6236 kayıt bulundu
Sure Ayet Karşılaştır
Bakara / 17

Misal vermekten maksat, gizli olanı açık olana, görülmeyeni görülene benzeterek anlatmaktır. Bu, konunun kolayca anlaşılmasını temin bakımından fevkalâde tesirli ve faydalı bir metottur. Kur’ân-ı Kerîm, pek çok konuyu daha kolay anlaşılabilmesi için misallerle anlatır.

Bu âyetteki temsille, münafıkların hayret verici durumları gözler önüne serilmektedir. Burada “ateş yakan bir insan”dan bahsedilir. Ateşi yakan münafıkların reisi veya bütün münafıklardır. Onlar sadece dilleri ile müslüman olduklarını söyleyince kanlarını, mallarını ve çocuklarını emniyet altına almışlar; ganimet mallarından ve müslümanlara tatbik edilen diğer İslâmî hükümlerden faydalanmışlardır. Bu da iman nurunun dünya hayatında onlara sağladığı geçici bir faydadır. Fakat bu, öldükten sonra kendilerine bir fayda vermeyecektir. Dünya hayatının kısalığı ve geçiciliği, âhiretin ise ebediliği ve kalıcılığı nazara alınarak böyle bir münafığın durumu, ateş yakıp ondan pek az istifade eden ve hemen ateşi bir daha yanmayacak şekilde kökünden sönüveren ve böylece ebedî karanlıklar içinde kalan adamın durumuna benzetilmiştir. Esasen onların iman nurundan dünyadaki istifadeleri de görünüşte bir istifadedir. Hakikatte ise iç âlemleri itibariyle şüphe ve küfrün karanlıklarında ızdırap içinde bocalamaktadırlar. Dinî ve itikadî bakımdan şaşkınlık ve karanlıklar içinde olmak ise dünyevî karanlıklar içinde kalıp yolu şaşırmaktan daha kötüdür. Nitekim gelen âyet, onların mânevî açıdan içinde bulundukları hazin durumu daha net bir şekilde aksettirmektedir:

Bakara / 18

Münafıklar, zâhiren işitiyor, konuşuyor ve görüyor oldukları için ayeti hakiki mânasına yani maddi cihete hamletmek mümkün değildir. Burada mecazi mâna vardır: Onlar, Allah’tan gelen gerçeklere karşı sağırdırlar; ona asla kulak vermezler ve kabul etmezler. Onlar bu hakikatleri ifade etmek bakımından dilsizlerdir. Onlar, hakikate karşı kördürler. Kendilerini hidâyete götürecek ve ibret almalarını sağlayacak bakıştan ve basîretten mahrûmdurlar. Çünkü gönüllerinde, imanın tam zıddı olan nifak yer etmiştir. Hâsılı onlar, anlatılan özelliklere sahip olduklarından dolayı sapıklıktan kurtulup doğru yola asla dönemezler.

İnsanı hidâyetten uzaklaştıran basîret körlüğünün üç sebebi vardır:

  Bedeni, Allah Teâlâ’ya isyân sayılabilecek işlerde kullanmak,

  Allah’a tâatta samimiyetsiz ve riyakârane davranmak,

  Ümitlerini Allah’a bağlayıp ihtiyaçlarını O’na arzetmek yerine, yaratıkların elindekilere göz dikmektir. İşte bu şekilde basîret körelince kul, Hak’tan yüz çevirip halka yönelir ve hakikat yollarına dönüş zorlaşır.

İslâm hidâyetinden mahrum kalanların dünyadaki halleri böyle olduğundan âhirette de benzeri bir azâba uğratılacaklardır. Kıyamet günü onları kör, dilsiz, sağır olarak yüzüstü haşrederiz (İsrâ 17/97) âyet-i kerîmesi bu gerçeği haber verir. Onlar Cenab-ı Hakk’a: “Rabbim! Beni niçin kör olarak dirilttin? Oysa ben dünyada gözleri gören biriydim” diye itiraz eder. Yüce Allah: “Evet, böyle! Âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları nasıl unutup bir kenara attıysan, bugün de sen işte öylece unutulur, bir kenara atılırsın!” buyurur. (Tâhâ 20/125-126) Dolayısıyla onlar kıyâmet günü Allah’ın selâmını işitemez, iltifâtına nâil olamaz ve O’nun cemâlini seyredemezler. müslümanlar ise, dünyada hak söze kulak verip onu dillerinden düşürmedikleri ve kâinattaki ilâhî kudret akışlarını basîret gözüyle müşâhede ettikleri için kıyâmet günü Allah Teâlâ’nın hitâbı, cemâli ve selâmı ile ikrâm olunacaklardır.

Münafıkların dehşet ve korku dolu iç dünyalarını beyân eden ikinci misal şöyledir:

Bakara / 19

Bu temsili de iki türlü ele almak mümkündür: Onların hali “şiddetli yağmura” veya “böyle bir yağmura tutulmuş kimselerin durumuna” benzetilmiştir.

Birincisine göre; İslâm dini hayat sebebi olmakta kuvvetli bir yağmura, Peygamberimiz’in gönderildiği zamanda dünyanın hali ve her zaman İslâm’a karşı olan kâfirlerin şüpheleri karanlıklara; dinin müjde ve uyarıları şimşek ve gök gürültüsüne; kâfirleri ve münafıkları bekleyen musibetler ve cezalar yıldırımlara benzetilmiştir. Bu tabloda münafıklar, İslâm’ın kendilerine yönelik uyarı ve tehdit dolu âyetlerine ve içinde öldürülme tehlikesi bulunan cihad ve benzeri ilâhî emirlere karşı kulaklarını tıkıyorlar. Yine bir taraftan namaz, zekât ve oruç gibi ibâdetlere, diğer taraftan da ellerinde bulundurdukları makam, mevki ve bir kısım dünyevî menfaatleri terkederek her konuda Hz. Peygamber’e ittiba gibi nefislerine zor gelen mükellefiyetlere karşı da aynı tavrı sergiliyorlar. Bunu yaparken Allah Teâlâ’nın onları her cihetten kuşattığını, içlerinden geçenleri bile bildiğini ve kendilerinde istediği tasarrufta bulunabileceği gerçeğini unutuyorlar. Bununla birlikte canlarının ve mallarının korunması, ganimetlerden kendilerine pay verilmesi ile ilgili hükümleri görünce de bunlara rağbet ediyorlar. İşte ayette “şimşeğin ışığında yürümeleri” buna benzetilmiştir. Yine ayetteki “başlarına karanlık çökünce ise çakılıp kalırlar” sözü ise, bu gibi menfaatlerinin bitip yok olması halinde eski imansızlıkları ve şaşkınlıklarına dönmelerini ifade eder. Halbuki Allah dilerse, onların işitme ve görme hislerini tamamen alır da ne İslâm’ın dünyevî menfaatlerine dair olan hükümlerini işitebilirler; ne de bunları görebilirler. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, II, 77-78)

İkincisine göre ise münafıkların kendileri, yağmura tutulan kimseler gibi; küfür ve hile ile karışık imanları, içerisinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek bulunan yağmur gibidir. Yağmur her ne kadar faydalı bir şey ise de insanı bu halde yakalayan yağmur zararlı olabilir. müslümanların saldırılarından ve diğer kâfirlere yaptıkları muamelelerden sakınmak ve emin olabilmek için sergiledikleri nifakları, ölüm korkusuyla yıldırımlara kulak tıkamaları gibidir. Fakat bu kulak tıkamaları Allah’ın takdirinden hiçbir şeyi geri çevirmeyecek ve kendilerine erişecek zararı defetmeyecektir. İslâm’ın emirlerinin şiddeti karşısında hayrette kalmaları ve içinde bulundukları durumun farkında olmamaları ise, şimşeğin ışığını fırsat bilerek azıcık yürümeleri ve şimşeğin parıltısı kaybolunca da oldukları yerde çakılıp kalmaları gibidir. (bk. Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 13)

Görüldüğü üzere bu temsiller, önceki ayetlerde vasıfları anlatılan münafıkların iç âlemlerini dikkat çekici bir tarzda ortaya koymaktadır. Böylece onların İslâm dini karşısında takındıkları menfi tavırları sebebiyle içine düştükleri sıkıntıları ve yaşadıkları zehir dolu hayatı herkesin anlayabileceği tarzda haber vermektedir.

Sırasıyla mü’min, kâfir ve münafıkların özellikleri beyân edildikten sonra şimdi de ilâhî hitap bütün insanlara yönelmekte ve hepsini topluca kulluğa davet etmektedir:

Bakara / 21

“Ey insanlar! Rabbinize kulluk ediniz!” hıtâbı çeşitli anlam katmanları bulunan bir emir olarak, kâfir olsun mü’min olsun, âsi olsun münafık olsun bütün insanları içine almaktadır. Şöyle ki:

    Kâfirlere, Rablerine iman edip O’nu yegâne ilâh kabul etmelerini,

    Münafıklara, Rablerini tanıyarak tevhitte samîmî olmalarını,

    Âsilere, Rablerine itâat etmelerini,

    İtâat ve iman ehline ise Rablerine itâatte devamlı olmalarını emretmektedir.

Bu ilâhî hitâbı duyan gafiller gaflet uykusundan uyanır, tembeller ve uyuşuk halde bulunanlar harekete geçer, masivayla meşgul olanlar kulluğa yönelir, gerçeklerden yüz çevirenler hakka döner. Hak âşıkları ise gönülleri okşayan bu rabbânî nidayla coşarlar. (Semerkandî, Bahru’l-Ulûm, I, 101)

İbadet kelimesinde; “tapma, bağlılık, boyun eğme, itaat, hâkimiyeti altına girme ve kulluk” anlamları vardır. Bununla birlikte ibâdet; “kul” anlamındaki “abd” kelimesiyle bağlantılı olup esasmânası “kulluk etmek” demektir. Aynı kökten gelen ubûdiyet, benliğini hiçe sayıp kendini alçaltmak anlamındadır. İbâdet ise benliğini hiçe saymanın zirve noktasını teşkil ettiğinden böylesi bir saygıya da üstünlük ve yüceliğin zirvesinde bulunan Allah Teâlâ dışında hiçbir varlık lâyık değildir. Kulluk, hayatın tüm safhalarını; itikadî, ahlâkî, hukukî, iktisadî ve siyasî her türlü ilişkileri kuşatan bir kavramdır. Ancak, dine uygun tutum ve davranışlar “Allah’a kulluk” kapsamına girerken, aykırı tutum ve davranışlar, “tâğûta, nefse, hevâ ve hevese kulluk” kapsamına girmektedir.

Sufilere göre ibâdet; kalp ile tevhidin hakikatine ulaşmayı, sır ile masivâdan uzaklaşıp Allah’a yönelerek sadece O’nun rızâsını istemeyi, nefs ile de ilâhî hükümlere tam teslimiyet göstermeyi içine almaktadır. Bu bakımdan, âyet-i kerîme: “Ey insanlar! Her türlü haram ve mahzurlu şeyden uzaklaşarak, taatlerin edâsına sımsıkı sarılarak, emredilenlere huşû ve tezellülle boyun eğerek, tembellik ve uyuşukluk edilecek yerlerde yanlış davranışlardan uzaklaşarak Allah’a kulluk ediniz!” mânasını taşımaktadır.

Burada Allah’ın özellikle rubûbiyet vasfına yer verilmesi dikkat çekicidir. Bizleri, dünyaya gelişimize sebep olan anne ve babalarımızı, nine ve dedelerimizi yaratan O’dur. Bizi ta ilk insandan itibaren varlıkların en şereflisi olarak pek güzel bir biçimde var eden, büyütüp geliştiren, akıl ve dil gibi muazzam nimetlerle donatan O’dur. Bu hususlarda hiç kimse O’na yardım etmiş değildir. İşte, ayet bu hakîkate dikkat çekerek başka şeylere değil, sadece Rabbimize kulluk etmemiz gerektiğini anlatmaktadır.

Ayette, ayrıca Allah Teâlâ’nın ne kadar büyük bir kuvvet ve kudrete sahip olduğu anlatılarak insanların gaflet uykusundan uyanması istenmektedir. Önceki nesillerin yaratılmasına temas edilirken, verilen öğüdün daha etkileyici olması hedeflenmektedir. Yüce Al­lah niçin bize öncekileri hatırlatmaktadır? Şüphesiz, bizim sonumuzun da onlar gibi olacağına dikkatimizi çekmek için… Adeta şöyle demektedir: “Sizden öncekiler de yeryüzünde yaşıyorlardı, belki sizden çok daha güçlü, müreffeh bir hayat sürüyorlardı; fakat şu an toprağın altındalar. Demek ki, onları öldüren, sizi de öldürecek... Bu sebeple, siz de dönüp dolaşıp oraya varacağınızı; O’nun huzuruna çıkacağınızı unutmayın. O’na karşı kusur işlemekten vazgeçin. Sadece O’na ibâdet ederek hidâyete, felâh ve kurtuluşa eren muttakîlerin yoluna girin.”

Neticede hâlisane ibâdetin insana sağlayacağı fayda “umulur ki takvâya erersiniz” ifadesiyle belirtilmektedir. Nitekim burada da görüldüğü gibi, verdiği emir ve yasakların hikmetini göstermesi Kur’ân’ın önemli hususiyetlerinden biridir. Demek ki ibâdet, kulu takvâya ulaştırmaktadır. Peki takvâ nedir? “Koruma” anlamındaki vikâye kökünden gelen takvâ, “korku gereği korunmak” demektir. Takvânın gerçek anlamı, ilâhî emir ve yasaklara riayet ederek uhrevî azaptan korunmaktır. Nihaî derecesi ise, Allah dışındaki her şeyden uzak durmak; yani onlara gönül bağlamamaktır. Bu mânasıyla takvâ, mü’minlerin varabileceği en son makamdır.

Aşağıdaki ayet, yüce Allah’ın şirkten uzak, hâlisane bir kulluğu neden hak ettiğini bu kez âfakî nimetlere vurgu yaparak tekrar açıklamaktadır:

Bakara / 22

Yüce Rabbimiz, sadece kendisine kulluk etmesi için yarattığı insanı yeryüzünde başıboş ve çaresiz bırakmamıştır. Kâinatı onun hizmetine vererek, insanın bedenî ve ruhî bütün ihtiyaçlarını karşılayacak muazzam bir nizam kurmuştur. Kur’ân-ı Kerîm bu muhteşem nizamın mâhiyetini beyân eden ilâhî kelamdır. İşte âyet-i kerîmede bu nizamdan bir kesit takdim edilmektedir:

Ayette geçen ilk kelime اَلْاَرْضُ (arz)dır. Toprak için de kullanılan arz kelimesi, sözlükte “yiyip bitirme”, “sarsma” ve “çiğneme” anlamlarına gelmektedir. Hz. Ali’nin  ifadesine göre, “içinde bulunan her şeyi yiyip yok ettiği için”; bir başka görüşe göre ise, “ayak ve tırnaklarla çiğnendiği için” toprağa arz ismi verilmiştir. Üzerinde yaşadığımız gezegene de yukarıdaki kök anlamlarından hareketle arz denmiştir. Aslında dünyamız, bir “su gezegeni” olmakla birlikte, kendilerini dört bir yandan karaların kuşatmış olduğunu gören kadim insanlar Yerküre’yi arz diye adlandırmış ve asırlarca Yerküre’nin sathının -birtakım su kaynakları dışında- tamamen kaya ve topraktan oluştuğuna inanmışlardır.

Allah Teâlâ, şu anki Yerküre’yi meydana getirirken, onu üzerinde rahatça hayat sürdürebileceğimiz bir döşek şeklinde düzenlemiştir. Aslında kararsız, sebatsız, oynak bir ateş koru olan Yerküre, zamanla suyun fevkinde ve yumuşaklıkla sertlik arası bir kıvama erişmiş; canlıların, üzerinde yerleşip yaşamasına, huzur ve karar bulmalarına elverişli hâle gelmiştir. Yeryüzündeki dağlar, sert kayalıklar ve denizler gibi “döşek” mefhumuna aykırı gözüken kısımlar ise, yeryüzünün döşek gibi kullanılmasını sağlayan bölgelerdir. Nitekim Biz yeryüzünü bir döşek yapmadık mı? Dağları da onu sağlam tutan birer kazık (Nebe’ 78/6-7) ayetinde, dağların arz döşeğini istikrarlı bir şekilde tutan birer “kazık” olduğu belirtilmiştir.

Ayette geçen ikinci kelime اَلسَّمَاۤءُ  (semâ)dır. Arapçada, “üstte olan her şeye” semâ denir. Cenâb-ı Hak, semâ’yı yani başımız üzerindeki müzeyyen gök kubbeyi de bir “binâ” yapmıştır. Ama ne bina!.. Kelimenin tam mânasıyla “muhteşem” bir bina… Semâ kelimesinin nekire olması bu mânayı vermektedir. Burada, aynı zamanda gökyüzü sağlam, süslü bir çatıya benzetilmektedir. İnsan olup da bu kubbe altında yeryüzü döşeğine kurulmayan hiç kimse yoktur. Büyük küçük, zengin fakir, yaşlı genç bütün beşeriyet aynı evde oturup aynı döşekte yatan bir aile gibidir. Dolayısıyla insanlar, kimin binasında kalıp, kimin döşeğinde yattığını bilirlerse, hangi Rabbin kulu olduklarını veya olmaları lazım geldiğini de bilirler.

Burada dile getirilen üçüncü nimet de şudur: Yüce Allah, gökyüzünde dolaşan bulutlardan yağmur yağdırarak bununla canlılara rızık olmak üzere çeşitli ürünler; sebze ve meyveler bitirir. Suda etken, toprakta ise edilgen bir kuvvet vardır. Aynen erkek ve kadının birleşmesinden neslin dünyaya gelmesi gibi, su ile toprağın birleşmesinden de bütün mahsulât neşvünemâ bulmaktadır.

Bütün bunları yoktan yaratan ve yapan Cenâb-ı Hak’tır. Aklı olan herkes bunu anlar ve bilir. O halde, bütün bunları bilip dururken Allah’a asla ortak koşmamak; Allah’a ibâdet eder gibi başka şeylere ibâdet etmemek gerekir. Aklını çalıştırarak kâinattaki kudret akışları üzerinde tefekkür edenler, ilim, kuvvet ve kudret başta olmak üzere bütün kemal sıfatlarıyla Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğini kabul edeceklerdir.

Burada aklî deliller kullanılarak, taklidin terk edilip gerçek bir imana ulaşılması gerektiği hatırlatılır.

Ayette geçen اَنْدَادًا (endâd) kelimesi, “nidd”in çoğuludur. Nidd ise denk, misil, emsal ve benzer demektir. Ayrıca “tartışan, münakaşa eden muarız” mânası da vardır. Yukarıda birkaç fiil ve sıfatı zikredilen Allah Teâlâ karşısında, bunlar hiç mesabesinde, vehme dayalı varlıklardır. Gerçekten var olan İsa, melekler, tâğutlar gibi “ilâh”lar da bizzat O’nun tarafından var edilmiş olup müstakil hiçbir değerleri yoktur. Zaten, yukarıda da ifade edildiği üzere, nihayetsiz merhamet sahibi olan Rabbimiz, kullarının her türlü ihtiyaçlarını karşılamış, başkalarına kulluk edişlerini mazur gösterebilecek bütün mazeretlerinin yolunu baştan kapatmış ve onları zât-ı ulûhiyeti dışındaki, gerçekte olmayan vehim ürünü ortakların minnetinden kurtarmıştır. Onlara gökyüzü örtü, yeryüzü yaygı, mübah olan şeyler rızık, taatler meslek, ibâdetler meşguliyet, Allah’ı zikretmek ünsiyet, vekîl olarak Rabbü’l-âlemîn kâfîdir. O halde, Allah’a ortaklar koşmayın. İhtiyaç duyduğunuz şeyleri elde etmeye çalışırken kalplerinizi O’ndan başkasına bağlamayın. Çünkü Hak Teâlâ, yoktan en güzel ve benzersiz şekilde yaratmada tektir; O’ndan başka var edecek yoktur. Eğer fayda ve zararın ya da hayır ve şerrin olan biten şeylerden kaynaklandığını sanırsanız başka bir ifadeyle bütün bunların bir yaratıktan kaynaklandığını düşünürseniz, işte bu, gerçek mânada şirktir. Biliyorsunuz ki, kendisi muhtaç olana ihtiyaç beyân edilmez. Muhtacın muhtaca el açması, zayıfın zayıfa itimad etmesi fakirliği gidermez, bilakis artırır. (bk. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 28)

Bu âyetten şöyle bir ibret ve öğüt çıkarmak mümkündür:

Kıyamet günü Allah Teâlâ: “Ey insanlar! Ben sizin için şunları şunları yaptım. Peki siz, benim için ne yaptınız?” diye sorarsa, bu suale nasıl cevap verebiliriz? Rivayete göre Şiblî (k.s.) bir gün halka vaaz etti. Kıyâmetten, kıyâmetin dehşetinden, hesabın son derece çetin, meşakkatli, zor bir merhale olduğundan bahsetti. İnsanları ağlattı. O esnâda yanlarına Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî geldi ve şunları söyledi: “İnsanları bu kadar korkutmana gerek yok! Çünkü o günün hesâbı bu kadar uzun değildir; iki kelimeden ibârettir: O gün Allah Teâlâ kullarına sadece: «Men tü-râ bûdem tû ki râ bûdî: Ben seninle idim, sen kiminle idin?» diye seslenerek buna cevap isteyecektir.”

Dolayısıyla, ibâdette esas olan, ihlastır, yani, mâsivâ endişesini ve ağyâr beklentisini gönülden çıkararak sadece Allah’a kulluk etmektir.

Yüce Al­lah, önceki iki âyet-i kerîmede, kendi birlik ve kudretine dair delilleri zikrettikten sonra, aşağıdaki âyet-i kerîme ile de Kur’ân-ı Kerîm’in Peygamberimiz (s.a.s.)’in kendiliğinden söylediği bir söz olmadığını, yani onun tarafından uydurulmadığını ortaya koymaktadır:

Bakara / 23

Sûrenin hemen başında; ikinci ayette, “İşte bu Kitap ki, onda asla şüphe yoktur…” buyrularak, Kur’ân-ı Kerîm’in ilâhî kelâm oluşunda ve onun ortaya koyduğu hakikatlerin doğruluğunda hiçbir şüphenin bulunmadığı vurgulanmıştı. Gerçek böyle olmakla birlikte, Allah’a kulluğa davet edilen insanlardan bir kısmı, hidâyetten nasipleri olmadığı için Kur’an hakkında şüpheye düşmüşlerdir ve hâla da düşebilmektedirler. İşte bu âyet-i kerîme, kelâm-i mübîn ile alakalı küçük veya büyük herhangi bir şüphesi bulunanlara hitap etmekte ve onlara meydan okumaktadır:

“Eğer has ve mümtaz kulumuz[1], doğruluğuna, eminliğine bu ana kadar herkesin inanmış olduğu sevgili Rasulümüz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’e verdiğimiz peygamberlikten ve bunun fermanı olmak üzere parça parça indirmekte olduğumuz Kur’ân’dan en ufak bir şüpheniz varsa, mesela: «Vahiy nedir, inanılır şey midir?», «Allah kitap gönderecek olsa böyle parça parça, âyet âyet, sûre sûre mi gönderir?», «Bu bir şiir değil midir? Bunu insan kendiliğinden yapamaz mı? Muhammed de diğer şairler gibi ara sıra bazı şeyler hissedip bunları şiirî bir eda ile dile getiriyor, sonra da ‘Allah gönderdi’ diye hem bizi hem de kendini aldatıyor olamaz mı?» gibi birtakım kuşkular taşıyorsanız, bunun ispatı kolaydır:

Bu hususta derin derin düşüncelere, hayallere dalmanıza ve ne yapacağız diye telaşlanmanıza gerek yoktur. Sandığınız şekilde Kur’an’ı bir insan olan Peygamber getirdiğine göre, bunu bir insan yapabiliyorsa, haydi durmayın “onun denginden” bir sûre getirin.

Sûre, lügat olarak “yüksek bir menzil veya makam” demektir. Terim olarak ise; “Kur’ân-ı Kerîm’in en az üç ve daha fazla âyetten oluşan, başı-sonu belli kısımlarına verilen isim”dir. Çünkü Kur’ân okuyan kimse, her sûreyi okudukça yüksek bir dereceye ulaşır. Kur’ân sûrelerinin hepsini okumak sûretiyle bütün menzilleri geçer ve en son makama varır.

Ayette geçen مِنْ مِثْلِه۪ kaydı iki şekilde anlaşılabilir:

    Üslupta, belagat ve güzellikte Kur’ân sûrelerinden en az birine denk bir sûre getirin.

    Kur’an sûrelerine tam benzemesi ve denk olması için, Kur’ân’a nazîre yapacak olanlar da aynen o kulumuz gibi olmalıdır; yani hem okur-yazar olmamalı, şiir ve edebiyatla uğraşmamalı, hem de onun kadar ahlâklı olmalıdırlar.

Fakat ayetin devamı bu son şartı da kaldırarak şöyle demektedir: “Haydi, size izin verelim de kimden olursa olsun herhangi bir şahıstan Kur’ân’dakine denk bir sûre getirin. Hatta, Allah’tan başka bütün şâhitlerinizi; güvendiğiniz ne kadar yardımcılarınız, tanıdığınız ne kadar mabutlarınız, iktidarını farz ettiğiniz ne kadar putlarınız, şairleriniz, edipleriniz, bilginleriniz, filozoflarınız, âmirleriniz, hâsılı size baş, el, ayak olmak isteyecek ne kadar yardakçılarınız ve önderleriniz varsa, hepsini bu işte yardıma çağırınız.” (Elmalılı, Hak Dini, I, 269)

Burada şöyle bir işaret bulunmaktadır: Yaratan dururken yaratılandan yardım dilemek hiçbir fayda vermez. Âcizin âcizden dilenmesi bir mâna ifade etmez. Bu sebeble, ihtiyaçlarını ancak onları yerine getirmekte güçlük çekmeyecek birine arz et! Sadece hazîneleri tükenmez birisinden iste! Sana yalnız başına yardım edecek, seni her yönden muhâfaza edecek, seni mala-mülke bağlı olmadan da zengin edebilecek birine dayan! O seni himâye etti mi, çok düşman az olur; O sana yetti mi, az mal çok olur.

Eğer Peygamber’e ve Kur’an’a karşı koyma ve düşman olma dâvanızda sadık iseniz; hiç şüphe edilmeyecek böyle bir hususta şüphe olduğu fikrinde haklıysanız, bunu yapabilmeniz gerekir. Zira, herhangi bir insanın kendiliğinden yapabildiği bir şeyi, hatta ondan daha iyisini başka herhangi bir insan da yapabilir. Hele hele, o işin uzmanı sayılan çok sayıda insan kafa kafaya verip elbirliği yapacak olursa... Fakat aşağıdaki ayetin açıktan meydan okuduğu gibi, kıyamete kadar asla ona benzer bir söz, benzer bir sûre getiremeyecek ve Kur’an’ın, bir insan sözü olmadığını yakînen bileceksiniz:

[1] Cenâb-ı Hakk bu âyet-i celîlede عَبْدِنَا “bizim kulumuz” buyurarak Resûlullah Efendimiz’i kendine izafetle şereflendirmiş ve onu mutlak anlamda “abd” yâni kul olarak isimlendirmiştir. Diğer peygamberleri “Güçlü kuvvetli kulumuz Dâvûd’u hatırla” (Sâd 38/17) ve “Kulumuz Eyyûb’u da hatırla” (Sâd 38/41) âyetlerinde olduğu gibi adıyla andığı halde Efendimiz için “kulumuz” ifadesinden sonra, “Muhammed” şeklinde, başka bir isim zikretmemiştir. Bir isim mutlak olarak zikredildiğinde kemâline hamledilir. Buradan anlaşıldığına göre Hak Teâlâ Hazretleri, habibi Hz. Muhammed için hazırladığı kemâl derecesindeki kulluğu dünyada başka hiçbir kimse için hazırlamamıştır. Kullukta kemâl noktaya ulaşmak ancak, gönlü Allah’tan başka herşeyden tamamen arındırıp, bağımsız hale getirmekle mümkündür. Bu durum ise sadece ve sadece Peygamberimize mahsûstur. Nitekim âyet-i celîlede: “Peygamber bunları görürken gözleri ne kaydı, ne de sınırı aştı” (Necm 53/17) buyurularak onun bu özelliğine dikkat çekilmiştir.

Bakara / 24

Göklerin meydan okuması karşısında yeryüzünün aciz yaratıkları olarak bütün gücünüzü harcadığınız halde Kur’ân’ın bir benzerini getiremez ve ona karşı çıkışınızda başarısız kalırsanız -ki bu hususta başarısızlığa mahkûmsunuz- o halde, Hz. Muhammed’in Allah’ın peygamberi, Kur’ân’ın da Allah’ın kitabı olduğu gerçeğine iman etmeniz gerekir. Aksi takdirde, cehennemliklerden olursunuz. Bu durumda, inkâr inadından vazgeçerek kendinizi ateşten korumaya bakın.

Ayette yer alan “ki asla yapamayacaksınız” kaydı, açık bir mûcizedir. Çünkü istikbâlde meydana gelecek ve Sadece Allah’ın bildiği bir hâdiseyi haber vermektedir. Bu hakikati sadece Allah Teâlâ bilmekte iken, daha sonraki gelişmeler bu bilgiye uygun olarak vuku bulmuştur. Kur’an’a benzer bir kitap, Kur’ân’ınkine benzer bir sûre getirilememiştir. Bu ayetin nüzûlünden bu yana Kur’ân’ın bir sûresine denk bir söz söylenebilmiş veya yazılabilmiş olsaydı, bu muhakkak nakledilir ve kayıtlara geçerdi. Fakat böyle bir şey olmamıştır. Kur’ân inkârcıları, bu meydan okuyuşa olumlu cevap vererek Kur’ân surelerinden herhangi birine denk bir pasaj yazmaktan âciz kalmışlar; -kendilerince- çok daha basit olan nazîre yapmak yerine, türlü türlü zahmetlere girerek, onca masrafı tercih ederek ordular donatmış, silah çekip kan akıtmış, Kur’ân irşadının önüne kaba kuvvetle geçmeye çalışmışlardır.

Bu âyet-i kerîmede son derece iknâ edici, bağlayıcı ve susturucu bir üslup mevcuttur. Şöyle ki; kesin ilim ve yakîne ulaşmanın en mühim vasıtaları açıklık, görme, aklî delil getirme, tecrübe ve doğru haberdir. Ortada apaçık görülen bir gerçek vardır: Kur’ân-ı Kerîm’in nazmındaki yüksekliği anlayabilenler, Kur’ân’ın mûcizeliğini apaçık, bizzat görmekte, diğerleri de bunlardan öğrenmektedir. Üstelik, Allah ve Peygamberi Kur’ân’ın bu hususiyetini açıkça haber vermektedir. Kendi tecrübeleriniz ve başkalarının tecrübeleri de, bunun aynısının yapılmadığını, yapılamadığını ve yapılamayacağını açıkça göstermektedir. Bundan büyük yakîn, bundan büyük ilim olmaz. O halde, şüphe etmeye hiçbir hakkınız kalmamaktadır. Az çok ilmî bir sebebe dayanmayan bir şüphe, vesveseden, bahane üretmekten veya hoyratlıktan başka bir şey değildir. Bunu bilmez, hala şüphe davasından vazgeçmez, hala kuşkulanırsanız, buna inadınızdan, şahsî maksatlarınızdan, ahlâksızlığınızdan başka bir sebep kalmaz. Böylelikle, hiçbir mazereti bulunmayan kâfirlerden olursunuz. Hakkı kesin olarak reddedenler kâfir olduğu gibi, haksız yere şüphe edenler de kâfirdir. O halde, şunu bilmelisiniz ki, sizin gibi kâfirler için hazırlanmış bir ateş, bir cehennem vardır. O ateş, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateştir, artık bundan kendinizi koruyun.

Ayette geçen vekûd; ateş yakılan kibrit, ot, çöp, çıra, paçavra, odun gibi şeylerin hepsinin ortak ismi olup yakıt demektir. Sakınılması istenilen bu ateş öyle bir ateştir ki yakıtı, âsî insanlar ve taşlardır. Çünkü bunlar kolay tutuşup alevlenir ve yavaş söner. Ateşi harâretli ve pis kokulu olduğundan, bedenlere iyice yapışır. Bir başka görüşe göre ise, taşlardan maksat, müşriklerin taptığı putlardır. Ateşin yakıtı arasında putların da sayılmasının sebebi müşriklerin, azametlerine inanarak karşısında boyun eğdikleri bu varlıkların ileride böylesine zelîl ve hakîr bir duruma düşeceklerini ihtar etmek ve bu sembolik varlıklar yüzünden azâba dûçâr kaldıklarını müşriklere anlatmaktır.

Cenâb-ı Hak, Kur’an’da tekerrür eden âdeti gereğince, şüphe girdabında küfre düşenleri ateşle uyardıktan sonra, şimdi de iman ve amel-i sâlih sahiplerini şöyle müjdeliyor:

Bakara / 25

Korkutmak ve müjdelemek Kur’an üslubunun iki esas mihverini teşkil eder. Zira kulları nihâî olarak iki netice beklemektedir: Cennet ve cehennem. Kur’an, insanları hem cehennemden sakındırmakta, hem de cennete girmeye teşvik etmektedir.

Tebşîr, “deri” anlamındaki “bişre” ile aynı kökten gelen bir kelime olup “birisine, derisi üzerinde tesiri görülecek kadar sevindirici bir haber ulaştırmak; müjde vermek” demektir. Sâlihât kelimesi “sâliha”nın çoğuludur. Sâlih “aslında iyi, yarayışlı, aklen ve naklen doğru, hayırlı, maksad ve ihtiyaca en uygun” mânasına gelir. Çoğul ekiyle sâlihât, “sâlih ameller, hayırlı işler, güzel davranışlar” mânasında kullanılmıştır. Sâlih amellerin kalbî, bedenî, malî olmak üzere üç çeşidi vardır.

Burada iman ile amelin iki farklı alan olduğu anlaşılmaktadır. Ayetteki müjde, sadece iman edenler için değil, imana amel-i sâlihi ekleyenler için söz konusudur. Yani buradaki müjde, sâlih ameli bulunmayanlar için geçerli değildir. Zira îman temel, sâlih amel de o temel üzerine inşâ edilen binâ gibidir. Üzerine binâ yapılmayan temel bir işe yaramaz.Bu yüzden amel yapmadan cennete tâlip olmak akıl kârı değildir. Çünkü Allah Teâlâ amel-i sâlihi, cennete girme ve orada yüksek derecelere erme vesîlesi kılmıştır. Her ne kadar Allah, amel-i sâlihe fırsat bulamayan bir kulunu mücerred imanı ile de cennete sokabilirse de, normal şartlarda amele dönüşmeyen bir iman düşünülemez. Ameller imanın tabii neticesi olup mü’minin imanını kuvvetlendirmekte, kalbini nûrlandırmaktadır. Bu bakımdan kul, cennete varabilmek için sağlam bir imana sahip olmalı, imanını pekiştirebilmek için de sâlih amellere devam etmelidir.

İşte yüce Rabbimiz, iman edip ihlasla sâlih amel işleyenleri altlarından ırmaklar akan, içinde meyveli ağaçların bulunduğu cennetlerle müjdelemektedir. Örtme ve gizleme anlamındaki “cenne” kökünden gelen cennet kelimesi, “bir kere örtmek” demektir. Bu mânadan hareketle cennet, “dalları birbirine girmiş, zemini görünmeyecek kadar girift ve gölgeli ağaçlarla örtülmüş bir bahçe” anlamına gelmiş olmaktadır. Ağaçlarının sıklığı sebebiyle cennet, üzeri adeta yemyeşil tek bir örtü ile gözlerden korunmuş, gizli saklı bir yerdir. Burada, hiç kimsenin içine girmeden göremeyeceği, aklından bile geçiremeyeceği, son derece gönül alıcı nimetler vardır. Ancak ayette tek bir cennetten değil, “cennetler”den söz edilmektedir ki bunlardan maksat, âhiretteki ebedî mükafat yurdunun tamamıdır. Aslında tek bir mükâfat yurdu olup bu yurt, mükafata hak kazanmış olanların manevî makam ve derecelerine göre tanzim edilmiş çok sayıda cenneti ihtiva etmektedir.

Bu büyük ve geniş cennetlerin alt kısımlarından büyük ırmaklar akar. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

Gönülleri Allah’a saygıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlara va’dedilen cennetin durumu şöyledir: Orada hiç bozulmayan tertemiz su ırmakları, tadı bozulmayan taptaze süt ırmakları, içenlere lezzet veren ve dünyadakiler gibi sarhoş etmeyen şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Onlar için orada ayrıca canlarının çektiği her çeşit meyve ve Rablerinden bir bağışlanma vardır…” (Muhammed 47/15)

Cennet nehirleri, kendileri için yapılmış özel ark ve hendekler olmaksızın bahçeler arasında uzunlamasına akıp dururlar. Cennet ehli su nehrinden içtikleri zaman, ebedî hayatı bulurlar ve bir daha ölmezler. Süt nehrinden içtikleri zaman, vücutları dengeli bir biçimde beslenir ve bir daha za’fa uğramazlar. Bal nehrinden içtikleri zaman, şifa ve sıhhat bulurlar; bir daha hasta olmazlar. Şarap nehrinden içtikleri zaman, neş’e ve sevinç bulurlar; ondan sonra hiç mahzûn olmazlar.

Cennet ehline, oradaki nimet ve meyvelerden ikram edildiğinde, bunlar kendilerine, dünyada yiyip içtikleri şeylermiş gibi gelir. Çünkü cennet meyveleri renk ve şekil olarak dünya meyvelerini andırmaktadır. Fakat yedikleri zaman, farklı tatta, çok daha güzel meyveler olduğunu görürler. Bu özellik, insan için ayrı bir ikramdır. Zira insan, önceden tanıdığı ve bildiği bir şeyi elde edip onun öncekilerden daha kıymetli olduğunu görünce sevinç ve mutluluğu artar. İkinci hikmet ise, insanların görmediği, bilmediği, tatmadığı, ha­yal bile edemediği şeyleri onlara anlatmanın tek yolu, onları aşina oldukları şeylere benzetmektir. Bu bakımdan, Allah Teâlâ, cennet ve nimetlerini bildiğimiz kelime ve kavramlarla anlatmıştır. Arada bir benzerlik vardır, ancak as­la biri diğerinin dengi değildir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.v.) cenneti anlatırken, “Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kimsenin hayalinden geçme­yen şeyler vardır” buyurmuş, ardından da:

“Bizim âyetlerimize ancak şu kimseler iman ederler ki, o âyetlerle kendilerine öğüt verildiği zaman, hiçbir büyüklük duygusuna kapılmadan derhal yüzleri üzere secdeye kapanır ve Rablerini övgülerle anıp tesbih ederler. Geceleyin yanları yataklardan uzaklaşır, azâbından korkup rahmetini umarak Rablerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar. Yaptıkları bütün bu güzel işler karşılığında onlar için göz ve gönül aydınlığı olacak hangi sürpriz nimetlerin saklı tutulduğunu hiç kimse hayal bile edemez.” (Secde 32/15-17) meâlindeki ayetleri okumuştur. (Müslim, Cennet 5)

Önceki ayetlerde Kur’ân-ı Kerîm’in mûcize olduğu delillerle izah edildikten sonra, gelecek ayette Kur’an’ın bir üslup özelliğine dikkat çekilmekte ve hakikatleri açıklamak üzere sivrisinek dâhil, her türlü misali vermenin bir sakıncası olmadığı haber verilmektedir:

Bakara / 26

Allah Teâlâ, müşriklerin putlarının acizlik ve değersizliklerini ortaya koymak için sineği misal verip (Hacc 22/73), putlara ibâdet etmeyi de örümcek ağına tutunmaya benzetince (Ankebût 29/41) yahudiler güldüler ve: “Sineğin ve örümceğin ne değeri var ki, Kur’an onları misal getiriyor. Böyle Allah kelâmı olmaz!” dediler. Bu hâdise üzerine bu âyetler nâzil oldu. (Vâhidi, s. 26-27) Diğer taraftan Araplar, sivrisinekten daha zayıf bir şey tasavvur edemezlerdi. Kur’ân-ı Kerîm, sivrisinek ve örümcek misalleri ile putların bunlardan daha aciz olduğuna işaret etmiştir.

“Hayâ”; ayıplanma ve zemmedilme korkusu ile bir kimsede beliren değişme, utanma ve çekingenlik hâlidir. Böyle durumlar Allah için imkânsızdır. Dolayısıyla kelime burada “terk etmek, vazgeçmek” mânasında kullanılmıştır. Allah Teâlâ, çok küçük ve basît bir varlık oluşuna bakarak, sivrisineği örnek olarak vermekten vazgeçmez. Bilâkis tevhid ve şirk gibi temel dinî gerçeklerin kolaylıkla anlaşılmasını temin maksadıyla sivrisineği, onun bir kanadını, ondan büyük veya daha küçük varlıkları misâl olarak verir. Bu, o kadar garip karşılanacak bir durum değildir. Üstelik hiçbir güç, O’nun iradesini bağlayamaz.

Darb-ı mesel, kelamın, bir durumu en münasip tarzda ifade edip, onun bütün güzellik veya çirkinliğini ortaya koyacak bir şekilde serdedilmesi demektir. Bu mâna, dirhemlerin üzerine özel bir işaret vurma anlamına gelen “darb-ı derâhim” sözünden alınmıştır. Sanki mesel darbeden kişi, dinleyicinin kulak kapısını çalmakta ve sözünün tesirini onun kalbine ulaştırmaktadır. Bir şeyi mücerret olarak tahkir etmek veya kötülemekle kalplerde tesir meydana getirmek pek zordur. Ancak onu, tahkirliği örf haline gelmiş ve kendisinden son derece nefret edilen bir şeye benzetmekle, istenilen tesir meydana getirilebilir. (Merâğî, Tefsir, I, 70; Bekir İsmâil, el-Emsâlü’l-Kur’âniyye, s.17) İşte sinek, sivrisinek ve örümceğin misal verilmesi bu kabildendir.

Rebî’ b. Enes’in ifadesine göre, Cenâb-ı Hak dünya ehline ibret olsun diye sivrisineği misâl vermiştir. Çünkü sivrisinek aç kaldığı sürece yaşar ve doyunca ölür. Dünya ehli de böyledir. Karnını tıka basa doyurunca isyâna ve azgınlığa kalkışır. Evvelâ kalbi ölür, sonra mânen gerilemeye devam eder.

İmam Kuşeyrî der ki: “Hak Teâlâ’nın kudretine nispetle bütün yaratıklar, havadaki bir toz zerresinden daha küçüktür. O’nun kudreti karşısında Arş ile sivrisineğin büyüklük bakımından bir farkı yoktur. Arş’ı yaratmak O’na zor gelmediği gibi, sivrisineği yaratmak da “kolay” sözüyle anlatılamaz. Çünkü Allah Teâlâ, kolaylık ve zorluk gibi şeylerden münezzehtir.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 30)

Cenâb-ı Hak, zaman zaman zayıf varlıklardan bahsederek zayıf kullarının kalplerini tesellî ve takviye etmiştir. Yerine göre aciz ve küçük gibi görülen o yaratıkların, kuvvetliler üzerinde ne gibi tesirler icrâ edebileceklerini göstermiştir. Meselâ sivrisinek, küçüklüğüne rağmen, filde bulunmayan iki kanada sahiptir. Cenâb-ı Hak takdiri icâbı birine vermediği bir şeyi, diğerine vermiştir. Biri çok iş yaptığı halde diğeri az iş yapar. Daha garibi bu küçük yaratık, küçüklüğüne bakmadan diğer büyük yaratıklara eziyet verir. Üstelik kimse de kendini ondan kurtaramaz. Allah’ın hikmetine bakın ki, aslanı gâyet kuvvetli, sinek ve sivrisineği gâyet zayıf yarattığı halde sivrisineğe insanlara karşı bir cür’et ve cesâret, aslana da bir korku vermiştir. Sivrisinek ne kadar defedilmeye çalışılsa insanın üstüne üstüne gelir. Aslan ise koğulmadığı, uzaklaştırılmadığı halde yuvasını insanlardan uzak yerlere yapar. Allah insanlara karşı sinek ve sivrisineğe verdiği cür’et ve cesâreti, aslana vermiş olsaydı, insanlar helâk olurdu. İşte Allah yerine göre, zayıf yaratığa karşı insanı âciz kılar, yerine göre de kuvvetli yaratığa karşı güçlü kılar. Allah’ın böyle gizli hikmetleri pek çoktur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, I, 86)

Yüce Mevlâmız daha önce indirdiği kitaplarda ve Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok misaller vermiştir. Sivrisinek de bunlardan biridir. İnsanlar kalbî durumlarına göre bunlara bir karşılık verirler. İman edenler, Allah ve Rasûlü’ne bağlılıkta sıkıntısı olmayanlar bu misallerin Rableri tarafından indirildiğini, açık ya da gizli büyük hikmetler ihtiva ettiklerini ve inkâr edilmelerinin mümkün olmadığını bilirler. Bu misâller üzerinde derin derin tefekkür ederek hikmetlerinden faydalanmaya çalışırlar. Kâfirler ise, verilen misâlleri küçümseyerek: “Allah, bu basît ve değersiz misâlle ne demek istiyor, acaba?” diye alay ederler. Bunlardan öğüt alacak yerde itirâzda bulunurlar. Allah ise, indirdiği Kur’an veya orada verdiği misâllerle, sapıklığı seçecekleri bilinen pek çok kimseyi saptırır. Hidâyete erecekleri ma’lûm olan pek çok kimseyi de doğru yola erdirir. Görüldüğü üzere Kur’ân bir topluluk için şifa ve rahmet olurken; bazı insanlar için de bedbahtlık ve azap vesîlesi olmaktadır. Zira o, Allah’ın lutuf ve kahrını içinde bulundurduğu kelâmıdır. Lütfu ile sâdıkları doğru yola ulaştırdığı gibi, kahrı ile de fâsıkları sapıklığa düşürmektedir.

Sivrisineğin bilim ve teknoloji bakımından da önemi büyüktür. Nitekim teknolojinin hayli ilerlediği asrımızda ilim adamları tabiattan ve yaratıklardaki tasarımdan daha ciddi istifade etmeğe çalışmışlar, bulunduğu yerden yukarıya dikey olarak yükselip, inmek istediği noktaya dikey olarak inebilen savaş helikopterlerini sivrisineğin iniş ve kalkışından ilham alarak tasarlamışlardır.

Âyette geçen “fısk” kelimesin lügat anlamı “çıkmak” demektir. Araplar taze hurmanın kabuğundan çıkmasını bu kelime ile ifade ederler. Dinî bir terim olarak, “Allah’ın emirlerini terk ve O’na isyan etmek suretiyle doğru yoldan çıkmak” mânasına gelir. Bu fiilleri yapan ve bu vasıflara sahip olanlara da fâsık denilir. Fıskın üç derecesi vardır:

·         Günahı çirkin saymakla beraber, ara sıra günah işlemek.

·         Üzerine düşerek devamlı yapmak.

·         Çirkinliğini inkâr ederek, yani günahı güzel görerek yapmaktır. Bu üçüncü kısım küfür derecesidir. Fâsık bu noktaya gelmediği sürece Ehl-i sünnete göre mü’minlikten çıkmaz.

Şu halde fâsık vasfı içinde kâfirler bulunabileceği gibi, imanını kaybetmemiş olanlar da bulunabilir. Fakat bu âyet-i kerîmede bahsedilen fâsıkların küfürlerinde ve dinden çıktıklarında şüphe yoktur. Çünkü burada üç vasıf zikredilmiştir: Allah’a verdiği sözden dönüp inancını bozmak, ilâhî emrin aksini yapmak, yasakları işlemek suretiyle de yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak. Bu üç husus birleşince de küfür gerçekleşir. İşte Allah bu nevi misâllerle başkalarını değil, ancak kendisini inkâr eden ve emrinden çıkan böyle fâsıkları saptırır.

Fâsık olarak isimlendirilen bu kimselerin küfre girmelerine ve ebedi hüsrana uğramalarına sebep olan vasıfları şöyle haber verilir:

Bakara / 27

Onlar:

Birinci olarak, Allah’a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler: Bozmak mânasında kullanılan اَلنَّقْضُ (nakz); sağlam bir şekilde yapılmış bir binayı yıkmak, yahut bükülen bir ipi çözmek veya verilen bir ahdi yerine getirmemek gibi anlamlara gelir. اَلْم۪يثَاقُ (mîsâk) ise yemin ile pekiştirilmiş ahit demektir. Düğümleme ve bağlama işinin oldukça sağlam yapıldığını ifade eder. Araplar, ahit yapanlar arasında birleşmeyi sağlaması bakımından ahde “ip” derlerdi. Bu yüzden ayette, yapılan anlaşmayı bozmak, çözmek mânasına gelen “nakz” kelimesiyle ifade edilmiştir.  Sağlamlaştırıldıktan sonra bozulan ahitten maksat şunlardan biri veya hepsi olabilir:

  Âdem’in zürriyetinden aldığı rubûbiyeti ikrâr şeklindeki ahit,

  Allah Teâlâ’nın peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla insanlara yaptı­ğı tavsiyeler, emirler ve yasaklardır. Bunlara uygun amel etmemek, ahdi bozmak demektir.

  Cenab-ı Hakk’ın, gökleri, yeri ve diğer mahlukâtı yaratıp, bunlara tekliğini gösteren deliller koymuş olması, varlığını ve birliğini kabul etme hususunda insanlardan ahit alması mânasındadır. Bu ilâhî san’at hârikalarına ve kudret akışlarına bakıp tefekkür ederek tevhide erememek, ahdi bozmak demektir.

  Allah’ın Ehl-i kitaptan Pey­gamberimizin peygamberliğini gizli tutmayıp açıklamaları hususunda almış olduğu ahiddir.

  Yüce Allah’ın, peygamberlerden ve iman edenlerden son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e iman ve yardım edecek­lerine dair almış olduğu sözdür. (bk. Âl-i İmrân 3/81)

İkincisi; Allah’ın korunup gözetilmesini emrettiği bağları koparırlar: Korunup gözetilmesi emredilen hususlar şunlar olabilir:

  Bunlar sıla-i rahim; akrabalık ve dostluk bağlarıdır. Onlar, akraba ile alâkayı, ziyâretleşmeyi, müslümanlar ile ülfeti ve dostluğu keserler.

  Söz ile amelin birbirine uygun olmasıdır. Onlar amel et­medikleri halde söyleyip durduklarından dolayı bu iki şeyi birbirinden ko­parırlar.

  Kesintisiz ve bir bütün olarak peygamberlerin tasdik edilmesidir. Onlar peygamberlerin bir kısmını tasdik etmek, bir kısmını yalanlamak suretiyle bitiştirilmesi emredilen şeyi kesmiş olurlar.

  Burada Allah’ın dinine, O’na ibâdet etmeye, şer’î hüküm­lerini uygulamaya ve koyduğu sınırları korumaya işaret edilmektedir. Dola­yısıyla bu, yüce Allah tarafından yapılması emredilen her şey hakkında geçerli olan ge­nel bir ifadedir.

Üçüncüsü; yeryüzünde bozgunculuk yaparlar: Allah Teâlâ’dan başkasına tapar­lar. İnsanları Allah’a ve Peygamber’e itaatten alıkorlar. Yaptıkları işlerde haksızlık ve zulüm işlerler. Onların işleri Allah’ın emrine göre değil, hep şehvet ve arzularına göredir. Fesadın en ileri derecesi de işte budur.

Terazi veya başka bir şeydeki eksiklik ve zararın adına “hüsrân” denilir. Kelimenin sapıklık ve yok olma mânaları da vardır. “Hâsir” ise, kendinin felâh ve kurtuluştan payını azaltan, helak olan kimsedir. Hüsrana uğrayanlar; kazançtan mahrum, işi gücü zarar ve ziyan olanlardır. Çünkü böy­le bir kişi kıyâmet gününde hem kendisini hem aile halkını kaybedecek, cennette kendisi için ayrılmış olan yere gidemeyecek ve helak olacaktır.

İşte  fâsıklar, “mîsâk günü” tevhîd ve ubûdiyet üzere Allah’a verdikleri sözü bozdular. Hakk’a kavuşturacak sebebleri, Allah’ın kapısına kapanmalarını gerektirecek vesîleleri bıraktılar. Fıtratlarında bulunan tevhîd tohumunu şirk koşmak ve peygamberlerin davetine sırt çevirmek gibi engellerle köreltip iman ve sâlih amel suyuyla sulamadılar. Bu sûretle tohumun bozulmasına zemîn hazırladılar. Böyle olunca kendilerini kâmil insan yapacak istidattan mahrûm kıldılar. Nitekim toprağa ekilen tohum, su verilmezse, yerden çıkma özelliğini kaybeder. Bu konuda Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Asra yemîn olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip sâlih ameller yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabretmeyi öğütleyenler müstesnâ!” (Asr 103/1-3)

Ayetteki şu işârî mâna dikkat çekicidir: “Sırrının bir lahza Hakk’ı şuhuttan yani O’nu murâkabeden kayması ahdi bozmaktır. Bir nefes vaktini bile Allah’ın hakkını yerine getirmek için değil, nefsinin hazzı için harcaman, emredileni yapmamandır. Allah’ı hesaba katmadan geçirdiğin anlar, yeryüzünde çıkardığın fesatlardır. İşte en açık hüsrân ve en büyük belâ budur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 32)

Böyle doğru yoldan ayrılmış, küfre saplanmış ve hüsrana dalmış nasipsizleri uyandırmak, ibret nazarlarını yaratılışlarına çevirerek Allah’ın azametini düşündürmek üzere gelen ayetlerde şöyle buyrulur:

Bakara / 28

Âyet-i kerîmede, kullarına olan büyük ikramlarına rağmen Allah’ı inkâr etmenin; O’nun varlığı, birliği ve azametini görmezden gelmenin nasıl mümkün olabileceği soruluyor. Kur’an’ın burada hitabını, “Siz!” diyerek aniden bizlere çevirmesinde son derece parlak ve hayranlık uyandıran bir belagat, yücelik, ilmîlik ve gerçeklik bulunmaktadır. Bu bakımdan küfür ve nankörlüğü kötülemek ve insanları ondan uzak tutmak için “Allah’ı nasıl inkâr edebiliyorsunuz” sualindeki tesirin şiddeti fevkalade büyüktür. Bundan maksat sormak değil, böylelerini susturmak ve azarlamaktır. Zira nimetin büyüklüğü, bu nimeti verene isyanın da büyük olmasını gerektirir. Hayır, hayır! Allah’ı asla inkâr edemezsiniz. Çünkü:

Başlangıçta hepiniz ölü haldeydiniz, hayatınız yoktu. O zaman şahsınıza ait hiçbir şeyiniz yoktu. İlk olarak bir toprak ve nihayet babanızın belinde bir nutfe olduğunuzu hatırlayın. Böyle iken Allah sizi diriltti, size bir hayat verdi. Nefes alıp verir, gıdalanır, ürer, duyar, düşünür, ister, istediği yere gider, istediği işi yapar, çevresindeki olaylara fizikî ve ruhî kuvvetleriyle dayanır, karşı koyar, etli, canlı, akıllı, fikirli birer insan yaptı. Bunları yapan varlık kim ise, işte Allah odur. O halde bu hayatı size bahşeden Allah Teâlâ’yı asla inkâr edemezsiniz, etmemelisiniz.

Sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecek. Unutmayın ki, Allah’ın size ikram ettiği hayat nimeti, ömür ebedi değildir. Geçici ve kısa bir müddettir. Bahar bulutu ve yaz yağmuru halinde geçip gitmekte, bitip tükenmektedir. O, sadece imtihan olmak için verilmiş bir süredir. Ona fazla bel bağlamaya gelmez. Çünkü Allah bundan sonra sizi yine öldürecektir. İlâhî kanun böyle işlemektedir ve ölümden kurtuluş hiç kimse için mümkün değildir. Fakat iş bununla da bitmemektedir. Daha ötesinde ciddi safhalar bulunmaktadır. O sizi öldürdükten sonra tekrar diriltecektir. Öldükten sonra dirilme haktır. Buradaki “sonra sizi diriltir” ifadesi hem kabir hayatı hem de kıyametten sonra dirilme ile de tefsir edilebilir.

Nihayet Allah’a döndürüleceksiniz. Âyetin bu kısmı insanın yol güzergâhındaki son safhayı haber verir. Yaratılan herkes nihâyetinde Allah’a döndürülecektir. Dünya hayatında ne yaptı ve nasıl yaşadı ise ona göre tartıdan geçecek, mükâfat veya cezasına kavuşacaktır. “Artık kim zerre ağırlığınca bir iyilik yapmışsa, onu görür. Kim de zerre kadar bir kötülük yapmışsa, onu görür” (Zilzâl 99/7-8) sırrı ortaya çıkacaktır. Cehennemlikler, “Vahlar, yazıklar olsun bize!” (Yâsîn 36/52) diye pişmanlık çığlıkları atarken, cennet ve rıdvan ehli: “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun!” (Zümer 39/75) diyecektir.

Âyet-i kerîmede şu işaretler vardır: Siz bizi gereği gibi tanımamanız ve bilmemeniz sebebiyle mânen ölü idiniz, Allah sizi mârifetiyle ihyâ etti. Sonra sizi öldürecek yani dünya alakalarından uzaklaştıracak ve rahmetiyle kalbinizi nefsinizin esaretinden kurtararak sizi tekrar diriltecek. Hakkı icra edip şeriat ahkâmını korumak sûretiyle de O’na vâsıl olacaksınız. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 32)

Gelen ayette de, Allah’ın insanlara olan büyük nimetleri sayılmaya devam etmekte ve şöyle buyrulmaktadır:

Bakara / 29

Allah, o kadar şanı yücedir ki, mahlukâtın en şereflisi olarak insanı yaratmıştır. Yeri, gökleri ve bunların içinde bulunan her şeyi insanın emrine ve faydasına âmade kılmıştır. Bunlarla insanın din, dünya ve âhiretini mamur etmesini istemiştir. Pek çok âyet-i kerîme bu hususa temas etmektedir. Bunlardan bazıları şöyledir:

“Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi tarafından bir lutuf olarak sizin hizmetinize verdi. Bütün bunlarda düşünen bir toplum için elbette nice dersler ve ibretler vardır..” (Câsiye 45/13)

“Allah ki, gökleri ve yeri yaratan, gökten su indirip onunla size rızık olmak üzere çeşit çeşit meyveler, ürünler çıkaran O’dur. Koyduğu kanunlara uyarak denizde yüzüp giden gemileri size boyun eğdiren ve ırmakları hizmetinize veren de O’dur. Bir düzen içinde kendi yörüngelerinde dönüp durmakta olan güneşi ve ay’ı hizmetinize veren ve gece ile gündüzü de faydanıza sunan yine O’dur. Hâsılı O size, kendisinden istediğiniz her şeyi verdi. Öyle ki, eğer Allah’ın nimetlerini tek tek saymaya kalksanız, imkânı yok, onları toplu halde bile sayamazsınız. Gerçekten insan çok zâlimdir, çok nankördür.” (İbrâhim 14/32-33)

Dolayısıyla Cenâb-ı Hak şu altımızdaki yeri ve bu yerde bulunan şeylerin hepsini; denizleri, karaları, dağları, dereleri, ovaları, çölleri, ormanları, ırmakları, pınarları, madenleri, otları, ağaçları, çiçekleri, meyveleri, hayvanları, kuşları, geceleri, gündüzleri hâsılı zikredilen veya edilmeyen unsurların hepsini bizim için, hayatımız ve ölümümüzde faydalanmamız için yaratmıştır. Bütün bunlar, insanı yaratmak ve yarattıktan sonra mesut yaşatmak içindir.

İlgili âyet-i kerîmelerden “Eşyada aslolan mübâhlıktır” kaidesi çıkarılabilir. Fakat bunun mânası her şeyin mübâh olması değildir. Dinin emirleri ve yasakları vardır. Dolayısıyla Allah ve Resûlü’nün yasakladıkları haram veya mekruh, bunun dışındakiler ise mübahtır. Cenâb-ı Hak, her şeyi insan için, insanı da kendine kulluk için yaratmıştır. Âyet-i kerîmede: “Ben cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât 51/56) buyrulmuştur.

Yeryüzü ve içindekiler insan için yaratıldığı gibi, yedi kat gökler ve orada bulunanlar da yine insana müsahhar kılınmıştır. Bu bakımdan âyet-i kerîmenin devamında Rabbimizin yaratma iradesinin gökyüzüne yöneldiği, orasını yedi kat gök olarak yarattığı ve en mükemmel şekilde tanzim ettiği bildirilir. Ayette geçen “istivâ” lügat olarak “bir şeyin üzerine çıkmak, yükselmek ve kurulmak” mânalarına gelir. Güneşin tepeye yükselmesi ve kuşun havalanıp yukarı uçması Arap dilinde bu kelime ile anlatılır. Yine kelimenin “kişinin olgunlaşması, gençliğinin ve gücünün kemal noktasına ermesi” mânasının yanı sıra “bir şeye yönelmek” mânası da vardır. Ehl-i sünnet âlimleri, bu ayette istivâya “kasdetme ve yönelme” mânası vermişlerdir. Yani Allah gökleri yaratmayı murad etmiş ve ona yönelmiştir  (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, I, 254-255). Bunlardan da insanlara sayısız faydalar sağlanmıştır. Bu sayede insanlar, bu görkemli bina içinde yer, içer, nefes alır, ısınır, aydınlanır ve hayatlarını devam ettirirler. Allah’ın bu kâinata koyduğu kaideleri keşfederek ilim, fen, kültür ve medeniyet yolunda ilerleme kaydederler. Şeyh Sadî der ki: “Toprak, su, bulut, rüzgar, ay, güneş ve felek hepsi durmadan işlerinde çalışıyorlar. Tâ ki sen eline bir ekmek geçirebilesin ve onu gafletle yemeyesin”.

Burada ve başka ayetlerde Allah Teâlâ’nın gökleri “yedi sema” olarak yaratıp düzenlediği beyân edilir. Bu yedi göğü dünyanın gökleri veya uzayın gökleri olarak kabul eden tefsirciler, eski Aristo ve Batlamyus nazariyesine göre Ortaçağ’dan sonra da Kopernik, Galile, Kepler, Newton, Einstein, S. Hawkiag çizgisinde gelişen güneş ve kâinat sistem­leriyle ilgili bilgilere göre açıklamalar yapmışlardır. Ancak bu yedi gökten maksa­dın ne olduğu konusunda kesin bir bilgi yoktur. Arap dilindeki kullanıma göre bu­nun çokluktan kinaye olarak düşünülüp birçok gök şeklinde anlaşılması da müm­kündür. (Kur’an Yolu, I, 98)

Yine de bununla alakalı iki farklı yaklaşıma yer vermek faydalı olacaktır:

 Birinci yaklaşıma göre yerden Venüs’e kadar bir; Venüs’ten Merkür’e kadar iki; Merkür’den güneşe üç; güneşten Merih’e yahut yine yerden Merih’e dört; Merih’ten Jüpiter’e beş; Jüpiter’den Satürn'e altı; Satürn’den daha ilerisine kadar yedidir ki, sonradan keşfedilmiş olan Üranüs ve Neptün gezegenleri ve daha keşfedilmesi mümkün olanlar hep bu yedinci hudud içinde demektir. Çünkü bu takdirde bu “yedi sema” özellikle yerin yaratılması üzerine tesviyeye dâhil olanlardır. Bu düşünce çoğunlukla, astronomi ilmi görüşünü takip edenlerindir ki, zamanımızın astronomi görüşüne de aykırı değildir.

İkinci yaklaşıma göre ise dünyanın üstünde bütün yıldızların süslediği maddî âlemin hepsi bir semadır. Yedi semanın birincisidir. Bunun ötesinde bundan başka altı sema daha vardır. Bunlar arasında son derece bir nizam, insicâm ve uygunluk bulunmaktadır. Büyük tefsir âlimlerinin kanaatleri bu istikamettedir. Mi’rac hadisesinde de semaların böyle ruhanî mânalarına işaret vardır. Cenab-ı Hak her an bunların çeşitli durumlarını tesviye etmektedir (Elmalılı, Hak Dini, I, 292-294).

Şüphesiz Allah Teâlâ “alîmdir”; her şeyi bilmektedir. “Alîm”, bilgi sahibi, çok bilen anlamındadır. Allah’ın ilmine sınır yoktur. O, her şeyi bilir. Olmuşları olduğu gibi, olacakları da, olmuşlar kadar açık-seçik bir şekilde bilir. O’nun ilmi zamanla ve mekânla kayıtlı değildir. Hiç bir şey, O’nun ilminin dışında kalamaz. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; başkası onları bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun bilgisi dışında dalından bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıları içindeki bir tek dâneyi, yaş ve kuru ne varsa her şeyi bilir. Bütün bunlar, gerçeği tüm netliği ile gösteren apaçık bir kitapta yer almaktadır.” (En‘âm 6/59)

Cenâb-ı Hak, bütün varlıkların künhünü, mâhiyetini ve ne olduğunu çok iyi bildiği için de yarattığı her şeyi en güzel ve en faydalı bir şekilde yaratmıştır. Bunun bir tezâhürü olarak yarattığı şeyler kemâl noktasında tertipli, düzenli ve hayrete şayandır. O’nun bütün fiilleri ve ahkâmı mükemmelliğin zirvesindedir. Sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi olan Allah, şüphesiz ölüleri tekrar diriltmeye kadirdir. Mü’minlerin, Allah’ın Alîm olduğunu bilmesi, emirleri gereğince amel etmeleri içindir. Kul, yaptığı her şeyin Allah tarafından bilindiğinin şuûrunu her an için hissetmeli ve ona göre davranmalıdır. Zira Allah sadece yaptıklarımızı değil, içimizden geçenleri dahi bilmektedir. (bk. Bakara 2/235)

Önceki âyetlerde, insanın Allah yanındaki değerine, bunun bir gereği olarak bütün mahlukatın ona hediye edilmesine yer verildikten ve Hak Teâlâ’nın ilmine vurgu yapıldıktan sonra, gelecek ayetlerde insanın halife kılınması ve haiz olduğu ilim sebebiyle meleklerden bile üstün olması beyân buyruluyor:

Bakara / 30

İnsanın en mühim yaratılış maksatlarından biri, onun yeryüzünde “halife” olmasıdır. Halîfe’den maksat, Hz. Âdem ve onun daha sonra gelecek zürriyetidir. “Halîfe” hilâfet kelimesinden gelmektedir. Hilâfet, “bir kimsenin diğerinin yerini alması, onu temsil etmesi, onun yetkilerini kullanması” mânasındadır. Dolayısıyla halîfe kelimesinde iki mühim mâna vardır.  Kur’ân-ı Kerîm, iki mânaya da yer vermektedir:

Birincisi; kendinden önce bulunan bir kısım varlıklardan sonra gelen ve onların yerini alan kişi veya kişiler. Mesela “Sonra onların ardından, nasıl davranacak, neler yapacaksınız görelim diye sizi yeryüzünde onların yerine geçirdik” (Yûnus 10/14) ayetinde “halâif” bu mânadadır. Gerçekten Hz. Âdem ve zürriyeti, yaratılış itibariyle diğer varlıklardan sonradır. Ondan önce yeryüzünde pek çok canlı bulunmaktadır. İnsan nesli, düzen kurulup sistem tamamlandıktan sonra yeryüzüne teşrif etmiştir.

İkincisi; bir yetkili tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişi. Dolayısıyla bu ayette halîfe, Allah’ın iradesini yeryüzünde temsîl eden, O’nun adına hareket eden, emir ve yasaklarını tatbîk eden kimse demektir. Bu mânada âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halîfe yaptık. Öyleyse sen de insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Nefsinin arzu ve tamayüllerine uyma ki, bunlar seni Allah’ın yolundan saptırmasın...” (Sād 38/26)

“Allah, sizlerden iman edip sâlih ameller işleyenlere yeminle şunları va‘detti: Kendilerinden önceki mü’minleri kâfirlerin yerine geçirip hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacaktır.…” (Nûr 24/55)

Son olarak zikredilen âyette bu üm­meti yeryüzünde halife kılmak, onlara “hilâfet yetkisi vermek” mânasındaki “istihlâf” va‘di, iman ve amel-i sâlih şartına bağlanmıştır. Dolayısıyla bu, Allah adına bir sorumluluk sahibi olma mânası taşımaktadır.

Melek­lerin, ileride insan neslinin neler yapacağına dair bildiklerini ortaya koyarak buna rağmen Âdem’in halife olarak yaratılmasının hikmetini sormaları, Allah Teâlâ’nın da Âdem’in buna lâyık olduğunu onlara anlatmak üzere yaptığı imtihan, Âdem’e verdiği bilgi ve kabiliyet buradaki hilâfetin Allah ile ilgili olduğunu, Âdem’in ve zürriyetinin yeryüzünde Allah’ın halifesi olacaklarını göstermektedir. Gerçekten de insan, ilâhî bir sanat hârikası olup sahip bulunduğu aklî melekeleri, sıfat, istidat ve kabiliyetleri ile halîfeliğe en uygun varlıktır. Yaratıklar içinde bu vazifeyi üstlenecek ve yerine getirebilecek en mükemmel varlık odur. An­cak insanoğlunun bu mânadaki halifeliği, kendi mâhiyeti ve sıfatlarına uygun ola­rak kısıtlı ve mahduttur. Bu halifelik, Allah’ın mülkü bulunan yeryüzünde O’nun iradesine uygun yaşamak ve talimatı doğrultusunda tasarrufta bulunmaktan ibarettir. İnsanoğlu Allah’a kul ol­sun diye yaratılmış, yeryüzündeki çeşitli nimetler de bu maksadı gerçekleştirsin diye ona tahsis edilmiştir. İnsanoğlu kendisine verilen imkân ve nimetlerin Al­lah’ın mülkü olduğunu, bir maksada ve şarta bağlı olarak kendisine emanet edildiği­ni, bunlar üzerinde sahibinin irade ve rızâsına uygun bir şekilde tasarruf etmekle yükümlü bulunduğunu bilecek ve bu şuur içinde davranacaktır. (bk. Kur’an Yolu, I, 101)

“Melek” kelimesi, “elçilik” ve “kuvvet” mânasına gelen köklerden türemektedir. Çoğulu “melâike”dir. Melekler, Allah Teâlâ’nın buyruklarını yerine getirmekle, O’ndan aldıkları emirleri yerlerine ulaştırmakla görevli oldukları ve bunu ifâ edecek kuvvete sahip oldukları için bu ismi almışlardır. Kur’ân ayetlerinin işaretine göre melekler, hem ilmî ve kelâmî bir rûhî tebliğ yapmakta, hem de bir fiil, ilâhî kudret ve yaratmanın da tebliğcisi olmaktadırlar. Peygamberlere ve hatta yine meleklere ilâhî emirleri tebliğ eden melekler bulunduğu gibi cihad ve diğer hususlarda fiilen kuvvet ve yardım getiren melekler de bulunmaktadır. Hatta kendisine “Rûh” denilen özel bir melekten bile bahsedilir. Şunu bilmek gerekir ki âlemde vuku bulan her hadise ile ilâhî kudretin özel bir ilişkisi vardır. Şu halde melekler topluluğunun, ilâhî kudret ve yaratmanın vahdetten kesrete dağılmasını ve onun pek çok değişik nevilerde şekillenip ortaya çıkmasını ifade eden “mebâdi-i fâile: yapıcı temel güçler” olarak değerlendirilmesi gerekir. Dolayısıyla kâinatta böyle bir elçilikle vuku bulmayan hiçbir olay, hiçbir fiil ve hareket düşünülemez. (bk. Elmalılı, Hak Dini, I, 303-304)

Resûlullah (s.a.s.), “Melekler, nûrdan yaratılmışlardır...” (Müslim, Zühd 60) buyurmuştur. Meleklerin mâhiyet ve hakikatlerinin nasıl olduğu hususunda farklı değerlendirmeler söz konusudur. Kelamcıların pek çoğunun savunduğu görüşe göre melekler mekan tutan varlıklardır. Bunlar, gökyüzünde bulunan, çeşitli şekillere girebilen havâî ve latîf cisimlerdir. Zira peygamberler bunları şekilleriyle görmüşlerdir. Şekiller ise cismanî olup boyutları vardır. Bunlara göre cisimden arınmış maddesiz soyut kuvvet, sadece ilâhî kudrete aittir. İslâm filozoflarının görüşüne göre ise melekler nefisleriyle kaim cevherler olup yer tutan varlıklar değillerdir. Onlar, insan ruhu gibi soyut cevherlerdir fakat mâhiyetçe bunlardan farklıdırlar.

Melekler, sayı bakımından çokturlar. Bunların çokluğunu ifade etmek için Resûlullah (s.a.s.)’in: “Gök gıcırdamaktadır. Gıcırdamakta da haklıdır. Zira gökte ayak basacak hiçbir yer yoktur ki orada secde veya rükû eden bir melek bulunmasın” (Tirmizî, Zühd 9) hadisini zikretmek yeter.

Bu âyet-i kerîmede, Cenâb-ı Hakk’ın meleklerle bir çeşit istişaresinden bahsedilir. Allah Teâlâ bir halîfe yaratacağını söylediğinde melekler âdeta kendilerinin buna daha lâyık olduklarını sezdirmeye çalışarak: “Halbuki biz seni övgüyle tesbih ve takdîs ediyoruz” (Bakara 2/30) derler. Yâni biz seni şânına lâyık olmayan şeylerden pak ve uzak tutuyoruz. Bize verdiğin pek çok nimet sebebiyle sana hamdediyoruz. Tesbih, celâl sıfatlarını açığa çıkarmak, hamd ise nimet verici sıfatlarını hatırlatmak içindir. “Biz seni takdîs ederiz” ifadesi, “Seni yücelik, izzet, şeref gibi sana yakışan sıfatlarla vasfeder; sana lâyık olmayanlardan da seni tenzih ederiz” demektir. Bir başka yoruma göre tesbih; Allah’a lâyık olmayan şeyleri O’ndan uzak tutmak, takdîs ise O’n şanına lâyık olan şeylerle anmaktır.

Meleklerin, Âdem’in hilâfeti hususunda Cenâb-ı Hakk’a suâl sormalarının bir takım hikmetleri şöyle izah edilebilir:

    Melekler, insanın yaratılış hikmetinin ne olduğunu öğrenmek istemişlerdir. Yoksa bunu îtiraz olsun diye veya Âdem’e hasetlerinden dolayı yapmamışlardır. Zira nasların bildirdiğine göre meleklerde Allah’a isyan ve îtiraz etme özelliği, haset ve kin gibi kötü huylar bulunmaz.

    Meleklerin, insanın yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökeceğini levh-i mahfuzdan öğrenmiş olabilecekleri ihtimâli bulunmaktadır. Bu yüzden böyle bir suâl sormuş olabilirler. Nitekim bâzı kelâm âlimleri, meleklerin levh-i mahfûzu görüp okuyabildiklerini söylemişlerdir. (bk.Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXXI, 114)

    Hak Teâlâ daha önce bu durumu onlara bildirdiği için böyle bir suâl sormuş da olabilirler.

    Bir başka görüşe göre de melekler, cinlerin bozgunculuk ve fesad çıkardıklarını daha önceden bildikleri için bu suâli sormuşlardır.

Meleklerin bu ifadelerine karşılık Cenâb-ı Hak, “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” (Bakara 2/30) buyurarak bir bakıma onların bu tesbih ve tenzih özelliklerinin halifelik için yeterli gelmediğini, kendisinden bir sır yâni rûh üflenmesi keyfiyetinin ve isimleri öğretmesinin buna vesîle olacağını ifade etmiştir. “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” (Bakara 2/30) buyruğunda ayrıca şu işaretler yer almaktadır:

“Meleklerin teşbihinde, yaptıkları işlerini ve faziletlerini ortaya koyma vardır. Allah’ın insanoğlunun günahlarını affetmesinde ise Cenab-ı Hakk’ın ona olan kerem ve rahmetinin tecellisi vardır. Allah, itaatkârların itaatinden müstağnidir; O’nun kimsenin itaatine  ihtiyacı yoktur. Meleklerin tesbihinde kendilerinin övgüye hakları olduğu anlaşılırsa, günahları affetmede yaratıcının kulunu övmesi vardır. Ben, siz bilmediğiniz halde mü’min kullarımın bana olan sevgilerinde ne kadar temiz bir gönle sahip olduklarını; kulluk sözlerini yerine getirmede sırlarının ne kadar berrak olduğunu bilirim. Her ne kadar zaman zaman dış yüzleri isyan kirleriyle kirlense de özleri böyledir. Benim onlara olan sevgimi ben bilirim, fakat siz bilmezsiniz. Siz halinizi ifşa etmeye çalışıyorsunuz. Ben ise Âdem ve neslinin taşıdığı sırları gizliyorum. Günah işledikleri zaman onların kalplerinde oluşan kırıklığı da, tesbih ve takdisinizi ortaya koyarken sizin kalbinizde oluşan kabarma ve gurur da siz bilmiyorsunuz fakat ben biliyorum. Siz yaptıklarınızın güzelliği bakımından -kendinizce- yüksek bir rütbede bulunuyorsunuz. Onlar ise sahip oldukları duygular itibariyle gönülleri alçak ve kalpleri kırık bir durumdadırlar. Şu bir gerçek ki kalbi kırık kulların benim katımda çok büyük kıymeti vardır. Benim lutfum olmasa sizin tesbihinizin ne önemi, affettiğim takdirde kulların günahlarının ne zararı olabilir? Size taat, insanoğluna rahmet elbisesi giydirdim. Dolayısıyla siz taat elbisesi, tesbih ve takdis örtüsü içindesiniz. Onlar ise affımın ve rahmetimin örtüsü içindedirler. Onlara kerem elbisemi giydirdim ve onları af örtüme sardım.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 34)

Gelen âyetlerde bir bakıma Âdem’in hangi özellikleri sebebiyle halifeliğe layık görüldüğünü beyân etmek üzere şöyle buyrulur:

Bakara / 31

Âdem’in[1] yeryüzünde Allah’ın halîfesi olarak seçilmesinin en mühim şartı, sahip olduğu pek çok istidatla beraber onun ilmî yönüdür. Kendine lütfedilen duyu organları, kalp, akıl ve anlama kabiliyetiyle bilmediğini öğrenebilmekte ve varlığın hakikatini keşfedebilmektedir. Bu özellik, yaratıklar içinde sadece insana aittir. Burada Allah Teâlâ, Âdem’in meleklerden daha üstün kabiliyetlere sahip ve bu sebeple hilâfete layık olduğunu açıkça ortaya koymak üzere bir imtihan yapmaktadır. Fakat henüz imtihan başlamadan önce Cenab-ı Hak, bütün isimleri Âdem’e öğretti. Ya o isimleri bizzat kendi koyup Âdem’in ruhuna nakş ve ilham etti. Veya Âdem’e bunları gerektiğinde koyup kullanacak özelliğe sahip bir ruh üflemeyi takdir buyurdu. Birinci mâna açık, ikincisi de ihtimal dâhilindedir.

Âdem’e öğretilen “bütün isimler”den maksadın ne olduğu hakkındaki görüşleri şu şekilde hülasa etmek mümkündür:

    Bu isimler, insanların birbirleriyle tanışma ve anlaşmasına vesile olan bütün isimlerdir. Bunlar; insan, hayvan, bitki, yer, gök, deniz, dağ, nehir, kuş, güvercin, deve, inek, koyun, hatta kamçı ve kapkacağa varıncaya kadar bütün varlıkların isimleridir. Bundan kıyamete kadar olmuş ve olacak bütün şeylerin isimleri mânasını anlamak da mümkündür.

    Bu isimlerden maksat meleklerin veya Âdem’in zürriyetinin isimleridir.

    İsimlerden murat, eşyanın sûretleridir.

    Allah, Âdem’e sadece mahlûkatın isimlerini değil, kendi isimlerini de öğretmiştir. Âdem, mahlûkatın isimlerini bilmekle meleklerin secdesine lâyık olmuştur. Hak Teâlâ’nın isimlerini bilmesiyle ne gibi yüksek derecelere lâyık olacağı buna kıyâs edilerek düşünülmelidir. Mahlukatın ismini bilmede Âdem’le eşit seviyede olmayanların, Hakk’ın isimlerini ve gaybın sırlarını bilmede ona yaklaşmaları nasıl mümkün olabilir?

İşte Yüce Rabbimiz, bütün bu isimleri ve suretleri Âdem’e öğretti. Sonra da bu isimlerin delalet ettikleri zâtları meleklere göstererek, bunları isimleriyle kendisine haber vermelerini istedi. Halbuki Allah, onların bu işe güç yetiremeyeceklerini bilmekteydi. Allah’ın Âdem’e eşyânın isimlerini önceden öğretip, sonra meleklere arzetmesinin hikmeti, Âdem’i taltîf etmek, bilmediği sırları ve gizli ilimleri ona öğretmek; diğer taraftan da meleklerin, sahip oldukları özelliklerle Âdem’e karşı gelmelerini önlemekti.  Allah’ın meleklere, “Haydi, doğru söylüyorsanız bunların isimlerini bana haber verin” (Bakara 2/31) şeklindeki hıtâbı, onları azarlamak, acizliklerini göstermek, onların gerçeği görerek işin aslını Hak Teâlâ’ya bırakmalarını sağlamak içindir. “Meleklerin sözün”den murâd ise, Âdemoğullarının yeryüzünde fesat çıkaracaklarını, bu sebeple halîfe olma husûsunda kendilerinin onlardan daha üstün olduklarını iddiâ etmeleridir.

Cenâb-ı Hakk’ın emrine uygun olarak isimleri haber vermekten aciz kalan melekler, Allah’ı her türlü noksanlıktan pak ve uzak tutarak, kendilerine öğrettiklerinden başka hiçbir şeyi bilemeyeceklerini ve cahillerin yaptığı gibi bilmedikleri şeyler hakkında da görüş ileri süremeyeceklerini söylediler. Âyet, aynı zamanda meleklerin önceki sualleriyle Allah’a itiraz maksadı taşımadıklarını, bilakis bilmediklerini öğrenmeye çalıştıklarını gösterir. Zira onlar, kendi âlemlerine ve kabiliyetlerine uygun olmayan ilimlere sahip olmadıklarını, kabiliyetlerine uygun olan ilmi ise zâten Allah’ın kendilerine öğreteceğini söylemektedirler.

Şüphesiz Allah Alîm’dir; herşeyi öylesine bilir ki, ona hiçbir sır gizli kalmaz. Meleklerin, verdikleri cevaplarından Allah’ın “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” (Bakara 2/30) sözünün mânasını kavradıklarını anlıyoruz. Hakîm’dir; herşeyi hikmetle yaratır, hikmeti olmayan hiçbir iş yapmaz. Yaptığını muhkem ve sağlam yapar. Hüküm verenlerin en yücesi de O’dur.

Meleklerin isimleri bilememesi ve Allah karşısında acziyet ve tezellüllerini ortaya koymaları üzerine Cenab-ı Hak Âdem’e hitap ederek, eşyanın isimlerini meleklere haber vermesini istemiştir. O da bu vazifeyi başarıyla yerine getirmiştir. İmtihan tamamlanmış, hikmet tecelli etmiş ve Âdem’in meleklerden üstünlüğü açık bir delille ispat edilmiştir. Meleklerin bilmediği, fakat Allah’ın kesinlikle bildiği gerçeklerden bir kısmı ortaya çıkmıştır. Bu sebeple Rabbimiz: “Size, «Göklerin ve yerin gaybını ben bilirim; ayrıca sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim» dememiş miydim?” (Bakara 2/33) buyurmuştur.

Âyetin işaret ettiği mühim noktalar şunlardır:

  İnsan, şerefli bir varlıktır.

  İlim, ibâdetten üstündür. Zira meleklerin ibâdeti Âdem’inkinden fazla olmasına rağmen, halîfeliğe lâyık olamamışlardır.

  Halîfe olabilmek için aranan temel şartlardan biri, ilim sahibi olmaktır.

  Âdem ilmi sebebiyle meleklerden üstündür. Zira Allah “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 39/9) buyurmaktadır. İlim, özü itibariyle daha şerefli olmakla birlikte, ilimle beraber ibâdet de gereklidir. Zira ilim ağaç, ibâdet meyve gibidir. Ağaç asıl olduğu için şerefli olmasına rağmen, faydalanılan kısım daldaki meyvedir.

Mevlânâ Hazretleri’nin anlattığına göre:

“Allah Teâlâ, Âdem (a.s.)’ın temiz olan cismini topraktan yaratıp rûh üfleyince, Cebrâil (a.s.)’a:

«- Benim kudret denizimden üç tane büyük cevher al, nurdan yapılmış bir tabak içerisine koyup onu Âdem (a.s.)’a arzet! O, bu üç cevherden birini seçsin!» diye emretti.

Bunlardan biri akıl, ikincisi iman, üçüncüsü de hayâ cevheri idi. Cebrâil (a.s.) tabağı Âdem (a.s.)’a arzetti ve bu hâli ona anlattı. Âdem (a.s.); «Mü’min Allah’ın nuru ile bakar» (Tir­mi­zî, Tefsir 15) hadîs-i şerifi mûcibince firaset nazarını kullandı ve aklı seçti. Cebrâil (a.s.), iman ve hayâ cevheri bulunan tabağı kaldırıp tekrar kudret denizine götürmek istedi. Fakat Cebrâil bu kadar kudretine rağmen tabağı yerinden kaldıramadı. İman ve hayâ cevherleri ona:

«- Biz Allah’ın sevgilisi olan aklın sohbetinden ayrılamayız, onsuz hiçbir yerde karar ve mânamız kalmaz. Çünkü biz üçümüz ezelden beri Allah’ın şeref mâdeni ve kudret denizinin cevherleriyiz, birbirimizden ayrılamayız» dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Cebrâil’e:

«- Ey Cebrâil! Onları bırak gel!» emri geldi. Bu üç temiz cevher Âdemoğullarına kalmış mirastır.” (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 263)

Âyet-i kerîmede işaret edildiği üzere, burada Cenâb-ı Hakk’ın Âdem’e bir inâyet ve rahmet tecellisi vardır. Zira meleklere, özellikle hakkında bilgileri olmayan bir şeyi talep ederken “Bana haber verin!” buyruğuyla yürekleri sarsacak bir heybet hitabında bulunmuştur. Âdem’e ise, heybet ve korkuya kapılmasını gerektirmeyecek şekilde  “Onları meleklere haber ver!” buyurmuştur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârâtI, 36)

Düzenlenen imtihanla Âdem’in meleklere üstünlüğü ve hilâfete liyakâti tespit edilince, bu kez ilâhî hikmetin ikinci adımı gerçekleştirilmek üzere meleklere Âdem için secde emri gelmektedir:

[1] “Âdem” kelimesi “yeryüzü” anlamındaki “edeme”den gelmektedir. Böylelikle Hz. Âdem’e yaratıldığı asıldan gelen bir isim verilmiştir. Bu kelimenin “esmerlik veya beyazlık” anlamını taşıyan “udme”den geldiği de söylenir ki bu da Âdem’in ve oğullarının rengini gösterir. (Kurtubî, el-Câmi‘, I, 279-280)

Bakara / 34

 اَلسَّجْدَةُ (secde), sözlükte eğilmek, boyun bükmek ve tezellül mânalarına gelir. Dinî bir terim olarak “Allah’ın huzurunda ibâdet kastıyla alnı yere koymak”tır. Secde, sadece Allah’a tezellül ve ibâdet mânasında kullanılır. İhtiyârî ve teshirî olmak üzere iki türlü secde vardır. İhtiyârî olan, sadece insanın yapacağı bir secdedir ve onunla sevap kazanır. Teshirî secde ise insan başta olmak üzere hayvanların, bitkilerin, cansız varlıkların, ay, güneş ve yıldızların mecburen yaptıkları secdedir. Yani durumlarına göre Allah’ın emrine itaat etmeleridir; vazifelerini aksatmadan yapmalarıdır. (bk. Ra‘d 13/15)

Meleklerin Hz. Âdem’e yaptıkları secde, ona ibâdet maksadıyla yapılan secde değildir. O, sadece Allah’ın emrine uygun olarak hareket etmeleridir. Onların secdesi, Allah’ın emriyle olduğu için, bizâtihi Allah’a ibâdettir. Allah Âdem’in şânını yüceltmek için onu meleklerin kıblesi yapmıştır. Dolayısıyla buradaki secdeyi, meleklerin Âdem’e tevâzu ve saygı göstermeleri olarak anlamak gerekir. Kardeşlerinin Yûsuf’a secde etmelerinde de aynı mâna kastedilmiştir. (bk. Yûsuf 12/100) Selâmlamak için yapılan secde yani ayaklara kapanma önceleri câizdi. Fakat Peygamberimiz (s.a.s.) Selman-i Fârisi (r.a.) kendisine secde etmek isteyince: “Hiçbir kulun Allah Teâlâ dışında birine secde etmesi caiz değildir. Şâyet bir kişinin diğerine secde etmesini emretseydim, hanımın kocasına secde etmesini emrederdim” (Ebû Dâvûd, Nikah 40; Tirmizî, Rada 10) buyurarak bunu yasaklamıştır. Dinimizde baş eğerek selâmlama da mekruh sayılmıştır.

Meleklerin Âdem’e secde etmesinde bizler için iki mühim ibret ve ders bulunmaktadır: Birincisi; insan, melekleri örnek alarak onlar gibi Allah’a ibâdet edecek, onlar gibi edeplenecektir. Şeytanın büyüklenip isyân ederek Allah katından kovulması gibi, lanetlenmiş bir duruma düşmeyecek, aksine melekler gibi değerli, övgüye layık ve şerefli bir kul olacaktır. Allah Teâlâ melekleri överek “Onlar, Allah’ın emirlerine asla karşı gelmez ve kendilerine verilen her emri eksiksiz yerine getirirler” (Tahrîm 66/6) buyurur. İkincisi; Allah Teâlâ, insana olan sonsuz rahmet ve ihsânından dolayı itâat, tesbih ve hamd husûsunda melekleri onun yardımına göndermiştir. Onların insana himmet etmesini sağlamıştır. Bu mânada âyet-i kerîmede: “Melekler de Rablerini her türlü övgülerle yücelterek tesbih ediyor ve yeryüzünde bulunanlar için bağışlanma diliyorlar” (Şûrâ 42/5) buyrulur.

Ayette geçen اِبْل۪يسُ  (İblîs), “iblâs” masdarından Arapça bir isimdir.  “İblâs” iyilik ve hayırdan ümit kesmek, pişmanlık ve üzülmek mânalarına gelir. Dolayısıyla İblîs, Allah’ın rahmetinden ve bütün hayırlardan umudunu kesen, uzak olan demektir. Allah Teâlâ, emrine isyan etmesine karşılık İblîs’i, bütün iyiliklerden ümitsiz, taşlanmış ve koğulmuş bir şeytan kılmıştır. Kehf sûresinin 50. ayetinde İblîs’in cinlerden olduğu bildirilmektedir. İbn Abbas (r.a.): “Cinler, meleklerin ateşten yaratılmış bir koludur. İblîs de onlardandır. Öteki melekler nurdan yaratılmışlardır” demektedir. (Kurtubî, el-Câmi‘, I, 294) Yine İbn Abbas’tan rivayete göre İblîs, cennet muhafızı olmaları sebebiyle kendilerine Cin denen bir melek grubunun başkanı, yakın göğün ve dünyanın sultanı idi. Bilgisinin çokluğundan dolayı gurura kapıldı. (İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur‘an, I, 77) Buna göre İblîs’in cinlerden olması, meleklerden olmasına aykırı değildir. Çünkü gözden gizli varlıklara cin denir. Melekler de görünmez varlıklar grubundan olduğu için cin adı, her türlü görülmez ruhî varlıkların ortak adıdır. Yalnız cin denen bu ruhî varlıkların iyileri ve kötüleri vardır. İyilerine melek, kötülerine şeytan, iyiliği galip olanlarına da sadece cin denilmiştir.

Meleklerle beraber bulunan İblîs, Allah’ın emrine karşı gelerek Âdem’e secde etmedi. Kalbi ile imtina etti, çekindi, direndi. Kendisine verilen emri kabul etmedi. Nefsine mağrur olarak kibirlendi, secde etmeyi gururuna yediremedi. “İstikbâr”, kişinin kendisini büyük görmesi demektir. O, kendisinin secde edecek olmasını hoş karşılamamış, Âdem’e secde etmeyi de büyük bir iş olarak görmüştür. Bu sebeple Allah’ın Âdem’e secde emrini ve bu emirdeki hikmetini mânasız bulmuştur. Allah Resûlü (s.a.s.)’in: “Kalbinde hardal tanesi ağırlığı kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir” (Müslim, İman 148) hadisinde bu mânada bir büyüklenme kastedilmiştir. Dolayısıyla İblîs bu tavrıyla kâfirlerden olmuştur.

Peygamberimiz (s.a.s.), İblîs’in Allah’a karşı isyanına duyduğu pişmanlığı mecâzen şöyle haber verir: “Âdemoğlu secde âyetini okuyup secde ettiği takdirde şeytan uzaklaşır, ağlar ve: «Vay benim halime! Âdemoğluna secde etmesi emrolundu, o da secde etti, buna karşılık ona cennet veri­lecektir. Ben de secde etmekle emrolundum, fakat kabul etmedim, dayattım. O bakımdan bana da cehennem var» der.” (Müslim, İman 133)

İblîs’in Âdem’e secdeden çekinmesi, Kur’ân-ı Kerîm’de birkaç yerde farklı yönleriyle tekrar edilmektedir. Şu âyet-i kerîmede İblîs’in hangi sebeple secdeden imtina ettiği beyân edilir:

“Allah: «Ey İblîs! Emrettiğim zaman seni secde etmekten alıkoyan nedir?» diye sordu. İblîs: «Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten onu ise çamurdan yarattın» dedi.” (A‘râf  7/12)

Âdem, halife seçilip, imtihandan sonra meleklerin secdesine nâil oldu, fakat karşısına İblîs gibi amansız bir düşman çıktı. Devam eden ayetler, Âdem’in eşiyle birlikte cennete yerleşmesini ve İblîs’le imtihan olmasını anlatmaktadır:



https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/03/maide-suresinin-120-ayeti-ne-anlatiyor-194888.jpg
Maide Suresinin 120. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: لِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا ف۪يهِنَّۜ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ Göklerin, yerin ve bunlardaki ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/03/maide-suresinin-109-ayeti-ne-anlatiyor-194874.jpg
Maide Suresinin 109. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: يَوْمَ يَجْمَعُ اللّٰهُ الرُّسُلَ فَيَقُولُ مَاذَٓا اُجِبْتُمْۜ قَالُوا لَا عِلْمَ لَنَاۜ اِنَّكَ اَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُو ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/03/maide-suresinin-105-ayeti-ne-anlatiyor-194854-m.jpg
Maide Suresinin 105. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْۚ لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْۜ اِلَى اللّٰهِ مَ ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/03/maide-suresinin-100-ayeti-ne-anlatiyor-194841-m.jpg
Maide Suresinin 100. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: قُلْ لَا يَسْتَوِي الْخَب۪يثُ وَالطَّيِّبُ وَلَوْ اَعْجَبَكَ كَثْرَةُ الْخَب۪يثِۚ فَاتَّقُوا اللّٰهَ يَٓا اُو۬لِي الْاَلْب ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/03/maide-suresinin-90-ayeti-ne-anlatiyor-194828.jpg
Maide Suresinin 90. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْاَنْصَابُ وَالْاَزْلَامُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْ ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/03/nisa-suresi-100-ayet-ne-anlatiyor-ve-inis-sebebi-nedir-194825-m.jpg
Nisa Suresi 100. Ayet Ne Anlatıyor ve İniş Sebebi Nedir?

Nisâ sûresi Medine’de nâzil olmuştur, 176 âyettir. İsmini, birinci âyette geçen ve “kadınlar” mânasına gelen اَلنِّسَاءُ (Nisâ) kelimesinden alır. A ...