Hâkka sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 52 âyettir. İsmini, “kesin gerçek, meygana gelmesi kaçınılmaz olan kıyâmet” mânasındaki اَلْحَٓاقَّةُ (hâkka) kelimesinden alır. Sûre ayrıca 12. âyette geçen “belleyici, uyanık” anlamındaki اَلْوَاعِيَةُ (Vâ‘iye) ve 32. âyette geçen “zincir” anlamındaki اَلسِّلْسِلَةُ (Silsile) isimleriyle de anılır. Mushaf tertîbine göre 69, iniş sırasına göre ise 78. sûredir.
Helak edilmiş önceki kavimler örnek verilerek, Kur’an’a ve Peygamber’e inanmanın zarureti dikkatlere sunulur. Onlara imanın veya inkârın âhiretteki neticeleri calib-i dikkat manzaralar halinde gözler önünde canlandırılır. Kur’an’ın gerçekliğine dikkat çekilerek, müşriklerin iddialarına cevap verilir.
Mushaftaki sıralamada altmış dokuzuncu, iniş sırasına göre yetmiş sekizinci sûredir. Mülk sûresinden sonra, Meâric sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
1. Kesin gerçekleşecek olan.
› Meydana gelmesi gerekli olan, geleceği hiç şüphesiz olan kıyâmet.
› Bütün durumların hakkiyle tanınacağı, eşyanın hakikatinin ortaya çıkacağı kıyâmet.
› Her bir insanın amelinin karşılığını hakkiyle ve layıkıyla alacağı kıyâmet.
Buna göre kıyâmet mutlaka kopacak, o gün her şeyin hakikati ortaya çıkacak ve herkes dünyadaki yaptıklarına göre hak ettiği neyse kesinlikle onu bulacaktır. Bu âyetlerde kullanılan üslup ve sorularla yapılan tekrar, kıyâmetin çok büyük ve çok dehşetli olduğunu, onun dehşetinin insan aklıyla tasavvur ve idrakinin mümkün olmadığını ve onun gerçek mâhiyetinin ancak fiilen vuku bulduğunda anlaşılacağını anlatır.
O günü yalanlayanların başına neler geldiğine bir bakın da ibret alın:2. Nedir o kesin gerçekleşecek olan?
3. Kesin gerçekleşecek olan kıyâmeti sen nereden bileceksin?
اَلْحَٓاقَّةُ (hâkka), kıyâmetin bir ismidir. Bu kelime, “hak, gerçek, kesin, gerekli” gibi mânalar ifade eden bir kökten gelir. Bu sebeple ona şöyle mânalar verilmiştir:
› Meydana gelmesi gerekli olan, geleceği hiç şüphesiz olan kıyâmet.
› Bütün durumların hakkiyle tanınacağı, eşyanın hakikatinin ortaya çıkacağı kıyâmet.
› Her bir insanın amelinin karşılığını hakkiyle ve layıkıyla alacağı kıyâmet.
Buna göre kıyâmet mutlaka kopacak, o gün her şeyin hakikati ortaya çıkacak ve herkes dünyadaki yaptıklarına göre hak ettiği neyse kesinlikle onu bulacaktır. Bu âyetlerde kullanılan üslup ve sorularla yapılan tekrar, kıyâmetin çok büyük ve çok dehşetli olduğunu, onun dehşetinin insan aklıyla tasavvur ve idrakinin mümkün olmadığını ve onun gerçek mâhiyetinin ancak fiilen vuku bulduğunda anlaşılacağını anlatır.
O günü yalanlayanların başına neler geldiğine bir bakın da ibret alın:4. Semûd ve Âd kavimleri, başlarına çarpacak o ânî ve dehşetli felâketi yalanladılar.
5. Semûd kavmi o korkunç, haddi aşkın ses ve sarsıntıyla yok olup gitti.
6. Âd kavmi ise azgın, uğultulu ve pek şiddetli bir kasırga ile imha edildi.
7. Allah o kasırgayı üzerlerine yedi gece sekiz gün kesintisiz olarak musallat etti. Öyle ki, orada olsaydın o kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi yerlere serilmiş görürdün.
8. Şimdi sen onlardan arda kalan bir kimse görebiliyor musun?
İnsanın gerçeklere sırt çevirmesinin ve günahlara dalmasının altında yatan en mühim sebep, âhirete imanın olmayışıdır. Hayatı sadece dünyadan ibaret gören ve yaptığının hesabını bir gün vereceğini düşünmeyen kimse, nefsinin her istediğini yapmaya kalkışır. Kendisini bağlayan, arzularına sınır koyan ve itaati emreden kanun ve nizamlara baş kaldırır. Nitekim Âd ve Semûd kavmi bunun açık bir misâlidir. Onlar kıyâmeti veya kıyâmetin küçük bir provası mâhiyetinde dünyada başlarına gelecek felâketi yalanladılar. Burada kıyâmet için اَلْقَارِعَةُ (kâri‘a) ismi kullanılmıştır. “Kâria”, insanların başlarına çarpan, beyinlerinde patlayan, dehşetli halleriyle insanları ürperten hâdise demektir. Bu yalanlamaları, onların helakine sebep oldu. Semûd kavmi اَلطَّاغِيَةُ (tāğiye) yani haddini aşan dehşetli bir felâketle helak edildiler. Bu felâket, “korkunç çığlık” (bk. Hud 11/94) ve bunun peşinden gelen “dehşetli sarsıntı” (bk. A‘râf 7/78) idi. Âd kavmi ise yedi gece sekiz gün aralıksız esen uğursuz, azgın, şiddetli, uğultulu, uğradığını büküp atan, parçalayıp kül haline çeviren dondurucu bir kasırga ile vahvedildiler. Kökünden kopup devrilmiş, içleri boşalmış hurma kütükleri gibi yerlere serildiler. Rüzgar onların karın boşluklarına giriyor, onları tıpkı içi boşalmış hurma ağaçları gibi yere yıkıyordu. Rüzgar ağızlarından giriyor, içlerinde ne varsa dübürlerinden dışarı çıkartıyordu. Bu sebeple içleri boşaltılmış hurma ağaçlarına benzetilmişlerdir. (bk. Kamer 54/19-20) Bunların hâli, kıyâmeti yalan sayan tüm kâfirlere ders ve ibret olmalıdır.
Bunların dışında başka örnekler de var:9. Firavun, ondan önceki daha pek çok topluluk ve Lût kavminin yaşadığı altüst edilip yerin dibine geçirilen şehirlerin halkları da hep o affedilmez şirk günahını işlediler.
10. Üstelik Rablerinin elçisine karşı geldiler; Allah da onları şiddetli bir azapla yakalayıverdi.
11. Nûh tûfanında sular coşup taştığında sizin varlığınıza sebep olan atalarınızı sular üzerinde akıp giden gemide biz taşıdık.
12. Bunu size bir ibret ve öğüt yapalım; dinlemeye açık kulaklar da onu iyice dinleyip bellesin diye.
اَلْمُؤْتَفِكَاتُ (mü’tefikât), altı üstüne getirilen şehirler demektir. Bundan maksat Lût kavmidir. (bk. Hud 11/82; Hicr 15/74) Firavun, ondan önceki kavimler ve özellikle Lût kavmi, Allah’a şirk koşmuşlar, kıyameti yalanlamışlar ve Allah’ın kendilerine gönderdiği peygamberlere karşı gelmişlerdi. Bu sebeple gittikçe şiddeti artan bir azapla kıskıvrak yakalanıp helak olmuşlardır. Aynı durum Nûh tufanında da vuku bulmuştur. Gökten ve yerden boşalan sular (bk. Kamer 54/11-12) haddi aşıp her tarafı kapladığı zaman tüm kâfirler boğuldular. Sadece Hz. Nûh’a inanan az bir grup gemiye binip kurtulabildi. Her ne kadar o gemiye binenler binlerce yıl önce yaşamış iseler de, ondan sonra gelen bütün insan nesli, o tufandan kurtulanların zürriyetidir. Bu sebeple, “Biz sizi gemiye bindirdik” denilmektedir. Bütün bunlar, Allah’ın gücünü ve kudretini, Allah’a karşı gelmenin ve peygambere isyan etmenin korkunç âkıbetini ve takvâ sahibi olmanın güzel sonuçlarını hatırlatan bir nasihat, bir ibrettir. Dinlemeye açık dikkatli kulaklar onu beller, gereği neyse onu yapar, kaybetmeyip ileri için faydalanır. Böylece iman edip güzel ameller ortaya koyarak, kendisini o büyük güne hazırlar:
13. Artık sûra şiddetli bir üfleyişle üflendiğinde,
14. Yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp, birbirine tek çarpışla çarpılarak paramparça edildiğinde,
15. İşte o gün olacak olur; kaçınılması ve engellenmesi mümkün olmayan kıyâmet kopar.
16. Gök yarılıp parçalanır; artık o gün pek zayıf ve çürük hâle gelir.
17. Melekler de göğün etrafında bulunurlar. Rabbinin arşını o gün, başlarının üstünde sekiz melek yüklenir.
18. O gün yargılanmak üzere Allah’ın huzuruna sunulursunuz; amellerinizden ve sırlarınızdan hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz!
Dehşetli bir kıyâmet manzarası sunulur: Önce ilâhî kudretle sûra tarifi imkânsız bir üfürülüşle üfürülür. Öyle ki bunun tesiriyle yeryüzü ve dağlar aşağıdan yukarı yerlerinden oynatılıp kütle kütle ayrılarak kaldırılır. Ardından birbirlerine çok şiddetli bir şekilde çarpılır; paramparça, darmadağın edilir; un ufak, toz duman haline gelirler. Nitekim bu durum diğer âyet-i kerîmelerde şöyle haber verilir:
“Dağlar parçalanıp darmadağın edildiği, uçuşan toz zerreleri haline geldiği zaman…” (Vâkıa 56/5-6)
“Kıyâmet günü yer ve dağlar şiddetle sarsılır; koca dağlar kum yığınına döner.” (Müzzemmil 73/14)
Buna göre yer titreyecek, çalkalandıkça çalkalanacak; dağlar da toz duman olacak, potada eriyip akan kum yığını gibi eriyip akacaktır.
“Rasûlüm! Sana kıyâmet gününde dağların ne halde olacağını soruyorlar. De ki: «Rabbim onları ufalayıp savuracak. Böylece yerlerini dümdüz, bomboş bir halde bırakacak. Öyle ki, orada ne bir çukur göreceksin, ne de bir tümsek!»” (Tâhâ 20/105-107) âyetlerine göre o dağların yeri dümdüz, engin ova haline gelecek; yeryüzünde ne iniş, ne yokuş, ne tepe, ne eğrilik görünmez olacak; etrafını sadece bir sis bir duman kaplamış bulunacaktır.
Sadece yerin ve dağların değil, göklerin de kıyameti kopacaktır. Burada işaret edilen kısmıyla gök çatlayıp yarılacak, şu anki mevcut düzeni bozulup çökecek, gevşeyecek, pörsüyüp sarkacaktır. “O gün gökyüzü beyaz bulutlar hâlinde yarılacak ve her taraftan melekler birbiri ardınca yeryüzüne indirilecektir” (Furkân 25/25) âyetinin sırrı ortaya çıkacak, güneş ve ay tutulacak, yıldızlar görünmez olacaktır. Henüz “O gün biz gökyüzünü yazılı kağıt tomarlarını dürer gibi düreceğiz” (Enbiyâ 21/104) âyetinde bahsedildiği üzere bütün gökler dürülmemiş olsa da, gamlı, kederli, puslu bir yüz, hüzün veren bir bulut görüntüsü ile yarılıp etekleri sarsılacaktır. Melekler ise yarılan kısımlardan etrafa yani yarılmayan taraflara çekilecek veya yarılan kısımdan açılan kenarlar üzerinde saf saf dizileceklerdir. Yahut yeryüzünün kenarlarına saf tutacaklardır. O gün Cenâb-ı Hakk’ın arşını ise sekiz melek yüklenmiş olacaktır. Bu, müteşâbih bir ifadedir. Tam olarak anlamamız mümkün değildir. “Âmennâ: inandık” der, işin hakikatini Allah’a havale ederiz.
O gün bütün insanlar diriltilir, ayağa kalkar, hesaba çekilmek üzere Allah’ın huzuruna arz olunurlar. Onların hiçbir ameli, en ufak bir durumu bile Allah’a gizli kalmaz. “O gün bütün gizlilikler meydana serilir” (Târık 86/9) sırrı tecelli eder. Neticede Allah Teâlâ herkese yaptıklarına göre karşılık verir:19. Amel defteri sağ tarafından verilen kişi sevinerek şöyle der: “Alın, okuyun kitabımı!”
20. “Zâten ben, bir gün hesâba çekileceğime kesin olarak inanmıştım.”
21. Artık o hoşnut olacağı bir hayat içindedir.
22. Çok yüce, pek muhteşem bir cennettedir.
23. Salkım salkım meyveleri eliyle koparabileceği mesafededir.
24. “Geçmiş günlerinizde yaptığınız güzel amellere karşılık âfiyetle yiyin, için.”
Mahşer günü cennetlik kullara amel defterleri sağ elinden verilir. Defterini sağ eliyle alan bahtiyar kul, âdeta pekiyilerle dolu karnesini annesine babasına göstermek için can atan bir çocuk gibi sevinir. “İşte defterim, buyurun okuyun!” der. (bk. İnşikâk 84/9) Dünyada iken âhiretin varlığına inandığını, bir gün gelip hesaba çekileceğini kesinlikle bildiğini ve buna göre güzel bir kul olmaya çalıştığını bir şükrâne ifadesi olarak dile getirir.
“Zâten ben, bir gün hesaba çekileceğime kesin olarak inanmıştım” (Hâkka 69/20) âyetini şöyle izah etmek de mümkündür: “Ben hesaba inanmakla beraber birçok kusur ettiğimi ve kendime göre kötü amellerimin değerinin az olduğunu biliyor ve bundan dolayı borcumun çok, alacağımın az çıkmasından korkuyor, hesap verirken bir zorlukla karşılaşacağımı zannediyordum. Oysa benim farkına varmadığım, hesaba bile almadığım en gizli, en küçük amellerim dahi hesaba katılmış, yüksek kıymetler, değerler biçilmiş; bu ise benim değerimden, benim gücümden değil, nihâyetsiz merhamet sahibi olan Rabbimin sırf lutuf ve ihsanıyla olmuş bir iyilik ve rahmettir.” Böyle der, sevinir ve Rabbine şükreder. Allah da onu dünya günlerinde yaptığı güzel amellere bir mükâfat olarak, bulunduğu her yerden eli ile meyvelerini alıp yiyebileceği çok güzel cennet bahçelerinde hoşnut olacağı bir hayatla mükâfatlandırır.
Buna karşılık:25. Kitabı sol tarafından verilen ise şöyle der: “Keşke bana kitabım hiç verilmeseydi!”
26. “Keşke hesâbımın ne olduğunu öğrenmeseydim!”
27. “Ah, keşke ölüm her şeyi bitirmiş olsaydı!”
28. “Malım bana hiçbir fayda vermedi!”
29. “Bütün gücüm, saltanatım yok olup gitti!”
O gün cehennemliklere amel defterleri sol taraflarından verilir. Defterini sol eliyle alan bedbaht, hasret ve pişmanlıklara yanar. “Keşke, keşke…” diyerek ah eder, inler. Defterinin kendisine hiç verilmemiş, hesabını hiç bilmemiş olmak ister. İlk ölümle her şeyin bitmiş olmasını temenni eder. “Keşke ilk ölüm işi bitirip, her şeyi kesip atsaydı da, beni bu felâketten kurtarsaydı” der. Hatta dünyadayken hiç istemediği, hep kaçtığı ölümü ister hale gelir. “Keşke şu an mümkün olsa da ölüp bu belâlardan, felâketlerden, azaplardan kurtulsam” diye arzu eder. Fakat artık bir daha ölmek yoktur. Onun için işe yarar bir hayat da yoktur. Sadece hasret, pişmanlık, feryâd ü figân vardır. Ömrünü uğrunda tükettiği malının kendine hiçbir fayda vermediğini; güvendiği, böbürlendiği, başkalarına zulüm aracı olarak kullandığı saltanatının, servet ve zenginliğinin yok olduğunu görür, “Eyvâh!” diye feryat eder. Tutunduğu delil ve tutamakların artık hiç bir işe yaramadığını anlar. Felâketler içinde yoksul ve çaresiz kaldığına yanar yakılır. İşte dünya saltanatına güvenip de hesabını yanlış yapan, başkalarına zulmettiği halde bir gün bunun cezasını çekmeyeceğini sanan, gaflet içinde azgınlık ve haksızlıklara devam eden mal ve saltanat sahiplerinin âkıbeti böyle olacaktır.
Böyleleri için bahsedilen pişmanlık azabının ötesinde daha ne büyük cezalar vardır:30. Zebânîlere denir ki: “Tutun onu, bağlayın, kelepçeleyin!”
31. “Sonra da onu, yanıp kavrulması için kızgın alevli cehenneme sallayın!”
32. “Ardından da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun!”
33. Çünkü o, sonsuz büyüklük sahibi Allah’a inanmazdı.
34. Yoksulu doyurmaya önayak olmazdı.
35. Bugün burada onu koruyacak candan bir dostu yoktur.
36. Cehennemliklerin yaralarından akan irinden başka bir yiyeceği de.
37. Onu da ancak küfür ve şirk gibi en büyük günahları işleyenler yer.
Vazifeli melekler, Allah Teâlâ’nın tâlimatıyla onları kıskıvrak yakalar, ellerini ve ayaklarını demir halkalarla boyunlarına bağlar, yetmiş zira uzunluğundaki zincirlere vurarak cehenneme atarlar. Orada onlara yardım edecek, hal hatırlarını soracak, bir tatlı söz bir tebessüm gösterecek tek bir dost bile bulunmaz. Yiyecekleri de “ğislîn”dir. اَلْغِسْل۪ينُ (ğislîn), “cehennemde yananların yaralarından ve ferçlerinden akan irin”dir. “Cehennemliklerin yediği bir bitki, en kötü yiyecek” anlamı da vardır. O bedbahtları böyle feci bir âkıbete sürükleyen sebep ise:
› Sonsuz büyüklük sahibi Allah’a iman etmemek,
› Fakirleri, yoksulları, muhtaçları doyurmaya önayak olmamak, hiçbir teşvikte bulunmamaktadır.
Böyle hazin bir âkibete uğramaktan kurtulmanın tek yolu, en büyük rahmet tecellisi olarak lütfedilen Kur’ân-ı Kerîm’e inanmak ve buyruklarına sımsıkı sarılmaktır:38. Yok, yok! Yemin ederim gördüğünüz her şeye,
39. Ve göremediğiniz her şeye ki:
40. Bu Kur’an, çok şerefli bir elçinin getirdiği sözdür.
41. O, bir şâir sözü değildir. Fakat ne de az inanıyorsunuz?
42. O, bir kâhin sözü de değildir. Fakat ne de az düşünüp ders alıyorsunuz?
43. O, Âlemlerin Rabbinden bölüm bölüm inmekte olan bir kitaptır.
44. Eğer o Peygamber, bizim adımıza bir takım sözler uydursaydı,
45. Elbette onu kıskıvrak yakalar,
46. Sonra da onun can damarını koparırdık!
47. İçinizde hiç kimse de buna mâni olamazdı.
Müşrikler Peygamberimiz (s.a.s.)’e şair diyorlar, Kur’an’ın da onun söylediği bir şiir olduğunu iddia ediyorlardı. Yine Efendimiz’e kâhin yaftasında bulunup, Kur’an’ı da kâhin sözü olarak değerlendiriyorlardı. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, görebildiğimiz ve göremediğimiz şeylere yemin ederek, Kur’an’ın, müşriklerin iddia ettikleri gibi şâir ve kâhin sözü değil, onun Allah kelâmı olduğunu, pek şerefli bir elçi olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’in onu Rabbinden vahiy yoluyla alıp insanlara ulaştırdığını haber verir. Tekvîr sûresi 19. âyette de Kur’an’ın, yine pek şerefli bir elçi olan Cebrâil’in sözü olduğu beyân edilir. Kur’an’ın, Peygamberimiz’e ve Cebrâil’e izafe edilmesi, insanların Kur’an’ı Efendimiz’in ağzından duymaları, Efendimiz’in de onu Cebrâil’den duyması sebebiyledir. Yoksa söz, bizatihi onlara değil, Allah’a aittir. Nitekim burada kullanılan رَسُولٌ (resul) kelimesi, esasen bu sözün onlara ait olmadığını, onların sadece aldıkları elçilik vazifesini yerine getirdiklerini ve bu bilgileri veren Zat tarafından vazifelendirildikleri hakikatini açıkça göstermektedir. Zaten Cenâb-ı Hakk’ın, vahiy adına kendiliğinden bir şey uydurup da Allah’a nispet etmeye kalkışması durumunda, şah damarını kesip kopararak Peygamber’i derhal helak edeceği ve kimsenin buna mani olamayacağı tehdidinde bulunması da bu gerçeği teyit etmektedir.
Ancak, gerçek şu ki Allah Resûlü (s.a.s.), Kur’an âyetlerini Rabbinden aldığı şekilde dosdoğru olarak insanlara ulaştırdı:48. Şüphesiz bu Kur’an, Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakınanlar için bir öğüttür.
49. İçinizde onu yalanlayanların olduğunu elbette biliyoruz.
50. Ama o, kâfirler için acı bir pişmanlık sebebi olacaktır.
51. Çünkü o, hakkında hiçbir şüphe olmayan kesin gerçeğin tâ kendisidir.
52. Öyleyse sen de sonsuz büyüklük sahibi Rabbinin ismini her türlü kusurdan ve ortaktan pak ve temiz tut!
Kur’an, kalpleri Allah saygısı ve korkusuyla dopdolu olup, O’na karşı gelmekten sakınan ve buyruklarını büyük bir titizlikle yerine getirmeye çalışanlara yürüyecekleri doğru yolu gösteren bir öğüttür. Çünkü Kur’an’ın irşatlarından faydalanabilecek olanlar sadece bunlardır. Ne yazık ki, onu yalanlayanlar da vardır. Ama Kur’an onlar için bir pişmanlık ve iç yarası olacaktır. Nitekim kâfirler, kıyamet günü takvâ sahiplerinin kurtuldukları azabı ve aldıkları mükâfatı, buna mukâbil Kur’an’a inanmadıkları için kendilerinin uğradıkları azabı görünce derinden iç çekecekler, tarifi imkânsız bir hasret ve pişmanlıkla yanıp kavrulacaklardır. Çünkü Kur’an, gerçekliğinde hiç şüphe bulunmayan حَقُّ الْيَق۪ينِ (hakku’l-yakîn) bir bilgidir. Onun haber verdiği her şey aynen vuku bulacaktır. O halde, kurtuluş için Yüce Rabbin ismini tesbihe, O’nu her türlü noksan sıfatlardan arındırıp tevhide ve bütün sahte tanrıları terk ederek yalnız O’na kulluğa devam etmek gerekir.
Şimdi Hâkka sûresinin sonunda yer verilen konuların bir açıklaması ve bunların bir tamamlayıcısı mâhiyetinde Meâric sûresi gelmektedir:Kur’an’da şöyle buyrulur: فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًاۖ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ “Allah en iyi koruyandır ve O, merhametlilerin en merhametlisid ...
A'râf Sûresi 40-43. Ayetler 40: "Şüphesiz ki âyetlerimizi yalanlayan ve büyüklenip onlardan yüz çevirenler yok mu, göğün kapıları onlar içi ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْس۪يۚ اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪يۜ اِنَّ رَبّ۪ي غَفُورٌ رَح۪يمٌ ...
er-Riaye tecvid konusunda günümüze ulaşan ilk çalışma olduğu kabul edilen eserdir. Müellifi Mekki b. Ebi Talib'dir. MEKKÎ b. EBÛ TÂLİB KİMDİR? 23 ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدّ۪يقُ “Yûsuf! Ey özü sözü doğru arkadaş!” (Yûsuf, 12/46) EY DOĞRU ARKADAŞ! Bilgi: Zindan arkada ...
Şifa; deva demektir. Şifa; insanın hastalıktan kurtulması, sıhhat bulması, iyilik bulması anlamlarına gelir. Peki hastalara ne şifa olur? KUR’AN’DA G ...