Sure | Ayet | Karşılaştır |
---|---|---|
Âl-i İmrân / 20 |
Rivayete göre Allah Resûlü (s.a.s.), bu âyeti Ehl-i
kitaba okudu, onlar da “müslüman olduk” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz yahudilere:
“Siz İsa’nın, Allah’ın kelimesi, kulu ve rasûlü olduğuna şehâdet ediyor
musunuz?” diye sordu. Onlar: “Bundan Allah’a sığınırız!” dediler. Aynı
şekilde hıristiyanlara: “Siz İsa’nın Allah’ın kulu ve rasûlü olduğuna
şehâdet ediyor musunuz?” diye sordu. Onlar da İsa’nın kul olduğunu
söylemekten Allah’a sığınırız” dediler. İşte âyette “yok eğer yüz çevirirlerse” diye haber
verilen husus budur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, II, 19; Elmalılı, Hak Dini, II, 1067) Burada hak din olan İslâm hakkında bir tartışma sözkonusu
olduğunda Peygamber Efendimiz’in şahsında bir müslümanın nasıl bir tavır alması
gerektiği öğretilmektedir. Şöyle demelidir: “Ben kendimi, kalbimi ve bütün
varlığımı bana tâbi olanlarla birlikte sadece Allah’a teslim ettim. Allah’a
yöneldim. Tertemiz, şeksiz, şüphesiz, hâlis ve muhlis bir sûrette Allah yolunu
tuttum ve O’nun dinine bağlandım. O’na hiçbir şeyi ortak tutmadım. İbâdetimi ve
duamı yalnızca O’na tahsîs ettim. Bu da tevhid dininin ta kendisidir.” Âyetteki, “Kendilerine kitap verilenlere ve dinden
imandan habersiz ümmîlere de” (Âl-i İmrân 3/20) hitâbı, Allah Resûlü’nün
peygamberliğinin bütün insanlığa şamil olduğunun bir ilânıdır. Zira bu tasnifin
dışında hiçbir insan zümresi kalmamaktadır. “Kitap verilenler”, yahudi, hıristiyan
ve benzerlerini içine alır. “Ümmîler” ise Arap müşrikleri ile kitapsız dinlere
mensup olan herkesi içine alır. Peygamberin vazifesi sadece tebliğ etmektir. O
tebliğe uyanlar doğru yolu bulacaklardır. Uymayıp yüz çevirenler ise bu nimetten
mahrum kalacaklardır. Ancak sorumlulukları peygambere değil, sadece kendilerine
ait olacaktır.
Bu uyarıyı dikkate almak gerekir. Zira doğru yoldan
yüz çevirip inkâra saplanan ve pervasızca büyük günahlara cür’et edenleri pek
acıklı bir azap beklemektedir: |
|
Âl-i İmrân / 32 |
Rivayete
göre, bir önceki âyet-i kerîme nâzil olunca Abdullah b. Ubeyy: “Muhammed
kendine itaati Allah’a itaat gibi kıldı. Bize, hıristiyanların İsa’yı sevdiği
gibi kendisini sevmemizi emrediyor” dedi de bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Râzî,
VIII, 17) “Allah
ve Rasûlü’ne itaat”, Allah Teâlâ’nın Peygamberi vasıtasıyla bildirmiş olduğu
emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmaktır. Peygamber, Allah’ın emirlerini
tebliğ eden kişidir. Bu sebeple ona itaat vâcip kılınmıştır. “Peygamber’e itâat eden, Allah’a itaat etmiş
olur” (Nisâ 4/80) âyetinin beyânıyla
Peygambere itaat Allah’a itaat; diğer açıdan Peygambere yüz çevirmek de Allah’a
yüz çevirmektir. Allah ve peygamberine yüz çevirmek, küfürdür. Küfre düşen ve
onda ısrar edenleri ise Allah asla sevmez. Peygamber
Efendimiz (s.a.s.), kendisine itaatin gerekliliği konusunda şöyle
buyurmuşlardır: “Ümmetimin hepsi cennete gireceklerdir. Ancak inad edenler
müstesna.” Bunun üzerine ashâb: “Cennete girmeyi kim istemez ki?” dediler. Allah
Resûlü (s.a.s.): “Bana itâat eden cennete girer. Kim de bana âsî olursa o cennete
girmeyi istememiştir.” (Buhârî, İ‘tisâm 2) Câbir
b. Abdillah (r.a.)’ın rivayet ettiği şu hâdise de dikkat çekicidir: Peygamberimiz
(s.a.s.) bir defasında uyurken melekler geldiler. Biri diğerine, “O şimdi
uyumaktadır” dedi. Öteki ise, “Onun gözü uyumakta fakat kalbi uyanıktır?” dedi.
Birbirlerine: “Bu arkadaşınızın bir misâli vardır; onu bu misalle anlatınız”
dediler ve şöyle anlattılar: “O,
bir adama benzer ki bir ev yaptırmış, sonra o evde ziyâfet hazırlamış ve bir davetçi
göndermiştir. Kim davetçiye kulak vermişse o eve girmiş ve hazırlanan yemekten
yemiştir. Kim de davetçiye kulak vermemişse o eve girmemiş ve yemekten de
yememiştir.” Sonra,
“Bunu açıklayınız da o iyice anlasın” deyip şöyle devam ettiler: “Bu
ev cennettir. Davetçi Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Muhammed’e itâat eden Allah’a
itâat etmiş, Muhammed’e âsî olan Allah’a âsî olmuştur…” (Buhârî, İ‘tisâm 2)
Şimdi
de Cenâb-ı Hakk’ın cennet davetine uyan ve insanları da bu davete uymaya
çağıran peygamberler silsilesine dikkat çekmek üzere buyruluyor ki: |
|
Âl-i İmrân / 33 |
اَلْإصْطِفَاءُ “ıstıfâ” sözlükte bir şeyin en temizini,
en saf ve hâlis olan özünü seçip almaktır. “Tasfiye” ise bir şeyin karışığını
giderip özünü çıkarmak, saf olanı karışık olandan süzüp ayırmaktır. Mesela bir
madeni eritip ayıklayarak cevherini almak bir ıstıfa olduğu gibi, o cevherler
arasından herhangi bir işe elverişli olanının seçip almak da yine bir
ıstıfadır. Âyette bahsedilen “ıstıfa”, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Allah
Teâlâ’nın yaratılış sırasında uyguladığı ıstıfa kanunudur. Bu ilâhî kanun
gereğince Cenâb-ı Hak, bir yönden saf ve temiz olanı yaratıp ona vücut
verirken, diğer yönden temiz olanları da olmayanlardan ayırmaktadır. Bu çift
yönlü oluş, birlikte cereyan etmektedir. İşte
Allah Teâlâ, başlangıçtan kıyamete kadar insanlığa hidâyet önderleri kıldığı
peygamberleri seçmiş, hususi bir şekilde yaratmış ve onları bir taraftan
peygamberliğe yakışmayan sıfat ve özelliklerden temizlediği gibi, diğer
taraftan güzel hasletler ve alışkanlıklarla da tezyin etmiştir. Burada Hz. Âdem,
Hz. Nûh ve nesillerinden peygamberler gelen İbrâhim ve İmran ailesi misal
verilmiştir. Peygamberler, peygamber olmayan bütün insanlardan daha faziletli
kılınmışlardır; ancak kendi aralarında da fazilet farkı bulunmaktadır. (bk.
Bakara 2/253; İsrâ 17/55) Bu
âyetlerde, İmran ailesinden gelen Hz. Meryem’den doğup ileride peygamber
gönderilecek olan Hz. İsa’nın da Allah’ın seçkin bir kulu olduğu, bunun
ötesinde başka bir vasıf taşımadığı hususunda fikrî bir hazırlık yapıldığı
söylenebilir.
Öncelikle
Hz. Meryem’in doğumundan söz edilerek buyruluyor ki: |
|
Âl-i İmrân / 36 |
İmrân’ın hanımı, Hz. Meryem’in annesidir. İsmi kaynaklarda “Hanne” olarak geçer. İmrân da Hz. İsa’nın dedesidir. Hanne, hamile olduğunu hissedince, karnında bulunan çocuğu kayıtsız şartsız Allah’a kulluğa veya mâbette hizmete adamış ve Allah’tan bunu kabul etmesini istemiştir. Fakat Hanne erkek çocuk beklerken, bir kız çocuğu dünyaya getirmiştir. Çünkü mâbette hizmet edecek birinin erkek olması örf ve adetlere daha uygundu. Hizmetin keyfiyeti, adâbı ve devamlılığı bakımından da güzel olan buydu. Bu sebeple bir üzüntü ve mahcubiyet ifadesi olarak “Rabbim, ben bir kız çocuk doğurdum. Halbuki erkek kız gibi değildir” (Âl-i İmrân 3/36) demiştir.[1] Ona Meryem ismini vermiştir. Onların dilinde “Meryem”, “ibâdete düşkün, âbid kadın” mânasına gelmekteydi. Burada İslâm’ın çocuklara güzel isimler koyma emrinin bir tatbikatı ve bu konuda örnek bir davranış görülmektedir. Yine Hane, bizlere numûne-i imtisâl olacak şekilde, çocuğu ve onun zürriyeti için Allah’a dua etmiştir. Onu ve neslini kovulmuş şeytanın şerrinden koruması, hepsinin ihlâslı birer müslüman olabilmeleri için Cenâb-ı Hakk’a niyaz etmiştir. Anne-babanın, evlatları için yaptıkları dualar, geri çevrilmeyecek dualardandır. Nitekim sonraki âyet bu gerçeğin bir şâhidi niteliğindedir: [1] Bu sözüyle Hanne, kız çocuğunu erkek çocuğa tercih etmiş de olabilir. Sanki o şöyle demiştir: “Benim arzum bir erkek çocuk idi; bu kız çocuk ise bana Allah’ın bir ihsanıdır. Arzum olan erkek çocuk, Allah’ın hibe ettiği bir kız çocuk gibi olamaz.” Bu sözden, Allah’ın kulu için murad ettiği şeyin, kulun kendi için istediğinden daha hayırlı olduğu anlaşılır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 24) |
|
Âl-i İmrân / 37 |
Allah
Teâlâ, Hanne’nin duasına icâbetle hem adadığı kız çocuğunu, hem de onun
hakkında yaptığı duayı kabul etmiş, Meryem ve neslini şeytanın şerrinden
korumuştur. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur: “Doğan her çocuğa şeytan dokunur da bu dokunma sebebiyle o
çığlıklar atarak doğar. Meryem oğlu İsa bundan müstesnâdır.” (Buhârî,
Enbiyâ 44; Müslim, Fezâil 146) Mâbette
Meryem’in bakımı, teyzesinin kocası Hz. Zekeriya’ya verilmiştir. Bu haliyle o,
Meryem’i himâyesine alabilecek en uygun kişidir. Hz. Zekeriya, mâbette
Meryem’in kalması için merdivenle çıkılır özel bir oda tahsis etmişti. Bu oda
âyette اَلْمِحْرَابُ (mihrap) kelimesiyle
ifade edilmiştir. Bizim kültürümüzde ise mihrap, bilindiği üzere cami ve
mescitlerin ön tarafında imamın duracağı belli yerdir. Dolayısıyla burada bu
kelime, dilimizdeki yaygın anlamında kullanılmamıştır. Hz.
Zekeriya, Meryem’in kaldığı yere her gittikçe onun yanında güzel rızıklar,
yiyecek ve içecekler; kışın yaz meyveleri, yazın kış meyveleri görürdü.
Hayretle bu rızıkların nereden ve nasıl geldiğini sorar, Meryem de “O, Allah
katındandır” (Âl-i İmrân 3/37) derdi.
Bu
gerçeği yakînî olarak görüp hisseden Hz. Zekeriya, Allah’ın sonsuz kudretine
olan imanı kat kat artmış bir halde şöyle yalvarmaktan kendini alamaz: |
|
Âl-i İmrân / 52 |
Hz.
İsa İsrâiloğullarını tevhid akidesine ve bir olan Allah’a kulluğa davet etti.
Bunun üzerine onlardan pek azı müstesnâ, çoğunluğu iman etmedi. Üstelik bu
münkirler, küfürlerini, kötü niyetlerini hatta Hz. İsa’yı öldürme planlarını
açıktan hissettirmeye başladılar. Durumun ciddiyetini gören Hz. İsa,
düşmanlarının sû-i kasdına karşı kendisine yardım edecek kimseler bulmaya karar
verdi. Etrafındakilere “Allah’a davet yolunda benim yardımcılarım kim
olacak?” (Âl-i İmrân 3/52) dedi. Öncelikle bu yolda kendine yardımcı
olacakların, Allah’a iman etmiş, müslüman olmuş, nefsini Allah’a teslim etmiş
ve Allah rızâsından başka bir şey düşünmeyerek yardım yapacak kişiler olması
gerektiğini bildirmiştir. Hz.
İsa’nın bu çağrısına havârîler[1]
icâbet ederek, kendilerinin “Allah’ın yardımcıları” olduklarını, Allah rızâsı
için ona yardım edeceklerini söylediler. Çünkü peygambere yardım Allah’a yardım
ve peygambere dostluk Allah’a dostluk demekti. Onlar aynı zamanda “Biz Allah’a
inandık. Şâhit ol ki biz müslümanız” demekle, Hz. İsa’nın sadece Allah’ın
kulu ve peygamberi olduğuna, Yüce Allah’ın ise gerçek mânada inanılıp teslim
olunacak müteâl bir varlık olduğuna, dolayısıyla Îsâ (a.s.)’a herhangi bir
ulûhiyetin izafesinin asla mümkün olmadığına bir işarette bulunmuşlardır. Havârîler,
yardım konusundaki niyet ve düşüncelerini Hz. İsa’ya arzettikten sonra, bu kez
Yüce Allah’a yönelerek gönüllerini O’na açmışlar, indirdiği kitaba
inandıklarını ve gönderdiği peygambere tabi olduklarını ikrar etmişlerdir.
Kendilerini, birliğine şâhitlik eden melekler, peygamberler, ilim sahipleri ve
hususiyle âhirette bütün ümmetlere şâhit olacak olan Hz. Muhammed (s.a.s.) ve
ümmetiyle beraber kılmasını istemişlerdir. Bununla birlikte:
[1] اَلْحَوَارِيُّ (Havârî) kelimesi Arap
dilinde “beyaz, beyazlık, seçilmiş, kusursuz, hâlis, kendisini bir davaya
adamış, candan dost ve yardımcı” gibi mânalar taşımaktadır. Terim olarak ise
Hz. İsâ tarafından seçilmiş, dini tebliğ ve halkı irşad vazifesinde ona
yardımcı olmayı gönüllü olarak tercih etmiş on iki kişilik grubu ifade eder. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 390-391) Hatta bir görüşe göre, Hz. İsa ile havârîler
arasındaki bu yardım anlaşması sebebiyle hıristiyanlara “yardımcılar” mânasında
“Nasârâ” denilmiştir. |
|
Âl-i İmrân / 56 |
Allah Teâlâ Îsâ (a.s.)’ı yahudilerin elinden kurtarmış, öldürmelerine mâni olmuş ve onu kâfirlerin her türlü şerlerinden temizlemiştir. Ona ulaşma ve zarar verme imkânlarını ellerinden almıştır. Sonra onu kendi katına yükseltmiştir.[1] Âlimlerin çoğunluğuna göre, Allah onu kudretiyle mânevî semâlardaki hususi mevkiine kaldırmıştır. Mevzuyla alakalı hadis-i şeriflerin ifade ettiği gibi o kıyametten önce tekrar dünyaya gönderilecektir. Dünyada kaldığı müddetçe Kur’an’la hükmedecek; haç, domuz vb. gibi yanlış uygulamalara son verecek ve cizyeyi kaldıracaktır.[2] 55. âyette Hz. İsa’ya tâbi olanların kıyâmete kadar kâfirlerden üstün bir mevkide tutulacağı ifade olunmaktadır. Hz. İsa’ya tabi olanlar, onun Allah’ın kulu ve resulü olduğuna inananlardır. İslâm geldikten sonra, onlar müslümanlardır. Peygamberimize inanmayan hıristiyanlar ise her ne kadar Hz. İsa’ya tâbi olduklarını söylüyor olsalar da, Hz. İsa’nın onların bu iddialarını kabul etmesi aklen ve naklen mümkün olmadığına göre, bunlar Hz. İsa’ya son derece muhalefet etmektedirler. Buna rağmen dünya tarihi itibariyle hıristiyanların devlet ve güçlerinin, yahudilerin durumundan daha üstün ve güçlü olduğu görülmektedir. Yahudilerin ise nerede olurlarsa olsunlar hep sürgün, zillet ve meskenet içinde oldukları bilinmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 61-62) Bu âyet yahudilerin kıyamete kadar hep zelil ve makhur olacaklarını da haber vermektedir. Âyette bahsedilen “üstünlüğ”ün delil ve hüccet bakımından üstünlük olduğu da söylenebilir. Bu açıdan da yine Hz. İsa’nın yolundan gidenler kâfirlerden hep üstün olacaklardır. Kıyâmet günü inanan ve inanmayan herkes Allah’a dönecek, Allah, dünyada anlaşamadıkları hususlarda onların arasında hüküm verecektir. Burada özellikle Hz. İsa’ya inananlarla onun peygamberliğini kabul etmeyenler arasında bir hüküm vermenin kastedildiği anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Hak her grup hakkında layık oldukları hükmü verecektir. İnkâr yolunu tutanları, dünya ve âhirette şiddetli bir azapla cezalandıracaktır. Onların dünyada görecekleri cezalar; şavaşılıp öldürülmeleri, köle edilmeleri, cizye verme mecburiyetinde kalmaları, çeşitli hastalık ve musibetlere uğramalarıdır. Âhiretteki cezaları ise küfür ve günahlarının durumuna göre takdir edilecek olan yakıcı ateştir. İman edip sâlih amel işleyenlere, mükâfatları tastamam ödenecektir. Kulluktaki ihlâs ve samimiyetlerine göre amellerinin karşılığı katlanarak kendilerine ikramda bulunulacaktır. Resûlüm: [1] Bu mevzu Nisâ sûresi 157-158. âyetlerde daha detaylı ele alınmaktadır. Bu sebeple gerekli açıklamalar orada yapılmıştır. [2] İlgili hadis-i şerifler için bk. Buhârî, Büyû‘ 102, Mezâlim 31, Enbiyâ’ 49; Müslim, İman 242, 243, 247, Hac 216, Fiten 34, 39, 110; Ebû Dâvûd, Melâhim 12, 14 (4324); Tirmizî, Fiten 21, 54, 59, 62. |
|
Âl-i İmrân / 59 |
Bu
âyet-i kerîmeler, Medine’ye gelen Necran hıristiyanları heyeti, Peygamber
Efendimiz (s.a.s.)’in yanında bulunduğu sırada inmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
VIII, 66) Onların ileri sürdüğü şüphelerden biri de: “Ey Muhammed! Hz. İsa’nın insanlardan
bir babası olmadığını kabul ettiğine göre, o halde onun babasının Tanrı olması
gerekir” şeklindeydi. 59. âyet-i kerîme onlara: “Âdem’in ne babası ne de anası
vardı. Böyle olduğu halde onun Allah’ın oğlu olması gerekmemişti. Bu sebeple
Hz. İsa hakkında söylenecek söz de, ancak bunun gibi olacaktır” mesajını
vermektedir. Gerçekten de Allah Teâlâ, Âdem’i ilk olarak ana-baba olmaksızın
topraktan yarattığı gibi, İsa’yı da bir babanın aracılığı olmaksızın Meryem’in
karnında yaratmıştır. Kuru topraktan canlı bir insan varetmenin, anne karnında
bir insanı yaratmaktan daha hârikulâde bir durum olduğu âşikârdır. O halde
İsa’nın yaratılışındaki olağanüstülüğü bahane ederek yanlış inançlara kapı
aralamanın doğru bir tarafı yoktur. Bunlar, Allah Teâlâ’nın pek çok hikmete
binâen ortaya koyduğu kudret tezâhürleri ve imtihan vesileleridir. Kur’an’ın
haber verdiği bu bilgiler, gerçeğin ta kendisidir. Bunlarda şüphe edilecek
hiçbir husus yoktur. Haber verildiği gibi kabul etmek, düşünce ve inançlarımızı
buna göre düzenlemek gerekir.
Şimdi
de Medine’ye gelen hıristiyan Necran heyetiyle Peygamberimiz arasındaki
tartışmaya temasla buyruluyor ki: |
|
Âl-i İmrân / 64 |
İniş
sebebiyle ilgili bir kısım hususi olaylar rivayet edilse de bu âyet-i kerîme, yahudi
ve hıristiyanlar başta olmak üzere, aslı itibariyle tevhid itikadına dayalı
bütün din mensuplarına hitap etmektedir. Âyette,
“Sizinle aramızda ortak olan bir söz” diye meâl verilen كَلِمَةٌ سَوَاۤءٌ (kelimetün
sevâün), “söylendiğinde ve gereği yapıldığında kimsenin birbirine insafsız
davranmasının veya haksızlık yapmasının mümkün olmadığı bir söz” demektir. Zira
“sevâ” lafzı “adâlet ve insaf” mânasındadır. İnsaf, bir şeyin yarısını vermek
ve ortalamak demektir. Esas gaye, kişinin insaflı davranmak sûretiyle hem
kendine hem de başkasına haksızlığı terk etmesidir. Bu da ancak yarısını
vermek, ortalamak, ortayı gözetmek yani dengeyi sağlamakla mümkündür. Adâlet de
zaten budur. Herhangi bir tarafa haksızlık yapıldığı takdirde ise denge
bozulur. Bu
âdil, insaflı ve dosdoğru söz, kendisine inanan ve gereğini yapan herkesi
eşitlik, adâlet ve istikâmete eriştirecek mübârek bir sözdür. Allah Teâlâ’nın,
son Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.) diliyle özellikle yahudi ve hıristiyanları
davet ettiği bu sözden maksadı şudur: ❂ Sadece
Allah’a kulluk etmek ve O’ndan başkasına tapmamak, ❂ O’na hiçbir
şeyi ortak koşmamak, ❂ Allah’ı
bırakıp da başkalarını rab edinmemek. Gerçekten
de yahudi ve hıristiyanlar, bozulmamış aslî halleri itibariyle tevhid ve tek
Allah’a kulluk anlayışına sahip olmalarına rağmen zamanla ihdâs ettikleri bazı
yanlış inanç ve davranışlar sebebiyle “Allah’ın birliği ve O’ndan başka hiçbir
varlığın rab sayılamayacağı inancını”, buna bağlı olarak da “yalnız Allah’a
kulluk etme” kaidesini yıkmışlardır. Meselâ yahudiler Hz. Üzeyir’i, hıristiyanlar
da Hz. İsâ’yı “Allah’ın oğlu” olarak telakki etmişlerdir. (bk. Tevbe 9/30) Yine hıristiyanlar Allah “üçün üçüncüsüdür”
demişler (bk. Mâide 5/73); yahudiler ise inandıkları Allah’ı millî bir ilâh
hâline getirerek Yüce Allah’ın bütün kâinatın yaratıcısı ve Rabbi olduğu gerçeğini
perdelemeye çalışmışlardır. Diğer
taraftan yine Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bilgilere göre hem yahudiler hem de hıristiyanlar,
Allah’ı, O’nun emir ve yasaklarını bir tarafa bırakıp, şahsi kanaatlerine ve
daha ziyâde nefsanî çıkarlarına dayalı olarak beyân ettikleri haram ve helâllere
itaat etmek sûretiyle din adamlarını rabler edinmişlerdir. Böylece Allah’tan
başka ve fakat O’nun benzeri bir otorite tanıyarak yalnız Allah’a ibâdet etme
çizgisinin dışına çıkmışlardır. Nitekim Tevbe sûresi 31. âyette geçen “Ehl-i
kitap Allah’ı bırakıp hahamlarını, râhiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i rab
edindiler” ifadesiyle alakalı olarak Peygamber Efendimiz’le Adiy b. Hatim
arasında geçen şu konuşma, “Allah’ın dışında rab edinme” ifadesini kolaylıkla
anlamaya yardımcı olmaktadır: Adiy:
“Yâ Resûlallah! Biz onlara kulluk etmiyorduk ki!” dedi. Bunun üzerine Allah
Resûlü (s.a.s.): “Peki, onlar size istediklerini helâl, istediklerini haram
kılıyorlar ve siz de onlara itaat etmiyor muydunuz?” diye sordu. Adiy,
“Evet” deyince Efendimiz: “İşte burada kastedilen de odur” buyurdu. (Zemahşerî,
el-Keşşâf, I, 179) İşte
Kur’an bu hitabıyla, hangi din ve inanca mensup olursa olsunlar, çeşitli din,
inanç ve kitaplarıyla birlikte bütün insanlığı hak bir sözde birleşmeye
çağırmaktadır. Bu çağrı, İslâm’ın insanlık âlemine son derece açık, geniş ve
dosdoğru bir hidâyet yolu öğretmiş olduğunu ve mesajının herkesi kuşatan
evrensel bir mesaj özelliği taşıdığını göstermektedir. İnsanların hidâyete
ermelerine, imanlarının kuvvetlenmesine ve dindarlıklarının gelişerek kulluk
şuurlarının derinleşmesine vesile olacak en büyük âmil, Kur’an’ın bu evrensel
mesajına kulak vererek onu hayata geçirmeye çalışmaktır. Bunun için de, bölücülük
ve ayrımcılığı körükleyen, gönülleri birbirinden ayıran, ruhları bölüp
parçalayan ayrıntılara değil, ilâhî kelâmın birleştiren, bütünleştiren, kafa ve
gönülleri kaynaştıran ulvî davetine bütün kuvvetimizle icâbet etme mecburiyeti
vardır. O da ancak tevhidi kavramak, sadece Allah’a kulluk etmek ve kullara
kulluğa son vermekle gerçekleşecektir. Hz.
Mevlânâ’nın verdiği şu örnek, aslında ilâhî gerçek karşısında insanlar
arasındaki anlaşmazlıkların pek de haklı bir sebebe dayanmadığının ve problemi
çözecek yol bulunduğu takdirde insanları aynı gerçek etrafında toplamanın hiç
de zor olmayacağının ip uçlarını vermektedir: “Bir
adam dört kişiye bir miktar para verdi. «Bu parayla işinize yarayanı alın!»
dedi. Dört kişiden biri: «Bu parayı engür’e verelim» dedi. Öbür arkadaşı Arap
idi. «Aksilik etme! Ben engür istemem, ‘ineb isterim» dedi. Onlardan birisi
Türk idi. «Ben ‘ineb istemem, üzüm isterim» dedi. Rum olan bir başkası:
«Bırakın bu lafları! Bu para ile istafil alalım» dedi.[1] Derken
dört kişi birbirleriyle çekişmeye, döğüşmeye başladılar. Çünkü isimlerin
anlamından haberleri yoktu. Onlar ahmaklıklarından, birbirlerine yumruk
atıyorlardı. Çünkü bilgiden bomboş, bilgisizlikle dolu idiler. Orada çeşitli
dil bilir, sır sahibi üstün bir er bulunsa idi onları uzlaştırır, barıştırırdı.
Onlara derdi ki: «-
Ben bu parayla hepinizin istediğini alırım. Hiç bir yanlış düşünceye
kapılmadan, hile yoluna sapmadan gönlünüzü bana verirseniz, bu paranız
istediğiniz şeylerin hepsini yapar. Bu paranızla dördünüz de muradınıza
erersiniz. Dört düşman uzlaşır, birleşir. Sizin her birinizin sözü ayrılık
belirtir, savaş doğurur; fakat benim sözüm uzlaştırır, birleştirir.» Yazık ki;
Türk, Rum ve Arab’ın kavgasından engür ve ineb şüphesi çözülemedi. Mâna
dillerini bilen bir Süleyman gelmedikçe, bu ikilik ortadan kalkmaz.” (Mevlânâ,
Mesnevî, 3681-3693. beyitler) Tıpkı
Mevlânâ’nın verdiği bu örnekte olduğu gibi, yahudi ve hıristiyanlar, ebedî
saadet rehberi Kur’ân-ı Kerîm’in insanları tevhid inancı etrafında birleştiren
ve bütünleştiren sözüne itaat etmek yerine bölmeyi, dağıtmayı ve parçalamayı
tercih ettiler. Hatta çeşitli din mensuplarını birleştirme noktasında pek büyük
bir âmil olan Hz. İbrâhim’i bile, itibarından istifade etmek üzere, “o yahudi
idi” veya “hıristiyandı” demek suretiyle her biri kendilerine bağlamaya
çalışmışlardır. Bunlara karşı cevap olarak şöyle buyruluyor:
[1]
“Engür” Farsça, “‘ineb” Arapça, “istafil” Rumca üzüm demektir. |
|
Âl-i İmrân / 69 |
Medine’deki
yahudi kabileleri olan Nadîr, Kurayza ve Kaynukâ oğulları, Muâz b. Cebel,
Huzeyfe b. Yemân ve Ammâr b. Yâsir gibi bir kısım sahabîleri kendi dinlerine
çağırmışlar, bir rivayete göre de onları, “kendi dininizi bırakıp Muhammed’in
dinine uydunuz” diye kınamışlardı. İşte âyet-i kerîme, bu tür hâdiseler üzerine
inmiştir. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 111) Onlar, “Hz. Muhammed,
kendisinin peygamber olduğunu iddia ettiği halde, Hz. Mûsâ ve Hz. İsa’nın da
peygamber olduğunu kabul ediyor” ve “Hz. Mûsâ, Tevrat’ta şeriatinin sona
ermeyeceğini haber veriyor” gibi sözleriyle müslümanların kalplerine şüphe
atıp, onları haktan saptırmaya çalışıyorlardı. Halbuki farkında olmadan kendilerini
saptırıyorlardı. Çünkü onlar, böyle bir faaliyetten hayırlı bir netice elde
edemeyecekleri gibi, üstelik kıyamet günü hem kendi günahlarını hem de
saptırdıkları kimselerin günahlarını yükleneceklerdir. (bk. Nahl 16/25; Ankebût
29/13)
Burada
dikkat çeken bir husus, mü’minleri Allah yolundan saptırmak isteyen kimselerin,
Ehl-i kitabın hepsi değil, onlardan bir grup olmasıdır. Bir kısım âyet-i kerîmelerde,
Ehl-i kitap içinde “aşırılığa kaçmayan, insaflı ve mutedil bir zümre”
bulunduğu (bk. Mâide 5/66) ve “geceleri secdelere kapanarak Allah’ın
âyetlerini okuyan kişiler” var olduğu (Âl-i İmrân 3/113) haber verilir. Bu
sebepledir ki Ehl-i kitaba insaflı olmaları yönünde şu ilâhî telkinler yapılır: |
|
Âl-i İmrân / 70 |
Ehl-i
kitabın bilip göre göre inkâr ettiği “Allah’ın âyetleri”, Tevrât ve İncil’deki
Peygamberimiz (s.a.s.) ile alakalı müjdeler; İslâm’ın gerçek din olduğunu
gösteren ifadeler; en büyük mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm ve Allah Resûlü (s.a.s.)’in
elinde ortaya çıkan diğer mûcizelerdir. Ehl-i kitap bütün bunların doğru
olduğunu bildikleri ve kendi aralarında buna şâhitlik yaptıkları halde,
menfaatlerine ters düştüğü için inkâr etmekte idiler. Bu âyetleri sadece
kendileri inkâr etmekle kalmıyor, bir taraftan da başkalarını yanıltacak,
şaşırtacak ve aldatacak faaliyetler içine giriyorlardı. Bunların başında da
bile bile hakkı bâtılla karıştırmak suretiyle gerçeğin bütün açıklığıyla
anlaşılmasını engellemek ve yine bile bile hakkı gizlemek gelmekteydi. Bu
bağlamda onlar, Tevrat’ı tahrif ediyorlar, ilâhî kelamla kendi uydurduklarını
birbirine karıştırıyorlardı. Yine Tevrat’ta yer alan Peygamberimiz’le ilgili
açık ve kapalı âyetleri birbirine karıştırıp insanları aldatmak istiyorlardı.
Bunun
dışında daha özel mânada tezgahladıkları saptırma planları da vardı. Onlardan
bir kısmını haber vermek üzere şöyle buyruluyor: |
|
Âl-i İmrân / 77 |
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebiyle ilgili birkaç rivayet olmakla birlikte onlarda iki
tanesi şöyledir: 1. Abdullah b. Ömer (r.a.)’den rivayete göre Allah
Resûlü (s.a.s.): “Her kim bir müslüman kardeşinin malını gaspedip kendine
geçirmek üzere yalan yere yemin ederse Allah’ın gazabına uğramış olarak O’na
kavuşur” buyurdu. İbn Ömer bu hadis-i şerifi naklederken içeri Eş’as b. Kays
girdi ve İbn Ömer’i kastederek: “Ebu Abdurrahman size ne rivayet etti?” diye
sordu. Oradakiler de “Şöyle şöyle rivayet etti” dediler. Eş’as: “Ebu
Abdurrahman doğru söylemiştir. Çünkü bu benim hakkımda nâzil oldu: Yemen’deki
bir arazi yüzünden bir adamla aramda anlaşmazlık vardı. Onu alıp Peygamber
(s.a.s.)’e götürdüm ve aramızda hükmetmesini istedim. Allah Resûlü (s.a.s.): «Bu
arazinin sana ait olduğuna dair elinde delil var mı?» diye sordu. Ben:
«Hayır, yok» dedim. «O zaman diğer adamın yemini gerekir» buyurdular.
Ben: «O kişi yemin eder ve malımı elimden alır» dedim. Bunun üzerine Efendimiz
yukarıda geçtiği gibi buyurdular ve hemen akabinde de bu âyet-i kerîme nâzil
oldu. (Müslim, İman 220) 2.
Bu âyet, yahudi âlimleri hakkında inmiştir. Onlar, Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed
(s.a.s.)’in peygamberliğiyle ilgili olarak kendilerinden almış olduğu sözü
gizlemişler, Tevrat’ta olmayan şeyleri oraya yazmışlar ve menfaatlerini elden
kaçırmamak için de onun Allah katından olduğuna yemin etmişlerdi. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 92) İniş
sebebi hangi hâdise olursa olsun âyet-i kerîme, Allah adına verilen sözü
tutmamanın ve yine Allah adına yaptığı yeminin arkasına sığınarak yani bir nevi
Allah’ı kendine kalkan yaparak küçük veya büyük dünyevî menfaatler elde etmeye
çalışmanın çok büyük bir günah olduğunu haber vermektedir. Bu öyle büyük bir
günahtır ki, âhirette buna verilecek cezalar peş peşe beş madde olarak
sıralanmıştır:
Bu günahı işleyenler cennetin sonsuz nimetlerinden tamamen mahrum
kalacaklar ve onlara orada en küçük bir pay bile verilmeyecektir.
Allah onlarla konuşmayacak; onlara son derece gazap edecektir.
Onlara rahmet, lutuf ve ihsan nazarıyla bakmayacak; onlara hiçbir
değer vermeyecektir.
Onları, günahlarını bağışlamak sûretiyle kirlerinden arındırıp
temize çıkarmayacak, aksine onlara azap edecektir. Kendi temiz dostlarını övdüğü
gibi onları asla övmeyecektir.
Bütün bunlara ilâveten onlar için cehennemde pek acıklı, can
yakıcı bir azap olacaktır. Hem
maddeten hem mânen takdir edilen bu cezalar, kalbinde âhirete zerre kadar imanı
olan herkesi bu ve benzeri günahlardan sakınmaya ve Allah’ın sevdiği bir kul
olmak için ciddiyetle çalışmaya sevkedecek büyük bir tesire sahiptir.
Ehl-i
kitap içinde, kutsal kitapla alakalı olarak ağızlarını eğen, bile bile yalan
söyleyen ve insanları haktan ayırıp bâtıla saptırarak kula kul etmek
isteyenlerin varlığı da şöyle haber verilmektedir: |
|
Âl-i İmrân / 110 |
Hz.
Muhammed (s.a.s.)’in ümmeti, bütün insanlığa örnek olarak ve onları iyiliğe
sevketmek için çıkarılmış en hayırlı ümmettir. Yüce Rabbimiz, Levh-i Mahfuz’da
bunu böylece takdir buyurduğunu haber vermektedir. Fakat bu “hayırlı ümmet
olma” durumu, âyet-i kerîmede bir kısım şartlara bağlanmıştır. Bu şartlar;
başta Allah’a olmak üzere inanılması gereken her şeye şüphesiz inanmak, o
imanın gereği olarak İslâm’a uygun örnek bir hayat sürmek, bununla birlikte
temsil ettikleri İslâm’ın bir şiarı olarak iyilikleri emretmek ve kötülükleri
yasaklamaktır. Bu şartlar yerine getirildiği nispette “hayırlı ümmet olma”
durumu gerçekleşir. Bu şartlardaki aşınma ve azalma nispetinde de bu durum
zafiyete uğrar. O halde netice itibariyle karşımıza “siz bu şartları yerine
getirip bu güzel halinizi koruduğunuz müddetçe en hayırlı ümmetsiniz. Fakat bu
halinizi değiştirdiğiniz takdirde bu özelliğinizi elinizden kaçırırsınız” mesajı
çıkmaktadır. Nitekim bizden önceki Ehl-i kitabın hâli bu konuda ibretli bir
misal olarak ortada durmaktadır. Bir zamanlar, Allah’ın dinini yaşama ve tebliğ
vazifesi onlara verilmiş, fakat onlar bu kudsî nimetin şükrünü hakkiyle ifâ
edemediklerinden ellerinden alınmıştı. Eğer onlar, iman edip istikâmet üzere
yaşasalardı şüphesiz onlar için çok hayırlı olacaktı. Peygamberimiz (s.a.s.)’e
ve Kur’an’a inansalardı bu şerefli halleri devam edecek ve iki kat mükafat
alacaklardı. Fakat pek çoğu imanı reddedip dinden çıkarak fâsıklar gurûhundan
olmuşlardır. Dolayısıyla burada bizlere hem bir müjde hem de kuvvetli bir ikaz
bulunmaktadır.
Ey
mü’minler, unutmayın ki: |
|
Âl-i İmrân / 134 |
Âyette
geçen اَلسَّرَّاۤءُ (sarrâ), sürûr ve sevinç veren, اَلضَّرَّاۤءُ (darrâ) ise zarar ve sıkıntı veren durumları
ifade eder. الْغَيْظُ (gayz), hoşlanmadık
bir şeye karşı insanın duyduğu öfke demektir. كَظْمُ
الْغَيْظِ (kazmu’l-gayz) ise öfkesini yutup tutmak, zarar gördüğü
kimselere karşı kudreti bulunduğu halde intikama kalkışmamak ve hatta hoş
olmayacak bir davranış göstermeyip hazmetmek ve sabretmektir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
IV, 124) Burada
ilk olarak cennet ehli olan müttakîlerin üç önemli özelliğine dikkat çekilir: Birincisi;
genişlik ve darlıkta, varlıkta ve yoklukta, sürûr ve gam halinde devamlı verirler.
Bolluk ve surûr hali onları şımartıp bencilleştirmediği gibi, darlık ve
zorluklar da onlara vermeyi unutturamaz. Devamlı ganî gönüllü ve iyilik eder
halde bulunurlar. Şu misal darlık zamanlarında bile Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in
nasıl bir cömertlik ve infak seferberliği halinde olduğunu göstermeye yeter: Bir
gün, muhtaç bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek bir şeyler istedi. Allah
Resûlü: “–Yanımda
sana verebileceğim bir şey yok, git benim nâmıma satın al, mal geldiğinde
öderim” dedi. Efendimiz’in sıkıntıya girmesine gönlü râzı olmayan Hz. Ömer: “–Yâ
Resûlallah! Yanında varsa verirsin, yoksa Allah seni gücünün yetmeyeceği şeyle
mükellef kılmamıştır” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.)’in, Hz. Ömer’in bu sözünden
hoşnud olmadıkları, mübârek yüzlerinden belli oldu. Bunun üzerine Ensâr’dan bir
zât: “–Anam,
babam Sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Ver! Arşın sahibi azaltır diye korkma!”
dedi. Bu sahâbînin sözleri Efendimiz’in çok hoşuna gitti, tebessüm etti ve: “–Ben de bununla emrolundum” buyurdu. (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, X, 242) İnfakın
genişlikle-darlıkla, malla-varlıkla değil, gönlün cömertliğiyle alakalı bir
durum olduğunu şu misalle daha iyi anlamak mümkündür: 8
Ekim 2005 târihinde Pakistan büyük bir depremle sarsılmıştı. yetmiş binden
fazla insan vefât etti. Geride kalanlar da açlık ve yoklukla baş başa kaldılar.
Türkiye’den müslüman bir yavru, 24 Kasım’da şu mektup ile malının yarısını
müslüman kardeşlerine infâk etti ve îsârın zirvesini gösteren bir misal
sergiledi: “Ben
fakir bir evin oğluyum. Babam yok, annem hasta. İki milyon (iki lira) ekmek
paramız vardı, bunun size bir milyonunu gönderiyorum. Çünkü ben bugün çöpten
ekmek buldum. Akşam iftarı onunla yapacağız. Bu bir milyon ile, depremde zarar
gören çocuklara ekmek alın. Bu para helâldir. Pul parası da vereceğim için
paramın hepsini gönderemedim. Özür dilerim.” Nitekim
Allah Resûlü (s.a.s.), cennete girebilmede cömertliğin ehemmiyetini şöyle beyân
eder: “Cömert kul Allah’a yakındır,
cennete yakındır, insanlara yakındır, Cehennemden de uzaktır. Cimri kul ise
Allah’tan uzaktır, insanlardan uzaktır, Cehenneme de yakındır.” (Tirmizî, Birr 40) İkinci
olarak bu seçkin kullar öfkelerini yutarlar. Onlar, takvâdan doğan mânevî bir
kuvvet ile, nefsin zaruri arzuları seviyesinden daha yüce bir ufka yükselir,
böylece büyük bir ruhî güç kazanarak öfkeyi yenmeyi başarırlar. Peygamber
Efendimiz, öfkeyi yenebilmenin faziletiyle ilgili şöyle buyurmuştur: “Gerçek pehlivan güreşte rakibini yenen değil, kızdığı zaman
öfkesine hâkim olandır.” (Buhârî, Edeb 76; Müslim, Birr 107) “Kızgınlığını tatbik etme kudreti varken öfkesini kontrol edeni
Allah, kıyamet günü bütün insanların ön tarafına çağırır ve onu hurilerden
dilediğini seçmekte serbest bırakır.” (Ebû Dâvûd, Edeb 3; Tirmizî, Birr 74) Şâirin
şu beyti, olayın psikolojik boyutunu şöyle ifade eder: “Âlâmını kalbinde tutup, kimseye açma. Zira elemin zikri de bir başka elemdir.” (Ferit Kam) Şeyh
Edebali Hazretleri’nin Osman Gâzi’ye verdiği şu öğütler de bu ve benzeri
âyetlerin birer yansımasıdır: “Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana. Güceniklik
bize; gönül almak sana. Suçlamak bize; katlanmak sana. Âcizlik bize, yanılgı
bize; hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar
bize; adâlet sana. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlamak sana. Ey Oğul! Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana. Üşengeçlik bize;
uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana...” Ancak
öfkeyi yenmek birinci safha olup tek başına yeterli değildir. İnsan bazan hınç
almak ve şiddetli kin beslemek için öfkesini yutabilir. Bu durumda bir anlık
öfke korkunç bir intikama, dışa vurmuş bir kızgınlık ise gizli bir kine
dönüşür. Halbuki öfke ve kızgınlık, hınç ve kine nispetle daha pâk ve daha
temizdir. Bu yüzden, ayeti kerîme muttakîlerin ruhlarındaki, bu mağlup edilmiş
öfkenin ulaşması gereken sonucunu göstermekte ve bunun affetme ve müsamaha
olduğunu şöyle bildirmektedir: Üçüncü
olarak onlar, kendilerine kötülük edenlere karşı da af ile muamele ederler.
Öfke kontrol edildiği zaman, ruh üzerinde bir ağırlık, kalbi yakıp kavuran bir
alev ve vicdanı kaplayan bir duman haline gelir. Fakat insan, bu noktadan bir
adım daha ileri atarak affedebildiği takdirde gönlü açılır ve ruhu
ağırlıklardan kurtulup nurlu ufuklara açılma imkânı bulur. Kalp, kavurucu
alevlerin etkisinden kurtularak huzur, sukûnet ve itminana kavuşur. Bununla
birlikte affedip şefkat ve merhametle davrandığı karşısındaki insanın da doğru
yolu bulmasına yardımcı olur. Rivayete
göre Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. Kendisinin yakın
hizmetlerini görürdü. Birgün köle, getirdiği içi çorba dolu kâseyi, kazârâ Câfer
Hazretlerinin üzerine döktü. Üstü başı çorbaya bulanan Câfer Hazretleri de,
öfkeyle kölenin yüzüne baktı. Bunun üzerine köle: “–Efendim!
Kur’ân’da öfkelerini yenenler takdir ediliyor!” dedi. O zaman Câfer-i Sâdık
Hazretleri: “–Öfkemi
yendim!” dedi. Bu sefer köle: “–Kur’ân’da
aynı yerde insanların kusurlarını bağışlayanlar da takdir ediliyor!” dedi.
Câfer Hazretleri: “–Haydi
bağışladım seni!..” dedi. Bu defâ da köle: “–Âyetin
sonunda; «Allah ihsanda bulunan, iyilik eden kimseleri sever!» (Âl-i
İmrân 3/134) buyruluyor!” dedi. Bunun üzerine Câfer-i Sâdık Hazretleri: “–Haydi
git, hürsün artık; seni Allah için âzâd ettim!..” dedi. Nitekim
şu misâl de ne kadar ibretli ve takdire şâyandır. Merhum
Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Hazretleri’nin bir talebesi, geçirdiği bir buhran
sebebiyle mânen zaafa uğrar ve sarhoş bir vaziyette kapısına gelir. Kapıyı açan
kişi: “−Bu
ne hâl! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?” diye azarlayınca, bitkin ve
bîçâre adamcağız: “−Beni
merhametle kucaklayacak başka kapı var mı ki!..” diyerek çâresizliğini dile
getirir. Olup bitenleri içeriden işiten Sâmi Efendi, hemen kapıya gelir ve o
gönlü zedelenmiş talebesini içeriye buyur ederek, can sarayına alır. Onun vîrâne
olmuş gönlünü, merhamet, şefkat ve muhabbetle ihyâ eder. Bu rakîk gönül üslûbu
ile irşâda mazhar olan o şahıs da, bütün menfî hâllerinden kurtularak zamanla
sâlihler zümresine dâhil olur.
Önceki âyette birinci grup müttakîlerin
hususiyetleri beyân edildikten sonra şimdi burada ikinci bir müttaki grubundan
bahsedilmektedir: |
|
Âl-i İmrân / 137 |
|
|
YAPMAKTA OLDUĞU İYİLİĞİ DEVAM ETTİRMEKLE İLGİLİ ÂYETLER “Bir toplum inanç ve davranışlarını değiştirmedikçe, Allah da onların durumunu değiştirme ...
Müminûn suresinin 84. ayetinde şöyle buyrulur: Müminûn Suresi 84. Ayet Arapça: قُلْ لِمَنِ الْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهَٓا اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ Müm ...
Teğâbün sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 18 âyettir. İsmini, 9. âyette geçen ve “aldanma, aldatma, kar-zarar” mânasına gelen اَلتَّغَابُنُ (teğâbün) k ...
Müminûn suresinin 62. ayetinde şöyle buyrulur: Müminûn Suresi 62. Ayet Arapça: ِ وَلَا نُكَلِّفُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا وَلَدَيْنَا كِتَابٌ يَنْطِ ...
Müminûn suresinin 53. ayetinde şöyle buyrulur: Müminûn Suresi 53. Ayet Arapça: ِ فَتَقَطَّعُٓوا اَمْرَهُمْ بَيْنَهُمْ زُبُرًاۜ كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَ ...
Yâsîn sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. 83 âyettir. İsmini birinci âyette geçen يٰسٓ (Yâsîn) kelimesinden alır. Resmî sıralamada 36, iniş sırasına gör ...