdır. Ahlâkî melekelerin hiçbiri sabırla boy ölçüşemez. Onun için Allah’ın kitabında sabır kadar çok zikredilen, sabır kadar çok emredilen başka bir seciye yoktur. Ancak sabır, zillete katlanmak değil, meşakkatlere tahammül etmektir. Sonunda katlanılmayacak acılarla yüz yüze gelmemek için önceden her türlü zorluklara ve sıkıntılara mertçe ve insanca tahammül göstermektir. Allah yolunda, din uğruna, millet için rahatını, uykusunu, malını, canını fedâ edivermektir. Yoksa bu fedâkârlıkların semtine uğramadan miskin miskin oturup, sonra da hissesine düşen rüsvâlığı “Ne yapalım, kader böyleymiş, tahammül etmeli…” diye hazmetmeye çalışmak hiçbir zaman sabırla telif edilemez.

Resûlullah (s.a.s.), sabrın çeşitlerini ve faziletini beyân ederek şöyle buyurmuştur:

“Sabır üçtür: Musîbetlere karşı sabır, kullukta sabır ve günah işlememekte sabır. Kim, kaldırılıncaya kadar musîbete güzelce sabrederse Allah ona üç yüz derece yazar. Her iki derece arasında gökle yer arası kadar mesâfe vardır. Kim de tâatte sabrederse Allah ona altı yüz derece yazar. Her iki derece arasında yeryüzü ile yerin yedi kat altı arası kadar mesâfe vardır. Kim de günaha karşı sabrederse Allah ona dokuz yüz derece yazar. İki derece arasında yerle arş arası kadar mesâfe vardır.” (Suyûtî, II, 42; Deylemî, II, 416)

Âyetteki وَصَابِرُوا (ve sâbirû) kelimesinin iki mânası vardır:

Birincisi; hakkı müdâfaa ederken, kâfirlerin bâtıl dâvâları uğruna sarfettiği gayretten daha fazla gayret gösterin ve sebât edin! Sabır yarışında düşmanlarınızı geçin!

İkincisi; kâfirlerle savaşırken şecaat, yiğitlik ve kahramanlık gösterme husûsunda birbirinizle yarışın!

Hasan Basrî Hazretleri, “Sabır ve sebât gösterin” emrinden kastın, beş vakit namaza sebat ile devam et­mek olduğunu ifade etmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 323)

Şöyle de açıklanmıştır: “Musâbere; nefsin arzularına devamlı muha­lefet etmektir. Nefis, bir şeye davet ederken, kişinin ona gitmeyip vazgeçmesidir. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 323)

Sözlükte “düşmanın geleceği yeri bekleyip korumak” mânasına gelen اَلرِّبَاطُ (ribât), terim olarak “Allah yolundan ayrılmamak, düşmana karşı uyanık ve hazırlıklı bulunmak” anlamlarına gelir. İster süvari ister piyade olsun, sınır boylarında bekleyen kimseye “nöbetçi, nöbet bekleyen” anlamında “murâbıt” denilmiştir. Murâbıt, “bir müddet beklemek için sınıra giden kimse” demek olup, silah altında bulunan, kışla ve karakollarda duran ve nöbet bekleyen asker için kullanılır.

Bir namazdan sonra diğerini beklemeye de ribât denilmiştir. Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) bir gün:

“–Size, Allah’ın kendisiyle günahları yok edip, dereceleri yükselttiği amelleri haber vereyim mi?” buyurmuştu.

Ashâb-ı kirâm:

“–Evet, haber verin ey Allah’ın Rasûlü!” karşılığını verdiler.

Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz:

“–Güçlüklere rağmen abdesti güzelce almak, mescitlere doğru çokça adım atmak ve bir namazdan sonra diğerini gözlemektir. İşte, bekleyeceğiniz en faziletli nöbet  budur” buyurdu. (Müslim, Tahâret 41)

Takvâ, kişinin Allah’ın gazabından ve azabından kendini korumasıdır. Bu da ancak Allah’ı tanımak, O’nu razı edecek ve gadaplandıracak şeyleri bilmekle mümkündür. Bunları bilmek ise Allah’ın kitabını anlamaya, Peygamberi’nin sünnetini ve bu ümmetin “selef-i sâlihîn” denilen büyüklerinin hayatını bilmeye ve onları ör­nek almaya bağlıdır. Kim hakkı ve ehlini korumak, davetini yaymak uğrunda sab­reder, engellere direnir, tehlikelere karşı uyanık olup gerekeni yapar ve Al­lah’ın emrine saygısızlıktan sakınır, diğer işlerinde de bu kâideleri göz önünde bulundurursa kurtuluşa erer ve Allah katındaki saadete nâil olur.

Geçen iki sûre olan Bakara ve Âl-i İmrân’ı hulâsa etmek gerekirse:

Bakara sûresinde umûmiyetle ulûhiyet konusu işlenmiş, Âl-i İmrân’da ise peygamberlik konusu ele alınarak bütün yönleriyle ortaya konmuştur.

Bakara sûresinde yahudilikle, bu sûrede ise hıristiyanlıkla ilgili hususlara ağırlık verilmiştir.

Bakara sûresinde Hz. Âdem’in, bu sûrede ise Hz. İsa’nın yaratılışı konu edilmiş ve iki yaratılış arasındaki benzerliğe dikkat çekilmiştir.

Şimdi ise Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerinde yeri geldikçe kısa kısa temas edilen rabbânî terbiye gereği insanın yaratılışı ve kardeşliğinden başlayarak toplumun oluşumu ve sağlam ağlarla birbirine bağlanmasının bir rüknü olan aile hayatıyla ilgili hukuk ve vazifelerin açıklanması ve dinî terbiyenin tamamlanması bağlamında Nisâ sûresi başlayacaktır:

Nisâ / 43

Hicretin başlarında, henüz içki haram kılınmadan önce “Rasûlüm! Sana içki ve kumarın hükmünü soruyorlar. Şöyle de: «Onlarda büyük bir günah ve zarar, bununla birlikte insanlar için birtakım faydalar da vardır; fakat günah ve zararları faydalarından daha büyüktür»” (Bakara 2/219) meâlindeki âyet nâzil olunca, sahâbeden bazıları “Biz onu zararı ve kötülüğü için değil, faydalarından dolayı içiyoruz” diyerek içmeye devam ettiler. Bundan üç yıl sonra bir gün, Abdurrahman b. Avf bir yemek hazırlamış, arkadaşlarını da davet etmişti. Yediler, içki içtiler, sarhoş oldular. Akşam namazı vakti girince aralarından biri imam oldu, namaza durdular. İmam, namazda Kâfirûn suresindeki “Bundan böyle ben sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz” (Kâfirûn 109/4-5) âyetlerini “Ben sizin taptıklarınıza kulluk ederim, siz de benim kulluk ettiğime taparsınız” şeklinde yanlış okudu. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. (Ebû Dâvûd, Eşribe 1; Tirmizî, Tefsir 4/12) müslümanlardan şarap içmeye devam edenler, bu âyetin nüzûlünden sonra ancak sabah ve yatsı namazlarından sonra içmeye başladılar. Çünkü bu namazlardan sonra içtikleri zaman bir sonraki namaz vaktine kadar sarhoşluktan ayılmaya vakit bulabiliyorlardı.

Bu âyet içkinin tedrîcen haram kılınışında, yukarıda zikri geçen Bakara sûresi 219. âyettten sonra ikinci adım olup, içki kesin bir ifadeyle Mâide sûresi 90. âyetle haram kılınmıştır.

Âyet-i kerîmede sarhoşken ve cünüplük durumunda namaza yaklaşılmaması emredilmekte, ancak cünüplük durumuyla ilgili olarak “yolcu olan” istisnâ edilmektedir. Yani yolculuk halinde su kolay bulunamadığı takdirde, cünüp olanlar teyemmüm ederek namaz kılabilecektir. Burada yolcu olanları ifade ederken kullanılan ibare عَابِر۪ي سَب۪يلٍ  (âbirî sebîl)dir ki bunun tam kelime karşılığı “yolu geçenler” demektir. Âyetin aşağısında, teyemmümle ilgili olarak yine yolculardan bahsederken عَلٰى سَفَرٍ  (alâ sefer) kelimesi kullanılmıştır. Yolcuların iki kere zikredilmemesi gerektiğini düşünen bazı müfessirler, ilkine farklı bir mâna vermişlerdir. Bu görüşe göre “âbirî sebîl” ifadesi, “yolu mescid”den geçenler, mescidde oturmadan bir tarafından girip diğer tarafından geçenler hakkında olup, buna göre evlerinin ana yola ulaştıran kapısı mescide açıldığı için yolu mecburen mescidden geçenlerin cünüpken geçmelerine izin verilmiş olmaktadır. Diğer görüşü benimseyen âlimler ise, yolcuların iki kere zikredilmesini, su kıtlığının ve ihtiyacının yolculuk durumunda daha fazla olmasıyla açıklamaktadırlar.

Bu âyet sefer halinde, Mâide sûresinin 6. âyeti ise hazar halinde, gerekli durumlarda teyemmümün gusül ve abdest yerine geçtiğini ifade etmek suretiyle birbirini tamamlamaktadır. Hicretin 6. yılında Müreysî seferinde Hz. Âişe’nin gerdanlığı kaybolmuş, aramak için vakit harcanmış, suyun bulunduğu menzile ulaşma imkânı kalmamıştı. Abdest için su bulamayan halk durumu Hz. Ebubekir’e şikayet etmiş, o da kızı Hz. Âişe’ye çıkışmıştı. Bu sırada Resûlullah Efendimiz Hz. Âişe’nin dizine başını koymuş istirahat etmekte iken teyemmüm âyeti nâzil oldu. (bk. Buhârî, Teyemmüm 1; Tefsir 4/10) Ancak bu esnada nâzil olan âyetin tefsiri yapılmakta olan âyet mi, yoksa Mâide sûresi 6. âyet mi olduğu hususunda müfessirler ve âlimler arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır.

Teyemmüm, sözlükte “kasdetmek, niyet etmek” anlamına gelen bir kelime olup, dinî bir terim olarak hususî bir mâna kazanmıştır. Bununla birlikte, teyemmümün sözlük anlamı olan “niyet” onun mâhiyetine dâhil olmuş ve niyetsiz teyemmüm geçerli görülmemiştir. Teyemmüm şöyle yapılır: Niyet edildikten sonra yer kabuğuna ait temiz toprak, kil, kum, taş gibi bir nesneye iki elin içi ile dokunup yüz, sonra bir defa daha dokunup dirseklere kadar kollar meshedilir. Bu hem abdest, hem de cünüpler için gusül yerine geçer.

Dokunularak teyemmüm yapılacak toprağın “tayyib” yani “tertemiz” olması gerektiği beyân buyrulur. Teyemmüm esasen bedeni temizleyen bir uygulama olmamakla birlikte, temizlik şuurunu daima diri tutması bakımından önemli bir manevî tesire sahiptir. Abdest veya gusül edilemediği takdirde hükmen bunların yerine geçen sembolik bir temizlik uygulaması olan teyemmümün verdiği en önemli ders, müminin hiçbir şart altında zâhiren ve bâtınen temizliği bırakmaması gerektiğidir. “Bir şeyin tamamı elde edilemeyince, tamamının da terkedilmesi gerekmez” şeklindeki umumi kaide, burada da geçerlidir.

“Kadınlarla cinsî münâsebette bulunmak” diye tercüme edilen اَللَّمْسُ وَ الْمُلَامَسَةُ(lems/mülâmese) kelimesinin hakiki mânası el veya bedenin bir kısmıyla dokunmak, mecazi mânası ise cinsî temasta bulunmaktır. “Lems” ile eşanlamlı olan “mess” kelimesi de Kur’ân’da cinsî münâsebet anlamında kullanılmıştır. (bk. Bakara 2/236-237) Aralarında İmam Şâfiî’nin de bulunduğu bazı âlimler yalnız deri temasının abdesti bozacağını kabul etmişlerse de, Peygamberimiz ve sahâbîlerin uygulamasıyla da desteklenen genel kanaat, burada “lems” ile kastedilenin cinsî temas olduğudur.

Fert, aile ve toplum hayatını yakından ilgilendiren bir kısım esaslara yer verildikten sonra söz, İslâm’ın kabul edilip yayılması önünde büyük bir engel teşkil eden Ehl-i kitabın yanlış tutum ve davranışlarına getirilerek şöyle buyruluyor: 

Nisâ / 46

Yazılı bir metnin lafzını veya anlamını çarpıtmaya “tahrîf” denir. Lafzî tahrîfte bir kelimenin yerine bir başkası geçirilir. Yahudi âlimlerinden bazılarının Tevrat’ta böyle keyfî değişiklikler yaptığına dair rivayetler vardır. Mâna ile ilgili tahrîf, bir dilden başka dile çeviri yapıldığı zaman veya muğlak bir ibare tefsir edilirken sözkonusu olur. Yahudilerin bütün bu tahrif çeşitlerini uyguladıkları kaynaklarda beyân edilmiştir. Bazı bid’at fırkalarının kendi hevâlarına tâbi olarak yaptıkları tefsirler de bu kısma girer. İbn Abbas der ki: “Kimsenin Allah kelâmını tahrif etmeye gücü yetmez, ancak sözü yanlış bir şekilde tefsir edebilirler.”

Yahudiler, yaptıkları bütün bu tahriflerle de kalmamışlar, bazıları tahrifin sözlü olan bir başka çeşidini uygulayarak, aradaki ses benzerliği dolayısıyla müminlerin söyledikleri bazı kelimelere kötü anlam yükleyerek Resûlullah’a hakaret kastı gütmüşlerdir. Mesela müminler zaman zaman Peygamberimize رَاعِنَا (râ‘inâ) derler ve bununla “bizi gözet, durumumuza uygun söz söyle” demek isterlerdi. Bunu duyan bir kısım yahudiler ise İbrânice’de bu kelimeye benzeyen ve “kalın kafalı, ahmak” anlamlarına gelen “râ‘ûnâ”yı kastederek “râ‘inâ” demişler, bunu derken sarhoş gibi dillerini eğip bükmüşler, bir de buna çift anlamlı غَيْرَ مُسْمَعٍ (gayra müsma‘) ibaresini eklemişler, bununla da “dinlemeyez olası” diye bir başka hakareti kastetmişler, bütün bu hareketlerinde de hak dine tânetme, onu küçük düşürme amacını gütmüşlerdi. müslümanlar gibi “işittik ve itaat ettik” diyecekleri yerde de “işittik ve isyan ettik” diyerek küfürdeki inatlarını iyice ortaya koymuşlardı. Kötü niyetle, gerçeği bile bile yaptıkları bütün bu edepsizlikleriyle Allah’ın lanetine müstahak olmuşlardır. (bk. Bakara 2/104) Bu sebeple şöyle bir tehdidi haketmişlerdir:

Nisâ / 66

Allah Teâlâ daha önceki ümmetlere, ezcümle İsrâiloğulları’na, kalp katılıklarının giderilmesi, işledikleri ağır günahların affı gibi çeşitli hikmetlere binaen kimi zaman çok ağır tekliflerle sorumlu kılmıştır. İslâm ise fıtrata uygunluk ve kolaylık dini olup insan tabiatına aykırı, mutad olandan fazla teklifler getirmemiştir. Hak Teâlâ 66. âyette, daha önceki âyetlerde beyân buyrulan itaat esasının bir zeyli olmak üzere, İslâm’daki bütün emir ve yasakların kolaylıkla itaat edilebilir cinsten olduğunu dolaylı bir biçimde beyân buyurmaktadır. Daha önemlisi İslâmî emir ve yasaklara uymanın neticesi çok parlaktır:

Nisâ / 71

Önceki âyetlerde Allah ve Rasûlü’ne itaatın önemi izah edildikten sonra bu âyette en mühim tâlimatlardan biri olan savaş konusuna temas edilir. Burada teşvik edilen savaş büyük ihtimalle Mekke fethidir. Hudeybiye antlaşmasından sonraki sulh ve rahatlık devrinde Mekkeli müşriklerle Medineli münafıklar boş durmayıp müslümanların kökünü kazımak için planlar yapıyorlardı. Ayrıca Mekke’de ve başka yerlerde, kâfirler arasında kalmış, baskı altında yaşayan müminler, zayıf ve mazlum insanlar bulunuyordu. Hem kendilerini korumak hem de bu insanları kurtarmak için müminlerin devamlı teyakkuzda bulunmaları, tedbirli olmaları istenmekte, gerektiğinde savaşmaları ve küçük gruplar halinde taciz ve vurkaç hareketleri yapmaları yahut topyekün muharebe etmeleri emredilmektedir. Ancak savaşa çıkarken içlerinde zayıf karakterli bir kısım münafıkların olabileceğini ve bunlara karşı dikkatli olmaları gerektiğini hatırlatmak üzere buyruluyor ki:

Nisâ / 74

Dînî hizmetleri îfada, özellikle cihad ve savaş gibi candan ve maldan fedakârlık gerektiren ilâhî buyrukları yerine getirmede ağır davranan “münafık” karakterin karşısına “mü’min” şahsiyet konur. Cihadı yalnız Allah için yapan böyle sağlam imanlı kişiler, savaşa çağrıldıklarında herhangi bir hesap kitap yapmaz ve hemen emre icâbet ederler. Çünkü onlar, her daim ebedî âhiret mutluluğu için dünyayı fedâ etmeye hazırdırlar. İster galip gelsinler, isterse şehit olsunlar, her hâlükârda Allah katında büyük mükâfatlara kavuşacaklardır.

Allah yolunda canını seve seve verecek böyle mücahidlere her zaman ihtiyaç olacaktır. Çünkü yeryüzünde haksızlıkların sona ermesi ve zulme uğramış çaresiz insanların imdat feryatlarının dinmesi zor gözükmektedir:

Nisâ / 82

Âyette geçen اَلتَّدَبُّرُ (tedebbür) kelimesi, sahibini, istenilen mânaları anlayıp kavramaya ulaştıran düşünce, tefekkür ve teemmül mânasına gelir. Bu tefekkür ancak, lafzı az, fakat bu lafızlara yerleştirilen yüklü mânaları içeren sözleri anlamada söz konusudur. Böyle bir söz üzerinde düşünceyi yoğunlaştırdıkça hiç de basit olmayan daha değişik ve orijinal mânalar ortaya çıkar. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XXIII, 252) Tefekkür, derinlemesine düşünmektir. Tedebbür ise okunan ayetin bir sonrasında, onun bir sonrasında… bir bütün olarak Kur’an’ın başından sonuna kadar ne var ve bunların her biri sistem içinde nasıl bir konumda diye takib ederek okumaktır. Bu olmadan Kur’ân-ı Kerîm’de bir çelişkinin olup olmadığını kimse fark edemez. Ancak layıkıyla “tedebbür” yapan kişi, sistemin bütününü anlar ve işin tadına varır. Zaten ayetin devamında da Kur’an’da hiçbir çelişki bulunmadığı vurgulanmaktadır.

Bu sebepledir ki, mümin olsun veya olmasın makul düşünebilen, selim akıl sahibi herkes, âyet ve surelerinin inişi uzun yıllara yayılmış bulunan Kur’an’ın hem iç tutarlılığında, hem de ifadelerindeki muhkemlik ve güzellik noktasında hemfikirdirler. Resûlullah devrinde İslâm’a karşı her türlü fırsatı kullanmak isteyen müşrik, Ehl-i kitap ve münafıklar, Kur’an’ın tutarsızlık veya insan sözlerinde bulunan herhangi bir kusur içerdiğini ileri sürememişlerdir. Gayr-i müslimlerin yalnız kendilerinin bildiği düşünce ve niyetlerini açıkça ortaya koyan, insanları hak ve hayra, tevhid ve fazilete sevkeden, ileriye yönelik verdiği haberleri gerçekleşen ve gerçekleşmekte devam eden; insan, varlık, ahlâk, tarih, dünya ve evren gibi tek bir insanın herbirinde doğru ve tutarlı şeyler söylemekten aciz kalacağı çok büyük meseleleri içeren bu ilâhî kitap, kıyamete kadar her türlü kontrole açıktır ve kaynağının Hak olduğu hakîkatini tekrarlayıp durmaktadır. İşte bu ilâhî kitap, İslâm toplum düzeninin sağlanması ve onun yıkıcı taaruzlardan korunması için şu önemli tâlimatı vermektedir:

Nisâ / 129

129. âyette ne kadar çalışılsa çalışılsın eşler arasında tam olarak adâleti sağlamanın mümkün olmadığı bildirilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm, çok evliliği yasaklamadığına göre her iki âyette bahsedilen “adâlet”e farklı mânalar vermek gerekir. Anlaşılan o ki, kadınlar hakkında iki çeşit adâletten söz etmek mümkündür:

Birincisi; nafaka yani yiyecek, içecek, giyecek ve barınma ihtiyaçları ile gece birlikte kalma gibi hukukta adâlet ve eşitliktir. Bunlar insanın güç yetirebileceği; istek ve iradesine bağlı olan işlerdir. Yerine getirilmesi emredilen adâlet de budur. Sakınılması gereken adâletsizlik ise birine bütünüyle meyledip diğerini hanımlık muamelesinden tamamen mahrum etmek, büsbütün terk ve ihmal edilmiş gibi bırakarak eziyet etmektir.

İkincisi; gönül ilişkisi, sevgi ve bağlılıkta adâlet ve eşitliktir ki, bu insanın güç ve iktidarının dışındadır. Âyet-i kerîmede bu gerçeğe temas edilerek, erkekler bu hususta mazur görülmekte, bir bakıma işin böyle bir derûnî ciheti olduğu göz ardı edilmeksizin, buna rağmen luzûmu hâlinde çok evliliğe ışık yakılmaktadır. Ancak birden çok evlilik yapan erkeğin, gönül ilişkilerini bir tarafa bırakırsak, hususiyle maddî konularda, iradeye bağlı ve ölçülebilir hak ve menfaatlerde hanımların hepsine adâletle muamele etmesi, birine teveccüh gösterip diğerini ne kocalı ne kocasız sayılabilecek şekilde askıda bırakmaması istenmektedir.

Allah Resûlü (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “İki hanımı olup da birine büsbütün meyleden ve diğerini ihmal eden kimse kıyamet gününde bir tarafı eğik olarak gelir.” (Ebû Dâvûd, Nikah 38; Tirmizî, Nikah 42)

Zaruri sebepler yüzünden hanımlar arasında adâletsiz bir uygulama söz konusu olduğunda hemen aralarını düzelttiğiniz, bozulan tarafları tamir edip iyileştirdiğiniz, bundan böyle de yanlış meyillerden sakındığınız takdirde, Cenâb-ı Hak çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olduğundan, geçmişte yaptıklarınızı affedecek ve sizi rahmetiyle bu hususta başarıya eriştirecektir. Ancak eşler arasında bir sıkıntı olduğunda ıslah için tavsiye edilen bu çare yolarına başvurmanın her seferinde mutlaka müspet bir netice vermesi mümkün olmayabilir. Dolayısıyla yapılan girişimler sonuçsuz kalır, herhangi bir yolla eşler arasında barış ve anlaşma sağlanamaz, her ikisi de kendi istekleriyle birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah Teâlâ kendi kudret, kuvvet ve zenginliği ile her birine ikramda bulunur, ihtiyaçlarını karşılar ve birini diğerine muhtaç etmez. Çünkü Allah’ın ilmi, kudreti ve rahmeti sonsuz geniştir; hazineleri bitip tükenmez. O’nun her hükmü ve işi sağlam ve hikmetlidir. Dolayısıyla Allah’ı iyi tanımalı, her türlü hal ve harekette O’na karşı gelmekten sakınılmalıdır. Zâten takvâ, bütün insanlardan istenilen açık bir ilâhî emirdir:

Nisâ / 131

Müslümanları kadınlara ve yetimlere karşı merhametli, şefkatli ve adâletli olmaya teşvik etmek için Allah Teâlâ, anlatılan konunun neticesi sayılabilecek bu âyetlerde kısa fakat son derece tesirli bir tavsiyede bulunarak şu hususları yeniden hatırlatmaktadır:

Birincisi; Allah önceki Ehl-i kitaba ve onlardan sonra gelen bütün mü’minlere, hatta tüm insanlara her türlü işlerini yaparken kalplerinde Allah korkusu olmasını, O’nun azabından ve sevgisini kaybetmekten sakınmalarını emretmiştir. Bu emir, Allah için değil, şüphesiz insanların iyiliği içindir. Eğer bu emirlere uygun davranırlarsa, doğacak netice onların iyiliğine olacaktır. Eğer uymazlarsa, Allah’a hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Zira kâinatın yaratıcısı ve hakimi olan Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah’ın emirlerini uygulamadıkları takdirde, ilâhî emirlere bigâne kalan ve isyankâr bir tutum içine giren o topluluğu yok edip devreden çıkarır ve yerlerine başka bir topluluk getirir. Allah buna elbette hakkiyle güç yetirecek bir kudrete sahiptir. Ayrıca bazı grupların helak edilip ortadan kaldırılması, Allah’ın mülkünün büyüklüğünden hiçbir şey eksiltmez.

İkincisi; Allah hem dünyanın fâni hem de âhiretin bâkî tüm nimet, fayda ve mükâfatlarının yegâne sahibidir. Bunlardan kâbiliyet, istidat, gayret ve cesaretleri ölçüsünde seçim yapmak insanlara düşmektedir. Eğer insanlar bu dünyanın geçici nimetlerini isterlerse, hatta âhiretin ebedi saadetini bunlara feda ederlerse, Allah onlardan dilediğine istediği kadar dünyalık nasip eder. Fakat onlar için âhirette bir nasip olmayacaktır. (bk. Bakara 2/200; İsrâ 17/18) Böyle davrananlar, kendi akılsızlıkları ve basîretsizlikleri yüzünden Allah’ın lutuf deryasından sadece bir damlayı seçtiklerini unutmamalıdırlar. O halde onların, hem bu dünyanın hem de âhiretin sonsuz nimetlerine kavuşmalarını sağlayacak olan, iman ve itaat yolunu tercih etmeleri şüphesiz daha hayırlı olacaktır. Bu tavsiyelerin, “Allah, her şeyi hakkiyle işiten ve kemâliyle görendir” (Nisâ 4/134) ifadesiyle bitirilmesi çok mânidârdır. Allah hakkiyle işiten ve kemâliyle gören bir Zât olduğu için rahmet ve lütfunu kimlere nasıl taksim edeceği hususunda en ince ayrıntıları hesaplama kudretine sahiptir. Şüphesiz O, her şeyi bilmektedir, herkesin niyet ve gayretlerinden haberdardır. O halde, Allah’a âsi olan kimse, O’nun mü’min, müttakî ve itaatkâr kullarına tahsis ettiği nimet ve lutuftan pay beklememelidir. Bu ebedî sermayeden pay almak isteyenler de, gelen âyetlerde beyân edildiği şekilde kâmil bir imanla birlikte hak ve adâlet ölçülerine azami dikkat göstermelidir:

Nisâ / 136

Rivayet edildiğine göre yahudi âlimlerden bir topluluk, Peygamber Efendimiz’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz sana, kitabına, Mûsâ’ya, Tevrat’a ve Üzeyr’e iman ediyoruz ve bunlardan başka kitapları ve peygamberleri tanımıyoruz” demişlerdi. Allah Resûlü (s.a.s.) de: “Hayır, Allah’a, bütün peygamberlerine, Muhammed’e ve kitabı Kur’an’a ve ondan önceki kitaplara iman ediniz” buyurdu. “Yapmayız” dediklerinde bu âyet nâzil oldu ve hepsi iman ettiler. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 60)

Âyet-i kerîme iman etmek isteyen kim­selerin, nelere ve nasıl inanmaları gerektiğini bildirmek­tedir. Buna göre son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) gönderildikten ve ona Kur’ân-ı Kerîm indirildikten sonra yeryüzünde yaşayan ve iman etmek isteyen kimseler Allah’a, meleklere, Kur’ân-ı Kerîm’e ve ondan önce gönderilen kitaplara, son peygam­ber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e, ondan önce gönderilen bütün peygamberlere ve âhiret gününe iman etmek mecburiyetindedirler. Bunlardan birine bile inanmayan kimsenin imanı geçerli değildir, bunlardan birini bile inkâr eden kimse ge­çerli ve kurtarıcı imana kavuşamamış, dolayısıyla hak dinden sapmış ve yolunu bulamayacak derecede şaşırmış sayılır. Böylelerini bekleyen âkıbet, dünyada alçaklık, âhirette ise elim bir azaptır:

Nisâ / 141

Münafıklar, her dönemde sadece dilleriyle müslüman olduklarını söyleyerek ve sözde İslâm toplumuna katılarak İslâm’ın sağladığı kolaylıklardan faydalanmaya çalışmışlardır. Bir taraftan böyle yaparken diğer taraftan da kâfirlerin arasına karışıp: “Biz menfaatimiz icabı onlarla beraber görünsek de gerçekte müslüman değiliz. Düşünce, inanç ve hayat tarzı bakımından size daha yakınız. Bu sebeple müslümanlarla olan mücadelenizde sizin yanınızda bulunduğunuzdan emin olun” diyerek onlardan da istifadeye çalışırlar.

Âyetin, “Allah, mü’minler aleyhinde kâfirlere kalıcı bir gâlibiyet için kesinlikle fırsat tanımayacaktır” (Nisâ 4/141) kısmının hem dünya hem de âhiret hayatını ilgilendiren yönü vardır. Allah, kıyâmet günü mü’minler ve münafıklar arasında hükmünü verecek, orada mü’minlerin üstünlükleri ve elde ettikleri en büyük başarı ortaya çıkacaktır. Nitekim şu âyet-i kerîme bu hakîkati beyân etmektedir: Dünya hayatı kâfirlere süslü ve sevimli gösterildi. Bu sebeple iman edenlerle alay edip dururlar. Halbuki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, kıyâmet günü onlardan üstün olacaklardır.(Bakara 2/212) Dünya hayatına gelince, “Biz, bu gâlibiyet ve mağlubiyet günlerini insanlar arasında döndürür dururuz” (Âl-i İmrân  3/140) şeklindeki ilâhî kanun gereğince gâlibiyet zaman zaman müslümanların, zaman zaman da kâfirlerin olsa da Allah, mü’minlerin devletini sona erdirme ve izlerini silme fırsatını kâfirlere asla vermeyecektir. Bununla birlikte kâfirlerin eline fırsat geçmemesi için mü’minlerin kendi aralarında tefrikaya düşüp savaşmamaları, iyiliği emir ve kötülükten sakındırma vazifelerini ihmal etmemeleri ve günah girdabına gömülmemeleri gerekir. Nitekim bu hususa ışık tutacak şekilde Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Allah bana doğusuyla batısıyla bütün dünyayı toplu olarak gösterdi. Doğuda ve batıda, ondan bana gösterilen tüm yerlere ümmetimin sahip ve hâkim olacağını gördüm. Bana biri kırmızı, diğeri beyaz iki hazine verildi. Altın ve gümüş, Roma ve İran, Suriye ve Irak hazineleri önüme serildi. Rabbimden «Ümmetimi genel bir kıtlıkla he­lak etmemesini, kendilerinden başka bir düşmanı üzerlerine salıp köklerini kazı­mamalarını ve istiklâllerine son vermemelerini» istedim. Rabbim de şöyle buyur­du: «Rasûlüm! Ben bir hüküm verdiğimde bu geri çevrilmez. Ben sana ümmetinle ilgili olarak onları bir genel kıtlıkla yok etmemeyi, kendileri bölünüp bir grubu diğerini öldürmedikçe ve esir almadıkça dünya üzerlerine gelse -kendi­lerinden başka- onların varlıklarına ve istiklâllerine son verecek bir düşmanı onla­ra musallat kılmayacağımı va‘dediyorum.»” (Müslim, Fiten 19-20)

Münafıkların diğer özelliklerine gelince:



https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/06/yapmakta-oldugu-iyiligi-devam-ettirmekle-ilgili-ayetler-199554-m.jpg
Yapmakta Olduğu İyiliği Devam Ettirmekle İlgili Âyetler

YAPMAKTA OLDUĞU İYİLİĞİ DEVAM ETTİRMEKLE İLGİLİ ÂYETLER “Bir toplum inanç ve davranışlarını değiştirmedikçe, Allah da onların durumunu değiştirme ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/06/muminun-suresinin-84-ayeti-ne-anlatiyor-199541-m.png
Müminûn Suresinin 84. Ayeti Ne Anlatıyor?

Müminûn suresinin 84. ayetinde şöyle buyrulur: Müminûn Suresi 84. Ayet Arapça: قُلْ لِمَنِ الْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهَٓا اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ Müm ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/06/tegabun-suresinin-tefsiri-199514-m.jpg
Teğâbün Suresinin Tefsiri

Teğâbün sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 18 âyettir. İsmini, 9. âyette geçen ve “aldanma, aldatma, kar-zarar” mânasına gelen اَلتَّغَابُنُ (teğâbün) k ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/06/muminun-suresinin-62-ayeti-ne-anlatiyor-199526-m.jpg
Müminûn Suresinin 62. Ayeti Ne Anlatıyor?

Müminûn suresinin 62. ayetinde şöyle buyrulur: Müminûn Suresi 62. Ayet Arapça: ِ وَلَا نُكَلِّفُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا وَلَدَيْنَا كِتَابٌ يَنْطِ ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/05/muminun-suresinin-53-ayeti-ne-anlatiyor-199487-m.jpg
Müminûn Suresinin 53. Ayeti Ne Anlatıyor?

Müminûn suresinin 53. ayetinde şöyle buyrulur: Müminûn Suresi 53. Ayet Arapça: ِ فَتَقَطَّعُٓوا اَمْرَهُمْ بَيْنَهُمْ زُبُرًاۜ كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَ ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2022/11/yasin-suresinin-fazileti-189631-m.jpg
Yasin Suresinin Fazileti

Yâsîn sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. 83 âyettir. İsmini birinci âyette geçen يٰسٓ  (Yâsîn) kelimesinden alır. Resmî sıralamada 36, iniş sırasına gör ...