Mucâdile sûresi Medine’de inmiştir. 22 âyettir. İsmini, birinci âyette geçip, “mücâdele etmek, tartışmak” mânasına gelen تُجَادِلُ (tücâdilü) fiilinden ism-i fâil olan اَلْمُجَادِلَةُ (mücâdile) kelimesinden alır. Mushaftaki tertîbe göre 58, iniş sırasına göre 104. sûredir.
Câhiliye döneminde kadınlara zulmetmek için kullanılan “zıhâr” âdetini kaldırmak üzere bir kısım tedbirler getirilir. Gizli konuşmaların esasları belirtilir ve herkes içinde gizli gizli konuşmanın doğru olmadığı beyân edilir. Meclislerde oturmanın ve kalkmanın adabı öğretilir. Resûlullah (s.a.s.) ile yapılacak özel görüşmeler için bir kısım kısıtlamalar ve düzenlemeler yapılır. Münafıkların belli başlı vasıflarına yer verilerek, hususiyle mü’minlerin, yakın akrabaları bile olsa, Allah’a ve Rasûlü’ne düşmanlık edenlerle münâsebetlerinde çok dikkatli davranmaları istenir.
Mushaftaki sıralamada elli sekizinci, iniş sırasına göre yüz beşinci sûredir. Münâfikûn sûresinden sonra, Hucurât sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur. Sadece 7. âyetinin Mekke’de indiğine dair bir rivayet vardır (İbn Atıyye, V, 272).
1. Rasûlüm! Allah, kocası hakkında sana müracaat edip seninle tartışan ve hâlini Allah’a şikâyette bulunan kadının sözlerini elbette işitti. Zâten Allah, o sırada sizin karşılıklı konuşmanızı dinliyordu. Hiç şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir.
2. İçinizden “sen bana annemin sırtı gibisin” diyerek hanımlarına zıhâr yapanlar bilsinler ki, o kadınlar onların anneleri değildir. Onların anneleri, ancak kendilerini doğurmuş olan kadınlardır. Gerçekte onlar, bu sözleriyle çok çirkin ve gerçek dışı bir söz söylemiş oluyorlar. Bununla birlikte Allah, elbette çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.
3. Hanımlarına zıhâr yapıp onlardan ayrılmaya kalkan, sonra da söylediklerinden geri dönenlerin, onlarla cinsî münasebetten önce bir köle azat etmeleri gerekir. Size emredilen budur. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
4. Köle azat etmek için imkân bulamayan kişi, hanımıyla cinsî münasebetten önce hiç ara vermeden iki ay oruç tutmalıdır. Buna gücü yetmeyen de altmış fakiri doyurmalıdır. Bu hükümler, Allah’a ve Rasûlü’ne imanınızı ispat etmeniz için konulmuştur. Bunlar Allah’ın çizdiği sınırlardır. Bu sınırları kabul etmeyen kâfirler için ise can yakıcı bir azap vardır.
Câhiliye döneminde kadınların maruz kaldığı “zıhâr” denilen kötü bir âdet vardı. Buna göre bir koca hanımına: “Sen bana anamın sırtı gibisin” dediği zaman, artık hanım ona ebediyen haram sayılırdı. Fakat boşanma da gerçekleşmez, kadın evli iken kocasız duruma düşerdi. Ashâb-ı kirâmdan Evs b. Sâbit de, kızgınlığa kapılarak hanımı Havle’ye böyle zıhâr yapmıştı. Havle (r.a.) gelip durumu Allah Resûlü (s.a.s.)’e arzetti. Gençliğini kocası uğruna tükettiğini, ona çocuklar verdiğini ama şimdi yaşlanınca kapı dışarı edildiğini dertti dertli anlattı. Perişan haline bir çare bulmasını söyledi. Efendimiz (s.a.s.) ise mevcut uygulamadan hareketle “sen ona haramsın” buyurdu. Havle iki defa daha gelip ısrar etmesine rağmen aynı cevabı aldı. Sonra halini Cenâb-ı Hakk’a şöyle arzetti:
“Allahım! Çok yalnızım. Bu ayrılık bana çok acı verecek. Küçük çocuklarım var; onları babalarına bıraksam perişan olacaklar, yanıma alsam aç kalacaklar. Halimi sana arz ediyorum, beni bu sıkıntıdan kurtar! Rasûlü’nün dilinden bir vahiy inzal buyur!”
Kısa bir süre sonra bu âyetler indi. Kocanın bir sözüyle hanımın boş olmayacağı bildirildi. Zıhâr denen âdetin çok çirkin ve yalan bir sözden ibaret olduğu haber verildi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXVIII, 2-3) Yalnız yeminin ciddiyetini korumak üzere böyle bir sözü söyleyen cezasız bırakılmadı. Bunlara sırasına ve imkânlarına göre hanımlarıyla cinsî münâsebetten önce şu kefâretlerden birini ödemeleri emredildi:
› Köle azat etmek.
› Köle azat etme imkânı yoksa iki ay peş peşe oruç tutmak.
› İki ay peş peşe oruç tutmaya güç yetiremezse altmış fakiri doyurmak.
Peygamberimiz (s.a.s.) ile Havle (r.a.) arasında geçen bu hâdiseye şâhit olan Hz. Âişe şöyle der:
“Bütün sesleri işiten Allah ne kadar yücedir! O kadın hâlini anlatırken ve Allah’a yalvarırken öylesine yavaş, fısıltıyla konuşuyordu ki dediklerinin bir kısmını, yanında olmama rağmen, ben bile işitemiyordum.” (İbn Mâce, Talâk 25/2063)
Öyle bir Allah ki, ona karşı gelmenin bedeli çok ağırdır:5. Allah’a ve Rasûlü’ne karşı çıkanlar, kendilerinden öncekiler nasıl zillet ve perişanlığa mahkûm edildilerse, onlar da öylece zillet ve perişanlığa mahkûm edileceklerdir. Çünkü biz, dünya ve âhiret saâdetinizi sağlayacak apaçık âyetler indirmiş bulunuyoruz. Onları inkâr edenler için alçaltıcı bir azap vardır.
6. O gün Allah onları hep birlikte yeniden diriltecek ve yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Çünkü onlar kendi yaptıklarını unutsa da, Allah bunları tek tek kaydetmiştir. Zâten Allah, her şeye şâhittir; hiçbir şey O’ndan gizli kalamaz.
“Allah ve Resûlü’ne karşı çıkmak”; Allah’ın ve Peygamber’in koyduğu kanunlara aldırmamak, bu ilâhî kanunları bırakıp başkalarının koyduğu kanunlara uymak demektir. Bu kimseler, Allah’ın koyduğu sınırlara, kanunlara ve hükümlere karşı çıkarlar. Başka kuralların uygulanmasını teklif ederler. Bu âyet-i kerîme, Allah’ın kanunları yerine kendileri bir takım kurallar koyup, bu kurallara “kanun” adı vererek insanları buna uymaya zorlayan âmirlere ve idarecilere sert bir uyarıda bulunmaktadır. اَلْكَبْتُ (kebt), hor ve hakir olmak, aşağılanmak, helak edilmek gibi mânalara gelir. Buna göre Allah ve Rasûlü’ne karşı çıkanlar, dünyada hor ve zelil kılınıp helak edileceklerdir. Nitekim önceki devirlerde bunun pek çok misali yaşanmıştır. Âhirette de bunlar alçaltıcı bir azaba uğrayacaklardır. Çünkü her ne kadar kendileri unutsa da, Allah Teâlâ bunların yaptıkları her şeyi tek tek saymakta, kayıtlara geçmektedir. Kıyamet günü bunları diriltip hesaba çektiğinde yaptıkları şeyleri kendilerine bir bir haber verecek ve cezalarını çekeceklerdir.
Rabbinizi daha iyi tanımak ve O’nun size yakınlığını anlamak için şu ilâhî uyarılara kulak verin:7. Görmez misin ki, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini Allah bilir? Üç kişi gizli bir görüşme için bir araya gelecek olsa veya fısıldaşsa mutlaka dördüncüleri Allah’tır. Beş kişi bir araya gelse veya fısıldaşsa altıncıları mutlaka Allah’tır. Bundan daha az veya daha çok sayıda kişi her nerede bir araya gelirse gelsin, ne fısıldaşırsa fısıldaşsın Allah mutlaka yanlarındadır. Sonra da Allah onlara yaptıklarını kıyâmet gününde tek tek bildirecektir. Doğrusu Allah, her şeyi hakkıyla bilir.
اَلنَّجْوٰي (necvâ), fısıldaşmak, gizli konuşmak demektir. Üç kişinin kendi aralarında yalnız olarak bir şeyi gizlemeleri ve bunu fısıltı halinde konuşmalarıdır. Bu kelimenin “yerin tümsekçe olan kısmı” mânasındaki اَلنَّجْوَةُ (necve) kelimesinden gelmiş olması da mümkündür. Çünkü bir topluluk içinde kendi aralarında gizlice fısıldaşan kimselerin durumu, kendisine bitişik olan yerlere göre nispeten yüksek olan kısmın adeta yalnız başına kalmasına benzer. Yahut gizli konuşmak isteyenler, herkesin çıkamayacağı yüksek yerlere çekilmek veya etraftakilerin duymasından kurtulmak istemeleri sebebiyle böyle isimlendirilmiştir. Kendi aralarında gizli gizli konuşanların sayıları, üç veya beş, daha az yahut daha çok olsun, bulundukları yer de açık veya gizli neresi olursa olsun, hiç fark etmez, şüphesiz ki Allah onlarla beraberdir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilen Allah, onların ne konuştuklarını, neyi fısıldaşıp planladıklarını çok iyi bilir.
Bahsedilen fısıldaşmayı yapanlara en güzel örnek yahudiler ve münafıklardır:8. Gizlice toplantılar tertip etmekten ve kulis yapmaktan men edilen o kimseleri görmedin mi? Yine kendilerine yasaklanan o şeyi yapmaya kalkışıyor; günah işlemek, düşmanlık etmek ve Peygamber’e karşı çıkmak için gizlice fısıldaşıyorlar. Senin yanına geldiklerinde de, seni Allah’ın selâmlamadığı bir şekilde selâmlıyorlar. Üstelik kendi kendilerine alaylı bir şekilde: “Madem Muhammed bir peygamberse, bu söylediklerimiz yüzünden Allah bize bir ceza verse ya!” diyorlar. Onları ancak Cehennem paklar! İçinde yanıp kavrulmak üzere oraya gireceklerdir. Ne kötü bir son durak!
Yahudiler ve münafıklar, Resûlullah (s.a.s.) ve mü’minler aleyhine gizli gizli kulis yapıyor, aralarında fısıldaşıyor ve kötü şeyler konuşuyorlardı. Böyle yaptıkları müslümanlar tarafından fark ediliyor ve biliniyordu. Resûlullah (s.a.s.) onları daha önce böyle davranmaktan men etmişti. Fakat böyle davranmakta ısrar etmeleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olup, onların gizli düşmanlıklarını haber verdi.
Yahudiler ve münafıkların Resûlullah (s.a.s.)’e karşı sergiledikleri edepsizliklerden biri de onu selamlama biçimleri idi. Onlar, Cenâb-ı Hakk’ın öğrettiği ve razı olduğu gibi اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ (es-selâmü aleyke) şeklindeki selâm cümlesini اَلسَّامُ عَلَيْكُمْ (es-sâmü aleyke) olarak değiştiriyorlardı. Bilindiği gibi “es-selâmü aleyke”, “selâmet, esenlik senin üzerine olsun” mânasına gelirken, küçük bir telaffuz oyunuyla söylenen “es-sâmü aleyke”, “başına ölüm gelsin” veya “içine dininden dolayı bıkkınlık gelsin” anlamında kullanılıyordu. Bunun çok iyi farkında olan Peygamberimiz (s.a.s.), onların çaktırmadan yaptıklarını sandıkları bu haince sözlerine karşılık, وَ عَلَيْكُمْ (ve aleyküm) yani “dediğiniz kendi üzerinize olsun” şeklinde mukâbele ediyordu. Bir defasında onların bu hainliklerini fark eden Hz. Aişe dayanamayarak, “ölüm ve Allah’ın lâneti sizin üzerinize olsun” demişti. Resûlullah (s.a.s.): “Ey Aişe, Allah kötü sözden hoşlanmaz” buyurdu. “Fakat ey Allah’ın Rasulü, onların ne dediğini işitmedin mi?” deyince Peygamberimiz (s.a.s.): “Benim de onlara «ve aleyküm» dediğimi duymadın mı?” cevabını verdi. (Buhârî, Edeb 38; Müslim, Selâm 6-12)
Yahudi ve münafıklar Efendimiz (s.a.s.)’e bu şekilde belâ okuyor, Peygamberimiz’in bunu anlamadığını sanıyor, üstelik bu davranışlarını Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olmadığı yönündeki iddialarına delil sayıyorlardı. Çünkü gece gündüz ona belâ okumalarına rağmen, bir türlü tepelerine ilâhî azap inmiyordu. Eğer gerçek peygamber olsaydı, onu gönderen Allah’ın bu kadar sabretmeyip kendilerini helak etmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Halbuki Allah Teâlâ halimdir, çok sabırlıdır. Kimi ne zaman cezalandıracağını çok iyi bilir. O yahudi ve münafıkları da yeri ve zamanı gelince cezalandıracaktır. Şüphesiz en büyük ceza da cehennem olacaktır.
O halde:
9. Ey iman edenler! Aranızda gizli konuşacak olursanız sakın günah işlemek, düşmanlık etmek ve Peygamber’e karşı çıkmak için fısıldaşmayın. Ancak iyilik ve takvâ üzere bir araya gelin ve konuşun. Bir gün huzurunda toplanacağınız Allah’a karşı gönülden saygı besleyerek O’na itaatsizlikten sakının!
10. Meşrû olmayan gizli toplantılar ve konuşmalar, mü’minleri üzmek için şeytan tarafından telkin edilen davranışlardır. Oysa şeytan, Allah’ın izni olmadıkça mü’minlere hiçbir zarar veremez. Bu bakımdan mü’minler yalnız Allah’a güvenip dayansınlar.
Günah, düşmanlık ve Peygamber’e isyan gibi kötü maksatlarla yapılan gizli toplantılar, kulisler, fısıldaşmalar yasaklanmakta, fakat “iyilik ve takvâ” üzere yapılanlara müsaade edilmektedir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Onların kendi aralarında yaptıkları gizli görüşmelerin ve fısıldaşmaların çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, iyilik yapmayı ya da insanların arasını düzeltmeyi emredenlerinki bunun dışındadır. Kim bunu Allah’ın rızâsını kazanmak niyetiyle yaparsa, ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” (Nisâ 4/114)
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Üç kişi bir arada bulunduğunuz zaman, insanlara karışıncaya kadar ikiniz diğerini bırakıp fısıldaşmayın. Çünkü bu durum onu üzer.” (Buhârî, İstizan 47; Müslim, Selam 37, 38)
Bu hadis-i şerife istinâden, eğer üzüntü duyacaksa, iki kişinin, üçüncü bir şahsın yanında onun anlamadığı yabancı bir dille konuşmalarının da doğru olmadığı bildirilmiştir.
Bu âyet-i kerîmelerden şu neticeleri çıkarmak mümkündür:
İnsan daima Allah Teâlâ’nın gözetimi altındadır. Her şeyi gören ve bilen Allah, insanın tüm davranışlarını kontrol etmektedir.
Bu sebeple insanın bütün kötü düşünce ve niyetlerden, mü’minlere karşı gizli ve açık hile, tuzak ve entrikalardan, söz veya davranışla başkalarını incitmekten kaçınması, kötü işlerin ve planların konuşulduğu yerlerden uzak durması gerekir.
Toplumda şüphe ve rahatsızlık uyandıracak fiskos ve fısıldaşmalardan uzak durulmalıdır.
İnsanların duygularına ve izzet-i nefislerine saygılı olunmalıdır.
Amirlerin ve idarecilerin meşrû emir ve yasaklarına uyulmalıdır.
Mü’minlerin meclislerinde sadece fert ve toplumun faydasına olan işler konuşulmalıdır.
Şimdi de, toplantı yerlerinde mü’minlerin uyması gereken edeplere dikkat çekiliyor:
11. Ey iman edenler! Topluca oturduğunuz yerlerde size: “Gelenlere yer açın!” dendiği zaman hemen toparlanıp yer açın ki Allah da size dünyada gönül ve rızık genişliği, cennette de mekan ve nimet genişliği versin. Size “Artık kalkın, dağılın!” dendiği zaman da kalkıp dağılıverin ki, Allah, içinizden gerçekten iman etmiş olanların makamını bir derece ve imanla birlikte kendilerine ilim de verilmiş olanların makamlarını ise derecelerle yükseltsin. Allah, yaptığınız her şeyden hakkıyla haberdardır.
Âyet-i kerîmenin nüzûl sebebiyle alakalı olarak Mukâtil (r.h.) şöyle bir hâdise nakletmektedir:
Bir cuma günü Resûlullah (s.a.s.) Suffa’da bulunuyordu. Yer dardı. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), adeti olduğu üzere muhâcir ve Ensâr’dan Bedir savaşına katılmış olanlara ikramda bulunurdu. O gün Bedir ehlinden bazıları meclise geldiklerinde biraz geç kalmışlardı. Peygamberimiz (s.a.s.)’in karşısında ayakta durup, birilerinin kendilerine yer açmasını beklediler, ama kimse onlara yer açmadı. Bu durum Resûlullah (s.a.s.)’in hoşuna gitmedi ve etrafındaki Bedir ehlinden olmayan bazılarına: “Sen kalk ey filân, sen kalk ey filân” diyerek bazılarını yerlerinden kaldırdı. Bunlar ayakta bekleyen Bedir ehli sayısınca idi. Ancak Efendimiz’in bu tavrı da yerlerinden kaldırılanlara ağır geldi. Resûlullah (s.a.s.), onların bu hoşnutsuzluklarını yüzlerinden okudu. Bunu fırsat bilen münafıklar müslümanlara: “Hani siz arkadaşınız Muhammed’in adâletli olduğunu iddia etmiyor muydunuz? Vallahi şunlara adâletli davranmamıştır. Onlar, peygamberlerine yakın olmak istiyorlardı ama onları yerlerinden kaldırdı ve onların yerlerine meclise gelmekte gecikenleri oturttu” diye dedikodu ettiler. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 432)
Bir diğer rivayete göre Resûlullah (s.a.s.): “Kardeşi için yer açana Allah rahmet eylesin” diye dua etti. Bunun üzerine hızla yerlerinden kalkıp, gelen kardeşlerine yer açmaya başladılar ve işte bunun üzerine Allah Tealâ o cuma günü bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, IV, 325)
Âyet-i kerîme bize toplantı ve sohbet âdabını öğretir. Buna göre mecliste yer açmak, gelenlere yer vermek üzere kalkmak maddi ve manevî olarak pek çok faydalar sağlamaktadır. Çünkü Allah’ın kullarına iyilik ve kolaylık kapılarını olabildiğince açık tutmaya çalışanlara, Cenâb-ı Hak da dünya ve âhiret iyiliklerini bol bol ikram edecektir. Onlara dünyada mekan genişliği, bol rızık ve gönül ferahlığı, ölümden sonra da kabir rahatlığı ve cennete girme saadeti lütfedecektir. Dolayısıyla mecliste yer açmak sadece bir misaldir. Asıl maksat her türlü iyiliğin ve güzelliğin müslümanlara ulaşması için destek olmak ve onların gönüllerini sevinçle doldurmaya çalışmaktır. Nitekim Efendimiz (s.a.s.):
“Kul, müslüman kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da ona yardıma devam eder” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 274) müjdesini vermektedir.
Resûlullah (s.a.s.) meclis adabıyla alakalı olarak şu tavsiyelerde bulunur:
“Bir kimse bir kimseyi yerinden kaldırıp onun yerine oturmasın. Daha önceden orada oturanlar da sonradan gelenlere yer versinler.” (Müslim, Selam 28)
“Birinin izin almadan iki kişiyi yarıp geçmesi helâl değildir.” (Ebû Dâvûd, Edeb 21)
Âdâbına dikkat etmek şartıyla ilim ve Kur’an meclislerine katılmanın, sohbet meclislerinden istifade etmenin önemi büyüktür. Ebû Vâkıd el-Leysî (r.a.)’ın anlattığı şu hâdise ne kadar ibretli ve mânidârdır:
“Birgün mescitte Peygamber Efendimiz’in huzûrunda bulunuyorduk. O esnâda kapıda üç kişi göründü. Biri içeri girmeden gitti. Diğer ikisi ise içeri girip Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in yanına kadar geldiler. İçlerinden birisi, halkada gördüğü bir boşluğa oturdu. Diğeri ise, yer kalmadığı için ve kimseyi de rahatsız etmemek düşüncesiyle halkanın hemen arkasına oturuverdi. Allah Resûlü (s.a.s.) sohbetinin bir yerinde şöyle buyurdu:
“Size şu üç kişinin hâlini anlatayım mı? Halkaya oturan, Allah Teâlâ’ya sığındı, Allah da onu himâyesine aldı. İkincisine gelince, o kimse Allah’tan hayâ etti, edebe sarıldı, Allah Teâlâ da o kulundan hayâ etti; onu azâbından emin kıldı. İçeri girmeyen diğerine gelince, o, bu meclisten yüz çevirdi. Allah da ondan yüz çevirdi.” (Buhârî, İlim 8)
Rivayete göre, Peygamberimiz (s.a.s.)’in meclisinde gece geç vakitlere kadar oturulur, Efendimiz (s.a.s.) istirahat edememek, diğer işleriyle uğraşamamak gibi sebeplerden dolayı çok rahatsızlık çekerdi. Bu yüzden âyetin “Size «Artık kalkın, dağılın!» dendiği zaman da kalkıp dağılıverin...” emri nâzil olmuştur. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, IV, 326)
Kişiyi yüceltecek olan oturduğu yer değil, sahip olduğu iman ve ilimdir. Dolayısıyla Peygamberimiz (s.a.s.)’in meclisi bile olsa, ondan uzak bir yerde oturmakla kişi kıymet derecesinin düştüğünü zannetmemeli ve “kalkın artık, sohbet sona erdi” denildiğinde, bunu kendisine bir hakaret kabul etmemelidir. Çünkü gerçek ölçü iman ve ilimdir. İşte insanların dereceleri, mecliste Hz. Peygamber (s.a.s.) veya sohbet eden bir başka birine yakın ya da uzak oturmakla değil, sahip oldukları iman ve ilmin keyfiyetine göre belirlenecektir. O halde kişinin, İslâm’ın her türlü âdap ve ahlâkını öğrenerek yaşamaya çalışması, böylece imanını kemâle erdirip ilmini artırması gerekir. Şâirin ifadesiyle:
“Çeşm-i insâf gibi kâmile mîzân olamaz
Kişi noksanını bilmek gibi irfân olamaz.” (Tâlib, Bursalı Mehmed)
“İlim ve hüner sahibi olan insanlar için âdilâne görüş ve hükmediş nasıl mükemmel bir vasıf ise, insanoğlu için, kendi noksanlarını bilmek ve itiraf etmek de en büyük bir irfân eseridir.”
Bir diğer şâir de şöyle der:
“Ne izz ü câh ü neseble ne kesb-i mâl iledir
Fakat tefâhuru ehl-i dilin kemâl iledir.” (Vehbî, Seyyid Hüseyin)
“Ârif insanlar ne yüksek değerlilikle, ne mevki ve makâm sahibi olmakla, ne de ünvân ve asâletle iftihâr ederler. Onların iftihâr ettikleri biricik şey kemâl sahibi oluşlarıdır.”
Ayrıca bilinmelidir ki, Peygamber (s.a.s.)’in yanında oturan bir kimsenin ona eziyet verebilme ihtimali de vardır. Bu ise büyük bir cehâlet ve manen zarar sebebidir. Bu açıdan bakıldığında Allah indinde, Resûlullah (s.a.s.)’in sohbetinden iman ve ilim elde eden ve müminlere gerekli ahlâkî kaideleri öğretmeye gayret gösteren kimsenin mertebesi, Peygamber (s.a.s.)’in yanında boş oturan kimsenin mertebesinden yücedir.
Peygamberimiz (s.a.s.) ile yapılacak özel görüşmelerdeki gözetilmesi gereken nezâket kaidelerine gelince:12. Ey iman edenler! Peygamber’le gizli ve özel görüşmek istediğinizde, bu görüşmenizden önce muhtaçlara bir sadaka verin. Bu, hakkınızda hem daha hayırlı, hem de kalbî sâfiyet, samimiyet ve temizlik açısından daha uygun olandır. Ama verecek bir şey bulamazsanız bir zararı yoktur; çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, sonsuz merhamet sahibidir.
13. Peygamberle gizli ve özel görüşmeden önce muhtaçlara sadaka verdiğiniz takdirde fakirliğe düşeceğiz diye korktunuz mu? Mademki siz bunu yapmadığınız takdirde Allah sizi bağışladı; öyleyse siz de artık namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin. Zira Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
İbn Abbas (r.a.)’den rivayete göre bazı müslümanlar, Resûlullah (s.a.s.) yanına gelerek gerekli gereksiz sorular sorar, herkesin içinde onunla gizli konuşurlardı. Bu durum Efendimiz’e zor gelmeye başladı. Yüce Allah bu tür gizli konuşmaları azaltıp Rasûlü’nü rahatlatmak için özel görüşmeden önce sadaka vermeyi farz kıldı. Bu emir üzerine müslümanlardan birçoğu, imkânsızlık veya başka sebeplerle sadaka vermekten çekinip özel görüşme talebinden vazgeçtiler. Sonra Allah Teâlâ 13. âyetle bu hükmü hafifletti, kolaylık getirdi, yolu daraltmadı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXVIII, 20-21; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, IV, 327)
12 ile 13. âyet arasında nesih değil, hafifletme ve af vardır. Efendimiz (s.a.s.) ile özel görüşme yapmadan önce sadaka vermek isteyen yine verir. Veremeyenin ise affedileceği 12. âyetin sonunda belirtilmiştir. 13. âyette ise sadaka verecek durumda olup da vermek istemeyenden, mutlaka sadaka verme zorunluluğu kaldırılmıştır. Yani birinci âyetteki zorunluluk ikinci âyette isteğe bırakılmıştır. Dolayısıyla burada nesih değil, bir ta’dil ve hafifletme olduğu anlaşılmaktadır. Bu âyet-i kerîmeler, Resûlullah (s.a.s.)’e gereken saygının gösterilmesi, onun hukukunun en iyi şekilde korunması, soru sormada ve gizli görüşmede ifrata kaçılmaması, her vesileyle fakirlere yardım edilmesi, ihlaslı kişilerle münafıkların, âhireti sevenlerle dünyaya meyledenlerin ortaya çıkarılması gibi hikmetler ihtiva etmektedir.
Mü’minler, Peygamberimiz (s.a.s.) ile olan münâsebetlerinde lâzım gelen edebi göstermekle vazifeli oldukları gibi, aynı zamanda çevrelerinde olup bitenleri iyi anlayıp, kimi dost, kimi düşman tanımaları gerektiği konusunda da uyanık olmalıdırlar:14. Kendilerine Allah’ın gazap ettiği bir topluluğu dost edinip işlerine vekil kılan münafıkları görmez misin? Bunlar ne sizdendir, ne de onlardan. Fakat sizden olduklarına dâir, bile bile yalan yere yemin ediyorlar.
15. Allah onlar için pek şiddetli bir azap hazırlamıştır. Çünkü onların yaptıkları şeyler gerçekten çok kötüdür.
Allah’ın gazabına uğramış olan yahudileri dost edinen münafıklardan söz edilir. Bunlar ne tam mânasıyla mü’minlerin tarafına, ne de tam olarak yahudilerin tarafına geçebiliyorlardı. Arada bocalayıp duruyorlardı. Gönülden inanmadıkları, mü’minleri sevmedikleri ve onların aleyhinde çalıştıkları için onlardan olmaları mümkün değildi. Yahudiler de onları gönülden sevmiyor, sadece çıkarları için onları sever gibi görünüyorlardı. Buna rağmen Allah’a inandıklarına, Peygamber’e saygılı ve mü’minlere dost olduklarına dair, yalan olduğunu bile bile, yemin ediyorlardı. Bir taraftan “Biz İslâm’a ve müslümanlara sadâkatle bağlıyız” diyerek kendilerini müslümanların suçlamalarından korumaya çalışıyorlar; bir taraftan da Peygamberimiz (s.a.s.) ve müslümanlar aleyhinde şüpheler yayarak, başkalarının İslâm’ı seçmesine engel oluyorlardı. Böylece, henüz müslüman olmayan kimselerin, “müslümanlar böyle konuşuyorlarsa, muhakkak bu işin içinde bir sıkıntı var” diyerek tereddüde düşmelerine yol açıyorlardı. Allah Teâlâ bunlar için şiddetli bir azap hazırlamıştır. Tamamen şeytanın hâkimiyetine girip Allah’ı hatırlarından çıkarmış olan münafıklar, dünyada biriktirmeye çalıştıkları ve üzerine titredikleri ne mallarının ne de evlatlarının hiçbir faydasını göremeyecek ve büsbütün zarara uğrayanlardan olacaklardır. İçinde bulundukları gaflet ve şaşkınlıkları sebebiyle, dünyada müslümanları kandırmak için yemin ettikleri gibi, âhirette de –hâşâ- Allah Teâlâ’yı kandırmak için yemine cür’et edecek, kendilerinin doğru iş yaptıklarını ispata yelteneceklerdir.
Allah’a ve Peygamber’e karşı çıkanları hem dünyada hem de âhirette kötü bir âkibet beklemektedir:16. Onlar, kötü niyet ve davranışlarını örtmek için yeminlerini siper edinip, insanları Allah’ın yolundan uzaklaştırmaktadırlar. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.
17. Malları da evlatları da Allah’ın azabına karşı onlara bir fayda sağlamayacaktır. İşte bunlar cehennemin yoldaşlarıdır; orada ebedî kalacaklardır.
18. O gün Allah onların hepsini yeniden diriltecek; şimdi size mü’min olduklarına dâir yemin ettikleri gibi Allah’a da yemin edecekler ve bununla kendilerine fayda verecek doğru bir şey yaptıklarını sanacaklardır. İyi bilin, onlar yalancıların tâ kendileridir!
19. Şeytan onları avucunun içine almış ve onlara Allah’ı anmayı unutturmuştur. Onlar şeytanın taraftarlarıdır. Şunu bilin ki, şeytanın taraftarları, en büyük zarara uğrayanların tâ kendileridir!
Allah’ın gazabına uğramış olan yahudileri dost edinen münafıklardan söz edilir. Bunlar ne tam mânasıyla mü’minlerin tarafına, ne de tam olarak yahudilerin tarafına geçebiliyorlardı. Arada bocalayıp duruyorlardı. Gönülden inanmadıkları, mü’minleri sevmedikleri ve onların aleyhinde çalıştıkları için onlardan olmaları mümkün değildi. Yahudiler de onları gönülden sevmiyor, sadece çıkarları için onları sever gibi görünüyorlardı. Buna rağmen Allah’a inandıklarına, Peygamber’e saygılı ve mü’minlere dost olduklarına dair, yalan olduğunu bile bile, yemin ediyorlardı. Bir taraftan “Biz İslâm’a ve müslümanlara sadâkatle bağlıyız” diyerek kendilerini müslümanların suçlamalarından korumaya çalışıyorlar; bir taraftan da Peygamberimiz (s.a.s.) ve müslümanlar aleyhinde şüpheler yayarak, başkalarının İslâm’ı seçmesine engel oluyorlardı. Böylece, henüz müslüman olmayan kimselerin, “müslümanlar böyle konuşuyorlarsa, muhakkak bu işin içinde bir sıkıntı var” diyerek tereddüde düşmelerine yol açıyorlardı. Allah Teâlâ bunlar için şiddetli bir azap hazırlamıştır. Tamamen şeytanın hâkimiyetine girip Allah’ı hatırlarından çıkarmış olan münafıklar, dünyada biriktirmeye çalıştıkları ve üzerine titredikleri ne mallarının ne de evlatlarının hiçbir faydasını göremeyecek ve büsbütün zarara uğrayanlardan olacaklardır. İçinde bulundukları gaflet ve şaşkınlıkları sebebiyle, dünyada müslümanları kandırmak için yemin ettikleri gibi, âhirette de –hâşâ- Allah Teâlâ’yı kandırmak için yemine cür’et edecek, kendilerinin doğru iş yaptıklarını ispata yelteneceklerdir.
Allah’a ve Peygamber’e karşı çıkanları hem dünyada hem de âhirette kötü bir âkibet beklemektedir:20. Allah ve Rasûlü’ne karşı çıkanlar, evet onlar, mağlubiyete uğrayıp en zelîl ve en alçak kimseler arasında olacaklardır.
Allah’a ve Rasûlü’ne karşı çıkanlar, düşmanlık yapanlar mutlaka ezilecekler, alçalacaklar ve mağlup edileceklerdir. Buna mukâbil Allah ve peygamberleri, aynı şekilde o peygamberlerin yolundan gidenler hep galip geleceklerdir. Allah Teâlâ’nın ezeli yazgısı böyledir. (bk. Sâffât 37/171-173) Ancak kader planında yazılmış olan bu ilâhî hükmün beşer planında gerçekleşmesi için mü’minlere bir kısım vazife ve sorumluluklar terettüp eder. Onların, “Allah’ın taraftarı” olmayı hak edecek iman-ı kâmil, amel-i sâlih ve ahlâk-i hamide sahibi olmaları gerekir. Bunun için de imanlarına aykırı olan her türlü dostluk, muhabbet, hal ve hareketlerden uzak durmalıdırlar. Bunların başında ise Allah ve Rasûlü’ne karşı çıkanları sevmemek ve dost edinmemek gelir. Bu kimseler ana-baba, evlat, kardeş ve akraba gibi kişinin en yakınları bile olsa hüküm aynıdır. Onlarla da, Allah ve Rasûlü’ne düşmanlıktan vazgeçinceye kadar muhabbet ve dostluk münâsebetleri askıya alınacaktır. Onlarla bu durumda dostluk yapmak küfre rızâ göstermektir. Çünkü Allah ve Rasûlü’ne düşmanlık etmek, küfrün en şiddetlisidir. Küfre muhabbet ise iman ile bir arada bulunmaz.
Zünnûn-ı Mısrî (k.s.) şu izahı yapar:
“Allah Teâlâ kendi düşmanlarını sevmeyi men ediyorsa, bu O’nun kıskançlığından değildir. Bu men edişin asıl sebebi; sevdiklerini, âsî düşmanlarından ayrı tutmaktır. Düşmanlara gelmesi muhtemel felâketin dostlarına sıçramasını istememesidir.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 233)
Bir bülbüle, “Öt!” demişler, ötmemiş. “Öt!” demişler, ötmemiş. Nihayet, “Seni altın bir kafese kapatırız; lâkin yanına da bir karga koyarız!..” tehdidinde bulunmuşlar. Bülbül, kafesin altın olmasına mukabil, karga ile beraber bulunmak ızdırâbmdan korkarak ötmeye başlamış...
Bu darb-ı mesel ile birbiriyle zıt karakterlere sahip ruhların bir arada bulunmasının ne korkunç bir hâdise olduğu çok güzel ve basitçe ifade edilmektedir. Lâkin bundan daha güzelini, Hz. Mevlânâ’nın bir hikâyesinde müşahede etmekteyiz:
Avcının biri, avladığı ceylanı öküz ve eşeklerle dolu bir ahıra hapsetmişti. Ceylan, ahırda şaşkınlık ve korku içinde bir taraftan diğer tarafa kaçıyordu. Avcı, akşamüstü gelerek hayvanların önüne saman döktü. Eşekler ve öküzler büyük bir iştâh ile kapışarak yemeğe başladılar. Ceylan ise, kâh ürktü, kâh bu samanlardan çıkan toz ve topraktan acıyan gözlerini ovaladı. Böylece o karnı misk kokulu ve zarîf hayvan, ahırda işkence altında kalmıştı. Eşeğin biri, alay ederek yanındaki diğer eşeklere dedi ki:
“-Susun!.. Bu, pâdişâhların ve beylerin huyunda bir hayvandır.” Bir başka eşek de şöyle dedi:
“-O halde bu hayvan, nezâket ile pâdişâhın tahtına çıkıp yaslansın!..” Durumu seyreden başka bir eşek, ceylanı saman yemeğe çağırdı. Ceylan:
“-Hayır, hiç iştihâm yok!” dedi. Eşek cevap verdi:
“-Biliyorum ki nazlanıyorsun!” Ceylan, bu sözlere karşı:
“- Ben, çemenler, akan berrak sular arasında bağ ve bahçelerde gezerdim, ilâhî nakışları seyrederdim. Kaza ve kader, beni bu azaba düşürmüşse, nasıl olur da birdenbire hâlet-i rû-hiyem değişebilir?!. Ben sünbülü, lâleyi, reyhanı bile naz ile koklaya koklaya yerdim. Tabiattaki ilâhî kudret akışlarının âhengini, hayran hayran seyrederdim. Bu hayranlığı yudumlarken de, avcılar bizleri su başlarında gönlümüz ve gözlerimiz yaşlarla dolu iken avlarlar...” dedi. Bir eşek cevap verdi:
“-Söylen, bakalım.. Nasılsa gurbette yalan söylemesi kolaydır.” Ceylan cevap verdi:
“-Benim karnımdan çıkan misk kokusu, sözlerime şâhittir. O, misk ve anber neşreder. Sizlerin ise, hâliniz meydanda. Bu sözler, elbette size yalan gelir. Sizin aranızda hakîkaten garîb, bîkes ve bîçâre kaldım...” (bk. Mesnevî, 833-861. beyitler)
Hz. Mevlânâ (k.s.), insan müfekkiresinin kavramakta güçlük çektiği mücerred hâdiseleri, basit ve müşahhas hikâyeler içinde sunar. Nitekim bu hikâyede de zıtların, birbiriyle imtizacının mümkün olmadığını ifade için, yaratılışları birbirine zıd hayvanlardan misâl almıştır.
Ceylanlar, yemesi, içmesi, teneffüsü, bediî duyguları ve zerâfetleriyle en hassas hayvanlardır. Avcılar, yeşillikler arasındaki akarsuların kenarlarında bir neyzene ney üfletirler. O muhrik nağmelerin etrafına civardaki ceylanlar toplanır. Gözleri ve gönülleri yaşlarla dolduğu anda zâlim avcılar onları tuzağa düşürüp avlarlar. Karnından çıkan misk kokusundan, derisinden ve etinden ötürü o zarîf ve hassas duygulu hayvanları ölüme mahkûm ederler. Eşek ve öküzler ise, sesleri ile çirkin, duyguları ile büyük bir nefsâniyet içinde yaşayan hayvanlardır.
Mevlânâ (k.s.), hikâyesinde zıdlarla bir arada bulunulmasının acı ızdırâbını misâlle izah ettikten sonra, Mesnevisi’ndeki hikmetli beyitlerinde bu zıdlığın elemini şu şekilde ifadelendirir:
“Her kimi ki, kendi zıddıyla bir arada korlar; bu, o kimse için ölüm azabıdır. Hakk’a yakın kişi, bu beden yüzünden azap içindedir. Çünkü onun ruh kuşu, kendi cinsinin gayri olan nefsâniyetle bir araya bağlanmıştır. Ruh, kuşlar arasında bülbül gibidir. Tabiatlar olan nefs ise, kargalardır. O bülbül, kargalardan ve baykuşlardan yaralanır. Bir arada olmaktan dolayı ızdırap duyar. Ruh bülbülü, o hodgâm nefs kargaları ve kem gözlü nefs baykuşları arasında inim inim inlemektedir.”
Bu hikâyenin ilham ettiği bir mânaya göre, ruhun nefse göre bedendeki hâli ile, ceylanın eşekler ahırındaki durumu aynıdır. Ceylan, yabancıların yanında nasıl garîb ise, ruh da, bu cesedde zor günlerin garîbliği ve imtihanı içindedir. Ruhun diğergâmlığı, nefsin hodgâmlığından rahatsızdır. Bu iki zıd, insanın dünyasında müşterek bir şekilde hayatiyetlerini ve canlılıklarını birbirleriyle mücâdele hâlinde devam ettirirler.
Bu hikâyeyi, başka bir gönül penceresinden seyrettiğimiz zamanda, zarîf ve yüksek yaratılışlı kâmil insanların, câhil ve küstahlar içinde ölüm azabından daha ağır bir ızdırap ile karşı karşıya olduklarını görürüz.
Ancak şunu söylemek gerekir ki, müslümanların gayri müslimlerle olan münâsebetlerinde, hangi durumda nasıl bir ilişki içinde olmaları gerektiği hususunda İslâm’ın hükümlerini belirleyebilmek için bu konuyu ilgilendiren her bir ayeti diğerlerinden bağımsız olarak ele almak yerine, konuyu ilgilendiren tüm âyet ve hadisleri birlikte değerlendirip çıkarılacak sonuçlara bakmak gerekir. Dolayısıyla bu âyeti izah ederken Âl-i İmrân 3/28, Tevbe 9/23-24, Lokmân 31/14-15, Mümtehene 60/7-9 gibi âyet-i kerîmeler de göz önünde bulundurulmalıdır.
Allah ve Rasûlü’nün safında yer alıp onun dâvasını sahiplenecek ve Allah ve Peygamber’e düşmanlık edenlerle sonuna kadar cihad edecek gerçek mü’minlerin mümeyyiz özellikleri şöyle hülâsa edilir:
› Allah Teâlâ onların kalplerine imanı nakşetmiştir. İman sadece dillerinde değil, kalplerine iyice yerleşmiştir.
› Tarafından onları bir ruh ile desteklemektedir. Onları, kalplerine hayat veren ilâhî bir irfan nûruyla kuvvetlendirmiştir. İlim ve hidâyet lütfetmiştir. Bu sebeple Allah’ı hiç unutmazlar. Âhiret yolunu görür, işin neticesinin nereye varacağını bilir, sevilecek ve sevilmeyecek kimseleri çok iyi tanırlar. Allah ve Rasûlü’ne itaat eder ve Allah yolunda her türlü fedakârlığa katlanırlar.
› Böyle yaptıkları için Allah onları altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecek ve orada ebedi kalacaklardır. Bunun ötesinde rızâ makamına yükselecekler; Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olacaklardır.
› Onlar için en büyük şeref ise “Hizbullah”, Allah’ın taraftarı olmalarıdır. O ebedî ve büyük kurtuluşa da ancak Allah’ın taraftarları ereceklerdir!
Ey Rabbimiz! Bizi bu şerefe, bu kurtuluşa eren o bahtiyar kullarından eyle!
Allah’ın taraftarlarının başarı ve zafere ereceğini bildirerek sona eren Mücâdile sûresini, bu gerçeğin yaşanmış açık bir misâlini vererek başlayan Haşr sûresi izliyor:21. Çünkü Allah: “Ben ve peygamberlerim mutlaka ve mutlaka gâlip geleceğiz” diye hükmetmiştir. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, karşı konulamaz bir kudrete sahiptir.
22. Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir toplumun, Allah’a ve Rasûlü’ne karşı çıkanları sevip dost edindiklerini göremezsin; isterse onlar babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları olsun! Allah, o topluluk fertlerinin kalplerine imanı nakşetmiştir ve kendi katından bir ruh ile onları desteklemektedir. Onları altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere yerleştirecektir. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. İşte bunlar Allah’ın taraftarlarıdır. İyi bilin ki, Allah’ın taraftarları, evet onlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir!
Allah’a ve Rasûlü’ne karşı çıkanlar, düşmanlık yapanlar mutlaka ezilecekler, alçalacaklar ve mağlup edileceklerdir. Buna mukâbil Allah ve peygamberleri, aynı şekilde o peygamberlerin yolundan gidenler hep galip geleceklerdir. Allah Teâlâ’nın ezeli yazgısı böyledir. (bk. Sâffât 37/171-173) Ancak kader planında yazılmış olan bu ilâhî hükmün beşer planında gerçekleşmesi için mü’minlere bir kısım vazife ve sorumluluklar terettüp eder. Onların, “Allah’ın taraftarı” olmayı hak edecek iman-ı kâmil, amel-i sâlih ve ahlâk-i hamide sahibi olmaları gerekir. Bunun için de imanlarına aykırı olan her türlü dostluk, muhabbet, hal ve hareketlerden uzak durmalıdırlar. Bunların başında ise Allah ve Rasûlü’ne karşı çıkanları sevmemek ve dost edinmemek gelir. Bu kimseler ana-baba, evlat, kardeş ve akraba gibi kişinin en yakınları bile olsa hüküm aynıdır. Onlarla da, Allah ve Rasûlü’ne düşmanlıktan vazgeçinceye kadar muhabbet ve dostluk münâsebetleri askıya alınacaktır. Onlarla bu durumda dostluk yapmak küfre rızâ göstermektir. Çünkü Allah ve Rasûlü’ne düşmanlık etmek, küfrün en şiddetlisidir. Küfre muhabbet ise iman ile bir arada bulunmaz.
Zünnûn-ı Mısrî (k.s.) şu izahı yapar:
“Allah Teâlâ kendi düşmanlarını sevmeyi men ediyorsa, bu O’nun kıskançlığından değildir. Bu men edişin asıl sebebi; sevdiklerini, âsî düşmanlarından ayrı tutmaktır. Düşmanlara gelmesi muhtemel felâketin dostlarına sıçramasını istememesidir.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 233)
Bir bülbüle, “Öt!” demişler, ötmemiş. “Öt!” demişler, ötmemiş. Nihayet, “Seni altın bir kafese kapatırız; lâkin yanına da bir karga koyarız!..” tehdidinde bulunmuşlar. Bülbül, kafesin altın olmasına mukabil, karga ile beraber bulunmak ızdırâbmdan korkarak ötmeye başlamış...
Bu darb-ı mesel ile birbiriyle zıt karakterlere sahip ruhların bir arada bulunmasının ne korkunç bir hâdise olduğu çok güzel ve basitçe ifade edilmektedir. Lâkin bundan daha güzelini, Hz. Mevlânâ’nın bir hikâyesinde müşahede etmekteyiz:
Avcının biri, avladığı ceylanı öküz ve eşeklerle dolu bir ahıra hapsetmişti. Ceylan, ahırda şaşkınlık ve korku içinde bir taraftan diğer tarafa kaçıyordu. Avcı, akşamüstü gelerek hayvanların önüne saman döktü. Eşekler ve öküzler büyük bir iştâh ile kapışarak yemeğe başladılar. Ceylan ise, kâh ürktü, kâh bu samanlardan çıkan toz ve topraktan acıyan gözlerini ovaladı. Böylece o karnı misk kokulu ve zarîf hayvan, ahırda işkence altında kalmıştı. Eşeğin biri, alay ederek yanındaki diğer eşeklere dedi ki:
“-Susun!.. Bu, pâdişâhların ve beylerin huyunda bir hayvandır.” Bir başka eşek de şöyle dedi:
“-O halde bu hayvan, nezâket ile pâdişâhın tahtına çıkıp yaslansın!..” Durumu seyreden başka bir eşek, ceylanı saman yemeğe çağırdı. Ceylan:
“-Hayır, hiç iştihâm yok!” dedi. Eşek cevap verdi:
“-Biliyorum ki nazlanıyorsun!” Ceylan, bu sözlere karşı:
“- Ben, çemenler, akan berrak sular arasında bağ ve bahçelerde gezerdim, ilâhî nakışları seyrederdim. Kaza ve kader, beni bu azaba düşürmüşse, nasıl olur da birdenbire hâlet-i rû-hiyem değişebilir?!. Ben sünbülü, lâleyi, reyhanı bile naz ile koklaya koklaya yerdim. Tabiattaki ilâhî kudret akışlarının âhengini, hayran hayran seyrederdim. Bu hayranlığı yudumlarken de, avcılar bizleri su başlarında gönlümüz ve gözlerimiz yaşlarla dolu iken avlarlar...” dedi. Bir eşek cevap verdi:
“-Söylen, bakalım.. Nasılsa gurbette yalan söylemesi kolaydır.” Ceylan cevap verdi:
“-Benim karnımdan çıkan misk kokusu, sözlerime şâhittir. O, misk ve anber neşreder. Sizlerin ise, hâliniz meydanda. Bu sözler, elbette size yalan gelir. Sizin aranızda hakîkaten garîb, bîkes ve bîçâre kaldım...” (bk. Mesnevî, 833-861. beyitler)
Hz. Mevlânâ (k.s.), insan müfekkiresinin kavramakta güçlük çektiği mücerred hâdiseleri, basit ve müşahhas hikâyeler içinde sunar. Nitekim bu hikâyede de zıtların, birbiriyle imtizacının mümkün olmadığını ifade için, yaratılışları birbirine zıd hayvanlardan misâl almıştır.
Ceylanlar, yemesi, içmesi, teneffüsü, bediî duyguları ve zerâfetleriyle en hassas hayvanlardır. Avcılar, yeşillikler arasındaki akarsuların kenarlarında bir neyzene ney üfletirler. O muhrik nağmelerin etrafına civardaki ceylanlar toplanır. Gözleri ve gönülleri yaşlarla dolduğu anda zâlim avcılar onları tuzağa düşürüp avlarlar. Karnından çıkan misk kokusundan, derisinden ve etinden ötürü o zarîf ve hassas duygulu hayvanları ölüme mahkûm ederler. Eşek ve öküzler ise, sesleri ile çirkin, duyguları ile büyük bir nefsâniyet içinde yaşayan hayvanlardır.
Mevlânâ (k.s.), hikâyesinde zıdlarla bir arada bulunulmasının acı ızdırâbını misâlle izah ettikten sonra, Mesnevisi’ndeki hikmetli beyitlerinde bu zıdlığın elemini şu şekilde ifadelendirir:
“Her kimi ki, kendi zıddıyla bir arada korlar; bu, o kimse için ölüm azabıdır. Hakk’a yakın kişi, bu beden yüzünden azap içindedir. Çünkü onun ruh kuşu, kendi cinsinin gayri olan nefsâniyetle bir araya bağlanmıştır. Ruh, kuşlar arasında bülbül gibidir. Tabiatlar olan nefs ise, kargalardır. O bülbül, kargalardan ve baykuşlardan yaralanır. Bir arada olmaktan dolayı ızdırap duyar. Ruh bülbülü, o hodgâm nefs kargaları ve kem gözlü nefs baykuşları arasında inim inim inlemektedir.”
Bu hikâyenin ilham ettiği bir mânaya göre, ruhun nefse göre bedendeki hâli ile, ceylanın eşekler ahırındaki durumu aynıdır. Ceylan, yabancıların yanında nasıl garîb ise, ruh da, bu cesedde zor günlerin garîbliği ve imtihanı içindedir. Ruhun diğergâmlığı, nefsin hodgâmlığından rahatsızdır. Bu iki zıd, insanın dünyasında müşterek bir şekilde hayatiyetlerini ve canlılıklarını birbirleriyle mücâdele hâlinde devam ettirirler.
Bu hikâyeyi, başka bir gönül penceresinden seyrettiğimiz zamanda, zarîf ve yüksek yaratılışlı kâmil insanların, câhil ve küstahlar içinde ölüm azabından daha ağır bir ızdırap ile karşı karşıya olduklarını görürüz.
Ancak şunu söylemek gerekir ki, müslümanların gayri müslimlerle olan münâsebetlerinde, hangi durumda nasıl bir ilişki içinde olmaları gerektiği hususunda İslâm’ın hükümlerini belirleyebilmek için bu konuyu ilgilendiren her bir ayeti diğerlerinden bağımsız olarak ele almak yerine, konuyu ilgilendiren tüm âyet ve hadisleri birlikte değerlendirip çıkarılacak sonuçlara bakmak gerekir. Dolayısıyla bu âyeti izah ederken Âl-i İmrân 3/28, Tevbe 9/23-24, Lokmân 31/14-15, Mümtehene 60/7-9 gibi âyet-i kerîmeler de göz önünde bulundurulmalıdır.
Allah ve Rasûlü’nün safında yer alıp onun dâvasını sahiplenecek ve Allah ve Peygamber’e düşmanlık edenlerle sonuna kadar cihad edecek gerçek mü’minlerin mümeyyiz özellikleri şöyle hülâsa edilir:
› Allah Teâlâ onların kalplerine imanı nakşetmiştir. İman sadece dillerinde değil, kalplerine iyice yerleşmiştir.
› Tarafından onları bir ruh ile desteklemektedir. Onları, kalplerine hayat veren ilâhî bir irfan nûruyla kuvvetlendirmiştir. İlim ve hidâyet lütfetmiştir. Bu sebeple Allah’ı hiç unutmazlar. Âhiret yolunu görür, işin neticesinin nereye varacağını bilir, sevilecek ve sevilmeyecek kimseleri çok iyi tanırlar. Allah ve Rasûlü’ne itaat eder ve Allah yolunda her türlü fedakârlığa katlanırlar.
› Böyle yaptıkları için Allah onları altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecek ve orada ebedi kalacaklardır. Bunun ötesinde rızâ makamına yükselecekler; Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olacaklardır.
› Onlar için en büyük şeref ise “Hizbullah”, Allah’ın taraftarı olmalarıdır. O ebedî ve büyük kurtuluşa da ancak Allah’ın taraftarları ereceklerdir!
Ey Rabbimiz! Bizi bu şerefe, bu kurtuluşa eren o bahtiyar kullarından eyle!
Allah’ın taraftarlarının başarı ve zafere ereceğini bildirerek sona eren Mücâdile sûresini, bu gerçeğin yaşanmış açık bir misâlini vererek başlayan Haşr sûresi izliyor:Kur’an’da şöyle buyrulur: نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَنْ نَشَٓاءُۜ وَفَوْقَ كُلِّ ذ۪ي عِلْمٍ عَل۪يمٌ Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim s ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًاۖ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ “Allah en iyi koruyandır ve O, merhametlilerin en merhametlisid ...
A'râf Sûresi 40-43. Ayetler 40: "Şüphesiz ki âyetlerimizi yalanlayan ve büyüklenip onlardan yüz çevirenler yok mu, göğün kapıları onlar içi ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْس۪يۚ اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪يۜ اِنَّ رَبّ۪ي غَفُورٌ رَح۪يمٌ ...
er-Riaye tecvid konusunda günümüze ulaşan ilk çalışma olduğu kabul edilen eserdir. Müellifi Mekki b. Ebi Talib'dir. MEKKÎ b. EBÛ TÂLİB KİMDİR? 23 ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدّ۪يقُ “Yûsuf! Ey özü sözü doğru arkadaş!” (Yûsuf, 12/46) EY DOĞRU ARKADAŞ! Bilgi: Zindan arkada ...