Sure | Ayet | Karşılaştır |
---|---|---|
Bakara / 272 |
Peygamber
Efendimiz’in vazifesi, Kur’an’ın âyetlerini tebliğ ederek insanlara doğru yolu
göstermektir. “Sen de hiç şüphesiz insanlığı dosdoğru bir yola çağırmaktasın”
(Şûrâ 42/52) gibi âyetler bu gerçeği teyid eder. Yoksa onun vazifesi, insanları
doğru yola eriştirmek ve onların iman etmelerini sağlamak değildir. Bu mânada
hidâyet, Sadece Allah Teâlâ’ya mahsustur. Nitekim bu hakikati açıklayan diğer
bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Rasûlüm! Sen sevdiğini doğru yola erdiremezsin, lâkin Allah
dilediğini doğru yola eriştirir. Çünkü, doğru yola girecek olanları en iyi O
bilir.” (Kasas
28/56) Rivayete
göre fakîr müslümanlar çoğalınca Resûlullah (s.a.s.), müslümanların müşriklere
yardım etmesini yasakladı. Böylece onların, sadakaya olan ihtiyaçları sebebiyle
İslâm’a girmelerini istedi. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
III, 130) İslâm’a girmeleri için onlara sadaka verilmesini yasaklamanın doğru
olmadığını bildirdi. Çünkü hidâyet, paraya bağlı bir durum değil, tamâmen
Allah’ın takdirine bağlı bir sırdır. İbn
Abbâs’tan gelen bir rivayete göre ise, Ensar’dan bazılarının Kurayza ve Nadîr
oğullarından akrabaları vardı ve onlara sadaka vermek istemezlerdi. Onlara
sadaka vermek için müslüman olmalarını talep ederlerdi. Böyle durumlar üzerine
bu âyet nâzil olmuştur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 130-131) Dolayısıyla
bu âyet-i kerîmenin, ister müşrik, ister Ehl-i kitaptan olsun aralarında din
ayrılığı olan akrabalara ve diğer insanlara, ihtiyaç içinde olmaları halinde,
müslüman ve fakir yakınlar ihmal edilmeksizin sadaka vermekte bir sakınca
olmadığı hakkında genel bir hüküm getirdiği anlaşılmaktadır. Mü’minler, imkânları
ölçüsünde yakından uzağa herkese yardım ellerini uzatacaklar ve iman edenler
öncelikli olmak üzere başka dinden olan muhtaçlara da Allah için yardım
edeceklerdir. Zira yapılan bütün iyilikler ve her türlü yardımlar, sadece
yapanın sevap hânesine yazılmaktadır. İyilik yapan, zâhiren başkasına olsa bile
aslında ancak kendisi için iyilik yapmaktadır. O halde sırf Allah rızâsını
kazanma niyetiyle iyilik ve infaka devam etmek gerekir. Zira çok cömert ve
sonsuz kerem sahibi olan Yüce Mevlâmız, bunların karşılığını tam olarak
ödeyecek ve kimseye zerre kadar haksızlık yapılmayacaktır.
Bununla
birlikte verirken, gelen âyetin de açıkladığı gibi öncelik sırasına dikkat
gösterilmelidir: |
|
Bakara / 273 |
Farz
olan zekâtın kimlere verileceği Tevbe sûresinin 60. âyet-i kerîmesinde bildirilmektedir.
Nâfile olan sadakalar ise en yakından başlamak üzere ihtiyaçlı olan herkese
verilebilir. Bu âyet-i kerîme harcamada önceliğin ilim, hicret ve cihad gibi
sebeplerle kendilerini Allah yoluna adamış, bu yüzden gezip dolaşmaya,
ticaretle uğraşmaya imkân ve vakit bulamayan, aynı zamanda iffet ve hayâları
sebebiyle dilencilik yapmayan kimselere verilmesini tavsiye etmektedir. Rivayete
göre bahsedilen bu fakirler, Peygamberimiz zamanında “Ashâb-ı Suffe” olarak bilinen
kimselerdi. Bunların sayısının dört yüze kadar ulaştığı zamanlar olmuştur.
Medine’de ne kalacak yerleri, ne akrabaları, ne de kazanç getirecek bir
meslekleri vardı. Sürekli Mescid-i Nebevî’ye devam ederler, Mescid’in sofasında
oturur, orada yatar kalkarlardı. Kur’ân öğrenirler, Allah Resûlü’nün sohbetlerini
dinlerler, genellikle oruç tutarlar, vakitlerini ibâdetle ve İslâm’ın
hükümlerini öğrenmekle geçirirlerdi. Bunlar Peygamber dersânesinin, kendilerini
Allah yoluna adamış dâimî talebeleriydi. Resûlullah
(s.a.s.) bir gün Ashâb-ı Suffe’nin yanına gelip onların fakirlikleri, gayretli
oluşları ve kalplerinin temizliğine bakarak şöyle buyurmuştur: “Ey Suffe
Ashâbı, size müjdeler olsun! Ümmetimden her kim sizin gibi içinde bulunduğu
halden gönül hoşnutluğu duyarak Allah’a kavuşursa cennette benim arkadaşlarım
olur.” (Ali el-Müttaki, Kenzu’l-Ummâl, VI, 467) Âyet-i
kerîme bunlar dolayısıyla inmiş olsa da, hükmü umûma aittir. Allah rızâsı için
düşmana karşı nöbet bekleyen, cihada çıkan, ilim tahsil eden, halka hizmet
uğruna kendini vakfeden ve bu sebeple malı, mülkü olmayan, geçimini kazanmaya
vakit bulamayan veya vakit bulduğu halde gücü yetmeyen, yoksul ve fakir
müslümanlar, nerede ve ne zaman yaşamış olurlarsa olsunlar bu âyetin şumûlüne
girerler. Bu vasıftaki kimselerin her zaman ve zeminde yardım edilme bakımından
öncelik hakları vardır. Cenâb-ı
Hak, buradaki fakirleri üç önemli vasıfları sebebiyle övmektedir: Birincisi, iffet ve hayâları sebebiyle
nefislerini başkalarından dilenmekten menettikleri için, gerçek durumlarını
bilmeyen kimse onları zengin sanır. Onlar, sağlam karakterli, onurlu
insanlardır. Fakirlikleri, izzet ve şereflerini ayaklar altına sermelerine
sebep teşkil edemez. İkincisi,
“sen onları sîmâlarından tanırsın” ibaresinin belirttiği gibi, fakirin,
yoksulun ve çâresizin hâlinden anlayan kimseler onları gördüğü zaman, hiçbir
şey söylemeye gerek olmaksızın, Sadece yüzlerine bakmak sûretiyle hâllerine
âgâh olur, ihtiyaç sahibi olduklarını bilir. Şâir Örfî ne güzel söyler: “Dil derdini gamınla dil-fikâr olan bilir, Bîmâr hâlini yine bîmâr olan bilir.” “Senin
gönül derdini, senin gamınla ve kederinle gönlü yaralı olan bilir. Çünkü hasta
olanın hâlini ancak hasta olan bilir.” Şu
misâl de, fakirin hâlini dilenmeye ihtiyaç bırakmadan anlamanın önemine dikkat
çeker: Hak
dostlarından Muhammed Sevkâ Hazretleri’nin yeğeni kendisinden bir şey
istemişti. Bunun üzerine Hazret ağlamaya başladı. Yeğeni: “–Amcacığım,
ağlayacağını bilseydim istemezdim.” deyince amcası şöyle cevap verdi: “–Ben
neden sen istemeden önce vermedim diye ağlıyorum.” (Ebû Nuaym, Hilye, V,
6-7) Üçüncüsü
ise onlar yüzsüzlük edip insanlardan ısrarla bir şey istemezler. Bu hususta Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Birinizin, ipini alarak arkasıyla dağdan odun getirip satmak
suretiyle ihtiyâcını karşılaması, ister versinler ister vermesinler,
insanlardan istemekten daha hayırlıdır.” (Buhârî, Zekât 50; İbn Mâce, Zekât
25) “Allah Teâlâ hayâ sahibi, akıllı ve iffetli kimseleri sever. Kötü
sözlü, yüzsüz ve isteyici kimselere buğzeder.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VIII, 169)
Bunların
ötesinde Yüce Rabbimiz, gece gündüz, gizli ve açık devamlı infâk halinde
bulunan kullarını ise şöyle övüp müjdelemektedir: |
|
Bakara / 274 |
Rivayete
göre Ali b. Ebî Tâlib (r.a.)’ın bir defasında yanında sadece dört dirhemi
vardı. Bunun birini gece, birini gündüz, birisini gizli ve birisini de açıktan
verdi. Âyet-i kerîme bunun üzerine indi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 95)
Diğer bir rivayet bunun, Allah yolunda cihad için hazırlanan atların bakımını
yapan; yem veren, su veren ve onları besleyenler hakkında nâzil olduğunu
bildirmektedir. (Suyûtî, Lubâbu’n-Nukûl, s. 48) Buna göre Allah’a ve âhirete
inanan, rızây-ı Bârî ve ebedi sermâyeye gönül bağlayan mü’minler, gece gündüz,
gizli açık bütün vakitlerini hayırlı işler yaparak, bol bol iyilik ve
ihsanlarda bulunarak geçirirler. Bir kuruş, bir lokma ve bir nefeslerini bile
gafletle boş yere harcamazlar. Hele hele Allah’ın haram kıldığı faiz gibi
haksız kazanç yollarına hiç teşebbüs etmezler: |
|
Bakara / 275 |
Önceki
âyet-i kerîmelerde Allah yolunda harcamanın, sadaka vermenin ehemmiyeti açıklandı.
Fakir ve gariplere yardım elini uzatmanın, çâresizlere derman olmanın önemine
vurgu yapıldı. Mü’minler, insanlardan bir karşılık beklemeden sırf Allah rızâsı
için mallarını harcamaya teşvik edildi. Şimdi ise bunun tam tersi bir durum
olarak haram kazancın başında gelen faiz musîbetinden bahsedilmekte ve bu
haksız kazanç kesin bir dille haram kılınmaktadır. Âyette
geçen الرِّبٰوا (ribâ) kelimesi
sözlükte “fazlalık, nemâ, artma, çoğalma, yükseğe çıkma, serpilip gelişme” gibi
mânalara gelir. Dinî bir ıstılah olarak ribâ “borç verilen bir parayı veya malı
belli bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla, yahut borç ilişkisinden doğan ve
süresinde ödenmeyen bir alacağa ek vâde tanıyıp bu süreye karşılık onu
fazlalıkla geri almak veya bu şekilde alınan fazlalık” demektir. (DİA, Faiz md,
XII, 110) Belli malların, belli şekillerde yapılan satım akdi ile değişiminde
şart koşulan veya hâsıl olan fazlalık da ribâdır. Faiz kelimesi de Arapça olup
ribâ ile aynı mânada kullanılmaktadır. İslâm’dan
önce faiz, Araplar arasında son derece yaygındı. Mekke’de, Tâif’de, Medine’de
faizcilik yaparak çalışmadan kazanan, halkın sırtından geçinen bankerler vardı.
Bunlar, belirli süre sonunda verdikleri anaparaya ilâve olarak belli bir fazlalığı
da almak üzere ihtiyaç sahiplerine borç verirlerdi. Borçlu o belirli süre
sonunda borcunu ödeyemezse vâde uzatılır, buna karşılık faiz miktarı da
artırılırdı. Böylece borçlu çoğu zaman aldığının kat kat fazlasını ödemek
zorunda kalırdı. Bu uygulama o derece yerleşmiş ve kökleşmişti ki, Kur’an’ın da
ifade buyurduğu gibi, “alış-veriş de faiz gibidir” deniliyor; faiz de
tıpkı alış-veriş gibi meşrû sayılıyordu. İnsanları
uzun yıllar alıştıkları ve hayatlarında iyice kökleşmiş inanç, adet ve
alışkanlıklarından vazgeçirmek oldukça zor olduğundan dolayı İslâm’da içki,
kumar, faiz gibi haramlar birden yasaklanmamış; bunların haram kılınmasında
tedricî bir yol takip edilmiştir. İçkinin yasaklanması dört safhada
gerçekleştiği gibi, faizin haram kılınması da dört safhada gerçekleşmiştir: Birincisi;
bu konuda ilk inen hüküm Rûm sûresi'nin 39. âyetidir ve Mekke devrinde nâzil
olmuştur: “İnsanların malları içinde
artacağını düşünerek faize verdiğiniz para, zâhiren artar gibi gözükse de,
Allah katında artmaz. Oysa Allah’ın rızâsını isteyerek karşılıksız verdiğiniz
zekât cinsinden şeylere gelince, işte böyle yapanlar, mal ve sevaplarını kat
kat artıranların tâ kendileridir.” Bu
âyet-i kerîmeyle faiz yasaklanmamış, fakat faiz kazancında bereket olmayacağı belirtilmiştir.
Mekke döneminde faizle alakalı bundan başka âyet-i kerîme inmemiştir. İkincisi;
Medine devrinde nâzil olan Nisâ sûresi'nin 160-161. âyetlerinde şöyle buyrulur: “Yahudilerin yaptıkları
zulümler, pek çok kimseyi Allah yolundan alıkoymaları, men edildikleri faizi
almaları ve insanların mallarını haksız yollarla yemeleri yüzünden daha önce
kendilerine helâl kılınmış olan bir kısım temiz ve hoş yiyecekleri onlara haram
kıldık. Onlardan kâfir olanlar için can yakıcı bir azap hazırladık.” Bu âyetlerde faizin müslümanlara
yasaklandığına dair açık bir hüküm olmamakla beraber, yahudilerin kendilerine
haram kılındığı halde faiz aldıkları, böylece ilâhî azâbı hak ettikleri haber
verilmiştir. Bu ifadeyle, faiz almanın son derece kötü ve uzak kalınması
gereken bir iş olduğuna işaret olunmuştur. Üçüncüsü;
faizin müslümanlara ilk olarak haram kılınışı Medine döneminin ilk senelerinde
inen Âl-i İmrân sûresinin 130. âyetiyle olmuştur: “Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin. Allah’a karşı gelmekten
sakının ki kurtuluşa eresiniz.” Bu âyetle, o devirde yaygın bir şekilde
uygulanan ve fakiri en çok ezen fahiş ribâ, yani mürekkep faiz yasaklanmıştır.
Basit faizin haram olduğu hakkında henüz kesin bir hüküm inmemiştir. Bu, tıpkı
içkinin, içilmesinin haram kılınmayıp sarhoş halde namaza yaklaşılmasının
yasaklanması safhasına benzemektedir. Dördüncüsü;
daha sonra nâzil olan ve şimdi tefsiri yapılmakta olan Bakara sûresinin
275-279. âyetleriyle her türlü faiz kesinlikle haram kılınmıştır. Faizle ilgili
son inen âyetler bunlardır. Hz. Ömer (r.a.): “Bakara sûresindeki faiz âyetleri
en son inen âyetlerdendir. Resûlullah (s.a.s.) bunu yeterince açıklamadan vefat
etti. Bu sebeble faizi ve faiz şüphesi olan şeyleri bırakınız” (İbn Mâce, Ticârât 56) demiştir. Ayetler,
borca karşılık veya borcun vadesinin uzatılmasına karşılık istenen câhiliye faizini
yasaklamıştır. Buna ilâveten Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık
buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza karşılık tuz cinsi
cinsine birbirine eşit ve peşin olarak satılır. Malların sınıfları değişirse
peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın” (Müslim, Müsâkât 81; Tirmizî,
Buyû 23) buyurarak alışveriş faizini de yasaklamıştır. Buna göre aynı cins para
veya malların birbiriyle peşin mübâdelesinde bedellerden birindeki fazlalık
faizdir. Buna “fazlalık faizi” denir. Bedellerden birinin parayla alınıp
satıldığı durumlar hariç bu malların birbiriyle vâdeli olarak mübâdelesinde de,
ister tek bedel ister iki bedel vâdeli olsun yine faiz cereyan eder. Cinslerin
aynı veya ayrı, miktarların eşit veya farklı olması durumu değiştirmez. Bu faiz
çeşidine de “veresiye faizi” denir. İslâm hukukçularının çoğuna göre hadiste
sayılan mallar sadece örnek olmak üzere zikredilmiştir. Maksat, “bunlar ve
bunlar gibi olanlar” demektir. Buna göre insanların ihtiyaç duyduğu, bu sebeple
değer verdiği ve herhangi bir sûrette mübâdele ettiği mallar, cinsi cinsine
mübâdele edildiği zaman fazlalık bulunursa veya birbiriyle vâdeli olarak
mübâdele edilirse faiz gerçekleşir, demek en uygun olandır. (Karaman, Mukayeseli
İslâm Hukuku, II, 214) Faiz
yiyenlerin hem dünya hem de âhirette durumları çok hazîn ve perişandır. Bu
kimseler faiz yoluyla emek ve iş sahiplerinin çalışmalarının hâsılatını alıp,
onunla geçindiklerinden tembellik içinde yatarlar, rahat ve huzurlu bir şekilde
uyanamazlar, hemen kalkamazlar; pek çoğu yataklarında şeytan çarpmış gibi
saatlerce gerneşerek, ağzını, yüzünü buruşturarak, sendeleye sendeleye
kalkarlar. Bütün hayatları faiz düşüncesiyle ve onun dedikodusuyla geçer,
düştükleri zaman da bellerini doğrultamazlar. Bunlar karınlarını faiz ile
doldurduklarından dolayı, kabirlerinden kalkarken de genellikle saralı veya
deli halinde kalkacaklar ve bu hal onların belirgin özellikleri olacaktır.
Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.), faiz yiyenlerin âhiretteki hallerini
şöyle haber vermektedir: “Mirac gecesi, bir kısım insanlara uğradım ki, karınları evler
gibi iri idi. Bu karınların içi yılanlarla dolu idi ve bunlar dışardan
görünüyordu. Ben: «–Ey Cibrîl bunlar kimlerdir?» diye sordum. «–Bunlar faiz yiyenlerdir!» cevâbını Verdi.” (İbn Mâce,
Ticârât 58) Hz.
Câbir (r.a.)’ın nakline göre, “Resûlullah (s.a.s.) faiz yiyene, yedirene, bu
muameleyi yazan kâtibe ve şâhitlerine lânet etmiş ve: «Onlar müsâvîdir...»
buyurmuştur.” (Müslim, Müsâkât 105-106) Diğer bir hadîs-i şerîfte Allah Resûlü (s.a.s.),
insanı helâke sürükleyen yedi şeyden birinin faiz olduğunu haber vermiştir. (Buhârî, Vasâyâ 23; Tıb 48; Hudûd 44; Müslim, İman 145)
Faiz almakla zekât ve sadaka vermenin
neticesini mukayeseli bir şekilde öğrenmek isterseniz: |
|
Bakara / 276 |
“Faiz yoluyla malını artıran her kişinin âkıbeti, malının azalarak
fakîrliğe dûçâr olmasıdır.” (İbn Mâce, Ticârât 58; Hâkim, IV, 353/7892) Buna
mukabil Cenâb-ı Hak, sadakaların bereketini artırır. Sadakası verilen malın
temizlenerek çoğalmasına yardım eder. Peygamberimiz şöyle buyurur: “Sizden biriniz yeni doğan tayını terbiye edip büyüttüğü gibi
Allah verilen sadakayı kabul edip büyütür.” (Buhârî, Zekât 8; Müslim, Zekât
63) “Zekât maldan hiçbir şey eksiltmez.” (Müslim,
Birr 69)
Zekât
gibi Allah için yapılan bütün ibâdetler mahza hayır ve berekettir. Bunların
insana yararı çok olacaktır: |
|
Bakara / 277 |
Namaz
ve zekât, sâlih amellerin başında yer alır. Ancak ehemmiyetine binâen “sâlih
ameller”den sonra ayrıca bir kez daha zikredilmişlerdir. Hayatını her türlü
sâlih amel, namaz ve zekâtla geçiren samimi mü’minler faiz ve benzeri gibi
Allah’ın haram kıldığı şeylere asla yanaşmazlar. Akıllarından bile geçirmezler.
Ebû Hanîfe Hazretlerinin hali buna ne güzel bir misâldir: Ebû
Hanîfe’nin birisinde bin siyah dirhem alacağı vardı. Adam bin beyaz dirhem
vermek istedi. Ebû Hanîfe bunu kabul etmedi. Bunun faiz olabileceğinden
korktuğunu söyleyip kendisine siyah dirhem verilmesini arzu buyurdu. Yine
nakledildiğine göre Ebû Hanîfe bir adamın kapısında beklerken görüldü. Kapıyı
çalıyor sonra güneşin altına çekiliyordu. Sebebini soranlara şöyle dedi: “Benim
bu adamda alacağım var. Borçlunun herhangi bir şeyinden istifade etmek ise caiz
değildir. Bu sebeple onun duvarının gölgesinde gölgelenmekten kaçınıyorum.”
İslâm
terbiyesiyle yetişmiş böylesine olgun müslümanlardan oluşan bir topluluk için
dünyada korku ve üzüntü sebeplerinin asgariye ineceğinde şüphe yoktur. Çünkü
böyle bir toplumda zengin fakire merhamet eder, onu korur, derdiyle dertlenir;
fakir de zengine şükran duyar, onu ve servetini canı ve malı gibi korumaya
çalışır. Güçlü bir toplumsal düzen, birlik ve beraberlik tesis edilerek huzurlu
bir hayat imkânı sağlanmış olur. İşte faiz, böyle huzurlu bir toplum hayatını
baltaladığı için gelen âyetlerde olduğu gibi fevkalade keskin ifadelerle
yasaklanmaktadır. |
|
Bakara / 278 |
Faizi
kesin olarak yasaklayan âyetler geldikten sonra, mü’min olmanın gereği onu
tamâmen terk etmektir. Çünkü imanın şartı, “işittik ve itaat ettik” demektir.
Artık ilâhî emir tebliğ edilip anlaşıldığına göre, faizden mevcut alınacakların
peşine düşmek, onları almaya çalışmak doğru bir davranış olmaz. Bilakis bu çok
yanlış, Allah’ın rızâsına uygun olmayan ve O’nun gazabını celbeden çirkin bir
teşebbüstür. Bu sebeple, Allah’ın emrini bile bile faizcilikten vazgeçmeyenlere
Allah ve Rasûlü harp ilan etmiş, onlar da Allah ve Rasûlü’ne karşı savaşa
girişmişler demektir. İnsanların böyle bir savaşa güç yetirmeleri ve başarılı
olmaları ise mümkün değildir. Faizcilikle meşgul olmak, faiz almak ve vermek bu
kadar büyük bir cinâyettir. Allah’ın açacağı savaştan maksat, emrine
uymayanları cehenneme atmasıdır. Resûlullah’ın savaşı ise bizzat bildiğimiz mânada
savaşmasıdır. Faizciliği terk etmeyenler
gerek “faiz helâldir” inancında olan mürted veya kâfir, gerekse faizin haramlığına
iman etmekle beraber imanının gereğiyle amel etmeyen fâsık mü’min olsun
ikisiyle de savaşılması emredilmektedir. Çünkü bunlar zekâtı inkâr eden veya
vermekten kaçınanlar gibi mürted veya bâğîdirler. Bu
âyetlerin iniş sebebiyle ilgili şöyle bir rivayet nakledilir: Tâif’te
oturan Sakîf kabilesi faizcilik yapardı. Birçok kimse üzerinde faiz alacakları
vardı. Mekke’nin fethinden sonra Tâif kuşatılmış, bu arada faiz yasağı da konmuş
bulunduğu için bu konuda bir anlaşma yapılarak İslâm’a girmişlerdi. Anlaşmaya
göre kendilerinin faiz borçları düşecek, yasaktan önce tahakkuk etmiş faiz
alacaklarını ise tahsile devam edeceklerdi. Mekke Valisi Attâb b. Üseyd’e
başvuran faiz borçlusu bazı Mekkeliler, Sakîf’e olan faiz borçlarını
ödemeyeceklerini bildirdiler. Sakîfliler ise anlaşma gereği talepte ısrar
ettiler. Durum Resûlullah (s.a.s.)’e bildirilince bu âyet nâzil oldu.
Peygamberimiz de Attâb’a bir mektup yazıp “râzı olurlarsa mes’ele yok, râzı
olmazlarsa onlara savaş ilan et” diye emretti. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
III, 146-147) Peygamber Efendimiz,
Vedâ Hutbesi’nde faizin haram kılındığını herkese îlân etmiş ve şöyle
buyurmuştur: “Câhiliye faizi kaldırılmıştır. Lâkin «Tevbe ederseniz anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş
ne de haksızlığa uğramış olursunuz.» (Bakara 2/279) Kaldırdığım ilk
faiz, amcam Abbâs b. Abdulmuttalib’in faizidir. Onunki tamâmen kaldırılmıştır.”
(Bk. Müslim, Hac 147-8; Ebû Dâvud, Büyû‘ 5/3334; Tirmizî, Tefsir 9/3087)
Cenâb-ı Hak, günahlarından, burada özellikle de faizcilikten
tevbe edeceklere af ve rahmet kapısını açık tutmaktadır. Tevbe ettikleri
takdirde anaparaları kendilerine aittir. Onu, faiz pisliğinden arınmış olarak
almaları en tabiî haklarıdır. Böylece hem fazlasını almak sûretiyle borçluya
haksızlık yapılmamış, hem de anaparanın eksilmemesi sebebiyle borç veren de
haksızlığa uğramamış olacaktır. Bununla birlikte borçluya kolaylık ve müsamaha
gösterilmesini tavsiye sadedinde buyruluyor ki: |
|
Bakara / 279 |
Faizi kesin olarak yasaklayan âyetler geldikten sonra, mü’min olmanın gereği onu tamâmen terk etmektir. Çünkü imanın şartı, “işittik ve itaat ettik” demektir. Artık ilâhî emir tebliğ edilip anlaşıldığına göre, faizden mevcut alınacakların peşine düşmek, onları almaya çalışmak doğru bir davranış olmaz. Bilakis bu çok yanlış, Allah’ın rızâsına uygun olmayan ve O’nun gazabını celbeden çirkin bir teşebbüstür. Bu sebeple, Allah’ın emrini bile bile faizcilikten vazgeçmeyenlere Allah ve Rasûlü harp ilan etmiş, onlar da Allah ve Rasûlü’ne karşı savaşa girişmişler demektir. İnsanların böyle bir savaşa güç yetirmeleri ve başarılı olmaları ise mümkün değildir. Faizcilikle meşgul olmak, faiz almak ve vermek bu kadar büyük bir cinâyettir. Allah’ın açacağı savaştan maksat, emrine uymayanları cehenneme atmasıdır. Resûlullah’ın savaşı ise bizzat bildiğimiz mânada savaşmasıdır. Faizciliği terk etmeyenler gerek “faiz helâldir” inancında olan mürted veya kâfir, gerekse faizin haramlığına iman etmekle beraber imanının gereğiyle amel etmeyen fâsık mü’min olsun ikisiyle de savaşılması emredilmektedir. Çünkü bunlar zekâtı inkâr eden veya vermekten kaçınanlar gibi mürted veya bâğîdirler. Bu âyetlerin iniş sebebiyle ilgili şöyle bir rivayet nakledilir: Tâif’te oturan Sakîf kabilesi faizcilik yapardı. Birçok kimse üzerinde faiz alacakları vardı. Mekke’nin fethinden sonra Tâif kuşatılmış, bu arada faiz yasağı da konmuş bulunduğu için bu konuda bir anlaşma yapılarak İslâm’a girmişlerdi. Anlaşmaya göre kendilerinin faiz borçları düşecek, yasaktan önce tahakkuk etmiş faiz alacaklarını ise tahsile devam edeceklerdi. Mekke Valisi Attâb b. Üseyd’e başvuran faiz borçlusu bazı Mekkeliler, Sakîf’e olan faiz borçlarını ödemeyeceklerini bildirdiler. Sakîfliler ise anlaşma gereği talepte ısrar ettiler. Durum Resûlullah (s.a.s.)’e bildirilince bu âyet nâzil oldu. Peygamberimiz de Attâb’a bir mektup yazıp “râzı olurlarsa mes’ele yok, râzı olmazlarsa onlara savaş ilan et” diye emretti. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 146-147) Peygamber Efendimiz, Vedâ Hutbesi’nde faizin haram kılındığını herkese îlân etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Câhiliye faizi kaldırılmıştır. Lâkin «Tevbe ederseniz anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.» (Bakara 2/279) Kaldırdığım ilk faiz, amcam Abbâs b. Abdulmuttalib’in faizidir. Onunki tamâmen kaldırılmıştır.” (Bk. Müslim, Hac 147-8; Ebû Dâvud, Büyû‘ 5/3334; Tirmizî, Tefsir 9/3087) Cenâb-ı Hak, günahlarından, burada özellikle de faizcilikten tevbe edeceklere af ve rahmet kapısını açık tutmaktadır. Tevbe ettikleri takdirde anaparaları kendilerine aittir. Onu, faiz pisliğinden arınmış olarak almaları en tabiî haklarıdır. Böylece hem fazlasını almak sûretiyle borçluya haksızlık yapılmamış, hem de anaparanın eksilmemesi sebebiyle borç veren de haksızlığa uğramamış olacaktır. Bununla birlikte borçluya kolaylık ve müsamaha gösterilmesini tavsiye sadedinde buyruluyor ki: |
|
Bakara / 280 |
İslâm,
bir taraftan borçludan bir an önce borcunu ödemesini isterken, diğer taraftan
da alacaklıya borçluya karşı müsamahalı davranmasını tavsiye eder. İmkanı varsa
alacağını bağışlamanın kendisi için daha hayırlı olacağını müjdeler. Böylece
hem müslümanlar arasındaki kardeşlik bağlarını kuvvetlendirir hem de
problemlerin en güzel bir yolla çözülmesini sağlar. Allah
Resûlü (s.a.s.) Efendimiz’in borçluya gösterilecek kolaylığın mükâfâtıyla
alakalı olarak birkaç beyânı şöyledir: “Alacağını
erteleyen müslüman kişi için her gün bir sadaka sevabı vardır.” (İbn Mâce, Sadakât 14) “Zor durumda olan borçlusuna
mühlet veren veya borcunu ona bağışlayan kimseyi Allah kıyamet günü kendi
gölgesinde gölgelendirir.” (Müslim, Zühd 74) “Üç şey vardır ki kıyâmet günü bunlara sahip olan mü’min, dilediği kapıdan cennete girer ve istediği hûri ile evlenir.
Bunlar: Katili affetmek , borç isteyene gizlice borç vermek ve her farz
namazdan sonra İhlas sûresini on kez okumaktır.” (Ali el-Mütteki, Kenzü’l-Ummâl, XV, 810) Hz.
Âişe şöyle anlatıyor: “Resûlullah
(s.a.s.), birbiriyle kavga eden iki kişinin kapı önünde bağırıp çağırdıklarını
duydu. Borçlu adam, alacaklı olandan, alacağının bir kısmını bağışlamasını ve
kendisine anlayışlı davranmasını istiyordu. Alacaklı olan ise: «–Vallahi
yapmayacağım!» diyordu. Onların yanına çıkan Allah Resûlü (s.a.s.): «–Nerede o iyilik yapmayacağım diye yemin eden?» diye sordu.
Alacaklı olan: «–Buradayım
ey Allah’ın Rasûlü! Nasıl istiyorsa öyle olsun!» dedi.” (Buhârî, Sulh 10;
Müslim, Müsâkât 19) Âyetlerin
ve hadis-i şeriflerin istediği bütün dinî vecibeleri büyük bir dikkat, aşk ve
ihlasla yerine getirmek, yasaklardan da sakınmak zarureti vardır. Zira önümüzde
pek dehşetli ve belâlı bir gün olan kıyâmet günü bulunmaktadır. Şuurlu ve
ihlâslı bir dinî hayatla o günün şerrinden korunmak gerekir. O günde herkes
Allah’a dönecek, hayır veya şer yaptıklarının karşılığı tam olarak ödenecek ve
kimseye zerre kadar bir haksızlık yapılmayacaktır. İbn
Abbâs (r.a.), Bakara sûresi 281. âyetin Kur’an’ın en son inen âyeti olduğunu
söylemiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 156)
Şimdi
de yapılan alış verişlerin düzgün ve kazancın helâl olmasını sağlamak, insanlar
arasındaki ticâret ve borçlanma ilişkileri sebebiyle yaşanabilecek problemleri
asgariye indirmek için ayrıntı sayılabilecek hususların bile yazılması tavsiye
edilerek şöyle buyrulmaktadır: |
|
Bakara / 282 |
Bu
âyet-i kerîme, Kur’ân-ı Kerîm’deki en uzun âyettir. İnsanlar arasındaki belirli
bir süreye kadar olan karşılıklı borçlanmaların yazılmasını, şâhit tutulmasını,
böylece kul haklarının emniyet altına alınmasını tavsiye etmektedir. Şâhitlere
şâhitlik etmelerini, vazife düştüğü zaman bundan kaçınmamalarını; kâtiplere de
Allah’ın emrettiği şekilde adâletle yazmalarını emretmektedir. Yüce Rabbimiz,
sonsuz merhameti sebebiyle insanların özellikle de mü’minlerin karşılıklı muamelelerinin
nasıl olacağını bildirmekte; böylece onları birbirleriyle münakaşa etmekten,
sürtüşmekten ve birbirlerine kin gütmekten kurtarmak istemektedir. Borç
alıp vermede en önemli husus, onun zamanında ve eksiksiz olarak ödenmesidir.
Bunu sağlayabilmek için hem unutmayı hem de borcu inkârı önleyecek tedbirlere
ihtiyaç vardır. Yazma, şâhit tutma, teminat alma, insanlarda emanet ve
mesuliyet şuurunu geliştirme gibi hususlar bu tedbirlerin başta gelenleridir.
İşte âyet-i kerîme, bunları detaylı bir şekilde açıklamaktadır. Âyette borcu
teminat altına almakla ilgili emirler, dört mezhep imamının da içinde bulunduğu
pek çok fakihe göre tavsiye niteliğindedir; menduptur. Bunlar, yapıldığında her
bakımdan daha güzel beşeri münasebetler ve daha sıhhatli bir toplum hayatı
gerçekleşmiş olur. Ancak
borcun yazılması için kendine müracaat edilen kâtibin onu yazması farzdır.
Kendinden başka yazabilecek birileri varsa farz-ı kifâye, yoksa farz-ı ayn
olur. Bu sebeple idârî âmirlerin belgeleri yazacak bir güvenilir kâtip tâyin
etmeleri, mühim sorumluluklarından biridir. (Elmalılı, Hak Dini, II,
980) Âyet-i
kerîmede şâhit tutulacak kişilerle alakalı olarak “sizin erkeklerinizden”
kaydının konması, şâhitlerin şu vasıfları taşıması gerektiğini açıklar: -
Şâhitler çocuk olmayacak, ergenlik çağına gelmiş kimselerden olacaktır. -
Şâhitler mü’minlerden olacaktır. Zira gayr-i Müslimlerin, mü’minler hakkında şâhitlik
yapmaları câiz değildir. Sadece yolculuk esnasında ölmek üzere olan müslümanın
yapacağı vasiyete şâhitlik yapmalarına cevaz verilmiştir. (bk. Mâide 5/106) Bir
borcun belirlenmesi için öncelikle iki erkek şâhit gereklidir. İki erkek şâhit
bulunamadığı takdirde, bir erkek iki kadın şâhit yeterlidir. Bunlar râzı
olduğunuz ve adâletle şâhitlik yapacak (bk. Talâk 65/2) kimselerden olmalıdır.
Görüldüğü üzere âyet-i kerîmede “bir erkek şâhid”e karşılık olarak “iki kadın
şâhit” talep edilmiştir. Gerekçe olarak da “biri yanıldığı takdirde
diğerinin ona hatırlatması” (Bakara 2/282) şeklinde bir açıklama
yapılmıştır. Zira şâhitliğe ehliyet ve liyakatin şartlarından biri de gerektiği
şekilde hıfzedebilmek, akılda iyi tutmak ve unutmamaktır. Ancak şâhidin, şâhitlik
yapması için hâdiseyi başından sonuna kadar her an hafızasında tutması ve
aklından çıkarmaması şart değildir. Şâhitlik yapacağı sırada hakkiyle
hatırlaması ve aklına getirmesi yeterlidir. Kadının
şâhitliğinin erkeğe göre yarım olması, onlar için bir eksiklik veya bir zâfiyet
değildir. Bu onların fizikî ve ruhî yapılarının taşıdığı özelliklerin bir
gereğidir. Allah Teâlâ, hanımlara duygu derinliği, incelik, şefkat, merhamet,
hayâ, fedâkârlık, çocuk bakımı ve neslin muhâfazası gibi meziyetler ihsân
etmiştir. Onların bünyesi nârin, hisleri fevkalâde kuvvetli ve merhamet
duyguları yüksek olduğundan hayâtın çeşitli safhalarında birtakım süprizlerle
karşılaştıklarında bazan bedenî ve rûhî zaaflara düşerler. İşte onların şâhitliğinin erkeğe göre yarım
olmasının sebeplerinden biri budur. Bu İslâm’ın; erkek ve kadına ait fıtrî ve
değişmez olan husûsiyetleri dikkate almasından doğan mükemmel bir hükümdür. Cenâb-ı
Hak, erkeği, hayat mücâdelesi ve evin geçimiyle mükellef kılmış, bu vazîfeyi
lâyıkıyla îfâ edebilmesi için, bedenen daha kuvvetli, rûhen de daha metin
yapmıştır. Kadın ise nesli korumaya, evlât yetiştirmeye ve onu en zayıf ve
âciz zamânında bakıp gözetmeye, himâye etmeye memur kılınmıştır. Bu sebeple
onun vazîfesi, bedeninin değil, rûhunun daha derin duygu ve hassâsiyetlerle techîz
edilmesini gerektirmiştir. Bunun içindir ki, çocuğun ilk acziyet devresinde onu
derin bir merhamet ve muhabbetle kucaklayıp büyütmek için kadına ilâhî bir
mevhibe olarak aşırı bir hissîlik verilmiştir. Bu
hissî yapısıyla bir merhamet mecrâı olan anneye, yaratılış maksadının ve
gücünün dışında bir vazîfe yüklenirse, menfî bir netîce ortaya çıkar.
Dolayısıyla bir kadının suçluya acıyıp merhamet ederek adâleti yanıltma
ihtimâli yüksektir. Bu da onun şâhitliğinin yarım olması husûsunda vârid olan
ilâhî hükmün hikmetlerinden biri olmuştur. Diğer taraftan İslâm, şâhitliği
insanın psikolojik yapısına göre tanzîm eder. Yerine göre erkeğin şâhitliği
nazar-ı îtibâra alınmazken yerine göre de kadının şâhitliği tam olarak kabul
edilir. Meselâ erkeklerin muttalî olma ihtimali bulunmayan yerlerde sadece
kadınların şâhitliği yeterli sayılır. (Mecelle, md. 1685) Belli
bir süreye kadar borçlanmalarda kendine müracaat edilen kâtip yazmaktan, şâhit
de şâhitlik yapmaktan kaçınmamalıdır. Yazarken ve şâhitlik yaparken de kimseye
bir zarar vermemelidirler. Çağrıldıklarında gitmemek, yazarken veya şâhitlik
yaparken doğru olanı değiştirmeye çalışmak gibi zarar verici davranışlardan
uzak durmalıdırlar. Aynı şekilde onlara da yazdıktan ve şâhitlik yaptıktan
sonra kimse tarafından bir zarar verilmemelidir. Onları mühim olan işlerinden
alıkoymak, belirli ölçüler dışında fazladan tekliflerde bulunmak veya kâtibe
ücretini vermemek gibi yanlış bir tutum içinde de olunmamalıdır. Böyle şeylere
teşebbüs etmek, büyük bir günahtır. Ayetin
sonunda yer alan, “Allah’a karşı gelmekten sakının! Allah size ihtiyaç
duyduğunuz bütün hükümleri ve her işte uymanız gereken yolu öğretmektedir”
kısmına: “Allah’a karşı gelmekten sakının ki Allah size öğretsin” (Bakara 2/282) şeklinde meâl
vermek de mümkündür. Dolayısıyla bu âyette, Allah’tan hakkiyle korkanlara Cenâb-ı
Hakk’ın ilim öğreteceği vâdi vardır. Yâni takvâ sahibi kulun kalbine Yüce Allah,
kendisiyle gerçekleri kavrayabileceği ve hakla bâtılı ayırabileceği bir nûr
ihsan eder. (Kurtubî, el-Câmi‘, III, 406) Nitekim, “Ey iman edenler!
Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız size hakkı bâtıldan, doğruyu
yanlıştan ayıracak şaşmaz bir ölçü verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar.
Çünkü Allah, pek büyük lutuf ve ihsan sahibidir” (Enfâl 8/29) âyeti de bu mânaya
işaret etmektedir. Hadîs-i şerîfte ise bu mânayı teyiden şöyle buyrulur: “Öğrendikleriyle amel edene Allah Teâlâ bilmediklerini öğretir.” (Ebû Nuaym, Hilye,
X, 15)
Yolculuk
halindeyken borçları yazma ve borca karşılık rehin alma konusuna gelince: |
|
Bakara / 283 |
Verilecek
borca karşılık rehin almak, sadece yolculukla alakalı bir durum değildir.
Normal şartlarda da rehin alınıp verilebilir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.),
Medine’de bir yahudiden aldığı bir miktar arpa karşılığında zırhını ona rehin
olarak vermiştir. (Buhârî, Buyû‘ 33; Müslim, Müsâkât 124) Âyette özellikle
yolculukla alakalı olarak zikredilmesi, yolculukta borcu yazacak bir kâtip ve
kalem, kağıt ve mürekkep gibi yazı malzemelerini bulmanın zorluğu sebebiyledir.
Alınan rehin, borcun ödenmesini teminat altına alacak bir vesika yerine geçer. 282
ve 283. âyetlerde karşılıklı borçlanmalarda borcun tam olarak ve zamanında
ödenmesini garanti altına almak için üç çeşit uygulamadan bahsedildi. Bunlar
yazmak, şâhit tutmak ve rehin almaktır. Her hak sahibine hakkını verebilmek ve
kimsenin en küçük bir zarar görmemesini sağlayabilmek için bunların tatbikatına
itina gösterilmesi icab eder. Ancak borç veren ve alan birbirlerine
güvendikleri takdirde, bu üç uygulamadan herhangi birine başvurmadan da
borçlaşmaları caizdir. Dinde mühim olan kalplerde bu emniyet hissini
geliştirmek, güvene karşı hıyânet etmemeyi, sırf Allah korkusuyla emâneti
yerine getirebilmeyi bütün borç ilişkilerine yaymaktır. Zira teminat alınsa
bile, kişilerde emânet şuuru ve mesûliyet duygusu kökleşmediği takdirde, borcun
taraflarının birbirine haksızlık yapmalarına mâni olmak çoğu kez mümkün
olmayabilir. Hiçbir
kimseye bildiği bir hususta şâhitliği gizlemesi caiz değildir. Dolayısıyla
hakkın yerini bulması için şâhitlikten kaçınmamak hem de görüp bildiğimiz
doğruyu gizlememek gerekir. Borç alanlar da borçları ne ise onu olduğu şekilde
söylemeli, inkâr etmeye kalkışmamalıdırlar. Çünkü bunları gizlemek büyük bir
günahtır. Bunlar esasta kalbi ilgilendiren işler olduğu için kalbe isnad
edilmiş ve böyle yapanların kalplerinin günahkâr olduğu beyân buyrulmuştur. Hangi
şartlar altında olursa olsun şâhitliğin ifâ edilmesi lâzım geldiği hakkında
âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Kendinizin, ana-babanızın ve yakın akrabanızın
aleyhinde bile olsa, Allah için doğru dürüst şâhidlik yaparak, adâleti titizlikle
ayakta tutan kimseler olun! Hakkında şâhidlik yaptığınız kimse zengin de olsa
fakir de olsa böyle davranın. Çünkü Allah, ikisine de sizden daha yakındır,
hâllerini daha iyi bilir. Şu hâlde, sakın âdil davranmaktan yüz çevirip nefsin
arzularına uymayın. Eğer dilinizi eğip büker, gerçeği olduğu gibi söylemekten
çekinir veya büsbütün ondan yüz çevirirseniz, başınıza geleceği siz düşünün! Zira
Allah, yaptığınız her şeyden hakkıyla haberdardır.” ((Nisâ 4/135;
Ayrıca bk. Mâide 5/8) İbn
Abbas (r.a.)’den nakledilen bir rivayete göre şu üç şey büyük günahlardan olup,
bunlardan uzak durulmalıdır: › Allah’a şirk
koşmak. Bu konuda, “Şunu bilin ki, kim Allah’a şirk koşarsa, Allah ona
cenneti haram kılmıştır ve onun varacağı yer ateştir” (Mâide 5/72)
buyrulmuştur. › Yalancı şâhitlik
yapmak. › Şahidliği
gizlemek. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 191)
Zira
Allah her şeyi, içimizden geçen en ince duygu ve düşünceleri bile tam olarak çok
iyi bilmektedir. Nitekim gelen âyet bu hususa ışık tutmaktadır: |
|
Bakara / 284 |
Bu
âyet-i kerîme şâhitliği gizlemek ve doğruyu olduğu gibi söylememek hakkında
inmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 192) Âyet-i kerîmedeki
“içinizden geçen” ifadesi mutlak olduğu için, nefsin her türlü hallerini ve
hareketlerini şumûlüne almaktadır. Buna göre duygu, düşünce, irade, yönelme,
hayal etme, her çeşit hâtıra ile vesveseler, şüpheler, inançlar, ister ihtiyarî
ve isterse gayri ihtiyarî, sürekli veya gelip geçici, iyi ve kötü insanın iç
dünyasında olup biten her şey buna dâhildir. Fakat âyetin üslûbu, sibak ve
siyâkı bu mutlak mânayı daraltan bir husûsiyet taşımaktadır. Şöyle ki: › Âyetteki
sözün gelişi, şâhitliği gizlemek ve bildiğini söylememek gibi çirkin durumlara
ait olduğundan, hesap da daha ziyâde kötülükler hakkında maruf olduğundan iyi
ve güzel olanlar hesaba çekilmenin dışında kalır. › Âyetteki ف۪يۤ اَنْفُسِكُمْ (fî
enfüsiküm) “içinizde bulunanlar” ibâresi, “içinizde iyice yer etmiş, karar
haline gelmiş olan duygu, düşünce ve niyetler” için açık bir mâna taşıdığından,
bir var, bir yok olan gelip geçici ve kararsız duygular bunun dışında
kalmaktadır. › “Gizli tutmak
ve açığa vurmak”, insanların iradeleriyle yaptıkları işlere ve
davranışlara ait olduğundan, irade dışı olanlar bunun dışında kalır. Zira
hesaba çekilmek, düşüncelerin mutlaka açığa çıkması veya gizli kalmasına bağlı
değildir. Çünkü niyetlerinin açığa çıkması da, gizli kalması da tamâmen
insanların kendi takdirlerine kalmış bir durumdur. Bu ise ancak kesinlikle
kasıt ve niyetle olur. O halde iradeli olarak yapılan bütün işler ve ruhî
haller hesaba çekilmeyi gerektirir. Böyle olmayanların gizli kalması da açığa
çıkması da Allah Teâlâ’nın isteğine bağlıdır. (Elmalılı, Hak Dini, II,
991) Bu
açıklamadan sonra bu âyet-i kerîmeyle “Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği
şeyle sorumlu tutmaz” (Bakara 2/286) gibi âyetlerin ve Allah Resûlü (s.a.s.)
Efendimiz’in bu konuya açıklık getiren beyânlarının arasını telif etmek daha
kolay olacaktır. Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Allah ümmetimden, işlemedikleri
ve konuşmadıkları sürece gönle doğan düşüncelerin günahını bağışlamıştır.” (Buhârî, Eymân 15; Müslim, İman 201) “…Kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa, Cenâb-ı Hak bunu
yapılmış mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet bir kimse iyilik yapmak
ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o iyiliği on mislinden başlayıp yedi
yüz misliyle, hatta kat kat fazlasıyla yazar. Kim bir kötülük yapmak ister de
vazgeçerse, Cenâb-ı Hak bunu mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet insan
bir kötülük yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o fenalığı sadece
bir günah olarak yazar.” (Buhârî, Rikâk 31; Müslim, İman
207, 259) Ashâb-ı
Kirâm, zaman zaman Peygamber Efendimiz’e gelerek imanî mevzularla alakâlı
olarak zihinlerinden açıklamaları mümkün olmayan bazı kötü düşüncelerin gelip
geçtiğini söylediklerinde Efendimiz onlara: “İşte o, imanın ta kendisidir” şeklinde cevap vermiştir.
(Müslim, İman 209) Hâsılı
Allah Teâlâ’dan hiçbir şeyin gizli kalması mümkün değildir. Bu sebeple
insanların gönüllerine yerleştirdikleri bir şeyi açığa vurmaları veya gizli
tutmalarının fazla bir önemi yoktur. Kendi hür irade ve tercihleriyle isteyerek
yaptıkları işlerin hepsi hesaba dâhildir. Bunların hepsinin hesabını Allah
sorar da sorumluluk kesinleştikten sonra dilediğini bağışlar, dilediğine de
azap eder. O’nun azabı bile katıksız adâlet; bağışlaması ise zaten katıksız lutuf,
ihsan ve inayettir.
İşte
o katıksız lütuf, ihsan ve inayete nâil olabilmek için gerekli iman, itaat,
teslimiyet ve niyazı öğretmek üzere miraç gecesinin paha biçilmez hediyesi olan
âyetler gelmektedir: |
|
Bakara / 285 |
Bu
âyetlerin iniş sebebi olarak şöyle bir rivayet nakledilir: Bir
önceki “İçinizden geçeni açığa vursanız da, gizleseniz de Allah onun
hesabını sizden sorar” (Bakara 2/284) âyeti inince, burada işaret edilen
ince mânalar, ilâhî vahyin karşısında gerçekten çok hassas bir gönle sahip olan
ashâb-ı kirâma pek ağır geldi. Toplanıp Resûlullah’ın huzuruna vardılar, diz
çöktüler: “Ey Allah’ın Resûlü! Namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün
yeteceği amellerle sorumlu olduk. Şimdiyse sana bu âyet indirildi. Halbuki
bizim buna gücümüz yetmeyecek” dediler. Peygamberimiz (s.a.s.) onlara: “Siz
de sizden önceki kitap ehli gibi, «İşittik ve isyan ettik» mi demek
istiyorsunuz? Bilakis «İşittik, itaat ettik, ey Rabbimiz bizi bağışlamanı
isteriz, dönüş ancak sanadır» deyin” buyurdu. Bunu hep birlikte söylemeye
başladılar. Söyledikçe dilleri alıştı ve gönülleri yatıştı. O zaman Bakara 285.
âyet nâzil oldu. Böylece Allah’a tazarrû ve niyaz ile yalvarıp yakardılar,
istiğfar edip Allah’a sığındılar. Bu sebeple bir süre sonra da 286. âyet
indirilerek güçlerinin yetmeyeceği ve ellerinde olmayan şeylerden hesaba
çekilmeyecekleri bildirilmiş ve endişeleri giderilmiş oldu. (Müslim, İman 199) Bakara
sûresinin ilk beş âyetinde iman esaslarına yer verilmiş, müttaki olmak ve
kurtuluşa erebilmek için bunlara inanmanın ve gereğince amel etmenin önemine
dikkat çekilmişti. Burada sûre sona erdirilirken tekrar İslâm’ın temelini oluşturan
Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman, mü’minlerin ayrılmaz
bir vasfı olarak dile getirilir. Bizim inanç sistemimizde, özellikle yahudi ve hıristiyanların
yaptığı gibi peygamberler arasında bir ayrım yapmak söz konusu değildir. Hiçbir
ayırım yapmaksızın hepsine inanmak farzdır. Mü’min olmanın, ayrılmaz
şartlarından biri de Allah’ın ve peygamberin emirleri karşısında son derece
duyarlı bir gönle sahip olmak, en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün tekliflere
“işittik ve itaat ettik” diyerek mukabele etmektir. Onlar için isyan ve
itaatsizlik olacak şey değildir. İşitme ve itaatte eksik kalan kısımlar için de
Allah Teâlâ’dan af ve bağışlanma talep edilecektir. Zira insanlar sonunda O’na
dönecek ve yaptıklarının hesabını vereceklerdir. Bundan kaçış ve kurtuluş imkanı
yoktur.
Ancak Allah Teâlâ’nın size sonsuz merhamet sahibi
olduğunu unutmayın ve ilâhî rahmete erebilmek için âdâbına uygun tarzda
Rabbinize şöyle yalvarın: |
|
Bakara / 286 |
Burada
yer alan “Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz” (Bakara 2/286) ifadesi, Allah
Teâlâ’nın kullarını sorumlu tuttuğu dini emirlerdeki ölçüyü haber vermektedir.
Dolayısıyla insanlara güç yetirebilecekleri şeyleri teklif etmek, Allah’ın
değişmez bir kanunudur. Bu da Rabbimizin kullara olana rahmet, merhamet ve
ihsanının bir göstergesidir. “Allah
sizin için kolaylık diler, fakat zorluk dilemez” (Bakara
2/185) ayeti de bu gerçeğe ışık tutmaktadır. Ancak kul, yine de Rabbine niyaz
halinde olmalıdır. Nitekim
Kur’ân-ı Kerîm, zaman zaman mü’minlerin Allah Teâlâ’ya nasıl dua edeceklerini
bildirir. Burada da çok mühim dua ve niyaz örnekleri yer almaktadır. Bunlardan
birincisi: “Rabbimiz! Unutur veya hata edersek bizi cezalandırma!” (Bakara 2/286) duasıdır. Gerçekten de Cenâb-ı Hak, mü’minlerin bu duasını kabul
buyurmuş, onlardan unutma ve hata yollu vuku bulan günahları affedeceğini
müjdelemiştir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ
hatâ, unutma ve zorlama sûretiyle işlenen günahlardan dolayı ümmetimi hesaba
çekmeyecek, onları bağışlayacaktır.” (İbn
Mâce, Talâk 16/2043, 2045) İkincisi:
“Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme!” (Bakara 2/286) duasıdır. Önceki
ümmetlere bir kısım ağır sorumluluklar yüklenmişti. Meselâ yahudiler günde elli
vakit namaz kılmak, mallarının dörtte birini vergi vermek, pislik bulaşan
elbiseyi kesmek, vatanlarından sürülüp çıkarılmak, birçok konuda hemen idam
cezası uygulanmak, tevbe etmek için intiharla yükümlü olmak, bir isyan üzerine
hemen ceza verilmek, herhangi bir hata meydana gelirse helâl olan yiyeceklerden
bazıları yasak kılınmak gibi hükümlerle sorumlu tutulmuşlardı. (bk. Zemahşerî, el-Keşşâf,
I, 159) İşledikleri günahlar sebebiyle de maymun ve hınzıra çevrilmişlerdi.
(bk. Bakara 2/65; Mâide 5/60) İşte müminler bu gibi sıkıntılardan, zorluklardan
korunmalarını niyaz ettiler, Allah Teâlâ da Peygamber Efendimiz’i göndererek
fazl u keremiyle bu ağır sorumlulukları ümmet-i Muhammed’den kaldırdı. (bk. A‘râf
7/157) Üçüncüsü:
“Rabbimiz! Kaldıramayacağımız şeyleri de bize yükleme!” (Bakara 2/286) duasıdır. Yani
“Dinî sorumluluk olarak güç yetmez, hiç çekilmez, takat getirilmez, yüklenecek
olursa yerine getirilemeyecek, isyan ve itaatsizliğe sevkedecek tekliflerde
bulunma! Dünya hayatında ceza olarak gelen, bizi mahv ve helak eden, takat
yetişmez musibetler, belalar ve sevdâlar altında bizi inletme!” demektir. Bir
tevcihe göre, bir önceki dua ile yerine getirilmesi zor olan sorumluluklardan
Allah’a sığınılırken, bu dua ile de güç yetirmek zor olan cezalardan Allah’a
sığınılmak istenmiştir. Çünkü güç yetmeyecek zor işlerle mükellef tutulan
kişilerin, kusur işlemekten tamamen uzak durmaları ve cezaya uğramamaları
oldukça zordur. Dördüncüsü
ise: “Günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim
sahibimiz ve yardımcımızsın. Kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle!” (Bakara 2/286) duasıdır.
“Affet” niyazı, günahların silinmesini, yok edilmesini ve bunlarla sorguya
çekilmemeyi istemektir. Her ne kadar işlenen günahlar, Allah’ın ilminde belli
ve sâbit olsa da, Cenâb-ı Hak isterse onların kullara yönelik sonuçlarını silebilir
ve onları bu günahlar sebebiyle cezalandırmayabilir. “Mağfiret” niyazı ise
günahların açığa vurulmamasını talep etmektir. Allah Teâlâ yapılan bir günahın
cezasından vazgeçebilir ama, onu açıklamaktan ve ortaya dökmekten
vazgeçmeyebilir. İşte mü’minler Allah’tan hem günahlarının affını, hem de
bunların gizlenmesini istemekle emrolunmuşlardır. Ancak bu şekilde halleri
gizli kalabilir ve rezil olmaktan kurtulabilirler. Bu
iki âyet, toplumumuzda daha ziyâde “Âmene’r-Resûlü” ismiyle meşhur olmuştur.
Peygamberimize Mirac gecesi vahyedilmiştir. (Müslim, İman 279) Bunların
faziletiyle alâkalı olarak Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur: “Bakara sûresinin sonunda iki âyet vardır ki, bir gecede okuyana
onlar yeter; onu her türlü kötülüklerden korur.” (Buhârî,
Fezâilü’l-Kur’an 10; Müslim, Müsâfirin 255) “Allah Teâlâ, Bakara sûresini iki âyetle sona erdirdi ki, bunları
bana arşın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz, kadınlarınıza,
çocuklarınıza belletiniz, öğretiniz. Çünkü bunlar hem rahmettir, hem duadır,
hem Kur’ân’dır." (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 14)
Şimdi, Bakara sûresinde özetle işaret edilen bir
kısım mevzuları derinlemesine izah etmek ve sûrenin sonunda yer alan
mü’minlerin yardım ve zafer niyazlarına bir cevap olmak üzere Âl-i İmrân sûresi
başlıyor: |
|
Enbiya suresinin 107. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 107. Ayet Arapça: وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ Enbiya Suresi 1 ...
Enbiya suresinin 94. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 94. Ayet Arapça: فَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا كُفْرَانَ لِس ...
"O Allah ki, ümmîlere kendi içlerinden, onlara âyetlerini okuyacak, onları her türlü günah kirlerinden temizleyip arındıracak, onlara kitabı ve hikm ...
Enbiya suresinin 89. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 89. Ayet Arapça: وَزَكَرِيَّٓا اِذْ نَادٰى رَبَّهُ رَبِّ لَا تَذَرْن۪ي فَرْدًا وَاَنْتَ ...
Enbiya suresinin 81. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 81. Ayet Arapça: وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ ...
"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Saf Sûresi ...