6236 kayıt bulundu
Sure Ayet Karşılaştır
Bakara / 35

  اَلزَّوْجُ (zevc) kelimesi, “çift” mânasına gelir. Arapça’da çiftin her birini yani hem erkeği hem de hanımı ifade eder. Burada, bu kelime ile Âdem’in eşi olarak yaratılan Havva kastedilmektedir.

Âdem ile eşinin yerleştiği cennet, pek çok müfessirin ortak kanaatine göre öldükten sonra mü’minlerin varacağı ebediyet yurdudur. Âhiretteki cennettir. Allah Teâlâ, o ikisini yerde yaratmış, ruh üflemiş, sonra da cennete yerleştirmiştir. Bunlar oraya devamlı kalmak için değil, misafir olarak girmişlerdir. Bu sebeple, bazı yasakların konması, şeytanın oraya girebilmesi, vesvese verebilmesi gibi hususi durumlar söz konusu olmuştur.

Cenab-ı Hak, Âdem ve eşine cennete yerleşmelerini söylemiş ve meyvelerinden istedikleri yerde, istedikleri zaman ve arzu ettikleri kadar bol bol yemelerine müsaade etmiştir. Meyveler bitecek diye sıkıntıya düşmemelerini tavsiye buyurmuştur. Onlara büyük bir hürriyet vermekle beraber, yine de bir sınır tayin etmiş, yasaklanan ağaca yaklaşmamalarını istemiş, aksi takdirde zalimlerden olacakları ihtarında bulunmuştur. Bu gerçek, insana verilen hilafetin mutlak olmadığını göstermektedir. Bunun belli bir sınırı vardır ki, o sınırı aşmak zulümdür.

Ayette “ağaçtan yemeyin” değil de “ona yaklaşmayın” buyrulması, bu yasağa uymanın ne kadar önemli olduğunu gösterir. Yasaklanan ağaçtan maksadın, buğday, üzüm veya incir olduğu nakledilir. Sûfîler bunun, buğday ve buğday başağı olduğunu kabul ederler. Çünkü bunun, insanoğlunun beslenmesinde çok mühim bir yeri vardır. Ancak en güzeli, kesin bir nass olmadığı için bu ağacın ne olduğunu tayin etmemektir. Allah Teâlâ bunu Kur’ân’da bize ismiyle bildirmemiş, ancak cennette belli bir ağaç olduğunu, Âdem’in kurtuluş ve saadetinin bozulmasına sebep olabilecek bir özellik taşıdığını haber vermiştir. Bu ağaç cennete yenilmek için değil, tahdit ve kulluk için konulmuştur. Ona yaklaşmak zulmü gerektiren bir durumdur. Zulüm ise haddini aşıp bir hakkı, olması gereken yerden başka bir yere koymaktır. “Yasak ağaca yaklaşırsanız zâlimlerden olursunuz” (Bakara 2/35) ifadesi, Âdem ve eşinin, bu yasağı çiğnemeleri durumunda işledikleri günahın ve uğrayacakları cezanın büyüklüğünü açıklamaktadır.

Gerçekten de cennetteki huzur ve saadet hayatı uzun sürmedi. Düşmanlığını açıkça ilân eden İblîs, oraya girerek vazifesini yaptı. Âdem ve eşini yanılttı, yasak ağaca yaklaştırarak günah işlemelerine ve ayaklarının kaymasına sebep oldu. Sahip oldukları itaat halinden ayırıp masiyete yönlendirdi. Böylece ikisini de her türlü nimet, bolluk ve refah içinde yaşadıkları cennetten uzaklaştırdı. Zira o zaman kovulmuş bulunuyor olsa da kendisine Âdem’i ve neslini azdırması için imkân ve mühlet tanınmıştı. İnsanın yaratılış hikmeti asıl bununla ortaya çıkacak ve hilafet tasarrufu bizzat bu yolla gerçekleşme imkânı bulabilecekti.

Yasak ağaca yaklaşmakla Âdem ve eşinin fıtratlarında bir değişme ve bir bozulma meydana geldi. Bu halleriyle cennette kalabilmeleri imkânsızlaştı. Sonunda ilâhî hikmet, onların birbirlerine düşman olarak yeryüzüne inmelerini gerektirdi. İnenler; Âdem, Havva, şeytan ve bunların potansiyel olarak içlerinde taşıdıkları zürriyetleridir. Bunlar, yeryüzünde birbirlerine düşmanlık yapacak şekilde indirildiler. “Adüvv”, düşman demektir ve dostun zıddıdır. Zulmetmek ve haksızlık yapmak mânasındaki bir kökten gelmektedir. “Udvân” da, apaçık zulüm, haddi aşmak ve haksızlık mânasındadır. Karşı tarafın hoşuna gitmeyecek işlerde haddi aştığından dolayı düşmana “adüvv” ismi verilmiştir. Kişinin, bizzat kendine düşman olması da mümkündür. Dünya hayatında şeytan insana düşmanlık yapacak, insanları birbirine düşman edecek, müspet ve menfi karakterler ortaya çıkacak, kardeş kardeşi öldürecek ve insanlık tarihi boyunca bu düşmanlık asla bitmeyecektir. Hatta insan, şeytana tabi olup Rabbine isyan etmek suretiyle bizzat kendine düşmanlık yapacaktır.

Dünyaya imtihan için gönderilen Âdem ve nesli, yeryüzünde belli bir zamana, ölüm ve kıyamete kadar kalacak ve buranın nimetlerinden faydalanacaklardır. Dünyada ebedi olarak kalmayacaklardır. Bu hayat fanîdir, ona göre davranmaları gerekecektir. Ayette geçen “metâ”, kendisi ile faydalanılan yiyecek, içecek, giyecek, barınacak ve ünsiyet edilecek dünya nimetlerdir.

Âdem ve eşi, insan neslinin devam etmesi, bunlara çeşitli mükellefiyetler yüklenerek imtihan edilmeleri ve içlerinden kimin daha güzel amel işleyeceğinin belirlenmesi için yeryüzüne indirilmişlerdir. Yine bu sayede Rabbimizin, “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım” (Bakara 2/30) va’di gerçekleşmiş ve Âdem’in halîfe olması mümkün olabilmiştir.

Şeytanın aldatmasıyla büyük bir hata işleyen ve bu sebeple dünyaya inmesi emredilen Âdem, Rabbinin kendine vahyettiği bir kısım dualarla hemen tevbe ve istiğfar etti. Âyetin başındaki ki “fâ” harfi; Âdem’in yeryüzüne inmesinin emredilişinin hemen ardından, hatta daha yeryüzüne inmeden tevbe ettiğini gösterir. Buradan; Âdem’in önce tevbe ettiği daha sonra yeryüzüne indiği mânasını çıkarmak da mümkündür. Zaten bir sonraki âyette ikinci kez tekrar edilen “İnin” (Bakara 2/38) emri buna işaret etmektedir.

Ayette zikredilen اَلتَّلَقّ۪ي (telakki) kelimesi, belleyip almak, farkına varmak ve kabul etmek gibi mânalara gelmektedir. Bu kelime Kur’an’ın vahyedilmesi mânasında da kullanılmıştır. (bk. Neml 27/6)

Âdem’in Rabbinden aldığı kelimelerin neler olduğu ise A‘râf  sûresinde haber verilir:

“Rabbimiz! Biz kendi kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen hiç şüphesiz ebedî kaybedenlerden oluruz.” (A‘râf  7/23)

İşte Âdem ve eşi bu ilticâ ve niyâz dolu kelimelerle tevbe edince, Allah da onların tevbesini kabul buyurdu. اَلتَّوْبَةُ (tevbe), lügat olarak dönmek ve yönelmek anlamındadır. Kulun vasfı olarak tevbe, günahtan taata yönelmek; Allah’a izâfe olunduğunda ise O’nun kulu cezalandırmaktan vazgeçip affa yönelmesi mânasına gelir. Şüphesiz Allah, tevbeleri çok kabul eden ve kullarına nihayetsiz merhamet edendir.

Kulun tevbesi şu şartlarla tamam ve makbûl olur. Bunlar; işlediği günaha pişman olmak, hâlihâzırda günahı terketmek, ileride aynı günahı tekrar işlememeye azmetmek ve üzerinde hakkı bulunanların haklarını ödeyerek helâlleşmektir. Tevbe sabun gibidir. Sabun zâhirî kirleri temizlediği gibi, tevbe de bâtınî kirleri ve günahları temizler. Kul, günahtan vazgeçip amellerini düzeltirse Allah da onun hâlini ıslah eder. Elden kaçırdığı nimetleri tekrar ona ihsan eder.

Gelen âyet-i kerîmelerde, yeryüzüne inip orada yerleşen insanoğluna doğru yolu gösterecek rehberlerin gelmesi ve bu rehberlere yapılan muameleye göre birbirine zıt iki farklı neticenin ortaya çıkması ele alınır:

Bakara / 38

 “Hepiniz oradan inin!” (Bakara 2/38) emri ikinci kez tekrarlanmaktadır. Halbuki hitap, yine aynı kişilere yapılmaktadır. Bunda bir takım incelikler ve hikmetler mevcuttur. Şöyle ki:

·         Birisine “Kalk, kalk!” demek gibi burada iniş emri ikinci bir defa vurgulanmak ve pekiştirilmek üzere tekrar edilmiştir.

·         İkisinde farklı hükümler vardır. Birincide düşmanlıktan, ikincide ise doğru yolu gösterecek rehberden bahsedilmiştir.

·         Birincisi, “Ebedî olmayan, kavga ve mücâdelelerle dolu olan bir dünyaya imtihan için inin!” mânasına gelirken ikincisi, “Emir ve yasaklardan sorumlu olmak için dünyaya inin!” mânasına işaret etmektedir.

Allah’tan gelen doğru yol rehberinden maksat, Allah’ın emirlerini insanlara getirip açıklayan peygamberler ve kitaplardır. Bunların tebliğ ettikleri hükümlere tabi olan ve gösterdikleri yolda gidenlere hiçbir korku yoktur. Bunlar asla üzülmeyeceklerdir ve pişman olmayacaklardır. اَلْخَوْفُ (havf), korku demektir ve gelecekle ilgili olur. اَلْحُزْنُ (hüzün) ise, sevincin zıddı olup, üzülmek ve kederlenmek demektir. Bu ise ancak geçmişe ait hususlarla ilgili olur. Dolayısıyla ayetin mânası şöyledir: “Allah’tan gelen doğru yol rehberine uyan kimseler için âhirette karşılaşacakları hususlarda korkulacak bir şey yoktur. Önceden yaptıkları ve dünyada geri bıraktıkları şeyler için de kederlenmeyeceklerdir.” Nitekim cennetlikler şöyle diyeceklerdir:

“Bizden her türlü üzüntüyü ve endişeyi gideren Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayan, her güzel iş ve davranışın karşılığını bol bol verendir.” (Fâtır 35/34)

Âdem’in zürriyetinden doğru yolu bulup ona uyanlara karşılık bir de tam aksine hareket edenler, böylece küfre saplanıp Allah’ın ayetlerini yalanlayanlar olacaktır. Bunların akıbeti çok fenâ ve pek hazindir. Onlar, cehennemin arkadaşları, ateşin dostları olacaklardır. Ayette geçen اَلْأصْحَابُ (ashâb) kelimesi “sohbet”ten gelir. Sohbet, herhangi bir halde ve herhangi bir zamanda bir şey ile birlikte olmak anlamındadır. Bunun sürekli ve her şeyiyle iç içe olunduğu durumlar, arkadaşlığın en yüksek derecesini teşkil eder. İşte ateş ashâbının cehennemle arkadaşlığı böyle olacaktır. Bu sebeple onlar hakkında اَصْحَابُ النَّارِ  (ashâbu’n-nâr) ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca sohbet kelimesinde vuslat mânası da vardır. Dolayısıyla kâfirler, cehennemde toplanacak, orada ebedi kalacak ve âdeta cehennem onların mülkü olacaktır.

Bakara sûresinin 1-39. âyetleri, bütün insanlara hitap eden, insanlığın başlangıcını açıklayan, inanç ve amellerine göre farklı insan gruplarını anlatan bir giriş mâhiyetindedir. Buradan itibaren 123. âyete kadar, özellikle İsrâiloğulları’na hitap eden ve onların daha önceden devam edegelen bir kısım yanlışlarını ortaya koyup düzelten bir bölüm yer almaktadır:

Bakara / 40

 اِسْرَاۤء۪يلُ  (İsrâîl) kelimesi İbrânîcede “Safvetullah” yani “Allah’ın seçkin kulu” ve “Abdullah” mânalarına gelir. Yâkup (a.s.)’ın lakabıdır. Onun torunları, bu lakaba nispetle “İsrâiloğulları” ismini almışlardır. Yahudilere bu şekilde hitap edilmesi, onlara bir peygamber ve Allah’ın seçkin bir kulu olan atalarını hatırlatmak suretiyle onları imana teşvik içindir. Âyette hitap edilen İsrâiloğulları, din âlimleri başta olmak üzere, özellikle Peygamber Efendimiz (s.a.s.) zamanında yaşayan yahudilerdir. Böyle olmakla birlikte kıyamete kadar gelecek olan yahudileri de muhatap kitlesi içine almaktadır.

Öncelikle onlardan, Allah’ın kendilerine olan nimetini hatırlamaları istenmektedir. Bu nimet, Allah Teâlâ’nın geçmişte İsrâiloğulları arasından peygamberler göndermesi, onlara kitaplar indirmesi, onları Firavun ve onun zalim halkından çektikleri pek çok sıkıntı ve belâlardan kurtararak mukaddes topraklara yerleştirmesi gibi ilâhî yardımlardır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 356) Bunlara ilave olarak en büyük ilâhî nimet ise şüphesiz onları doğru yola davet eden yeni bir Peygamber’in gelmesi ve ona Kur’an gibi bir kitabın inmesidir. (bk. Elmalılı, Hak Dini, I, 334) Bu nimetleri hatırlamaktan maksat, onların varlığının farkında olmak, kıymetlerini bilmek ve onlara en iyi şekilde şükretmeye çalışmaktır.

İkinci olarak Allah’a olan sözlerini tutmaları talep edilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’nın yahudilerden ne tür sözler aldığına dair açıklamalar yer almaktadır. Buna göre Cenâb-ı Hak onlardan Tevrat’a sımsıkı sarılacaklarına (bk. Bakara 2/63), namazı kılacaklarına, zekâtı vereceklerine, peygamberlere inanacakla­rına, muhtaçlara Allah nzası için borç vereceklerine (bk. Mâide 5/12), kendilerine in­dirilen kitabı gizlemeyip insanlara okuyacaklarına (bk. Al-i İmrân 3/187) dair söz al­mıştır. Fakat buradaki ahitten maksat daha ziyade, yahudilerden, kutsal kitaplarında hakkında önemli bilgiler verilmiş olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini tanıyıp ona inanmaları ve bu hakikati insanlara da açıklamaları hususunda alınan sözdür. Bir sonraki âyet de buna delâlet etmektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 357; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 65; Elmalılı, Hak Dini, I, 334) Onlar Allah’a olan sözlerini yerine getirdikleri takdirde Allah da onlara yardım edecek, yaptıkları amel-i sâlihlere bol bol mükâfat verip onları cennetine ulaştıracaktır. O halde sadece Allah’tan korkmak, emir ve yasaklarına dikkat etmek ve verilen sözün gereğini yerine getirmek lazımdır. Nitekim zamanın vezirlerinden biri, büyük mutasavvıf  Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri’yle görüşür ve:

“–Bana himmet buyur, gece-gündüz pâdişâhın hizmetiyle meşgulüm, iyiliğini umuyorum, fakat darılıp azarlamasından da korkuyorum” der. Zünnûn Hazretleri ağlar ve şu ibretli cevabı verir:

“–Eğer ben, senin pâdişahtan korktuğun kadar Allah’tan korksaydım sıddîklar zümresinden olurdum.”

Ukayl-i Menbicî (k.s.), çeşitli mertebedeki insanların Allah’tan korkusunu şöyle izah eder:

“Korku her işin başıdır. Ama korku şekli herkeste bir başkadır. Şöyle ki:

Âriflerin korkusu, ilâhî fiil tecellileri arasında bir rahat arzusu beslemek. İşte bundan korkarlar. Velîlerin korkusu, bir ilâhî emrin icrâsında nefsânî bir korku duymak. Onlar, bu yanlış duygudan çok korkarlar. Müttekîlerin korkusu, halka bakarken nefislerine bir payın çıkmasıdır. Baktıklarına Hak için bakarlar. Bunun aksi onları çok korkutur.” (Velîler Ansiklopedisi, II, 488)

İmam Kuşeyrî âyete şöyle bir mâna vermektedir: “… Siz bu perdelerle örtülü ve gizli dünyada sözünüzü yerine getirin. Ben de yakınlık âlemi olan âhirette sözümü yerine getireyim. Sevgi ve hoşnutluğuma kavuşma sergisi üzerinde benimle ünsiyet ve cemalimi görmenin devamını size ikrâm edeyim. Siz her iş ve hâlinizde «Rabbim, Rabbim!» deyin. Ben de her an size «kulum! kulum!» diyeyim. Aksi hâlde benden korkun.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 41)

Allah Teâlâ’nın İsrâiloğulların’dan aldığı sözlerin başında Resûlullah (s.a.v)’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmalarıydı:

Bakara / 41

Kur’ân-ı Kerîm, yahudilerin elinde bulunan Tevrât’ı doğrulayıcı olarak indirilmiştir. Kur’an onun Allah kelâmı olduğunu vurgular; ondaki tevhid akidesi, peygamberlere ve âhirete iman, Allah’ın emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak gibi temel esasları tanır ve muhataplarına öğretir. Tevrat gibi Kur’an da Allah’tan gelen ilâhî bir kitaptır. Bu vesileyle yahudiler Tevrat’a inandıkları gibi Kur’an’a da inanmaya davet edilmektedirler. Peygamberliğin, vahyin ve kutsal kitabın ne olduğunu iyi bildiklerinden onların Peygamberimiz’e ve Kur’an’a inanmalarının, böyle bir alt yapıya sahip olmayan müşriklerden daha kolay olması gerekir. Bu sebeple “Onu ilk inkâr eden siz olmayın” (Bakara 2/41) buyrularak, Kur’an âyetleri üzerinde tefekkür etmeleri, onun Tevrât’ın mâhiyetine uygunluğunu düşünmeleri ve onu herkesten önce acelece inkâr etmemeleri öğütlenmektedir.

Yahudiler, Tevrât’ın verdiği bilgilerden hareketle son olarak bir peygamberin geleceğini ve ona bir kitap indirileceğini bekliyorlar, fakat bunun kendilerinden biri olacağını zannediyorlardı. Hatta bu vesileyle inkâr edenlere karşı zafer elde edeceklerini bile düşünüyorlardı. Ancak hakikat istedikleri gibi vuku bulmayınca inkâr yoluna sapmışlardır. Şu âyet-i kerîme bu gerçeği beyân etmektedir:

“Allah tarafından onlara ellerindeki Tevrat’ı doğrulayan bir kitap gelince, onu inkâr ettiler. Halbuki daha önce bu kitabı getirecek peygamberi bekliyor ve onun hürmetine inkârcılara karşı gâlibiyet ve fetih dileyip duruyorlardı. İşte Tevrat’tan öğrendikleri o bilgileri muşahhas halde karşılarında görünce, onu inkâr ettiler. Allah’ın lâneti bu kâfirlerin üzerinedir.” (Bakara 2/89)

“Âyetlerimi küçük bir dünya menfaati için satıvermeyin” (Bakara 2/41) emri, Allah’ın indirdiği âyetlerin ifade ettiği hakikatlerin hiçbir şekilde değiştirilmesinin, gizlenmesinin veya eğilip bükülmesinin caiz olmadığını bildirir. Bu hitap, daha çok âyetleri anlayabilecek, onların tefsirini yapabilecek ve âyetler hakkında söz söyleyebilecek âlimleri hedef almaktadır. Onlardan, nimetlerin en büyüğü olan Allah’ın âyetlerini, onların açıkladığı gerçekleri terk edip âhiret kurtuluşundan mahrum kalma pahasına, bun­larla mukayese edildiğinde hiçbir değer ve anlam ifade etmeyen dünya malı, dün­yevî mevki ve itibar peşinde koşmamaları istenmektedir. Gerçekten de Allah’ın âyetleri ve ilâhî hakikatlerin bilinmesi, olduğu gibi dosdoğru bir şekilde tebliğ edilmesi, yaşanması ve yaşatılması yanında, ne kadar çok olsa da dünya malının fazla bir değeri yoktur. Bu son derece ulvî gerçeğe göre çok olan az, büyük olan da küçük ve değersiz hükmündedir. Öyleyse gerçeği olduğu gibi kabullenmek ve ona göre davranmak gerekmektedir: 

Bakara / 42

“Hak”, Allah’tan geldiği şekilde Tevrat’ın ve Kur’an’ın verdiği bilgilerdir. “Bâtıl” ise, bilinçli bir şekilde bu ilâhî bilgilere aykırı olarak ortaya konulan nefsânî görüşlerdir. Âyet-i kerîme, bunların birbirine karıştırılmasını ve gerçeğin gizli tutulmasını yasaklamaktadır. Bununla birlikte Allah’ın âyetlerinin tefsiri, tercümesi ve açıklanmasında, diğer ilmî hususların incelenip ortaya konmasında tâkip edilmesi gereken en doğru ve güvenilir yolu beyân etmektedir. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’in tercüme ve tefsirini yaparken, Kur’an’ı Kur’an, tercümeyi tercüme, tefsirini de tefsir olarak öğrenmek ve öğretmek farz mesâbesinde mühim bir vazîfedir.

Rivayete göre bir kısım yahudi âlimleri, şahsî fikir ve kanaatlerini kaleme alır, bunları Tevrat’ın aslı ile karıştırır ve birbirinden seçilmez hale getirirlerdi. Böylece doğru ile yanlış birbirine karışır ve doğrunun ne olduğunu tespit etmek güçleşirdi. Bazan de Peygamber Efendimiz’in vasıflarını anlatan âyetleri ve dünyevî çıkarları açısından işlerine gelmeyen bir kısım hususları gizlerlerdi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 363-365) Nitekim bu hususta bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Yazıklar olsun şu kimselere ki, kitabı kendi elleriyle yazarlar, sonra da küçük bir dünya menfaati için: “Bu Allah tarafından gönderilmiştir!” derler. Yazıklar olsun elleriyle yazdıkları yüzünden onlara, yazıklar olsun kazandıkları yüzünden onlara!” (Bakara 2/79)

Bilinen gerçeklerin gizlenmesinin uhrevî cezasıyla alakâlı olarak da Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:

“Bir kimseye bildiği bir konu sorulur da cevap vermezse, kıyamet günü Allah onun ağzına ateşten bir gem vurur.” (Ebû Dâvûd, İlim 9/3658; Tirmizî, İlim 3/2649)

Bile bile hak ile bâtılın karıştırılmaması ve hakkın gizlenmemesi talep edildikten sonra, insanın bu hususta sağlam bir ihlas ve dinî şuura sahip olmasına vesile olacak ibâdetlere devam istenmektedir. Bunların da başında namazın dosdoğru kılınması, mümkün mertebe cemaatle edâ edilmesi ve zekâtın tam olarak verilmesi gelir. Zira bedenî ibâdetlerin en önemlisi namaz, mâlî ibâdetlerin en önemlisi de zekâttır. Âyetteki “rukû edenlerle beraber siz de rukû edin” (Bakara 2/43) kısmı, söz konusu namazın İslâm’ın emrettiği namaz olduğunu göstermekte, bununla yahudiler İslâm’a davet edilip, onlardan müslümanlığın şartlarını yerine getirmeleri istenmektedir.

Cenâb-ı Hakk’ın şu suali ise gerek Ehl-i kitap âlimlerini gerekse Allah’ın kelamını okuyup anlayabilen herkesi derinden sarsacak ve içinde bulundukları çelişkili durumun farkına varmalarını sağlayacak bir keyfiyettedir:

Bakara / 44

Âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi ile alakâlı şu rivayetler vardır: Peygamberimiz zamanında Medine’deki yahudi âlimlerinden bazıları, kendilerine gizlice gelip: “Muhammed hakkında ne dersin?” diye soranlara: “Doğrudur, haktır” derler, Resulullah’a uymalarını emrederlerdi. Fakat kendileri, emirleri altında bulunanlardan ellerine geçmekte olan hediye ve vergilerden mahrum kalmak endişesiyle ona uyma arzularını açıklamazlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, III, 43) Bazıları da insanlara: “Allah’a itaat edin, O’ndan korkun ve iyilik yapın” diye öğütler, fakat kendileri buna aykırı davranırlardı. Onların bu yanlış ve çarpık davranışlarını ayıplamak üzere bu âyet-i kerîme inmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 368)

İniş sebebi bu şekilde olmakla birlikte âyet-i kerîme, kendini unutup ihmal ederek insanlara iyiliği ve doğruyu emretmeye çalışan herkesi şumûlüne almaktadır. Âyet-i kerîmede “iyiliği emretmek” değil, başkalarına iyiliği emrederken kendini ihmal etmek ve söylediklerine ters düşmek yasaklanmakta ve bunun akılla bağdaşmayacak bir tutum olduğu bildirilmektedir. Çünkü:

- İyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamaktan maksat, doğru olanı göstermek suretiyle başkalarını bundan istifade ettirmektir. Halbuki başkasını irşad edip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşattan mahrum etmek, başkalarını selamete çıkarmaya çalışıp kendini ateşe atmak demektir. Bu, selîm aklın kabul etmeyeceği çelişkili bir durumdur.

- Bir kimsenin, insanlara ders ve öğüt vererek ilmini ortaya koyup da, kendi söylediğini bizzat kendisinin dinlememesi, söylediklerini fiilen yalanlamak mânasına gelir. Bu, çelişkili bir durum olduğundan, insanları bir taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan onların sapmasına, mâsiyete düşmesine ve dini emirlerini hafife almasına sebep teşkil edebilir.

- Söylenen sözün ve verilen nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması arzu edilir. Boşu boşuna konuşmak, emir vermek ve gevezelik etmek akla uygun bir iş değildir. Kişinin verdiği emir ve öğüdün tersini yapması, onun kıymetini azaltmaya ve herkesi ondan nefret ettirmeye sebep teşkil eder. Daha açıkçası bu, bindiği dalı kesmek ve oturduğu evi yıkmaktır. Bundan daha büyük akılsızlık ve budalalık olmaz. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, III, 44)

Peygamber Efendimiz, bu hususta şu ibretli hâdiseyi haber vermektedir:

“Kıyamet günü bir adam getirilir ve cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı çıkar ve onlarla birlikte değirmen döndüren merkeb gibi döner durur. Cehennem halkı onun başına toplanır ve:

«–Yahu sen dünyadayken iyiliği emredip kötülükten sakındırmaz mıydın?» diye sorarlar. O da:

«–Evet, iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım, kötülüklerden sakındırırdım, fakat kendim yapardım» der.” (Müslim, Zühd 51; Buhârî, Bed’ü’l-halk 10)

Yine Resûlullah (s.a.s.) Miraç gecesindeki bir müşâhedesini şöyle nakleder: “İsrâ gecesi dudakları ateşten makaslarla kesilen bir grup insan gördüm. «Ey Cebrâil! Bunlar kimdir» diye sordum. «İlâhî kitabı okuyup başkalarına iyiliği emrettikleri halde kendilerini unutan dünya ehli hatiplerdir» buyurdu.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 120, 231, 239)

Allah Teâlâ’ya verilen kulluk sözünü layıkıyla yerine getirebilmenin zor bir iş olduğu anlaşılmaktadır. Bunu başarmanın yolunu göstermek üzere buyruluyor ki:

Bakara / 45

Sabır, ahlâkî güzelliklerin temelidir. Kalbî amellerin en zorudur. Nefsin arzularını frenleyebilmenin, günahlardan uzak durabilmenin ve her türlü bela ve musibetlere göğüs gerebilmenin yegane ilacıdır. İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabır, ahlâkın başı sabır, ilmin başı sabır, amelin başı sabır, kısaca bütün başarıların başı sabırdır. İnsan hem ruhen hem de bedenen nefsini terbiye edecek; sabır ve tahammüle, kararlı ve metin olmaya alışacak, böylece Allah’ın yardımının ilk sebeplerinden birini elde etmiş olacaktır. Aksi halde en ufak bir sıkıntı ve acı karşısında korkmak, sızlanmak, ümitsizliğe ve gevşekliğe düşmek gibi ahlâki zafiyetler baş gösterir. Sabır iki yönlüdür. Birincisi hoşa gitmeyecek durumların acısına tahammül göstererek onların güzel neticelerini beklemektir. Bu, acı ilaçlarla tedavi olmaya benzer. Hoşumuza gitmese de onları kullanırız. İkincisi ise çabucak gelecek olan lezzet ve şehvetlerden uzak durarak onların hazin sonuçlarından sakınmaktır. Bu ise zehirli tatlılardan sakınmak gibidir. Görüldüğü üzere sabır kalbi amellerin, namaz ise yapılması emredilen zahiri amellerin en önemlisi ve aynı zamanda en zorudur. Namaz, mü’minin miracıdır. İlâhî yardımın celbi için en mühim vasıtalardan biridir. Bu sebeple yüce Rabbimiz, bu iki yolla sonsuz kudretinden yardım talep edilmesini emir buyurmaktadır. Bu sayede kula ilâhî yardım ulaşacak, dinin emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak daha kolay hâle gelecektir. Nitekim namazın bu hususiyeti ile alakalı olarak âyet-i kerîmede:

“Namazı da dosdoğru kıl! Çünkü bütün şartlarına riâyet edilerek hakkiyle kılınan namaz, insanı her türlü hayasızlıktan, dînin ve aklın kabul etmediği şeylerden alıkoyar.” (Ankebût 29/45) buyrulur.

Şu kadar var ki sabır ve namaza devam edebilmek ve bu yolla Allah’tan yardım isteyebilmek sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Bilakis son derece büyük, ağır, çetin ve zor bir durumdur. Ancak “huşû” sahiplerine ağır ve zor gelmez. “Huşû”, “Allah’a gönülden saygı duyup bağlanmak, boyun eğip itaat etmektir.” “Huşû”, Allah korkusunun ve saygısının kalbe iyice yerleşmesi, vücudun dışına da aksederek sahibini edepli, mütevâzı ve boynu bükük yapmasıdır. Dolayısıyla huşû sahibi olanlar, dâimî bir kulluk şuuru içinde ve Rablerine hep niyâz hâlinde olduklarından, ibâdetlerin yorgunluk ve meşakkatini hissetmezler. Onlar, bir gün mutlaka Rablerine kavuşacaklarına ve O’nun huzûruna döneceklerine yakînen inanmaktadırlar. Bütün tutum ve davranışlarının temelinde hep bu köklü düşünce yer almaktadır. Nitekim Abdullah b. Zübeyr (r.a.), sahâbe-i kirâmın çokça ibâdet edenleri arasında sayılırdı. Namazda o kadar huzura dalardı ki, dikilir kalırdı... Secdeye varır, dalar giderdi… Serçe kuşları onu duvar zanneder, üzerine konardı…” (Velîler Ansiklopedisi, I, 79)

Âyet-i kerîmede bu gibi mü’minlerin hâlleri şöyle haber verilir:

“Onlar, yaptıkları her iyiliği ve işledikleri her ameli, kalpleri her an Rablerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek yaparlar. İşte onlardır hayırlı işlerde koşuşarak yarışanlar ve onlardır bu işlerde hep önde gidenler!” (Mü’minûn 18/60-61)

Onlar işte bu inanç sayesinde Allah’a kavuşmayı, O’nun rızâsına ermeyi ve böylece âhiret kurtuluşunu dünyanın bütün nimetlerinden daha ehemmiyetli görerek, bu uğurda her türlü zorluklara kolaylıkla sabreder ve tahammül gösterebilirler.

Şimdi de İsrâiloğulları, önceden kendilerine ihsan edilen nimetleri hatırlamaya, bu nimetlerin ellerinden çıkmasının sebepleri üzerinde düşünmeye ve İslâm’ı seçmek sûretiyle gelecekte, husûsiyle hiç kimsenin kimseye bir fayda sağlayamayacağı âhirette daha büyük nimetlere ermeye davet edilmektedirler:

Bakara / 47

Allah Teâlâ, İsrâiloğulları’na bir kısım husûsi nimetler ihsan etmek suretiyle onları, yaşadıkları dönemlerdeki diğer insanlara üstün kılmıştır. Bu konuyu açıklayan diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Bir zamanlar Mûsâ kavmine şöyle demişti: «Ey kavmim! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: O, içinizden peygamberler gönderdi; sizi hükümdarlar yapıp daha önce köle iken hür insanlar haline getirdi. Dünyada hiç kimseye vermediği şeyleri size verdi.»” (Mâide 5/20)

“Biz İsrâiloğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik verdik; onları temiz ve hoş nimetlerle rızıklandırdık ve kendilerini o zamanki diğer topluluklara üstün kıldık.” (Câsiye 45/16)

Bu ve benzeri âyet-i kerîmeler, diğer nimetlerin yanında özellikle peygamberlik ve kitap nimetine dikkat çekmektedir. Dolayısıyla İsrâiloğulları, içlerinden peygamberlerin çıkması, onlara ilâhî kitapların indirilmesi ve bu vesileyle din nimetine erişmeleri sebebiyle, kendi dönemlerindeki inkâr ve sapıklık içinde yaşayan kavimlere üstün tutulmuşlardır. Din emânetine sahip çıktıkları sürece de bu üstünlükleri devam etmiştir. Bu kutsal emâneti terk edip peygamberlere karşı geldikten ve tevhid inancından uzaklaşmaya başladıktan sonra sözkonusu üstünlüklerini kaybettikleri gibi, Kur’an’ın da haber verdiği üzere zillete düşmüş ve lânete uğramışlardır. (bk. Bakara 2/61; Âl-i İmrân 3/112)

Diğer taraftan Peygamberimizin bütün peygamberlerden, onun ümmetinin de bütün ümmetlerden hayırlı olduğunda şüphe yoktur. Çünkü âyet-i kerîmede bu ümmete hitâben şöyle buyrulmuştur: “Ey mü’minler! Siz, insanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz usûlünce iyilikleri ve güzellikleri teşvik edip yayar; kötülük ve çirkinlikleri yasaklayıp önüne geçmeye çalışırsınız. Bunu da zaten Allah’a inandığınızdan dolayı, onun bir gereği olarak yaparsınız. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbette kendileri için hayırlı olurdu. Gerçi içlerinde inananlar da var, fakat onların çoğu dinden çıkmış fâsıklardır.” (Âl-i İmrân 3/110) Bu âyette de yine dolaylı olarak müslümanların “en hayırlı ümmet” vasfını korumalarının “Allah’a inanma, O’na itaat edip emirlerine uyma ve yasaklarından sakınmalarına” bağlı olduğu anlaşılmaktadır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 378)

Kulun en çok gündemine alıp üzerine eğilmesi gereken konu ise zorluk ve dehşeti âşikâr olan kıyamet günü olmalıdır: 

Bakara / 48

Bahsedilen gün, son derece korkunç, şiddetli ve dehşetli kıyâmet günüdür. Burada, insanların o günde içine düşecekleri perişanlık, acizlik ve çaresizlikten bir tablo sunulmaktadır. O gün, hiç kimsenin kimseye zerre kadar fayda sağlayamayacağı bir gündür. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Rasûlüm! Hesap ve ceza gününün ne olduğunu sen bilir misin? Sonra bilir misin sen, nedir o hesap ve ceza günü? O, kimsenin kimseye faydası olmayacağı bir gündür. O gün bütün emir, hüküm ve yetki yalnız Allah’ındır! ” (İnfitâr 82/17-19)

“Şefaat”, “günahkâr bir mü’minin affedilmesi veya daha yüksek derecelere yükselmesi için mânevî mertebesi yüksek olan birinin ona dua etmesi ve dilekte bulunması” mânasına gelir. Bir kısım âyet-i kerîmeler ve hadis-i şerifler kıyâmet günü Allah’ın izniyle günahkâr mü’minler için şefaatin geçerli olduğunu haber vermektedir. (bk. Bakara 2/255; Tâhâ 20/109) İlgili âyetlerin tefsirinde bu hususa temas edilecektir. Dolayısıyla burada şefaatin kabul olunmaması, özellikle kâfirler hakkında olup âyetin hitâbı onlara mahsustur. (Kurtubî, el-Câmi‘, I, 379; Elmalılı, Hak Dini, I, 345)

Âyetin nüzul sebebi şöyledir: İsrâiloğulları: “Bizler Allah’ın oğulları, dostları ve peygamberlerinin çocuklarıyız. Bu sebeple babalarımız bize şefaatçi olacaklardır” diyorlardı. Allah Tealâ bu âyetle, kıyamet günü onlardan fidyenin de şefaatlerin de kabul edilmeyeceğini bildirmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, I, 381)

Âyette özellikle “şefaat, fidye ve yardım”ın olmayacağı sözkonusu edilmiştir. Zira bunlar, insanların dünyada çok önem verdikleri hususlardır. Zor durumda kalan bir kimse ya şefaat veya fidye yahut da birinin yardım etmesiyle ancak kendini kurtarma imkânı bulabilir. Bunların hiçbirinin bulunmadığı kıyamet gününde, kâfirlerin asla kurtulma imkânı olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.

Allah Teâlâ’nın İsrâiloğulları’na verdiği diğer nimetlere gelince:

Bakara / 49

Mısır krallarına, zorbalıkları ve azgınlıkları sebebiyle “Firavun” lakabı verilmiştir. “Âl-i Firavun” ise, Firavun’un kavmi, hânedânı, etrafındaki şan ve şöhret sahibi kimseler ve özellikle onun her dediğini yerine getiren itaatkâr kimselerdir.

Firavun ve hânedânı, ülkelerinde yaşamak mecburiyetinde kalan yahudileri, çok kötü ve ağır şartlar altında köle gibi çalıştırmışlardır. Onları, her türlü işlerini gördürmek için çeşitli sınıflara ayırmışlardı. Güçlü kuvvetli olanların dağlarda taş kazımaktan, kazdıklarını taşımaktan boyunları, sırtları ve elleri yara oluyordu. Bir kısmı, taş ve çamur taşıyor, Firavun’a saraylar yapıyorlardı. Başka bir grup tuğla yapıp pişiriyordu. Kimine demircilik, kimine marangozluk, kimine çiftçilik yaptırılıyordu. Bu işleri yapamayacak durumda olanlara ise her gün ödemek zorunda oldukları bir haraç yani vergi konulmuştu. Güneş batmadan haracını ödeyemeyenlerin sağ elleri, bir ay boyunca boyunlarına bağlı kalıyordu. Kadınları da keten eğirip, kumaş dokuyorlardı. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 387)

Bu kadar işkence ve zorbalık yetmiyormuş gibi, Firavun’un gördüğü bir rüyanın kâhinler tarafından “İsrâiloğulları’ndan bir çocuk doğacak, seni ve mülkünü yok edecek” şeklinde tâbir edilmesi üzerine durum ayrı bir boyut kazandı. Firavun, İsrâiloğulları kabîlelerinde doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti. Bu şekilde doğan erkek çocuklar hemen öldürülüyor, kız çocuklar sağ bırakılıyordu. Kızların ve kadınların sağ bırakılması ise hayır için değildi. Erkekleri öldürülmüş bir milletin kızları ve kadınları yabancıların elinde kalacak ve kısa bir müddet sonra nesil yok olup gidecekti. Ayrıca âyette “kadınlarınızın rahimlerini yokluyorlar, çocuk alıyorlardı” ve “kadınlarınıza utandıracak şeyler yapıyorlardı” mânaları da vardır.

Şüphesiz Allah Teâlâ, İsrâiloğulları’nı bu şekilde büyük bir imtihana tâbi tutmuştur. Burada hem azap hem de kurtuluş ile imtihan sözkonusudur. Nitekim başka bir âyet-i kerîmede: “Biz sizi, gerçek değerinizi ortaya çıkarmak için şerle de hayırla da imtihan ediyoruz. Sonunda zâten bize döneceksiniz” (Enbiyâ 21/35) buyrulur. Azap ile imtihan, onları, kurtuluş sebeplerini hazırlamak için denemektir. Kurtuluş ile imtihan ise kendi başlarına bir millet ve devlet oluşturarak, yeryüzündeki diğer devletlere üstün bir şekilde güzel amel ve ahlâk ile yaşamalarına imkân tanımaktır.

İşte İsrâiloğulları’na verilen birinci nimet, onların Firavun’un zulmünden kurtarılmalarıdır. İkincisi ise denizin yarılıp Firavun ve hânedânının orada boğulmasıdır:

Bakara / 50

Bahsedilen denizin bugünkü “Kızıl Deniz” olması mümkündür. Mûsâ (a.s.), Allah’ın emri gereğince bir gece İsrâiloğulları’nı yanına alarak, Sina’ya geçmek üzere gizlice Kızıl Deniz’e doğru yola çıkar. Sabahleyin durumu öğrenen Firavun da kuvvet toplayarak peşlerine düşer. Cenâb-ı Hak, bir mûcize olarak  denizi yarar, denizin ortasında yollar açılır. Böylece İsrâiloğulları selâmetle karşıya geçerler. Onların peşinden karşıya geçmeye çalışan Firavun ve beraberindekiler ise denizin azgın suları arasında boğulup giderler. (bk. Şuarâ 26/52-68) Âyet yahudilere, gözleri önünde cereyan eden bu mühim hâdiseyi ve kendilerine olan ilâhî yardımı hatırlatmaktadır.

Hatırlatılan bir diğer husus da şudur: 

Bakara / 51

Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’ya Zilkâde ayında “otuz” gün oruç tutmasını emretmiş, sonra bunun üzerine Zilhicce’den “on” gün daha ilâve etmişti. Nitekim “Tûr Dağı’nda ibâdet etmesi için Mûsâ ile otuz gece için sözleşmiş, sonra ona on gece daha ilâve etmiştik. Böylece Rabbinin belirlediği süre kırk geceye tamamlanmış oldu.…” (A‘râf  7/142) âyeti bunu haber vermektedir. Âyette “gündüz” yerine “gece” denilmesinin sebebi, Arabî aylara göre güne gece ile başlanması ve gündüzün geceye tâbi olmasıdır.

Burada bir incelik daha vardır:

İlâhî tecelliler fecir gibi daima geceleri takip eder. Kara günler de geceden sayılır. Tarikat erbâbı kırk günlük sülûkü bu âyetlerden almıştır. Dilimizde kullanılan ve Farsça kırk mânasına gelen “çile” tabirinin de aslı yine budur. Hz. Mûsâ kırk günlük bu süreyi oruç ve ibâdetle geçirmiş ve kendisine Tevrat levhaları inzal buyrulmuştur. Bu mevzu daha geniş bir şekilde başka sûrelerde gelecektir. (bk. A‘râf  7/142-145) Ne yazık ki, Hz. Mûsâ Tur’da ilâhî emre uygun olarak çile çıkarırken onlar Samirî’nin yaptığı buzağıya tapmaya başlamışlardı. (bk. Tâhâ 20/91) Bu, son derece haksız, zalimce ve nankörce bir davranıştı. Bununla beraber sınırsız merhamet sahibi olan Allah onları affetti. İşte burada onlara özellikle bu af nimeti hatırlatılmakta ve Allah’ın ihsanlarına şükretmeleri istenmektedir.

Tevrat, onlara verilen nimetlerin en büyüğünü teşkil eder:

Bakara / 53

Hz. Mûsâ’ya verilen kitap, Tevrat’tır. “Furkân” aslında iki şey arasını kesin olarak ayırmak mânasına gelir. Bu sebeple hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, küfür ile imanı, helâl ile haramı birbirinden ayıran her şeye furkân denilir. Bu yönüyle “Furkân”, Kur’ân-ı Kerîm’in özel lakabı olmuştur. (bk. Furkân 25/1) Tevrat dahi esasen hak ile bâtılı ayıran ilâhî bir furkandır. Dolayısıyla onun Tevrat’ın bir sıfatı olması veya Tevrat’taki şer‘î hükümler yahut “yed-i beyzâ” ve “asâ” gibi mûcizeler ya da bir zafer ve ferah olması da mümkündür. Burada atıf yapılmış olması sebebiyle furkânın Hz. Mûsâ’ya kitap ile birlikte verilmiş olan “kudret ve hâkimiyet” lütfu olması daha münasip görünmektedir. (Elmalılı, Hak Dini, I, 353)

Buzağıyı ilâh edinen kavime Hz. Mûsâ’nın tepkisine gelince:

Bakara / 54

A‘râf  sûresi 83-98. âyetlerin tefsirinde daha genişçe açıklanacağı üzere, Hz. Mûsâ, kardeşi Hârûn’u yerine vekil bırakıp Tûr’a Rabbiyle mülâkata gidince, Sâmirî adında biri, kavmin zînet eşyalarını ateşte eriterek altın bir buzağı yapmış, bunun hem Mûsâ’nın hem de kavminin ilâhı olduğunu söylemiş ve orada bulunanları buna ikna etmişti. Hz. Hârûn, onları bu işten vazgeçirmeye çalışmış ise de muvaffak olamamıştı. Hz. Mûsâ Tur’dan döndüğünde ise artık iş işten geçmiş, insanlar buzağıya tapmaya başlamışlardı. Buradaki âyet-i kerîme, işte bu hâdiseye işaret etmektedir.

Gerçekten de İsrâiloğulları, Sâmirî’nin sözünü dinleyip buzağıyı ilâh edinmekle açıktan açığa şirk gibi büyük bir günah işlemişler ve bu sebeple nefislerine zulmetmişlerdi. Toplum içerisinde müthiş bir bozulmaya ve karışıklığa sebep olmuşlardı.  Bu günahtan tevbe etmeleri ve temizlenmeleri gerekiyordu. Bunun gerçekleşebilmesi için de “kendilerini öldürmeleri” isteniyordu. Âyetteki “nefislerinizi öldürün” (Bakara 2/54) ifadesine üç farklı mâna verilmiştir:

Birincisi; hakikat anlamı ki, herkesin kendi kendini öldürmesi, yani intihar etmesidir. Fakat böyle olduğu takdirde, emre karşı gelecek olan âsiler hâricinde ortada hiç kimse kalmazdı. Dolayısıyla bu mânanın kastedilmesi mümkün değildir.

İkincisi; kavmin fertlerinin birbirlerini öldürmeleridir. Müfessirlerin pek çoğu bu mâna üzerinde durmuşlardır. Buna göre Hz. Mûsâ hem buzağıya tapanlara, hem de tapanlara ses çıkarmayıp bekleyenlere, bu günahlarından dolayı hemen tevbe etmelerini ve tevbe edenlerin, etmeyenleri derhal öldürmelerini emretmiştir. Böylelikle kavim arasında vuku bulan bu iç savaş Allah’ın izniyle zaferle sonuçlanmış, İsrâiloğulları da hallerini ıslah edip uslanmışlardır. İşte burada bu hâdiseye bir hatırlatmada bulunulmuştur. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 408-409)

Üçüncüsü; işârî mânadır. Buna göre “Nefislerinizi öldürün”, işlediğiniz günahınıza son derece pişmanlık duyarak üzüntü, gam ve kederinizden canınızı çıkarın; yahut sıkı bir perhiz ve riyazât ile nefislerinizi şehvevî arzu ve isteklerden men edin, mânasına gelir. İmam Kuşeyrî nefsi öldürmekle yapılan tevbenin Muhammed ümmeti için de gerekli olduğunu, ancak İsrâîloğulları kendi canlarına kıyarken, bizim içimizdeki nefsi mânen öldürmemizle tevbenin gerçekleşeceğini söylemektedir. Bu hususta ilk adım Allah için insanın nefsinden sıyrılıp Rabbine yönelmesidir. İsrâîloğulları’nın tevbesi bizimkinden daha zor zannedilebilir. Ancak gerçek durum böyle değildir. Zira onlar nefislerini bir kez öldürüp kurtuldular. Bu ümmetin seçkinleri ise nefislerini her an öldürürler. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 47)

Âyet-i kerîmede Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden özellikle “Bâri” ismi kullanılmıştır. “Bâri”, eksiklik, noksanlık ve ayıplardan sâlim olarak yaratan, yarattıklarına değişik sûretler vererek onları birbirinden ayıran zat demektir. İsrâiloğulları’nın, kendilerini ayıpsız ve noksansız yaratan, alîm ve hakîm olan Allah’ı bırakıp, ahmaklığın timsali olan ineğe tapınmaya koşmalarından dolayı, bir taraftan içine düştükleri cehâlet ve aptallığı, diğer taraftan da yaptıkları işin fecaatini gözler önüne sermek için Allah yerine “Bâri” ismi kullanılmıştır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 69)

İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ’ya karşı sergiledikleri büyük küstahlıklarından biri, Allah’ı açıkça görme istekleridir:

Bakara / 55

Bu hâdise A‘râf  sûresinin 155-156. âyetlerinde biraz daha teferruatlı olarak anlatılır. Buna göre Hz. Mûsâ, kavmini temsilen yetmiş kişiyi seçip Tûr dağına götürür. Bunlar orada Allah Teâlâ ile Hz. Mûsâ arasındaki konuşmayı işitince bununla yetinmez ve bu âyette ifade buyrulduğu üzere Allah’ı baş gözleriyle ve açıkça görmedikçe Mûsâ’ya asla inanmayacaklarını söylerler. Bunun üzerine orada şiddetli bir deprem olur. Bu asi adamları da yıldırım çarpar ve bayılıp düşerler. Ölecek hale gelirler. Hz. Mûsâ’nın Allah’a yalvarmasıyla bu afet başlarından kalkar ve tekrar ayılıp kendilerine gelirler. İşte burada bu büyük ilâhî lutfa dikkat çekilmektedir.

Azgınlıklarına rağmen İsrâioğulları’na olan ilâhî lutuflar kesilmez:



https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/enam-suresinin-82-ayeti-ne-anlatiyor-195113-m.jpg
Enâm Suresinin 82. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُٓوا ا۪يمَانَهُمْ بِظُلْمٍ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمُ الْاَمْنُ وَهُمْ مُهْتَدُونَ۟ İman edip ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2017/09/hasta_dua-702x336.jpg
Şifa Ayetleri

Şifa; deva demektir. Şifa; insanın hastalıktan kurtulması, sıhhat bulması, iyilik bulması anlamlarına gelir. Peki hastalara ne şifa olur? KUR’AN’DA G ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2019/04/fakirlik_görmez-702x336.jpg
Vakıa Suresi

Vakıa Suresi Mekke’de nâzil olmuştur. 96 ayettir. İsmini, kıyametin isimlerinden biri olan ve “hâdise, olay” gibi mânalara gelen birinci âyetteki (vâk ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/enam-suresinin-79-ayeti-ne-anlatiyor-195094-m.jpg
Enâm Suresinin 79. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: اِنّ۪ي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذ۪ي فَطَرَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ حَن۪يفًا وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۚ Ben hakka ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/enam-suresinin-72-ayeti-ne-anlatiyor-195071-m.jpg
Enâm Suresinin 72. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede şöyle buyrulur: وَاَنْ اَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاتَّقُوهُۜ وَهُوَ الَّذ۪ٓي اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ Bir de bize, “Namazı dosdoğru kılın v ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/enam-suresinin-68-ayeti-ne-anlatiyor-195024-m.jpg
Enâm Suresinin 68. Ayeti Ne Anlatıyor?

En‘âm suresinin 68. ayetinde buyrulur: وَاِذَا رَاَيْتَ الَّذ۪ينَ يَخُوضُونَ ف۪ٓي اٰيَاتِنَا فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ حَتّٰى يَخُوضُوا ف۪ي حَد۪يثٍ غَيْرِ ...